Etiket arşivi: Ebola

Pandemide bir yılın yanıtı belli soruları

Pandemide bir yılın yanıtı belli soruları

Prof. Dr. Esin DAVUTOĞLU ŞENOL
https://www.birgun.net/haber/pandemide-bir-yilin-yaniti-belli-sorulari-337433 

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2019 yılı Aralık ayında Çin’de ağır zatürre olguları ile başlayan Covid-19 için,11 Mart 2020’de “pandemi” ilan ettiğinde, dünyada, toplam118 bin 319 olgu ve 4 bin 292 ölüm olmuştu. Aslında bu yüzyılın, daha önceki SARS-CoV-1 ve MERS-CoV gibi koronavirüs salgınları, koronovirüslerin genomlarında ölüm kodlayabileceğini gösterdiği için, koronavirüsler yakın gözlem altındaydı. 2012 yılında “Spillover; Animal Infections and Next Human Pandemic” kitabında, David Quammen, birlikte çalıştığı ekiple beş yıllık araştırmalarına dayandırdığı şu savları öne sürüyordu:

  • “Yeni bir hastalık olacak, bu hastalığa koronavirüsler yol açacak, yarasalardan kaynaklanacak ve Çin’deki “vahşi hayvan pazarı” kaynaklı olacak.”

    Anlaşılacağı üzere, bu sapasağlam öngörünün temeli ne astrolojinin yıldız haritası ne de kahinlerin kristal küresiydi.

Bilim insanı olmasak bile biyolojik bir küre olan ve trilyonlarca virüs ile paylaştığımız yerkürede, yakın zamanda izlediğimiz Ebola, Zika virüs ve önceki koronavirüs salgınları yaklaşık 50 bin omurgalı türünde bulunan 1 milyon virüs türünün, onları taşıyan hayvanlarla yakın ilişkiye geçtikçe bize sıçrama potansiyelinin arttığını anlatmış olmalıydı. Ancak beklediğimiz bir salgına hiç beklemediğimiz ölçüde hazırlıksız yakalanmıştık. Salgının sessiz seyri denilen aylar öncesi dönemde ve hemen başlangıcında salgının başladığı kentten, bölgeye ve dünyaya milyarlarca insan seyahat etmişti. Ocak 2020 tarihli bir makalede, IATA (International Air Transport Association) verisi kullanılarak yapılan bir modelleme çalışmasında, Wuhan’dan Ocak – Nisan 2019 arasında en az 100 bin yolcu taşıyan havayolları tarandığında, bölgedeki dokuz şehirden yolcu almış olan 50 uluslararası şehir ve salgına duyarlılıkları rapor edildi.

Bu rapora göre başta Asya kentleri olmak üzere Avrupa, ABD ve Avusturalya‘ya çok sayıda yolcu seyahat etmişti. Tahran, Londra, Paris, Sidney, Toronto, Milano, Barselona, Amsterdam, Frankfurt, Dubai, LosAngeles, New York, San Francisco, Moskova ve İstanbul bu bölgelerden en çok yolcu alan şehirlerdi. Bu raporun yayımlandığı tarihte, virüsün insandan insana yayılım potansiyeli, oldukça uzun olan kuluçka süresi gibi veriler henüz olmamakla birlikte, raporun sonunda yazarlar, çok seyahat alan bu bölgelerin, salgın duyarlılıklarının yüksek olabileceği için, iyi izlenmesi gerekliliği konusunda uyarıyordu. Çünkü, bu salgından on yedi yıl önce gene Çin’de başlayan SARS-CoV-1’in kıta dışına yayılımı da uçaklarla olmuştu.

Nitekim salgın deneyimleri nedeniyle, sınır alarm sistemlerini erkenden ve yüksek düzeyde çalıştıran Tayvan, Güney Kore, Vietnam gibi ülkeler, salgını karantina olmaksızın denetim altına almaya başladılar. Salgının kıtalararası yayılımına baktığımızda, Ocak 2020’de erken dönemde yayınlanmış bu rapora göre, sınır taraması ve alarmları kurulabilmiş olsaydı, büyük olasılıkla salgın dünyada bu denli katastrofik (AS: yıkıcı) seyretmeyecekti.

Türkiye, Avrupa’da ilk ölümün olduğu Fransa, salgının adeta bir bomba gibi patladığı İtalya, 19 Şubat’ta ilk olgusunu bildiren İran ve 2 Mart’ta ilk olgusunu bildiren Suudi Arabistan ile yoğun hava ve karayolu trafiği içindeydi. Ayrıca, Ocak ayında başlayan Çin’in bahar tatili nedeniyle Türkiye’de çok sayıda Çin’den gelen turist bulunuyordu. 22 Ocak’ta Çin uyruklu bir turist, Covid-19 hastalığını düşündüren bulgularla İstanbul’da bir hastaneye başvurmuştu. 24 Ocak’ta bu kuşkulu olgu ve aynı gruptaki öbür yolcuların kendi istekleriyle ülkelerine döndüğü bildirildi. Ancak bu yolcuların, ülkelerine bir ambulans uçakla gönderilmiş olması ve Çin basınında paylaşılan haberlerden anlaşıldığı kadarıyla, ilk vakanın açıklandığı tarih olan 11 Mart 2020’den yaklaşık bir buçuk ay önce saptanmış ancak paylaşılmamış olduğu sonucu çıkarılıyor.

İlk olgu bildirimlerini yapan ülkelerde salgın yayılımı S şeklinde bir eğri ile izlenebiliyor ve yayılımın çok hızlı ve üstel olduğu bu eğride rahatlıkla gözleniyordu. Türkiye’de bulunan Çinli turist kafilelerinden ya da riskli seyahat ve bulguları olanların hastane başvuruları oluyor ancak o dönemde Covid-19 hızlı tanı kiti bulunmadığı için vakalar doğrulanamıyordu. Türkiye, Ulusal Halk Sağlığı Laboratuvarı tarafından hazırlanan bir kitin tanı için kullanılmaya başlandığını bildirdi. Ancak test kitlerinin hızlandırılması için, virüs RNA’sının izole edilmesi sürecinin kısaltılması için kimi çalışmalar yapıldı. Bu aşamada RNA saflaştırılması yerine, bir çözelti (solüsyon) ile virüs parçalanarak RNA dışarıya alınıyordu ve bu da testte yalancı negatifliğe yol açıyordu. Erken alarm sistemlerinin devrede olması gereken en önemli aşamada, hata payı yüksek olan test kitlerini kullanıyorduk.30 Ocak’ta DSÖ, “Uluslararası Acil Durum” ilan ettiğinde, ülkemizde sınır denetimi yalnızca termal kamera ile ateş ölçerek yapılıyordu. Salgının, bu ilk üç aylık dönemde, yalnızca Türkiye değil, pek çok ülke seyahat kısıtlamaları ve sınır taramalarındaki gecikmelerle salgının girişini önlemenin ya da erken kontrol edebilmenin mümkün olacağı zaman aralığını çoktan kaçırmışlardı.

En çok sınır giriş çıkışımızın olduğu ülkelerden İran’da ilk vakanın açıklanmasından kısa bir süre sonra açıklanan ilk ölümler, İran’da salgın yükünün fazla olduğuna işaret ediyordu. Afrika kıtasının ilk vakasının, İstanbul üzerinden aktarmalı giden bir İtalyan vatandaşı olduğunu, Umre ziyaretinden dönen çok sayıda kafilemizin dönüşlerinde taranmadığı düşünüldüğünde, ilk olgumuza dek çok sayıda olgunun gözden kaçırıldığı anlaşılacaktır. Mart 2020’de uzaydan bakıldığında, çevremizde Türkiye dışında salgının görülmediği tek ülke kalmamıştı. Bu durum bir başarı olarak tanımlanıyordu! Bu “başarı” ise, öbür ülkelerin yapmakta, almakta geç kaldığı önlemlerin bizde erken alınmasına bağlanılıyordu.

Salgın yönetiminde şeffaf davranılmayacağı, salgının yalnızca ekonomik değil, politik önceliklere göre yönetileceği anlaşılıyordu. Mart başında toplam 2 bin kişiye test yapılmıştı, Kuzey İtalya ve İran’da vakalar hızla artıyordu ve biz ülkede vaka olmadığından emindik. Bu dönemde, Covid-19 pnömoni bulguları ile uyumlu bulguları olan ağır hastalarda yaptığımız testlerin negatif olmasına güveniyor ve mevsimsel grip gibi tedavi ediyorduk. Sonradan bu dönemde kullanılan testlerin ancak % 40-60 oranında pozitif olduğu anlaşılacaktı. Tanı testi yapan laboratuvar ve test sayısı da çok kısıtlıydı. Bu nedenle salgın denetiminde önemli olan

  • “test yap ve vakaları bularak izole et, temaslıyı tespit et ve karantinaya al ve bulaşmayı önle”

zincirini sürdüremiyorduk.

Son yıllarda, kamu sağlığından hızla uzaklaşarak, daha çok yaşlanma karşıtı ve kozmetik programlarına yer veren görsel basın, salgının ciddiyetinin anlaşılması yerine bizim ırksal özelliklerimiz nedeniyle, kimi gıdaları daha çok tüketerek salgını hafif geçirebileceğimiz algısına yol açan programlar yapıyordu. Salgın ile ilişkili bilgi akışı ise her akşam bir basın toplantısı ile Sağlık Bakanı’nın kendisi tarafından, turkuaz bir tablodaki rakamlar ile açıklanıyordu.

Okullar, toplantılar ve sanatsal etkinlikler ve 20 kadar ülke ile karşılıklı uçuşlar iptal edilmişti. Hastaneler tümüyle pandemi hastanesi ilan edilmiş, sağlıkçıların izinleri, ivedi (acil) olmayan tüm ameliyatlar iptal edilmişti. Bakanlık saha için hazırladığı rehbere tanı, izolasyon, karantina ve tedavi rehberleri de eklemişti. Tedavi için çok yaygın olarak kullanmakta olduğumuz klorokin adlı ilaç ile ilişkili başlangıçta iyi sonuçlar açıklayan kimi küçük, kontrollü olmayan çalışmalar yayınlanmıştı. Ancak, ilaçlar için yapılan klinik öncesi çalışmaların, ilaçların hastalıkta işe yarayabileceği konusunda yanıltıcı olabileceği anlaşılıyordu. Klorokin için de işe yarayacağını gösteren klinik öncesi çalışmaların yanlış kurgulandığı ve ilacın işe yaramadığı anlaşıldı.

Nisan 2020 sonunda salgın henüz denetim altına alınmamışken birdenbire denetimsiz biçimde yapılan açılmalar sonrasında artan vakaları yönetmek için “filyasyon” ekipleri, evde bakım ekiplerine dönüşünce, işe yaramadığı anlaşılan klorokin ile evde tedavi dönemi başladı. Bir ülkede salgın yönetimine ilişkin başarı için şu 3 soruyu sormamız gerektiğini düşünüyorum:

  • Okullarınız açık kalabildi mi,
  • Hastanelerde Covid-19 dışı hastalar bakılabildi mi ve
  • Toplam ölüm sayılarındaki artış nasıl?

    Belki bu sorulara eklemeye içimin elvermediği bir başka soru da şu olmalı:

    Neden bu denli çok sağlıkçı hastalandı ve öldü?

ÇEVRESEL YIKIM, MASUM KURBANLAR VE İKTİDARIN SORUMLULUĞU

ÇEVRESEL YIKIM,
MASUM KURBANLAR ve
İKTİDARIN SORUMLULUĞU

Meslektaşımız Biyofizik uzmanı Prof. Dr. M. Ali Körpınar hep yurt ve çevre sorunlarına odaklı akla ve duygulara birlikte seslenen güzel yazılar yazar, biz de olanak ölçüsünde bu sitede yer veririz. Son yazısı, özellikle, küresel ölçekte yaşanan KOVİT-19 salgınının (=pandemi) ağır çevresel yıkımla açık – net ilişkisini sorgulaması bakımından çok önemli.. (http://ahmetsaltik.net/2020/08/20/cevre-felaketi-yasiyoruz-2/)

Dikkat buyurulsun; 21. yy’ın şafağında, daha ilk 20 yılda birkaç salgın yaşadık, yaşamaktayız..
Kolera salgınları artık sıradan ve yaygın. Ebola, MERS, Kuş Gribi, Domuz Gribi, SARS ve sonki SARS – Cov2..

Hiç düşünüldü mü acaba, salgınlar arası süre neden çooook kısaldı?
Hiç akıl eder miyiz ki, çevreye mahkum olduğumuzu yadsıyıp efendiliğe yeltendik?
Hiç sorgulandı mı acaba, 20 yılda 6 salgın ne anlama geliyor?
Hiç irdelendi mi acaba; Ay’a, Mars’a giden uygarlık neden 8 aydır son salgınla başedemedi?
Hiç hesap edilir mi acaba yaşanan salgın nereye varır / varacak?
Ve de haydi bunu da önümüzdeki birkaç yılda aştık; bir sonraki ne zaman ve nasıl gelecek?
Ya da KOVİT-19 salgını sürerken bir başka salgın üstüne eklenebilir mi?
Örn. sonbaharda Grip / İnfluenza salgını ya da bir başkası??
Ya da kıtlık / açlık, birkaç bölgede büyük ölçekli depremler, başkaca doğal afetler??
Yüzleşir miyiz yaşamın acı gerçeğiyle, hem de hiiiç oyalanmadan :

  • Artık HER AİLEYE 1 ÇOCUK! Küre, daha çok nüfusu kal-dı-ra-mı-yor!

Örn. Türkiye’de İstanbul – Marmara bölgesinde M 7+ şiddetinde bir deprem.. KOVİT-19 salgını ile savaşım sürerken???!!!
****
Devlet yönetimi, tüm bunları öngörmek, seçenekli afet – olağanüstü durum planları hazırlamak ve en az zararla böylesi bunalımları aşmak demektir; öngörü, ufuk ister.

Ancak AKP’li CB Erdoğan, önceki gün sanal ortamda bir “trafo” açılışı yapmıştır (bu düzeye inildi gösterişli açılışlarda..) Türkiye’de nerede dev kamu ihalesi varsa, her nasılsa üstünde kalan 5 büyük / yandaş / halis – muhlis…. şirketten birinin K_ _ _ _ n reklamının arka fonda olduğu bir açılış.. Erdoğan sanki sanal oturumun yönlendiricisi (moderatörü, kolaylaştırıcısı) idi aynı zamanda. İlgililere söz verirken kendince genel sözcükler kullanarak alana ne denli uzak / yabancı olduğunu da ortaya koydu. Bu kamu yatırımı değildi, yandaş bir şirket güneş enerjisinden yararlanarak elektrik enerjisi üretmek üzere Konya’da tarıma elverişsiz alanda solar kollektör paneller yerleştirmişti. Ürettiği elektrik enerjisini, bu enerjinin dağıtımını üstlenen bir başka şirkete satacaktı. Görüldüğü gibi ülkemizde elektrik enerjisi üretimi de (EÜAŞ) ve dağtımı da (EDAŞ’ler) ayrı ayrı özelleştirilmiş, dev AŞ’ler tekelinde ve Erdoğan, kendisini Türkiye AŞ’nin CEO’su olarak en tepede konumlandırdığından, ilgili şirketin apaçık reklamını yapmaktan çekinmemişti.

Ülkemizin “hal-i pür melal”i işte böyle..

Erdoğan kuşkusuz haksız rekabete razı olmayacak ve benzer durumda çağrı yapan irili ufaklı başkaca şirketlerin de –artık hangi boyuta dek inilecekse– tesis açılış, yenileme, kapasite artırımı vb. çağrılarına yanıt verecektir.

Aynı gün Sağlık Bakanı / Sekreteri Dr. Koca, Türkiye’de 1303 yani COVİT-19 hastası ve 23 ölüm duyurmuştur.. Tabii artık bu rakamları kaç ile çarpacaksanız; kahvelerde, evlerde, sokakta 1-10 arası katsayı toto konuşulduğuna çoğu insan tanıktır. AKP iktidarı, salgın sorumluları ve Bilimsel Danışma Kurulu’nun gerçekte danışılmayan, “mış” gibi yapılan üyeleri, bu yakıcı gerçekliğin ne denli ayırdında, bilemiyoruz..

Dün konuştuğumuz büyük ölçekli bir turizmci, bu sezondan 3,5 milyar $ bile gelmeyeceğini söyledi. Geçen yıl 35-40 milyar $ girdi sağlanmıştı ve bu yılın saf umutları 50 milyar $’a ayarlı idi. Üstelik turistik işletmelere ek yükümlülükler getirildi; sağlık çalışanı olacak, PCR+ çıkan “konuk” (müşteri!) otelde tek kişilik odada yalıtılacak, hizmet verilecek, ücret de alınmayacak.. Bölgeden personel ilanları ulaşıyor bu bağlamda ancak çoğu işletme de kapatıyor, erken kapatacak, açacak iken açmayacak olanlar var..

Varsayalım ki 3,5 milyar $ brüt girdi sağlandı.

  • Acaba, ölçüsüz – kuralsız ve erken açılan turizm sektörü yüzünden FAZLADAN KAÇ İNSANIMIZ ÖLDÜ??

Bu sorunun yanıtı bilimsel olarak verilebilir; Epidemiyolojik bilimsel kurallara uygun Filyasyon (kaynağını bulma) çalışması yapılıyor olsa idi.. Tümü ile kurallı olmasa da yine de bir çıkarım yapılabilir.. Muhalefet bu bağlamda bir soru önergesi verir mi acaba? İktidar gereğince yanıtlar mı acaba?

Dolayısıyla 1 Temmuz – 20 Ağustos arasında resmi kayıtlara göre KOVİT-19’dan ölen insanlarımızın diyelim yarısı Turizm sektörü yüzünden ise ve bu rakam 920/2=460 dolayında ise, 3,5 milyar $ brüt turizm girdisi (net geliri değil!) uğruna, salt resmi verilerle

  • 460 insanımızın yaşam hakkının feda edildiği çıkarımı yapılabilir mi??
  • Böylesi bir siyasal tercih olabilir mi ve hangi iktidar buna cesaret edebilir?

Herhalde demokratik hukuk devletinin egemen olduğu, yasama organının siyasal iktidarı denetleyip – dengelediği, İdarenin yargısal denetiminin işlediği, basının özgür olduğu…. bir ülkede..

Bunların hangisi Türkiye’de var???

Dolayısıyla, değil böylesine akılları dürtücü – zıplatıcı sorular sormak; akıl yürütmek bile zinhar tehlikelidir. İktidarın ücretli profesyonel tirolleri hemen sanal ortamda linç başlatır ve “işaret” bekleyen kimi yargı yetkilileri harekete geçebilirler..

Ne çare ki;

  • MASUM İNSANLAR, ÖNLENEBİLECEK İKEN ÖLMEKTEDİR iktidarın siyasal tercihleri yüzünden!!
  • Üstelik neden ve nasıl olduğunu bile anlamadan.. Kader, talih, kısmet, Allah’tan, ecel!!??…
  • Susmak ne mümkün; dilsiz şeytandır bu çıplak ve yürek yakan tabloyu görüp de susan!
  • Yapıp – ettikleriyle ya da tersiyle bu kırımdan sorumlu olanların aynaya bakması nasıl sağlanabilecektir? Siyasal muhalefet nasıl bunca felç olabilir??
  • Bir iktidarın en başat görevi yurttaşların yaşam hakkını korumak değildir de nedir?
  • Bunu bile beceremeyip, gerçekte bilinçli moneter siyasal tercihleriyle (S. Bakanı Koca’nın, “..bu tabloyu öngörmüştük” hazin ve çok acı itirafı) masum insanların yaşam haklarını 3,5 Dolara feda edebilen bir siyasal kadronun zerrece meşruiyetinden söz edilebilir mi tarih sahnesinde??!
  • Durdurun Türkiye’yi, uzaya- sonsuzluğa karışmak istiyorum; orada “katiller, katil iktidarlar… diye haykırabilmek istiyorum..

Sevgi, saygı ve DERİN ACI ile. 21 Ağustos 2020, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
AÜTF Halk Sağlığı Uzmanı,
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 ÇEVRE FELAKETİ YAŞIYORUZ!!!

 ÇEVRE FELAKETİ YAŞIYORUZ!!!

Prof. Dr. Mehmet Ali
Cerrahpaşa Tıp Fak. E. Öğretim Üyesi

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

“Bir şahsın yaşadıkça memnun ve mutlu olması için lazım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmasıdır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK

İBB, 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde, Üsküdar Vapur İskelesi yanında su altı temizliği yaparak, denizlerin kirliliği konusuna dikkat çekti. Otomobil lastiğinden motosiklete, cep telefonundan plastik eşyalara kadar su altından çıkan atıklar görenleri şaşırttı.

Değerli arkadaşlar,

Güzel ülkemizde ve dünyamızda; küresel sermaye ve AB-D emperyalizminin çıkarları yüzünden, oluşan doğa katliamı nedeniyle sağlıklı ve mutlu yaşamımız giderek tehlikeye düşmektedir. Bizden sonraki kuşaklara daha riskli ve kirli bir dünya bırakmamız söz konusu.

Pek çok gelişmiş ülkede toplum, yaşanan çevre felaketlerine karşı hem siyasal hem de sivil toplumsal örgütleri ile gereken tepkilerini çok güzel ortaya koymaktadır. Ne yazık ki güzel ülkemizde siyasal yaşam kısırlaştı ve yalnızca dinsel siyasete veya etnik kimliğe dayalı duruma geldi. Çağdaş demokrasilerde olduğu gibi ülkemizde yaşanan çevre kirliliğine ve halk sağlığına karşı duyarlı bir siyaset ve siyasal güç söz konusu değil.

Oysa dünyamızda ve güzel ülkemizde her yıl yinelenen ve yıllardır süren çevre sorunlarımızı dile getirmemiz ve hep birlikte çözümler aramamız gerekir. Örneğin;

  • EKOLOJİK TARIM DOYURUR!!! Salgın elbette geçecek ama bekleyen daha ciddi sorunlar var. İklim krizi, çevre kirliliği ve ormansızlaşma, doğal varlıklara yönelik tahribat sonunda hepimizi, tüketimlerimizi azaltmaya ve yaşamımızı sadeleşme yönünde dönüşmeye zorlayacaktır. (24.4.2020-Cumhuriyet).
  • ÇERNOBİL DERS OLMADI! Facianın üzerinden 34 yıl geçmesine karşın nükleer inat sürüyor. Ülkemizde Sinop ve Akkuyu da yapılacak olan nükleer santraller, ülkemiz için de bir felaket olabilir. (27.4.2020-Cumhuriyet).
  • NÜKLEER SİLAHLAR: Denemeler iklimi de bombalamış. 1950’li ve 1960’lı yıllarda yapılan nükleer silah denemeleri yüzünden üst atmosfer tabakasına muazzam miktarda radyoaktif parçacıklar savrulmuştu. Böylece bulut yoğunluğu, yağışlar, elektrik yükü ve havada yıllarca süren radyoaktif kirlenmeler olduğu belirlenmiş. (28.6.2020-Cumhuriyet).
  • MERA ALANINA SİYANÜRLÜ ATIK DEPOLAMA TESİSİ: Kayyım sessiz sedasız izin aldı. Eskişehir, Sivrihisar Kaymaz mahallesine 1 km uzaklıkta yaklaşık 40 hektar alana 1 milyon 750 bin m3 hacımlı (AS: oylumlu) 2. bir Siyanür atık depolama barajı yapılıyor. Kaymaz mahallesinden geçen diri fay hattı nedeniyle bu baraj taşma, çökme ve yarılma ihtimali ile içme- kullanma su kaynakları için büyük tehlike oluşturmaktadır. (11.5.2020-Cumhuriyet).
  • İKİNCİ HASANKEYF OLMASIN İSYANI. Tunçeli’nin Mazgirt ilçesinde İndere bölgesi 1. Derece Sit alanında 10 hektarlık alana taşocağı açılacak (12.7.2020-Cumhuriyet).
  • TAŞOCAĞI ŞİRKETİ 3 KAT ARTIŞ İSTEDİ: Bergama’da vahşi madencilik isyanı. İzmir’in Bergama ilçesinde bulunan taş ocağı işletme arazisi 25 hektardan 75 hektara çıkarılacakmış. 390 bin ton olan işletme hacmı, 1 milyon 920 bin tona çıkarılacak olan alanda yine büyük bir ağaç kesimi olacakmış (19.7.2020-Cumhuriyet).
  • 70 HES DURDU: Katliam önlendi. Derelerin Kardeşliği Platformu açıklamasına göre, bugüne dek bölge sakinleriyle (AS: yerleşikleri) birlikte verilen mücadele sonucunda 70 HES inşaası durdurulmuş. Böylece Doğu Karadeniz bölgesinde olası sel ve heyelan katliamların önlenebileceğini belirtildi. (26.7.2020-Cumhuriyet).
  • MADEN ŞİRKETİ HALA KAZDAĞLARI’NDA: Vicdan nöbeti bir yaşında. Kanadalı şirket Alamos Gold’un yerli iştiraki (AS: katılımcı) Doğu Biga Madencilik A.Ş. tarafından Çanakkale’nin tek içme suyu kaynağı olan Atikhisar Barajına yakın bir bölgede yapılmak istenen “Kirazlı Altın Madeni Projesi”ne karşı başlatılan “Su ve Vicdan Nöbeti” bugün 1. yılını dolduruyor. (26.7.2020-Cumhuriyet).
  • BİR AYDA 1244 FUTBOL SAHASI KADAR ORMAN YANARAK KÜL OLDU. Habertürk’ten Emrah Doğru’nun haberine göre sadece (AS: yalnızca) son bir ayda, yani 20 Temmuz ile 20 Ağustos tarihleri arasında Türkiye’nin 503 noktasında orman yangını yaşandı. Orman Genel Müdürlüğünden alınan bilgilere göre salt son bir ayda Türkiye’nin cennet ormanlarından 1344 hektarı, yani 1244 futbol sahası büyüklüğünde alan kül oldu. (20.8.2020-Habertürk).
  • ORMANSIZLAŞMA ve TÜRLERİN YOK OLUŞLARI PANDEMİLERİ NASIL ETKİLİYOR? Londra Üniversitesi Çevrebilim uzmanlarının yaptığı araştırmada: 6 Kıtada yaklaşık 6800 ekolojik topluluğun incelenmesi ile kimi canlı türleri yeryüzünden yok olurken, sıçanlar ve yarasalar gibi yaşamlarını sürdürebilen türler insanlara da sıçrayabilen patojenlere ev sahipliği yapıyormuş (16.8.2020-Cumhuriyet).
    ***
    Değerli arkadaşlar,

Yukarıda sıralamaya çalıştığım, ülkemizdeki çevre felaketlerine karşı halkımızın, sizlerin, STK’ların, tüm yöneticilerimiz ve danışmanlarının, umarım dikkatini çekebilirim ve de gereken önlemleri de zamanında ve hep birlikte alırız.

Özellikle orman yıkımı ve çevre kirliliği için alınması gereken önlemler ne denli gecikirse, olası çözümlerin de o denli zorlaştığı sonucunu, bilgilerinize sunmak isterim. Aksi halde dünyamızı ve onun en güzel ülkesinin doğal yaşam olanaklarını göz göre göre yitireceğiz.

Ayrıca güzel ülkemiz, AB-D emperyalizminin organize ettiği projeler nedeniyle iç ve dış güvenlik açısından oldukça kötü günler yaşıyor. Her gün saygıdeğer canlarımızı yitiriyoruz. Bu terör kaosunun sürmesi durumunda, ekonomik sıkıntılarımız da artacaktır ve artmaya başladı. Yıllardır uyguladıkları emperyalist projeler ile bizleri, birbirimize düşman edenler ise zil çalıp oynuyor. Bu tuzaktan en kısa sürede çıkmayı umut ediyorum.

Sevgi ve saygılarımla (20.8.2020)
=============================
Dostlar,

ÇEVRESEL YIKIM, MASUM KURBANLAR VE İKTİDARIN SORUMLULUĞU

Meslektaşımız Biyofizik uzmanı Prof. Körpınar hep yurt ve çevre sorunlarına odaklı akla ve duygulara birlikte seslenen güzel yazılar yazar, biz de olanak ölçüsünde bu sitede yer veririz.

Yukarıdaki yazı, özellikle, küresel ölçekte yaşanan KOVİT-19 salgınının (=pandemi) ağır çevresel yıkımla açık – net ilişkisini sorgulaması bakımından çok önemli..

Dikkat buyurulsun; 21. yy’ın şafağında, daha ilk 20 yılda birkaç salgın yaşadık, yaşamaktayız..
Kolera salgınları artık sıradan ve yaygın. Ebola, MERS, Kuş Gribi, Domuz Gribi, SARS ve sonki SARS – Cov2..

Hiç düşünüldü mü acaba, salgınlar arası süre neden çooook kısaldı?
Hiç sorgulandı mı acaba, 20 yılda 6 salgın ne anlama geliyor?
Hiç irdelendi mi acaba; Ay’a, Mars’a giden uygarlık neden 8 aydır son salgınla başedemedi?
Hiç hesap edilir mi acaba yaşanan salgın nereye varır / varacak
Ve de haydi bunu da önümüzdeki birkaç yılda aştık; bir sonraki ne zaman ve nasıl gelecek?
Ya da KOVİT-19 salgını sürerken bir başka salgın üstüne eklenebilir mi?
Örn. sonbaharda Grip / İnfluenza salgını ya da bir başkası??
Ya da kıtlık / açlık, birkaç bölgede büyük ölçekli depremler, doğal afetler??

Örn. Türkiye’de İstanbul – Marmara bölgesinde M 7+ şiddetinde bir deprem.. KOVİT-19 salgını ile savaşım sürerken???!!!
****
Devlet yönetimi, tüm bunları öngörmek ve seçenekli afet – olağanüstü durum planları hazırlamak ve en az zararla böylesi bunalımları aşmak demektir; öngörü, ufuk ister.
Ancak AKP’li CB Erdoğan, dün sanal ortamda bir “trafo” açılışı yapmıştır (bu düzeye inildi gösterişli açılışlarda..) Türkiye’de nerede dev kamu ihalesi varsa, her nasılsa üstünde kalan 5 büyük / yandaş / halis – muhlis…. şirketten birinin K_ _ _ _ n reklamının arka fonda olduğu bir açılış.. Erdoğan sanki sanal oturumun yönlendiricisi (moderatörü) idi aynı zamanda. İlgililere söz verirken kendince genel sözcükler kullanarak alana ne denli uzak / yabancı olduğu da ortaya koydu. Bir kamu yatırımı değildi, yandaş bir şirket güneş enerjisinden yararlanarak elektrik enerjisi üretmek üzere Konya’da tarıma elverişsiz alanda solar kollektör paneller yerleştirmişti. Ürettiği elektrik enerjisini, elektrik enerjisinin dağıtımını üstlenen bir başka şirkete satacaktı. Görüldüğü gibi ülkemizde elektrik enerjisi üretimi de (EÜAŞ) ve dağtımı da (EDAŞ’ler) özelleştirilmiş, dev AŞ’ler tekelinde ve Erdoğan, kendisini Türkiye AŞ’nin CEO’su olarak en tepede konumlandırdığından, ilgili şirketin apaçık reklamını yapmaktan çekinmemişti.

Ülkemizin “hal-i pür melal”i işte böyle..
Erdoğan kuşkusuz haksız rekabete razı olmayacak ve benzer durumda çağrı yapan başkaca şirketlerin de –artık hangi boyuta dek inilecekse– tesis açılış, yenileme, kapasite artırımı vb. çağrılarına yanıt verecektir.

Aynı gün Sağlık Bakanı / Sekreteri Dr. Koca, Türkiye’de 1303 yani COVİT-19 hastası ve 23 ölüm duyurmuştur.. Tabii artık bu rakamları kaç ile çarpacaksanız; kahvelerde, evlerde, sokakta 1-10 arası katsayı toto konuşulduğuna çoğu insan tanıktır. AKP iktidarı, salgın sorumluları ve Bilimsel Danışma Kurulu’nun gerçekte danışılmayan “mış” gibi yapılan üyeleri, bu gerçekliğin ne denli ayırdında, bilemiyoruz..

Bu gün konuştuğumuz büyük ölçekli bir turizmci, bu sezondan 3,5 milyar $ bile gelmeyeceğini söyledi. Geçen yıl 35-40 milyar $ girdi sağlanmıştı ve bu yılın saf umutları 50 milyar $’ ayarlı idi. Üstelik turistik işletmelere ek yükümlülükler getirildi; sağlık çalışanı olacak, PCR+ çıkan “konuk” (müşteri!) otelde tek kişilik odada yalıtılacak, bakımı verilecek, ücret de alınmayacak.. Bölgeden personel ilanları ulaşıyor bu bağlamda ancak çoğu işletme de kapatıyor, erken kapatacak, açacak iken açmayacak olanlar var..

Varsayalım ki 3,5 milyar $ brüt girdi sağlandı. Acaba, ölçüsüz – kuralsız ve erken açılan turizm sektörü yüzünden FAZLADAN KAÇ İNSANIMIZ ÖLDÜ??

Bu sorunun yanıtı bilimsel olarak verilebilir; Epidemiyolojik bilimsel kurallara uygun Filyasyon (kaynağını bulma) çalışması yapılıyor olsa idi.. Tümü ile kurallı olmasa da yine de bir çıkarım yapılabilir.. Muhalefet bu bağlamda bir soru önergesi verir mi acaba? İktidar gereğince yanıtlar mı acaba?

Dolayısıyla 1 Temmuz – 20 Ağustos arasında resmi kayıtlara göre KOVİT-19’dan ölen insanlarımızın diyelim yarısı Turizm sektörü yüzünden ise ve bu rakam 460/2=230 dolayında ise 3,5 milyar $ brüt turizm girdisi (net geliri değil!) uğruna 230 insanımızın (salt resmi veriler!) yaşam hakkının feda edildiği çıkarımı yapılabilir mi??

Böylesi bir siyasal tercih olabilir mi ve hangi iktidar buna cesaret edebilir?
Herhalde demokratik hukuk devletinin egemen olduğu, yasama organının siyasal iktidarı denetleyip – dengelediği, İdarenin yargısal denetiminin işlediği, basının özgür olduğu bir ülkede..

Bunların hangisi Türkiye’de var???

Dolayısıyla, değil böylesine akılları dürtücü – zıplatıcı sorular sormak; akıl yürütmek bile zinhar tehlikelidir. İktidarın ücretli profesyonel tirolleri hemen sanal ortam da linç başlatır ve “işaret” bekleyen kimi yargı yetkilileri harekete geçebilirler..

Ne çare ki;

  • MASUM İNSANLAR, ÖNLENEBİLECEK İKEN ÖLMEKTEDİR iktidarın siyasal tercihleri yüzünden!!
  • Üstelik neden ve nasıl olduğunu bile anlamadan.. Kader, talih, kısmet, Allah’tan, ecel!!??…
  • Susmak ne mümkün; dilsiz şeytandır bu çıplak ve yürek yakan tabloyu görüp de susan!
  • Yapıp – ettikleriyle ya da tersiyle bu kırımdan sorumlu olanların aynaya bakması nasıl sağlanabilecektir? Siyasal muhalefet nasıl bunca felç olabilir??
  • Bir iktidarın en başat görevi yurttaşların yaşam hakkını korumak değildir de nedir?
  • Bunu bile beceremeyip, gerçekte bilinçli siyasal tercihleriyle (S. Bakanı Koca’nın, “..bu tabloyu öngörmüştük” hazin ve çok acı itirafı) masum insanların yaşam haklarını 3,5 Dolara feda edebilen bir siyasal kadronun zerrece meşruiyetinden söz edilebilir mi tarih sahnesinde??!
    • Durdurun Türkiye’yi, uzaya- sonsuzluğa karışmak istiyorum; orada “katiller, katil iktidar… diye haykırabilmek istiyorum..

Sevgi, saygı ve DERİN ACI ile. 20 Ağustos 2020, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı Uzmanı, Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com

 

 

 

Nasıl besleneceğiz? Krizler çağında gıda güvencemiz

Nasıl besleneceğiz?
Krizler çağında gıda güvencemiz

Ceyhan Temürcü

ODTÜ Enformatik Enstitüsü, Bilişsel Bilimler bölümünde öğretim görevlisi. Agroekolojik tarım gönüllüsü. Dört Mevsim Ekolojik Yaşam Derneği

https://yetkinreport.com/2020/04/11/nasil-beslenecegiz-krizler-caginda-gida-guvencemiz/ 16.4.20

Salgının öncesi, sonrası

Covid-19 salgını, ulusal sınırlar üzerinde yükselen küresel sistemlerimizin ne kadar kırılgan olduğunu ve bu kırılmaların yaşamlarımızı ne kadar derinden etkileyebildiğini hepimize gösterdi. Şu anki zorluk ve endişe ortamında genel konulara odaklanmak kolay olmasa da, ekonomik ve toplumsal sistemlerimizin yapısal sorunlarını, bunların çözüm yollarını ve daha iyi bir gelecek için yapabileceğimiz şeyleri düşünmemiz gerekiyor. Bu yazıda, mevcut gıda sistemlerimizi ve sorunlarını özetleyecek ve gıda güvencemizi temin edecek çözümlere ilişkin önerilerimi paylaşacağım.

Küresel Covid-19 salgını ve beraberinde gelen sarsıntı tümüyle beklenmedik değildi. Aralarında H1N1, H5N2 ve H5Nx, Ebola, Zika, SARS ve MERS-Cov’un da bulunduğu zoonoz (hayvanlardan insana bulaşan) hastalık salgınları son yirmi yıldır daha fazla görülmeye başlanmıştı. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) dahil, pek çok kuruluş ve araştırmacı yıllardır yeni pandemilerin ortaya çıkabileceğini ve büyük ekonomik hasarlara yol açabileceğini öngörüyor ve uyarılar yapıyorlardı. Covid-19 sonrası dönemde de yeni salgınlarla veya ekolojik/siyasi kaynaklı krizlerle karşılaşma olasılığımız yüksek.

Kriz tanımı neden önemli?

Küresel ve yerel düzlemlerde yaşanan sorunları betimlerken, pek çok kişiyi rahatsız etme riskini de göze alarak “kriz” tanımlamasını kullanıyorum. Zira milyonlarca insanı öldüren, sakat bırakan, evlerinden ve yurtlarından eden bitmek bilmez çatışmalar küresel, bölgesel ve yerel düzlemlerde siyasal krizlere işaret ediyor. Siyasal etkenlerle de bağlantılı olarak, büyük kitleleri işsizlik, açlık ve yoksulluğa mahkum eden ekonomik ve sosyal krizler yaşıyoruz. Bir yandan da türlerin yok oluşu, habitat kaybı, çevre kirliliği ve iklim değişikliği gibi çeşitli veçheleri olan bir ekolojik krizin tam ortasındayız. Özellikle iklim değişikliği, gezegendeki bütün yaşam formlarıyla birlikte insanlığın bekasını tehdit ediyor. Bunların hepsinin ötesinde kendimizle, birbirimizle ve doğayla ilişkilenme biçimimizi, düşünüş, davranış ve üretim kalıplarımızı kapsayan bir “uygarlık krizi”nden bahsetmek de giderek daha anlamlı hale geliyor.

Gıda konusu insan yaşamının bireysel, sosyal, kültürel, ekonomik ve ekolojik alanlarının tümüyle yakından ilişkili. Nitelikli gıdaya erişim, biyolojik ve toplumsal yaşamlarımızın sürmesi için en temel ihtiyaçlarımız arasında. Tarımsal üretim ve tedarik sistemleri birçok insan için geçim kaynağı ve anlamlı çalışma alanları sağlıyor. Gıdanın üretim, dağıtım, tüketim ve atık süreçleri doğal çevreyle en büyük etkileşim cephemizi oluşturuyor. Dolayısıyla, özellikle de bu krizler çağında, gıda sistemlerimizin yapısal sorunlarını anlamamız ve sürdürülebilir çözümler geliştirmemiz hayati önem taşıyor.

Doğa-dostu tarımla yetişmiş sebzeler

Gıda zincirleri, hayvancılık, hastalıklar

Mevcut durumun anlaşılması için küresel düzlemde etkin olan iki üretim-dağıtım paradigmasını anlamamız ve karşılaştırmamız yararlı olacaktır: (1) küçük ölçekli üretim birimlerinin ve yerel pazarların ağırlıkta olduğu köylü gıda ağı ve (2) büyük şirketlerin denetiminde gerçekleşen tek tip tarımsal üretim, yoğun gıda işleme ve yaygın dağıtım kanallarıyla tanımlı endüstriyel gıda zinciri.

Bağımsız bir izleme kuruluşu olan ETC Group’un, çok sayıda araştırmanın kapsamlı bir değerlendirmesine dayalı, 2017 tarihli “Who Will Feed Us?”¹ (Bizi Kim Besleyecek?) başlıklı raporu, bu iki sistemle ilgili olarak şu çarpıcı olguları gözler önüne seriyor:

  • ‘Köylü gıda ağı’ dünya nüfusunun %70’inden fazlasını beslerken tarım arazilerinin %25’inden daha azını, tarım için harcanan suyun %20’sinden daha azını ve fosil yakıtların yaklaşık %10’unu kullanıyor. Endüstriyel gıda zinciri ise dünya nüfusunun %30’undan azına yiyecek sağlamasına karşın, tarım arazilerinin %75’ini, tarımsal suyun en az %80’ini ve fosil yakıtların yaklaşık %90’ını kullanıyor.
  • Endüstriyel gıda zinciri her yıl 75 milyar ton yüzey toprağının ve 7,5 milyon hektar ormanın yok olmasına neden oluyor. Oysa köylü gıda ağı toprağa ve ormanlara çok daha az zarar veriyor, ayrıca bitkilerden hayvanlara, balıklardan ormanlara kadar biyolojik çeşitliliği, endüstriyel zincire kıyasla 9 ila 100 kat daha fazla destekliyor.
  • Endüstriyel gıda zinciri tarımsal kaynaklı sera gazı salımlarının yaklaşık %90’ını gerçekleştirerek iklim değişikliğine büyük ölçüde etki ediyor.
  • Tüketicilerin endüstriyel zincirdeki ürünlere ödedikleri her 1 dolara karşılık toplum, zincirin yarattığı sağlık ve çevre zararları için 2 dolar daha ödüyor. Zincirin doğrudan ve dolaylı maliyetleri, dünya hükümetlerin yıllık askeri harcamalarının 5 katına karşılık geliyor.
  • Zoonoz (hayvanlardan insanlara geçen) salgınlarının son yıllarda artış göstermesinde endüstriyel hayvancılığın dünya genelinde yaygınlaşmasının önemli bir rolü var: “[Zoonoz] hastalıklar, yaban hayvanları da dahil çeşitli hayvanlardan genetik yönden tek tip olan çiftlik hayvanlarına geçer ya da gıdalar yoluyla yayılır. UNEP’e (Birleşmiş Milletler Çevre Programı) göre, eğer küresel bir salgın başlarsa bu trilyonlarca dolara mal olacaktır.” (sayfa 31)

Doğru politika ne olabilir?

Salgın hastalıkların artmasında endüstriyel şirket tarımının etkisi birçok başka çalışmada da ortaya konuyor. Big Farms Make Big Flue (Büyük Çiftlikler Büyük Gripler Yaratır, 2016) kitabının yazarı evrimsel biyolog Rob Wallace gibi pek çok bilim insanı, yüksek yoğunluklu endüstriyel hayvan çiftliklerinin bu tür hastalıkların gelişmesi ve yayılması için ideal ortamlar sağladığını söylüyor. Wallace ayrıca, endüstriyel tarıma yer açmak için ormanların ve yabanıl yaşam alanlarının daraltılmasının, daha önce yalıtılmış durumda olan patojenlerle etkileşimimizi artırdığı tespitini yapıyor. Wallace’ın sözleriyle “virüslerin artması gıda üretimiyle ve çok uluslu şirketlerin kârlılığı ile yakından bağlantılıdır. Virüslerin neden daha tehlikeli hale geldiğini anlamayı hedefleyen herkes, endüstriyel tarım modelini ve özelde endüstriyel hayvancılığı araştırmalıdır.”²

Sonuç olarak endüstriyel gıda zinciri, 70 yıldır büyük teşviklerle uygulanmasına rağmen, en az 3.9 milyar insanın aç kalmasına ya da yetersiz beslenmesine engel olamıyor. Üstelik doğaya ve toplumlara olan maliyetleri gezegendeki yaşamı büyük krizlerin eşiğine getirmiş bulunuyor. Uzun tedarik zincirlerine bağımlı olan yapısıyla, kriz zamanlarında insanların gıda ihtiyacına etkin yanıt verme yeteneğinden yoksun olduğu da belli.

İklim değişikliği dahil önümüzdeki potansiyel krizler karşısında en gerçekçi seçeneğimizin, doğa-dostu tarımı ve yerel tedarik ağlarını önceleyen köylü gıda ağının geliştirilmesi olduğunu görüyoruz. “Who will feed us?” raporunda ifade edildiği gibi: “Doğru politikalarla, doğru toprak kullanımıyla ve köylülere tanınan haklarla, köylülerin öncülük ettiği agroekolojik stratejiler kırsal istihdamı ikiye hatta üçe katlayabilir, şehirlere göç baskısını ciddi şekilde azaltabilir, gıdaların kalitesini ve erişilebilirliğini önemli ölçüde geliştirebilir ve tarımsal kaynaklı sera gazı salımlarını %90 oranında azaltırken, açlığı da ortadan kaldırabilir.”

Tarımsal üretimle ilgili sıkça karşılaştığımız iki yaygın kanı var: (1) Küçük ölçekli köylü tarımının doğası gereği geri ve yeniliklere kapalı bir üretim tarzı olduğu ve (2) bu nedenle dünya nüfusunun ancak kimyasal girdilere ve biyoteknolojiye dayalı endüstriyel tarım yöntemleriyle beslenebileceği. Oysa dünya çapında yapılmış olan birçok araştırma bu varsayımların yanlış olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Örneğin Birleşmiş Milletler özel raportörü Olivier De Schutter’in, gelişmekte olan 57 ülkede yürütülen agroekoloji projelerinin sonuçlarını incelediği 2010 tarihli “Agroekoloji ve Gıda Hakkı“³ raporu, agroekoloji uygulamalarının üretimde %80 verim artışı sağladığı ortaya koyuyor. Örneğin 20 Afrika ülkesinde yürütülen yeni agroekoloji projelerinde 3 ila 10 yılda verimin ikiye katlandığı gözlenmiş. De Schutter raporunda şu kritik tespiti yapıyor: “Büyük ekim alanlarıyla, endüstriyel çiftliklerle açlık sorununu durduramayacağız. Çözüm, küçük ölçekli çiftçilerin bilgi ve çabalarını desteklemekte ve küçük çiftçilerin gelirlerini artırarak kırsal kalkınmaya katkı vermekte yatmaktadır.”

Ankara Güdül İlçesinde bir agroekoloji uygulama bahçesi

Agroekoloji: iyiye gidebilir miyiz?

Burada sözü geçen agroekoloji kavramını açmakta yarar var. Agroekoloji, endüstriyel gıda sistemlerinin karşısında ekolojik yönden duyarlı, sosyal ve ekonomik yönlerden adil olan, düşük maliyetli ve uygulanabilir üretim ve dağıtım modelleri geliştiren bir yaklaşımı ve bir sosyal hareketi anlatır. Tarımsal uygulamalar yönüyle, toprağa ve insan sağlığına zarar veren sistemik kimyasallardan uzak, toprağı, suyu, diğer tarımsal kaynakları ve biyolojik/tarımsal çeşitliliği koruyan ve geliştiren teknikler içerir. Onarıcı tarım, permakültür, organik tarım ve doğal tarım gibi yaklaşımlarla ve yenilikçi uygulamalarla uyumlu olan agroekolojik üretim yöntemleri, çiftçilerin girdi maliyetlerini düşürmenin yanı sıra, orta ve uzun vadede verim artışını ve hasat istikrarını da beraberinde getirir.

Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) yıllardır agroekolojinin ve bunun bir bileşeni olarak aile çiftçiliğinin önemini vurguluyor. FAO’nun 2019 verilerine göre dünyadaki çiftliklerin %90’ından fazlası bireylere veya ailelere ait. Bu çiftlikler dünyanın gıdasının yaklaşık %80’ini üretiyor ve ürün çeşitlilikleriyle gezegenin gıda güvenliğine en büyük katkıyı veriyor. FAO’ya göre aile çiftçiliği, (1) sosyoekonomik, çevresel ve kültürel bakımdan stratejik öneme sahiptir, (2) küresel gıda güvenliği ile bağlantılıdır, (3) geleneksel gıdaların ve tarımsal çeşitliliğin korunmasına ve doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımına katkıda bulunur ve (4) yerel ekonomilerin canlanmasına imkan verir. Ülkemizde henüz yeterince yankı bulamamış olan önemli bir bilgi de, Birleşmiş Milletler’in 2019-2028 arasını “Aile Çiftçiliği On Yılı” ilan etmiş olması.⁴

Bu veri ve olguları ortaya koyarken, köylü gıda ağı ve endüstriyel gıda zinciri olarak nitelenen üretim ve dağıtım tarzlarının görece ağırlıklarının ülkeden ülkeye farklılık gösterdiğini, Güney Yarımküre’de birincisinin, sanayileşmiş ülkelerde ikincisinin daha ağırlıkta olduğunu ifade etmek istiyorum. Bu üretim ve dağıtım modellerinin birçok yerde birbirine eklemlenmiş ve iç içe geçmiş olduğunu da, özel durumların bunların ortasında bir yerde durabileceğini de göz ardı etmiyorum. Ancak ne istediğimiz ve nereye yöneleceğimiz söz konusu olduğunda, küçük ölçekli üretim ve aracısız satış modelinin temelde kapitalizm dışı bir model olduğunu görmemiz yararlı olacaktır.⁵ Benzer şekilde, köylülüğü kültürel özellikler yerine, ekonomik özerklik ve yeni koşullara uyum arayışı ile tanımlı sosyoekonomik bir kategori olarak görmek verimli bir algı sunacaktır.⁶

Türkiye’de durum

Türkiye’de tarımın ve gıda güvenliğinin iyiye gitmediğine yönelik pek çok veri var. 1980’lerde ve 2000’lerde iki büyük dalga halinde gelen, 2010 sonrasında da devam eden neoliberal dönüşüm uygulamaları, kırsal nüfusun azalmasına yönelik  politikalar ve yasal düzenlemeler ülke genelinde sürdürülebilir üretimin gerilemesine ve dış girdilere bağımlı endüstriyel tarımın payının artmasına sebep oldu.⁷

Ancak bulunduğumuz noktada “köylü kalmadı, tarım bitti” gibi hazır değerlendirmelerin ötesine geçmemiz, mevcut kapasite ve potansiyelin değerini bilmemiz ve bunları büyütmeye odaklanmamız gerekiyor. Zira, Batı ülkelerinin çoğundan farklı olarak, Türkiye’de hâlâ sağlıklı ekosistemler, kadim üretim havzaları, geleneksel üretime ilişkin bilgi ve becerileri yaşatan insanlar var. Genç nüfusun fazlalığı ve son yıllarda kırsala dönüş eğiliminin artmış olması da avantaja dönüşebilir.

Merada otlayan sığırlar, Ankara, Güdül İlçesi, Tahtacıörencik Köyü

Etkin değişimin parçası olmak

Türkiye’de ve dünyada kırsalın mevcut koşullarını ve potansiyelini değerlendirirken, köylülüğün tarih boyunca feodal, emperyal ve son olarak kapitalist baskılar altında sosyal, ekonomik ve kültürel yönlerden zayıflatılmış olduğunu da göz önünde bulundurmamız gerekir. Köylü gıda ağına dayalı yeni bir gıda sistemi derken ‘alışıldık köylülük’ kalıplarının ötesinde, değişen iklim ve toplum koşullarına uyum sağlayan, yeniliklere açık, emek sömürüsünden uzak ve doğa dostu bir üretim tarzından ve yerel ekonomileri önceleyen kısa tedarik ağlarından, yani agroekolojik bir gıda sisteminden söz ediyoruz.

Geldiğimiz bu yaşamsal dönemeçte, şirketlerin kazancını önceleyen endüstriyel tarım ve kitlesel dağıtım zincirlerine güç vermeyi bırakıp agroekolojik gıda ağlarımızı örmeye başlamalıyız. Burada öncelikli hedefin küçük üreticilerin ekonomik ve sosyal yönden güçlenmeleri olması gerektiğini düşünüyorum. Üreticilerin toplumla etkileşimlerini artırarak bu temeli güçlendirdiğimizde, üretim kooperatifleri gibi daha kapsamlı ve yapılandırılmış araçlar da sağlıklı şekilde gelişecek ve çoğalacaktır.

Bu noktada hepimizin yapabileceği şeyler var. Öncelikle, bütün çözümleri bizi temsil ettiğini düşündüğümüz yapılardan beklemenin ve istediğimiz şeyleri yapmadıklarında kızıp söylenmenin ötesine geçmemiz gerekiyor. Kişisel ve kamusal alanlar arasında bir süreklilik ve etkileşim olduğunun bilinciyle, değişimin etkin bir parçası olmalıyız. Temsil yapılarını yönlendirmek ve yenilerini kurgulamak da dahil, her türlü yolla yaşama “etki etmeyi” öncelemeliyiz.

Bireyin rolü

Salt birey olarak bile çok şey yapabiliriz. Gıdamızı seçerken, fiyatının yanı sıra, nereden geldiğini, üretiminin nelere mal olduğunu ve ödediğimiz paranın nereye gittiğini de ölçüt olarak aklımızda tutabiliriz. Organik sertifikalı ürünler önemli bir seçenek olmakla birlikte, bazılarının üreticiyi ve doğal çevreyi yeterince gözetmeyen kanallardan gelme olasılığını da göz önünde bulundurmalıyız. Ekolojik pazarlar, üretici pazarları, gıda toplulukları, kooperatifler veya küçük işletmeler yoluyla tanıdığımız üreticilerin ürünlerini tercih edebiliriz. Bu üreticilerle temas kurabilir, onları, ailelerini, çevrelerini yakından tanıyabilir, üretim alanlarını ziyaret edebilir, karşılıklı yardımlaşma ve destek içine girebiliriz. Bu bizi zaman içinde daha fazla üretici ile tanıştıracak, sosyal yaşantımızı geliştirecek, köylerde ve çiftliklerde zaman geçirme imkanlarımızı da artıracaktır.

Keyif almak dahil ihtiyaçlarımızı ihmal etmeden, daha az ve öz yemeye çalışabiliriz. Uzun mesafelerden gelen, mevsim dışı ürünler yerine yerel ve mevsiminde ürünleri tercih edebiliriz. Endüstriyel et ve süt ürünlerinin ve kimyasal katkılarla işlenmiş ürünlerin tüketimini sınırlandırabilir, böylece sağlıklı ürünlere erişmenin getirebileceği ek maliyetleri de telafi edebiliriz. Uzun vadede sağlığımızın korunması ve gelişmesi ile sağlık maliyetlerimiz de büyük olasılıkla azalacaktır.

İmkanlarımız dahilinde kendi gıdalarımızı üretebilir ve işleyebiliriz. Bu bir balkonda, bir ev veya site bahçesinde veya bir çatıda küçük ölçekte sebze yetiştirmek olabileceği gibi, evde yoğurt, ekmek, turşu, sirke, sos yapmak da olabilir. Eğer kırsala yerleşme imkanımız varsa, doğayla uyumlu yaşam ve üretim alanları oluşturmak için agroekoloji, permakültür gibi konularda bilgi ve becerilerimizi artırabiliriz. Yakın çevremizdeki yenebilir yabani otları tanıyabilir, sorumlu toplayıcılık becerilerimizi geliştirebiliriz.

Gıda topluluklarına ve tüketim kooperatiflerine katılabilir, yenilerini kurabiliriz. Kolektif mahalle bostanlarına katılabilir, yenilerini oluşturmak için harekete geçebiliriz. En basitinden komşularımız, akrabalarımız, dostlarımız veya iş arkadaşlarımızla küçük gruplar oluşturup güvendiğimiz üreticilerden toplu alımlar yapabilir, böylece nakliye maliyetlerini de azaltabiliriz. Güvendiğimiz üreticilerle sezonluk anlaşmalar yaparak topluluk destekli tarım uygulamaları başlatabiliriz.

Tahtacıörencik Köyü’nde bir üreticinin serasına yapılan bir tüketici grubu ziyareti

Kurumlar ne yapabilir?

Doğa ve insan dostu gıda üretimi ve aracısız erişim ile ilgili bilgiler sunan kaynakları derleyebilir, birebir iletişim veya sosyal medya yoluyla bunları paylaşabilir, iyi uygulamaların yayılmasına katkı verebiliriz. Farkındalık ve değişim için çalışan sivil toplum kuruluşlarına, gruplara, kooperatiflere katılabilir, çalışmalarına destek verebiliriz.

Yerel yönetimlerde veya kamuda çalışıyorsak ve kırsal alan, tarım ve gıda ile ilgili kararlara etki edebilecek bir konumdaysak, agroekolojik üretimi desteklemek ve endüstriyel tarım yatırımlarına verilen destekleri sınırlamak için çalışabiliriz. Konumumuzun resmi sınırlarına takılmadan, sırf insani etkileşimlerimizle bile kurum içindeki politika ve kararlara etki edebiliriz.

Bu noktada yerel yönetimlerin üretici pazarları açması ve bunları tüketiciler ve sivil toplumun katılımıyla yönetmesi acil bir öncelik olarak ortaya çıkıyor. Üretici pazarları küçük üreticilerin sahip olduğu muafiyetlerin avantajını kullanır ve diğer satış araçlarında söz konusu olabilen ek bürokratik ve mali yükleri içermez. Ayrıca, üreticiler ve tüketiciler arasında yakın temas ve dayanışma ilişkileri kurulması için uygun koşullar yaratırlar. Covid-19 salgını gibi yaygın ekonomik düzenin ve uzak tedarik zincirlerinin işleyişinin riske girdiği durumlarda, yerel üretici pazarları gıda güvenliğinin sağlanmasının önde gelen araçlarından biri olacaktır.

Kalkınma ajansları ve fon sağlayıcılar agroekolojik üretim ve dağıtım sistemlerini destekleyen strateji ve programlar geliştirebilir, bu yöndeki çalışmaları teşvik edebilirler. Tarım ve gıda alanında çalışan STK’lar küçük üreticilerin ekonomik, sosyal ve teknik yönden güçlenmesini hedefleyen projeler yürütebilirler. Tüketim kooperatifleri (pek çok yeni nesil kooperatifin yaptığı gibi) doğaya ve insan sağlığına duyarlı üreticilerle çalışabilirler. Tedarik ettikleri her ürün için üreticinin iletişim bilgilerini herkese açık hale getirebilirler. Üreticilere bu şekilde görünürlük sağlanması, ürünleri ve fiyatlarıyla ilgili kendilerini anlatabilmelerine ve tüketicilerle temas edip dayanışma içine girmelerine imkan tanır.

Yiyecek hizmeti veren lokantalar, oteller, okullar ve benzeri işletmeler mutfak girdilerini olabildiğince yerel kaynaklardan ve küçük üreticilerden temin edebilirler. “Ekolojik menüler” hazırlayabilir, sunulan yemeklerle birlikte içindekilerin kaynağıyla ilgili bilgileri de sunabilirler.

Değişim adımları

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, bu yöndeki çabalarda sıfır noktasında değiliz. Onlarca yıldır süregelen topluluk destekli tarım, gıda topluluğu, ekolojik pazar, üretici pazarı, katılımcı güvence sistemi ve tüketici kooperatifi deneyimlerimiz var.⁸

Bu deneyimler bize, gıda üzerinden başlayan etkileşimlerin üreticiler, tüketiciler, araştırmacılar, akademisyenler, sivil toplum mensupları, gıda topluluğu gönüllüleri ve karar vericiler arasında dayanışma ağlarının oluşmasına katkı verdiğini gösterdi. Tabandan beslenen bu hareketler artık uluslararası kurumlara de etki ediyor. BM İnsan Hakları Konseyi’nin Aralık 2018’de ‘Köylüler ve Kırsal Alanda Çalışan Diğer Kişilerin Hakları Bildirgesi’ni kabul etmesi, FAO’nun aile çiftçiliğini ve agroekolojiyi giderek daha fazla destekler hale gelmesi bunun göstergelerinden birkaçı.

Güncel Covid-19 kriziyle birlikte yerel gıda sistemlerine ve üretici-tüketici temasına dayalı çözümlerin giderek daha önemli hale geleceğini öngörebiliyoruz. Çin’in salgın nedeniyle önlemlerini sıkılaştırdığı 24 Ocak 2020 tarihini izleyen bir aylık süre zarfında, ülkedeki konvansiyonel çiftliklerin satışları büyük oranda düşerken topluluk destekli tarım faaliyetleri büyük artış gösterdi. Bu dönemde örneğin Pekin’deki Shared Harvest CSA Farm’dan yapılan siparişler %300 oranında arttı.⁹

Bu kritik dönemde hepimiz, yalnız olmadığımızı ve kurumsal yapıların da biz insanlardan oluştuğunu unutmadan, gıda sistemimizde tabandan bir değişim yaratmak için yaşam tarzımızı ve ilişkilerimizi yeniden kurgulamalıyız. Önümüzdeki süreçte zorlukları atlatmamızı sağlayacak ve bize yeni dünyaların kapılarını açacak olan çözümleri bizden başka kimse yaşamageçirmeyecek.
————–
¹ Rapora ulaşmak için:
https://www.etcgroup.org/sites/www.etcgroup.org/files/files/etc-whowillfeedus-english-webshare.pdf 

² Rob Wallace’ın Marx21 dergisi için 11 Mart 2020 tarihinde verdiği röportajdan: https://climateandcapitalism.com/2020/03/11/capitalist-agriculture-and-covid-19-a-deadly-combination/. Türkçe çevirisi: https://ceyhantemurcu.blogspot.com/2020/03/endustriyel-sirket-tarimi-oldurur.html

³ https://www2.ohchr.org/english/issues/food/docs/a-hrc-16-49.pdf

⁴ http://www.fao.org/family-farming-decade/en/

⁵ Bkz. Boratav, Korkut (1980). Tarımsal Yapılar ve Kapitalizm. İmge Yayınları.

⁶ Örneğin bkz. van der Ploeg, Jan Dauwe (2009). The New Paesantries. Earthscan.

⁷ Türkiye’de tarımın dönüşüm ile ilgili detaylı bir çalışma için bkz. Keyder, Çağlar ve Yenal, Zafer (2013). Bildiğimiz Tarımın Sonu. İletişim Yayınları.

⁸ Konuyla ilgili bilgilere ve mevcut girişimlere ulaşmak için bazı kaynaklar:

Gıda Toplulukları Web sitesi: http://gidatopluluklari.org/ Ekoharita: https://www.ekoharita.org/ekoloji-haritasi/ Çiftçi-Sen: http://www.ciftcisen.org/ Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği: http://www.bugday.org/blog/  Dört Mevsim Ekolojik Yaşam Derneği: https://www.dortmevsimekoloji.org/ Doğal Besin, Bilinçli Beslenme Katılımcı Onay Ağı: https://dogalbilinclibeslenme.wordpress.com/ Uluslararası Topluluk Destekli Tarım Ağı (Urgenci): http://urgenci.net/ La Via Campesina: https://viacampesina.org/en/

17. ULUSAL HALK SAĞLIĞI KONGRESİ SONUÇ BİLDİRGESİ

 

hasuder

 

 

17. ULUSAL HALK SAĞLIĞI KONGRESİ
SONUÇ BİLDİRGESİ

 

Dostlar,

20 -24 Ekim 2014 arasında Edirne’de, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı‘nın ev sahipliğinde, Uzmanlık Derneğimiz HASUDER
(Halk Sağlığı Uzmanları Derneği) ile birlikte düzenlenen bilimsel kongreye katıldık ve
bir açıkoturumu yönettik (Konusu : Üretim, Tüketim, Paylaşım ve Sağlık).

Kongrenin konusu : “Sanayileşme Çevre ve Halk Sağlığıidi.

600’ü aşkın katılım ile rekor kırıldı ve çok başarılı bir kongre oldu.
Tüm emek verenleri bir kez daha kutluyoruz, teşekkür ediyoruz.

Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı,
8 Nisan 1988’de bizim Yrd. Doç. olarak atanmamızla kuruldu. Bu Birimde 16 yıl
1,5 ay görev yaptık ve akademik ilerlemelerimiz gerçekleşti (17 Ocak 1996’da Profesörlüğe yükseltildik.. Mayıs 2004’te Ankara Üniv. Tıp Fak. ne geçtik).
Şu an akademik kadroda olan 5 öğretim üyesini de asistanlıklarından başlayarak biz yetiştirmeye çaba gösterdik. 3 profesör, 2 doçent söz konusu Anabilim Dalı’nda görevde ve hocaları olarak kendileriyle övünüyoruz.

Kongre sonunda yayımlanan kapsamlı sonuç bildirisini paylaşmakta yarar var.
Bu bildiriye katkı koyanlara da teşekkür ederiz. Önerilerimizi değerlendirerek
metne koyan meslektaşlarımız sağolsunlar. Metni aşağıda sunuyoruz
(anlama dokunmadan dili bir parça arılaştırılmış ve birkaç maddi hata düzeltilmiştir.
Özgün biçimine metnin altındaki erişkeden ulaşılabilir.)

Sevgi ve saygıyla.
17.11.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=========================================

17. ULUSAL HALK SAĞLIĞI KONGRESİ SONUÇ BİLDİRGESİ

17_UHSK_logosu

Sanayileşme Çevre ve Halk Sağlığı” ana temasıyla 20-24 Ekim 2014 arasında Edirne’de gerçekleştirilen
17. Ulusal Halk Sağlığı Kongre’sinde 17 panel, 3 konferans, 2 ikili konferans,
2 forum ve 4 kurs düzenlenmiştir. Kongre’ye 600 dolayında kişi katılmıştır. Kongrede ana temanın “Sanayileşme Çevre ve Halk Sağlığı” olarak seçilmesinin temel nedenlerinden biri, sanayi
ve çevre kirliliği konusunda resmi makamların raporlarında da yer aldığı gibi, Trakya ve Edirne’nin sanayileşmeye bağlı kirliliğin derinden hissedildiği bir bölge olmasıdır.

Kongrede gerçekleşen bilimsel toplantılardan elde edilen çıktılar
aşağıdaki biçimde özetlenmiştir:

Sanayileşme, hem doğrudan hem de dolaylı yollardan çevreyi ve yaşamı etkilemektedir. Bu etkilerin çoğu canlılar ve insan için olumsuz etkilerdir. Olumsuz etkiler, anne karnındaki dönemden başlayıp, yaşamın tüm evrelerine yayılabilmekte; hastalıklarda
ve erken ölümlerde artışa yol açabilmektedir.

Çevre sağlığını savunan politikalar, yalnızca çevre korumacı yaklaşımlar demek değildir. Artık çevre savunucuları olarak ekolojik politikaları tartışmak gerekmektedir. Ekoloji politikaları, doğadaki ekosistemlere saygı duyan, onların bozulmaması ve sürdürülebilmesi için gerekli politikalardır. Salt para kazanma amaçlı verili politikaların bu yaklaşımdan çok uzak olduğu açıktır.

Sanayinin çevre üzerinden insan yaşamına etkili olduğu önemli bir başlık, bulaşıcı olmayan hastalıklardır. Çevresel karşılaşmanın etkisi uzun süreli olduğu için bu etkiyi hastalıklarla ilişkilendirmek oldukça zordur. Bilinen en yaygın etki, hava kirliliğinin başta solunum sistemi olmak üzere hastalık ve ölümleri önemli ölçüde artırdığıdır. Madencilik, tarım ilaçlarının kullanımı, sanayi atıkları ve su ve besin kaynaklı karşılaşmalar (maruziyetler) sanayinin insan sağlığına etkilerinde temel araçlardır. Bu alanda herhangi bir siyasal ve sosyal baskı olmaksızın bilimsel araştırmaların desteklendiği, bilimsel kanıtların paylaşıldığı ve tartışıldığı demokratik ortamlar yaratılmalıdır. Süreç halka karşın değil, bilimsel kanıtların ışığında kamuoyu yaratarak halk ve demokratik kitle örgütleri ile birlikte yürütülmelidir. Halk Sağlıkçılar yereldeki çevre savaşımının doğal bir parçası olmak zorundadır. Korumanın sağaltımdan (tedaviden) üstün olduğu akılda tutulmalıdır.

Bugün epidemiyolojik yöntemlerle sanayi-üreme sağlığı sorunlarını ortaya koymak olanaklıdır. Uygun izleme sistemleri kurulmalı ve risk değerlendirmeleri yapılmalıdır.

Sanayileşme ve sağlık ilişkisi dikkate alındığında, eldeki kalkınma anlayışı artık yürütülemez duruma gelmiştir. Hem kalkınma, hem de sağlıklı bir çevrede sağlıklı bir yaşam için verili ekonomi anlayışının çözüm üretemediği ve yeni yolların olanaklı ve uygulanmasının kaçınılmaz olduğu ortaya çıkmıştır.

Üretim kavramı putlaştırılmamalı, bir gönenç aracı olarak görülmelidir.

“Sürdürülebilir kalkınma” bir aldatmacadır ve yerini “sürdürülebilir yaşam”a bırakmalıdır.

Sağlık hizmetleri sömürü düzeninin alınıp satılabilen bir malı değil,
en temel insanlık hakkıdır.

Yurtta ve dünyada barışın sağlanması, kışkırtılmış sağlık hizmetleri üretim
ve tüketimini engelleme
de başlıca araçtır. Üretim-tüketim-paylaşım süreçleri, merkezine insanı ve çevreyi koymalıdır. İnsan gereksinimlerini ve ekosistemleri
göz önüne alan üretim ve tüketim anlayışı, gereksiz, aşırı üretim ve tüketim anlayışı ile değiştirilmelidir.

Var olan tabloya doğru biçimde müdahale edilmezse, ağırlıklı olarak sanayinin neden olduğu küresel iklim değişikliği çevreyi ve yaşam alanlarını etkilediğinden; yoksulluğun artması, biyoçeşitliliğin azalması, doğrudan ve dolaylı olarak insan sağlığının olumsuz etkilenmesi beklenmektedir. Günümüzde kimi hastalıkların yeniden ortaya çıkışı ya da sıklığındaki hızlı artışın (AIDS, Kuş Gribi, Ebola, Kolera, Tifo, TBC vb.)
küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliği ile ilgili olduğu belirtilmektedir.

Enerji politikaları çevre ve tüm canlıların sağlığını gözetir biçimde oluşturulmalı,
en zararsız enerjinin enerji tasarrufu olduğu akılda tutulmalıdır. İnsan ve çevre sağlığına zararlı etkileri bilimsel olarak kanıtlanmış hidroelektrik ve nükleer güç santralleri yerine, çok daha az zararlı seçenek enerji kaynaklarının kullanımının artırılması / teşvik edilmesi yönünde bilimsel, halk ile birlikte, örgütlü ve eylemsel politikalar geliştirilmeli, kamuoyu oluşturulmalıdır.

Sanayileşme tarımsal alanda çalışan ve kırsal bölgelerde yaşayanların kente göçünü zorlamaktadır. Günümüzde modern toplumdan küresel topluma geçiş ile gelişmiş ülkelerde dünya kentleri; gelişmekte olan ülkelerde sağlıksız kentleşme, yoksulluğun yüksek olduğu dev kentler ortaya çıkmaktadır. Dev kentlerde (metropollerde) yaşanmakta olan eşitsizlikler, toplum katmanları arasında büyük uçurumlar oluşturmuştur.

Bütün bu gelişmeler kayıt dışı emek gücü ve emeğin sömürüsü, niteliksiz işçilik, kötü çalışma koşulları ve yoksulluk, madde bağımlılığı, şiddet ve sağlıksız yaşam koşullarına yol açmıştır.

Küresel güçlerin kendi çıkarları için yarattığı savaş ortamı ülkemizde de sığınmacılar ve ilişkili sorunları ortaya çıkarmıştır. Sığınmacıların sağlık, eğitim, çalışma hakkı, çocuk ve kadın hakları bakımından yaşadıkları, eşitsizlik olarak ele alınmalı ve başta kamu kurumları olmak üzere ulusal ve uluslararası kuruluşların işbirliği ile ivedilikle çözülmelidir.

Sağlığı etkileyen bir başka sanayi tütün endüstrisidir. Tütün şirketleri tütün salgınının, aracıları, nedenleridir ve günümüzde tütün ürünleri nedeniyle insanlığın en büyük programlı kırımı (katliamı) tütün salgını üzerinden yaşanmaktadır. Tütün pazarlama politikaları ile konu, tüm dünya için önemli bir sorun oluşturmaktadır. Sağlık hakkı, yalnızca hastalık olduğunda sağlık hizmetlerine ulaşmak değil, sağlığı bozacak etmenlerin denetimini de içermektedir. Bu kapsamda Devlet; önlem alıcı, koruyucu, önleyici önlemler almakla sorumludur. Tütün, daha güvenli bir ürünün olanaklı olmadığı durumda hukuksal olarak yasa koyucunun koruma kapsamına aldığı “güvenli ürün” tanımı içinde yer aldığı için, bu durum savaşıma engel oluşturmaktadır.

Dünyada bağışıklama hizmetleri, aşı takviminin çocukluk dönemine odaklı Genişletilmiş Bağışıklama Programı’nın (EPI) erişkinlerde gebe Td, yaşlılarda
grip ve pnömoni, riskli kümelerde özel aşılamadan yaşam boyu bağışıklama gereksinimlerini karşılamaya doğru evrildiğini göstermektedir. Çocukluk dönemi aşılama oranlarının yüksek bildirimine karşın, kızamık salgınının ortaya çıkması ve birkaç yıldır varlığını sürdürmesi, hizmet sunum biçimi değişikliği ile birlikte aşılama oranlarının gerçekliğinin sorgulanmasını gerekli kılmaktadır. Ülkemizde kamuoyuyla paylaşılan verilerle Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verileri arasındaki uyumsuzluk dikkate alındığında, bu alanda bağımsız araştırmaların yapılması gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca erişkin aşılamaları ile ilgili izleme sistemi de kurulmalıdır.

Aşı ile önlenebilir hastalıkların izlenmesinde; duyarlılık ve saydamlık ile ilgili sorunlar vardır. Toplanan verilerin işlenmesi ve toplumla paylaşılması konusunda
Sağlık Bakanlığı gittikçe daha kısıtlayıcı ve sınırlı bilgi sunucu olmaktadır.

Ülkemizde ne yazık ki aşı üretilmemektedir
.

Bu konuda kimi girişimlerin varlığı bilinse de, sürecin bilimsel ve teknolojik alt yapısının geliştirilmesi gerekliliği vardır.

Halk Sağlığı Uzmanlığı ve Halk Sağlığı Uzmanlarının görev tanımına uygun alanlarda görevlendirilmeleri, toplum sağlığının korunması ve geliştirilmesi bakımından stratejik önemdedir. Bu amaçla Halk Sağlığı Uzmanlık eğitimi, nitelik ve nicelik bakımından evrensel bilimsel temellerde, ülkenin durumu ve beklentileri dikkate alınarak planlanmalı ve uygulanmalıdır. Halk Sağlığı eğitiminin niteliğinden popülist yaklaşımlar nedeniyle ödün verilmemeli, Halk Sağlığı Uzmanlık eğitimine seçenek arayışlara girilmemelidir. Halk Sağlığı Uzmanlarının özlük hakları iyileştirilmeli ve yetkileri tanımlanmalıdır. Eğitimde önemli bir yeri olan Sağlık Eğitim Araştırma Bölgeleri’nin işlevsel duruma getirilmesi, Sağlık Bakanlığıyla Üniversiteler arasında bağıtlanan Protokol’ün Halk Sağlığı biliminin alanda daha etkin uygulanabilmesi için Halk Sağlığı akademisyenlerin bilgi ve deneyimlerinin alana aktarılabilmesi amacıyla geliştirilmeli, ancak en azından bugün eldeki olan hükümlerinin uygulanması sağlanmalıdır.

Tıp ve hemşirelik eğitimi yetişek (müfredat) programında, çevresel sorunları tanılama, sağlıklı çevre oluşturma ve bireyleri çevresel zararlardan korumaya yönelik uluslararası hemşirelik ilkelerine daha geniş yer verilmeli, öğrencilerin çevre sağlığına yönelik etkinliklere katılımları yüreklendirilmelidir.

Çalışan sağlığı ve güvenliği kapsamında 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası, çalışanların sağlığı ve güvenliğini koruma bağlamında yetersiz kalmaktadır. Hizmete
en çok gereksinim duyan kesimlere erişim sağlanamamakta, temel iş sağlığı hizmetleri anlayışı alana yansıtılamamaktadır.

Küreselleşen dünyada üretim, tüketim ve paylaşım politikaları yeniden değerlendirilmelidir. Tüketimi körükleyen hatta kışkırtan tutum ve davranışların sürmesi durumunda, daha çok üretime bağlı olarak çevresel bozulma sürecek ve başta insan olmak üzere bütün yaşam tehdit altında kalmaya devam edecektir. Plansız sanayileşme, tarım politika ve uygulamalarıyla eşgüdümlü olmayan sanayi,
alıcı ortama saldığı atıklarla yüksek fiyat – düşük çiftçi geliri örneğinde olduğu gibi
temel bir insanlık hakkı olan yeterli ve dengeli beslenme sürecini engellemektedir. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler 3. Binyıl Kalkınma Hedeflerinde de (The 3rd Millennium Developmental Goals – MDG) çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması ve mutlak yoksulluk ve açlığın ortadan kaldırılması temel amaçlar arasında yer almaktadır.

Günümüzde “olağandışılık” istisna olmaktan çıkmış, sürekli durum olmuştur. Sorun son derece yaygın ve önemlidir. Dolayısıyla risk iletişimi disiplinlerarası bir konu olarak ele alınmalı bu kanaldan gelişimi desteklenmelidir. Sağlıklı çevre politikaları için toplumcu bakış açısına sahip olunmalıdır. Anayasanın 56. maddesinde herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı ve çevreyi koruyup geliştirme yükümünün devletin ve yurttaşın ortak görevi olduğunun vurgulandığı akılda tutulmalıdır.
Halk sağlığı alanında yapılan bilimsel çalışmalar toplum için önemli ve toplumun gereksinim duyduğu konuları kapsamalı, bu konuda yöneticilere bilimsel kanıt ve çözüm seçenekleri oluşturulmalıdır. Bilimsel yollarla elde edilen bilgiler toplumla paylaşılırken, bu paylaşımlar uzmanlık derneklerince izlenmeli ve paylaşımda güvenli ortam ve kanallar kullanılmalıdır.

KAMUOYUNA SAYGIYLA DUYURULUR..
http://hasuder.org/anasayfa/index.php/33-news/292-uhsk17sonucbilgirgesi, 6.11.14

Metnin pdf örneği için : 17._ULUSAL_HALK_SAĞLIGI_KONGRESI_SONUC_BILDIRGESI

Not : Sonuç bildirgesi için yetkili kurula aşağıdaki önerileri sunmuştuk :

Sonuç bildirgesi için önerilerimiz aşağıdaki gibiydi : 

1. Üç metin hazırlayalım. İlki 1 A4 dolusu basın için 2. si yönetici özeti, 3-4 sayfa;
3.’sü kapsamlı teknik metin, 8-10 sayfa olabilir..
2. Kapsamlı metinlerde tematik alanları A, B, C.. diye ayıralım, alt başlıkları da
A1, A2, B1, C1  gibi numaralayalım ki paragraflara gönderme yapmak
kolaylaşsın..
3. “Üretim bir gönenç aracı olarak algılanmalı”..
4. Anayasanın 56. maddesindeki sağlıklı ve güvenli çevrede yaşama hakkı ve
çevreyi koruyup geliştirme yükümünün devletin ve yurttaşın ortak görevi
olduğunun vurgulanmasında yarar var.
5. MDG kapsamında Çevre hedeflerine değinilmesi uygun olur.
6. BM’nin Millennium Ecososystem Assessment – 2005’ten anlamlı bir alıntıya
metinde yer verilebilir :

In 2005, the largest ever assessment of the Earth’s ecosystems was conducted by a research team of over 1,000 scientists.  The findings of the assessment were published in the multi volume Millennium Ecosystem Assessmentwhich concluded that in the past 50 years humans have altered the earth’s ecosystems more than any other time in our history.

7. Bu bağlamda; çevresel toksisite son 50 yıldır insan bedeninde özellikle artarak –
hızlanarak birikmekte. Bu nedenle de pek çok sakıncalı kimyasalların
stokastik
(birikimli) etkileri için “uygun” bir zamanlama  – dönem içindeyiz..
Çevresel kökenli hastalıklarda patlama düzeyinde artış beklenebilir,
belli ölçülerde yaşanıyor da…
8. Ayrıca ILO bu yıl 28 Nisan Dünya İş Sağlığı Günü temasını İŞYERİ KİMYASALLARI olarak belirledi. Bu olguya da bir gönderme yapılmalı.
9. Hızlı ve gereksiz nüfus artışının çevreye başlıca olumsuz etmenlerden biri olduğu vurgulanmalı ve Anayasa md. 41 uyarınca Aile Planlaması hizmetlerinin Devletin yükümü olduğu; son yıllarda bu hizmetlerin TR’de iktidarın siyasal tercihleri ekseninde aksatılarak anayasa suçu işlendiği…
10. Küresel kapitalizmin çöp endüstrilerinin çevre ülkelerde yapılandırılması
bu kapsamda TR’de çimento sanayisi..

Elden geldiğince arı Türkçe lütfen….. “Alternatif” yerine “seçenek”… gibi..

************