Etiket arşivi: Zafer Arapkirli

KRT Programımız – 13 Kasım 2020

KRT Programımız – 13 Kasım 2020

Dostlar,

KRT TV’de akşam haberlerini yılların birikimiyle ustalıkla sunan Sn. Zafer ARAPKİRLİ, bu akşam bizi saat 19:40 dolayında programına konuk aldı. Büyük bir incelikle öncelikle emekli olmamızı kutladı, iyi dileklerini sundu, iltifat etti.. Ardından da COVID-19 salgının eriştiği ürkütücü aşamada sorularını yöneltti.. Sağlık Bakanının yakında maskeden kurtulacağımız muştusunu (!) sorguladı. Biz de “maskeyi atar, muskayı takarız, onu da DİB okur – üfler, hazır eder” dedik.

İkinci olarak AŞI konusu gündemde.. kamuoyu haklı olarak merak ediyor, umuyor..
Epey yol alındı ancak henüz elde güvenilir – etkin bir aşı yok.. Sn. Arapkirli’ye DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) web sitesinde en güncel verilerle yanıt verdik..

– “Not yet!”..
Şaka ile, Sn. Arapkirli’ye, “Lütfen siz çevirir misiniz Türkçemize?” dedik..
Yanıtı, “henüz değil” oldu..
Ardından beklenen COVID aşıları ile ilgili uluslararası süreci kısaca ve hızla özetledik..
Daha epey zaman gerekli.
Çok iyimser 2020 sonlarında, daha iyimser erken 2021 ilkyaz veya 2021 ortaları için umut var.
Ayrıca yine DSÖ web sitesinden en güncel verilerle ciddi lojistik altyapı gerekliliğine değindik. Beklenen aşının -80 santigrat derecede taşınıp saklanması gereğini belirttik.
8 milyara yakın dünya nüfusunun 1/4’ünü aşılamayı düşünsek, bu yaklaşık 2 milyar gibi dev bir rakam.. Bunca doz aşıyı üretmek için de zaman gerek. 2 doz yapılması bekleniyor, 2-4 hafta arayla yinelenmesi gerekecek. Bunlar ciddi, zaman, emek, donanım ve gider gerektiren yönler.

Türkiye’ye kaç doz ve ne zaman düşecek??

Grip aşısı için bile zamanında yeterli bağlantı yapmayan / yapamayan iktidar, büyük olasılıkla daha pahalı ve sınırlı aşıdan ülkemize kaç doz sağlayabilecek??
ABD hükümeti, kedi firması MODERNA’dan aylar önce 100 milyon doz ön siparişle 1,5 milyar Dolar peşin ödeme ile bağlantısını yaptı. 1 doz şimdilik 15 Dolar, 2 doz 30.. Türkiye nüfusunun yarısına 2 doz yapılacak olsa 90 milyon doz gerek.. 90 milyon X 15 Dolar = 1,35 milyar Dolar!

AKP iktidarı, 18 yıldır talan ettiği ekonomide bu parayı nereden bulacak??
Ya çok az getirecek, ya karaborsası oluşacak ya kaçak girecek yurda.. sonuçta varsıllar erişecek, yoksullar gene ölecek..
Dolayısıyla ve özetle, yaklaşık 1 yıl daha sıkıntılıyız.
Bir yandan iktidar akla – bilime dayalı, İNSANIN YAŞAM HAKKINI ÖNCELEYEN önlemler alacak, bir yandan da MASKE – KORUNMA UZAKLIĞI – TEMİZLİK kurallarına daha sıkı uymayı sürdüreceğiz.

16 dakikalık konuşmamızın erişkesi (linki) aşağıda. Yaralı olmasını dileriz.. İzlensin, paylaşılsın ve AKP iktidarı üzerinde demokratik kamuoyu baskısı kurularak gerçekçi politikalara yönelinsin salgın yönetiminde.

Sevgi ve saygı ile. 13 Kasım 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

‘Acı reçete’

‘Acı reçete’

Zafer Arapkirli

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 13 Kasım 2020

Başlıktaki ifadeyi her duyduğunda, başına (ya da başka bir tarafına) neler geleceğini gayet iyi bilen “bir ırkın ahfadı” olarak, Sayın Cumhurbaşkanı’nın çarşamba günkü konuşmasını dinlerken “mesaj alındı” diye geçirdim içimden.

Rahmetli besteci Kayahan’ın (Açar) ünlü bestesi geldi aklıma:

“Eyvah!. Bana yine esmer günler düştü…”

Bunu mırıldanıp bitirirken, yine aynı minvalde rahmetli Erdoğan Berker’in hicaz şarkısına geçtim: “Sana bahar gül bülbül, bana hep hasret düştü…”

Kimse kimseyi kandırmasın. Bu filmi daha önce o kadar çok izledik ki. Milletin vergileri başta olmak üzere, ülkenin zaten kısıtlı olan kaynaklarını har vurup harman savurmanın, hovarda tüccar gibi harcamanın, kısacası gemiyi kayalara vurup enkaza dönüştürmenin ardından, “birileri” sınırlı sayıda can yeleğini giyip yine sınırlı sayıda filikalara binip “selamete” çıkarken, bize yine “dalgalarla boğuşmak” düşecek.

Pazar günü “Insta-istifa” ile adeta sofradaki yığınla kirli tabak-çanağı bırakıp masadan tüyen ve geride kalanlara ağır bir fatura bırakan, yıllardır “Fevkalade Korumaya Mazhar Milli Damat” statüsü ile ekonomideki ağır felaketin sorumlusu Berat Albayrak ile hamisi ve “Asıl sorumlusu benim” diye açık açık suçu üstlenen Sayın Kayınpederi, ziyadesiyle sefil bir enkaz bırakmıştır.

Bunun giderilmesi ne kadar mümkündür? Ekonomist olmadığım için bilemem. Ama işin ehline sorup öğrendiğim kadarı ile hem Hazine’nin “tamtakır” haline çare bulmanın hem de piyasalara yeniden “can” verebilmenin belirli şartları var. O da, faiz – kur – enflasyon üçgeninde acil ve bugüne kadar görülmemiş ölçüde radikal adımlar atmak.

Damat’ın gidişi ardından, (hatta mektubunu Instagram’a fırlatmasını beklemeden) yeni Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal’ın, sıcağı sıcağına bulunduğu bazı temaslar bunun ilk işaretleri gibi görünüyor. Önce, pazar günü bankacılarla bir araya gelip “SWAP sınırlarının bir miktar gevşetilmesi de dahil” bir dizi önlem üzerinde mutabık kalınıyor. Ardından çarşamba günü yabancı yatırımcıların şemsiye meslek örgütü YASED (AS: Yabancı Sermaye Derneği) ile bir toplantı yapılarak adeta “imdat” çağrısı tekrarlanıyor.

Bütün bunlar, dış piyasalara bir tür güven tazeleme imasında bulunmak ve vahim duruma düşmüş rezervleri “doğrultmak için” borçlanmanın yollarını aramak. Bunun “Türkçesi”ni, yine konuyu bilen ekonomist arkadaşlarıma sorduğumda açık ve net biçimde telaffuz ediyorlar:

“IMF’siz bir IMF programı.”

Hatta, daha da ötesi. Yıllardır “paçamızı (aklımdan geçenin daha edepli halini yazdım tabii) kurtarmakla” övündükleri IMF’den daha ağır koşullarla borçlanacağımız bir süreçten söz ediyorlar. Bu da Cumhurbaşkanı’nın çarşamba günü açıkça telaffuz ettiği “Acı Reçete”yi beraberinde getirecek. Yine “dümdüz ve kıvırmadan” tercüme edelim:

  • “Reçete” onlara, “Acı” bize düşecek.

“Biz”den kastım, bunca yılın ekonomik beceriksizliklerinin ve vardığımız noktadaki felaketin gerçek mağduru yoksul kitleler. Temel gereksinimlerimize daha az ödenek, eğitimde, sağlıkta, altyapıda yine gıdım gıdım harcama, yine devlet hastanelerinde korona karşısında yenilgi, yine okullarda öğrenciye, veliye avuç açan müdürlerin içine sokulacağı acıklı durum. Ama öte yandan, yine müflis tüccar ve sanayicinin her zaman yaptığı gibi, müsriflik kapılarının hiç kapanmaması. Eşi dostu kayırdıkları rant projelerine, üstelik yabancı para birimi üzerinden kaydırma, kayırma ve cömert ödemeler.

Kimin cebinden? Ahmet Bey Amca’nın, Ayşe Hanım Teyze’nin, basın emekçisi Arapkirli Zafer’in.

Ülkenin gerçek reçetesi olan 

  • “Demokratik standartların çıtasının yükseltilmesi, hukukun üstünlüğü ve adaletin tesis edilmesi, ülkenin yatırımlara uygun bir ekonomik ve siyasi iklime kavuşturulması” 

gibi konularda yine “çıt” çıkmayacak. Yine sesini çıkarana cop, yumruk, zindan. Yine kumpaslarla, gazeteciye-aydına-akademisyene-vatansevere demir yumruk. Pansuman tedbirlerle, Doların kurunda biraz kıpırdanış yaratılarak, uygun iklim sağlanarak olası bir erken seçim hazırlıkları.

Çünkü, bütün bu kara ve acı tablonun müsebbipleri kendileri de gayet iyi biliyorlar :

Enkaz, öyle birkaç ay içinde, hatta birkaç yıl içinde kolay kolay kaldırılamayacak kadar ağır.

Övünülecek değil, karşısında dövünülecek bir eser(!)

Birlik, beraberlik… Vesaire

Birlik, beraberlik… Vesaire

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli

“Milletçe, birlik ve beraberliğe, her zamankinden daha çok ihtiyacımız olan şu günlerde…”

Çok lezzetli (!) bir şerbettir.
Hani, tadından yenmez derler ya.. Bu da tadından içilmez.
Yerli ve milli meyvelerin usaresinden imal edilmiştir.
Bolca şeker, vitamin, mineral ve tabii ki hamaset ihtiva eder.

İçersiniz, daha ilk yudumda bir rahatlık bir rehavet ve sahte bir “mutluluk duygusu” sarar tüm vücudunuzu. Arka planda “marşlar, türküler, zeybekler, uzun havalar” ve bilumum gevşetici malzeme ile de takviyelidir. İyidir yani. Ama… Aması var. Yan etkileri ölümcüldür. Mecazi anlamda değil, “bildiğin” ölümden söz ediyorum.

Mesela kimi zaman, kim bilir hangi karanlık mahfillerde kimlerle yapılmış kirli anlaşma ve pazarlıkların ve iğrenç hesapların sonucu başımızı belaya soktuğumuz bir uluslararası sorunun içine balıklama sokulmamız nedeni ile gencecik aslan gibi vatan evlatlarının, bayrağa sarılı tabutlar içinde kargo uçaklarına yüklenip “bölük bölük” gelmesi esnasında içirirler size o şerbeti.

Mesela kimi zaman, küresel bir hastalığın pençesinde can çekişen insanların dertlerine derman olmak ya da korunmaları için önlem almak yerine, o şerbeti içirdiklerinde “sapır sapır” dökülen kitlelerdir, o “ölümcül” yan etkilerden etkilenen.

Mesela, on yıllar boyu “Önlem alın, bu tabutluklarda ölümü beklemeyelim. Yapıları sıkı denetleyin. Depremlerde 50’şer, 100’er, 500’er kurban etmeyin bizi” çığlıklarına kulaklarını tıkayan “yetkili vicdansızlar” kitlesinin, bu şerbeti midelerimize boca etmesi sonucu, her felaketten sonra bir yenisini beklemeye koyuluruz, tevekkül içinde. Her felaketten sonra sanki bir önceki hiç yaşanmamış gibi “imar affı” vs. ile inşaat maliyetinden kurtulup, vergiden masraftan kurtulup, o faturanın milyon katını canımızla ödememize sebep olurlar.

Mesela bir sonraki felaketi, yine meyve ya da kuruyemiş tabaklarımızı önümüze alıp, “günebakan çitleyerek” binlerce tonluk enkaz yığınları altından “Ayda Bebeklerin, Elif Bebeklerin” mucize kurtuluşlarını “ratingi bol diziler misali” izletirler bizlere. “Ayy.. Yavruuum. Ne de şekeeer. Ayy. Şu kahramanlar da ne kahraman dii mi?..” yılışıklığına boğarlar kitleleri.

Asıl sorunları çözmeye harcayacakları para, zaman ve enerjiyi bu “imalatı bedava şerbet”e harcamak kolaylarına gelir. Çünkü başka sorunları da unutturabilmenin “mucize ilacı” niteliğindedir bu ölümcül iksir. İçince unutuverirsin olupbiteni.

  • Unutuverirsin, bütün bunların başımıza Allah’ın cezası kapitalist rant ve sömürü düzeninden dolayı geldiğini.
  • Unutuverirsin bu felaketlerin ve TV ekranı önünde adeta bir ucuz “sitcom” gibi izletilen o görüntülerin arka planındaki faşist düzeni.

Fark etmezsin bile bu filmi izlediğin (izlettirildiğin) sırada bir gecede parlamentoya getirilen “daha ağır sömürü” anlamına gelecek Kıdem Tazminatı ve Mezarda Emeklilik yasalarının vicdansızlığını. Milli birlik ve beraberlik türkülerinin, kahramanlık öykülerinin uyuşturucu notalarında boğulur bütün adaletsizlikler ve hukuksuzluklar. Sustururlar zindanlardan yükselen çığlıkları.

Enkaz altından ölü ya da yaralı insanların kurtarırken sana alkışlattıkları kahraman madencilerin, 3 kuruşluk alacakları için yürümesine izin vermedikleri yetmezmiş gibi üzerlerine polis-jandarma copu, zehirli gaz ve tazyikli (AS: basınçlı) su ile gidilmesini izlettirmezler sana. Neden? Çünkü kameralar, deprem bölgesine “lütfedip” ziyarette bulunan devletlû lacivert takım elbiseli insanların nutuklarına çevrilidir o sırada.

Ve bir sonraki dramanın senaryosu “kader” logosu ile yazılmaktadır o sırada. Sel mi? Deprem mi? Patlama mı? Toprak kayması mı? Yangın mı? Tren kazası mı? Salgın mı? Savaş mı? “Ölüm mönüsü”nden kendin seçebilirsin, kendine uygun akıbeti. Demokrasinin katledildiği, hakların boğazlandığı, halkların “ölümcül şerbetlerle zehirlendiği” toprakların rutinidir bu.

ABD’nin seçimi bizim değil.

Salı gününden beri neredeyse bir “Küçük Türkiye” haline gelen Amerika Birleşik Devletleri’ nde tam bir “31 Mart 2019 İstanbul havası” yaşanmakta. Trump ve Biden taraftarları, kıran kırana bir yarış içinde oy sayımına odaklanmışken, seçimi kazanacağı anlaşılan Biden’a karşı, bizim çok yakından tanıdığımız şu “Bir şey olmamışsa bile mutlaka bir şey olmuştur” kepazeliği sergilenmekte. Her ne olmuşsa olmuştur. Sonuçta kazanan, öncelikle ABD halkı için “hayırlı” olsun. Ama asıl önemlisi, bu sonucun bizim için anlam ve önemini iyi hesap etmektir.

Garip ve hatta komik biçimde, üstelik de Türkiye’ye karşı işlediği onca melanetten ve cinayetten sonra adeta “devam et devam et..” dercesine bir tür “TrumpMani” ve öteki taraftan bir “BidenFobi” içine girmiş görünen iktidar yandaş ve yalakası besleme medyanın hali içler acısıdır. Sanki çok da fark edecekmiş gibi.

Onlara ve herkese, İstiklal Savaşı kahramanı ve Cumhuriyetimizin kurucu önder kadrolarının müstesna ismi rahmetli İsmet İnönü’nün şu tarihi sözlerini hatırlatmak isterim:

  • “Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmek gibidir (işin aslı bu zaten – yatağa girmemek lazım). Uyurken bile gözünü açık tutacaksın.”

Çünkü, ayı bu. Belli olmaz. Isırabilir, pençe atabilir, gıdıklayabilir (!), en azından fena halde horlayabilir. Tabii dikkatli olmazsan, “ham yapar” adamı.

En iyisi, kendin güçlü (büyüklük şart değil) bir devlet olabilmek ve yatağa girmemektir.

Adı üstünde: Yatak… Allah muhafaza…

Cumhuriyetim

Zafer Arapkirli
Zafer ArapkirliCumhuriyet, 30 Ekim 2020

Cumhuriyetim

Ömrümün yaklaşık 20 yılını ecnebi memleketlerde derin hasretinle geçirdiğim Cumhuriyetim.

Okuma yazma öğrendiğim ilk günlerden beri yüce ATATÜRK’ten bize miras kaldığını özümsediğim ve korumaya ant içtiğim Cumhuriyetim.

Anayasasında yazılı “Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” kavramlarını, ömrüm boyunca tam anlamı ile bir türlü tadamadığım Cumhuriyetim. 

En önemlisi de yüce önderin hemen her nutkunda bu toprakların insanına “Halkın temsilcilerinin kendini idare edecekleri seçerek seçimden seçime karne notu verebildiği bir rejim” olarak belletmeye çalıştığı, ancak onun bile ömrü kifayet etmediğinden tam olarak başaramadığı bir kutsal eser olarak Cumhuriyetim.

Ve kuşkusuz, son 20 yıldır her 29 Ekim yaklaştığında (diğer milli bayramlarımız gibi)“acaba bu sene nasıl bir melanet düşünecekler de kutlamamızın önüne engel getirecekler?..” diye merak ettiğimiz Cumhuriyetim. 

Tabii, 20’li yaşlarımın başından beri, mesleğimin ilk yıllarından itibaren bir “zenaat okulu” olarak bellediğim ve bugün ne biliyorsam en temel öğelerinin bana belletildiği sevgili gazetem Cumhuriyetim. 

Bu yıl da ATATÜRK’ün haklı ve son derece anlamlı bir mesaj olarak “en büyük bayram” diye nitelediği bayram günü, bayraklarımızı asıp, konuşmayı öğrendiğimiz günlerden bu yana gururla söylediğimiz marşlarımızı mırıldanırken, şöyle bir düşündüm.

İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle idealine ne kadar yaklaşabildiğimizi düşündüm ve derin bir umutsuzluk içine düştüm. İmtiyazın da uçurum boyutlarındaki sınıfsal farklılıkların ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin de ne kadar utanç verici boyutlara vardığını içim karararak kendime hatırlattım.

Alın terinin karşılığını almak isteyenin, açgözlü patronun gasp ettiği haklarını talep edenlerin iki adım yürümesine, iki satır söz söylemesine, iki metre pankart taşımasına izin verilmeyen ama ortaçağ karanlığını savunan faşist yobazların özgürce etrafa kin kusabildikleri günlerden geçtiğimize bir kez daha tanık oldum, haberlere baktığımda.

İki paragraf yazı, iki sütunluk bir karikatür çizmek için adeta “mangal gibi yürek gereken” topraklarda yaşamanın utancını ve yüz kızarıklığını, müsebbiplerinin adına da duydum yüreğimde.

Demokratik bir hukuk devleti hedefinden ne kadar uzağa savrulduğumuzu esefle hatırladım bir kez daha. Mahkemelerin tek bir ceberut iradenin seçimi ve yönlendirmesi ile hukuk tarihine geçecek skandal kararlara imza attığını ve dünyanın öteki 3’üncü, 5’inci sınıf demokrasileri ile birlikte “el âlemin (AİHM) yargıçlarının kapısına gitme rekorları kırdığımızı” düşündüm yüreğim burkularak.

Her kürsüye çıkan kamu görevlisinin, iktidarda ve muhalefette her kitleye hitap eden siyasetçinin, söylevlerini mutlaka “Kutsal kitaptan ayet-i kerimelerle ya da Peygamberden hadisi şeriflerle süsleme alışkanlığından” bir türlü kurtulamadığını, laikliğin hep (başta anayasa kitapçığı olmak üzere) süslü metinlerde ve “laf olsun torba dolsun” babında konuşma metinlerinde kaldığı bir ülkede yaşamanın hüznünü duyumsadım bir kez daha.

Daha da kötüsü, bu tür arızalardan özellikle de laiklik konusundaki ağır arızalardan şikâyet edenin adeta “din, peygamber, kitap düşmanı” olarak yaftalanmaya çalışıldığı, adeta meydanlarda “Totemlere asılıp linç edilmek istendiği” bir ülkenin vatandaşı olmanın dayanılmaz ağırlığını hissettim göğsümün üzerinde.

Teslim olmak yok

Ama…

Bütün bunların yaydığı kirli buharı ve sisi elimin tersi ile iteleyip, daha ilkokulun ilk gününden itibaren içtiğimiz andı hatırladım:

“…Yurdumu, milletimi, özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Emanetine sonsuza kadar sahip çıkacağımıza ant içeriz…” mealinde tekrarladığımız metin geldi aklıma.

Bir namus borcu olarak, o andı yerine getirmek, “bu yoğun, bu kin ve nefret kokulu, bu adaletsizlik ve kötülük kokulu sisi ve pusu dağıtmak, ülkemi layık olduğu gerçek Cumhuriyet idealine ulaştırmak” görevinin “terk edilemez, ertelenemez bir borç” olduğunu hatırladım.

Cumhuriyetimin eşsiz kurucusuna o borcu ödemeden ölmemeye yemin ettim. Ödeyeceğiz. Başka seçeneğimiz yok.

Andımız var.
=============================
Dostlar,

Cumhuriyet gazetemizin saygın ve seçkin yazarlarından, yürekli ve yurtsever kalem
Sn. Zafer ARAPKİRLİ‘nin dün yayınladığı haftalık Cuma makalesini yukarıda sunduk..

Her sözcüğüne biz de yürekten katılıyoruz..

Nice bayramlara…
Cumhuriyetimizi sonsuza dek onurlu ve başı dik yaşatacağız..
Çünkü böylesi bir yaşam, bu topraklarda – vatanımızda ulus olarak bizim,
yerin 7 kat dibinden 7 kat göklere (arş-ı alaya) dek en meşru hakkımız..
Bu hakkımızı kullanacak ve gerekenleri yapacağız..

Sevgi ve saygı ile. 31 Ekim 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı,
Kamu Yönetimi Siyaset Bilimi (Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Fikir ve zikir

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli

Fikir ve zikir

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Pek “Derviş” tanımına uymasalar da herkes gibi iktidarı elinde tutanların “fikri neyse, zikri de aynı”.

Yani, zikir (söylem) kontrolden çıkmış biçimde nasıl bir uçtan bir uca gidip gidip geliyorsa, fikirler de öyle. Özetle, hem fikir hem de zikir “savrum savrum savrulmakta” (haydi bu deyim de Türkçeye armağanım olsun).

Bu fikri savrulmayı zaten, o siyasi hareketin en başındaki kişi, bizzat itiraf etmedi mi geçen gün?

“Fikri iktidarımızı tesis edemedik” deyiverdi, bir üniversitede yaptığı konuşmada. Bu, aslında belli bir fikir etrafında değil, çıkar etrafında, rant etrafında, günlük fırsatlar ve imkânlar etrafında politika belirleyen ve kendilerini “sanki, oturulup enine boyuna ölçüp biçilmiş bir fikrin savaşçıları gibi pazarlayan” bir siyasetin duvara toslamasının itirafıdır.

Malum cenahın sağlam bir ideolojik tabanı olaydı, tam olarak onun plan, program ve stratejileri istikametinde mücadele eder ve sözünü ettikleri “maddi ve fikri zemini” tesis edebilirlerdi. Oysaki öyle bir zemin olmadığını, sadece hileli-hurdalı seçim ve referandumlarla iktidarda kalabilmenin, her biçimde yarattıkları kendi “zenginleri” aracılığı ile biriktirilen-bölüşülen rantı da iktidarda kalmanın bir aleti olarak kullandıklarını herkes biliyor artık.

Bu temelde bir iktidarın, klasik manada bir “fikri zemini” olabilir mi?

‘Sen kimsin?’ klibi

Hafta başında iktidar partisinin gençlik kolları tarafından yayımlanan bir “gaz verme” videosu da yukarıda tarif ettiğim bu savrukluğun somut ve dört dörtlük bir ifadesi değil mi?

“Sen Kimsin?” teması ile iktidar tabanında olduğunu varsaydıkları genç insan kitlesine, sözüm ona bir “aidiyet aşısı” yapmaya kalkıştılar. Ama aşının formülüne bakınca, o “savrum savrum savrulmuşluğun” izleri adeta “kör parmağım gözüne” açığa vuruyordu.

Bu ülkenin en yüce ve “düzeyine en erişilemez değeri” niteliğindeki devrimlerin altında imzası bulunan Mustafa Kemal ATATÜRK’ü yok saymalarını bir kenara koyuyorum. Zaten bırakınız sahiplenmeyi, kıyısından köşesinden dahi en ufak bir saygı göstermediklerini de bir an için önemsememeye çalışıyorum.

Ama Sahabe’den girip Necip Fazıl’dan çıkan, Menderes’ten girip 15 Temmuz şehitlerinden çıkan, Selahattin Eyyubi’den girip Kanuni’den çıkan, Erbakan’dan girip İstiklal Savaşı kahramanı Kara Fatma’dan çıkan bir “değerler dizini” ile ne anlatmaya çalıştıkları bile tam olarak anlaşılmıyor.

Oysaki “sen kimsin?” diye seslendikleri ve aslında bu “çorba”nın (torba) içinde eritmeye-öğütmeye çalıştıkları o cenahın alameti farikasını biz çok iyi biliyoruz.

Sen, kirli yatak odalarında ele geçen dolar, Avro dolu ayakkabı kutularısın.

Sen, çikolata kutuları içine dizilmiş yeşil banknotlarsın.

Sen, mahut “sıfırlama tapeleri”sin.

Sen, Sarraf’ın önüne yatansın, Zindaşti ile muhabbete girensin.

Sen, Pennsylvania’yı komşu kapısı haline getiren, Ağlak Sümüklü Vaiz’in terli atletine yüz süren, sonra da onca yılın “ahlaksız ve haince” muhabbetini bir kelamda inkâr edip, ona buna FETÖ çamuru atan, ikiyüzlü bir zihniyetin temsilcisisin.

Sen, temelinde ATATÜRK devrimleri, şehit kanları bulunan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin her bir odasının anahtarlarını Pennsylvania’lı alçağın satılık askerlerine teslim etmiş bir iradenin elemanısın.

Sen, dün terörist dediğin adamla Oslo masalarında, İmralı masalarında pazarlığa tutuşup, 5 çaylarında “kakara kikiri muhabbetler” edip, Kalaşnikovlu “heval”leri Habur’larda bando mızıka karşılayıp, “Megri megri ağlaşmaları” sergileyip, sonra o bölgenin insanları üzerine F-16’larla bombalar yağdıran, o “flört” yıllarını unutup, şimdi ise kendi dışındaki herkese “Apocu-terörist” yaftası yakıştırmaya kalkışansın.

Sen, tüyü bitmemiş yetimin rızkı ile milyon, milyar dolarlık otomobil ve uçak filoları kurarken, o yetimlere ve ailelerine 3 tane kıçı kırık cerrahi maskeyi (maliyeti belki de 5 kuruş) dağıtamayan bir hesap bilmezsin.

Sen, milletin küresel bir pandemiden kırım kırım kırılırken (geçtim koronayı) bir basit influenza (grip) aşısını bile alıp bütün vatandaşlarına parasız yaptırmaktan aciz bir iradesin.

Sen, ihalelerin, seçimlerin, sınavların, maçların ve hatta piyangoların bile güvenilir olmaktan çıktığı, her işin “İzmir işi torba”ya dönüştüğü bir sistemin müteahhidi, mühendisi, ustası, kalfasısın.

Sen, memleketi, Yedi Düvel’le kavgalı hale getirip, o da yetmemiş gibi şimdi de on yıllardır üzerine toz konduramadığın “Arap din kardeşlerinden” (Ümmet mi dedin?) küfür ve aşağılama işittirecek duruma getiren bir “sefil yalnızlık mabedi”nin mimarısın.

İşin gücün düşman yaratmak, yetmedi yeni yeni düşmanlar yaratmak ve kavgaya tutuşmak ve bunun hem millete hem de gelecek nesillere maliyetini düşünmeden o kavgayı büyütmek.

Fikir ile zikir aynı aslında.

Yurtta kavga cihanda kavga.

Yurtta başarısızlık, cihanda başarısızlık.

Sonra da video kliplerle “aman safları sıklaştıralım da eriyen oylarımızı seçimde biraz olsun toparlayalım” çabası. Buna bağlı olarak da rakibi nasıl böleriz, nasıl sakatlarız, nasıl birbirine düşürür ve içeriden zayıflatırız hamleleri.

E ama sen de haklısın.

“rakipler” de durup durup kaşındıkça, sana o “asistleri” o canım “muz ortaları” verdikçe, gol fırsatlarını değerlendireceksin.

Siyaset, biraz da bunu becerebilme sanatıdır.
=========================================
Dostlar,

Sn. Zafer Arapkirli’nin bu yazısını çoooookkkk başarılı buluyoruz.
Cuma günü KRT’de akşam haberlerini sunarken de yakın bir içeriği coşku ve pek haklı bir kızgınlıkla dile getirmişti ve sarsılarak izlemiştik..

Kendisini içtenlikle kutluyoruz..
Bu yazının içeriğine aynen biz de katılıyoruz!

Malum siyasal partinin bu tür saçmalıklarının 21. yy’da gerçek karşılığının olmadığını ve olamayacağını, dayatma ve diretmelerinin yaşamın olağan akışına karşıt olduğunu, Lale devrinin bittiğini…  ar-tık anlamalarını bekliyoruz..

Tarih, bir insan topluluğunun idrakinin sonsuza dek teslim alınabileceğine örnek içermiyor.

Kendilerini de ülkemizi de daha çok yormadan ya Cumhuriyetin temel değerlerine en azından asgari düzeyde -bağlı değilse de- saygılı bir çizgiye çekmelerini bekliyoruz.

Bel – ki bu sayede kısa bir süre daha uğursuz iktidarlarını sürdürebilirler!?..

Dr. Ahmet SALTIK

KRT TV Programımız : 20 Ekim 2020

FAHRETTİN KATSAYISI KAÇ??

Dostlar,

Bu akşam saat 19:45 dolayında KRT TV’de Sn. Zafer ARAPKİRLİ‘nin başarıyla ve yüreklilikle sürdürdüğü haber programına konuk olduk..

Sn. Arapkirli’nin akılcı ve yerinde sorularını yanıtlamaya çalıştık. (14 dk.)

Almanya’da KOVİT-19 verilerini hükümet ya da Sağlık bakanı değil, asırlık özerk bir bilimsel kurum olan Robert Koch Enstitüsü açıklıyor..

  • Robert Koch Enstitüsü’nden Perşembe günü yapılan açıklamada, Almanya’da son 24 saatte 6638 yeni koronavirüs vakası tespit edildiği bildirilmişti. Bu rakam, salgının başlangıcından bu yana Almanya’da bir günde kaydedilen en yüksek vaka sayısı. “Hastanelere kabul edilen enfekte hasta sayısında daha şimdiden, geçtiğimiz haftaya göre iki kat artış yaşıyoruz.”
  •  “Hastanelere kabul edilen enfekte hasta sayısında daha şimdiden, geçtiğimiz haftaya göre iki kat artış yaşıyoruz” diyen Gaß, yoğun bakım ünitelerinde Covid-19 tedavisi gören hasta sayısının da önemli oranda arttığını bildirdi. Gerald Gaß, eldeki veriler ışığında, kasım ayında yoğun bakım ünitelerinde 2 bin hasta sayısına ulaşılacağından yola çıktıklarını vurguladı. Almanya’da bugün itibarıyla hastanelerin yoğun bakım servislerinde tedavi gören Covid-19 hasta sayısı, 329’u entübe hasta olmak üzere 655. (https://www.dw.com/tr/alman-hastanelerinde-koronavir%C3%BCs-alarm%C4%B1/a-55288603 15.10.2020)

Son 24 saatte 6638 yeni KOVİT-19 hastası belirleniyor Almanya’da. toplam vaka sayısı 348 bin 557’ye yükseldi.

Türkiye’de 15 Ekim 2020 verileri : Yoğun bakımda ve entübe hasta sayılarını Sağlık Bakanlığı açıklamayı kaldırdı. “Ağır vaka” nın entübe hasta olduğunu bir açıklamasında belirtti. Bu rakam aşağıdaki tabloya göre 1408.. Zatürre oranı %5.9. Bunları da yoğun bakımda ama entübe edilmeyen hastalar olarak alırsak,

Toplam olgu 342.143 – iyileşenler 299.679 = 42.464
42.464 – ölen 9.080 = 33.384 aktif hasta sayısı
33.384 x .059 = 2000 ağır hasta / yoğun bakımda ama entübe değil
2000 + 1408 (entübe) = 3408 toplam yoğun bakım hastası
3408 / 33.384= %10,2
Almanya’da yoğun bakımdaki hasta oranı aynı yöntemle hesaplandığında %1,7..
Dünya ortalaması %1…

Pekiii, Türkiye’de yoğun bakımda hasta oranı neden Dünyanın 10 katı, Almanya’nın 6 katı??

Çoook geç tanı koyuyoruz, hastalar ağırlaşmış mı oluyor?
Ama Bakan Koca, filyasyon ekiplerinin hastaları erkenden bulduğunu ve bu yüzden hastanelerimizin çok dolmadığını belirtiyor?? (Not : Filyasyon ekibi erken hasta bulmaz, bu sürveyans ekiplerinin işidir; filyasyon ekibi, tanı konan hastanın bulaşı nerden aldığını bulur!)

Gerçekte hasta sayısı açıklananın 10-20 katı da o yüzden mi yoğun bakım hasta sayımız pek bol?
Ya da hastane yatakları dolmasın diye özellikle ağırlaşan – ağırlaşabilecek hastalar yatırılıp geri kalanlar evlerine yollanarak ülke bir açıkhava hastanesine mi dönüştürüldü?

Hangisi, hangisi??

Sahi, Avrupa ülkelerinden neyimiz iyi de onların hasta sayılarının 1/10’una sahibiz???

Bu yalan rüzgarı sürdürülemez!..
DSÖ, ilgili öbür uluslararası kurumlar, BM, Dünya Bankası, AB (E-CDC), ABD CDC.. Türkiye’yi uyararak diplomatik baskı uygulayabilirler.. Bakan Koca’ya göre görünür görünmez  Ulusal çıkarlarımız böylelikle mi korunmuş olur??

Bakan Dr. Koca, “Fahrettin katsayısı kaç??”

AKP iktidarı ve Dr. Koca; “Fahrettin katsayısı kaç??”
Kaç ile çarpalım ilan ettiğiniz olgu ve ölüm sayılarını?

Sevgi ve saygı ile. 21 Ekim 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı,
Kamu Yönetimi Siyaset Bilimi (Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Darbeli demokrasi

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli

Darbeli demokrasi

Mahut “Işıklı Tweet”in üzerine herkesten önce ve daha büyük bir şehvetle atladılar ve lime lime doğradılar ki duyan da bu muhteremleri gerçekten “darbe sevmez” sanabilir.

Oysa gerçek manzara öyle mi?

Bütün anayasal kurumları hile ve desise ile “biz yaptık oldu. Var mı ulan?..” tavrı ile ele geçiren, seçilmişleri tek tek kulaklarından tutup içeri tıkan ve yerine vali-kaymakam atayan, yıllar boyu sınav sorularını elden dağıtıp, atamalarda tarikat-cemaat kollayıp (AKP-FETÖ ittifakını kastediyorum) kendi adamlarını devletin tüm aygıtına yerleştiren, özellikle silahlı kuvvetlerin tüm kademelerine onbaşısından orgeneraline kadar alçak darbecileri yerleştiren (şu bayat “sızma” yalanına kendileri bile inanmıyor artık) zevat, bugün çıkmış “Genelkurmay’ın ışıkları yanıyor esprisi üzerinden tehdit ediliyoruz” soytarılığına nasıl başvurabiliyor? İnsanı çıldırtır bunlar.

Yahu, dünyanın en nadide mozaiği gibi motif motif işlenmiş ATATÜRK Devrimlerinin temeline, zaten bir türlü oturtulamamış Cumhuriyetimizin temeline dinamit koyan, adeta o mozaiklerle bezeli duvara “hilti” (darbeli delici-kırıcı-yıkıcı matkap) ile Timur’un filleri gibi dalan sizler değil misiniz?

Bugün, bir Anayasa Mahkemesi üyesi yargıcın (henüz tam da neye hizmet ettiği belli olmayan) “sorumsuzca ve sersemce” attığı tweet üzerinden sanki “darbelere karşıymış rolü” oynuyorsunuz?

12 Mart’tan, 12 Eylül’den, 28 Nisan’dan ve dahi harcında olağanüstü katkınız bulunan 15 Temmuz’dan sonuna kadar yararlanmış olan da siz olmasanız, bayağı “yiyeceğiz” bu numaraları.

Ama tabii, öyle değil.

Argomuzda güzel bir laf vardır:

“Hayvan terli.. Yemiyor”

Ver afyonu… Ver afyonu…

Toplumu, dini soslara batırılmış afyon parçacıkları yutturarak yönetmeye çalışmanın tipik bir örneğiydi, Cumhurbaşkanı’nın son tartışmalı demeci. (mealen) “Müminler varlıkta şımarmamalı. Yoklukta da sabretmeli. Acıyı bal eylemesini bilmeli” dedi, teknik olarak doğru sözler tabii. Zengin şımarmamalı. Yoksul da sabırlı olmalı. Dünyanın sonuymuş gibi davranmamalı.

İyi, güzel de…

Yoksullar, eğer o “şımarmaması vaaz edilen zenginler” yüzünden yoksullaşmışsa (biz buna kapitalizmin doğal sonucu diyoruz) ve o yoksul istediği kadar sabretsin “öldür Allah” asla zenginle (yer değişmekten vazgeçtim) eşit seviyeye ulaşamayacaksa?..

O zaman neyin “sabrını” bekliyorsun? Niye “zıkkım gibi” acıya “bal” muamelesi yapacakmış?
Bu sözleri sömürü düzeninin ateşine odun taşıyanlardan, düzeni daha da acımasız hale getirenlerden, zengin-yoksul uçurumunu daha da açanlardan, patronlara dönüp “Bize şükredin. Grevi-hak aramayı yasakladık. Kıymetimizi bilin yani..” diye övünenlerden duymak biraz fazla “hakaretamiz” değil mi?

İngilizlerin (bak yine İngilizce havası yapıyor demeyin) güzel bir deyimi var:

“To add insult to injury” (Yaralı insana bir de hakaret ederek acısını katlamak) derler. Tam o hesap.

Ayıp oluyor yani. Biraz vicdan yani.
****
TTB ve Şebnem Hoca

Devleti, aynı devletin başına on yıllardır bela olan ve temellerine dinamit koymaya ant içmiş bir alçak terörist örgüte teslim edenler, bugün çıkmışlar “Falanca kurum, filanca dernek teröristlerin eline geçti” diye konuşma hakkını kendinde nasıl görebiliyor? Cumhuriyet düşmanı Pennsylvanialı Sümüklü Vaiz’in eli kanlı teşkilatına, Harbiye’den adliyeye, Hariciye’den Mülkiye’ye tüm kurumların anahtarlarını kendi elleriyle verenler, “Filanca derneğin yöneticisi teröristtir. Onu oradan almak lazım” diye nasıl pişkince ve utanmadan iftirada bulunabiliyor? Anlamak, gerçekten mümkün değil.

Lafı eğip bükmeden söyleyeyim:

Türk Tabipleri Birliği (TTB)’nin başkanlığına yeni seçilen Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’dan söz ediyorum. Şebnem Hoca’nın dünya görüşüne, bazı faaliyetlerine, geçmişine, geçmişte aldığı ya da almadığı tavırlara, kimi desteklediğine vs. herkesin desteği de itirazı da olabilir. Benim de var. Pek çok konuda aynı düşünmüyorum. Hatta ve hatta, Türk Tabipleri Birliği gibi “Tıp bilimine, toplumun sağlık sorunlarına ve meslektaşların dertlerine odaklı” çalışan bir teşkilatın başına, keşke sadece “siyasi duruşu değil, bilim insanı olarak kimliği daha öne çıkmış” birini seçselerdi diyorum.

Ama bütün bunlar, TTB’nin kongresine katılmış “delegelerin iradesini” yok saymaya ve Şebnem Hoca’yı elinizde hiçbir kanıt ve hüküm yokken “terörist” olarak damgalamaya yaftalamaya imkân vermez kimseye. Üstelik bunu yapmak bir suctur. O zaman demokratik kitle örgütlerinin “üye iradesi”ni çöpe atmış olursunuz. Hem örgüt içinden hem de bu pırıl pırıl meslek örgütünü (aynı zamanda bilim mihrakını) ezmeye yeminli yasakçı faşist kafalardan gelen baskıya boyun eğersiniz. Hukuk devleti ve demokratik toplum ilkelerini nasıl savunacağız o zaman?
====================================
Dostlar,

Değerli Arapkirli’ye, bu sitede ve daha pek çok ortamda yayınlanan Ş. K. Fincancı hakkındaki belgelere göz atmasını öneriyoruz; “hiçbir kanıt ve hüküm yokken” demesi karşısında.

Bir de, halen yaşamda olan, demokrasi şehidi Uğur Mumcu’nun ağabeyi Av. Ceyhan Mumcu ile bir telefon görüşmesi yapmasını.. Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok cinayetlerinde yakalanan sanıkların yargılanacağı Umut davasında her nasılsa devreye giren / sokulan Dr. Fincancı’nın sanıkları görüp muayene etmeden düzenlediği adli raporlarla bu kritik davanın gidişini nasıl derinden etkilediğini, Dr. Fincancı hakkında, başvurusuna karşın TTB tarafından bir disiplin işlemi yapılmadığını……. da bilgi edinmesini… bekliyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 17 Ekim 2020, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

Sehven demokrasi

Zafer Arapkirli

Sehven demokrasi

Herhangi bir ayıbı, yamuk-yumuğu, yolsuzluğu, hırsızlığı, kepazeliği ortaya çıkardın mı, önce okkalı bir hakaret işitiyorsun.

Ardından hemen “sopa gösterme”. Malum “asarım keserim, dilini koparırım, valideni bellerim…” babında bir “çirkeflik.”

Bunlarla örtülemeyecek, belgeli-kanıtlı bir şekilde “çaktın” mı da en ucuz ve en bayat numaraya başvururlar. Şu mahut, “sehven” numarası. En pişkin, en yüzsüzce “sıyrılma” egzersizi.

Bu işin geçmişi uzun yıllar öncesine kadar dayanıyor. Hatırlar mısınız, Ergenekon kumpası sanıklarından (halen CHP İzmir Milletvekili) emekli Pilot Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin başına gelenleri? Utanmaz bir kumpasçı, gözaltına aldıkları Teğmen Çelebi’nin telefonuna bazı numaralar yüklemeye çalıştığı sırada suçüstü yakalanınca “sehven” deyip işin içinden sıyrılmaya çalışmıştı da rezil kepaze olmuştu kumpasçılar. Pek çoğu bunun gibi suçüstü yakalanmadı ama Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, OdaTV, Cumhuriyet gazetesi, Gezi kumpas davaları sürecinde pek çok benzer “sehven şerefsizlik” hadiseleri bu ülkenin kapkara “hafıza disk”ine tarihi lekeler olarak kazınmıştı.

Ama bu “sehven” işini moda edindiler.

Geçenlerde, bir eski ünlü siyasetçinin “hakem” olarak vazife yaptığı bir mahkemede “Lehine karar çıkardığı bir büyük inşaat şirketinin yönetim kuruluna atanması” ortaya çıkınca, hemen bu “sehven can simidi”ne sarıldılar. “Aa.. Öyle mi yapmışız? Yok canım. Sehven yapılmış bir açıklama o. İletişim kopukluğu şeysi” diye utanmazca su yüzüne çıkmaya çalıştılar. Oysa, atanma kararı, ilgili kamu kuruluşuna “babalar gibi” bildirilmişti.

Bir başka hadisede, Ana Muhalefet Partisi’nin bir milletvekili Sağlık Bakan Yardımcısı’nın da dahil olduğu bir bilimsel bildiri metninde “COVID-19 olgularının şubat ayından itibaren kaydedildiği” bilgisinin yer aldığını açıklayınca… Yine, “Aa.. Öyle mi? Yok canım. Sehvendir o. Yapar mıyız öyle şey.. Dil-kalem-klavye sürçmesi” mealinde bir yanıt veriliyor.

Yakın geçmişte, resmi belgelerde, bildirimlerde, tablolarda yer alan ve “ortaya çıktığı anda yüzlerini kızartacak” her türlü istihbarat, malumat ve veriye aynı muameleyi yaptılar, göz göre göre:

“Sehven yazılmış, sehven söylenmiş, sehven yer almış…”

Zaten, TÜİK’ten TFF’ye, Sağlık Bakanlığı’ndan Merkez Bankası’na, Milli Eğitim’den Ticaret Bakanlığı’na kadar, yayımladıkları her bir sayfa duyuruya güven kalmamış bir rejimden söz ediyoruz.

Bir de tam anlamı ile “kör parmağım gözüne” niteliğindeki ayıplar suratlarına vurulduğunda, pişkin pişkin “sehven” diyerek işin içinden sıyrılma çabası…

Olmuyor hanımlar/beyler.

Bu ülkenin itibarı sizlerle ağır yaralar aldı, alıyor ve öyle anlaşılmakta ki o koltuklarda, o makamlarda oturmaya devam ettiğiniz sürece almaya da devam edecek.

İçeride ve dışarıda “itibar”, altın varaklı koltuklarla, altın işlemeli su-şerbet bardakları ile milyon liralık gıcır gıcır, siyah renkli, tercihan tepesinde arkasında ön ızgaralarında mavi-kırmızı çakarlı, iri kıyım ve kırmızı plakalı araçlarla olmuyor.

İtibar tam da budur işte: Sözüne, yaptığına, açıkladığına güvenilmek ya da güvenilmemek meselesidir.

Bir sıçrarsın “sehven”, iki sıçrarsın “sehven”.. Üçüncü de “üç paralık” olur itibarın.

Üzgünüm Leyla.

Seçmece virüs

Şimdi de tıp kitaplarını yeniden yazmaya başladılar.

Virüs denen kahrolası yaratığın, “insan seçtiğini, kitle seçtiğini” öne süren teoriler geliştirdiler.

Mesela, kahvehanelerde insanların birbirlerine bulaştırabileceğine ama mekânın adı “cafe” olunca virüsün daha kibar ve insaflı davranabildiğini iddia ediyorlar.

Mesela, konser salonuna, tiyatro salonuna “gıcığı” olan bu melun “Covid hayvanı”nın, cami cemaatine ve AVM müşterisine dokunmaktan imtina edebileceğini söylüyorlar.

Mesela, baro seçimi için toplanacak avukatlara “acımasızca davranabilme ihtimali” olan virüs hazretlerinin siyasi parti kongresinde “mum gibi” edilebileceğine dair bir yerlerden fetva aldıkları sanılıyor.

Yapmayın hanımlar/beyler…

Bu ülke sizinle rezil ü rüsva oluyor.

Dahili ve harici

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli

Dahili ve harici

Rejimin, adeta bire bir “ruhunu” yansıtırcasına, “Milli iradenin tecelligâhı”nın duvarına dev bir portresini asmışlardı “Tek Adam”ın. Bir de “Riyaset”in armasını, yani Cumhurbaşkanlığı forsunu.

Sadece bu jest bile yeni rejimin muhtevasını, yani “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” şiarının reddini tescil etmekteydi. Bir yandan, o çatı altında temsil edilen bir siyasi partinin liderini kürsüye çıkarıp konuştururken, diğer partilerin lider ve üyelerini konser veya konferans “dinleyicisi” konumuna düşürmenin garabeti, diğer yandan da o konuşmanın hemen her yerinde kendi kendini tekzip eden bir zihniyetin “Kayıtsız şartsız hâkimiyetini” simgeleyen bir temsildi dün Ankara’da oynanan.

Tek Adam, kürsüde “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, Meclisimizin de kendi alanına yönelmesine imkân sağlamıştır” derken, bu “kendi alanı” kavramından neyi kastettiğini pek açıklamasa da ima etmek istediği şey belliydi. Bir zamanlar gerçekten “Milli İrade’nin Tecelligâhı” (bu ifade bizzat Cumhurbaşkanı’na ait) iken, açık açık “Bu Meclis artık memleketi yönetme sevdasından vazgeçip bizim yolladığımız tasarıları oylamak sureti ile önümüzü açsınlar” demeye getiriyordu.

O kürsüde konuşurken bir grup milletvekili bahçede oturma eylemi yaparak o “Milli İrade Mabedi”nden nasıl dışlandıklarını, orada nasıl bir “aksesuvar” haline getirildiklerini, tepelerinde asılı duran birer fezleke ile her an “kapı dışarı” edilmeyi beklemelerini protesto ediyorlardı.

Tek Adam rejiminin başı, konuşmasında uluslararası sisteme ve güncel gelişmelere ilişkin görüşlerini ayrıntılı biçimde anlatır ve eleştirirken, iç siyasete neredeyse hiç girmedi. Aslında (anlaşılan o ki) girmek zorunda da hissetmiyordu kendini. Çünkü bir siyasi partinin lideri olduğu halde adeta kendisini ait hissetmediği ve “rejimin bir detayı” olarak gördüğü o Yüce Meclis’e ihtiyacı bile olmadan dahili meselelerin tayinini ve hallini kendi “Sarayı”nın konusu olarak görmekteydi.

Mesela, “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan kurumların zaman içinde nasıl çatırdadığını ve dünyanın sorunlarına çare olamadığını” anlatırken kendi ülkesinde henüz 5 yılı bile doldurmamış sistemin, bırakın çatırdamayı, her anlamda felç olduğunu görmezden, bilmezden gelen bir üslup kullanıyordu. Bu “mefluç” durumun, ülkenin tüm kökleşmiş ve çözülemeyen sorunlarına çare olmak bir yana geleceğini de kararttığını gizlemeye çalışıyordu.

Yine “uluslararası düzen”den örnek vererek mahut “Dünya Beşten Büyüktür şiarını tekrarlarken “Saray, Seksen Üç Milyondan Büyüktür” şiarını dağa taşa yazdırmanın hayali içinde olduklarını da unutturmaya çalışan bir tavır içindeydi.

Adaletsizliğin kol gezdiği, ATATÜRK Cumhuriyeti’nin tüm köklü kurumlarının yerle bir edildiği, “kendinden olmayan, kendi gibi düşünmeyen tüm siyasi parti, dernek, kurum ve kuruluşları” tarihe gömmeye, yandaş olmayanları susturmaya, kapatmaya, ekranlarını ve dahi hayatlarını kapatmaya yemin etmiş bir hasmane programı uygulamanın teorisini yapmamış gibi davranmaktaydı.

Ermenistan’dan Libya’ya, Suriye’den Kafkasya’ya, Karabağ’a uzanan uzun analizlerden sonra ekonomiye getirdi sözü.

“Gezi”yi suçladı. “15 Temmuz”a bağladı. Sonunda Covid’e attı topu. Buna rağmen “Hızla toparlanıyoruz” dedi. Covid verilerini açıklayan Sağlık Bakanı kadar inandırıcıydı(!) tabii ki.

Bir grup taraftarının alkışları arasında “Tecelligâh”tan ayrılırken, o binanın sakinlerini adeta “ilgilendirmediğine” inandıkları yasa tasarıları, geleceğe yönelik plan ve programlar, idamdan siyasi parti yasalarına, seçim sisteminden Meclis İç Tüzüğü’ne kadar pek çok “tasarım” başka binada, kaçak olduğu mahkemelerce tescillenmiş bir Saray’da belki de çoktan hazırlanmış, kurye ile 1920 doğumlu bu “Yüce Çatı”ya gönderilmeyi bekliyordu bile.

Ve ülke hızla çöküşe sürüklenmekteydi.

Alevler, toz ve duman bulutu, iniltilerin duyulduğu hastane koridorları, çığlıkların yükseldiği zindan ve işkencehaneler, açlıktan guruldayan mide sesleri, işsizlikten intihar eden insanların arkasından dökülen gözyaşları ve yandaş cenahtan gelen artık “cılızlaşmış” alkışlar arasında.

Patlak fren…

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli

Patlak fren…

25 Eylül 2020 Cumhuriyet
12 Eylül sonrası, her şeye yeniden “ayar verildiği” ve iğneden ipliğe her şeyin faşist cuntacılar tarafından değiştirilmeye başlandığı günlerdi. Bu ülkenin daha o günlerden beri en büyük yaralarından biri olan ve acılarını sıkıntılarını hâlâ yaşamakta olduğumuz “YÖK düzeni”nin temelleri atılmaya başlanmıştı. Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın odağında bulunduğu bu “tasarım ekibi”nin üniversite sistemini allak bullak ettiği ve hallaç pamuğu gibi attığı dönemden söz ediyorum.

O üniversiteyi oraya, bunu buraya, ötekini şuraya bağladıkları, sadece bilimsel özerkliği ve akademiyi lime lime ettikleri yetmiyormuş gibi abuk sabuk birleştirmeler ve ayırmalar yapıyorlardı. O günlerde ülkenin ve hatta dünyanın en çok satan (Rahmetli Oğuz Aral’ın) Gırgır dergisinde (sanıyorum Latif Demirci’nin) bir karikatürünü hiç unutmam.

Prof. Doğramacı, kürsüde “Şu okulu şuraya, bu okulu buraya bağlıyoruz” diye konuşurken, biri gelip soruyor:

“Hocam Elektrik Fakültesi’ni ne yapalım?”

“Onu da fişe takın” diye yanıt veriyor.

Bugünkü duruma bakıyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısı ile hem teknik hem de içerik olarak oynamadıkları bir tane kurum, bir tane organ, bir tane kuruluş ve mektep kaldı mı?

Tanımlar ve görevler öylesine karmakarışık hale geldi ki her sabah yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararları ile durum iyice içinden çıkılmaz hale geliyor.

Kimin ne ile ilgilendiği ve neyin çözümünün kimden bekleneceği de tam bir kaosa dönüşmüş halde.

Başında “Çokomelli Damat”ın bulunduğu kasa (siz Hazine diyebilirsiniz) zaten tamtakır olduğu için, artık nereye neyin harcandığı da sorgulanamadığından, tam bir “mevlam kayıra” iklimi oluştu.

En önemli harcama kalemleri olması gereken sağlık ve eğitim için nereden para bulunacağı merak konusu. O yüzden mesela, bu karmaşaya dikkat çekmek üzere Cem Yılmaz, “Aşıyı da Acun ya da Nusret bulur herhalde” diye okkalı bir espri patlatıverdi geçen gece Global’de Candaş Tolga Işık’ın programında.

Tableti belediyeler ya da hayır kurumları ve hatta Cumhurbaşkanı’nın “SİHA’cı damadı” dağıtıyor. Hale bakar mısınız?

FATİH tabletleri ne oldu? “İstanbul’u fethe gittiler. Telefonları da çekmiyor sanırım. Ulaşamıyoruz” esprisi yapsam, olupbitenlerden daha abuk bir espri mi olur? Bence olmaz.

Özetle: Patlamış frenle, delik deşik lastiklerle nereye kadar?

İşin şakası bir yana, devletin geldiği hale gülmekle ağlamak arasında gidip geliyorsak, durum vahim demektir. Hayırlar ola..

Şeytan ayetleri

Futbol dünyasında zaten hiçbir zaman durulmamış sular, bir anda bir tsunamiye dönüştü ve eski milli futbolcu ve deneyimli futbol yorumcusu Rıdvan Dilmen’in zehir zemberek “solo” tiradı ile yeni bir boyut kazandı. İçinde bolca “siyaset-ticaret-hamaset” bulunan ve aslında çok fazla bilinmeyen konulardan ibaret olmayan bu ifşaata, ilk anda suçlananlar “mahkemede hesaplaşırız” yollu yanıtlar verseler de kimse fazla uzatmak yanlısı görünmüyor.

Nedeni de gayet basit.

Rıdvan Dilmen bu çıkışı yaparken, (kullandığı cümlelerden de ve konu başlıklarından da anlaşılacağı üzere) arkasına “Sayın Cumhurbaşkanımız”ı alarak ve muarızlarını “Ulan FETÖ’cü alçaklar-hainlerçapsızlar” (sözler ona ait) etiketi ile damgalarken çok akıllı bir strateji izledi. Yani. Bir bakıma şunu diyor, şu hesabı yapıyordu:

“Sıkıysa bu iddialara cevap verin bakalım. Karşımda saf tutarsanız, ya Sayın Cumhurbaşkanımıza karşı tavır alıyorsunuz, ya da (aynı zamanda) FETÖ’cülüğünüz tescillenir” demeye getirdi.

Zaten, Türkiye böyle bir yer. Bugüne kadar “Konuşursam, kimse sokağa çıkamaz. Konuşacağım ve her şeyi açıklayacağım. Herkesin ipliğini tek tek pazara çıkaracağım…” tehdidini savuranların hemen hiçbiri bu dediğini yapmaz, yapamaz. İki gün sonra ağızlarına “görünmeyen bir el” tarafından fermuar çekiliverir ya da tırsarlar, korkarlar.

Rıdvan kardeşimiz, bu anlamda bu yola başvuranların en “delikanlısı” çıktı. Dediğini yapıp “takır takır” konuştu. Ama…

“Ama”sı şu:

Eğer, anlattıkları muktediri rahatsız edebilecek ve deyim yerindeyse “tersten çakmak” anlamına gelecek şeyler olsaydı, iktidarı rahatsız edecek, FETÖ’ye yüklenen değil de o alçaklar güruhunun işine gelebilecek şeyler olsaydı, bu kadar cesur davranabilir miydi? Çalıştığı medya kuruluşu (Doğuş-NTV) buna izin verir miydi? Cevabını siz verin.