Etiket arşivi: etik dışı

Çocuklara yönelik reklamlar

Prof. Dr. Çağatay GÜLER MD, PhD
Halk Sağlığı ve Çevre Sağlığı Uzm.

14 Eylül 2023, Cumhuriyet
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Reklamlar çok önemli sosyal çevre müdahalelerinden biridir. Etik kurallar ve ilkelere uygun yapılmadığında yönlendirme ve koşullandırmaya yönelik sorumsuz, saygısız ve zararlı bir kitlesel yanıltma, yıkıcı bir sosyal çevre saldırısına dönüşürler. Gelişmiş bir ülkede çocukların yılda kırk binden çok reklam izlediği belirtilmektedir. Yapılan araştırmalar çocukların ders bilgilerinden çok ticari reklamları anımsadığını göstermektedir. Sekiz yaşın altındaki çocuklarda eleştirel düşünme gelişmediği için daha büyük oranda etkilenirler.

Reklamlarla ilgili ilkelerin başında dürüstlük ve doğruluk gelir. Çocukları ürünün özellikleri, yararları ya da kısıtlılıkları konusunda yanıltmamalı, iletilenler gerçeğe uygun olmalıdır. Öne sürdüğü savı destekleyen bilimsel kanıtlar olmalıdır. Reklam için ödeme yapanlar ya da destekleyenler gizlenmemelidir.

Reklamlar, hedef kitlenin yaşına ve gelişim düzeyine uygun olmalıdır. Küçük çocuklar karmaşık kavramları anlamakta güçlük çekebilmesinden, yararlanmaya yönelik saptırmalardan kaçınılmalıdır. Olumsuz davranış ve tutumlar özendirilmemeli; saygı, nezaket ve duygudaşlık gibi olumlu değerlerin geliştirilmesini desteklemelidir. Cinsiyet, ırk ya da kültürle ilgili basmakalıp yargılardan kaçınmalı; gerçek dünyayı yansıtan çok çeşitli karakterleri ve senaryoları dile getirmelidir.

AYIRT EDİCİ İÇERİK

Reklamlar, öğrenmeyi ve ilerlemeyi geliştirecek bilim, doğa vb. eğitici öğelerle birlikte verilebilmektedir. Çocukları sürekli reklam bombardımanına tutmaktan kaçınılmalı, sunulan eğitim konuları, konu bütünlüğü bozulacak biçimde reklamlarla bölünmemelidir. Çocuklar bir reklam izlediklerini tam olarak anlayabilmeli, öbür içeriklerden kolayca ayırt edebilmelidir.

Reklamlar, bir ürünün hem olumlu hem de olumsuz yönlerini sunmalıdır. Çocuklar hiçbir ürünün kusursuz olmadığını ve kısıtlılıklarının ya da çekincelerinin olabileceğini anlamalıdır.

PSİKOLOJİK YÖNLENDİRMELER

Reklamlar çocukların zekâsına ve özerkliğine saygı göstermelidir. Çocuğun bilinçli kararlar verme yeteneğini zayıflatmamalı ya da onları gerçekten gereksinimleri olmayan bir şeyi istemeye yönlendirmemelidir.

Reklamlar, ana-baba katılımını ve denetimini baltalamamalıdır. Çocukların satın alma kararlarını ana-babalarına danışmadan vermelerini öneren mesajlar genellikle etik dışı kabul edilir. Verilen mesajlarla (iletilerle) yaratılabilen yoksunluk ve tatminsizlik (doyumsuzluk) duygusu çocukların kim olduklarından çok neye sahip olduklarına odaklanmasına neden olabilmektedir.

Reklamcılar hedefindekilerin duygu, düşünce ve davranışlarını kendi çıkarına uygun biçimde yönetip yönlendirmeye kalkmamalıdır. Bu amaçla çocukların bilişsel yeteneklerindeki sınırlılıkları kullanmamalı ya da onları bu ürünleri satın almaya özendirmek için psikolojik yönlendirmeye başvurmamalıdır. İçerik anlaşılır olmalı; korku, suçluluk ve akran baskısı yaratmamalıdır.

VERİ KORUMASI

Reklamcı ve reklam-verenlerin temel etik kurallara bağlı kalmaları, yalnızca sorumlu reklamcılığı sağlamakla kalmaz; aynı zamanda tüketicilerde güven oluşturmaya yardımcı olur. Ana-babaların açık izni olmadan çocuklardan kişisel bilgi toplamak etik dışıdır. Çocuklara yönelik araştırmalarda çocukların gizliliğine saygı gösterilmeli, veri koruma düzenlemelerine sıkı biçimde uyulmalıdır.

Çocuklara yönelik reklamlarla ilgili yasa ve düzenlemeler ülkeden ülkeye önemli ölçüde değişir.

Çocuklara yönelik reklamlarla ilgili düzenlemeler
– çocukları birilerinin çıkarına koşullandıran ya da yanıltan
– hatta aldatan reklamları önlemeyi,
– istendik mesajlar (iletiler) iletmeyi ve
sağlıklarını koruma

amaçlamalıdır.
=====================================
Dostlar,

1978-1981 yıllarında Hacettepe Tıp Fakültesi’nde birlikte “Toplum Hekimliği / Halk Sağlığı” uzmanlık eğitimi aldığımız eskil (kadim) dostumuz Dr. Çağatay Güler’in yetkin / nitelikli bir yazısını – uyarısını web sitemizde paylaşmaktan mutluyuz.
Kendisi bizi bilgilendirmeden, gece yarısı ilerleyen saatlerde Cumhuriyet gazetemizin web sitesinde yazıyı görmüş ve sitemize aktarmıştık..

Kısa eklemeler yapmak istiyoruz bu makaleye :
***
Felsefenin günlük yaşamımızı anlamlandırmada en önemli katkısı, kanımızca;

  • Günlük yaşamda eylemlere ve olup-bitenlere ekinsel (kültürel) değer yargılarımızla değil,
    o olgulara ilişkin, edinmek gereken “değer bilgisiyle” bakabilme becerisi kazandırmasıdır.

Kanımızca; günümüzde sosyal medyada, TV’lerde reklam bombalarını anlamlandırmada çok gerekli bir donanım, çağrışım temelli düşünmeyi (association based thinking) aşmak ve olgular arası bağlantıları görebilmek.

Bağlantısız, “neden-sonuç ilişkisini sorgulamadan” çağrışımlı düşünme, tipik olarak reklamlarda. Beyin yıkayıcı reklamlar kurgulanırken, az eğitimli insanları, özellikle çocukları bu tür yanlışlarla kurban seçmemek gerek. Reklam/reklamcı etiğinin başat kurallarından biri bu olmalı bize göre.

Reklamlarla ezberletilenler, tüketim kalıpları koşullandırma çabaları, en azından içerik olarak, ilgili ürünler hakkında bilimsel açıdan “doğru” olmalı mutlaka..

Sevgi ve saygı ile. 16 Eylül 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

ÇAĞIMIZDA DİNLER YA DA DİN BENZERİ DUYGULAR NİÇİN SİYASETE ALET EDİLİR?

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Dincilik, ırkçılık, mezhepçilik, tarikatçılık, cemaatcılık, bölgecilik, cinsiyetçilik… gibi olgular ve duyguların gündelik siyasete alet edilmesinin temelinde, iktidar partileri için, kendi partilerinin toplumun tümüne sundukları toplam ekonomik, hukuksal, sosyal… kamusal hizmetlerin yetersiz ve adaletsizliği vardır. Muhalefet partileri açısından da halkın gerçek temel gereksinmelerini karşılayabilecek inandırıcı, çözüm üretici ve tatmin edici (doyurucu) yeterli ve etkin bir program üretememelerinden kaynaklanmaktadır.

Kısacası siyaset dinciliği ya da dinin siyasete alet edilmesi çağımızın ahlak ya da siyasal etik kurallarından sapmadır. Etik dışı kolaycılıktır. Ana nedeni toplumsal sorunlara tutarlı, etkin ve yeterli politika üretimindeki eksiklik, yetersizlik ve tutarsızlıklardır. Kamusal ve insani mal ve hizmet yetersizliklerinin karşılanabilmesi, toplumsal adalet ve barışın gerçekleştirilmesi yerine, başta dinsel duygular olmak üzere, kutsalların araçsallaştırılarak beyinlerin yıkanabilmesi ve siyasal tercihleri değiştirme isteği içindir.

Devleti sultan, din ve siyaset üçgeni ile yönetme ve halkı baskılayıp denetleme biçimleri, teokratik feodal tarım toplumlarından kalan kolaycı ve çağımıza göre, çoktan geride kalması gereken yanlış ve çağ dışı alışkanlıklardır. Çağdaş anayasal hukuk devletlerinde yeri yoktur, olmamalıdır.

Ekonomi, üretim, istidam, paylaşım, eğitim, sağlık, teknoloji, hukuk, adalet, demokrasi, kültür, sanat, iç ve dış toplumsal güvenlik, kardeşlik, sevgi, barış… vb. alanlarda yeterli ve etkin politikalar, kurumlar, araçlar ve inandırıcı davranış ve uygulamalar üretemeyen partiler ve siyasetçilerin akıl, bilim ve teknik projeler yoluyla toplumu ikna etmek yerine, halkın çoğunluk kesiminin manevi inançlarını harekete geçirip aklın ve toplumsal gerçek gereksinmelerin arka plana (düzleme) itilerek duygusal yakınlık kurma yoluyla, partisine ve kendisine zahmetsiz, mali- teknik kaynaksız, çıkar sağlama isteğidir.

Bir toplumda dinsel, feodal, cemaat kültürü ne denli baskın ve yaygın; ayrıca kentleşme, kentlileşme, doğru bireyselleşme, özgürleşme, insan hakları, hukuk, demokrasi kültürü ne denli zayıf, aklın ve bilimin egemenliği de ne denli az gelişmişse, siyasal dincilik ya da siyasal ve ekonomik kazançlar için dinsel duyguların araçsallaştırılması bir o denli güçlüdür.

Dinler, her türlü inançlar ve din benzeri toplumsal kutsal duyguları, siyasetçilerce araçsallaştırmaktan kurtarmanın anahtarı da, özü ve sözü ile benimsenmiş demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin yani yürürlükteki anayasamızın hükümlerine birebir uymaktır.

  • Ayrıca dini dünyevileştirip siyasetin aracı yapmanın en büyük zararı da doğrudan dinin kendisinedir.

Dinin dünya işlerine, siyasete, çıkarcılığa alet edilmesi halkın dini inancını zayıflatır ve dine olan toplumsal saygıyı azaltır.

Bir önemli konu da Türkiye’nin mevcut (varolan) sosyolojik yapısıyla ilgilidir. Osmanlı İmparatorluğu çok dinli, çok etnikli ve çok dilli bir yapıya sahipti. Türkiye’nin sosyo-kültürel ve etnik yapısı Osmanlı İmparatorluğu’nun somut tarihsel ve kültürel mirasıdır (kalıtıdır).
Mikro ölçekte de olsa, halkımız yine çok dinli, çok mezhepli, çok etnikli ve çok dilli yapısını korumayı sürdürmektedir.

Din ve etnisite üzerinden siyaset yapmak ya da dini siyasete alet etmek bazı (kimi) dinsel ve etnik grupları (kümeleri) kayırmak, kimilerini de arka düzleme itip başından ayrımcılık yapmayı kabullenmek anlamına gelir. Böyle bir siyaset biçimi ayrımsız olarak tüm yurttaşların, anayasamızca belirlenen yasalar önünde eşitlik ve laiklik ilkelerine terstir. Üstelik çağdaş demokrasilerin temel ilkelerine de uymaz.

Sosyolojik açıdan, konumuzun başka bir yönüne daha açıklık getirmek gereklidir. Bir toplumdaki adaletsizlik, haksızlık ve kayırmacılıklara olan inançlar arttıkça çeşitli etnik ve dinsel kümeler arasındaki huzursuzluk, gerilim ve çatışma eğilimleri yükselir. Bu tür gelişmeler de siyasal iktidarların yönetim biçimini sertleşme ve otoriterleşme sarmalına sokar. Her yeni siyasal sertleşme yeni toplumsal gerilimlere, her yeni gerilim de yeni siyasal sertleşmelere ve daha katı otoriterleşmelere neden olur. Demokrasiler erozyona uğrama sürecine girer.

Kıssadan hisse :

Siyasetçilerin, siyasal etik dışı olarak, siyaseti din ve devlet işlerine bulaştırmalarının, ilahi, manevi duyguları kötüye kullanılmalarının önlenebilmesi için halkın, gerçekçi ve bilimsel bir eğitimle, siyasal kültür alanında, yeterli bir bilinç düzeyine ulaşmasını gerektirmektedir.

Temel ve kalıcı çözüm; Ulusal Kahramanımız ve Ulu Önderimiz M. Kemal Atatürk‘ün akla, bilime, laikliğe, demokratik cumhuriyete, sosyal devlete ve ayrımsız olarak yurttaşların eşitliğine yürekten inanma ve gereğini yerine getirmeye bağlıdır.

Türkiye’de; din ve din benzeri kutsalları siyaset aracı yapmayacak, toplumun acil (ivedi), ekonomik, hukuksal ve sosyal… sorunlarına odaklanarak; kanaat, yazgı ve sabır önerileri yerine; gerçekçi yeterli ve kalıcı çözüm üretecek, laik, güçlü ve uzun ömürlü, ancak dürüst seçimle gelip yine dürüst seçimle gidecek, halkın tercihleri ve oylarına saygılı bir iktidara ivedilikle gereksinmesi vardır.

  • Oylar kullanılırken;
  • Eski alışkanlıkları ve korku kültürünü geride bırakıp, çok bilinçli ve dikkatli olmak gerekir.

Vur!.. Kır!.. Parçala!..

author

BİRGÜN, 18.03.2022

 

Futbol âlemine aşina olmayan ya da hayatında bir futbol maçına gitmemiş olanlar, başlıktaki bu ifadeleri okur okumaz “Ne oldu bu yazara? Bir anda şiddet yanlısı mı kesiliverdi?” diye endişelenmiş olabilirler.

O halde hemen izah edelim:

Bazı maçlarda fanatik futbol taraftarı, maçın zora girdiğini ve bir noktadan sonra kazanmak için her yolun denenmesi gerektiğini ima eder biçimde takımını “gaza getirmek” için bu tezahürata başvurur. Amaç, tuttuğu takımın oyuncularını motive etmek, gerekirse aşırı sertlik ve kuraldışı hareketlerle, gerekirse sportmenlik dışı sertlikle durumu lehine çevirmek üzere “arkadan ittirmek”tir.

“Vur, kır, parçala, bu maçı kazan!” diye, stadyumdaki sesin “desibel seviyesi” bir anda zirveye ulaşır.

İktidar koalisyonunun iki partisi AKP – MHP işbirliği ile hazırlanan, Seçim Kanunu’nda değişiklik öngören 15 maddelik teklifi okurken, aklıma hemen bu tezahürat geliverdi. Anlaşılan, hukukun, siyasi ahlâkın ve genel anlamda “siyasi yarışma etiğinin” dışına her anlamda çıkma pahasına, yaklaşan seçimleri (milletvekili ve cumhurbaşkanlığı) kazanmayı amaçlıyorlar.

Gerek, matematiksel hesaplama yöntemlerini değiştirerek muhalefetteki partilerin mevcut ve müstakbel ittifakları içinde kavga çıkarmayı, gerek seçim kurullarının oluşumunda iktidar yanlısı bir kombinasyonu sağlamayı, gerek cumhurbaşkanının “parti şapkası ile pekala tarafsızlığı ihlal edebilmesini meşru kılan”, gerekse başka yöntemlerle bu seçimi “Ya biz kazanalım, ya da biz kazanırız” seçimine çevirmeye dönük girişimler bunlar.

Muhalefettekiler buna benzer bir etik dışı “uyanıklık” girişimini uzun süreden beri bekliyordu. Ama bu kadarına hazırlar mıydı? Onu bilemem.

Her ne kadar, duyar duymaz “Ne yaparsanız yapın, zaten bir kazanacağız. Geliyor gelmekte olan” diye kendilerini avutmaya çalışsalar da, muhalefetin önünde zaten mevcut olan yüksek duvara, “5 – 10 kat daha ilave sıra tuğla” örülmeye çalışıldığı bir gerçek.

Bundan önceki 2 seçim sürecinde de (2018 milletvekilliği ve 2019 yerel) yazdığım pek çok yazıda ya “muhalefet partilerinin, adil olmayan bir müsabakaya çıkmayı reddederek (örgütlü boykot – tek tek değil örgütlü ve birarada) bu koşullarda bir seçimin meşruiyetten mahrum olmasını sağlamaları” ya da “sonradan ortaya çıkacak anti demokratik – ayıplı sonuç karşısında şikayet (ağlama) hakkını yitireceklerini” söylemiştim.

Her türlü hilenin ve usulsüzlüğün (en başta da iktidar olanaklarının Cumhurbaşkanı ve bakanlar eliyle iktidar partisi lehine utanmazca kullanılması) yapıldığı, SEÇSİS’in (parlamento seçimindeki oy sayımı ve tasnifi hesaplarının yapıldığı yazılım) güvenilirliğinin şaibe altında olduğu bir seçim sonucu oluşan 2018 Parlamentosundan geçirilen her türlü yasa “gölge ve töhmet” altındadır. Zaten, mevcut başkanlık sistemini onaylattıran referandum hatırlandığında, alınan tüm kararlar “malûl ve şaibelidir”

Yerel seçimde mesele biraz daha kolaydır. Çünkü “ya şu aday ya da bu aday” diye basit bir sayım ve tasnif söz konusu olduğundan, en azından o aşamada tartışmaya daha az açıktır. Sandığa sahip çıkılabilme oranında, sonuç belki kabullenilebilir. Yine de, sonuçta örneğin HDP’nin aldığı oylar, “Kayyumlama” ile keyfi bir şekilde çöpe atılmıştır.

Bunun adına demokrasi ya da “demokratik bir seçim” denilemeyeceği ortadadır.

Muhalefetin önünde ciddi bir sınav vardır.

Parti yönetici klikleri, “Biz koltuklarımızdan olmayalım ve bir şekilde yine vekilliği garantileyelim de, ne olursa olsun. Zaten maçtan (seçimden) sonra ağlaşır yine unuttururuz bunu” deme özgürlüğüne sahiptir, tabii. Hatta, belki kendi tabanlarını gücendirme pahasına siyasi ve ideolojik olarak parti ilkelerine taban tabana ters insanları listelerine alıp, parlamentoya taşıyarak “ittifak dayanışmasına saygı” ayağı ile “meselenin özünü” de unutturabilirler.

Ama meselenin özü, yani “siyasetin vazgeçilmez gerekliliği olan ideolojik temel ve bu temelde tutarlılık ilkesi” ağır zarar görür. Türkiye’de siyaset, maalesef on yıllardır genel anlamda böyle yapılmaktadır. Partinin ve yönetici kliklerinin bekası, ilkenin de ideolojinin de ve hatta demokrasinin de üzerindedir.

Bu seçimin özelinde “en üstte” tutulan “Onu (şahsımı) gönderelim de bu seferlik her şeye katlanalım” anlayışı, demokrasiye yarar değil zarar getirecektir. Bu “sakat ilke”, Türkiye’de demokrasinin geleceğine umut bağlayanları ya da en azından asgari ölçüde demokrasinin vazgeçilmezinin “adil yarışma ve adil koşullarda seçim” olduğuna inananları bir kez daha hayal kırıklığına uğratacaktır.

Sonradan “ağlaşmanın” ise kimseye yararı olmayacaktır.

Bugünden, not düşmek için yazıyorum.

Akademik Yozlaşma

Akademik Yozlaşma

Prof. Dr. İlter TURAN
02 Aralık 2020 Cumhuriyet

Kısa süre önce elli kadar akademisyenin dolandırıldıklarına dair bir haber çıktı. Dolandırılanlar makalelerinin yayımlanmasını sağlamaya söz veren kişilere para vermişler, sonuç alamamaktan şikâyetçiydiler. Bu zevat, yanlış bir iş yaptıklarını farkında bile değillerdi, utanmıyorlardı. Bu hocalar acaba neden etik dışı yollardan yayın yapma gayretindeler?

1982 SONRASI DEĞİŞİM

Üniversite sistemimize düzenli araştırma ve yayın yapma zorunluluğu 1982’de çıkarılan YÖK ile geldi. Önceki yasalarda araştırma-yayın öngörülmüştü ancak sistemli ölçüm yoktu. Terfiler doktora, doçentlik ve profesörlük takdim tezine bağlanmıştı.

Çoğu akademisyen terfi için yazdıkları tezlerle yetinirler, başka yayın yapmazlardı. Yayınların büyük bölümü ders kitabıydı. Araştırma-yayına dönük kişiler, kurumlar vardı ama sistem zorlayıcı değildi. 1982 sonrası terfiler “performansa” bağlandı, araştırma-yayın baskısı geldi.

Ülkemizde yükseköğretim tek yasayla tek yapı altında düzenlendiğinden, her kurumun öğretim üyelerinden araştırma-yayın beklenmektedir. Buna karşılık kurumlar arasında önemli nitelik ve nicelik farkları vardır. Bazı üniversitelerde hocalar haftada otuz saatten fazla ders veriyorlar.

Araştırma bir yana, derslerini hakkıyla vermeleri mümkün değil. Keza, kadroları yetersiz çok sayıda kurum yüksek lisans, doktora veriyor. Bu “mütevazı” programları tamamlayanlar araştırma yapmayı öğrenemiyorlar. Daha da vahim, çoğu zaman programların hocaları araştırmacı yetiştirecek donanımda değil.

NİTELİK SORUNU VAR

Bir yanda araştırma-yayın bekleyen bir sistem, diğer yanda bunları yapabilecek vakit ve donanımları olmayan hocalar, donanımsız yetişen doktora adayları, genç öğretim üyeleri. Bu uyumsuzluk nasıl giderilecek? Doğru olan, karşımızda ciddi bir nitelik sorunu olduğunu teslim edip çare aramaktır.

Örneğin, bir üniversitenin kuruluş kararının ardından beş-on yıl süre tanınması; görev alacak elemanların yabancı dil öğrenmeleri, yüksek nitelikli kurumlarda doktora yapmaları, kütüphanenin geliştirilmesi gibi hazırlık faaliyetinin yürütülmesi düşünülebilir.

Her kurumdaki öğretim kadrosunun araştırma ve yayın yapması koşulundan vazgeçilip, bazılarının lisans vermekle sınırlandırılması da öngörülebilir. Veya daha dinamik bir modelle üniversiteler A, B, C gibi üç kategoriye ayrılarak her biri için farklı yeterlik şartları aranabilir.

Tasnif belirli aralıklarla yenilenerek kurumların alt kategoriye inmelerine, bazı öğretim yetkilerinin kaldırılmasına, diğerlerinin de bir üst kategoriye terfiine imkân tanınabilir.

SİYASİ İRADE ŞART

Mevcut sistemde amaçlanan kalitenin sağlanamadığı düşünülürse, bu türden önerilerin uygulanması ancak güçlü bir siyasi iradeyle mümkün olacaktır. Halbuki, halkımız ve siyasilerimiz kentlerinde üniversite açılmasını iyi akademik kurumlar kurulsun, seviyeli işgücü yetişsin diye istemiyorlar. Üniversiteye sahip olmayı itibar sorunu olarak görüyorlar, kentlerindeki iktisadi hayatı da geliştireceğini düşünüyorlar.

Son yıllarda bu saiklere iktidarın kendi düşüncesine bağlı gençlik yetiştirmek özlemi eklendi. Bazı veliler ise çocuklarını uzaklara göndermek istemiyor ya da çocuğu ailenin bulunduğu yerde okutmayı daha “hesaplı” buluyor.

Yasa tüm üniversiteleri aynı kefeye koyup, araştırma-yayın bekleyince, yasa ve yönetmeliklere uymanın yöntemlerini bulmak gerekiyor. Ne gibi yöntemler söz konusu? İlkini zaten gördük. Aracılar bulup, yazdıklarınızı ücret mukabili yayımlamak ama bazen dolandırılabiliyorsunuz. İkinci yöntem daha vahim. Günümüzde yüksek lisans, doktora ve doçentlik tezleri yazmak önemli bir ticari faaliyet. Paranız varsa, tezinizi yazacak “işletmeler” var. Benzeri üçüncü yol “intihal,” yani başkasının yazdıklarını kendiniz yazmış gibi göstermek.

Bunun çeşitlemeleri de var. Örneğin, genç kadrolar çalışmalarına, saygıda kusur etmemek için dekan, bölüm başkanı vs. adlarını ekleyebiliyorlar; onlar da yayın yapmış oluyorlar. Dördüncü yol, uyduruk dergiler yayımlayıp endekslere sokarak “akademik” başarılara imza atmak. Burada da çeşitlemeler var. Bakıyorsunuz, bilinmeyen bir vakıf hakemli-endekslerde yer aldığı iddiasında dergi çıkarıyor. Ya da her üniversite birkaç alanda dergi çıkararak hocalarına yayın yaptırıyor.

Yurtdışında bile ücreti mukabili gönderilenleri basan dergiler türedi. Beşinci yol, birbirinin “eserlerine” gereği yokken atıfta bulunmak.

ÜLKE KAYBEDİYOR

Karşımızda ciddi bir ahlak sorunu olduğu kesin. Herkesten araştırma-yayın istemekte ısrar ettiğimiz sürece yozlaşma sürecek, yerleşecektir. Sonuçta, yüksek öğretimimizde kalite aşınması daha da hızlanacak ve ülkemizin uluslararası alanda önder konuma gelme iddiasını destekleyecek eğitim yapısından uzaklaşılacak, böyle bir iddia kalmayacaktır. Hükümet konunun vehametini idrakten uzaktır.

  • Ülkede bilimin geleceği düzeltilemeyecek şekilde ipotek altına giriyor.

Silahlı Çatışma ve Diğer Şiddet Durumlarına ilişkin Dünya Tabipler Birliği Kuralları

TTB_logosu

Silahlı Çatışma ve Diğer Şiddet Durumlarına ilişkin
Dünya Tabipler Birliği Kuralları

Ekim 1956’da Havana, Küba’da gerçekleştirilen 10. Dünya Tıp Asamblesi’nde kabul edilmiş,

Ekim 1957’de İstanbul, Türkiye’de gerçekleştirilen 11. Dünya Tıp Asamblesi’nde gözden geçirilmiş,

Ekim 1983’te Venedik, İtalya’da gerçekleştirilen 35. Dünya Tıp Asamblesi’nde ve Ekim 2004’te Tokyo, Japonya’da gerçekleştirilen DTB 55. Genel Kurulunda değiştirilmiş,

Mayıs 2006’da Divonne-les-Bains, Fransa’daki DTB 173. Konsey Oturumunda yazım olarak yeniden düzenlenmiş,

Ekim 2012’de Bangkok, Tayland’daki DTB 63. Genel Kurulunda üzerinde değişiklikler yapılmıştır.

GENEL YÖNERGELER

Dünya Tabipler Birliği (DTB) Tıp Etiği Uluslararası Kurallarında belirtildiği gibi,
silahlı çatışma ortamlarındaki tıp etiği barış zamanlarındaki tıp etiği ile aynıdır.
Doktorlar mesleki görevlerini yerine getirirken birbiriyle çelişen bağlanmalar içindelerse, birinci yükümlülükleri hastalarına karşıdır; doktorlar, mesleki faaliyetlerinin hepsinde, insan hakları alanındaki uluslararası sözleşmelere, uluslararası insancıl hukuka ve DTB’nin tıp etiği alanındaki bildirgelerine bağlı kalmalıdır.

Tıp mesleğinin birincil görevi sağlığı korumak ve yaşam kurtarmaktır.
Dolayısıyla, doktorların aşağıdaki tutum ve davranışları etik dışı sayılır:

  • Hastanın sağlığı açısından temelsiz, yerinde sayılamayacak tavsiyelerde bulunmak
    ya da koruyucu, tanı koydurucu ya da iyileştirici işlemlerde bulunmak;
  • Tedavi amaçlı bir gerekçe olmaksızın bir insanın fiziksel ya da zihinsel gücünü zayıflatmak;
  • Bilimsel bilgileri sağlığı tehlikeye düşürmek ya da yaşamı yok etmek amacıyla kullanmak;
  • Sağlıkla ilgili kişisel bilgileri sorgulamalara yardımcı olma amacıyla kullanmak;
  • İşkence ya da zalimce, insanlık dışı veya aşağılayıcı uygulamalara göz yummak,
    bu uygulamaları kolaylaştırmak ya da içinde yer almak.

Silahlı çatışma ve diğer şiddet durumlarında standart etik kurallar geçerlidir; bu geçerlilik yalnızca tedavi gibi işlemleri değil, örneğin araştırma gibi diğer müdahaleleri de kapsar. İnsanlar üzerinde deney yapılması, başta sivil ve askeri mahkûmlarla işgal edilen ülkelerin halkları olmak üzere özgürlüklerinden yoksun kalmış tüm kişiler söz konusu olduğunda kesinlikle yasaktır.

İnsanlara insanca ve saygıyla davranılması yolundaki tıbbi görev tüm hastalar için geçerlidir. Doktor, gerekli bakım ve tedaviyi her zaman tarafsızca; yaşa, hastalık ya da engellilik durumuna, inanca, etnik kökene, cinsiyete, yurttaşlığa, siyasal bağlantıya, ırka, cinsel yönelime ya da toplumsal konuma veya başka herhangi bir ölçüte göre ayrımcılık yapmadan vermelidir.

Hükümetler, silahlı güçler ve elinde güç bulunan diğerleri, doktorların ve diğer sağlık profesyonellerinin silahlı çatışma ve diğer şiddet durumlarında ihtiyacı olan herkese bakım verebilmesini sağlamak üzere Cenevre Sözleşmelerine uygun hareket etmelidirler. Bu yükümlülük, sağlık personelinin ve sağlık tesislerinin korunması gerekliliğini de kapsar.

Hekim, durum ve koşullar ne olursa olsun tıbbi bilgilerin gizliliğini korumalıdır. Bununla birlikte, silahlı çatışma ya da diğer şiddet durumlarında olduğu gibi barış zamanında da bir hasta başkaları için ciddi bir risk oluşturabilir; böyle durumlarda doktorlar, hastaya olan yükümlülükleri ile tehdit altındaki diğer insanlara ilişkin yükümlülükleri arasında bir muhasebe yapmak durumundadırlar.

Silahlı çatışma ve diğer şiddet durumlarında doktorlara ve diğer sağlıkçılara tanınan haklar ve imkânlar sağlık ve tedavi amaçları dışında başka amaçlar için hiçbir şekilde kullanılmamalıdır.

Doktorların hasta ve yaralıları tedavi görevleri açık ve nettir. Doktorlar, kadınlar ve çocuklar dâhil olmak üzere kimi grupların bu bağlamda özellikle güç durumda olduklarını gözetmelidir. Bu bakımın sağlanması engellenmemeli ya da herhangi bir ihlal fiili olarak görülmemelidir. Doktorlar, etik yükümlülüklerinden herhangi birine uygun davranmaları nedeniyle hiçbir zaman kovuşturulmamalı ve cezalandırılmamalıdır.

Doktorların, içme suyu, yeterli gıda ve barınma dâhil olmak üzere sağlık açısından ön koşul olan altyapının sağlanmasında hükümetler ve diğer yetkililer üzerinde basınç oluşturma gibi bir görevleri vardır.

Çatışmanın yakın ve kaçınılmaz göründüğü durumlarda doktorlar, ellerinden geldiğince, yetkililerin halk sağlığı altyapısını koruyacak, çatışmanın hemen sonrasındaki dönemde de bu altyapıda gerekli onarımlara gidecek planlamayı yapmalarını sağlamaya çalışmalıdırlar.

Olağanüstü koşullarda doktorların durumlara hemen ve olabilecek en iyi müdahalede bulunmaya hazır olmaları gerekir. İster sivil ister savaşan tarafta olsun hasta ve yaralılara ihtiyaç duydukları bakım sağlanmalıdır. Klinik ihtiyaçların dikkate alınması dışında hastalar arasında hiçbir ayrım gözetilmemelidir.

Doktorlar, mesleki çalışmalarını serbestçe sürdürebilmeleri için hastalarına, gerekli tıbbi tesis ve donanımlara ve korunmaya erişebilmelidirler. Bu erişim, gözetim merkezleri ve hapishanelerdeki hastaları da kapsamalıdır. Bu çalışmalarında doktorlara engelsiz geçiş ve tam mesleki bağımsızlık dâhil gerekli yardımlar sağlanmalıdır.

Görevlerini yerine getirirken ve yasal hakları olduğu durumlarda doktorlar ve diğer sağlık profesyonelleri, örneğin Kızılhaç, Kızılay ya da Kızıl Kristal gibi uluslararası planda tanınmış sembollerle tanımlanmalı ve korunmalıdır.

Silahlı çatışmaların ya da diğer şiddet olaylarının cereyan ettiği yerlerdeki hastanelere ya da sağlık merkezlerine çatışan tüm taraflar ve medya çalışanları saygı göstermelidir. Sivil ya da çatışan taraflardan olanlara, hastalara ve yaralılara yapılan sağlık yardımları tanıtım ya da propaganda amacıyla kullanılamaz. Hasta, yaralı ve ölülerin özel yaşamlarının gizliliğine her durumda özen gösterilmelidir. Önemli siyasi kişilerin yaptıkları ziyaretler ve bu kişilerin yaralı ve hasta olanlar arasında yer aldıkları durumlar da bu kapsamdadır.

Doktorlar, silahlı çatışma ya da diğer şiddet durumlarında sağlığın gelişigüzel uygulamalara, kalitesiz/sahte materyallerin ve ilaçların dolaşıma sokulmasına daha fazla maruz kalacağını dikkate almalı ve bu tür durum ve uygulamalara karşı harekete geçmelidir.

DTB, doktorlara, diğer sağlık çalışanlarına ve sağlık tesislerine yönelik saldırılarla ilgili verilerin uluslararası bir organ tarafından toplanmasını ve yayılmasını destekler. Bu veriler, söz konusu saldırıların mahiyetinin anlaşılması ve önleyici mekanizmaların oluşturulması açısından önem taşır. Tıp personeline yönelik saldırılar araştırılmalı ve failleri yargı önüne çıkarılmalıdır.

DAVRANIŞ KURALLARI: SİLAHLI ÇATIŞMA VE DİĞER ŞİDDET DURUMLARINDA ÇALIŞAN DOKTORLARIN GÖREVLERİ

Doktorlar her durumda:

  • Uluslararası hukuku (uluslararası insancıl hukuk ya da insan hakları hukuku) ihlal etmemeli, ihlallere yardımcı olmamalıdır;
  • Yaralı ve hastaları terk etmemelidir;
  • Herhangi bir düşmanlıkta taraf olmamalıdır;
  • Yetkililere hastaları ve yaralıları arama yükümlülüklerini hatırlatmalı, ayrımcılık yapmadan sağlık hizmetlerine erişimi sağlamalıdır;
  • Yaralılara ve hastalara etkili ve tarafsız bakım sağlamalı ve bunu savunmalıdır (söz konusu kişilerin “düşman” sayıldığı durumlar dâhil olmak üzere herhangi bir ayrımcılık gözetmeden);
  • Kişilerin, hastaların ve kurumların güvenlik mülahazalarının etik davranış açısından önemli bir sınırlama olduğunu dikkate almalı ve görev yaparken gereksiz riske girmemelidir;
  • Yaralı ya da hasta kişinin isteklerine, güvenine ve onuruna saygılı olmalıdır;
  • Yaralıların ve hastaların içinde bulundukları güç durumdan kişisel maddi çıkar elde etme adına yararlanmamalıdır;
  • Gerçek ve geçerli onaylarını almadan yaralı ve hasta kişiler üzerinde deney yapmamalı, özgürlüklerinden yoksun kişiler söz konusu olduğunda ise bundan kesinlikle kaçınmalıdır;
  • Silahlı çatışma ve diğer şiddet durumlarında kadınların ve çocukların özellikle güç durumlarını ve özel sağlık ihtiyaçlarını özenle gözetmelidir;
  • Söz konusu kişinin ölmüş ya da bakım altında olduğu durumlar dâhil, bir ailenin, kayıp bir aile üyesinin durumu ve yeri hakkında bilgi sahibi olma hakkına saygı göstermelidir;
  • Herhangi bir mahkûma sağlık hizmetleri vermelidir;
  • Böyle bir mekanizmanın hâlihazırda bulunmadığı durumlarda doktorların hapishanelere ve mahkûmlara düzenli ziyarette bulunmalarını savunmalıdır;
  • Gelişigüzel uygulamalara ya da kalitesiz/sahte materyal ve ilaçların dolaşıma sokulmasına karşı çıkmalı, mümkün olduğu durumlarda bunu önlemek üzere harekete geçmelidir;
  • Silahlı çatışma ve diğer şiddet durumlarında yetkililere, uluslararası insancıl hukuk ve uluslararası hukukun ilgili diğer hükümlerine göre sağlık personelini ve altyapısını koruma yükümlülüğü altında olduklarını hatırlatmalıdır;
  • Önemli herhangi bir hastalığın ya da travmanın yaygınlaştığı durumlarda yetkililere bilgi verme yasal yükümlülüğünü akılda tutmalıdır;
  • Yaralılara, hastalara ya da verilen sağlık hizmetlerine karşı misillemeleri önlemek için elinden geleni yapmalıdır;
  • Sağlık hizmetlerinde belirli ikilemlere yol açacak durumlar ortaya çıkabileceğini dikkate almalıdır.

Doktorlar mümkün olduğu kadar:

  • Yasa ya da etik dışı herhangi bir emre uymayı reddetmelidir;
  • Bir doktorun içinde bulunabileceği ikili bağlanma durumlarını titizlikle düşünmeli, bu ikili bağlanmaları meslektaşları ve yetkili kişilerle tartışmalıdır;
  • Mesleki sır saklama kuralına bir istisna olarak ve DTB’nin İşkence ve Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Aşağılayıcı Muamelelerin Kınanmasında ve Belgelenmesinde Doktorların Sorumlulukları Kararı ile İstanbul Protokolü [1] doğrultusunda bilgileri dâhilindeki işkence ya da zalimce, insanlık dışı veya aşağılayıcı muameleleri, mümkün olduğu durumlarda mağdurun da onayıyla, ancak mağdurun kendini serbestçe ifade edecek durumda olmaması halinde açık onayı olmadan da kınamalıdır;
  • Meslektaşlarının görüşlerini dinlemeli ve bu görüşlere saygı göstermelidir;
  • Verili durum ışığında sağlık hizmeti standartları üzerinde düşünmeli ve bu standartları geliştirmeye çalışmalıdır;
  • Bir meslektaşın etik dışı herhangi bir davranışını ilgili yöneticiye iletmelidir;
  • Sağlık hizmetleriyle ilgili gerekli kayıtları tutmalıdır;
  • Koşullar nedeniyle bozulan sivillere yönelik sağlık hizmetlerinde sürekliliği desteklemelidir;
  • Sağlık alanındaki ihtiyaçların karşılanmadığı durumları bir komutana ya da uygun diğer yetkililere bildirmelidir;
  • Örneğin uluslararası insancıl hukuka ya da insan hakları hukukuna yönelik ihlallere tepki vererek, sağlık personelinin söz konusu şiddetin etkilerinin nasıl hafifletilebileceği ya da süresininasıl kısaltılabileceği üzerinde düşünmelidir.

[1] İşkencenin ve Diğer Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Aşağılayıcı Muamele veya
Cezanın Etkili Biçimde araştırılması ve Belgelenmesi Elkitabı, OHCHR, 1999
© Dünya Tabipler Birliği, Inc. –Tüm Hakları Saklıdır.
© Asociación médica mundial -Todos los derechos reservados.
© L’Association Médicale Mondiale -Tous droits réservés.

==========================================

Dostlar,

Günümüzde her mesleğin yasal – hukuksal- mevzuatı ve yazılı olmayan geleneklerinin yanı sıra artık önemli ölçüde kodifiye edilmiş (yazılı olarak topluca derlenmiş) etik kuralları var.

Hekimlik mesleği, insan yaşamıyla uğraştığından, mesleksel etik kuralları oldukça eski..
Taa Hiğokrat’a dek uzanıyor..
Türkiye’de de 1928’de çıkarıaln 1219 sayılı yasada kimi göndermeler yapılmıştı.
1953’te çıkarılan 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği Yasası uyarınca (md. 7) çıkarılan
Tıbbi Deontoloji Tüzüğü (RG 19 Şubat 1960) kimi meslek etiği kurallarını koymuştu.

Zaman içinde Uluslararası düzlemde bu kurallar geliştirildi ve paylaşıldı.
Dünya Hekimler Birliği (World Medical Association) öncülük yaptı.

Türk Tabipleri Birliği de (TTB) 47. Büyük Kongresinde (10-11 Ekim 1998) kabul edilen HEKİMLİK MESLEK ETİĞİ KURALLARI‘nı yaşama geçirdi. (01.02.1999’da yayımlandı).

Türkiye’miz ne yazık ki kurgulu bir sıcak çatışma ortamına sürüklendi ve orada tutuluyor.
Bu gergin süreçte HEKİMLİK MESLEK ETİĞİ KURALLARI‘nı gündeme getirmek istedik.

Başta meslektaşlarımız olmak üzere ilgili ve yetkililerin bilgisine sunarız.

Sevgi ve saygı ile.
17 Ekim 2015, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Devr-i AKP’de, “AKP tarikatı saltanatında akademik kariyer” nicedür?


Devr-i AKP’de, “AKP tarikatı saltanatında akademik kariyer” nicedür?

Sayın Özdemir İnce, çok yönlü kişiliği olan derin birikimli bir yazardır.
Yanılmıyorsak Fransızca öğretmenliği ile eğitim ordusunda da görev yapmıştır.

“AKP tarikatı saltanatında akademik kariyer” başlıklı makalesini
(AYDINLIK, 24.9.13), sorunun süregelmesi nedeniyle,
biraz gecikmeyle de olsa yanıtlayarak bir kez daha dikkat çekmek istiyoruz.

Konu; kimi Cemaatçı akademisyenlerin “imece” (!?) yöntemiyle bolca bilimsel yayın üretmeleri ve özel oluşturulmuş jüriler eliyle akademik derece almaları
(Doçent, Profesör), kadrolara atanmaları..

Dahası da var : Bilimsel yayınlara katkı vermeden adını koymak 2 taraf için de
(koyan ve koyduran) etik dışı olmanın ötesinde resmi evrakta sahtecilik suçudur.
Hatta jüriye yönelik nitelikli dolandırıcılıktır.

Kimi adayların, dosyalarında yer alan yayınların bir bölümüne ad koyduracak düzeyde bilimsel katkı vermeleri maddeten olanaksızıdır.. Moda deyimle yaşamın olağan akışına uygun değildir.. Özellikle farklı kentlerde oturanların.. Konu yargıya taşındığında; verilen (?!) bilimsel katkının türü, zamanı, yeri, miktarı, içeriği vb. kanıtlanması son derece zordur ve dolayısıyla gerçek dışıdır (fiktiftir). Haksız ikramdır, ulufedir, lütuftur ve geleceğe dönük bu kişilere ipotek koyma eylemidir.. Sefil bir davranıştır..

Türk Ceza Yasası karşısında ağır yaptırımları olmak gerekir ve vardır (md. 157-158). Üstelik akademik yükselme – atanma amaçlı bilimsel yayın dosyalarında jüri üyesinin “etik sorun” kanısı ile dosyayı YÖK Etik Kurulu‘na taşıması durumunda genellikle
bu durumdaki “adaylar” korunmakta ve ”etik sorun” kanısını / kuşkusunu belirterek açıklığa kavuşturulmasını isteyen öğretim üyesi aleyhine bumerang gibi
geri döndürülmektedir. İftira atma, kasıtlı geciktirme, özlük hakkı gaspı.. gibi..

Bu kez ilgili öğretim üyesi kendisini kurtarabilme savaşımına girmektedir.
Bu uygulama bilinçli bir yıldırmadır. İşte AKP, darbe anayasası dediği rejimin kurumlarından YÖK’ü böylesine tepe tepe kullanmaktadır.

YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya hazretleri, yurt dışından buyurmuşlar (12.10.13) :

– Artık Üniversitelerde türbanlı bölüm başkanları, dekanlar hatta rektörler olacakmış..
– Türbanı yüzünden ayrılanları üniversiteye geri çağırmaktaymış..

Peki Anayasanın 131. maddesinde yer alan düzenleme
YÖK’e böyle bir yetki tanıyor mu?
YÖK’ün yükseköğretim kurumlarına bu yönde emir ve talimat vermesi olanaklı mı? ;

Üniversite özerkliği ne demektir??

ANAYASA madde 131 – Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim – öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların
kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak maksadı ile Yükseköğretim Kurulu kurulur.

YÖK Başkanı, Bakanlar Kurulu’nun yönetmelik değişikliği ile kamuda türbanı serbest bırakma eyleminin tümü ile hukuk dışı bir idari işlem olduğuna
hiç değinmemekte. Bu konuda verilen Anayasa Mahkemesi kararları, Anayasa mad. 153/son uyarınca Yasama – Yürütme – Yargı organları ile idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.

  • Anayasa mad. 153/son : Anayasa Mahkemesi kararları (kesindir / ilk fıkra) Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar. 
  • Dolayısıyla türbanın kamuda serbest bırakılması,
    Anayasa değişikliği yapılmadan hukuksal olarak olanaksızıdır!

Bu yönde bir Anayasa değişikliğinin yapılıp yapılamayacağı da ayrı bir hukuksal tartışma konusu olmakla birlikte; bir yönetmelikle Anayasa hükmü aşılamayacağına göre, söz konusu yönetmelik değişikliği YOK HÜKMÜNDEDİR..
Mutlak butlan ile sakattır ve bütün sonuçlarıyla (keenlemyekün) geçersizdir.

Hukuksal olarak doğmamış sayılacaktır.
Hukuk normları dikey katmanlanması (hiyerarşisi), Roma hukukundan beri en temel hukuk bilimi ilkelerindendir; Hukuk mekteplerinde (Fakültelerinde) 1. sınıfta Hukuk Başlangıcı ile Anayasa Hukuku derslerinde öğretilir.. Eskiden Roma Hukuku derslerinde de öğretilirdi, kaldırıldı.. (Bu dizelerin yazarı söz konusu dersleri almış ve sınavlarını başarmıştır..)

  • Bu yüzden de kamuda Türban takmak ve takılmasına göz yummak
    hem Anayasa’nın 153. maddesinde vurgulanan “gerçek ve tüzelkişileri bağlar” ibaresi bağlamında hem de Anayasanın kanunsuz emir maddesi bağlamında (md. 137) suçtur.

AKP hükümetinin fiilen ve hatta cebren, de facto eylemidir.
Açıkça Anayasa suçudur.
En azından Anayasa başlangıcı, ilk 3 madde, 10. ve 24. maddelerle 42. ve
174. maddelere aykırıdır.

  • Cumhuriyet Başsavcılığı uyumakta mıdır?

Apaçık, laikliğe karşı “eylemlerin” odağı olduğu Anayasa Mahkemesi’nin
oybirliği ile aldığı karar ile onaylanmış bir parti, kör kör gözüm parmağına inatlaşmasıyla Cumhuriyet hukukuna meydan okumaktadır. Yüce Divanlık suçtur!

Bu ülkenin Hukuk Fakülteleri dekanları nerededir?

Türban’ın Kuran’da yeri olmadığını söylemesi gereken
İlahiyat Fakülteleri nerededir?

  • Aziz vatanın bütün kalelerine cebren ve hile ile girilmiş midir??
  • Öyle ise apaçık GENÇLİĞE HİTABE koşulları içindeyiz ve
    BURSA SÖYLEVİ’nin gerekleri boynumuzun borcu olmaktadır..

Sayın Özdemir İnce‘nin bize bu dizeleri yazdıran makalesinin
(AYDINLIK, 24.9.13) başlığını kullanarak bir soru ile bağlayalım :

  • Devr-i AKP’de, “AKP tarikatı saltanatında akademik kariyer” Nicedür?

Sevgi ve saygı ile.
21.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net