Etiket arşivi: Zafer Arapkirli

‘Compassionate Erdoganism’

author

Emek sömürüsüne dayalı ve insan haklarını ayaklar altına alan niteliği nedeniyle, zaten “vahşi” olan bu sistemin, kimi zaman yapay biçimde “vahşi kapitalizm” diye bir versiyonundan söz edilir. Sanki “vahşi olmayanı” mümkünmüş gibi.

Bunun, sistemin vahşetini unutturmak ve “şekerlendirmek” üzere biraz da bilinçli türetilmiş bir kavram olduğuna inanmışımdır hep.

İngilizce’de “Crony Capitalism denilen bir versiyonu da vardır. “Ahbap – Çavuş Kayırılmasına Dayalı” versiyonunu tanımlamak için kullanılır. Sanki zaten sağcı rejimlerin geleneğinde hep bu (kayırma) yokmuş gibi.

Bir de, sıkça piyasaya sürülen bir “Compassionate Capitalism” diye pazarlanmaya çalışılan modeli vardır. “İyi yürekli, müşfik, yumuşak, acıtmayan” kapitalizm diye çevrilebilir dilimize.

Liberallerin bayıldıkları ve “Bak, valla billa canın yanmayacak” mealinde damarlara zerk etmek istedikleri model bu. Kitleleri, “Bak, yeminle söylüyorum. O kadar kötü sömürmeyeceğiz. Azıcık, ucundan” diye uyutmaya dönük bir yalanın adıdır bu “Compassionate Capitalism.” Amerika’da ve başka ülkelerde sözüm ona “liboş demokratlar”ın iktidara gelmek için pazarladıkları bir tiyatro oyununun senaryosudur.

Bu farklı sömürü türleri ve insan haklarını karşısına alan bu acımasız sistemin versiyonlarını niye böyle uzun uzun anlattım?

Türkiye’de de son 20 yılın acımasız sitemini “güya” ortadan kaldırıp yerine daha “compassionate” bir Erdoğanist sistem getirmenin, yol taşları örülmeye başlanıyor da, ondan.

“Altılı Masa” olarak da anılan ve CHP – İYİ Parti öncülüğünde diğer 4 partinin de dahil olduğu bu masanın, her ne kadar çıkış noktası ve asıl hedefi “Erdoğan rejimine son vermek ve güçlendirilmiş parlamenter sistemin tesisi” diye sunulmak istense de, bu ittifakın bileşenlerinin “ideolojik-genetik yapısı”nın, son tahlilde bir tür “Compassionate Erdoğanism” olduğu söylenebilir.

Biraz daha açayım: Evet. Recep Tayyip Erdoğan ve çevresindeki kliğin “Ben ne dersem o olur. İtiraz edenin kafasını ezeriz. Yok öyle yağma. Hep bizimkiler kazanacak. Yok öyle muhalefet. Adamı doğduğuna pişman ederim” tavrının yarattığı antipati eleştiriliyor.

Evet. Kararların görece daha “Demokratik mekanizmalarda alınacağı, kaynakların daha etkili kullanılacağı” vaadi tekrarlanıp duruluyor. Ama masada yer alan siyasi liderlerin ezici bir çoğunluğunun (Saadet, İYİ, DEVA, Gelecek, Demokrat Parti) aynı merkez ve İslamcı, aşırı sağ gelenek içinden süzülüp gelmiş olmaları, yakın gelecekte “kapitalist – faşist genetik kodlardan” sıyrılacaklarına dair, kitlelere bir umut aşılayamıyor.

Önceliklerin, emekçiden değil sermayeden yana olması ilkesinin devam edeceğine, insan hakları ve temel özgürlüklerle ilgili, bugünün rejiminden çok ötede bir “nefes alma” ikliminin işaretlerinin görülmemesine dair izlenimimi söylüyorum.

CHP’nin, bu oluşum içinde en büyük ve en köklü siyasi hareket olmasına rağmen, “Aman ortakları ürkütmeyelim. Aman ortaklarımızın genetik kodları ile çelişiyor görünüp de onların seçmen kitlesini rencide etmeyelim” kaygısının rahatsız edici oranda ağır basması beni (ve sık sık konuştuğum pek çok CHP’liyi) rahatsız ediyor da onu diyorum.

Mesela, Cumhuriyet’imizin temellerinden birini oluşturan laiklik konusuna yapılması gereken oranda güçlü vurgu yapılmasından imtina edilmesi, mesela 20 yılın talan rejiminin ve Cumhuriyet’in dişiyle tırnağıyla oluşturduğu tüm kamu varlıklarının satışının “geri çevrilmesi” (kamulaştırma diyorum) ve kamucu bir ekonomik sisteme geçilmesine pek cesaret edilememesi dikkat çekiyor. Bunu vurgulamak istiyorum.

Geçen 20 yılın bu anlamdaki “talancı ve satışçı” mirasının altında imzası bulunanlarla, geçen 20 yılın uluslararası siyasette batağa battığı ülkenin “batırılmasının” müsebbipleri ile aynı masada yer alınmasının “ağırlığından” söz ediyorum.

O zaman 20 yıllık Erdoğanist reijimiN ve politikalarının yerine “Compassionate Erdoganism” getirileceği kaygısının kitlelerde oluşmaması mümkün mü?

“Aman abi, şimdi sen de suyu bulandırma. Hele bir kurtulalım da….” cılığın zararına ve sakıncasına dikkat çekmek istedim sadece.

Kayda geçsin diye.

Cendere

authorZAFER ARAPKİRLİ

Türk Dil Kurumu sözlüklerine bakarsanız başlıktaki sözcüğün hem bir isim, yani “bir şeyleri baskılamak ve ezmek amacıyla kullanılan bir alet-gereç” olduğunu hem de “ezici bir baskı altında kalmak” durumunu anlatın bir tür sıfat olduğunu görürsünüz.

“Cenderede kalmak, cendereye girmek” sıkça kullandığımız tabirlerdir.

Bugün ülkemizde hem tek tek vatandaşların hem her alanda üreticilerin hem de mal ve hizmet üretme durumundaki tüm kurumların ciddi bir “cendere” içine hapsolduğunu hepimiz görüyoruz. Bu da, bizzat ülkeyi yönetme yeterliliğini iyice yitiren, kontrolü iyice elden kaçıran ve içine düştüğümüz tarihi boyutlardaki ekonomik buhranın baş sorumlusu olan iktidarın yarattığı bir durumdur.

Neredeyse her dakika bir yenisi ile karşılaştığımız zamların oluşturduğu fahiş ve hatta müstehcen boyutlardaki hayat pahalılığı, ülkede yaşamayı bir işkenceye dönüştürmüştür.

Temel ihtiyaç kalemlerine yapılan zamların en büyük nedeninin enerji girdileri-maliyetleri olduğu düşünüldüğünde, başta su, elektrik, gaz, toplu ulaşım ve iletişim hizmetlerine yapılan zamlar, evrensel bir tartışmayı bir kez daha hatırlamamıza neden olmaktadır.

İnsanların “vazgeçilemez” ihtiyaçlarının, en başta da suyun merkezi ya da yerel kamu otoritesi tarafından “temel bir insan hakkı” olarak karşılanması, vergi ödeyen vatandaşların en doğal talebi değil midir? Örneğin, Sosyalist rejimler bunu başarmış ve evrensel bir model oluşturmuşlardır.

Su (bildiğin dünyanın suyu), yerine başka bir şeyi geçiremeyeceğimiz, temel bir insan ihtiyacı-hakkı değil midir?

Elektrik, ısınmada kullanacağımız gaz-kömür-odun vs. maddeler, vazgeçilebilir şeyler midir?

Toplu taşımayı, yani kamunun sağlamak zorunda olduğu otobüs, tren, vapur gibi zorunlu ulaşım yöntemlerini kullanmayıp evimizde oturmak, “tercih nedeni” diye tartışılabilecek bir şey midir?

21’nci yüzyılda telefon ve internet gibi hizmetler de aynı kalemlere dahil sayılamaz mı?

İşte tüm bunların “ticari amaçlı, kâr amaçlı işletmecilik” anlayışı ile vatandaşa (vergi mükelleflerine) sunulan “opsiyonel” hizmetler sayılmasına karşı çıkmalıyız.

Neredeyse, “vergi” denen şeyin icadından bu yana var olduğunu düşündüğüm klasik bir tabir vardır ya: “Vergilerimizin bize yol su elektrik olarak geri dönmesi” olgusu. Tam da bunu demeye getiriyorum.

Bu maksatla, gerek Türkiye’nin merkezi yönetimini, gerekse belediye yönetimlerini elinde bulunduranlara, yani bizim seçtiğimiz ve “Al şu oyu. Yanında da al şu vergilerimizi (trilyonlarca, katrilyonlarca paradan söz ediyoruz) bize hizmet et” dediğimiz insanlardan bu “vazgeçilemez ihtiyaçlarımızı (insan hakkı)” sağlamalarını talep etmeliyiz.

Suyu, elektriği vs. bize satamazsınız.

Bizi “piyasa koşulları – dinamikleri – kapitalist ekonominin kaideleri vb.” acımasızca zulüm araçları ile karşı karşıya getiremezsiniz.

Bir ülkeyi yöneten Başbakan, Cumhurbaşkanı, Bakan (ya da başka sıfatlı insanlar) da, bir belediye başkanı da “Ben size temel bir insan hakkı olan bu temel ihtiyaçlarınızı bu fiyattan satmak ve maliyetleri yansıtarak, üstelik kâr elde ederek satmak zorundayım. Yerseniz” diyemez.

Derse, meşruiyetini yitirir.

Bir başka sorunlu konu da, “sırf muhalefet partisinden seçilmiş ve iktidarın pek çok konuda baskısına (haklı olarak) direnmek göğüs germek, boğuşmak zorunda diye” örneğin İstanbul Belediye Başkanı›nın bu konuda yani zam yaptığı için eleştirilmesini bir “suçmuş” gibi göstermektir.

Seçtiğimiz ve çuvalla (belki de kamyonlar dolusu) vergi ödediğimiz insanlardan, temel ihtiyaçlarımızı ideal olarak ücretsiz, olmuyorsa da en düşük ücretle karşılamasını talep etmenin neresi suç sayılabilir?

Sofrasına koyacak bir dilim kuru ekmeğe ve ona katık edecek yarım soğana bile yetmeyecek gelir düzeyindeki on milyonlarca insana bunu izah edemezsiniz.

Demokratik bir toplumun birincil gerekliliği, bu bilinçle yönetmektir.

Aksi, demokrasiden uzaklaşmaktır.

Faturalar, ücretler ödenemez hale gelmişse, bunun çözüme ulaştırılmasının yolu sadece “Komşunun faturasını öde” (askıda) demek değil, fiyatları düşük tutabilmenin yolunu bulmak, üretmektir. Öncelikleri gözden geçirmekse, mesela bunu yapmaktır. Eleştirilere öfkelenmek değildir.

Biri “Barış” mı dedi?

author

İktidar yandaşı medyayı okur ya da izlerseniz, kabaca şöyle bir manzara ile karşı karşıya olduğumuzu zannedebilirsiniz:

Kuzeyimizde Rusya ile Ukrayna savaş ediyor.

Bütün dünya saf tutmuş bu savaşı kışkırtıyor.

Bu savaş kışkırtıcı, kana susamış ve insanların ölümünden zevk alan askeri bloklar, savaşın üzerine benzin dökmek suretiyle devam etmesinden yanalar.

Ancak…

Bütün bu olup bitenlere tepeden ve son derece tarafsız ve soğukkanlı bir konumdan bakabilen, “Büyük Küresel Resmi” görebilen, olağanüstü müthiş bir vizyon sahibi ve barış güvercini yürekli bir “milli değerimiz” var.

O da, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan (nam-ı diğer Reis).

Onun inisiyatifi ve dirayetli önderliği ile Türkiye silahları susturmak, bölgeye ve tüm gezegenimize hak ettiği barış ve huzuru getirmek için gecesini gündüzüne katıyor.

Bu yorumları yapan ve bu “gazı” pompalayanlar, herhalde meseleyi “Satürn, Uranüs veya Mars’tan” izliyorlar.

Sanki sözünü ettikleri “Ultra Barışçı Lider” ve onun yönlendirdiği dış politika, şu anda pek çok toprak parçasında askeri güç bulunduran, en az son 10 yıldır deyim yerindeyse çatır çatır silahlı çatışma ortamlarında askerleri ölen ya da yaralanan ve bunları “marifetmiş gibi” şehit evlatlarımızın boylu boyunca uzandığı musalla taşlarında atılan nutuklarda savunan biri değilmiş gibi.

Sanki, NATO denilen saldırgan askeri ittifakın her “S” (savaş) harfini telaffuz ettiğinde, aklından her “Ç” (çatışma) geçtiğinde eline tuzluğu alıp “Biz varız!..” diye askerimizi koşturmaya hevesli bir yönetim değilmiş gibi.

Sanki el âlemin şeriatçı kana susamış çapulcularını eğitip, komşu bir ülkenin rejimini değiştirmek için (hâlâ) Suriye topraklarında ya da ne amaca hizmet ettiğimizi kimin nerede saf tuttuğunun hesabını bile tutamadığımız Libya topraklarında askeri amaçla bulunmuyormuşuz, orada turistik etkinlik yapıyormuşuz gibi.

Sanki şu an çatışan iki ülkeden birine (Ukrayna) askeri teçhizat (İHA – SİHA) vermekle kalmayıp, bunu daha kalıcı bir savunma (siz saldırı diye okuyun) sanayi işbirliğine dönüştürmeyi (işin damat – mamat tarafına hiç girmiyorum) büyük bir marifet gibi kamuoyuna pazarlamıyormuş gibi.

Sanki o İHA’ların – SİHA’ların “hedefleri tam isabet vurması” görüntülerini iftiharla besleme medyaya servis edip, “Rus tanklarını, Rus askerlerini nasıl madara etti bizim İHA’lar ama… Kih kih” diye övünmüyorlarmış gibi. Tarafsız “arabulucu”yuz ya!

Sanki (daha neredeyse 3 vakit önce) çekilen ABD’nin adeta “taşeronu” konumunda Afganistan’da ille de bir rol üstlenmek için, yani başımızı Taliban’la da belaya sokmak ve orada bir NATO rolü üstlenmek için zıp zıp zıplayan, “dünyanın başka nerelerine asker yollayabiliriz?” diye adeta haritayı önüne açıp yer beğenmeye çalışan kendileri değilmiş gibi.

Sanki son 10-20-25 yıldır her fırsatta komşularının topraklarına “terörist kovalıyoruz” bahanesi ile “tankıyla topuyla paldır küldür dalmayı” büyük bir marifet diye pazarlayan bunlar değilmiş gibi.

Sanki (o kadar da uzağa gitmeden) kendi topraklarında bile her türlü sorunu, tankla topla, mermi ile, sopa ile, bomba ile çözmekten başka bir vizyonu olmayan, içeride ve dışarıda “barışın B’sinden bile nefret eden” başkalarıymış gibi…

Birtakım beslemeler de kalkmış, 1 haftadır destanlar yazıyorlar yandaş medyada:

Bu Reis var ya, bu Reis… Bu gidişle bu olayı çözer ve gelecek yıl Nobel Barış Ödülü’nü de alır inşaallah…”

Reis’in ne yiyip ne içtiğini, manda yoğurduna neler kattığını, hamd olsun kendi ağzından duyduk da…

Yandaşların ne yediğini ve her gece yatağa girmeden önce “ne içtiklerini” gerçekten merak ediyorum.

Ciddi bir bilimsel çalışma konusu olabilir.

Doymadım… Doyamadım…

authorZAFER ARAPKİRLİ

“Doymadım, doyamadım ezmelere seni ben!..”

Şiddeti giderek artan bir isteri krizine eşlik eden bir şarkıya dönüştü bunların dilinden düşmeyen.

“Doymadım, doyamadım zam yapmaya yine ben!.. Yinee, yeniiideeen!..”

Öyle bir noktaya getirdiler ki işi, bundan adeta sadist bir zevk aldıklarını düşünmeye başladım. Sayılar, her geçen gün daha da anlamsızlaşmaya başladı. Örneğin akaryakıtın, benzin-mazot-LPG’nin fiyatını sokakta herhangi bir vatandaşa sorsan, 100 kişiden 99 kişi şu anki fiyatını tam olarak söyleyebilirse, bir mucizedir. Akılda bile tutamamaya başladık, dün gece herhangi bir başka ürüne de ne kadar zam yapıldığını ve bu sabah itibariyle kaç TL olduğunu.
***
Arsızlığın, edepsizliğin ve utanmazlığın sınırlarını öylesine aştılar ki, içlerinden biri çıkıp (akşam ne içip yattıysa?) “Kuyruk çok uzun. Azaltmak için yaptım bu zammı” deme ahlâksızlığına bile tevessül etti.

  • Bu kibir ve küstahlık düzeyine, bu topraklar eminim yüzyıllardır tanık olmamıştır.

Sermayenin iktidarı, artık sıfırı tükettiğinin iyice farkına varmış olmalı ve “giderayak” en azından günlük rutin zorunlu bütçe harcamalarına yetecek kadar bir vergi geliri elde edebilmek istiyor ki, “üç kuruş oradan beş kuruş buradan” mantığı ile yapılan zamlara bir sıfır daha ekledi. Örneğin artık akaryakıta, bundan 3-5 ay önceki gibi 10 kuruş 15 kuruş değil, 100 kuruş 150 kuruş birden zam yapmaya başladı.

Zamlar karşısında, açlık sınırı ya da yoksulluk sınırı gibi “eşik değerler”in de bir anlamı kalmadı artık. Yani, diyelim ki 1 ay önce açlık sınırının biraz (birkaç yüz TL) üzerindeydiniz, bugün itibariyle en az 1000 TL aLtında kalmış olmanız kesin.

Faiz, döviz ve enflasyon hesaplarını tutturamamış, iyice kontrolunu kaçırmış olmanın ayıbı ile “susup oturacakları” yerde, tam tersine “yavuz hırsız” misali, yine her zamanki gibi suçu ona buna dış güçlere iç güçlere filan yıkarak, arsızlığın dibine vurmaktan geri durmuyorlar.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir yandan da itiraz edenin, ses çıkaranın, kafa kaldıranın sesini kısmak, kafasını kırmak ve anasından doğduğuna pişman etmek için “devletin sopasını” daha da güçlü sallamaya başladılar. En ufak bir hak arama eylemini, en ufak bir “aykırı sesi”, kendilerine yandaş kılamadıkları, besleyip esir alamadıkları her türlü medyanın sesini kısmaya çalışıyorlar.

Klasik formül ve senaryo çalışıyor, yani. Kapitalizmin utanmazca kâr hırsına gem vurmak yerine, işsizlik ve hayat pahalılığına “bilinçli bir tercih ile” köle edilmek istenen kitleleri ezmenin kitabı yazılıyor.

Bütün bunlar olurken, düzen partilerinin yaptıkları tek şey “Yakındır. Geliyor gelmekte olan. Bekleyin. Az kaldı” diyerek millette bir umut oluşturmak ve “Durun. Bir şey yapmayın. Zaten bir üfürüklük canları kaldı” duygusunu yayarak halkın “gazını” almak.

Oysa ki, adı üstlerinde “Düzen Partileri”nin, muhtemel iktidarında da uygulanacak, uygulanması kesin ekonomik reçetelerin, emekçiden, emekliden, ezilenden, yoksuldan ve toplumun dezavantajlı hiçbir kesiminden yana olmayacağını gayet iyi biliyoruz. CHP ve İYİ Parti’nin iddialı ama somut çözümleri dillendirmekten uzak söylemlerini de, bugünkü enkaz ve felaket tablosunun çok yakın geçmişteki mimar-mühendis-usta kadroları arasındaki Davutoğlu – Babacan ikilisinin “Biz çözeriz” vaatlerini de ciddiye almak mümkün değil.
***
Bu saydıklarımızın alayı, TÜSİAD – MÜSİAD ve her türlü “SİAD”çılarla, ve orta büyük ölçekli esnaf sanayici ile kolkola “gelecek arayışı”nın hiçbir zaman “Emek örgütleriyle, sendikalarla” bir mücadele örgütlenmesi gibi niyetlerine asla tanık olmadık.

O halde yapılacak olan, düzene muhalif tüm güçlerin, toplumun dezavantajlı çoğunluğu ile birlikte demokrasi ve hak arayışı mücadelesini yükseltmenin zamanı geldiğini anlaması ve anlatmasıdır.

Başka herhangi bir ülkede, bunca zam ve zulmün karşısına büyük kitleler dikilmiş ve en azından en temel gıda ve ihtiyaç maddesi zamlarına karşı meydanlarda sesini yükseltmeye başlamıştı. Bu sessizliğin ve ataletin nedeni, en başta örgütsüzlük ve tabii ki “Düzenin dümen suyunda giden düzen partilerinin zerkettiği uyuşturucu ruh halidir”. Bunu kavramadığımız müddetçe, yapılacak ilk seçimde, oyların hangi sistemle nasıl dağılacağı ve iktidarın kimin elinde kalacağı veya el değiştireceği önem taşımayacaktır.

Gün, iliği kemiği emilen kitlelerin, sınıf mücadelesi bilinci ile
eğik başlarını artık havaya kaldırması günüdür.

Yoksa, biz bu kibirli ve acımasız, küstah güruhun “Doymadım doyamadım” şarkısına meze olmaya devam edeceğiz.

Vur!.. Kır!.. Parçala!..

author

BİRGÜN, 18.03.2022

 

Futbol âlemine aşina olmayan ya da hayatında bir futbol maçına gitmemiş olanlar, başlıktaki bu ifadeleri okur okumaz “Ne oldu bu yazara? Bir anda şiddet yanlısı mı kesiliverdi?” diye endişelenmiş olabilirler.

O halde hemen izah edelim:

Bazı maçlarda fanatik futbol taraftarı, maçın zora girdiğini ve bir noktadan sonra kazanmak için her yolun denenmesi gerektiğini ima eder biçimde takımını “gaza getirmek” için bu tezahürata başvurur. Amaç, tuttuğu takımın oyuncularını motive etmek, gerekirse aşırı sertlik ve kuraldışı hareketlerle, gerekirse sportmenlik dışı sertlikle durumu lehine çevirmek üzere “arkadan ittirmek”tir.

“Vur, kır, parçala, bu maçı kazan!” diye, stadyumdaki sesin “desibel seviyesi” bir anda zirveye ulaşır.

İktidar koalisyonunun iki partisi AKP – MHP işbirliği ile hazırlanan, Seçim Kanunu’nda değişiklik öngören 15 maddelik teklifi okurken, aklıma hemen bu tezahürat geliverdi. Anlaşılan, hukukun, siyasi ahlâkın ve genel anlamda “siyasi yarışma etiğinin” dışına her anlamda çıkma pahasına, yaklaşan seçimleri (milletvekili ve cumhurbaşkanlığı) kazanmayı amaçlıyorlar.

Gerek, matematiksel hesaplama yöntemlerini değiştirerek muhalefetteki partilerin mevcut ve müstakbel ittifakları içinde kavga çıkarmayı, gerek seçim kurullarının oluşumunda iktidar yanlısı bir kombinasyonu sağlamayı, gerek cumhurbaşkanının “parti şapkası ile pekala tarafsızlığı ihlal edebilmesini meşru kılan”, gerekse başka yöntemlerle bu seçimi “Ya biz kazanalım, ya da biz kazanırız” seçimine çevirmeye dönük girişimler bunlar.

Muhalefettekiler buna benzer bir etik dışı “uyanıklık” girişimini uzun süreden beri bekliyordu. Ama bu kadarına hazırlar mıydı? Onu bilemem.

Her ne kadar, duyar duymaz “Ne yaparsanız yapın, zaten bir kazanacağız. Geliyor gelmekte olan” diye kendilerini avutmaya çalışsalar da, muhalefetin önünde zaten mevcut olan yüksek duvara, “5 – 10 kat daha ilave sıra tuğla” örülmeye çalışıldığı bir gerçek.

Bundan önceki 2 seçim sürecinde de (2018 milletvekilliği ve 2019 yerel) yazdığım pek çok yazıda ya “muhalefet partilerinin, adil olmayan bir müsabakaya çıkmayı reddederek (örgütlü boykot – tek tek değil örgütlü ve birarada) bu koşullarda bir seçimin meşruiyetten mahrum olmasını sağlamaları” ya da “sonradan ortaya çıkacak anti demokratik – ayıplı sonuç karşısında şikayet (ağlama) hakkını yitireceklerini” söylemiştim.

Her türlü hilenin ve usulsüzlüğün (en başta da iktidar olanaklarının Cumhurbaşkanı ve bakanlar eliyle iktidar partisi lehine utanmazca kullanılması) yapıldığı, SEÇSİS’in (parlamento seçimindeki oy sayımı ve tasnifi hesaplarının yapıldığı yazılım) güvenilirliğinin şaibe altında olduğu bir seçim sonucu oluşan 2018 Parlamentosundan geçirilen her türlü yasa “gölge ve töhmet” altındadır. Zaten, mevcut başkanlık sistemini onaylattıran referandum hatırlandığında, alınan tüm kararlar “malûl ve şaibelidir”

Yerel seçimde mesele biraz daha kolaydır. Çünkü “ya şu aday ya da bu aday” diye basit bir sayım ve tasnif söz konusu olduğundan, en azından o aşamada tartışmaya daha az açıktır. Sandığa sahip çıkılabilme oranında, sonuç belki kabullenilebilir. Yine de, sonuçta örneğin HDP’nin aldığı oylar, “Kayyumlama” ile keyfi bir şekilde çöpe atılmıştır.

Bunun adına demokrasi ya da “demokratik bir seçim” denilemeyeceği ortadadır.

Muhalefetin önünde ciddi bir sınav vardır.

Parti yönetici klikleri, “Biz koltuklarımızdan olmayalım ve bir şekilde yine vekilliği garantileyelim de, ne olursa olsun. Zaten maçtan (seçimden) sonra ağlaşır yine unuttururuz bunu” deme özgürlüğüne sahiptir, tabii. Hatta, belki kendi tabanlarını gücendirme pahasına siyasi ve ideolojik olarak parti ilkelerine taban tabana ters insanları listelerine alıp, parlamentoya taşıyarak “ittifak dayanışmasına saygı” ayağı ile “meselenin özünü” de unutturabilirler.

Ama meselenin özü, yani “siyasetin vazgeçilmez gerekliliği olan ideolojik temel ve bu temelde tutarlılık ilkesi” ağır zarar görür. Türkiye’de siyaset, maalesef on yıllardır genel anlamda böyle yapılmaktadır. Partinin ve yönetici kliklerinin bekası, ilkenin de ideolojinin de ve hatta demokrasinin de üzerindedir.

Bu seçimin özelinde “en üstte” tutulan “Onu (şahsımı) gönderelim de bu seferlik her şeye katlanalım” anlayışı, demokrasiye yarar değil zarar getirecektir. Bu “sakat ilke”, Türkiye’de demokrasinin geleceğine umut bağlayanları ya da en azından asgari ölçüde demokrasinin vazgeçilmezinin “adil yarışma ve adil koşullarda seçim” olduğuna inananları bir kez daha hayal kırıklığına uğratacaktır.

Sonradan “ağlaşmanın” ise kimseye yararı olmayacaktır.

Bugünden, not düşmek için yazıyorum.

Neden, niçin, niye bu nefret?

authorZAFER ARAPKİRLİ

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Durduğunuz yere, siyasi ve ideolojik konumunuza, aldığınız pozisyona, baktığınız gözlüğe göre değişebilir. Yöneticilerin “başarılı ya da başarısız” olmaları, kendi kamplarında ve “karşı cenahta – tribünde” farklı görülüp, farklı not verilebilir. Ancak, bugün ülkeyi yöneten kadroların ve onları destekleyen, alkışlayan zihniyetin, son derece “itici ve zehirli” bir motivasyonu var.

O da nefret. Eğitimli insandan nefret ediyorlar. Eğitim derken, herhangi bir bilim dalında evrensel standartlarda bilimsel öğretiyi hazmetmiş insanları kast ediyorum tabii. Donanımlı ve iyi yetişmiş insandan nefret ediyorlar. Kendini geliştirmiş, dünyayı geniş bir perspektiften inceleyen, araştıran, farklı bakış açılarını araştırıp analiz eden, bilimsel sentezlere varmayı şiar edinen, en az bir ya da iki yabancı dili çok iyi kullanabilen insanlardan nefret ediyorlar.

Eğitimini gördüğü ve uğraştığı alanda, bilimi ve o disiplinin temel ilkelerini, her türlü kayırmacılığın önünde gören ve üzerinde tutan profesyonel zihniyetten ve kişiliklerden nefret ediyorlar. Çünkü bu, “onların liyakatsizlik şiarına” ve kayırmacı çizgisine aykırı bir durum teşkil ediyor. Örgütlü insanlardan nefret ediyorlar. Örgütlenmiş insanlardan “ölümüne” korkuyorlar. Tek tek teslim alabilecekleri ve kendi yanlarına “seve seve” ya da “zorlaya zorlaya” çekebilecekleri, ikna ya da tehdit ve şantaj, rüşvet veya hile yoluyla esir alabilecekleri insanları tercih ediyorlar. Örgütlü (sendikalı) insanların bunlara direneceklerini çok iyi biliyorlar. İtiraz eden insandan nefret ediyorlar. Sorgulayan, muhalefet eden, eleştiren, cesaretle başarısızlıklarını yüzlerine vuran insanların yeryüzünde varlığına bile tahammül edemiyorlar.

İşte tam da bu nedenlerle, toplumun eğitimli, donanımlı, örgütlü, eleştiren, muhalefet eden, itiraz eden kitlelerini karşılarına alarak, düşman ilan ederek geldiler bugüne kadar. Ve tabii ki bir yandan da yalnızlaşarak. İngilizce’de “To paint yourself into a corner” diye güzel bir deyim vardır. Eline fırçayı ve kovayı alıp, yer döşemesini “en uzak köşeye doğru boyaya boyaya, kendini orada bir ücra noktaya hapsetmek anlamında kullanılır.

Bunu yaptılar ve yapmaya devam ediyorlar. İşte, son yıllarda (mesela) doktorlara olan nefretlerini böyle izah edebiliriz. Mühendislere, mimarlara, “Nas”a inanmayan, bilime–evrensel kaidelere bağlı ve “hesap kitap bilen” ekonomistlere hasmane duygular beslemelerinin nedeni bu. Türkiye’nin yüz akı üniversitelerin en üst sıralarında gelen Boğaziçi, İTÜ, ODTÜ, Hacettepe, İ.Ü., A.Ü. gibi okulların köklü geleneklerini yıkmaya çalışmalarının da başlıca nedeninin bu olduğunu hepimiz biliyoruz.

Hukukun evrensel ilkelerine bağlı, “hâkimin siyasi otoriteden asla ve kat’a emir buyruk almaması gerektiğine inanan hukukçudan”, savunma hakkının kutsallığına sıkı sıkıya bağlı avukatların meslek örgütlerinden, normal yollardan asla yönetimlerine gelemeyecekleri barolardan da tam da bu yüzden nefret ediyorlar.

Biat etmeyi reddeden, pırıl pırıl zihinli, geleceği gören ve geçmişin karanlığını reddeden öğrenciden-gençten de nefret ediyorlar. Satın alınamayan, kuyruklarından gitmeyen, bir WhatsApp mesajı ile manşet attıramadıkları, bir telefonla “ısmarlama yıkama yağlama savunma yazısı” yazdıramadıkları gazeteciye de başı ezilmesi gerekli canavara bakar gibi bakmaları tam da bu nedenden kaynaklanıyor. Saray’ın sofrasına soytarı, tabağına meze olmayı reddeden sanatçıdan nefretleri, oyununu, şarkısını sözünü beğenmemeleri de bundan…

Vapurda şarkı söyleyene, öpüşene düşman olmaları da hep bundan.

Karnaval havasında İstanbul Sözleşmesini savunmak için Taksim’e yürüyen kadına ve her cinsel yönelimden bireye husumetleri de öyle… Çünkü Nazım’ın dediği gibi;

“Ümidin, akar suyun, meyve çağında ağacın, serpilip gelişen hayatın” ve ek olarak “zeytinin, fındığın, tütünün, çayın, ayçiçeğinin, çam ağacının, lâlenin, sümbülün, menekşenin düşmanı” bunlar. Tam tersine; betonun, kepçenin, buldozerin, iş makinasının, kaya kıran, tarla düzleyen, bağ bozan dinamitin dostu olmaları da bundan.

Ama enseyi karartmadık karartmayacağız. Yine Nazım’ın dediği gibi,

“Elbette ki Sevgilim.
Dolaşacaktır bu memlekette hürriyet,
En şanlı elbiseleri ile…”

Tek tip giysilere bürünmeyi reddeden on milyonlar.
Rengarenk giysileri ile.
Sevgi ile.
===========================================

Dostlar,

Değerli yazar Sn. Arapkirli’ye yürekli yazıları için teşekkür ediyoruz.
Alttaki “cik iletisi” (tweet) de bizim :

ttps://twitter.com/profsaltik/status/1503110739900387328?s=20&t=elWe-0nOLTxpY6waTze3aA

Paylaşılması dileğiyle.

Sevgi ve saygı ile. 14 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik    

 

Yeni, yepyeni, en yeni dünya düzeni

author

Bundan 35 yıl kadar önceydi. ABD’nin başkenti Washington’da, (o zamanki üyesi sayısı ile) 16 NATO üyesi ülkeden davet edilmiş 16 gazeteciden biri olarak Savunma Bakanlığı (Pentagon)’un bir brifing salonunda bir Amerikalı generali dinliyordum. Doğu Berlin – Batı Berlin sınırındaki “Çelik Hattın” nasıl güçlendirilmesi gerektiği ve Batı İttifakı’nın hiç taviz vermeden (nükleer dahil) nasıl “silahlanmaya devam etmesi gerektiğini” anlatıyordu. Suratı kıpkırmızı, iştah ve heyecanı doruktaydı. Gözlerinden ateş ve barut fışkırıyordu adeta.

Ertesi gün programda başka bir eyalette, başka bir askeri brifinge geçmeden önce otelin kahvaltı salonunda kafiledeki herkes bir gazetenin başına üşüşmüş (o zaman internet, sosyal medya, digital bilmem neler yok tabii), manşetteki ve haberi ve fotoğrafı konuşmaya koyulmuştu. Daha dün gibi aklımda… Haber, Berlin Duvarı’nın yıkılmakta olduğunu ve insanların, ellerinde kazmalarla çekiçlerle duvarı delip kafileler halinde nasıl “çift taraflı” geçişlerle, yepyeni bir çağın açılışını kutladıklarını anlatmaktaydı. Dünya değişiyordu. Hatta değişmişti bile. Haberi de, o gazetenin manşetinden Washington’a ulaşmıştı.

Basın turunun o durağındaki kafilede, bir gün önce bize o “vecd ve huşu içinde silahlanma brifingini” veren Amerikalı generalle göz göze geldim bir an. Suratını tarif edebilmek için kalınca bir kitap yazmak, uzunca bir film çekmek gerekebilir. Dünya değişmiş, “Yeni Dünya Düzeni” kuruluyordu.

Hemen ardından emperyalist ülkelerin medyası, zafer çığlıkları arasında bir “Peace Dividend” masalı yazıp, yönetip oynamaya başlamışlardı. Soğuk Savaş ve baş döndürücü silahlanma dönemi bitecek, bundan tasarruf edilen muazzam miktarlarda para da, “insanlığın refahı ve toplumların iyiliği” için harcanacaktı. Barış Bonusu!
***

Aradan yıllar geçti. Ne silahlanma yarışı durdu, ne de emperyalist paylaşımlar için alan kazanma mücadelesi. Sovyetler’in ve ona bağlı peyklerin çözülüp dağılmasını fırsat bilen Batı Bloku, kendi peykleri ile kol kola “miras paylaşımı” için kendi saldırgan paktlarını genişletme yarışına giriştiler. 2000’li yılların ilk 20 senesi, ABD ve müttefiklerinin “terörle mücadele” adı altında bir “sınırötesi saldırganlık” senaryosu ile gelişti.

Her aşamasında “yeni, yepyeni, en yeni, daha da yeni dünya düzeni” adı altında, hiç bitmeyen bir dizi filmin senaryosu, güncellenerek yazılmaya ve oynanmaya başlandı. Dağılan Sovyet Bloku, önce “Bağımsız Devletler Topluluğu”, sonra da “Çar, Oligarkları ve diğerleri” gibi sürekli başkalaşıma uğrar bir mahiyette varolma savaşı içine girdi. “Perifer” yani çevre ülkeler de bu kıtalar arası bitmeyen paylaşım düzeninin rüzgarında bir oraya bir buraya savrulmaya devam etti ve ediyor.
***

Bugün gelinen noktada, Rusya – Ukrayna çatışması, daha doğrusu Rusya’nın, “NATO’nun yeni ileri karakolu yapılmaya çalışılan” Ukrayna’ya saldırısı henüz yeni başlamışken, önümüzdeki 3 hafta, 3 ay veya 3 yıl için erkenden yorumlar – tahminler yapmak ve çıkarımlarda bulunmak için henüz çok erken. TV ekranlarında ve gazete sütunlarında bu işe soyunanları, müstehzi bir gülümseme ile izliyorum. Daha dün bir bugün iki. İddialı öngörülerden kaçınmak lazım. Köprülerin altından daha çok sular akar. Ama, bir tek konuda kesin konuşabilmek mümkün.

Emperyalizmin, aç gözlü kapitalizmin, faşizmin asla nitelik değiştirmeden, dünyaya egemen olma iştahını hiç yitirmediğini görerek, bu “hırslı, canhıraş ve can alan, vahşi paylaşım kavgasının”, öngörülebilir bir gelecekte de süreceğini tahmin etmek kehânet olmaz. Bereket ki; çare, reçete, çözüm de bellidir. Bu iştaha ve felaketin çarklarının dönmesine son verecek olan, gezegenin dört bir köşesindeki halkların, demokratik yönetimleri işbaşına getirme iradesidir.

Tek adamların, “çarların, reislerin, despotların, diktatörlerin” değil, halkını dinleyen, demokratik iştişare ve denetim mekanizmalarına değer verip çalıştıran siyasetçilerin işbaşına gelmesi için mücadele edecek halklar, son sözü söyleyecektir. Asıl “gönlümüzden geçen Yeni Dünya Düzeni” bu olmalıdır.

Asıl “Peace Dividend” o olacaktır.

Tarihi kaşımak…

authorZAFER ARAPKİRLİ

Tarihi kaşımak…

21 Şubat Pazartesi gecesi ve dün yani perşembe sabaha karşı Vladimir Putin’in yaptığı açıklamalarda sık sık başvurulan bir yöntem (bir tema) dikkat çekiciydi. Rusya lideri bugün atacağı, daha doğrusu dün sabahtan itibaren fiilen atmaya başladığı adımlara dayanak ve gerekçe olarak “Yakın, orta ve uzak tarihte” yaşananları gösteriyordu.

Çarlık Rusyası’ndan girdi, Bolşeviklere getirdi lâfı, oradan V.I. Lenin’e J. Stalin’e “şöyle bir dokunup” geçti. Ardından Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne, o “imparatorluğun mirası” sayılan topraklardaki kendince “istenmeyen” toprak statüsü değişkenliklerine değindi.

Ancak, bütün bu “tarihi tarama”, röntgen, MR ve ultrason (bence bir anlamda kaşıma) faaliyetinde ana tema mealen şuydu:

“Ecdadımızın kanları ile sulanmış bu topraklarda başkalarının çizmesini görmeye tahammül edemeyiz.”

Bu görüşlerini şu cümlelerle de (aynen aktarıyorum) ifade etti:

“Babalarınız, dedeleriniz, büyük-büyük babalarınız Ukrayna’da bugünkü neo-Naziler iktidarı ele geçirsin diye Nazilerle çarpışıp ortak anavatanımızı Nazilere karşı savunmadı.”

Putin’in bu sözleri hiç kuşkusuz, dünyanın hemen her yerinde, her yönetimin, benzer durumlarda, özellikle de “milli dürtülerle” ve “ecdat vurgusu” ile yaptığı ve yapabileceği açıklamaları hatırlattı.

Putin’in haklı olarak işaret ettiği bir gerçek ise 1980’lerin son günleri ve 90’ların başlarında “Sovyet İmparatorluğu”nun çöküşünden itibaren, NATO’nun büyük bir iştahla o coğrafyadaki halkları birer birer (sözde) “Hür Dünya”ya katmak için kolları sıvama çalışmasıydı. Eski “Sovyet Hinterlandı”ndaki bazı devletleri bizzat NATO’ya katarak, bazılarını da “Barış için Ortaklık” formülleri ile kendine bağlı-bağımlı-iltisaklı yönetimler üzerinden Moskova ile yabancılaştırma çabalarına hız vermesiydi.

Geçen 30 yılın birikimi olan huzursuzluklar, geçen 10 – 15 yıldır hep sıcak çatışmalar şeklinde kendini gösteriyor.

Buna bir de önemli ölçüde başarıya da ulaştığı görülen “Yeniden Süper Güç” haline evrilme çabasındaki Rusya’nın, Batı Bloku’nun Balkanlar, Akdeniz ve Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın başka yörelerindeki işgal ve bölme-bölüşme şeklindeki adımlarına “Rövanş” veya “Kontratak” harekâtları eklenince, zaten bugünkü noktaya gelinmesi kaçınılmazdı.

Ünlü bir meseldir ya: “Bir oyunda, duvarda bir silah asılıysa, o silahın patlaması mukadderdir” denir.

Üstelik de, “duvarda” asılı duran ve çok şükür bugüne kadar patlatılmamış, nükleer silahların da bulunduğu bir yığın ölümcül silah, işi daha da korkunç hale getiriyordu.

Bugün gelinen noktada, Donbass bölgesindeki Rusya yanlısı hareketlerin etkinliğindeki devletçikleri bahane eden Rusya, silahların tetiğine parmağını uzatmış ve maalesef ateşlemeye başlamıştır.

İlk mermi sıkıldıktan sonra işin nereye doğru evrilebileceğini söyleyebilmek değil beni, dünyanın en deneyimli diplomatlarını ya da gözlemcilerini ve askeri-diplomatik analistlerini bile aşar bir durumdur.

Sadece temennilerimizi dile getirebiliriz.

O da, başta Türkiye olmak üzere bütün ülkelerin, sahada çatışan tarafları yatıştırmaya çalışmasıdır. Özellikle son 20 yılda etkili bir bölge gücü olma vasfını, hem devlet olarak tüm mekanizmalarını hem de silahlı kuvvetlerini aşırı boyutlarda zayıflatmış bugünkü yönetimin bunu başarabilmekle ilgili zorlukları malumdur. Zaten bu yüzden de Türkiye, belki de böyle bir krize “mümkün olan en zayıf ve beceriksiz bir yönetim anlayışı ve kadrosu” ile yakalanmıştır.

Yapabileceğimiz şey, itidalin doruklarında davranmak, çatışan ülkelerle ve “dışarıdan müdahil (NATO) güçlerle son derece hayati bağlarımızı unutmadan”, en önemlisi de (haklılığımız nihayet anlaşıldığı üzere) Montrö’den kaynaklanan güç ve avantajımızı akıllıca kullanarak çözüme katkıda bulunmanın yollarını aramaktır.

Çıkarılacak ders ise (hem bizim hem de dünyanın) “tarih kaşımanın” sonunun pek “tekin” olmayacağını hiç aklımızdan çıkarmamaktır.

Tarihsel haklılıklarımız ve mağduriyetlerimiz, her zaman bugünün ve yarının yanlış adımlarını geçerli ve mazur kılmayabilir.

Tarih kaşımak, “sol ve barışçı kafa” için her zaman “ileriye dönük doğruların dersi”, ama “sağcı ve antidemokratik kafalar” için saldırganlığın, kaosun ve belanın mazereti olmuştur.

Nimet-külfet denklemi

authorZAFER ARAPKİRLİ

Sağ iktidarların, yani vatandaşlara hem ekonomik hem de siyasal zulmü kendilerine şiar edinmiş, doğal olarak bu zulümden ve sömürüden beslenen sınıfların desteğindeki iktidarlar hep aynı yutturmaca çabası içindedirler.

“Aynı gemideyiz. Neşede ve tasada birlikteyiz. Bu memleketin nimetinden nasıl birlikte yararlanıyorsak, külfetine de birlikte katlanacağız…”

Birincisi: Aynı gemide filan değiliz. Asla.

Bir avuç zenginin kayırıldığı, iktidarın dümen suyunda seyretmeyi kabul eden ve “han-ı iştiha” sofralarının kırıntılarından beslenen bir grup kandırılmış alkışçının desteği ile sürdürülen düzende, “Kaptan Köşkü”nde ve müreffeh kamaralarında-kabinlerinde seyreden ayrıcalıklı azınlık ile neden aynı gemide olacakmışız ki?

Belki de zorunlu olarak seyahat ettiğimiz o sanal geminin, su seviyesinin bile altındaki izbe – rutubet kokulu depolarında tıkış tıkış seyahat eden talihsizler ordusuyuz biz. Birilerinin “kepçe ile götürdüğü” ulusal servetin kırıntılarına bile erişemeyen ve bilinçli olarak yarattığınız yoksullar ordusunun neferleriyiz. 

Aynı gemi” muhabbeti yaparak kandırılmaya karnımız tok.

İkincisi: Nimetlerden “birlikte” yararlandığımızı söyleyerek de büyük ve tarihi bir yalana imza atıyorsunuz. Evine götürecek bir somun ekmeği 3 kuruş daha ucuza alabilmek için karda kışta kıyamette saatlerce kuyrukta bekleyen, çocuğunun cebine 5 lira harçlık koyamayan, en temel ihtiyaçlarına ait faturalara, “mikroskobik boyutlardaki maaşı” yetişmeyen insanlara “nimetlerde de külfette de eşitiz” diyebilmek, o insanlarla alay etmek değil midir?

Cumhurbaşkanı’nın, belki de istemeden itiraf ettiği derin ekonomik buhrandan çıkış yolu için “birlikte çaba göstermekten” söz ettiği çarşamba günkü konuşmasında buna benzer ifadeler kullanmasını elbette yadırgamadık. Üstüne üstlük, konuşmasını tamamladıktan sonra Saray’ın o geniş ve süslü salonunda kendisini dinleyen bakan, bürokrat ve Saray görevlilerinden oluşan minik kitleye dönüp “E hani alkış?” diye bir talepte bulunması, meseleyi daha  da “Kafkaesk” hale getiren tarihi bir görüntüydü.

Tabii ki, meydanlarda birkaç kez vatandaş kitlesine dönük bu tür sitemlerde bulunduğunu hatırladığımız için sürpriz olmadı. Ama iktidarın başının artık kendi söylediğine de kendisinin de inanmadığının bir trajikomik örneği olarak kayda geçti.

DIŞ POLİTİKADA SORULAR

Cumhurbaşkanlığı uçağının (Tayyare-i Hümayun) en son rotası Birleşik Arap Emirlikleri’ydi. Hani şu, çok yakın geçmişte bizzat en yüksek makamların bilgisi dahilinde olduğu kesin bir şekilde, hakkında “Şerefsiz bunlar!” diye manşetler atılan ve “FETÖ”cü darbeden tutun da PKK terörüne kadar her türlü melanetin arkasında yer almakla” suçlanan Şeyh Zayed’in ülkesi.

Resmi temaslar sırasında ve dönüşte uçakta verilen beyanatta “Kardeşim” diye söz ettikleri Şeyh ile nasıl bir barış sağlanmış ve nasıl bir “özür” (öyle ya, suçlandığı faaliyetler normalde savaş nedenidir) alınmıştır? Bilinmiyor.

Bu sorular, sözde basın toplantıları (ortada basın ya da toplantısı yok tabii. Kapalı bir oturumda, ellere tutuşturulmuş ve üzerinde anlaşılmış sorular üzerinden dikte edilen bildiri var) sırasında sorulamıyor tabii. Biz soralım buradan:

BAE ile İsrail ile Ermenistan ile “yeniden yumuşama” süreçlerini kamuoyuna gerekçeleri ile izah edecek misiniz?

Kimse ile kavga içinde olmayı savunmuyoruz tabii. Başta komşular olmak üzere herkesle barış ve dostluk içinde yaşamalıyız. Ama dün “Hain ve düşman” statüsüne koyduğunuz ve manşetlerde küfrettirdiğiniz ülke ve devletlerle “can ciğer kuzu sarması” olmanın geri planını da, kamuoyunun bilme hakkı vardır herhalde.

İki ihtimal var: Burası bir “demokrasi” ise bu izahat yapılmalı.

Yapılmıyorsa, başkalarının sizden söz ederken kullandığı “otokrasi” veya “otokratik ve halkına saygısız liderlik” suçlamalarını kabullenmiş olursunuz.

Şeffaf, adil ve vicdanlı yönetim, “Nimeti de külfeti de hakkaniyet içinde paylaşmak” iddiasındaki bir iktidarın, birincil görevidir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler, bugün bu noktadan “birkaç ışık yılı” uzaktadır.

Rubicon’u geçmek…

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

 

Rubicon’u geçmek…

Julius Sezar’ın, “Artık zamanı geldi. Geri dönüşü olmayan bir noktadayız” anlamına gelen o ünlü slogan ile (alea iacta est) Kuzey İtalya’daki ünlü Rubicon Nehri’ni geçmesi olayını hatırlattı bana olanlar.

Batı dillerine “Rubicon’u geçmek” şeklinde bir deyim olarak yerleşen bu “tarihi eşik atlama” olayına atıfta bulunmama, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun çarşamba gecesi yaptığı konuşma neden oldu.

  • Zamlar geri alınana kadar, elektrik faturalarımı ödemeyeceğim” diyen Kemal Bey,

uzun bir süredir kitlelerin bir muhalefet liderinden beklediği “İsyan Bayrağı” tavrını sonunda hayata geçirme kararı mı almıştı?
***
Öyle ya, bugüne dek sadece “Adalet Yürüyüşü (2017 Haziran – Temmuz)”nde sergilediği bu aktif kitlesel başkaldırı önderliğini yıllardır unutmuş görünüyordu. Dahası, basın toplantısı veya Meclis konuşmaları, kimi zaman da video veya sosyal medya mesajları dışında “kitleleri aktif olarak harekete geçirecek ve onlara önderlik edecek bir çıkış“tan imtina ediyordu. Bunu yapmayı da “Bizi sokağa çekmek istiyorlar. Onların istediği de bu zaten. Provokasyona gelmeyiz” diyerek, demokratik hak arayışlarını, tam da iktidardaki gerici – faşist zihniyetin bakış açısı ile adeta “Şiddet eylemi ve yasadışı kalkışma” olarak gören bir anlayışa hapsediyordu.

Son haftaların ve ayların giderek büyüyen hayat pahalılığı yangını ve somut olarak en belirgin tezahürü “fatura zulmü“nün dayanılmaz bir hal alması, anlaşılan CHP Lideri’ni de “tam da bu noktada aktif tavır alarak kitlelere öncülük etmek” konusunda cesaretlendirmiş görünüyor.

Çarşamba sabahı önce CHP’nin 81 ilde ve İstanbul’un 39 ilçesinde aynı anda gerçekleştirdiği basın açıklamaları, bir ana muhalefet partisinden beklenen tam bugünün ruhuna yakışacak “sol muhtevalı” bir tavırdır. CHP’nin kendisini ideolojik yelpazenin neresinde konumlandırdığı ve kitlelerin bu partiyi nerede gördüğü tartışmasından bağımsız olarak, geniş emekçi kitlelerinin takdirini kazanmaya adaydır.

  • Halkın her kesiminin (işçi, esnaf, öğrenci, emekli, emekçi) bağrına birer hançer gibi saplanan, açgözlü enerji patronlarının yolladığı faturalar,

böylesine bir isyanın en önemli ve haklı gerekçesidir. Ekonomik buhranın inim inim inlettiği emekçi kitlelerin, kozmetik, sahte ve yetersiz ücret zamları ile bu buhranın altından kalkamadıkları iyice belli iken, ülkenin dört bir yanında yükselen emekçi direnişleri ve hak arama eylemleri de, iktidara bu işin böyle yürümeyeceği mesajını vermesi açısından tam zamanında ve yerinde uyarılardır.
***
Muhalefet partileri, bir kenarda oturup da “Halk sallasın, bunlar düşsünler, biz de gider sandıkta meyveleri toplarız” demek lüksüne sahip olmadıklarını artık anlamalıdırlar.

Kapitalizmin “DNA’sında” bulunan bu açgözlü sömürü dalgasına, bu vicdansız fatura bombardımanına karşı ayağa kalkmamanın, isyanı dillendirmemenin ve somut eylem gerçekleştirmemenin faturası, muhalefete de sandıkta büyük bir “hayal kırıklığı” olarak geri dönecektir.

Şu aşamada aldıkları tavırla CHP yönetimi bunun bilincine varmış görünmektedir. Bu da olumlu bir gelişmedir.
***
Çünkü enerji faturalarının yarattığı ve daha da derinleştireceği anlaşılan bu “derin yoksulluk“, asla tek başına bir “fatura sorunu“ndan ibaret değildir. Ağır bir halk sağlığı sorunu niteliğini taşımaktadır. İnsanların bu kışta kıyamette yaşayacağı ciddi sağlık sorunlarını zaten söylemeye bile gerek yoktur. Buna ek olarak, faturaları ödeyebilmek adına vazgeçilecek başka temel ve zorunlu harcamalar üzerinden, yaşam kaliteleri düşecek, ailelerin ve çocuklarının gelecekleri kararacaktır.

Zamlı faturalarda yapılacağı vaat edilen ve yandaş besleme medya tarafından üfürülmeye çalışılan “makyaj” niteliğinde ayarlamalar çare değildir.
***

  • Zamlar bir an önce geri alınmalı ve vatandaşın üzerindeki yük (hafifletmek değil) kaldırılmalıdır.

Yoksulluk sınırının altına itilen on milyonlarca insanın talebi, utanmazca kayırılan bir avuç açgözlü enerji dağıtıcısı patronun çıkarlarının önüne geçirilmelidir. Halkın haklı isyanı, asla bazı iktidar sözcülerinin tercüme etmeye çalıştığı gibi “yıkıcı – yasadışı” bir kalkışma olarak görülmemeli, kulak verilmelidir.

Rubicon Nehri geçilmiş, meşru hak arayışı dalgası büyümektedir.

Herkes safını belli etmeli ve utanmazca sömürüye, fatura zulmüne bir son verilmesi için sesini yükseltmelidir.
===============================
Dostlar,

Biz de Sn. Arapkirli’ye bu çok yerinde yazısı için teşekkür ederken,

Cem Uzan‘ın, FAHİŞ ZAMLARIN, AKP tarafından elektrik üreten – dağıtan yandaş şirketleri (TEÜAŞ – TEİAŞ) kayırma amaçlı yapıldığını belgeleyen kısa video kaydını ekleyelim.

İbretliktir! AKP iktidarının ikiyüzlülüğü bir kez daha çok net ve belgeli olarak ortadadır.

Zanka TV ve Ferit Atay’a da teşekkür ederiz.

  • AKP = Sermayenin iktidarı!
    (Gerçekte çok daha öte ama suç olarak nitelenmesin diye yaz(a)mıyoruz..) 

Dr. Ahmet SALTIK
13.02.2022