Etiket arşivi: Dr. Ahmet Saltık www.ahmetsaltik.net

İKİNCİ SARISÜLÜK CİNAYETİ

İKİNCİ SARISÜLÜK CİNAYETİ

portresi

Av. Hüseyin Özbek
19 Eylül 2015

 

Etem Sarısülük Gezi eylemleri sürecinde polis kurşunuyla yaşamını yitirdi. Sanık polisin yargılanması halen sürüyor. Bu süreçte kamuoyu Etem’le ilgili haberlerden Sarısülüklerin aile hikayesini de öğrenmiş oldu:  Devrimci Öğretmen mücadelesinden gelen, düzenin acımasız çarkı toplum dışına savurunca, sisteme sırtını dönüp inzivaya çekilen baba, evlatlarına kol kanat geren tipik Anadolu kadını anne, sırt sırta verip yaşamın zorluklarına direnen kardeşler.

Sarısülük cinayeti, sisteme karşı direnişin ölçüsüz polis şiddeti sonucu ölümle sonlandırılmasının travmatik sembolü olarak uzun yıllar unutulmayacak bir örnek teşkil etmektedir. Bundan sonraki süreçte de bir masumiyet ve mağduriyet simgesi olarak hep hatırlanacaktır.

Etem Sarısülük’ün Orta Anadolu’dan, Çorum’dan Alevi Türkmen kökenli, protest gelenekten solcu kimliği, mağduriyet ve masumiyet katsayısının olağanüstü artmasına yol açmaktadır. Bireysel aile trajedisinin politik ve mezhepsel kişilik üzerinden kolektifleşmesine, süreç içinde derinleşip genişleyecek bir nitelik kazanmasına  neden olmaktadır.

Bu girişten sonra sözü Etem Sarısülük’ün ağabeyi Mustafa Sarısülük’ün Ankara 2. Bölge 1. Sıradan HDP milletvekili adayı gösterilmesine getirmenin zamanıdır. Halkların Demokratik Partisi’nin politikasını belirleyen üst irade, partinin siyasal Kürtçü, etnikçi hüviyetinin sol ve mezhep makyajıyla olabildiğince perdelenmesini istemektedir.

Etem Sarısülük, Alevi inanç ve kültür kodlarının günümüze uyarlanmasında Kerbela kültünün mağdur ve mazlum tarafını, canına kast edenler ise zalim tarafın sembolüne dönüştürülebilecek travmatik  özellikler içermektedir.  Postmodern Kerbela’nın Hüseyin’i olarak algılanabilecek bir mazlumiyet simgesini etnik bölücülüğün malzemesi yapma girişimi sanılandan, görülenden öte bir hesabın ürünüdür.

Etnik ayrılıkçı hareketin nihai amacı Türkiye’den ve komşu ülkelerden koparılacak topraklar üzerinde  emperyalizmin vesayeti altında Bağımsız, Birleşik Kürdistan’dır. 

KCK sözleşmesi ve PKK’nın geçmişten günümüze siyasal pratiği bu amacın asla değişmediğini göstermektedir. Bolca kullanılan sol soslu barış ve demokrasi söylemlerinin ülkenin batısına ve sol tribüne yönelik taktiksel bir kandırmaca, etnik hüviyeti perdelemeye yönelik sis bombası olduğu görülmelidir.

Mustafa Sarısülük’ün, Alevi inanç ve kültüründen gelen yurttaşlarımıza yönelik bir mühre olarak HDP vitrinine konulduğu anlaşılmaktadır. Uçar avcısı, ava çıkarken yanına aldığı kafese canına kıyacak olduklarının hemcinsini alır. Av mahalline geldiğinde kafesteki ayağı bağlı mühreyi dışarı salar.  Mühre ötmeye başlayınca yerde gökteki uçarlar kafese doğru süzülmeye başlar. Avcıya gizlendiği siperden tetiği çekmekten başka bir şey kalmaz. Siyasal Kürtçülük vitrinin mührelerinin yüksek perdeden dillendirdikleri emek ve demokrasi söylemleri bu yalın gerçeği örtmeye yetmemektedir. Çünkü kapatıldığı kafesten ne zaman çıkarılacağına, nerede av yapılacağına, ne zaman öteceğine, ne zaman susacağına kafesin sahibi karar verecektir!

Türkiye’nin 1000 yıllık Alevi inanç ve kültürünü siyasal Kürtçülüğün gayya kuyusunda yok etmek, 100 yıllık sol birikimini etnik bölücülük lokomotifine son kompartıman olarak eklemek hesabının arka planı iyi görülmelidir.

Fıratsız, Diclesiz, GAP’sız Türkiye tasarımının sol kotadan ya da mezhep kotasından mühreliği rolü verilenlerin bir kez daha düşünmesi gerekmektedir.

Dünyada ilk kez emperyalizmin yenilebileceğini, emperyalizme rağmen bağımsız bir devlet kurulabileceğini kanıtlamış, mazlumlara direniş modeli olmuş onurlu bir geçmişe sırt çevirmenin ömür boyu sürecek utancından kurtulmanın tek yolu var.

Mazlum figanıyla zalimin çığırtkanlığından tez elden vazgeçip kapatıldığı mühre kafesini parçalayarak mazlumlardan yana kanat çırpmak…

==================================

Dostlar,

Sayın Av. Hüseyin Özbek, İstanbul Barosu’nun Genel Sekreteridir.
Bu yazısında da görev unvanını kullanmadığını sadelik ve sorumluluk içinde davrandığını izliyoruz.

Sayın Av. Hüseyin Özbek  bir bilge düşünürdür. Yazar ve paylaşır, arada Ulusal Kanal, Halk TV, Sokak TV gibi birkaç namuslu kanalda programa alınır. O’nu izlemek ve engin birikiminden yararlanmak gerekir. Son derece güçlü bir sorgulama ve akıl yürütme donanımı çok değerlidir.

Zaten bir insana / insanlara verilecek en anlamlı armağan,
en güçlü donanım da aklını özgürleştirmek ve sorgulayan akıl kazandırmak değil midir?

Uygarlığın motoru işlevini üstlenebilecek başkaca daha hünerli insan yetisi – değeri ne ola ki??

Özgürleştirilen, tabulardan arınmış, prangalarını kırmış, inanç zincirlerinden kurtulmuş; deneysel – gözlemsel bilimle yaşamı anlamaya ve anlamlı kılmaya çalışan bir dizge.
(İnsan aklının zaman ve mekan sınırlarının ve duyularının sınırlılığının ayırdında olarak..)

Rahmetli İlhan SELÇUK Aydınlanma” yı çok yalın ve çarpıcı tanımlardı :

  • AYDINLLANMA, Aklın inançtan, Bilimin de dinden özgürleştirilmesidir.

*****

Sarısülük ailesinin HDP kulvarına çekilebilmiş olması ciddi bir talihsizliktir.

Batı destekli Sosyo-Politik mühendislik doğrusu “iyi” çalışmakta ve toplumun – değerler sisteminin yumuşak karınlarını sistemli biçimde yoklamaktadır.

Alevi – Türkmen toplumu organik – kurumsal örgütlenmelerden önemli ölçüde yoksundur. Bu olayda kurumsal yapılanma, önemli sorunları tartışarak ortak aklı öne çıkarma yolları kullanılamamıştır. “Dedelik” kurumu geliştirilerek günümüze uyarlanabilseydi orada karar verilebilirdi HDP milletvekilliği önerisine. Anlaşılan, Aile meclisi konuyu derinlemesine irdeleyememiştir.

Anadolu’da Alevi – Türkmen assimilasyonu yüzlerce yıldır sürüyor ne yazık ki..
Dün Bizans ve Osmanlı idi, günümüzde ise DİB eliyle Sünni dükalığı..
İktidar ve muazzam parasal fonları ile Suudi – Vahhabi desteği ile

Etem Sarısülük’ün ağabeyi Mustafa Sarısülük’ün HDP adaylığı Ciddi bir yanlış ve üzüntü kaynağıdır; bununla da kalmayabilecektir.

Bu bakımlardan, rahmetli Gezi Şehidi Etem Sarısülük’ün ağabeyi Mustafa Sarısülük’ün Ankara 2. Bölge 1. sıradan HDP milletvekili adaylığından çekilmesi son derece yerinde olacaktır. Bu çağrıyı kamuoyu önünde aileye bir kez de biz yapıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
20 Eylül  2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

TBB’den : SAĞLIK HUKUKU EĞİTİM SEMİNERİ..

Türkiye Barolar Birliği – TBB’den

SAĞLIK HUKUKU EĞİTİM SEMİNERİ..
SAGLIK_HUKUKU_SEMINERI_TBB_19.9.2015

 

 

Dostlar,

Türkiye Barolar Birliği çok başarılı işlere imza atıyor.
Balgat’ta inşa edilen modern ve yüksek kapasiteli merkezlerinde hemen her gün
bilimsel, ekinsel (kültürel), sosyal, politik, mesleksel, sanatsal etkinlikler sergileniyor.

Yukarıda belirtilen SAĞLIK HUKUKU eitimi de bunlardan biri..
19 Eylül 2015 Cumartesi günü sabahtan akşama bu programa katıldık.
Büyük konferans salonu doluydu ve birkaçyüz genç avukat tam gün,
eksilmeyen bir dikkat ve ilgiyle eğitime katıldılar.

Konuşmacılar arasında bir Tıp Hocası, Yüksek Sağlık Şurası Üyesi olarak bulundu.
Değerli dostumuz, meslektaşımız, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı Başkanı Sayın Prof. Sedat IŞIK ve biz 2 hekim idik..

Sağlık Hukuku bizim de ilgi duyduğumuaz alanardan.
Tıp Fakültesinde lisans ve lisansüstü düzeyde bu dersleri verdik, veriyoruz.
Halen, çalıştığımız AÜTF Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda, Dönem 5’te “Temel Sağlık Mevzuatı” (Turkish Health Legislation) dersimizin yansılarını görmek için lütfen tıklayınız..

Saglik_Mevzuati

*****

Bu hizmetiçi eğitimden çok yararlandık, hukukçularla etkileşimde olduk.
Bu eğitim aynen, 20 Eylül 2015 Pazar günü de yinelenecek.
Katılım çok yüksek olduğundan, program 2 kez yinelenmiş olacak.

TBB Başkanı Sayın Prof. Dr. Metin Feyzioğlu ve çalışma arkadaşlarını kutluyoruz.
Bu bağlamda çalışmalarının sürmesini dileriz.

Sevgi ve saygı ile.
20 Eylül 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Gazetelerin basıldığı ülke

Gazetelerin basıldığı ülke

Can Dündar
Cumhuriyet, 14 Eylül 2015
Türkiye’de basına baskıların tarihinde ilk doruk noktası 1945 tarihli Tan matbaası baskınıdır.

Tan baskınının belgeselini hazırlarken baskına gidenler arasında Süleyman Demirel’in de bulunduğunu öğrenmiştim. Kendisine sormak lazımdı. Fikret Bila’ya rica ettim; o sordu.

“Evet”
dedi Demirel; “Tan baskını sırasında oradaydım. O zaman anti-komünizm çok revaçtaydı ve o havadan etkilenmemek mümkün değildi. Olaya katıldım. Ama elebaşı değildim.”


Biliyor musunuz; o belgesel sırasında bir başka gerçek daha ortaya çıktı:

Matba basılırken Turgut Özal da oradaydı. Türkiye’nin demokrasiye geçmesinin hemen arifesinde gerçekleşen bir matba baskınının 2 Cumhurbaşkanı çıkarmış olması garip değil mi?

Tan’dan Hürriyet’e

Son Cumhurbaşkanı o ilk baskında yaşamda değildi, ama son baskını tetiklemek O’na kısmet oldu. Matba baskınlarından Cumhurbaşkanı yetiştiren Türkiye, 70 yılda, Cumhurbaşkanı’nın hedef göstermesiyle gazetelerin basıldığı bir ülke durumuna geldi.

Baskın kadar vahim olan şey, medya kurumlarının suskunluğu, hatta teşvikçiliğiydi. Merkez medya baskını görmezden gelmeyi tercih ederken, yandaş medya neredeyse alkış tuttu. Yarın kendi başına gelebileceğini unuttu.

Cumhuriyet, önceki hafta İpek Koza Grubu baskınında olduğu gibi Hürriyet baskınında da basın özgürlüğünün safında yani Hürriyet’in yanında durdu. Hem sayfalarımızda baskın haberlerine geniş yer vererek, hem Hürriyet’i ziyaret ederek, bu barbarlığa karşı tavır aldık. Ve her zamanki gibi özgür medya için dayanışmanın önemini vurguladık.

Sarsıcı bir hafta

Geçen haftaya Dağlıca’nın kanlı bilançosunu bekleyerek başladık. Bir yandan da gözümüz kulağımız Cizre’deydi. Adeta iki bıçak birbirine sürtünerek daha keskin hale getiriliyordu. Hafta boyunca hem Dağlıca ve Iğdır saldırılarının yıkıcı sonuçlarını ve şehit cenazelerini, hem de Cizre kuşatmasını ve HDP’lilerin yürüyüşünü izledik. PKK saldırılarından ve HDP baskınından sonra bir iç savaş provasını andıran ırkçı tırmanışı yansıttık.
Saldırganlara kapı açan polisleri, jandarma barikatını aşamayan bakanları, cenazelerden yükselen tepkiyi verdik.

Türkiye’de ilk kez karşılaştığımız bu manzaraları görmezden gelen gazetelere hayret ettik. Ama onlara aldırmadan bildiğimiz yolda yürümeye, gizlenmek isteneni yazıp çizmeye devam ettik.

Mahmut Oral
Cizre’den, HDP’lilerin yürüyüşünden, sıcak bölgeden yolladığı haberlerle haftaya damgasını vuran muhabirimiz oldu.

Ve başta Emine Kaplan olmak üzere Ankara büromuz, gerek kongreye giden iktidar partisi içindeki kaynamayı ilk elden ve en ayrıntılı şekilde vererek, gerekse kongreyi herkesten erken, ustaca değerlendirerek övgüyü hak etti.

Hepimize iyi haftalar.

================================

Dostlar,

Can Dündar, “Mustafa” adlı filmiyle Mustafa Kemal Atatürk’ü indirgeyici, haddi değil ama küçümseyici pek çok kesimin, bu arada bizim tepkimizi çekti.

Şu sıralar Cumhuriyet‘in genel yayın yönetmeni.
Bu gazete bize Mustafa Kemal’den, Yunus Nadi’den emanettir.
Mustafa Kemal’in isteğiyle İstanbul’daki matba, Yunus Nadi tarafından büyük zorluklarla Ankara’ya taşınmış ve Kurtuluş Savaşı’nın sesi olmuştur. 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinden bir gün sonra bu gazete İngilizler tarafından kapatıldı. 10 Ağustos 1920 sonrası gazetesini “Anadolu’da Yeni Gün” adıyla çıkardı ve Anadolu’daki Milli Mücadele’yi destekledi.

Epey çalkantı geçirdi Cumhuriyet.. İlhan Selçuk yıllarca “Gazete“‘ye kol kanat gerdi.
Can Dündar ile birlikte “Gazete” deyim yerinde ise Yeni-Cumhuriyet ya da Light-Cumhuriyet’e dönüştü. Bu doğrultu sapmasından hiç mutlu değiliz ve onaylamıyor, yanlış buluyoruz. Zaman içinde bu yalpalamanın da aşılacağını umuyor, aşılmasını diliyoruz.

Ancak bu arada “Gazete” AKP ve Bay RTE’nin hışmına uğruyor..
Hürriyet de öyle..
Dün NOKTA Dergisine de benzer baskı uygulandı ve Dergi toplatıldı, sorumlu müdür gözaltına alınarak mahkemeye verildi, denetimli serbestlik kapsamında tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Biz Üniversiteye (Hacettepe Tıp) başladığımız yıllardan (1971) bu yana bu gazeteyi okuruz. 20’yi aşkın yazımız, söyleşimiz (Leyla Tavşanoğlu..) yayımlanmıştır (özellikle Sami Karaören döneminde, 2. sayfada). Bizim için 2. bir okul – öğretmen olmuştur.

Atatürk’ün adını koyduğu ve bizlere emanet bıraktığı bu Gazetenin yeniden tam anlamıyla, içten bir Kemalist – Atatürkçü – Devrimci çizgiye gelmesini  diliyoruz. Uğur Mumcu’nun, İlhan Selçuk’un, Nadir Nadi’nin, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun… kemikleri sızlatılmamalıdır.

Özgür basına yapılan hukuk dışı, demokrasi dışı, faşist iktidar baskısını şiddetle kınıyoruz!

Bunlara son verilmesini, özgür basının eleştirilerinden yararlanılmasını istiyoruz. Bay Erdoğan, Guiness Rekorlar Kitabına eminiz, açtığı dava sayısı nedeniyle, kimseciklerin geçemeyeceği biçimde girmiştir. Bu “tuhaf” ve kabul edilemez baskıya son verilmelidir.

Bay Erdoğan, AİHM’nin AİHS bağlamında verdiği içtihat kararlarına saygılı olmalı ve sert de olsa eleştiriler karşısında hoşgörülü davranmalı, tahammül etmelidir. Erdoğan, “..bunlaaaaar..” diye başlayarak ötekileştirici – ayrıştırıcı -aşağılayıcı – suçlayıcı ve hatta hedef gösterici ağır bir dili ısrar ve inatla kullanmakta ve toplum katmanlarına, kişilere, kurumlara hakaret ederek yargıya, polise… hedef göstermektedir. Bu davranışlar suçtur, suça tahriktir, hatta suça azmettirmedir. Ancak, CB’lığı dokunulmazlık zırhının ardında bunları yapmaktadır. 15-16 yaşında çocuktan tutun, 90 yaşını geçmiş insanlar, “Cumhurbaşkanına hakaret” takıntısı ile yargılanıp hapsedilmektedir.

Bu baskıcı – bilinçli yıldırma tutumu sürdürülemez ve kabul edilemez.

Bay RTE, dava açma hastalığını bırakıp, aynaya bakmalı ve toplumdaki kendisine dönük bu yaygın nefretin nedenlerini araştırarak topluma ve değerlerine saygılı bir tutum izlemelidir.

*****

Basına yapılan hukuk, Anayasa, yasa dışı tüm baskıları kınıyor ve son vermeye çağırıyoruz. Bu bağlamda Cumhuriyet‘e de desteklerimizi açıklıyoruz. Son birkaç gündür Cumhuriyet‘in web sitesine erişimin engellenmiş olmasını kabul edilemez buluyor ve asla yinelenmemesini istiyoruz. Bizzat Erdoğan çıkıp demeç vermeli, hatta uygarca özür dilemeli ülkedeki gerilimi yumuşatmalıdır. 13 yıldır ülkeyi tek başına yönetmektedir, Demokratik – Laik Cumhuriyetin nimetleri ile bu göreve  gelmiştir, aynı yolla da gitmeyi içine sindirmelidir.

Sevgi ve saygı ile.
15.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com 

KÜRT MESELESİ

KÜRT MESELESİ

“Efendiler, bu vesile ile muhterem milletime şunu
tavsiye ederim ki:
sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar
çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i aslîyi,
çok iyi tahlil etmek dikkatinden,
bir an dahi feragat etmesin!...”
Mustafa Kemal Atatürk

 
Portresi_gulumseyen

Prof. Dr.. D. Ali ERCAN
Değerli arkadaşlar, 
Kısa süre önce sizlerle paylaştığım bir iletide,
Ülkemizdeki Kürt sorununa ve HDP’nin seçim başarısına değinmiştim. (Kurtler_ve_HDP_Ali_Ercan
Kürt sorunu aslında 100 yıllık bir sorundur.. 1. Dünya savaşında donanmasını petrol gücüyle yürütmek isteyen ve bu nedenle Orta Doğu petrollerine gözünü dikmiş olan İngilizlerin yardım ve desteğini alan “Kürdistan Teali Cemiyeti” ve “Kürt Azadi Cemiyeti” (Kürdistan Bağımsızlık Komitesi) … gibi İngiliz muhibbi (sempatizanı) dernekleri, Ali Galipleri,
Yusuf Ziyaları, Şeyh Saitleri unutmayalım..  
İstiklal Savaşı sırasında ve Cumhuriyet döneminde bir düzine Kürt isyanı çıkmıştır.
Bu isyanlarda ölen asker sayısı İstiklal Savaşı sırasında 
(İnönü, Sakarya, Dumlupınar) ölen asker sayısının yaklaşık 2 katıdır; yani Batı cephesinden çok Doğu cephesinde savaştı Türk Ordusu.
 
1921’de Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken, Koçgiri isyanını başlatan Alişer ve 3 bin silahlı adamı TBMM’ni arkadan vurmak için Tunceli üzerinden Sivas’a doğru ilerliyordu. 1925’te Mustafa Kemal, Petrol zengini bir bölgenin, Musul ve Kerkük bölgesinin Misak-ı Milli‘ye dahil edilmesi için uğraşırken, tüm planları altüst eden Şeyh Sait isyanı baş göstermiştir. Musul’u kurtarmaya gidecek kuvvetler isyanı bastırmak için kullanılınca, fırsat elden kaçmış ve 400 yıldan beri Osmanlı toprağı olan (ve gelecek umutlarını Türkiye’ye bağlamış yüz binlerce Türkmen’in de yaşadığı) bu bölge İngiliz denetiminden kurtarılamamış, topraklarımıza katılamamıştı. (Bkz. Milli Micadele’de İşbirlikçiler; Milli_Mucadelede_ Isbirlikciler_Ali_ERCAN)
 
Mustafa Kemal‘in Cumhuriyet Ordusu, bu isyanları ödün vermeden,
isyanın adına ‘terör’ diyerek sorunu saptırmadan, bütün olanaklar kullanılarak, şiddetle ve kısa sürede bastırmıştır. 1940’lara gelindiğinde, 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Doğu Anadolu’da sınırları güvene almış, asayiş ve sükûnu
tesis etmişti; “Devlete isyan” fikrini kafalardan silerek, tüm yurttaşları kucaklayan bir
Laik Cumhuriyetin eşit Yurttaşları olmak bilincine ulaştırmaya çabalamıştı… Özellikle 1940 sonrasında bölgede kurulan (Pamukpınar, Cılavuz, Erciş, Dicle, Pulur) Köy Enstitülerinin Genç Türkiye’nin çağdaşlık projesine büyük katkıları olmuştur. Her şeye karşın,
Toprak Reformunu gerçekleştiremeyen, Ortaçağ sosyal yapılarını kökünden kazıyamayan Cumhuriyet için bu bölge sürekli sorunlar yumağı olagelmiştir.
Mustafa Kemal‘in ölümünden epey sonra cesaret toplayan Ermeni Diyasporası‘nın faaliyetini, ardından Kürt ayrılıkçı hareketinin başlayışını görüyoruz. 30 yıldır süregelen bu ‘düşük yoğunluklu iç savaş’ Devlet tarafından yaklaşık 10 bin, İsyancılar tarafından yaklaşık 30 bin, toplamda 40 bin insan ölümüne mal olmuştur. Türkiye’nin bu savaş nedeniyle 30 yıllık maddi kaybının ~300 milyar $ olduğu hesaplanıyor. Bu hesaba yalnızca askeri harcamalar değil,
savaş nedeniyle yitirilen üretim, iş gücü vs. tüm ekonomik yitikler de dahildir.
Dolayısıyla 1 ‘teröristin’ * ölümü Türkiye’ye ~10 milyon dolara mal olmuş demektir
Oysa 10 milyon dolara değil bir kişiyi, dağa çıkmış olanların tümünü, -ABD, İsrail, Emperyalizm yaveleri okumadan- Devlete Millete yararlı yurttaşlar haline getirmek
işten bile değildir. Türkiye’nin yıllardan beri nasıl bir Vatan haini işbirlikçiler-acizler-vurdumduymazlar-geri zekalılar-saftirikler koalisyonu tarafından yönetildiği
apaçık görülüyor. 
 
Ve bu yitiklerin insan kaybının, zaman kayının, para kaybının, özetle ‘Ülkenin geleceğinin kaybı’ nın sonu ne zaman gelecek, akan kan ne zaman duracak, bilinmiyor… Görünen o ki; Türkiye’de Devleti yönetenlerin basiretsizliği, öngörüsüzlüğü, beceriksizliği, teknik kadroların yetersizliği, bilgisizliği böyle sürdükçe, başta silah ve petrol tacirleri, uyuşturucu kaçakçıları olmak üzere Bölge bataklığından nemalanabn grupların ve yarattıkları ‘kontrollu kaos’
(AS: denetimli karmaşa) ortamında sömürü düzenini sürdüren emperyal güçlerin planları
tıkır tıkır işleyemeye devam edecek demektir. 30 yıldır bu sorun çözülemedi.
Bu kafa ile çözüme erişileceğini de sanmıyorum.Kaygılarımla… æ
12 Eylül 2015
_____________________

* Aslında bunlara hiç gocunmadan ‘ayrılıkçı, isyancı’ veya ‘gerilla’ demek gerekir;
ama bizim her şeyi bildiğini sanan kimi aklı evvellerimiz, gerillanın özgürlük savaşçısı anlamında “kutsal bir kavram” olduğunu ileri sürerek itiraz edebilirler. Polemiğe girmemek için, ben de terörist diyeyim. Oysa Gerilla hiç de sanıldığı gibi, özel ve kutsal  bir kavram değildir. Gerilla da fırsat bulduğunda terör eylemleri yapar. PKK’nin yıllardır Türkiye’ye karşı yürüttüğü organize savaş, açıkça ayrılıkçı bir isyan hareketidir; istilacı bir yabancı güç olarak gördükleri Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun düzenli Ordusuna, güvenlik güçlerine karşı yürüttükleri “gayr-i nizami harp” şeklidir, gerilla savaşıdır.
Terör ve terörist diyerek gerçeği görmezden gelmeyelim, kendimizi aldatmayalım.
Halktan geniş çapta destek alan, kadınlı-erkekli sayıları on binlere varan ve 30 yıldır Dünyanın en büyük 10 Ordusundan birine kafa tutan, varlığını inatla sürdüren bir örgüt var karşımızda.
***
Bu arada dikkat ettiniz mi, yukarıda, “…PKK’nin…” dedim; yani PE-KE-KE dedim.
Çünkü bizim alfabemizde KA diye bir harf yoktur.. KE vardır. 29 harfimizin okunuşları
(adları) şöyledir:
 
a, be, ce, çe, de, e, fe, ge, yumuşak ge, he, ı, i, je, ke, le, me, ne, o, ö, pe, re, se, şe, te,
u, ü, ve, ye, ze. 
Dolayısıyla alfabemizde ka, ha, er- aş, eyç, en, ti, vi, şeklinde okunan harfler yoktur..
Ce-Ha-Pe şeklinde söyleyen, Atatürk’ün alfabesini bilmeyen CHP lileri, Te-Ka diye anons
(AS: duyuru) yapan THY personelini (AS: çalışanını) , Pe-Ka-Ka veya Ka-Ka-Te-Ce veya er-aş negatif diyen Türkçe’ye saygısız cahilleri duydukça üzülüyorum. æ
(AS: Biz de Ali hocamızdan daha arı bir Türkçe diliyoruz..)

======================================

Dostlar,

Sayın Prof. Ercan’a teşekkür ederek ve yazdıklarına katılarak makalesini paylaşıyoruz.
Ayrıca 2 önemli dosya da bu yazının ekleri.. Metin içinde erişkeleri (linkleri) verilmiştir.

– Kürtler ve HDP
– Milli Mücadele’de İşbirlikiler

Sevgi ve saygı ile.
12.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Ali hocamızdan daha arı bir Türkçe diliyoruz..

G20 ve G7 Aylan’lar karaya vursun diye vardır!

G20 ve G7
Aylan’lar karaya vursun diye vardır!

portresi
Bülent ESİNOĞLU
06.09.2015, bulentesinoglu@gmail.com

 

Zenginler kendi aralarında dayanışıyorlarsa, bilin ki halklara karşı dayanışıyorlardır.

G7 süper zenginlerin istisnai dayanışma örgütüdür.
G20 ise, gelişmekte olan ülkeler zenginlerinin, gelişmiş ülke zenginleri ile dayanışma örgütüdür.

Görünürde devlet temsilcileri, bu “dayanışma” toplantılarını yapıyormuş gibi görünse de,
aslında tekellerin bir araya gelerek çıkarlarını çoğaltma ve sürdürme toplantılarını gerçekleştirirler.

G7; ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya, İtalya’dan oluşur.
Ukrayna sorunundan önce, Rusya da bu kümeye dahildi.
Amerikan zenginlerinin işine gelmeyecek işler yaptığı için, Rusya’yı bu guruptan attılar.

G20 ise, daha çok, gelişmekte olan ülkelerin bir arada dünya finans sitemini ve kapitalizmi ayakta tutma dayanışmasıdır. Kazanmış oldukları zenginlikleri ileriye taşıma örgütlenmesidir.

G7 ise, zenginlerin de zenginlerinin, döviz basan, para satan finans sisteminin başındaki zenginlerdir. Dünyadaki para miktarını ve kurallarını belirleyen örgütlenmedir, Devletlerdir. Sömürünün temel kurallarının belirlendiği yerdir.

Adı geçen ülkelerdeki halkların refahını yükseltmeye değil, adı geçen ülke zenginlerinin çıkarlarını dünya ölçeğinde sürdürülmesini sağlayan kurumlardır.

Zenginimiz daha da zengin olursa, fakire de bir şeyler düşer felsefesi çağımızın yalanıdır. İşsizlik varsa, sorumlusu örgütü olmayan halk mıdır? Yoksa bu beyler midir?

At pisliği teorisi burada çok geçerlidir.
Zenginin atı iyi beslenirse, pisliğinden çıkan arpalar, zenginin etrafındakilere yeter anlayışı…

Gelir dağılımının dayanılamayacak ölçüde bozulduğu ülkelerde, artık ekonomiler büyüyemez olmuştur. Zenginler daha çok zengin olsun diye yapılanlar, işsizliği artırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

Zenginler arasındaki işbirliğinin artması demek; işsizliğin daha da artacağına işarettir.
Varsa sahte rekabetlerin de azalacağı anlamındır.

G7’lerden (AS G8’lerden) Rusya’yı çıkarınca, Rusya da, uzak doğuda yeni bir Doğu
inşa etmeye başladı.
Eğer Rusya, – Çin – Hindistan birlikteliği yükselerek gelişirse,
Batı zenginlerinin Doğu’nun üzerine bomba yağdırarak elde ettiği zenginliklere dur denecektir. Yeni bir dünyanın kapısı açılacaktır.

Bu dünya düzeninin bu beylere kalmayacağı günlere girdik.

Aslında dünya halklarının isyanı bu hak hukuk tanımaz dünya zenginlerine karşıdır.
Gerçek bu olmasına karşın, halkların önderleri bu zenginler ve ellerindeki olanaklar ile
manipüle (AS: manuple) edilerek başka savaşlar haline dönüşmektedir.

Emperyalizmden kurtulmadan, Aylan’ların cesetlerinin karaya vurmasından kurtulamayız.

============================

Dostlar,

“Tek kutuplu” = Amerikan imparatorluğuna dayalı bir Dünya düzenini küresel topluma
kabul ettirmek olanaksız..

Mutlaka çok kutuplu / güç odaklı bir yapılanma olmalı, olacak oluyor..
Bunların başında AB geliyor..
Avro, başlıbaşına Dolara meydan okuma alanıdır ve kürsel finans sitemi açısından
bir tür sigortadır.
İkinci ciddi meydan okuma BRICS’tir!

Brezilya – Rusya – Hindistan – Çin – Güney Afrika : BRICS!

Dünya için bir dengeleme umudu olabilir..
BRICS‘in güçlen(diril)mesi ve küresel finansal sistemde ağırlığını koyması gerekiyor.

Tabii Türkiye’nin “bağımsızlığını sürdürmesi” ve “ekonomide özyeterliğini büyük ölçüde koruyacak” politikalar izlemesi gerek. Söz konusu 2 olgu birbirinin hem nedeni hem sonucu..
Oysa son göstergeler “kırmızı alarm” düzeyinde ama ülke zoraki seçime kilitlenmiş..

Cari açık – dış borçlar ve enflasyon 3 koldan ülkeyi ateşe vermiş durumda..

1 Kasım sonrası kim gelirse gelsin, bunaltıcı bir ekonomik karmaşa bekliyor Türkiye’yi!
Sahipsiz ülke..
Çoook yazık çok..

Sevgi ve saygı ile.
06.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

DSÖ; Dünya İnsanlık Günü’nde sağlık çalışanlarına teşekkür etti

 

DSÖ; Dünya İnsanlık Günü’nde
sağlık çalışanlarına teşekkür etti

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 19 Ağustos 12. Dünya İnsanlık Günü dolayısıyla
Dünyanın dikkatlerini insani krizlerde yardım çalışmaları yapan sağlıkçıların katkılarına ve fedakârlıklarına (AS: özverilerine) çekmek amacı ile DSÖ Genel Direktörü Dr. Margaret Chan imzası ile bir açıklama yayınladı.

DSÖ’nün açıklama metni şu şekilde                 : 

İlk Dünya İnsanlık Günü’nden bu yana on yılı aşkın bir zaman geçmişken acil durumlarda yardım çalışmaları yapanlardan beklenenler daha önce görülmemiş boyutlara ulaşmıştır: Bugün 37 ülkede 82,5 milyon insan yardıma muhtaç durumdadır. Maliyet de artmıştır ve tahminen (AS: kestirimle) 20 milyar Dolara ulaşmaktadır.

DSÖ belli başlı 5 insani krize yönelik yardımlarda başı çekmektedir. Batı Afrika’dan Yemen’e 60 milyonu aşkın insan geniş bir kapsam taşıyan sağlık hizmetlerine ihtiyaç duymaktadır.

İnsani yardımların merkezinde, çoğu kez kaynaklara sınırlı erişimi olan ve büyük tehditler altında çalışmak zorunda kalan, buna karşın kendilerini düşünmeden topluluklarına hizmet veren doktorlar, hemşireler, tıp teknisyenleri ve öbür sağlık çalışanları yer almaktadır.
Ön saflardaki sağlık çalışanları, Ebola gibi salgınların, doğal felaketlerin ve silahlı çatışmaların yarattığı
zorlu koşullarda milyonlarca insana sağlık hizmeti götürmüştür.
Batı Afrika’da 875 sağlık çalışanı Ebola enfeksiyonu kapmıştır ve bunların yarısından çoğu yaşamını yitirmiştir.

Bu çabalar, sağlıkçılara ve sağlık kuruluşlarına yönelik saldırıların sıklaşmasıyla daha da kahramanca bir özellik kazanmıştır. DSÖ 2014’te bu tür saldırılarla ilgili olarak 32 ülkeden 3723 bildirim almıştır. Bu olaylarda yaklaşık 1.000 kişi yaralanmış, 600’den çok kişi de yaşamını yitirmiştir.  Dünya çocuk felcinden tümden kurtulma noktasına yaklaşmışken,  2012’den bu yana Pakistan ve Nijerya’da 37 sağlık çalışanı ve onların yanındaki kişiler bilinçli olarak hedef alınmış ve öldürülmüştür.

Silahlı çatışmalar ve uzayan acil durumlar nedeniyle sağlık tesisleri sık sık tahrip olmakta, durumdan etkilenen nüfus kesimlerini yaşam kurtarıcı bakım hizmetlerinden daha da
yoksun bırakmaktadır. Bozulmuş sağlık sistemlerinin onarımı ise yıllar alabilmektedir.

Sağlık çalışanlarına ve sağlık tesislerine yönelik saldırılar, Cenevre Sözleşmeleri ve protokolleri dâhil olmak üzere uluslararası insani hukuka yönelik açık ihlallerdir.

Oysa bu anlaşmaların her durumda gözetilmesi gerekir. Sağlık çalışanlarının
hasta ve yaralıları herhangi bir ayrımcılık gözetmeden tedavi etme yükümlülükleri vardır.
Herhangi bir çatışmanın tüm tarafları bu yükümlülüğe saygılı olmalıdır.

Sağlık için insan kaynakları küresel stratejimizin bir parçası olarak DSÖ, sağlık çalışanlarının esenliğine, güvenliğine ve görevlerinin kutsallığına öncelik tanımakta, korunmaları adına
güçlü bir tutum almaktadır.

Sağlıkçılar insanın sağlık hakkını gözetmek için her gün çaba göstermektedir.
DSÖ, Dünya İnsanlık Günü dolayısıyla, sağlık alanında esin kaynağı olan bu kahramanların hakkını vermek için bir kampanya başlatmaktadır. Dünya İnsanlık Günü’nden başlayarak
Mayıs 2016’daki Dünya İnsanlık Zirvesi’ne dek olan dönemde DSÖ bu kahramanların öykülerini tüm dünyaya tanıtacaktır. (19.082015)

DSÖ Genel Direktörü Dr. Margaret Chan

=====================================

Dostlar,

DSÖ‘nün kurumsal kimliğine bayan başkanı meslektaşımız Sayın Dr. Margaret Chan’e
bu duyarlı iletisi için teşekkür doluyuz.

Açıklama, aynı zamanda oldukça bilgilendirici somut ve çarpıcı veriler içermektedir.
Batı Afrika’da son yıllarda 875 sağlık çalışanının Ebola enfeksiyonuna yakalanması
(Meslek hastalığı!) ve yarıya yakının ölmesi sorunun dehşetli boyutlarını sergiliyor.

Ülkemizde bir de sağlık çalışanına ve özellikle hekimlere dönük hasta ve yakınları,
yöneticiler kaynaklı fiziksel, ruhsal, sözel, ekonomik, yönetsel şiddet ve bezdiri (mobbing) şiddet uygulanmaktadır.

Öyle ki, bu saldırılar sağlık çalışanını vahşice ÖLDÜRMEYE dek varmaktadır.

Bu şiddetin başlıca kaynağı, Sağlık Bakanlığı’nın sağlık hizmeti kullanıcılarını (hastaları)
deyim yerinde ise şımartmasıdır (abuse). Sistemin özünde varolan ve giderek aryan sınırlamalar yüzünden sağlık çalışanı hastalarca sorumlu tutulmakta ve öfkesini bu insanlara yöneltmektedir.

SAĞLIK HİZMETLERİ, bir ülkenin – toplumun gereksinim duyduğu 1. numaralı vazgeçilmez hizmetlerdir. Gerçekten de “Her şeyin başı SAĞLIK” tır! O olmayınca eğitim de ol(a)maz!

– Ertelenemez,
– Yerine başka hizmet konamaz,
– Vazgeçilemez,
– Başkasına devredilemez,
– Fiyat pazarlığı yapılamaz,
– Sınırlandırılamaz (içeriği ve kapsamı hekimlerce belirlenen)…  hizmetlerdir.

(Daha fazlası için; http://ahmetsaltik.net/2012/06/02/health-economics-public-health-saglik-ekonomisi-ve-halk-sagligi/)

Bu genel özellikleri nedeniyle de piyasa hizmetlerine konu edilemeyecek özgül (spesifik) himetlerdir. Sunu – istem (arz -talep) yasasına uymazlar! Bu yüzden de tümüyle piyasalaştırılamazlar, özelleştirmeye doğaları gereği direngendirler.

Ne var ki, sermaye, günümüzde küreselleşen finans – kapital bu özel alanı da tümdem piyasaya açarak sağlık hizmetleri ve gereçlerini de (ilaçlar, tıbbi teknik gereçler!) metalaştırmaktadır.
Özlediği ve hak ettiğine inandığı sağlık hizmetine erişemeyen yurttaş, “müşterileştirildiğini” unutmakta ya da hazmedememekte ve sağlık çalışanlarınca engellendiği sanrısına (hezeyan) kapılmaktadır..

Bu tablo sürdürülemez ve hukuka uygun olmadığı gibi ahlak dışıdır.

Neo-liberal yabanıl (vahşi) sağlık politikaları terk edilerek,
SAĞLIK HİZMETLERİ HERKESE DOĞUŞTA KAZANILAN BİR HAK
(İHEB md. 25 vd.) OLARAK KAMU SORUMLULUĞUNDA VERİLMELİDİR..

Sağlıkta şiddetini köktenci çözümü, halktan yana, ulusal (IMF-DB dayatması değil!),
kamusal sağlık sistemidir. (Daha fazlası için bkz. http://ahmetsaltik.net/2013/01/26/saglikta-siddetle-basa-cikmak-ttb-raporu/)

Sevgi ve saygı ile.
26 Ağustos 2015, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Vatan Partisi’nden Yarbay Alkan açıklaması

Vatan Partisi’nden
Yarbay Alkan açıklaması

Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek bugün Parti’nin Genel Merkezi’nde bir
basın açıklaması yaparak “1 Kasım Genel Seçimi sürecinde, bütün Partiyi ve bütün milleti
Millî Hükümet için seferber etme kararı”
aldıklarını açıklamıştı.

Perinçek açıklamanın ardından basın çalışanlarının sorularını yanıtladı.

Yarbay Mehmet Alkan’ın cenazedeki tepkisinin sorulması üzerine Perinçek,
soruyu şöyle yanıtladı:

“Şehit yakınlarının acıları var. Tabii hepimizin acısı, biz de aynı acıyı yürekten yaşıyoruz. Bu acıların verdiği öfkeler var. Sayın Yarbay’ın AKP iktidarına karşı duyduğu öfkeyi hepimiz paylaşıyoruz. Türkiye’yi buraya getiren, bu kanlı maceranın içine iten AKP ile PKK’nın işbirliğidir. Sayın Yarbay’da bunu haykırıyor. Kardeşini şehit vermis bir ağabey olarak ilgililere, ‘Siz sorumlusunuz. Türkiye’nin bu kan deryası içine yuvarlanmasından sorumlusunuz’ diyor. Bu duyguları biz de paylaşıyoruz.”

ulusalkanal.com.tr, 26.08.2015

======================================

Dostlar,

Kardeşi Yüzbaşı Ali Alkan’ı şehit veren ağabey Yarbay Mehmet Alkan,
cenaze töreninde gösterdiği tepkisinde son derece haklıdır.
Bu konunda sitemizde birkaç yazıya yer verdik.

change.org eliyle açılan destek kampanyasına imza oyduk.

Acılı Yarbay Alkan’a önce “insan” olarak yaklaşmak gerek.
Sonra da sözlerindeki uyarının ne denli yerinde ve doğru, yararlı olduğunu görmek.
Eğer iktidar yalakalığı – PKK destekçiliği – Kürt ayrılıkçılığı tutsağı oldu isek o başka.
İnsanlıktan çıkıp cüdam olmuşuz demektir ki ıslahı pek olası değildir.

Anımsayalım, ne demişti Sayın Yarbay Alkan ?

– Düne dek çözüm – açılım süreci diyenler
birden bire ne oldu da sonuna dek savaş demeye başladı??

Ve teslim edelim    :

  • Dökülen kanların biricik sorumlusu AKP – RTE’dir!

    Ve bu vahşetin hesabını Türk Ulusu – Yargısı mutlaka soracaktır!

Sevgi ve saygı ile.
26 Ağustos 2015, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Dr. Taner ÖZEK’ten “YENİ TÜRKİYE” – 24.08.2015

Meslektaşımız Dr. Taner ÖZEK’ten “YENİ TÜRKİYE” – 24.08.2015

Taner_Ozek_cizimi_24.8.2015

 

Bu kanlı tablonun sorumluları bellidir..

AKP ve RTE en başta gelen sorumlulardır.

Sonra da Batı Emperyalizminin eli kanlı bölücü maşası PKK..

Tarih önünde mutlaka Türk halkına hesap vereceklerdir..

Er ya da geç, ama mutlaka!

Sevgi ve saygı ile.
24 Ağustos 2015, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

3 TL’lik dolar fiyatı normal mi?

3 TL’lik dolar fiyatı normal mi?

Olayların içinden  |  
Güngör Uras 
guras@milliyet.com.tr
Milliyet, 17.8.2015
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Başdanışmanı Cemil Ertem, cuma sabahı yaptığı açıklamada, Türk Lirası’nın Dolar karşısında 2.8 TL seviyesinin altında “değerli”,
2.8 TL seviyesini aşmasının “normal” ve 3 TL seviyesinde ise “rekabetçi” olduğunu  söyledi.
Başdanışmanın açıklamaları, Cumhurbaşkanı’nın Dolar fiyatınındaki değişimi nasıl değerlendirdiği konusunda fikir vermesi bakımından önemlidir.
Anlaşılıyor ki, Cumhurbaşkanı Dolar fiyatının 3.00 TL’ye çıkmasını normal kabul ediyor.
Hatta 3.00 TL’nin bile üzerine çıkabileceğini kabul ediyor.
Başdanışman Cemil Ertem, Dolar fiyatı konusundaki değerlemelerinde Merkez Bankası’nın
reel efektif döviz kuru hesabına gönderme yapıyor.
Merkez Bankası her ay TÜFE ve ÜFE’ye göre Reel Efektif Döviz Kuru Endeksi yayımlıyor.TÜFE bazlı endekste Türkiye’deki TÜFE fiyat değişimi, ticaret yapılan 36 ülkenin fiyat değişimlerinin ağırlıklı ortalamasıyla karşılaştırılıyor.
Endeks, Türkiye’deki fiyat artışları ile ticari ilişkilerimiz bulunan ülkelerdeki fiyat artışlarına göre Türk Lirası’nın değerli olup olmadığını gösteriyor. Endeks 100 ise Türk Lirası olması gereken değerdedir. Endeksin 100’ün üzerinde olması TL’nin değerli olduğunu gösteriyor.

Türk Lirası, hâlâ değerli
Merkez Bankası’nın TÜFE bazlı (2003=100) Reel Efektif Döviz Kuru Endeksleri:
Genel olarak geçen Temmuz 104.05 iken bu Temmuz 99.55 oldu.
Gelişmekte olan ülkelere göre geçen Temmuz ayında 72.72 iken bu Temmuz 67.36 oldu.
Gelişmiş ülkelere göre ise 117.90 iken bu Temmuz 118.10 olarak hesaplandı.
Geçen Temmuz 2.13 TL olan Dolar, bu Temmuz 2.79 oldu ama (TÜFE – Gelişmiş ülkeler endeksine göre) Türk Lirası gene de değerli. Değer kaybetmeye devam etmesi gerekiyor.
Ne var ki reel efektif döviz kuru hesabı, sadece ülkeler arası enflasyon farkına dayanıyor. Halbuki Doların değeri ülkeler arası enflasyon hesabı dışında tırmanışa geçti.
Kıtlık rantı, risk primi
Dolar/Euro çapraz kuru geçen Temmuz 1.32 idi. Bu Temmuz 1.09 oldu. İşte bu nedenle, enflasyon farkı ötesinde Dolar ve Euro’nun değerindeki değişim, bizde Dolar fiyatının oluşumunu sağlıyor.

Özetle     :
TÜFE – Gelişmiş ülkeler bazlı reel efektif döviz kuru endeksinin hâlâ 118.10 olması,
(başka etkenler olmasa da) enflasyon farkı baskısında Dolar fiyatının daha da artabileceğini işaret etmektedir.
Buna ek olarak Doların küresel piyasalarda değer kazanmaya devam etmesi
Dolar fiyatını yukarı çekmektedir.
Türkiye’nin iç politika ve dış politika riskinin giderek artması,
enflasyon farkına ve Doların değer kazanmasına ek olarak Dolar fiyatını artırmaktadır.

Sonuç           :
Başdanışman Cemil Ertem’in Dolar için normal kabul ettiği 3.00 TL’lik fiyat
nihai (AS: sonal) fiyat olmayabilir.
Özellikle iç ve dış politikanın Dolar fiyatına yüklediği ve yükleyeceği “kıtlık rantı ve
risk primi”, Dolar fiyatının 3.00 TL’nin üzerinde de tırmanışını sürdürmesine yol açabilir.
================================== 

Dostlar,

Yılların birikimli – öngörülü saygın iktisat yazarı Prof. Güngör Uras‘ın yazısı yukarıdaki gibi.

12. CB hazretleri Bay RTE‘de çok sayıdaki başdanışmanlarından biri üzerinden buyurmuşlar ki;
Dolar’ın 3 TL olması dünyanın sonu değil hatta Türkiye için “rekabetçi” bile olabilir!..

Güngör hoca, bu Kaçak Saray sakininin yorumundaki önemli eksiklere işaret etmekte.
Doların 3 TLye tırmanması kıyamet işareti olmayıp “rekabetçi” avantaj ağlayacakmış!?

Peh peh peh…

Yaşamın gerçeğinden uzak, finans-kapitalin şatolarında afsunlayıcı teknik analizler!

İşte Türkiye’deki yangına bakış böyle Bay RTE’nin..
AKP Kasım 2002’de iktidar olduğunda 1 Dolar = 1,58 TL idi.
Demek ki 13 yıllık tek başına iktidar, Dolar fiyatını katlamak anlamına gelecek.
Her 13 yılda bir Dolar katlanarak gitmeli Türkiye’de..
Hatta 13 yıl çook uzun.. Son yılda olduğu gibi, Temuuz 2014 – Temmuz 2015 arasında
2.13 TL’den 2.79 TL’ye (17 Ağustos’ta, 01:38’de 2,9172 TL) fırlayarak 1 yılda 66 kuruş,
0.66 / 2,13 = %31 oranında değer kazanmalı Devr-i AKP’de!

Bankalar % 10’un altında TL faizi verirken, FED Dolara’a yıllık % 0.5 (yarım!) puan faiz öderken, Dolar sahipleri Türkiye’de “yatırım” yaparak 1 yılda % 31 gibi muazzam – hayal ötesi bir gelir sağlasınlar… Bunun adı serbest piyasa ve AKP’nin ekonomide istikrar sağlaması olsun..

Bu dehşetli küresel soygun, 80 milyonluk halk üzerinde ancak bunca ustalıkla = kalleşlikle sürdürülebilir!

Böylesine muazzam rant aktarımı sağlayan bir siyasal kadro, iktidarda tutulmaz da ne yapılır??

Neden kişi başına gelir 10 bin Doları aşamıyor?
Dolar 3 TL olunca asgari ücret net 1000 Tl/ 3 = 333 $ olacak, bunun anlamı ne?

1 Dolar = 3+ TL yüksek Dolar – ucuz TL kuru nasıl “rekabetçi” olacakmış?
Dışsatımınız (ihracatınız) %70-80 aralığında dışalıma (ithalata) bağlı.
Dışalım girdileriniz pahalılaşınca dışsatım ürünlerinize bu maliyet artışını yansıtacaksınız.
Nitekim dışalım düşüyor, sevinebilirsiniz dış ticaret açığı ve cari açık azalabilir diye;
ancak dışsatm artmayıp o da azalıyor ve de cari açığınız azalmayıp yerinde sayıyor!

Bu ne acayip bulmacadır?

Prof. Erinç Yeldan‘ın bu sitede yer verdiğimiz bir makalesi şöyle bağlanıyordu :
(Dünyadan Türkiye ekonomisinin görünümü)

– Uluslararası iş bölümünün ucuz ithalat ve ucuz işgücü deposu Türkiye,
bu yapısal bağımlılık ve asimetrik ilişkiler yumağına;
“Yurtta savaş, cihanda savaş” konjonktüründe giriyor….
(http://ahmetsaltik.net/2015/08/07/erinc-yeldan-dunyadan-turkiye-ekonomisinin-gorunumu/)

Deneyimli iktisatçı, eski Hazine Müsteşarı Dr. Mahfi Eğimez ise,
Türkiye Örneği: Enflasyonun Kökeninin Araştırılmasıbaşlıklı irdelemesinde

“Türkiye’de 2014 yılında yaşanan enflasyonun talep değil maliyet kökenli olduğunu, maliyet enflasyonunun da faiz değil kur kökenli olduğunu..” 

vurgulamakta.. (http://ahmetsaltik.net/2015/08/07/ekonomide-analitik-dusunme-dersleri-turkiye-ornegi-enflasyonun-kokeninin-arastirilmasi/)

Demek ki Prof. Güngör Uras’a ek 2 yetkin iktisat uzmanı kalem daha, 12. CB. ve kaçak saray sakini Bay RTE’nin Dolar kurundaki fırtına yükseliş tezine katılmıyor ve felaketi açıklıyor..

“SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM” adı altında Haziran 2003’ten bu yana 12+ yıldır sürdürülen kökü dışarıda Dünya Bankası Projesi olan ve ABD – AB – IMF baskısı ile sürdürülen politikalar için Prof. Yeldan, daha 2. yılında şu çarpıcı saptamayı yapmıştı :

Bay RTE’nin hazin durumu, karanlıkta ya da mezarlıkta korkusunu bastırmak isterken ıslık çalan adamın çağrıştırıyor..

Dış çevrelerin desteğini sürdürmeleri adına verilen muazzam politik rüşvet artık sürdürülemez durumdadır. Çünkü bu kez “içeride” dengeleri tutturmak olanak dışı olmaktadır. Birkaç soru soralım daha kolay anlaşılması için :

– 333 Dolar asgari ücret hangi orta gelişmiş ülkede vardır?
– 28 AB ülkesinde en az (minimum) asgari ücret kaç dolardır?
– 2015 sonunda GSMH % kaç büyüyebilecektir?
Akıl dışı biçimde kışkırttığınız nüfus artışı %1,5 ve GSMH artışı %3 olursa,
aradaki 1,5 puan farkla mı Türkiye’nin başı göğe erecek, istihdam yaratılacak?
– İşsizliği % kaçlarda tutturabileceksiniz?
– Enflasyonu 2 basamaklı olmaktan engelleyebilecek misiniz?
– Ülkenin iliği kemiği boşaltılıyor, bu ne denli sürdürülebilir veee
– Sizin hiç insafınız, vicdanınız yok mudur ki, iktidardan düştüğünüzde bir enkaz durumunda bırakacaksınız ülkeyi ve ayağa kaldırmak onyıllar sürebilecek!

*****

Bütün bunlar “vatana – halka ihanet” değildir de nedir??
“vatana – halka ihanet” suçunun tanımı nedir?
Bu kaygıları gerekçeleriyle dillendirmek ve kamuoyunun gündemine taşımak
yurttaşlık hakkı ve ödevi kapsamında ve ifade özgürlüğü değil de suç mudur?
“Suçtur, hakarettir..” denilecekse ve olup biten de vatana – halka ihanetin ta kendisi ise gerçek nasıl ortaya konacaktır?

Yalnızca TBMM’nin 3/4 çoğunluğunun suçlamasıyla / kararıyla açılabilecek Yüce Divan yargılamasının düşünsel – olgusal hazırlık ve olgunlaşması kimlerce, nerede ve nasıl yürütülecektir?

Zaman, yasaların mekanik baskıcılığını karşıtlar üzerinde kırbaç gibi şaklatmak zamanı değil; bu olağanüstü yanlış, yıkıcı ve kökü dışarıda politikalara son verme zamanıdır.
Ülke  gümbür gümbür çöküntüye sürüklenmektedir, rezervler tükenmiş, çöküş hızlanmıştır. Hiç kuşku yok, çöküşün altında kalacaktır politik sorumlular ve an ağır biçimde –yasal– hesap vereceklerdir.

Sonuç                                      :

Bu sitede yıllardır yazıyor ve iyiniyetle AKP – RTE ikilisini uyarıyoruz..

– Duyuyor ve görüyor musunuz ki, artık duvara dayandık..
– Bu politikaların sürdürülebilirliği kalmadı.
Moratoryum (uluslararası iflas!) eşiğindeyiz ve
Batı emperyalizmi bu tabloyu AKP eliyle kurgulamaktadır.
– Kıbrıs, Ege, Güneydoğu başta olmak üzere yaşamsal çıkarlarımızı,

bizi ekonomik olarak dize getirip söke söke çiğnemek, gasp etmek için..

Artık yeter!…

(Not     : Bu dizelerin yazarı Ahmet Saltık; İktisada Giriş 1 ve 2 / Kamu Maliyesi /
Makro İktisat / Türkiye Ekonomisi / Kalkınma İktisadı..
derslerini kredili olarak almış
ve sınavlarını başarmıştır..)

Sevgi ve saygı ile.
18 Ağustos 2015, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

FİKRET OTYAM.. USTA’m UĞURLAR OLA..


FİKRET OTYAM..
USTA’m UĞURLAR OLA..

AYDINLIK‘taki son yazısı :

AYDINLIK, 25 Nisan 2015

Defterimin arasından bir kâğıt düştü, sinirli bir anımda yazmışım; eğri büğrü satırlarımdan belli:

“Teyzemi bulamadım, Yemen kazan biz kepçe. Hele başkent San’a’da teyzemi aramadığımız sokak, ev kalmadı neredeyse. Bugün Kenya’ya uçuyoruz. Olanak bulursak fotoğraf çekmek için aslan ve fil avına katılacağız.”

Kâğıdı yeniden defterimin arasına yerleştirdim, üzgün.

Neden Kuzey Yemen? Ne işimiz vardı burada? Türkiye neresi,Yemen neresi? Sanki gitmekle, uçmakla bitmeyecekmiş gibi gelen bir yol, bir yolculuk! Annemin ve babamın yüzünden!
Ve yine anam düştü aklıma!

Karanfil Yemen’de biter 
Kına efil efil tüter
Koyuverin de Musa’m gelsin
Zabitin ettiği yeter!

Yemen’e gidenlerin ardından söylenen Anadolu türkülerinden… Bir kırmızı gül müydü,
karanfil miydi yaşamasız elindeki çiçek? Anımsamıyorum, ama kırmızıydı.
Dudaklarını oynatmak istiyordu, istiyordu ama oynatamıyordu ve çıkmıyordu sesi!
O, buğulu kara gözleriyle bakıyordu bir noktaya, hep bir noktaya…

“Ağabeyimi mi soruyorsun ana, beni anladıysan, beni duyduysan başını salla hafifçe,
olmazsa gözlerini kırpıştır, olmaz mı? Ama zorlama kendini.”

Dudaklarını oynatmak istiyordu; elinde, o yaşamasız elinde kırmızı çiçek!
Karanfil miydi, gül müydü acep?

İlkin, o kırmızı çiçek düştü elinden, gevşeyen parmaklarının arasından, o fersiz gözleri daha bir söndü ve yumuldu yavaş yavaş! Bir şeyler demek istedi son bir çabayla, diyemedi!
Sarıldım boynuna, hafifçe düştü başı kollarıma ve anam ölmüştü! Onu, bu güzel insanı,
beni doğuran, beni büyüten, ninniler masallar söyleyen, leğene koyup misk kokulu sabunlarla gıcır gıcır yıkayan, en sevdiğim yemekleri yapan, hastalanınca başımdan ayrılmayan,
günlerce uykusuz kalan, beni seven, beni kollayan anamı artık göremeyecektim yaşadığım sürece! İnanamıyorum anamın öldüğüne, öleceğine!

ANALAR ÖLMEMELİ

Analar ölmemeli, çocuklar, babalar, kardeşler, yani tüm insanlar ölmemeliydi. Ölmemeliydi ama doğa yasası bu, tüm canlılar sırası gelende öleceklerdi ve ölüyorlardı! Sıra anama gelmişti demek! Ellerini tuttum, kapandım üzerine, ağladım, ağladım, yanakları yine sıcacıktı,

“Bir şeyler söyle ana,” diyordum, “n’olur aç gözlerini, aç konuş, oğlum de, yavrum de, sev beni, okşa o pamuk ellerinle!”

Anam yaşamıyordu artık, ne yaptıysak, ne ettiysek, hayır, artık yaşamıyordu. Nice analar gibi
O da toprak olacaktı artık; zordu bunu kabul etmek, buna inanmak. Ama gerçekti işte,
işte önümde soluksuz yatıyordu döşeğinde! Anam Naciye, Konya’nın Beyşehir İlçesi’nden Kolağası Osman Efendi’nin kızlarından birisi, öteki kızın adı Zülfiye.

Kolağası Beyşehirli Osman’ı topraklarımız arasında bulunan Yemen’e gönderdiler görevle, yıllar, ama yıllar önce, taa Osmanlı İmparatorluğu sırasında. Yemen, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içindeydi ve bizim ülkemiz sayılıyordu.

Osmanlı İmparatorluğu da eski gücünü, yüceliğini giderek yitiriyordu.Yemen halkı da Osmanlı sınırları içinde olan nice ülkeler gibi başkaldırıyordu Osmanlı’ya! Zeydi Aşireti’nin başı
İmam Yahya da ülkesinde yönetime başkaldırmıştı; yöresel savaşlar oluyordu ardı ardına,
kanlı savaşlar… Anavatandan çok, ama çok uzak bu topraklara asker mi dayanırdı, top tüfek mi? Bin bir zorlukla geliyordu askerler, savaş araç ve gereçleri, bin bir zorlukla..

Akın akın asker gönderiliyordu Yemen topraklarına. Bunların arasında Eczacı mülazım Vasıf İbrahim de vardı, gönüllü katılmıştı orduya. İstanbul’dan gemiye binip bir buçuk ay sonra
ayak basmışlardı Yemen topraklarına binlerce Anadolu evladı, asker, subay, yük taşıyacak katırlar, toplar tüfeklerle. Yemen’e gönüllü gidenlerden Eczacı Teğmen Vasıf İbrahim, gençliğinin on yılını bu topraklarda geçirdi. İngilizlerin her türlü kışkırtmayı, yardımı yaptığı İmam Yahya kuvvetleri bir yandan, sonradan savaşa katılan İngilizler bir yandan,
savaşı iyice hızlandırdılar ve ordu sonunda yenik ve O da niceleri gibi tutsak düştü İngilizlere!

Kimileri evleniyordu tutsakken! Subaylara olanak tanıyordu İngilizler. Eczacıya “Seni de evlendirelim,” dedi arkadaşları, “kocasını savaşta yitirmiş bir hanım var, bizim şehit Kolağası Osman Efendi’nin kızı, gel sana alalım onu!”

Sonunda olur dedi, yüzünü görmediği bu kadınla evlendi. Naciye kadının ilk kocasından bir yetim oğlu vardı Mehdi adında. Bir de kız kardeşi vardı Naciye kadının, ipek saçlı, kara gözlü Zülfiye. Ne ki Zülfiye’nin o kapkara gözlerine gölge düşürmüştü çiçek hastalığı! Bundan mıdır nedir, yanık yanık türküler söylerdi, ağıtlar söylerdi, tıpkı anavatandaki analar, bacılar gibi!

BARIŞ… BARIŞ… BARIŞ…

İnsanlar anladılar sonunda, savaşın yanı sıra barış diye bir şey vardır! Neden vuruşurlar, neden öldürürler birbirlerini acımasız, neden evler ocaklar yıkılır, çocuklar babasız kalır?
Evet, barış, bunlar artık olmasın diyedir. Barış anlaşması imzalandı, esirler dönecekler ülkelerine artık.

Kocaman bir vapur yanaştı Hüdeyde Limanı’na. Baron Bek adlı bir yolcu vapurudur bu.
Esirleri İstanbul’a götürecek, bir Alman vapuru, kocaman! Eczacı artık binbaşıdır, karısı Naciye, üvey oğlu Mehdi, karısının kardeşi Zülfiye de sıradaydı gemiye bineceklerin sırasında.
İngilizler ellerindeki listelere bakarak esirleri bindirdiler Baron Bek’e ve sıra onlara geldi. Savaşı kazanmış İngilizler kendi havalarındaydılar, gururlu, şımarık, “Sen,” dediler Zülfiye’ye, “Sen binemezsin vapura, burada kalacaksın!..” Bir tartışmadır başladı ve uzun sürdü, Zülfiye de bir Türk komutanının kızıydı ve Türk uyrukluydu, O’nun da sayılması gerekliydi ve tutsak olduğu için anlaşmaya göre elbette binecekti esir taşıyan vapura! Dikbaşlı İngilizler dayattılar, “Gidemez!” Sonuna kadar direttiler, konu yüksek komutanlara ulaştı, burada da tartışmalar sürüp gitti, haber geldi ki, “Naciye gidebilir, çünkü o tutsak bir Türk subayının eşidir.
Çocuk Mehdi de gidebilir, çünkü o da tutsak  subayın oğludur, ama Zülfiye gidemez,
evli değildir, gidemez!”

Bakmıştır Zülfiye kız, köpükler bırakarak giderek küçülen vapurun ardından, sürmüştür ağlaması, çok sürmüştür. Neden sürmesin? Yoktur kimi kimsesi artık, hiç yoktur, yapayalnız kalmıştır Yemen denen o elden çıkmış, sözüm ona vatan sayılan topraklarda, bir zaman
vatan sayılan topraklarda, limanında, kucağında bohçası, bir başına!

İstanbul’a döndükten sonra çok aratmışlar, gelenden, gidenden, orada kalanlardan
haber sormuşlar. Çocukluğumdan beri tek düşüm gidip teyzemi bulmak; İngilizlerin salmadığı, bohçasıyla Hüdeyde Limanı’nda, çöl Yemen’de bir başına boydak kalakalan teyzemi,
anam yadigarını.

===========================================

Dostlar,

Türkiye’miz bunca yangın yeri iken, üstüne üstlük bir de, Fikret Otyam nam seçkin vatan evladını yitirdik. 1926 doğumlu idi, 89 yıl dolu dolu yaşamıştı acıları ve sevinçleri ile.
Bizi en çok etkileyen sanat yapıtları içinde, Anadolu kadınlarınının yüzlerini resmettikleri
başta geliyor..

Ne denli iridir O caaanım Anadolu kadınlarının gözleri.. Yüzlerinin üst yarısı neredeyse gözleridir.. Göz göz olmuştur Anadolu kadını da bize neler neler demektedir!?..

Gözlerime, gözlerimin içine, gözlerimin derinliklerine bakın.. Anlarsınız derdimi, meramımı.. diye haykırmaktadır o bakışları ile adeta..

Otyam ustanın görsel sanat yapıtları düşsel kurgular, fantastik imgelemler (imaginations) temelli değildir.

Ya nedir; esinini doğrudan yaşamdan alarak beslenmiş ve tuvallere Otyam’ın “parmaklarından” (fırçadan değil!) resmedilmişlerdir. Anadolu’yu, özellikle Doğu’yu özellikle dağ taş gezmiş, benzersiz kareler çekmiş ve doğrudan o yaşantı ortamlarında deyim yerinde ise “şarj” olmuştur.

Gördükleridir o iri mi iri kara gözler Anadolu kadınlarının leçeklerinin, yemenilerinin, tüllerinin, başörtülerinin (ama asla günümüzdeki gibi siyaset alet edilen İslamın türbanı gibi değil!) gerisinde.. Otyam usta ie göz göze gelmiş ve iletilerini Usta’nın yüreğinin derinliklerine
sözsüz olarak (non-verbal) deyim yerinde ise ekmişlerdir. Tohumlamışlardır Utyam Usta’yı
o acılı mı acılı iletileriyle.. “Doğurmak” kalmıştır Fikret Otyam ustaya, sancılı doğumlar..

Konuş(a)mamış ama daha derinlerden özdeşim (empati, diğerkamlık) kurarak Otyam Usta ile “hemhal” olmuşlardır. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Küreselleşme şiirinde benzersiz ustalıkla kullandığı biçimde “birbirlerini yaşamışlar” dır!
Batı kökenli Empati‘nin en yetenekli tanımı bir ozanımızdan : “Birbirini yaşamak“..

Kolay mıdır bunca içkin içkin ürün ortaya koymak?!
Onların her
Hangi gönül pınarı dayanır bu varsıl mı varsıl aktarımlara?
Kurur da gider birkaç üründen sonra..
Onların her biri birer ciğer paresidir derinlerden kopup da gelen..

Otyam Usta’yı halkı, Anadolu insanı ve O’nun kültürü, acılı yaşam biçimi bilemiş ve yontmuştur. O ekinin (kültürün) ayrılmaz bir parçası olarak da Otyam Usta içinde, yüreğinde, beyninde bir rezonans üretebilmiş, onu algılayabilmiş ve yapıtlarına yansıtabilmiştir.

Bu, Otyam’ın ardına dek açılmış olan “Gönül gözü” nün objektifidir, tuvalidir, daktiolosudur..

Fikret Otyam bir Cumhuriyet aydını ve sanatçısıdır.

Fikrat Otyam, Atatürk Türkiye’sinin AYDINLANMA DEVRİMİ’nin ürünüdür.

Otyam, Toplumcu (Sosyalist) bir sanatçıdır.
Sanatını topluma adamış, onun sorunlarını, güzelliklerini, öykünmelerini, çözümlerini, iletilerini taşımıştır bize. Bu iletiler, kültürel kodlar her zaman çok açık olmayabilir. O kodları çözmek yaman iştir, Devrimci sanatçının her şeye karşın yılgınlaşmaya, hele hele yabancılaşmaya
hiç mi hiç hakkının olmadığı nice alınterleriyle sulanmak gerekir.

Fikret Otyam Usta ve can yoldaşı, sanatçı dostu Filiz Otyam işte böyle üretken, onurlu,
devrimci – toplumcu sanatçıya yaraşan, Atatürk Devrimlerine tarihsel karşı sorumluluklarını sonuna dek yerine getiren bir yaşam sürdüler.

Selam olsun Otyam’a, Fazıl Hüsnü’ye de, Behçet Kemal’e de, Mehmet Akif’e,
arkadaşın Orhan Kemal’e, çok acılı ezgilerin benzersiz terennümcüsü Selda Bağcan’a da..

Selam olsun Anadolu Erenlerine.. Hacıbektaş’a, Saltık Sultan’a, Yunus Emre’ye, Karacaoğlan’a, Pir Sultan’a, Aşık Veysel’e…

Selam olsun Mustafa Kemal Paşa‘nın canlandırdığı – harladığı, Osmanlı şalını kaldırarak
yol verdiği kadim Anadolu kültürüne ve Anadolu Rönesansı’na..

Bu topraklar, bu halk, dinci – mezhepçi – faşist – kanlı totaliter başkancı rejimler dayatan
tarih artıklarını kesinkes tasfiye ederek Uygarlıklar Beşiği Anadolu mirasını geleceğe taşıyacaktır. Anadolu, Dünya uygarlık ve kültür birikimine değerli katkılar sunacaktır.

Fikret Otyam Usta, sen rahat uyu, bu böyledir ve sen bu kadim gerçeği içinde besleyerek yaşadın.. Üstüne düşeni fazlasıyla yaptın. Bizebir borcun yok, ama biz sana çook borçluyuz ve ne yapmamız gerektiğini biliyoruz: emin ol yapacağız, başaracağız!

Sevgi ve saygı ile.
9 Ağustos 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com