Etiket arşivi: Prof. Dr. D. Ali Ercan

MELEN Çayı’nın ACI YAZGISI


MELEN’in ACI YAZGISI

Ali_Ercan_portresiDeğerli arkadaşlar,

Megakent İstanbul, Düzce ve yöresini kurutmak pahasına Melen Çayından su çekiyor. 15 milyon nüfuslu İstanbul’u besleyen barajlardaki su düzeylerinde şimdiye dek görülmedik ölçüde düşüşler var.
Yıllardan beri söylüyoruz,

  • “Türkiye su yoksulu bir ülkedir, su zengini değildir, Toprak ve su potansiyeli olarak 40 milyon nüfustan fazlasını insan gibi yaşatabilecek bir ülke değildir.” diye;

ama anlayan dinleyen olmadı.. Bir zamanlar “Türkiye su zengini bir Ülkedir, adam başı 2 bin m3 / yıl dolayında su potansiyelimiz var..” diyen uzmanlar(!) bile, şimdilerde ” aaa, Türkiye gerçekten su yoksulu bir Ülkeymiş” demeye başladılar. æ

Melen Çayı
Dosya:Buyuk-melen-duzce (1).JPG

 

Istanbul’a su sağlayan Melen Çayı’nda da kuraklığa bağlı olarak
su düzeyinde 80 cm düşüş oldu.
 

Uzmanlar, Melen Çayı’nın İstanbul’a çare olamayacağı görüşünde.
Eylül ayının sonuna dek etkili yağışlar beklemiyoruz.

  • Durum çok ciddi.

Sakarya’nın Kocaali ilçesine bağlı Ortaköy beldesinde bulunan regülatör ile Melen Çayı’ndan İstanbul’a geçen yıl 160 milyon metreküp su sağlandı.
Bu yıl ise Melen Çayı’nın %80’inin bulunduğu Düzce’de kuraklık etkilerini göstermeye başladı. Melen Çayı’nda ve besleyen derelerde su düzeyi düştü. Vatan’ın haberine göre; geçen yıl Şubat ayı ile kıyaslandığında çaydaki su düzeyinde yaklaşık 80 cm’lik düşüş olduğu belirlendi.
Düzce’nin Cumayeri İlçesi Dokuz değirmen köyündeki köprünün ayaklarında ve çay yatağında su düzeyindeki düşüşün izleri belli oluyor. Geçen yıllarda mayıs ayına dek karların bulunduğu Kardüz Yaylası’nda ise çok az kar bulunması, kuraklığın boyutunu da gösteriyor.

Prof. Dr. Selahattin İncecik (İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Meteoroloji Mühendisliği Bölümü):

“Yıllık ortalama yağış miktarı yaklaşık 750 mm. En yüksek yağışlar Ekim-Mart ayları arasında görülür. Melen de yağış alamıyor. Melen suyunu taşımak fikri İstanbul için
en doğru proje. Ancak Melen; İstanbul’la aynı havzada yer aldığından,
yeterli yağış alamıyor.

  • İstanbul’un su havzaları yasalarla sıfır tolerans ile koruma altına alınmalıdır. 
  • Ömerli ve Terkos Havzası yaşamsal öneme sahip.
  • İstanbul’un kuzeyi mutlaka özel koruma altına alınmalıdır.

Kent çok hızlı büyüyor ve mevcut altyapı yetmiyor. Eylül ayının sonuna dek etkili yağışlar beklemiyoruz. Durum çok ciddi. Şebeke suyuyla araba yıkamasına son verilmeli.

  • İSKİ, tüm abonelerine faturayla birlikte tasarruf önlemlerini anlatan broşürlerden göndermeli. Kayıp, kaçak denetim altına alınmalı.
Meteoroloji Genel Müdürlüğü verilerine göre yağışlar geçen yıl Ocak ayında
önemli ölçüde azaldı. Bu yıl ocak ayı yağış ortalaması 60 mm. Normali ise 77 mm. Geçtiğimiz yıl Ocak ayı yağış ortalaması ise 100 mm. Yağışlar normale göre %22, geçen yıl Ocak ayı yağışına göre ise %39 azaldı. Marmara Bölgesi yağış ortalaması
52 mm. Normali 75 mm. 2013 Ocak ayı yağışı ise 108 mm’dir. Yağışlarda normale göre %31 geçen yıl Ocak ayı yağışına göre ise %52 azalma gözlendi.
Devlet Su İşleri eski yönetici olan ve Melen Projesi’nde görev alan
Su Politikaları Uzmanı Dursun Yıldız şunları söylüyor:
“Melen, mega kentin can damarı durumuna geldi. İstanbul’da Melen Projesi dışında depolama kapasitesi oluşturacak yer yok. Ankara’nın içme suyu depolama oranı İstanbul’un 2 katı. Kaldı ki, İstanbul’un nüfusu Ankara’nın 3 katı. Şu an Melen’den
yılda 257 milyon metreküp su almayı düşünüyoruz. Projenin 3 ve 4’üncü aşamaları gerçekleştiğinde rakam 1 milyar metreküp üzerine çıkacak. İstanbul için Melen havzasındaki toplama kapasitesi ve suyun akım gücü bir koşulla yeterli olur : 

İstanbul bir an önce kendine çeki düzen vermek zorundadır. Şehirdeki yitik-kaçak oranı %30 düzeyinde. Günde 2,5 milyon metreküp su verilen bir kentte %30 çok önemli bir orandır. Yılda 850 milyon metreküp su tüketen İstanbul’da yitik-kaçak 250 milyon metreküp yapar. Bu oranı %15’e çeksek 1 yılda Melen’den gelen suyun yarısı ölçüsünde tasarruf sağlamış oluruz. Şayet Melen Havzası’nda da kurak döneme girilirse, denizden su arıtma veya sitelerdeki atık suyun yeniden arıtılması
gibi çözümlere yönelmek gerekecek.”

Prof. Dr. D. Ali ERCAN
Milliyet

ÇİN ABD’ni Geçer mi??

Dostlar,

Bu sitede, Cumhuriyet’imizin 100. yılında, 2023’te Türkiye, AKP sözcülerinin masalsı anlatımları ile Dünyanın ilk 10 büyük ekonomisi içine girebilir mi.. sorunsalını kapsamlı bir makale ile matematiksel olarak işlemiştik..
(Top 10 Biggest Economies in the World 2013; http://ahmetsaltik.net/2013/09/19/top-10-biggest-economies-in-the-world-2013/, 9.10.13)

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan da bizim görüşlerimize destek veriyor..

Matematiksel olarak Türkiye’nin Hindistan’ı (2 Tr $) yakalaması, Hindistan’ın bu tempo ile gitmesi (ort. %7 büyüme) durumunda, araya başka bir ülkenin de girmeyeceği varsayımı ile, Türkiye’nin 800 Bn $’dan +2 Tr $’a erişmesi 2023’e dek 10 yıl boyunca sürekli, yaklaşık % 20’ye yakın (yıllık!) büyümesine bağlı… Böylesi bir ekonomik performasn Dünya iktisat tarihinde yok… diye değerlendirmiştik..

Ne var ki, İktisat eğitimli Başbakan R.T. Erdoğan’dan Maliya Bakanı Mr. M. Simsek ve Kalınma Bakanı Cevdet beye dek AKP öncüleri bu masalı halka anlatmayı sürdürüyorlar..

“Apaçık yalan söylüyor” ve az eğitimli, matematik bilmez ve kullanmaz,
halkı kandırıyorlar.. desek suç olur mu?

“Matematiksel düşünce” diye bir olgunun düşsel kaldığı bir kalabalık ülke halkına
bu yolda fantezileri politika adına sunmak mı daha ahlak dışı, bizim bunu yapanlara “yalan söylüyorlar” dememiz mi??

Son olarak;

“Ekonomik büyüme” (Economic growth) ile
“Ekonomik Kalkınma” (Economic Development)

kavramlarının aynı olmadığını belirtelim..
İlki, ekonomik göstergelerin büyümei – şişmesidir; halkın gönencine adaletli yansıması dikkate alınmadan..

İkincisi ise; “Ekonomik Kalkınma” (Economic Development)” büyüyen ekonominin nimetlerinin hakkaniyetle paylaşımı; Gelir Dağılımının Gini katsayısı üzerinden iyileşmesi (küçülüp kuramsal olarak sıfıra yaklaşması; Lorenz eğrisinin tam lineer-doğrusal oluşu – bel vermemesi), UNDP‘nin (UN Development Programme)
BM Kalkınma Programı) İGİ (İnsansal Gelişim İndeksi – HDI; Human Development Index) sıralamasında yukarılara tırmanması.. demektir..

Türkiye Kasım 2002’de HDI sıralamasında 82. sırada idi AKP iktidar olduğunda..
Kasım 2012’de .722’lik skor ile  84. sırada (http://countryeconomy.com/hdi);
yani 11 yıldır ilerlemek şöyle durun, 2 sıra daha gerilemiş durumda..

AKP ekonomisinin somut sınavı bu ölçüt.. gerisi boş laf..
AKP’nin eski Maliye Bakanı ve Başbakan Yrd. Abdüllatif Şener‘in söylemiyle 17 Aralık 2013’te patlayan yüzyılın devlet soygununda mali portre 630 milyon Dolardır..
Prof. Sinan Sönmez’e göre 10 yılın toplam soygunu 342 milyar Dolardır..
(342 Milyar Doları Kim Yedi ??, http://ahmetsaltik.net/2014/01/09/342-milyar-dolari-kim-yedi/, 09.01.2014)

Bu muazzam soygun ile 2013 ve 2014 Türkiye HDI verileri kaç çıkar dersiniz??
Ve de 2023’te hala ilk 10 ekonomi içine girebileceğimizi hülyasına inanıyor musunuz?

Sevgi ve saygıyla
07.02.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

================================

Çin ABD’ni geçer mi? 

 Portresi_gulumseyen

Prof. Dr. D. Ali Ercan
 

“2023’te Türkiye’nin Dünyadaki ilk 10 Büyük ekonomi arasında yer alacağı” yönündeki resmi demeçlere karşın, IMF tarafından yayınlanan kestirimler arasında büyük farklılıklar var. Örneğin IMF‘nin 2018 kestirim listesi (yuvarlatılmış yaklaşık rakamlarla) aşağıdaki gibidir. Türkiye 1 trilyon 200 milyar $ GNP (AS: GNP, İngilizce “Gross National Product” ın uluslararası kısaltması olup GSMH ile eş anlamlıdır..)
ile 17. sırada; daha doğrusu şu andaki sıralamada büyük bir değişiklik yok.
21 trilyon $ ile ABD yine başı çekiyor.

İki ay önce sizlere Çin’in ekonomik sıralamada ABD’yi yakalaması üzerine bir öngörümü yollamış ve şunu sorgulamıştım;

Çin ABD’ni geçer mi?

Çin’in zaman ortalamasında kararlı bir biçimde ilerlediğini,
her yıl ABD ekonomik gücüne biraz daha yaklaştığını söyleyebiliriz.

Cin_ABD_ekonomik_yarisi1975’te Çin’in GSMH’sı ABD’nin 1/5’i kadardı, şimdi yarısına geldi. Dünyanın 2. büyük ekonomisi oldu. Böyle giderse en geç 2040’ta Çin’in ABD’ni yakalayıp geçeceğini söyleyebiliriz. Bir yandan nüfusunu “kadın başına 1 çocuk” programıyla dizginlemeye çalışan Çin, gönenç katsayısını kesinlikle daha da yükseltecektir. Bu koşullarda, 2050’de Çin’in ABD ayarında bir süper güç olacak görünüyor.

Şimdi 1,35 milyar olan  Çin nüfusunun 2050’de 750-800 milyon ve kişi başına
ulusal gelirin 50 bin $ düzeyinde olacağını kestiriyorum. 

IMF’nin bu kestirimine göre 2040’ta değil, çok daha önce,
2030’larda Çin ABD’nin önünde olacak demektir.

Ve iletiyi şöyle bitirmişim:

Çin, kuruluşunun 100. yılında Dünyanın doruğunda olacak.
Peki, Türkiye kuruluşunun 100. yılında hangi düzeyde olacak dersiniz? (æ)

Doğallıkla, hüner Dünyanın ekonomisi en büyük ilk 10 ülkesi arasında olmak değil;
hüner Dünyanın en gelişkin ilk 10 ülkesi arasında yer almaktır.
Türkiye bugün 90-100 arası bir yerde bulunuyor gelişmişlik sıralamasında. æ

 

2018’de Ülkeler ve GNP

ABD 21,0  trilyon $
AB 20,0
Çin 15,0
Japonya 6,0
Almanya 4,0
Brezilya 3,4
Rusya 3,2
Fransa 3,1
İngiltere 3,0
Hindistan 3,0
İtalya 2,3
Kanada 2,2
Avustralya 1,8
G. Kore 1,7
Meksika 1,7
İspanya 1,5
Endonezya 1,5
Türkiye 1,2
Hollanda 0,9
S. Arabistan 0,9
İsveç 0,7
Tayvan 0,7
İsviçre 0,7
Polonya 0,7

Not        : Şu anda ~800 milyar $ GNP olan Türkiye’nin 5 yıl içinde 1200 milyar $’a çıkması için yıllık %8,5 gelişme hızı varsayılmış ki, hiç gerçekçi değil.

2018 Dünya GNP toplamı ~100 trilyon $, 2000 rakamı olan ~40 trilyon $’la kıyaslanırsa,
18 yılda ortalama % 5,2’lik gelişim var demektir; ~ %1,2 nüfus artışını çıkarırsak, küresel ölçekte net % 4/yıl gelişim hızı varsayılmış demektir.

İktisatçılar ne der bilmiyorum ama, bence bu  küresel finans balonunun ~% 4/yıl oranında şişirilişi ve Doların değer yitiğinden başka bir şey değil. Eğer Doların değer yitiği (enflasyon) %2,5/yıl dolayında ise o zaman küresel ölçekte yaratılan gerçek artı değer %1,5/yıl olurdu… æ

ŞEYTAN ÜÇGENİNDE DEMOKRASİ OYUNU


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan’ın son derece usta, çok öğretici içerikli yansılarını
dikkatle izlemek gerekiyor..

Öylesine öğretici ki..

Ali hocanın bu sunumunu sitemizde word dosyası olarak da yayımlamıştık..

İyi izlemeler.. ve Sn. Ercan’a teşekkürler..

Sevgi ve saygı ile.
27 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

ŞEYTAN ÜÇGENİNDE DEMOKRASİ OYUNU

Portresi_gulumseyen

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

Şeytan üçgeninde Demokrasi Oyunu…æ

ŞEYTAN ÜÇGENİNDE DEMOKRASİ OYUNU


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan, ADD Bilim – Danışma Kurulu Başkanıdır ve Nükleer Fizik uzmanıdır (Biz de aynı Kurulun yazmanıyız..). Savunma Sanayisi Müsteşarlığı‘ndan emeklidir. Çok iy matematik bildiği tartışma dışıdır. Ayrıca siyasete de yakın ilgi duymaktadır. Bu bağlamda seçim adaleti ve temiz seçim, güvenli seçim için
son zamanlarda artan bir çaba göstermektedir.

Aşağıda, bu bağlamda oldukça kapsamlı ve çok değerli bir yazısı yer alıyor.
pdf olarak da en sonda ekliyoruz. Konu, bu gün, 26.1.14 günü, ADD etkinliği olarak bir panelde işlendi..

21. Adalet ve Demokrasi Haftası kapsamında;
Devrim Şehitleri Uğur Mumcu ve
ADD Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Muammer AKSOY‘un
saygın anılarına

Özenle değerlendirilmesi dileğiyle ve Sn. Prof. Ercan’a şükranla..

Sevgi ve saygı ile.
26 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

ŞEYTAN ÜÇGENİNDE DEMOKRASİ OYUNU

Portresi_gulumseyen

 

Prof. Dr. D.Ali Ercan

 

Demokrasi kelimesi eski Grekçede “halk”  anlamına gelen Demos ve güç, kuvvet, iktidar anlamına gelen Kratos kelimelerinden türetilmiştir. Halkın halk tarafından yönetimi anlamına gelir. M. Kemal Atatürk buna kısaca “halkçılık” demişti.  Demokrasinin temel evrensel karakteristikleri eşitlik ve özgürlüktür. Seçim Demokrasinin vazgeçilmez koşuludur.

Eşitlik ilkesi gereğince seçimlerde her yurttaşın eşit ağırlıklı bir oyu vardır. Sorgulamak gerekir; Ülkemizdeki demokrasi uygulamasında gerçekten öyle mi?

Dikkatinizi çekmek istediğim ikinci nokta 2002 yılındaki genel seçimdir. Tümüyle rastlantılar zinciri ile oluşamayacak ölçüde olasılık dışı görünen, çok derin bir toplum mühendisliği planlaması olduğunu düşündüğüm bu seçimde, Türkiye uzun yıllar geçse de etkilerini üzerinden kolay kolay atamayacağı siyasal bir şok yaşamıştır. YSK rakamlarıyla 41,4 milyon seçmenin % 21’inin katılmadığı bu seçimde, oyların büyük bir bölümü %10 barajına takılmış ve sonuçta seçmen kitlesinin % 60 kadarının oyları Meclis’e yansımamıştır. Bu nasıl oldu, ona bakalım;

AKP’nin oyları tüm seçmen oylarının yalnızca % 27’si kadardı… (AKP kökeni Refah son seçimlerde ortalama % 18 dolayında oy alıyordu. Seçime katılmayan seçmenler içinde AKP seçmeni yok denecek ölçüde azdır). Ancak seçmenlerin %21 kadarı, yani yaklaşık AKP seçmeni kadar büyük bir seçmen kitlesi yaz tatil dönemi olmadığı halde seçime katılmadı. Normal koşullarda seçmenlerin %15 kadarının seçimlere katılmayışı makul sayılabilir. Dolayısıyla seçmenlerin en az 2 milyon seçmeni seçimlerden uzak tutacak psikolojik etkinlik sağlanabilmişti. Üstelik bu seçimde ilk kez % 4 oranında geçersiz oy belirlendi; oysa bu seçime kadar ve bundan sonraki seçimlerde geçersiz oy oranı %2 dolayında kalmıştır. Böylece, AKP’nin %27’lik oyu katılımın %79 olduğu seçimde 27/79= %34 değerine ulaşmış oldu. Ancak Meclis’te %34 ün karşılığına gelen 0,34 x 550 = 187 sandalyeden çok daha fazlasını elde etti. Çünkü Başta DYP olmak üzere 16 Parti %10 barajı altında kalmış ve dolayısıyla katılım içerisindeki oylar %45 eksilmişti.

Bu seçimde dikkati çeken en ilginç olay bir evvelki seçimde %22,2 oy alan DSP’nin bu seçimde %1,2 ile 20 puvan birden kaybetmesi, adeta yok oluşuydu. APO’nun yakalanışında halkın sempatisini kazanan Ecevit,  Merwe olayındaki taktik açıdan yanlış tutumunun bedelini ağır ödemek durumunda kaldı. (açıklanacak) CHP+DSP 1999 da toplam %31 oy almışlardı; 2002’de toplamda 10 puvan yitirerek, ancak %21 alabildiler. 1999’da her iki Partiye oy veren seçmenlerin olasılıkla üçte biri bu kez seçime katılmadılar ve dolaylı olarak AKP’yi desteklemiş oldular. Sonuçta, AKP’nin %34’lük geçerli oy oranı kalan %55 içinde 34/55 = %63’üne karşılık geldi; ancak yine de Meclisteki sandalyelerin %63’ünü değil, %66,4’ünü, yani 365 milletvekilliği kazanmış oldu. Özetle %27, “milli irade” iddiasıyla  %100’ü 5 yıl boyunca yönetti.

AKP bir yandan demokratik görevini ihmal eden seçmenlerin seçime katılmayışları, öbür yandan seçim yasasının çarpık mantığından kaynaklanan adaletsizlikle Meclisteki sandalyelerin (nerdeyse) 3’te 2’sine sahip oldu; yani Anayasayı değiştirmek için gerekli mutlak çoğunluk 367 sayısına 2 eksik kaldı. Oysa seçim barajı %5 olsaydı, “her İl ‘ e otomatik +1 milletvekili” kuralı olmasaydı ve “d’Hondt sayım sistemi” yerine “oransal temsil” usulü uygulansaydı AKP ancak 225 milletvekili çıkarabilecekti.  AKP’nin hak ettiğinden 140 milletvekili fazladan çıkarmasının gerçek nedeni halk tarafından anlaşılmadı ve (haklı veya haksız) oyların çalındığı, sahtecilik yapıldığı yönünde “şaibe” söylentileri yayılmaya başladı…

Haritada 2002 seçim sonucunun ilçeler bazında ağırlıklı Parti oylarının dağılımı gösteriliyor. Trakya’da ve Ege-Akdeniz kıyı şeridinde CHP’nin Güney-Doğu Anadolu’da DEHAP’ın ve geri kalan yerlerde AKP’nin kazandığını görüyoruz. Orta Anadolu’da DEHAP’ın kazandığı tek ilçe Cihanbeyli.

Son 12 yılda yapılan seçimlere katılım oranı ortalama % 78 olmuştur. 2011 yılında yapılan seçimde rekor katılım oranı  %83 belirgin bir şekilde bu ortalamanın üzerindedir; bu fark yaklaşık 3 milyon ek seçmen demektir. 2007 ve 2009 seçimlerinde katılımın yüksek görünmesinin nedeni YSK tarafından Seçmen sayısının olduğundan 5 milyon düşük gösterilmesidir. Anayasa Referandumunda ise Anayasa değişikliğine %58 evet oyu çıkmıştır; ancak katılımın %74 oluşu göz önüne alınırsa, Mevcut Anayasa, halkın yalnızca %43’ünün “Evet” dediği bir Anayasadır.

Düşük eğitimli ve düşük gelirli toplumlarda Demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla ve düzgün bir şekilde işleyemeyeceğini ifade ederler sosyal bilimciler ve tüm kural ve kurumlarıyla demokratik işleyişi test eden 10 kadar belirteç sayarlar. Ben bu belirteçlerden en önemli olan dördünü, Gelir, Sosyal adalet, Eğitim ve katılımı içeren “Demokrasi Faktörü”nün (F) bir fonksiyonu olarak “Demokrasi katsayısı” (D) tanımlamak istiyorum. Demokrasi Faktörü büyüdükçe, Toplumun demokratik olgunluk düzeyini gösteren ve D=1-exp(-F/4) şeklinde üssel olarak artan Demokrasi katsayısı da doğal olarak yükselecektir. Türkiye’de kişi başına ortalama gelir Dünya ortalamasının yaklaşık 0,9’u kadarıdır (~ 9 bin dolar). Toplumda gelir dağılım adaletini gösteren Gini-katsayısı 0,40 tır (Ki gelişmiş, Uygar Ülkelerde bu katsayının 0,25-0,35 arasında olduğunu biliyoruz..).  Türkiye’de Seçmenlerin ortalama eğitim düzeyleri 6,3 yıl ve seçimlere katılım oranı ortalama %78’dir. Bu değerlerle Türkiye’nin Demokrasi katsayısını
0,60
olarak buluyoruz; bir başka anlatım ile “Türkiye’nin demokrasi notu 100 üzerinden 60’tır” diyebiliriz. 1. sıradaki İsveç’in Demokrasi katsayısının 0,99 olduğu, İsveç’le Türkiye arasında 40 dolayında Ülkenin bulunduğu göz önüne alındığında Demokrasimizin henüz “ileri Demokrasi” olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Şimdi gelelim Seçmen sayısının belirlenmesine… Bunun için Nüfus ve Yaş Dağılımı, Ortalama Yaşam süresi gibi demografik parametrelerin bilinmesi gerekir. Türkiye’nin Nüfusu, ilk kez 1927’ de yapılan ve her 5 yılda bir yinelenen Genel Nüfus sayımları ile belirleniyordu. 2000 yılından sonra bu güvenilir yöntem terk edilerek Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi temelinde nüfus kestirimleri yapılmaya başlandı. 1960’ta yaklaşık 28 milyon olan Nüfus, 2000 yılında 68 milyona erişmişti. Bir başka anlatım ile nüfusumuz 40 yılda 40 milyon, yani yılda ortalama 1 milyon artmıştı. Nüfus gelişim analizlerinden elde edilen sonuçlara göre, 2007’de 75,4 milyon olması beklenen nüfus TÜİK tarafından 70,6 milyon olarak bildirildi ve izleyen yıllarda da, eskiden olduğu gibi, yılda ~1 milyon artırılarak 2012 sonunda 75,6 milyon rakamına gelindi; Oysa 2013 yılı nüfusumuzun, 13 yılda en az 13 milyon artmış olarak 2013 yılında 81 milyonu aşmış olması beklenirdi. 

Avrupa ve Amerika’daki kimi resmi kurumlar da bu yönde tahminlerde bulunmuştur yaklaşık 5 milyon Yurttaşın kayıt dışına alınmış görüntüsü veren problematik bir durumla karşı karşıyayız. TUIK nüfusa kayıtlı, yani vatandaşlık numarası olan toplam 81 milyon kadar Türk vatandaşının bulunduğunu ve bunların 5 milyon kadarının yurt dışında yaşadığını, dolayısıyla Türkiye nüfusunun 76 milyondan daha fazla olamayacağını söylüyor. Ve 2007’den geriye doğru 1980’lere dek eski verilerin düzeltilmesi gerektiğini bildiriliyor.

Yıllık Nüfus artış hızını kadın başına çocuk sayısı ve toplumdaki ortalama yaşam süresi belirler. Kadın başına çocuk sayısı 2 olduğunda nüfus artış hızı sıfır olacak ve Nüfus sabit kalacak demektir. 2’den büyük olduğunda Nüfus artacak, 2 den küçük olduğunda azalacaktır.

Ancak kadınların ve erkeklerin toplam nüfus içindeki sayısal oranı ve ortalama yaşam süreleri aynı olmadığından bu eşitlikte 2 yerine yaklaşık 2,05 alınır. Türkiye’de kadın/erkek nüfus oranı fe/fk=0,505/0,495 tir.. (Yani her 51 erkeğe karşı 50 kadın var). Ortalama yaşam süreleri de 2013 yılında kadınlar için yk=66,3 yıl erkekler için ye=65,8 yıldır; bu verilerle 2 yerine 2,03 rakamı elde ediliyor.

Sonuçta Türkiye’nin şu andaki nüfus artış hızının binde 12 olduğunu ve nüfusumuzun her gün en az 2500 kişi arttığını söyleyebiliriz.

2000 yılı öncesi yapılan sayımlardan yıllık nüfus artış hızını da belirlemek mümkündür. Buna göre 1950’lerde binde 30 düzeyine kadar yükselmiş olan nüfus artış hızı 1960 sonrası inişe geçmiştir. 2000 de binde 16,5 olmuştur. Bu iniş eğiliminin (trendinin) sürerek 2050’lerde binde 5 düzeyinin altına ineceği kestiriliyor. 2000-2014 arasındaki yıllık nüfus artış hızları çarpımından 2014 yılı nüfusumuzun 2000 yılı önceki nüfus verileri temelinde, 2000 yılına göre % 21 dolayında arttığını, dolayısıyla 82 milyon dolayında olacağını kestirebiliriz. Zaten düz hesapla da yani 13 yılda 13 milyon artışla 68 milyondan 81 milyon üzerine çıkılacağını öngörmek de çok yanlış bir kestirim olmazdı.

Bu arada Türkiye’deki nüfus artışının gidişatını kıyaslamak için Dünya Nüfus artış hızına bakalım. Dünyada “Elektronik Çağ” diye adlandırılan bu dönemde, 1950-2000 arası nüfus patlamasının yaşandığı dönem oldu. Dünya tarihinde insanlığın nüfus artış hızı hiçbir dönemde bu denli yüksek olmamıştı.  (Grafikte 1960 yılında ilk kez piyasaya sürülen doğum kontrol haplarının ani etkisi de görülüyor.)

Bu dönemde Nüfus artış hızı Dünya ortalaması binde 22’leri gördü. Türkiye’de ise belirgin bir şekilde daha yüksek bir artış hızı gözlemlendi. Özellikle Güney Doğu Anadolu’da belli bir halk kesimi siyasal amaçlı güdülenmiş yerel nüfus politikasının etkisiyle binde 30 dolayındaki artış hızını sürdürdü.

Seçmen sayısını hesaplayabilmek için yalnızca nüfusu bilmek yetmez. Aynı nüfusta olan iki Ülkenin seçmen sayısı ortalama yaşam sürelerine göre farklı olabilir. Öncelikle yaş dağılım fonksiyonunun bilinmesi gerekir. Normal olarak yaş dağılım fonksiyonu 5 veya 6 parametreyle gösterilebilen bir polinom şeklindedir. Burada gösterildiği gibi ortalama yaş ve ortalama yaşam süresi matematik yöntemlerle belirlenebilir.  Örneğin 1990 yılında Türkiye’de ortalama yaşam süresi 51,4 yıl ve ortalama yaş ise 26,4 olarak hesaplanmıştır. 1990’da Seçmen sayısının tüm nüfusa oranı % 57’dir. İlerleyen yıllarda örneğin 2023’te bu oran
% 72 olacaktır.

Nüfus dağılımını basit bir modelle (yamuk+üçgen) gösterirsek, ortalama yaş ve ortalama yaşam süreleri de basit formüllerle ifade edilebilir:

Ortalama yaşam süresi X ≈ [(y+h)a+hb]/2y) ve

Ortalama Yaş x≈{ (2h+y)a2 +h(b2+3ab) } /3[(h+y)a+hb)] dir.

Özel hal; y=h olduğunda;

Ortalama yaşam süresi  X=a+b/2  ve

Ortalama yaş x=(3a2+b2+3a.b)/(6a + 3b)  eşitlikleriyle verilebilir.

Örneğin TUIK tarafından yayınlanan 2012 yaş dağılımından Ortalama yaşam süresi 66 yıl, ortalama yaş 34 olarak hesaplanmaktadır. 18 yaş ve üzeri Seçmen sayısının tüm nüfusa oranı da % 70’tir.  (Nüfusun % 30 u 18 yaş altı gençlik) 2000 yılı öncesi yapılan sayımlardan yıllık nüfus artış hızını da belirlemek mümkündür. Buna göre1970 e kadar % 25’lere kadar yükselen nüfus artış hızı 1970 sonrası inişe geçmiş ve 2000’de % 1,65 değerine inmiştir. Bu eğilim sürerek nüfus artış hızımızın 2050’lerde binde 5 düzeyinin altına ineceği Nüfus artışının sıfırlanacağı, nüfusun sabit kalacağı, hatta inişe geçeceği kestiriliyor. Ortalama yaşam süresi 2014’te 67 yıl olacak.

Eğer ortalama yaşam süresinin gidişatı güvenilir bir doğrulukla biliniyorsa ileriye doğru yaşam beklentisi de hesaplanabilir;  Bu grafikte gösterildiği gibi (t) zamanındaki ortalama yaşam süresi  ω ve 45 derecelik eğimle geçen doğrunun eğriyi kestiği nokta β ise o yıl doğanlar için beklenen ortalama ömür demektir.

Türkiye’nin Nüfus gelişimine bakacak olursak;

DİE tarafından yayınlanan 1960-2000 yılları arasındaki lojistik bir eğri (S-Curve) bize 2013 için 81 milyon değerini veriyor. TÜİK tarafından verilen “düzeltilmiş” değerler ise 1980’den başlayarak farklılık gösteriyor. Örneğin 2014 yılı nüfusu eski DİE değerleri temelinde hesaplandığında 82 milyon, yeni TÜİK verilerine göre 77 milyondur. Arada 5 milyonluk fark var. Seçmen sayısında da ~ 4 milyon fark demektir. Bu farkın geriye doğru eritilerek düzeltilmesi gerektiğini savunuyor şimdiki TÜİK yetkilileri.

18 yaş üzeri Seçmen sayısının Nüfusa oranı (S%) Ortalama yaşam süresinin bir fonksiyonu olarak belirlenebilir. Ortalama yaşam süresinin ~68 yıl olması beklenen 2015’te, ~55 milyon olur. (Eski DİE verilerine göre hesapladığımızda ~59 milyon buluyoruz) Özetle şunu söyleyebiliriz.  Ortalama yaşam süresini veya Yaş dağılımını biliyorsak Seçmen/Nüfus orantısını bulabiliriz. Nüfus da biliniyorsa, buradan seçmen sayısını hesaplamak kolaydır.

2007 yılında YSK seçmen sayısını 42,8 milyon olarak ilan etti ve sonuçları bu seçmen sayısı üzerinden verdi. Oysa TÜİK’in verilerinden gördüğümüz kadarıyla seçmen sayısı en az 48,2 milyondu. 2002-7 arasında ~7 milyonluk bir fark olması gerekirken YSK 1,4 milyonluk bir artış yaptı; 5,4 milyon seçmen kayıtlardan silinmiş, adeta buharlaşmıştı. 2011 seçiminde ise ~10 milyonluk bir artışla seçmen sayısı 52,5 milyon olarak verildi. Bu kez de 5,9 milyon seçmenin kayıtlara (seçmen kütüklerine) girdiği anlaşıldı (500 bin fazlalık?!) Sonuçta bir düzeltmeden söz edilse de kafa karıştırıcı bu işlemler birtakım manüplasyon söylentilerine yol açtı.

Değerli arkadaşlar;

Buraya dek ağırlıklı olarak demografik durumdan, Nüfus ve Seçmen sayısındaki tutarsızlıklardan söz ettik. TÜİK ve YSK gibi önemli kurumların verdikleri rakamların güvenirliği maalesef tartışmalı hale gelmiştir. Zaten kör-topal yürüyen bir Demokrasi uygulamasının Devlet kurumlarının ciddiyetle bağdaşmayan verileri nedeniyle gölgelenmesi yanında özgür seçmen iradesinin gerçekleşmesini engelleyen 12 Eylül ürünü çarpık mantıklı seçim yasasından kaynaklanan adaletsizliği yaratan kısıtları “şeytan üçgeni” olarak betimlemek istedim.

Eşit ve özgür olarak kullandığımızı sandığımız oylarımız üç yönden kısıt altına sokulmuştur.

1- %10 Ülke Barajı,

2-Her ile nüfustan bağımsız, otomatik +1 milletvekili tahsisi,

3-Oyların sayımında d’Hondt Yöntemi

Bunları kısaca gözden geçirelim;

Avrupa Ülkelerinde % 10 baraj uygulayan bir Ülke yok.  Nüfusu 140 milyon olan Rusya’da bile Ülke barajı %7 olarak belirlenmiş. Nüfusu yaklaşık Türkiye Nüfusu kadar olan Almanya’da Baraj %5’tir. Ülkelerin nüfusları küçüldükçe baraj oranının da küçüldüğünü görüyoruz. Nüfusu 10 milyon altındaki Ülkelerde baraj hemen tümüyle kaldırılmış durumdadır. Komşumuz Yunanistan’da %3 Demokrasi örneği diyebileceğimiz İsveç’te %4 uygulanmaktadır.

  • Herhalde Türkiye için en uygunu % 5’tir. 

Oylarımızın eşit temsili önündeki bir başka engel Milletvekili kontenjanının belirlenmesinde başvurulan “basamak sisteminin” doğurduğu adaletsizliktir. (Bu tabloda 2, 3, 4, 5, ve 6 milletvekili kontenjan sınırlarındaki İl’ler ve nüfusları gösteriliyor. Seçmen sayısı nüfusa orantılı) Örn. Elazığ 563 binlik nüfusu ile 4 MV basamağına alınmış. Aynı basamağın en altındaki Muş’tan tam 150 bin fazla nüfusu olmasına karşın her iki ilden de 4 er Milletvekili seçiliyor.

Bir başka anlatım ile Elazığ’ın 150 binlik fazlası (~100 bin seçmen fazlası) hiçbir fark getirmiyor.

Öte yandan nüfusu Elazığ’dan yalnızca 10 bin fazla olan Kütahya 5 milletvekili çıkarıyor.

Bu adaletsizlik bir milletvekili için gerekli oy sayısı aralığında İl’lerin nüfuslarına göre basamaklara ayrılması ve böylece her İl’in milletvekili kontenjanını belirlemek usulünden kaynaklanıyor. Basamak sınırları arasında kalan fazlalık oylar sandıklara atılmış olsa da aslında İlin temsili açısından etkin bir değer taşımıyor.  Türkiye genelinde “basamak kurbanı” diyebileceğimiz oy sayısı yaklaşık 3,5 milyondur.

Basamak sorunundan daha büyük haksızlık kaynağı ise her İl’e otomatik +1 Milletvekili tahsisidir. Aslına bakılırsa İl’lere nüfuslarına ve seçimdeki katılım oranlarına bakılmaksızın peşinen 1 Milletvekili tahsis edilişi “İl” leri  “Eyalet” olarak görmek mantığından başka bir şey değil. +1 Milletvekili Kontenjan uygulamasından en büyük haksızlığa uğrayanlar 3 büyük kentte İstanbul, Ankara ve İzmir’de oturan yurttaşlarımızdır.

Bunu Ankara örneğinde açıklamak istiyorum; 81 vilayetin her birine peşinen 1 kontenjan milletvekili verildikten sonra geri kalan550-81= 469 milletvekili nüfusa orantılı dağıtılıyor.  Nüfusu 5 milyon olan Ankara’ya 5/75 x 469 = 31 Milletvekili düşüyor. Sonuçta Ankara 32 Milletvekili alırken,  Nüfusları toplamı 5 milyon olan 24 küçük İl 31+24=55 Milletvekili çıkarıyor. Bu durumda Ankara’daki Seçmenlerin 23/55  (%42) kadarının Oyları  (yaklaşık 1,4 milyon oy)   “sandıkta olup boşa giden” oylardır. Böylece Ankara, İstanbul ve İzmir’de toplam 5,5 milyon Oy  “+1 Vilayet Kontenjanı” düzenlemesinin kurbanı oluyor! Basamaklardan yitirilen oylarla birlikte yaklaşık 9 milyon oy, ki Tüm seçmenlerin 6’da 1’i demektir, “Eşitsizlik Kurbanı” oylardır.

Ankara’da katılımın %80 Muş’ta %60 olduğunu düşünelim. Bu durumda Ankara’da 1 milletvekili 87500 oyla seçilirken, Muş’ta bu sayının yarısıyla, 43750 seçmenin oyu ile 1 Milletvekili seçilmiş olacak. Bir başka ifade ile Ankara’da ki bir seçmen Muş’taki bir seçmenin TBMM’de temsil gücü bakımından yarı değerinde olacaktır.  Peki nerede kaldı  Demokrasinin eşitlik ilkesi??

Şeytan üçgeni dediğim kısıtların sonuncusu d’Hondt sayım yöntemidir.

Bir seçimde Partilerin milletvekili sayısını belirleyen bir Yöntem. Oy sayısı bakımından 1. sıradaki partiyi diğerlerine göre avantajlı konuma taşıyan ve “Temsilde adalet” ten çok, “Yönetimde istikrar” İlkesini ön planda tutan bu sistem bugün 27 Ülkede  uygulanmaktadır. Ancak geçen yüzyıl Belçikalı matematikçi ve hukukçu Victor d’Hondt (1841-1901) tarafından önerilen bu sistem ayrıca
Ülke barajı ve her ile +1 Milletvekili kısıtlarını öngörmemişti.

d’Hondt sayım tekniği ile değerlendirmede alınan oylar 1,2,3,… ile bölündükten sonra bölümler içerisinde en büyük sayıdan küçüğe doğru o bölgeden çıkacak MV sayısına dek işaretleniyor; böylece Partilerin çıkaracakları MV sayıları belli oluyor; örnek %40 oy alan A Partisi sonuçta Milletvekillerin yarısını çıkarıyor, yani %25 “bonus” kazanmış oluyor birinci konumdaki parti. Ülke genelinde ortalama %15’tir.. 1. konumdaki Partinin kazanç faktörü.

İşte bu şeytan üçgeni dediğim kısıtlar arasında geçen 2011 seçim sonuçları tabloda gösteriliyor. Katılımın %84 gibi rekor düzeyde olduğu bu seçimde Ülke genelinde oyları %41,3 olan AKP, geçerli oyların %50 sini almış oldu ve Meclisteki sandalyelerin %60’ına sahip oldu. Kazanç faktörü %20 !

2011 seçiminde Partilerin kazandıkları seçim bölgelerini ilçeler ölçeğinde düzenlediğimizde AKP’nin hemen bütün Türkiye’yi kapsadığını görüyoruz. Ülkedeki yaklaşık bin kadar ilçenin Güneydoğuda bulunan 50’sinde BDP, Trakya ve Ege kıyılarındaki 100 dolayında ilçede de CHP kazanmış; geri kalan bölgelerde AKP kazanmış durumdadır.

2015 seçiminde ne olur, şimdiden kesin bir şey söylemek zor. Kestirimim katılımın %80 düzeyinde olacağıdır. BDP yine % 5 dolayında 30 bağımsız Milletvekili kazanabilir. AKP’nin %40 sınırı altına ineceğini, CHP’nin %30 çizgisini aşacağını kestiriyorum. MHP %15’i aşarsa ve 2 parti aralarında anlaşabilirlerse, Ulusal çizgide kurulacak CHP + MHP koalisyonu ile AKP iktidarına son verilebilir. Bu seçimde Kilit konumdaki Parti MHP’dir. Çünkü İslami çizgide kurulacak bir AKP + MHP koalisyonu da olanaklı.

TEŞEKKÜR EDERİM.

Adil bir Seçim Sistemi için Öneri.. 

ULUSAL ARTIKLI (MİLLİ BAKİYELİ) ORANSAL TEMSİL SİSTEMİ

  • Seçim barajı % 5‘e indirilir.
  • Her ile otomatik +1 Milletvekili Kuralı kaldırılır.
  • Milletvekili gelirinin kişi başına ulusal gelire eşitlenmesi, Partilere devlet yardımının kaldırılması ve Milletvekili dokunulmazlığının sınırlandırılması koşuluyla!
    Milletvekili sayısı M= 800‘e çıkartılır.
  • İllerin Milletvekili aday sayısı Türkiye genelindeki seçmen sayısına orantılı olarak (kesirler üst tam sayıya eşit sayıda) geçici olarak belirlenir. (İli temsil edecek gerçek MV sayısı, katılım durumuna göre, Seçim sonuçları alındığında belli olacaktır. Katılım oranına göre ± 1 farklı olabilir.)
  • Toplam geçerli oyların % 5’inden çoğunu alan Partilerin aldıkları oylar ile Bağımsız adayları aldıkları geçerli oyların toplamından (S), Bir (bağımsız) adayın milletvekili seçilebilmesi için gerekli en az oy belirlenir:  B=1+ S/(M+1)
  • Bağımsızlar belirlendikten sonra, kalan milletvekillikleri için %5 barajı aşan partilerin aldıkları geçerli oy oranına karşılık gelen Milletvekili sayıları belirlenir.
  • Baraj üzerindeki partilerin aldıkları toplam geçerli oy sayısının, bağımsızlar dışındaki Milletvekili sayısına bölümü ile bir (parti) Milletvekilliği için gerekli oy sayısı (P) bulunur. Bölgelerde Partilerin aldıkları geçerli oylar P ile bölünerek Partilerin “tam sayılı” bölge milletvekilleri kesinleşir.
  • Arta kalan kesirlerden Partilerin “kontenjan” milletvekilleri belirlenir.

Dosyanın pdf formatı : SEYTAN_UCGENINDE_DEMOKRASI_OYUNU

‘Allah’ kelimesiyle kazananlar…


Dostlar,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan, yüksek ve yaratıcı zekasıyla gene çook ilginç bir konu belirlemiş ve ustalıkla işlemiş..

  • ‘Allah’ kelimesiyle kazananlar

Gene ustası olduğu Matematiği günlük yaşama hoşlukla uygulamış..

Bize “Matematiksel düşünce” yi uygulamalı – sevimli örnekleriyle öğretmekte sağolsun..

Bu yolla düşünme, sorgulama, akıl yürütme zinhar yasak!

4+4+4 bu amaçla dayatıldı Türkiye’ye..
İHL rejimi ve yüz binlerce İHL mezunu da
Sorgulamadan biat eden tebaa sürüsü yetiştirilsin diye..
Bir yandan da yoksulluğunun acı sömürüsü yurttaşınn

Bu bağlamda Sn. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün ALLAH İLE ALDATMAK
adlı önemli yapıtını anımsatmak gerek.. Okuyup okutmak da..

ALLAH_ILE_ALDATANLAR_Kitabi

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazının en sonunda yer alan
Sn. Rifat SERDAROĞLU’nun önemli yazısını da atlamayalım lütfen..

Sevgi ve saygı ile.
20 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

‘Allah’ kelimesiyle kazananlar…

Portresi_gulumseyen
Prof. Dr. D. Ali ERCAN

Değerli arkadaşlar,

Hiç merak ettiniz mi, 1 günde beynimizden kaç sözcük (kelime) geçiyor?

Günlük dilde en çok hangi kelimeleri kullanıyoruz?
Ben, Kızılay’daki bir kadın dilencinin


– “Allah razı olsun”
– “Allah ne muradınız varsa versin”
– “Allah kaza bela göstermesin”
– “Allah çocuklarınızı bağışlasın!”



sözlerini durmaksızın, art arta sıraladığını gözlemleyince merak ettim..

Dilencinin 10 saatlik günlük mesaisinde (!) en az 10 bin kez “Allah” 

sözcüğünü kullandığını hesapladım. Günde 100 TL (?) dolayında
sadaka topluyorsa, her Allah sözcüğüyle bu kadın 1 kuruş kazanıyor demektir..
Oysa, Din Baronları ve Dini siyasete alet eden Politikacı takımı,
kullandıkları her “Allah” sözcüğü karşılığında milyonlarca $ kazanıyor..
***
Gün içinde en az 10 saat, dış Dünya ile iletişim içindeyiz ve bu 10 saat içinde
ya konuşuyor ya dinliyor, Medyayı izliyor, ya da okuyoruz. Dolayısıyla beynimiz
bir günde 40 bin dolayında sözcük algılıyor.
(her gün 200 sayfalık bir kitaptaki kadar kelime geçiyor beyinlerden)

Kelimelerin_ALLAH'in_kullanim_sayisi

Sözlüklerde on binlerce sözcük bulunmasına karşın, Halkın günlük dilde kullandığı sözcük dağarcığı yalnızca 1-2 bin sözcük arasında sıkışıktır. Dolayısıyla 1 gün içinde kullanılan toplam 40 bin sözcük içinde 1. sıradaki sözcük günde ortalama 100 kez yineleniyor demektir. Tüm İslam Dünyasında olduğu gibi, Türkiye’deki günlük dilde
en çok kullanılan sözcüklerden biri de “Allah” tır. Allah kelimesi Türkçe’de sözcük kullanım sıklığına göre 250. sırada geliyormuş  (WIKIPEDIA).
Buna göre “Allah” sözcüğünün günlük ortalama kullanım sayısı yaklaşık 50 demektir.
 
Günde ortalama 50 kez, yılda belki 20 bin kez içtenlikle “Allah” diyen Yurttaşın ortalama yıllık geliri ise, Devletin resmi rakamlarına göre, yaklaşık 20 bin TL’dir…
Yani yoksul Halk (her “Allah” sözü karşılığı 1 TL kazanırken)
“Allah’la aldatanlar takımı” milyon dolarları vuruyor.
Gel de “Fesuphanallah !” deme…
 
(Allah’la Aldatanları Rifat Serdaroğlu da işlemiş bugünkü yazısında….) 
Aşağıda…
Sevgilerimle æ
***
Günlük kullanılan “Allah” lı sözcükler listesi…
 
Niyetlenmek……………İNŞALLAH
İşe Başlamak…………..BİSMİLLAH
Şaşkınlık………………..ALLAH ALLAH
Kendine Güvenmek……EVELALLAH
Azmetmek………………ALIMALLAH
İşten Vazgeçmek………EYVALLAH
Sonuna Kadar Gitmek…YA ALLAH
Taahhüt Etmek…………VALLAH BİLLAH

Can Sıkıntısı…………….FESUPHANALLAH
Kızgınlık………………….HASBİNALLAH
Pes Etmek………………İLLALLAH
Başarı……………………MAAŞALLAH
Başarısızlık……………..HAY ALLAH

ve devam eder tabii, 

Allah’ın günü, Allah’ın delisi, Bir Allah’ın kulu, bir Allah’ın kuruşu (RTE), Allah saklasın, Allah göstermesin, Allah’a emanet ol,

Haydi Allah’a ısmarladık…. æ

*********************************************

***
 

SALLANDIRACAKSIN İKİ ÜÇ SAVCI

by Rifat Serdaroglu

Sen bir garip çalgıcısın, gümüş zurna senin neyine be Savcı!

Sen Genelkurmay Başkanını, Komutanları, Rektörleri, Muhalif Siyasetçileri mi tutukluyorsun? Tek başına Bilal, bunların hepsinden önemli ve kıymetlidir be Savcı.
Koy Bilal’in yanına Binali’nin Bacanağını, dört Bakanı ve çocuklarını, sadece bunlar bile tüm Türkiye’den önemlidirler. Türkiye batabilir ama bu Muskalı Mübarek Mücahitlerin bir yerlerindeki kıllarına dahi zarar gelmemelidir!
Bilmez misin ki, bu kadro’nun gözünde Türkiye “Dar-Ül Harptir.” İslam Devletini kurmak için cihat eden bu mübarek insanlar, her türlü hırsızlığı yapabilirler, çalabilirler, yakabilirler, yıkabilirler, yalan söyleyebilirler. Bunlar suç değildir, hatta sevaptır sevap.

Onlar, o paraları-avantaları- rüşvetleri kendileri için almıyorlar.
Onlar bu paraları Allah için topluyorlar.

Nasıl mı, bakın anlatayım;
Allah için döviz-altın-imarsız arsa-rafineri-medya kuruluşu-gemicik-pırlanta dükkânı biriktiren bir Papaz, bir Haham, bir de Muskalı Mübarek Mücahit bir araya gelmişler. Birbirlerine, topladıkları paraları Allah ile nasıl paylaştıklarını sormuşlar.
Papaz;
Biz Kilise duvarının dibine küçük bir daire çizeriz, topladığımız parayı bir tepsiye koyarız, daireye arkamızı döneriz ve paraları daireye doğru atarız. Dairenin içine düşen paralar Allah’ın, dışında kalanlar ise bizlerin yani Tanrının sevgili evlatlarınındır.
Haham;
Biz Havra ’nın duvarını dibine ağzı dar bir vazo koyarız. O gün topladığımız paraları koyduğumuz tepsiyi, vazoya arkamız dönük olarak atarız. Vazoya girenler Allah’ın, dışardakiler de bizlerindir.

Muskalı Mübarek Mücahit;
Siz hile yapıyor ve Allah’ı kandırıyorsunuz. Bizim yolumuz en Adil Düzendir. Biz de topladığımız paraları bir büyük tepsiye koyarız. Paraları bütün gücümüzle havaya doğru fırlatırız. Cenab-ı Allah, ihtiyacı kadarını alır, yere düşenler biz kullarına kalır…

Gördün mü Savcı Bey? Okumuşsun ama boşa okumuşsun. Sen daha kim Âlim, kim Zalim onu bile ayırt edemiyorsun. Sizin cehaletiniz ve yol-yordam bilmemeniz yüzünden, kış günü hepiniz darmadağın edildiniz.
Hâlbuki Adalet Bakanı eski imamdır. Namuslu çocuktur. Yaylanarak yürümesi ve incecik sesiyle ilahi okur gibi tekdüze konuşması dışında bir kusuru yoktur.Ona sorsaydınız, o size hangi hırsızı yakalayacağınızı söylerdi. Boşu boşuna Sultan çocuklarının, şehzadelerin peşine düşmezdiniz.

Siz iş bilmez Savcılar, bu hırsızlıkların-rüşvetlerin-avantaların üstüne gitmeseydiniz ne “Paralel Devlet” ortaya çıkacaktı, ne Hoca efendi “evinize ateş düşsün” diye beddua edecekti, ne de AKP’nin adamı Çolak Kadı ofsayta düşecekti. Adam o kadar da yağ çekti ama yaranamadı garibim.

****************************

 

Dünya Kupasında Uruguay’ı Tutuyorum…

 

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamızdan çok “hoş” bir dosya..

Ali hoca Dünya kupasında Uruguay’ı tutuyormuş!

Neden acaba??

Sevgi ve saygı ile.
13 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Not : Ali hoca 15.1.14 günü bu dosyanın “düzeltilmiş” biçimini yolladı..
Çok fark göremedik ama pdf olarak aşağıda sunuyoruz.. (A. Saltık, 15.1.14)

Uruguay’i_tutuyorum

=================================

Dünya Kupasında Uruguay’ı Tutuyorum…

Portresi_gulumseyen

 

Prof. Dr. D. Ali ERCAN
Değerli arkadaşlar,

Toplumumuz Medya aracılığı ile Futbol-Dizi-Din terapi üçgeninde sürekli
beyin erozyonuna tutuluyor; Küresel Kapitalist sistemin tam da arzuladığı şekilde, 
kültürel değerleri gittikçe yozlaşan “ideal” tüketim yığınına doğru evriliyoruz. TV’lerde 100’ün üzerinde dizi, sahalarda 36 futbol takımı,
20 kanalda, gazete köşelerinde din propagandası ve sürekli reklam bombardımanı altında, zaten üretmeden, borçlanarak, Ülkesini satarak,
ipotek altına sokarak yaşayan insanların zamanının büyük bölümünü alıyor. 

Bu habis Üçgenin yarattığı “ekonominin” Türkiye’deki pazar payı 10 milyar $ dolayında.
Milyon dolarlar ödenerek (bir zamanlar uygun bir kara para aklama aracıydı!) yurt dışından transfer edilen futbolcuları ve antrenörleriyle yaklaşık 2 milyar dolarlık pazar payı olmasına karşınn futbolumuzun adı Haziran 2014’te Brezilya’da oynanacak Dünya Futbol Şampiyonasında yok. Komşularımız İran ve Yunanistan’ın katıldığı 32 takım arasında 13 Avrupa takımı bulunuyor. (Danimarka, İsveç, Norveç, Finlandiya gibi kuzey Ülkeleri ile Polonya, Ukrayna, Romanya, Bulgaristan, Avusturya, Macaristan gibi Doğu Avrupa Ülkeleri de tümüyle Şampiyonanın dışında kaldılar)

32 ülkenin katıldığı bu şampiyonada ben kendime bir takım seçtim şimdiden: Uruguay.
Ben Uruguay’ı tutuyorum..
Nedenine gelince;
 
Son zamanlarda “RTE’ın İsviçre Bankalarında gizli hesapları olduğu” söylentileri üzerine
Dünyanın sayılı ekonomi dergilerinden The Forbes‘te yayınlanan Politikacılar Zenginlik sıralamasına baktım (RTE’den hiç bahis yok)
Serveti açık olan politikacılar listesinde ilginç adlar var. Örneğin 1. sıradaki Putin’in serveti 70 milyar $ olarak kestiriliyor. Azerbaycan Başkanı İlham Aliyev’in de 500 milyon dolarlık küçük (!) bir serveti varmış.

Vladimir Putin, 70 milyar $ serveti var..
“Dünyanın en yoksul Başkanı kimdir?” diye araştırdım; taa Dünyanın öbür ucundaki küçük bir ülkenin Başkanı çıktı karşıma.. Güney Amerika’da Uruguay‘ın Başkanı José Alberto Mujica Cordano(okunuşu  alberto muhika kordano) halk arasındaki sanıyla Pepe. Başkan Pepe’nin aylığı 12500 dolarmış ve Başkan
bunun yalnızca onda birini alıyor, geri kalanını dernek ve vakıflara bağışlıyormuş!
File:Pepemujica2.jpg
Uruguay başkanı José A. Mujica Cordano, 1935
 
Meslekten çiçek yetiştiricisi olan 79 yaşındaki Pepe’in bir “gerilla” geçmişi var. Vücudundaki 6 kurşunu hala eski mücadele günlerinin hatırası olarak taşıyor. 14 yıl hapislerde yatmış. 1994’ten bu yana politikada. 2010 yılından beri Uruguay’ın seçilmiş Başkanı ve Dünyanın en yoksul Başkanı.

Kendisi bu sıfatı kabul etmiyor, Halkın sevgisini en büyük servet olarak görüyor. Aşağıdaki 3 dakikalık videoda Başkanın günlük özel yaşamından bir kesit gösteriliyor. Resmi dilin İspanyolca olduğu Uruguay’da halkın büyük çoğunluğu (%85) Katolik olmasına karşın ateist” Pepe’yi Başkan seçmişler. Pepe,
ABD’nin yasaklatmak istemesine karşınn, 2013 yılında  Marihuana ekimini, devlet denetiminde,
serbest bırakmıştır. (Ecevit’in  ABD silah ambargosu üzerine Haşhaş ekimini serbest bırakması gibi)*
 
 
*** 
URUGUAY

Bayrak üzerindeki Güneş Uruguay yerlilerinin Güneş Tanrısıdır.
 
 
Uruguay ~3,4 milyon nüfuslu, Brezilya ve Arjantin arasında, ~176 bin km2  lik küçük bir Güney Amerika Ülkesi. (Ankara’nın nüfusu 4+ milyon, yaşam alanı ~400 km2 ; dolayısıyla Uruguay’da insanlar Ankara’ya kıyasla 500 kez daha ferah yaşıyorlar.) Uruguay’da kadın başına çocuk sayısı ~2 olduğundan, nüfusu hemen hemen sabit kalıyor. Ortalama ömür 75 yıl (Türkiye’de 67 yıl). Askerlik hizmetinin zorunlu olmadığı bu ülkenin 25 bin kişilik silahlı kuvvetleri bile var.Önemli miktarda Altın madenleri bulunuyor. Ağırlıklı olarak tarım ürünleri (Et ve Sebze) satarak~50 milyar dolarlık bir ulusal gelir elde ediyorlar. Kişi başına gelirleri ~15 bin$/yıl. Ancak gelir dağılımları pek adil değil; (Gini katsayısı, maalesef Türkiye’de de olduğu gibi,  0,40’ın üzerinde) 6-14 yaşları arasında kesintisiz okul zorunluğu var.İşte benim Dünya şampiyonasındaki takımım Uruguay bu…Sevgilerimle. æ
Başkent Montevideo’dan  bir görüntü.

Uruguay’ın milli çiçeği Eritrina Crista
File:Erythrina crista-galli2.jpg

Parlamento Binası

Moldanado Körfezi

File:Maldonado desde la Barra.jpg

Uruguay Futbol Milli Takımının borsa değeri 200 milyon Euro !!
 
Elemeler sırasında Lübnan takımını Lübnan’da 5-0 yenen Uruguay, kendi ülkelerinde centilmenlik göstererek
Lübnan’a gol atmadılar. Maç 0-0 sonuçlandı.
 
___________________________________ 
*ABD’nin Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası 1975’ten 1978’e dek Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosu.

Amerikan yöntemi, 1971’de Nihat Erim tarafından konulan haşhaş ekim yasağını kaldıran Ecevit hükümetine karşı bir soğukluk duyuyordu ve ABD’nin bütün engelleme çabalarına karşın gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekatı da Türkiye’nin bu ülke ile ilişkilerini iyice gerginleştirdi. Harekat sonrası Kongre’de bir grup üye Türkiye’ye karşı silah ambargosu uygulanması yönünde girişime başladılar. Bunun için de ABD’nin Türkiye’ye savunma amacıyla verdiği silahları Kıbrıs’ta kullanmış olmasını neden olarak gösterdiler. Bu arada Kongre’de çıkacak herhangi bir ambargo kararını veto edeceğini ifade etmiş olan Başkan Nixon ise Watergate Skandalı yüzünden istifa etmişti. Sonuçta Amerikan Kongresi 5 Şubat 1975’te Türkiye’ye yönelik silah ambargo kararını aldı. Türkiye’nin buna ilk yanıtı, bir hafta sonra Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulduğunu ilan etmek oldu. Daha sonra 25 Temmuz 1975’te Türkiye ABD’ye verdiği bir nota ile 1969 tarihli Türkiye -ABD Savunma İşbirliği Anlaşması’nı (Defence Cooperation Agreement) askıya aldığını ve ülkedeki bütün Amerikan üs ve tesislerinin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “denetim ve gözetimi” altına girdiğini açıkladı. Bu gelişme sonucu başlayan görüşmelerde iki ülke arasında yeni bir uzlaşmaya varıldı ve 26 Mart 1976’da yeni bir Savunma İşbirliği Anlaşması imzalandı, ama bu Anlaşmanın yürürlüğe girmesi silah ambargosunun kalkması koşuluna ve Kongre’nin onayına bağlanmıştı. Temmuz 1978’de KTFD Başkanı Rauf Denktaş’ın Maraş bölgesine 35 bin Rum göçmenin kabul edileceğini açıklamasıyla yumuşayan hava ve Başkan Jimmy Carter’in girişimleri sonucu ambargo 26 Eylül 1978’de kaldırıldı.

Atatürk’ün Kadın hakları devrimi.. 79 Yıl Sonra 5 Aralık 1934..


Dostlar
,

Atatürk’ün Kadın hakları devrimi.. 78 Yıl Sonra 5 Aralık 1934..

başlıklı yazımızdan bu güne 1 yıl daha geçti..

  • AKP iktidarı kadın haklarını budamayı sürdürüyor..

Türban ile baş bohçalama ve kadını sözde özgürleştirme masalları ile, çok çocukla, çocuk yaşta gelin ederek… sosyal yaşamdan koparma, 2. sınıf kılma, giderek bir yaşam ortağı olmaktan indirgeyerek TRT’de bir meczubun dile getirdiği gibi eş değil “zevce” ye çekmek.. Eve kapatıp bir tür seks kölesi kılmak, geniş yelpazeli  hizmetçi yapmak..
Bir yandan da dinsel inanç sömürüsüyle siyasal rant elde etmek..

  • Dinimizin gereği – emri” diye korkunç bir dinci faşizme yönelmek..

İnsanlık tarihi adına utanç verici, yüz kızartıcı..

İnsanlık onuru, yüzyılların AYDINLANMA savaşımı – birikimi ve
Türkiye’de 90 yıllık muazzam Cumhuriyet birikimi bu gerici kuşatmaları aşacak..

Geçen yılki sunumlarımızı yeniden paylaşmak istiyoruz..

ATATURK_ve_kadin_haklari

Turban_Meclis'te

 

kara_carsafli_ogretmen_Ayvalik

Çarşaflı öğretmen ilçeyi karıştırdı

Ayvalık‘taki bir ilkokulda Türkçe öğretmeni Elif Kısa’nın, okula ‘çarşaf’la geldiğini söyleyen bazı velilerin şikayeti üzerine Milli Eğitim Müdürlüğü soruşturma başlattı. İl Milli Eğitim Müdürü ise kıyafetin ‘çarşaf değil manto’ olduğunu iddia etti.  (19.9.2013)
carsaflilar_yobazlar_Laik_ Cumnuriyetin_bekcisi

Sevgi ve saygı ile.
5.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Dostlar,

Atatürk’ün Kadın hakları devrimi.. 78 Yıl Sonra 5 Aralık 1934..

konusunda Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan
(http://ahmetsaltik.net/5-aralik-1934-turk-kadinina-secme-secilme-hakki-taninmasinin-78-yili/)

ve Sayın Şahap Osman Aras’ın
(http://ahmetsaltik.net/5-aralik-1934-yasasi-ve-kadin-milletvekillerimiz/)

2 yazısına sitemizde yer verdik.

Sayın Ercan’ın yazısını sunarken şunları yazmıştık :

5 Aralık 1934, Türkiye tarihinde önemli bir dönemeç.

Büyük Atatürk
‘ün özünde ülkemizi ve insanımızı her yönüyle uygarlaştırmaya dönük olan devrimlerinden biri de elbette kadınlara dönüktü. Günümüzden 78 yıl önce
bu Devrim de bir yasa ile geçekleştirildi. O zamanki “erkek” Meclisin (tüm üyeleri
erkek olan Meclis!) 1/5′i bu devrim yasasına karşıt oy kullandılar.

Soralım : Mustafa Kemal Paşa diktatör ve rejim de diktatörlük olsa idi, yalnız CHP’den oluşan tek parti rejiminde 60′ı aşkın milletvekili bunu yapabilirler miyidi?
Örn. günümüzde AKP milletvekillerinden ayrık (istisna) birkaçı dışında
Başbakan RT Erdoğan’ın talimatı dışına çıkabilen var mı? Yoksa özgür birey olma yerine, biat kültürüyle, mürit gibi blok oy mu kullanıyorlar??

  • Kadın arkadaşlarımız, Atatürk devrim ve ilkelerine herkesten daha çok sahip çıkmak durumundadır.

Bu günü, 74 yıl sonra sevinç ve coşku ile karşılıyoruz.

  • Tüm Cumhuriyet devrimlerine sahip çıkma bilincimiz ve kararlılığımızı yineleyerek..

*****************
Atatürk Cumhuriyeti’nin bu görkemli kazanımlarını korumak
ve giderek geliştirmek zorundayız.

  • Kadın arkadaşlarımızın, kendilerini insanlaştıran bu devrimleri
    öncelikle sahiplenmesi gerek.

Şimdi ise bizim Bolu ve İstanbul’da bu konuda verdiğimiz 2 ayrı görsel konferansın yansılarını sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Yansıları izlemek için lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Kadin_Haklari_ve_Ataturk_Bolu_ve_Istanbul

Sevgi ve saygı ile.
5.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

“Önce bir rutin tetkiklerinizi isteyelim; onlarla birlikte gelin..”

 

“Önce bir rutin tetkiklerinizi isteyelim; onlarla birlikte gelin..”

Dostlar,

MR (Magnetik rezonans), bilgisayarlı tomografi (BT – CT), X (Röntgen) ışınları ve kanser gelişimi ile sağlığımız arasındaki ilişkilere değinen birkaç iletiyi
paylaşmak istiyoruz.

Ne yazık ki son zamanlarda “önce bir rutin tetkiklerinizi isteyelim,
onlarla birlikte gelin”
türünden bir yaklaşım yaygınlaştı ne yazık ki..

Bu olguda pek çok etmenin payı var :

1. Tıbbi tanıda teknik olanakların çok yetenekli duruma gelmesi ve
hekimin bireysel öykü alma – muayene etme ile elde edeceği zahmetli ve zaman alıcı verilerden yer yer daha değerli olabilecek somut kanıtları sunabilmesi..

2. Performans (!) baskısıyla hastalara ayrılan zamanın kısalması,
daha çok hasta bakma, işlem yapma… zorlanması.

3. Tanı amaçı lab. incelemelerinin de sağlık kurumunun kasasına parasal girdi sağlaması ve bundan sağlı çalışanının da bir ölçüde prim alması; kamu-özel
işverenin “girdi artsın ki, senin aylığını – primini ödeyebilelim” baskısı..

4. Yüksek tıbbi teknolojinin fetiş düzeyine tırmandırılması.

5. Halkın algılarında bu yöntemlerin kullanılmasını isteme yönlü kışkırtıcı oynama.

6. Bu tür yüksek teknoloji araçlarını üreten firmaların, sigorta şirketlerinin promosyonları.

7. Hekimlerin malpraktis baskısı altında hata yapmaktan kaçınmak için daha çok lab. incelemesi istemesi (savunmacı tıp – defensive medicine..)

Bu arada kısa bilgi notları                             :

MR : Manyetik alanda “Magnetik Rezonans – MR” tekniği ile görüntülemedir,
X ışınları söz konusu değildir. Gerektikçe yinelenebilir, sorun yüksek maliyettir.

USG : Ultrasonografi, ses dalgaları göndererek yansımayı kaydetme ile görüntülemedir, X ışınları gene söz konusu değildir. Gerektikçe yinelenebilir,
maliyeti düşüktür, kullananın becerisi öne çıkar.. Tıpta kullanımdan önce,
uzun yıllar denizaltılarda “sonar” adıyla kullanılmıştır. İçi boş organların görüntülenmesinde (mesane, safra kesesi), meme, karaciğer, dalak, pankreas, yumurtalıklar.. gibi organların içinde yer alan lezyonların görüntülenmesinde elverişlidir. Meme kanseri taramalarında, Mammografi denen klasik röntgen filmiyle
birlikte kullanımı yeğlenir.

TOMOGRAFİ :ışınları kullanılarak, kompakt organların diyelim 0,5 cm aralıklarla kesitsel röntgen görüntülerinin alınmasıdır. Akciğer, karaciğer, beyin.. en başta sayılabilir. Klasik röntgen ile görülemeyen, anılan organların derinliklerinde yer alan küçük, birkaç mm çaplı lezyonları bile görüntülemek olanaklıdır ve gerek erken tanıda gerek kanser sağaltımında metastazları bulmada değerlidir (son yıllarda bu amaçla radyoaktif izotoplarla sintigrafi yöntemleri ve PET – Pozitron Emisyon Tomografisi de yaygınlaşmaktadır). Kesit kesit (katman katman) çok sayıda klasik röntgen filmi alınması nedeniyle yüksek dozda X ışınları sunukluğu (maruziyeti) söz konusudur.

X ışınları, hücre içinde “iyonlaştırıcı” (iyonizan) etkiye sahiptirler ve çekirdekteki kromozomların yapısını bozarak kanserleşmeye (karsinogenezis), anomalili doğumlara (fetotoksisite, teratojenite), yaşamın kısalmasına, doğurganlığın azalmasına
(sub ve in-fertilite.. tüp bebek!), genotoksik etkiye.. mutasyona neden olmaktadır.

Kritik bilgi şudur       :  Radyasyonun eşikli (stokastik) ve eşiksiz (non-stokastik) etkileri vardır. Daha açıkçası, kimi olumsuz etkiler, alınan iyonlaştırıcı radyasyonun dozundan bağımsızdır, çok küçük dozlarda bile bu istenmeyen etkiler görülebilir..
Bir bölüm etkiler ise belli bir “eşiğin” (treshold) aşılmasına bağlıdır. Bu “eşik“,
kişiden kişiye oldukça değişkendir. Eşik-altı dozlarda tam bir öngörülebilirlik yoktur; rastlantısallık, stokastik istatistiksel olasılıklar geçerlidir. (Bu noktada telefonla bilgisine başvurduğumuz Nükleer Fizik uzmanı Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘a teşekkür ederiz..)

Bu bakımdan, küçük bebek ve çocuklarla gebeler özel risk altındadırlar.

Dolayısıyla evrensel ilke, elde edilebilecek (beklenen) yararla olası zararı dengelemek, “en iyi denge” durumunu (“optimal” i!) bulmaktır.. Buna da optimizasyon – eniyileştirme denmektedir ve ciddi medikal (tıbbi) mühendislik hesapları gerektirir.

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (Viyana – IAAE) bu bağlamda
ALARA İlkesini geliştirmiştir :

ALARA: As Low As Reasonably Acheviable / Akılcıkla inilebilecek en düşük doz!

(Daha çok bilgi için : “Fukuşima, Nükleer Santral, Kanser ve Türkiye /
Fukushima Disaster, Nuclear Power Plant and Turkiye” adlı dosya çağrılabilir..
(http://ahmetsaltik.net/2012/05/25/fukusima-nukleer-santral-kanser-ve-turkiye-fukushima-disaster-nuclear-power-plant-and-turkiye/, 25.5.12)

Sonuç olarak; bu sorunun üstesinden gelmenin temel yolu;

  • Tanı – sağaltım ve izlemde standart ulusal ve uluslararası protokoller geliştirmek ve bunları özenle izlemektir.. Halkın da örgütleriyle katıldığı saydam – hakkaniyetli – katılımcı – piyasa güdümünde olmayan bir süreçle.. 

Sevgi ve saygı ile.
5.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===================================

Almanya’dan Halil Çelikkıran    :

Tomografi Hiroşima gibi!Vücudun maruz kaldığı radyasyon, Hiroşima’da atom bombasından kurtulan kişilerdeki kadarNormal röntgenden onlarca kat çok radyasyon verilmesine neden olan tomografi çekimlerine İngiliz Sağlık Bakanlığından yasak geldi. Sağlıklı kişilerin tüm beden tomografisi çektirmesi yasaklandı. Bakanlığa göre, bedenin karşılaştığı (maruz kaldığı) radyasyon, Hiroşima’da atom bombasından kurtulan kişilerdeki kadar

İNGİLİZ Sağlık Bakanlığı önceki akşam çok kritik bir karara imza atarak, sağlıklı kişilerin beden tomografisi çektirmesine yasak getirdi. Bu yasağa gidilmesine gerekçe olarak tomografi sırasında yayılan ve bedene nüfuz eden radyasyon oranının çok yüksek olması gösterildi. Tomografi çektirmek geçen yıllarda osteoropoz, kalp rahatsızlığı, damar tıkanıklığı ve diyabet gibi hastalıkları önceden saptayabildiği için, sağlık uzmanlarınca sıklıkla tavsiye ediliyordu. Sağlıklı bireylerin her 5 yılda bir tomografi çektirmesini öneren doktorların bu tavsiyesi üzerine harekete geçen Bakanlık,
tüm bedeni tarayan tomografinin normal bir röntgenden 400 kez daha çok radyasyon yaydığını belirleyince, yasak kararı aldı. Tomografiye sağlıklı giren her
50 hastadan 1’inin, alınan radyasyon nedeniyle çekim sonrasında kansere yakalandığı belirtildi.

  • 1 tomografi 442 röntgene bedel

Yayınlanan raporda sık tomografi çektirenlerin bedenlerinde birikmiş radyasyon düzeyinin 2. Dünya Savaşı’nda Hiroşima ve Nagasaki‘ye atılan atom bombalarından kurtulanlarla eş düzeyde olduğu belirtildi. Sıradan bir röntgen, bedeni görüntülemek için tek bir ışın gönderirken, tomografide daha detaylı bir görüntü elde etmek için art arda birçok ışın gönderiliyor. 2009 sonunda Kaliforniya Üniversitesi’nde görevli
Prof. Rebecca Smith-Bindman’ın 1.119 kişiyi inceleyerek yürüttüğü araştırmada,


  • Tek bir tomografinin 442 göğüs röntgenine ve 74 mamografiye
    (meme röntgeni) 
    eş düzeyde 
    radyasyon yaydığı ortaya çıkmıştı.
Uzmanlar, tomografideki bu riske karşın MR’ın hiçbir yan etkisi olmadığı konusunda görüş birliğine vardı. MR çekimleri sırasında yalnızca radyo dalgaları kullanılıyor.
Bunlar da insan sağlığına zararsız. (AS : Yalnızca radyo dalgaları değil.. düşük enerjili elektro-manyetik dalgalar.. bunlar da insan sağlığına kural olarak zararsız..) 

============================

Aşağıdaki belirtilen konuda ne doğru ne yanlış bir tüketici rehberi ve açıklama hazırlayabilir miyiz? Türkiye’de çekilen yıllık tomografi sayısı, tomografi aygıtlarını
yurt genelindeki dağılımı vb.
Uz. Dr. Umur Gürsoy
Halk Sağlığı Uzmanı

********************************

Bu yüzden ukala doktorlarla çok tartıştım.
Özellikle gençler, çocuklar ve torunlarınız için dikkate alın.

Atilla Kapralı

*********************

Merhaba; 

Önemli olan tomografi çektirmeyi yasaklamak değil, yerinde ve doğru karar vererek tomografi çektirmek…

Dikkat edilirse İngiltere’ de “sağlıklı kişilerin tomografi çektirmesi” yasaklanıyor.

Tabi ki, sağlam bir kişinin “vücudumda ne var, ne yok” diye tomografi çektirilmez…

Ama yerinde karar verilen tomografi, normal grafide veya MR da çıkmayan lezyonu ortaya çıkartır.

Bu lezyon ortaya çıkartılıp tedavi edilmezse, değil 30 yıl, belki çok kısa zamanda
kişinin yaşamını sonlandıracaktır…

Ne yazı ki, ortamda, hasta iyi muayenene edilmeden, iyi öykü alınmadan, tomografi isteniyor. Örneğin bel fıtığı olması kuvvetle muhtemel hastaya MR yerine tomografi çektiriliyor. Bu bir malpraktis’ tir. Sorgulanmalı ve değerlendirilmelidir.

Ülkemizde gereksiz ve yanlış tomografi istekleri olduğu açıktır. Bazı tomografi aletlerinin de miadını doldurmuş ve geri teknoloji veya çekim kusurlu olduğu bilinmektedir.
Bu konuda; standardizasyon ve hizmet alıcıların bilgilendirilmesi çalışmaları yapılmaması, önemli bir eksikliktir.

Bu çalışma; Sağlık Bakanlığı ve SGK’ nın maddi desteğiyle, ilgili meslek kuruluşları ve dernekler tarafından yapılabilir. 

Konuya bu şekilde yaklaşılmalıdır. Saygılarımla.

Op. Dr. Şükrü GÜNER
Ortopedi – Travmatoloji Uzmanı

*******************

Öbür tetkiklere göre üstün yönleri var ama kanser riskini artırması büyük bir dezavantaj. Baş ağrısı nedeniyle tomografiye giren 10 bin hastadan birinde
beyin tümörü çıkıyor.
 Zararlı etken X ışınıdır. Tomografilerde, basit röntgen incelemelerinden 50-200 kez daha çok X ışını alınır. Küçük yaştakilerde ve gebe kadınlarda radyasyona bağlı kanserojen etki daha çoktur.

Prof. Dr. Murat Kınıkoğlu

****************************

X ışınlarının etkileri 30 yıl sonra ortaya çıkar

Türkiye’de birçok insan bilgisayarlı tomografi (AS : CT, BT) çektiriyor.
Hastaya X ışınlarının yani radyasyonun verilmesi kansere neden olan şeydir.
Bunlar vücutta kalıcı olduğu için yok edilemez. Hiç yakınması olmayan bir kişi,
tanı koyalım diyerek tomografiye sokulmaz. İnsan tomografi çektirdiği anda
kanser olmuyor. 30 ya da 40 yıl sonra ortaya çıkıyor.

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta
Cerrahpaşa Tıp Fak. Göğüs Hast. AbD 

DÜNYA NÜFUSU

Dostlar,
Dünya ve Türkiye Nüfusu hakkında Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamızdan
nefis bir derleme daha..Özenle okunması ve gereklerinin yerine getirilmesi dileğiyle..

Sn. Ercan’a da kafa yorduğu, çoook nitelikli emeğini paylaştığı için şükranla..Sevgi ve saygı ile.
1.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=======================================

  • Bu yazı, en az 3 çocuk isteyen politikacılara ithaf olunur. æ
DÜNYA NÜFUSU

Portresi_gulumseyen

 

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

 

 

Değerli arkadaşlar,

Dünya Nüfusu beklenenden çok daha hızlı artıyor!
Bu gidişle 2050’de 10 milyar sınırına (Türkiye nüfusu 115 milyona) dayanacak. 

Dünyada Ortalama İnsan ömrü de son elli yılda 48’den, 68’e çıktı; 2050’ye dek 75’e ve hattâ 2100’de 85’e çıkabileceği kestiriliyor.

Bugünkü Dünya nüfus artış hızı binde 11 (% 1,1) dolayında, yani günde 210 bin kişi artıyor Dünyadaki insan sayısı. (Türkiye’deki artış günde ~3 bin, yıllık artış ~1 milyon; ortalama yaşam süresi 66 yıl.)

Nüfus artışını dizginlemek konusunda hiçbir ciddi girişim yok!

Dünya Devlet yöneticilerinde sanki “elle gelen düğün bayram” yaklaşımı egemen.

Bu dizginlenemeyen nüfus ve tüketim ve çevre yıkımı, bu pervasız gidiş 2050-2100 arasında önlenemez afetler zincirini harekete geçirecek, sonuçta Dünya nüfusunu
10 milyardan 2 milyar düzeyine indirgeyecektir…

50 yıl gibi kısa bir sürede 8 milyar insanın yeryüzünden silinişi demek, açlık, susuzluk, salgın hastalıklar, terör vb. nedenlerle her gün ortalama 440 bin kişinin ölümü demektir. Bu kıyımda Türkiye’nin de payına günde ortalama 5 bin ölüm düşecektir (şimdiki ölüm sayısının 3 katı veya ölüm oranının 2 katı!)

Son 200 milyon yıllık evrede, yani sıcakkanlı canlıların yaşama geçtiği dönemde atmosferdeki CO2 derişimi 300 ppm (% 0,03) düzeyini ve ortalama sıcaklık 17 C dereceyi hiç aşmamıştı. Bilinçli(?) sandığımız İnsanoğlu bu kırmızı çizgiyi aşmayı becerdi. Şu anda CO2 derişimi 400 ppm oldu; ortalama sıcaklık 16 dereceye doğru tırmanıyor. 2100 yılına dek 2 derecelik bir artış geriye dönüşü olanaklı olmayan bir
sera etkisini tetikleyebilir ve Dünyamız uzun erimde Venüs gibi “Yaşam düşmanı bir Gezegen”e dönüşebilir.

Milyonlarca yıl önce ortalama yüzey sıcaklığı ~60 derece olduğu ve sera etkisi sarmalına girdiği düşünülen Venüs’ün yüzeyinde, bugün kurşun, kalay, çinko gibi madenleri bile eritecek yükseklikte (460 derece) sıcaklık var; yani mutlak yaşam düşmanı bir ortam.

İnsansı atalarımızın evrimi her ne denli 2 milyon yıl önceye gitse de, gerçek atalarımız, taksonomik adıyla Homo Sapienslerin, yani ateşi denetleyen, alet yapan akıllı insanların sahneye çıkışı 200 bin yıl önceye dayanıyor. Son 200 bin yılda toplam 120 milyar insanın bu gezegen üzerinde yaşamış olabileceğini hesaplıyoruz. Takvim başlangıcı olarak alınan Milat noktasında (İsa’nın Doğumu) Dünya nüfusu yaklaşık 100 milyon yordanıyor. 1 milyon sınırı da herhalde MÖ 5000’lerde aşılmıştır. Başlangıçta
belki birkaç yüz bin olan Homo sapienslerin 200 bin yılda ancak 100 milyon rakamına erişebilmesi ortalama yıllık nüfus artış hızının “neredeyse sıfır” (milattan önceki son
5 bin yılda ~ binde 0,9)
 olduğunu gösteriyor.

Bir başka anlatım ile insanlar on binlerce yıl boyunca çok zor koşullar altında,
adeta bıçak sırtında yaşayarak, türün sürmesini sağlayabilmiştir. Ortalama yaşam süresinin 30 yıl dolayında olduğu bu uzun dönemlerde kadın başına ortalama çocuk sayısı herhalde 2,1’i geçememiştir (Doğan çocukların belki yarısı 1 yaşına gelmeden ölüyordu!) Bu bakımdan, Dinlerin olabildiğince çok çocuk doğurmayı öğütlemesi, kutsallaştırması, türün sürmesi bakımından yerinde (makul) bir davranıştı;
ama çağımızda “2’den çok çocuk” geçerliliğini çoktan yitirmiş,
üstelik İnsan yaşamını tehlikeye sokacak bir davranış biçimi olmaya başlamıştır.

DUNYA_NUFUSU

Son 2 bin yıl içinde Dünyada yaşamış toplam insan sayısını da yaklaşık 20 milyar olarak hesaplıyoruz. Önceki dönemlere kıyasla, 20 kez daha yüksek oranda bir nüfusun varlığı, yaşam koşullarının insan yararına çok değişmiş olduğunu gösteriyor.
Bu dönemde ortalama yaşam süresi de 30 yıldan 40’a doğru yükselmiştir. Gerçekten de ateşin kullanımı (besinlerin pişirilmesi), hayvanların (köpek, at, koyun, sığır…) ehlileştirilmesi, tarım, tekerlekli arabalar kullanılarak uzak noktalara erişim (kitlelerin birbirinden uzakta bulunuşu, salgın hastalıklarda bir kezde büyük ölçekli kıyımı önlemiştir) olanağı, sabunun bulunması, güvenli barınaklar, vs. vs. yaşam koşullarını iyileştirmiş, dolayısıyla nüfusun belirgin artışına neden olmuştur. Milat’ta ~100 milyon olan nüfus, 1800’lerde 1 milyar sınırını aştı. Ortalama yaşam süresinin yaklaşık 40 yıl olduğu bu dönemde yıllık nüfus artış hızı binde 1-2 oldu; çok yüksek değil, ama yine de Milat öncesine kıyasla oldukça yüksek bir rakam sayılır.

14. yüzyıldaki büyük veba salgını Anadolu’da ve Avrupa’da önemli bir kırım
yarattıysa da, nüfus gelişimi sürebildi. 1800’ler sonrası “Endüstri Çağı” denen bir furya dönemine girdi insanlık ve nüfusta “patlama” başladı…1800-1950 arası
yıllık nüfus artış hızı binde 6 ve “Elektronik Çağ” denen 1950-2000 arasında da ortalama binde 19 oldu. 2000 sonrası Nüfus artış hızında bir azalma olduğu görülüyor. Bugün için “Robotik Çağda” Dünya Nüfus artış hızı binde 11’e doğru gerilemiş durumda.

Nufus_artis_hizi

Türkiye genelinde yıllık nüfus artış hızı, 2013’te binde 13 ama Doğu Anadolu’da yaşayan belli bir halk kesiminde hâlâ binde 20’lerde bir nüfus artış hızı sürüyor. Bu bölgede
k
adın başına çocuk sayısı 3’ten büyük. Öte yandan Türkiye’nin orta ve batı bölgelerindeki nüfus artış hızı binde 11, yani Dünya ortalamasına eşittir. (%22×20+%78×11=13) 

Bugün Dünya nüfusu 7,2 milyarı aşmış durumda; yani Gezegen üzerinde 200 bin yıldan bu yana yaşamış olan tüm insanların % 6’sı (16’da biri) şu an yaşıyor durumda.
Ancak Gezegenimize etki derecesine bakacak olursak, şimdiki insan, kaynakları tüketmek ve çevreyi yıkıma uğratk bakımından, 50 yıl önceki insana göre 2 kat,
100 yıl önceki insana göre 4 kat, 200 yıl önceki insana göre 8 kat ve hatta 2 bin yıl önceki insana göre 16 kat daha ağırlıklıdır. 2 bin yıl önceki yaşam koşullarıyla 120 milyar insan yaşıyormuş gibi, sanki bu gezegen üzerinde gelmiş geçmiş tüm insanlar
hâlâ yaşıyorlarmış gibi, onların geçmişteki ağırlıklarını bugün sürdürüyoruz.

Dünya buna çok dayanamayacak ve er ya da geç sırtındaki yükü atacaktır.

22. yüzyılı yaşayanların anılarında, “öngörüleri yanlış çıkmış olmak” dileğimle
ve Sevgilerimle. æ (1.12.13)

Dünya Ortalama Nüfus artış hızı (binde):

MÖ 5000 – M…0,9

M -1800………..1,3

1800 -1950……6,0

1950 – 2000..19,0

2000 – 2013…15,0

2013 – 2050… 9,0

2050 – 2100… -32  (büyük kıyım!?)

Temiz ve Adil Seçim


Dostlar
,

Bizim de üyesi olduğumuz ADD Bilim – Danışma Kurulu,
seçimlerle ilgili bir rapor hazırladı..

* Temiz ve Adil Bir Seçim

Şöyle başlıyor :

Giriş                  :

Demokrasinin önemi ve gerekliliği

Ülkemiz yalnızca içerideki sosyo-ekonomik sorunlarla değil, aynı zamanda
Bölgesel ve Küresel ölçekte yaşanan çok boyutlu, büyük yaşamsal sorunlarla da karşı karşıyadır. Dünyamızda ve buna paralel olarak Ülkemizde nüfus dizginsiz bir şekilde çoğalmaktadır… Dünya nüfusu her gün 200 bin kişi, Türkiye nüfusu her gün
3 bin kişi artmaktadır. Öte yandan önlenmesi artık neredeyse olanaksız duruma gelen olumsuz iklim koşullarının  yol açacağı susuzluk, açlık, salgın hastalıklar tehdidi ve bunların sonucunda meydana gelecek kaos ortamı ile karşı karşıya kalacak olan insanlık, 21. Yüzyılı büyük bir kıyıma uğramadan salimen atlatabilmek için sosyal ve ekonomik alanda bilim ve teknoloji destekli aranışlar içindedir…”

Bu kapsamlı raporu paylaşmak istiyoruz.. 10 sayfa olduğundan pdf olarak vereceğiz..

Önümüzdeki 3 seçimin -elbette daha sonrakilerin de- dürüst / adil / saydam yapılması ülkemizin esenliği bakımından yaşamsal önem taşıyor..

Öte yandan TEMİZ SEÇİM PLATFORMU da çalışmalarını sürdürüyor..

Sayın Yaşar Okuyan (Eski Bakan), Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan (Eski Müsteşar ve ADD Bilim – Danışma Kurulu Başkanı) ve Sayın Tacidar Seyhan (Eski milletvekili ve Bilişim Uzmanı) öncülüğünde çaba gösteriyorlar. Bu etkinlikleri

https://www.facebook.com/TemizSecimPlatformu

adresinde izlemek olanaklı..

temizseçim@gmail.com 

ve

twitter.com/TemizSecim

adreslerinden de iletişim kurmak olanaklı..

“Temiz ve Adil Bir Seçim”

Başlıklı raporu okumak ve paylaşmak için lütfen tıklar mısınız??
Güncellennmiş biçimini bu gün bir kez daha sunuyoruz.. (13.11.13)
(Daha önce 21.9.13’te sitemizde yayımlamıştık..)

Hem word dosyası pdf olarak hem de power point yansılarıyla ppsx olarak..

Bu 2 önemli dosyayı özenle irdelemek ve yaymak gerek.
Uygulanması için çoook çaba göstermek gerek çook..

Temiz_ve_Adil_Seçim_guncellenmis_13.11.13

Seytan_ucgeninde_demokrasi_oyunu.æ.13.11.13

Rapor şöyle bağlanıyor :

Öneriler                           :                

1. Oransal (Nispi) temsil sisteminin temsilde adalet boyutunu zedeleyen ülke barajı % 10 oranından, gerçek bir demokraside makul sayılabilecek % 5 oranına düşürülmelidir.

2. Bir seçim çevresinde kullanılan geçerli oyların o çevreden çıkacak milletvekili sayısına bölünmesiyle elde edilecek sayıdan daha az oy alan siyasi partilere
veya bağımsız adaylara milletvekilliği tahsis edilmediğinden, boşa giden oylar ülke genelinde değerlendirilmelidir. Bunun için 1965 seçimlerinde uygulanılan
ulusal artık” (milli bakiye) sisteminden yararlanılabilir. Seçim çevrelerinde milletvekili tahsis edilmeyen siyasal parti oyları ülke genelinde toplanıp
550 milletvekilli Parlamentoda sayısı 25-50 olarak ülke baraj oranına göre belirlenebilecek Türkiye milletvekilliğinin kazanılmasında değerlendirilebilir.

Ülkemiz için en demokratik uygulama olacak bu sistem,
ulusal artıklı oransal temsil sistemi olarak adlandırılabilir.

3. Bir başka 12 Eylül mirası olan parti içi organların oluşumunda ve milletvekili adaylarının saptanmasında parti merkezleri ile liderlerin olağanüstü yetkilerine kısıtlayıcı hükümler getirilebilir. Partilerde liderlerin mutlak egemenliği vardır. Milletvekili adaylarını liderler belirlemek, seçmenlerin aslında milletvekili seçmekten çok liderlerin tercihlerini oylamaktadır.. 

4. Adayların belirlenmesinde, bütün partili üyelerin katılımıyla belli oranda
(örneğin % 75-90) zorunlu duruma getirilebilir.”

ADD BDK Bilim Danışma Kurulu) Başkanı Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan ve aynı Kurulun üyelerinden Sn. Uluç Gürkan‘a nitelikli emekleri için şükranlarımızı sunarız.

Bizim de eklemelerimiz var, dikkat ve ilginize sunarız                                   :

30 Mart 2014 seçimleri herhangi bir yerel seçim değil. Bir kez, 750+ bin nüfuslu 14 yeni il Büyükşehir Belediyesine dönüşüyor. Böylece 30 ilde il genel meclisi ve il özel idaresi kalkıyor; yerini Büyükşehir belediye meclisi alıyor. Belediye sınırları il sınırları oluyor. 16 bin köy mahalleye dönüşüyor (17 bin köyümüz kalıyor..). Yerel yönetim güçlendirilerek mülki idare geri çekiliyor. Vali 2. plana alınırken, Büyükşehir Belediye Başkanları kentin seçimle gelen asıl güçlü yöneticileri oluyor. Merkezi idarenin vesayet yetkisinin de iyice sınırlandırıldığı bu yapıda, Anayasanın idarenin bütünlüğüne ilişkin 123. maddesi adeta arkadan dolanılarak boşa çıkarılıyor. Açıkçası, yerel özerklik aldatmacası ile federal yönetime ve giderek bölünmeye zemin hazırlanıyor.. Büyükşehir Belediye Başkanları
Eyalet Valisi / İmparator gibi olacaklar adeta. 2. olarak, bu seçimi izleyen Temmuz 2015 genel seçimlerinde iktidarın eli güçlenecek bu seçimde başarılı olduğu ölçüde. O arada da bölücü “yeni anayasa” tuzağı dahil
pek çok yıkıcı tasarımını ülkeye dayatmayı sürdürebilecek. Oysa bu yerel seçimlerde geriletilen bir iktidar için domino etkisiyle genel seçim ve öncesinde Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ciddi zemin yitirme söz konusu.

Ayrıca seçmen kütüklerini İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü bünyesinde MERNİS yürütecek. Son derece güven yitirmiş bir kurum olarak TÜİK’in burada payı ne olacak? TÜİK, yakın geçmişte ülkemizin nüfus ve seçmen sayıları ile ilgili olarak milyonlarca oyu bulan ağır fiyaskoların sorumlusu. Örn. 2000 yılı nüfusu 67,8 milyon, 2007 nüfusu ise tam 7 yıl sonda yalnızca 2,8 milyon, yılda 400 bin artışla 70,6 milyon! Oysa ortalama 1 milyon yıllık nüfus artış hızıyla 7 milyon nüfus artışı bekleniyor.. 4,2 milyon dolayında nüfus kayıp! TÜİK buharlaştırmış! Mızrak çuvala sığmayınca da herhalde sonraki yıllara yedirilmiş olmalı (??).
Bu durumda, seçim güvenliğinden asıl sorumlu anayasal kuruluş olan YSK hangi güvenilir (!?) veri tabanına dayanarak seçmen kütüklerini oluşturacak. YSK’nın buna itiraz etmesi gerek. Gerekirse bir kez daha “de facto” nüfus sayımı yapılarak gerçek nüfus belirlenmeli. Halen yürütülen “de jure” sayımda kabul edilemez milyonlarca oynama nasıl görmezden gelinebilir? YSK’ya ziyaretlerle üzerinde sıkı kamuoyu baskısı yaratılmalı ve mutlaka geçerli – güncel – güvenilir nüfus sayımına dayalı seçmen kütüklerini oluşturması istenmelidir.

3. olarak, seçimler sırasında toplanan veriler UYAP ağı üzerinden YSK’ya taşınacaktır! Niçin? UYAP (Ulusal Yargı Ağı Projesi) Adalet Bakanlığı yönetimindedir. Bu Bakanlık, genel seçimlerde istifası gereken 3 bakandan biridir. Anayasa bu denli tarafsızlık ve seçim güvenliği gözetirken, bu ağın teknik – güvenlik – politik sorunları bir yana bırakılsa bile (!?) neden YSK için, salt bu amaca dönük bir ağ altyapısı kurulmaz? Ülkede sıklıkla genel – yerel seçimler yapılmakta, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve referandumlar söz konusu olabilmektedir. Böylesi bir ağ ekonomik de olacaktır ayrıca. YSK, Anayasal görevini tam olarak yerine getirebilmek için Hükümetten bu vb. somut istemlerde bulunmalıdır. Aksi durumda siyasetin her türlü yönlendirmesine (manüplasyonuna) açık, asla güvenilemez verilerin bir tür eli mahkum noterine indirgenebilecektir YSK! Seçimlerde bu tür uygulamalar olursa ülke barışı ve huzuru çok ağır yara alır, ciddi ve ağır karışıklıklar çıkabilir ve denetimi hiç kolay olmaz.

4. olarak; parmak boyanması yöntemine dönülmeli, yinelenen ve hak sahibi olmayanların oy kullanmaları kesinlikle engellenmeli, hak sahiplerinin de
seçmen listeleri vb. oyunlarla oy hakkını yitirmelerine izin verilmemelidir.
YSK’nın kurulması, Anayasal bir kurum olarak tanımlanması, kararlarının
kesin olması ve
itiraz edilememesi gibi güçlendirici yönetsel araçlar bu amaçlarla YSK’ya tanınmış statü ayrıcalıklarıdır.

Bu bağlamda SURİYE’li SIĞINMACILAR kesinlikle oy kullanmamalıdır, vatandaş yapılmamalıdır. Her tür insancıl yardımı yapmak başka birşeydir,
ucuz – rastgele vatandaşlık vermek çok başka bir şey.. T.C. Vatandaşlığı öylesine ucuz değildir. En az 5 yıl ülkede oturmak ve bir dizi koşulu sağlamak gerekir. Hükümet bu yollara da yönelebilir; konuya ilişkin kamuoyu duyarlığı sağlanmalı ve Hükümet ciddi biçimde uyarılmalıdır. Örneğin “Suriyeliler asla!” gibisinden bir slogan geliştirilerek sıklıkla kullanılabilir, kamuoyu duyarlığı sağlanabilir.

ADD bu amaçlarla bir Yerel Seçimler ve Güvenliği Kurulu” oluşturabilir
ve DKÖ – STK ile, siyasal partilerle yoğun iletişim ve etkileşime girebilir.
Yerel seçimler için yeni yasal düzenleme olanağı kalmamıştır (Anayasa md. 67/son). Ancak sonraki Temmuz 2015 seçimleri için kalan süre 6 ay dolayındadır (Haziran 2014 sonu).

TBMM içindeki anamuhalefet ve muhalefet, eğer genel seçim yasası temsilde adaleti sağlayacak biçimde düzeltilmezse dahası, iktidar tersi yönde adımlar atarsa, SEÇİMLERİ BOYKOT dahil ciddi ciddi seçenek planlar yapmalıdır.
Bile bile lades demenin anlamı ve mantığı yoktur. Kapsamlı mitinglerle kamuoyu yeterince
duyarlı kılınabilir ve AKP üzerinde toplumsal – politik baskı kurulabilir, kurulmalıdır. 

Halk 29 Ekim’de meydanlarda neler istediğini haykırmıştır. 10 Kasım’da (2013)
bu kararlılık daha da büyümüştür. Anıtkabir ziyaretçilerinin sayısının 29 Ekim’deki
(2013) 438 bini 2,5 ile çarparak 1 milyon 90 bine ulaştığını ve tüm zamanların rekorunu kırdığını büyük sevinçle öğreniyoruz!)
Ulusa doğru ve etkin siyasal önderlik yapmak, anamuhalefet ve muhalefetin tarihsel – kritik görevidir.

Son olarak, seçimler uluslararası yansız kişi ve kurumların gözlemine
açık olmalıdır.

*********************************

Sevgi ve saygı ile.
13.11.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net