Etiket arşivi: Ceyhun BALCI

YARININ ADAMI : ATATÜRK

  • “Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür.”
    (Ahmet Taner Kışlalı)

Yarının adamı Atatürk bir tümceyle ancak bu kadar iyi anlatılabilirdi.

Yıl 1905, Selanik.

Atatürk, Bulgar Türkolog Manolov’la gelecekte kullanılacak Türk abecesini konuşacak denli yarının adamıdır. Kimselerin akıl edemediğini akıl etmekle yetinmez, yaşama geçirmeyi tasarladığını çekinmeksizin dışavurur.

Yıl 1905, Şam.

Şam’da konuşlu Osmanlı ordusundaki görevi sırasında ordunun korumakla yükümlü olduğu halkın değerli eşyalarını elinden alarak tepeden tırnağa herkese pay düşecek şekilde paylaştığına tanık olur. Ordunun tüm unsurları bu konuda uzlaşmış gibidir. Halk dışında hemen herkes durumdan hoşnuttur. Mustafa Kemal, arkadaşı Müfit (Özdeş)’le bu ürpertici gerçeğin dışında kalır. Bununla da yetinmez. Yanlışın sürdürülmesinin önüne geçmeye çalışır. Kendi deyişiyle “yarının adamı” olarak yapması gerekeni yapmıştır.

Yıl 1919, Erzurum.

Erzurum Kongresi sırasında Mazhar Müfit (Kansu) Beye bir dizi not aldırır. Cumhuriyet, devrimler ve başkaca köklü değişiklikler o sırada bile şekillenmiş durumdadır O’nun kafasında. Yarının adamı, kendisini hayalcilikle suçlayan Mazhar Müfit beye devrimleri bir bir yaşama geçirirken o geceyi anımsatmayı unutmaz.

Geleceğin öncülüğünü yapmak geçmişteki olumlulukları günümüze taşımaya engel değildir.

Dil devrimi kapsamında yapılan onlardan biridir.

Halkla iletişim kurma gereksinimi duymayan saray çevresinin anlaşma aracı olmaktan öteye geçemeyen Farsça-Arapça kırması Osmanlıca yarının adamı Atatürk’ün önde gelen sorunudur. Karanlıkta kalan toplumun ışıkla buluşmasının önündeki biricik engel olan Osmanlıca’nın yerine konacak dil hazırdır. Seçkinlerin kullanmadığı, horladığı Türkçe, Anadolu halkının dilinde varlığını sürdürmüştür. Yarının adamının yaptığı onu derin dondurucudan çıkartıp kullanıma sunması olmuştur.

Geçmişten günümüze taşınan bir başka yenilik kadın devrimiydi.

Orhun yazıtlarından XIV ve XV. yüzyıla dek Türk kadını özgür bir varlıktı. Fas’tan Orta Asya’ya uzanan coğrafyada yolculuk yapan ünlü Arap gezgin İbn Battuta’nın Türk kadınının baskın konumuna tanıklığı önemlidir. Geçmişte kalmış bu olumluluk Osmanlı dönemi boyunca tersine dönmüştür. Tıpkı dilde yaptığı gibi, yarının adamı Atatürk, Cumhuriyet kurulduğunda okuryazar oranının % 1’i bile yakalayamadığı, toplumun yarısı kadını yeniden yükseklere, hak ettiği yere taşımıştır.

Öylesine hızla yapmıştır ki kadın devrimini Avrupa’da Fransa ve İsviçre başta olmak üzere kimi devletler bu konuda Türkiye Cumhuriyeti’nin gerisinde kalmışlardır.

Yarının adamı Atatürk’ten birkaç örnekle yetiniyoruz. Gerçek sayı kitapları dolduracak çokluktadır.

Tam da bu nedenle öldüğünde yeniden doğandır, hiç ölmeyendir yarının adamı Atatürk!

Büyüklüğüne ve üstünlüğüne yaklaşabilene, çapına erişebilene rastlamak neredeyse olanaksızdır.

Bizlerin O’na sevgisi ve saygısı olağan bir durumdur.

Çanakkale’de savaştığı İngiliz mareşal Birdwood, Ankara’daki törende engelli ayağına inat onu hazırolda uğurlamıştır.

Yunan önder Elefterios Venizelos’un yarının adamını Nobel barış ödülüne aday göstermesi de karşıtlarının saygısını kazanmış olmasına önemli örnektir.

Bu dünyaya gelmiş az sayıdaki yarının adamından birine sahip olmanın haklı gururu ve kıvancıyla…

Yüce anısı önünde saygıyla eğilerek…

Azim ve Karar, 09.11.2022

Beşinci kol

featuredDr. Ceyhun Balcı


Beşinci kol – VeryansınTV (veryansintv.com)

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Başka şekilde elde edilemeyen, etki altına alınamayan kitleyi (milleti) propaganda, casusluk, sabotaj ya da terör yoluyla istenen biçime sokmak olarak tanımlanmış kaynaklarda Beşinci Kol etkinliği. İspanya İç Savaşı sırasında Madrid’e 4 kol halinde ilerleyen faşistlere Madrid içinden destek olanlara beşinci kol göndermesine rastlanıyor pek çok kaynakta. Yine, klasik düzende 4 kol olarak yürüyen orduya destek amaçlı olarak düşman ülkede yürütülen casusluk etkinlikleri beşinci kol olarak adlandırılmıştır.

Beşinci Kol etkinliklerinin emperyalizmin günümüzdeki en etkin silahlarından birisi olduğu kuşkusuzdur. Silah zoruyla ve saldırganlıkla hedefe erişmenin her zaman ve her ortamda başarı şansı olmadığı düşünüldüğünde Beşinci Kol etkinliğinin küresel ölçekteki önemini ve yaygınlığını anlamak kolaylaşacaktır.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konsey (TTB MK) Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın geçtiğimiz günlerde etnik bölücülüğün sözcülüğünü yapan bir medya ortamında Türk Ordusu’nu kimyasal silah kullanmakla suçlaması doğal olarak gündemde önemli yer tuttu.

Başta hekim kitlesi olmak üzere toplumun her kesiminden öfkeli tepkiler yükseldi bu sorumsuz ve bir o kadar aymazlık ürünü açıklamaya. Doğrusu bu açıklamanın benzerlerine pek çok kez tanıklık etmiş bir hekim olarak son çıkışa da şaşırmadım.

BİR TANIKLIK

Yıl 2014. Yer Ankara! Daha birkaç ay önce TTB Genel Kurulu yapılmıştı. Kasım ayı başında bu kez olağanüstü genel kurul için aralarında benim de bulunduğum İzmir Tabip Odası TTB Büyük Kongre delegeleri Ankara’ya çağırıldı. Gündem mi? Üye ödentilerinin gözden geçirilmesi, düzenlenmesi ve güncellenmesi. Soğuk kasım gününde Ankara’da toplanan olağanüstü genel kurulun gerçek gündemi çok geçmeden anlaşıldı.

  • Rojava Devrimi”ni selamlamak için genel kuruldan bir heyet oluşturulması.

İnanması güç ama neredeyse gün boyu süren tartışmalar bu bağlamdaydı.

TTB ARKA BAHÇE Mİ?

Türkiye’de toplumcu hekimliğin öncüsü Nusret Fişek hocanın TTB yönetiminden ayrılması sonrasındaki 30 yıl boyunca TTB etnik ayrılıkçılığın arka bahçesine dönüştürüldü. Bu nedenle, az önce paylaştığım yaşanmışlık kesinlikle şaşırtıcı sayılmazdı bu süreci yakından izleyenler için.

  • Şebnem Korur Fincancı’nın çıkışına dönecek olursak

Dayanaksızlığı ve gerçekdışılığı bir yana, yasayla kurulmuş bir meslek kuruluşunun başındaki kişinin ayrılıkçı teröre kol kanat geren bir televizyon kanalında ne işi vardı diye sormakla başlayabiliriz işe.

Türk Ordusunun envanterinde bulunmadığı pek çok kez dile getirilen kimyasal silahlarla ilgili bir savın bölücülüğün sözcülüğüne eşdeğer bir ortamda dile getirilmesi kabul edilebilir gibi değildir. Burada amaçlananın bir kuşkunun dile getirilmesinden çok emperyal destekli ayrılıkçılığa kamuoyu desteği sağlanması olduğu açıktır.

Her şeyi bir yana bırakıp sormak gerekir!

Bugün ülkemizin güneydoğusunda yoğunlukla kendisini gösteren, sınır ötesinde yuvalanma ve barınma olanağı bulan ayrılıkçı terör kimlerce özendirilmektedir ve desteklenmektedir? Terör örgütüne sözde bağlaşığımız ABD’nin TIR’lar dolusu silah gönderdiği ve ayrılıkçılığı saklamaya gerek duymaksızın silahla donattığı ve bu donatımı sürdürdüğü nasıl olur da göz ardı edilebilir?

Avrupa’nın pek çok ülkesinin yanı sıra Atlantik’in karşı kıyısındaki başemperyalist ABD’nin ayrılıkçı teröre verdiği destek kuşkuya yer vermeyecek denli ortadadır.

  • Ayrılıkçı terör dünyanın başka pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de emperyalist kurgunun gereği olarak varlığını sürdürmektedir.

Bu gerçekten hareketle ayrılıkçı teröre yakınlık duyan, bununla da yetinmeyip destek olan, kol kanat geren herkes, konumu ne olursa olsun emperyalizmin piyonu olmayı içine sindirmiş olmaktadır. Bu duruma destek olanların kendilerini siyasi yelpazenin neresinde gördüklerinden çok, kimin yararına duruş içinde olduklarına bakmak çok daha doğru olacaktır.

KOÇBAŞINA DÖNÜŞTÜRÜLEN TTB

Şebnem Korur Fincancı’nın duruşunda vurgulanması gereken bir diğer önemli nokta, sorunları dağları aşmış bir meslek grubunun kamu kurumu niteliğindeki kuruluşunun başındaki kişi olarak asal görevini bir yana bırakarak üzerine görev olmayan konulara odaklanmış olmasıdır. Şebnem Korur Fincancı için TTB öncelikli değil ikincil bir olgudur dersek yanılmış olmayız. Kendi görüşlerini ve düşüncelerini yayarken, terör odaklarına yakınlık duymakta sakınca görmezken, TTB’nin gücünden yararlanmaktadır. Başka deyişle kendisi TTB’ye güç katacak yerde, başında bulunduğu kurumun gücünü başka amaçla koçbaşı olarak kullanmaktadır.

Türkiye’deki 170.000’i aşkın (AS: 200 binin biraz üstünde) hekimin yasayla kurulmuş meslek kuruluşu olan TTB, yönetilecek olmaktan çok sıçrama tahtası işlevi gören ikincil bir oluşuma dönüştürülmüştür. Şebnem Korur Fincancı bu çıkışıyla bir yandan sorunlarına çözüm getirmekle yükümlü olduğu hekim topluluğuna zarar verirken diğer yandan da ayaklarını bastığı ülkeye ihanete eşdeğer kötülük yapmış olmaktadır.

RASTLANTI MI?

Bu arada, barolarda da seçim eğik düzlemine girildiği bugünlerde İzmir Barosu seçimli genel kurulundan (22.10.2022) gelen bir haber de bu yazının konusuyla ilintisi nedeniyle ilgi çekiciydi. Genç bir avukat hanımefendi ayrılıkçı ve etnikçi söylemlerini kürsüden dile getirme sınır tanımazlığı sergiledi. TTB ortamında bu ve benzeri söylemler pek çoğumuzu şaşırtmazken, İzmir Barosu ortamında etnikçi-ayrılıkçı çıkış tarihte bir ilk olarak kayıtlara geçmiş olmaktaydı.

Önce TTB sonra Baro! Rastlantı mı diye sormakla yetiniyorum. Kısa zaman aralığında yaşanan ardışık iki olay doğal olarak beşinci kol etkinliğini çağrıştırdı. Yazının başındaki Beşinci Kol girişi bu çağrışımın ürünüydü.

İĞNEYİ KENDİMİZE…

6023 sayılı yasayla 1953’te kurulan Tabip Odalarına üyelik, 12 Eylül döneminde yapılan bir düzenlemeyle zorunlu olmaktan çıkartılmıştır. Üye olma zorunluluğu özel hekimlik alanında çalışan hekimlerle sınırlandırılmıştır. Her şeye karşın hekimlerin önemli niceliğinin kamuda çalıştığı gerçeği önümüzde durduğuna göre, Tabip Odalarının önemli bir üye kaynağından yoksun bırakıldığı açıktır. Şebnem Korur Fincancı ve çizgisinin TTB ortamına egemen olma fırsatı bulması, Tabip Odalarına üye olan hekimlerin seçimlere ilgisizliğinden kaynaklanmaktadır. Tüm hekimlerin değil üyelerin % 15-20’sinin seçtiği Tabip Odası ve TTB yöneticilerinin “beşinci kol etkinliği” içinde yer alıyor izlenimi vermelerine şaşırılabilir mi?

Şebnem Korur Fincancı’nın çıkışı sonrasında TTB’yi kapatalım sesleri yükselebilir kimi odaklardan. Nasıl ki yargıdan kaynaklı sorunları adliyeleri kapatarak çözmeyi aklımıza getirmiyorsak, TTB’de yaşanan sorunları da TTB’yi kapatarak çözmek akılcı olmayacağı gibi, tutarlı bir yaklaşım da olmayacaktır. Yakın geçmişte benzer durumlar karşısında ülkemizi yönetenlerin sergilediği tutum ve uygulamalar anımsandığında “TTB’yi kapatma” olasılığının hiç de düşük olmadığını saptamak zorunda olmanın yarattığı kaygının da ayrıca acı verici olduğu kuşkusuzdur. (AS: Kanımızca kayyım atanır..)

Hekimlerin ezici çoğunluğunun benimsemediği, görüş birliği içinde olmadığı TTB yöneticilerinin bulundukları yerden uzaklaştırılmaları ve o yöneticilerin önderliğinde kuruma egemen olan çizgi kaynaklı kısır döngüye son verilmesi fırsatı pek çok kez yakalanmış olsa da, ilgisizlik ve katılımsızlık bu fırsatın tepilmesi sonucunu doğurmuştur.

Emperyal sözcülüğüne heveslenen,
beşinci kol etkinliğine özdeş davranışlar içinde olmakta sakınca görmeyen
TTB MK Başkanı Şebnem Korur Fincancı
hiç kuşkusuz birincil sorumludur, baş kusurludur.

Ancak, ilgisiz ve katılımsız biz hekimlerin bu olumsuzluktaki sorumluluğu da görmezden gelinemez. Bugün bir kez daha su yüzüne çıkan bu olumsuzluk geçmişte de pek çok kez gündeme gelmişti. Yaşananlardan ders alınıp da keşke bu olumsuzluğa hekimlerin kendi kurumlarına sahip çıkan oylarıyla son verilseydi demekten alamıyorum kendimi.

  • Her şeye karşın Şebnem Korur Fincancı’nın istifa ederek hekimler başta olmak üzere kamuoyunun beklentilerini karşılamak gibi bir seçeneği olduğunu anımsatarak…

FIRSAT BU FIRSAT

Kestirilebileceği gibi Şebnem Korur Fincancı istifa istemlerini kulak arkası etti. Hatta, hızını alamamış olmalı ki soluğu Almanya’da aldı. Bir yanında etnikçilerle diğer yanında FETÖ’cülerle Türkiye’deki insan haklarını konuştu. Türkiye karşıtlığını sürdürdü demekle yetinelim.

Bu arada, Fincancı’nın içinde olduğu etnikçilikle iktidarın bitip tükenmez ümmetçilik anlayışının ortak paydada buluştuğu izlenimi yaratan gelişmeler de yaşanıyor.

Cumhurbaşkanı “o kişinin başında bulunduğu…” sözleriyle başlayan değerlendirmesinde Türk Tabipleri Birliği’ni niteleyen “Türk”ü silme ya da Baroda yeltenildiği gibi hekimlikte de çoklu meslek kuruluşu oluşturma doğrultusunda işaret vermiş oldu. Çayın taşıyla çayın kuşunu vurmaya eşdeğer bir girişim.

Fincancı ve ekibini sevindireceği kuşkusuz.
==================================

Dostlar,

Dr. Ş.K. Fincancı hakkında bu sitede epey yazı yayınladık. 2020 Haziran’ında TTB seçimli genel kurula giderken, hemen ardından… bu kişinin TTB Merkez Konseyi’ne (TTB MK) aday gösterilmemesi hele Başkan olarak kesinlikle seçilmemesi için düşüncelerimizi gerekçeli ve belgeli olarak açıkladık. Ardından Dr. Fincan’cıyı istifaya çağırdık. Olmadı… 2 yıl sonra 2022 Haziran’ında oyları azalarak gene TTB MK içinde yer aldı ve adeta inatlaşırcasına “gene” TTB MK Başkanı seçildi 11 kişi içinde.

Bu gün tutuklama kararı verilene dek suskun kaldık.

Tutuksuz yargılamanın daha doğru ve adil olduğu kanısındayız, bu kesin.

Tutuklama kararının ardından bizim de düşüncelerimizi açıklama hak ve yükümümüz var. 1977’de hekim olduğumuz yıldan bu yana 45+ yıldır TTB üyesiyiz ve meslek örgütümüze çok emeğimiz oldu. O’ndan da çok şey öğrendik.

Çok değerli meslektaşımız Dr. Ceyhun Balcı bizi de çok iyi dile getirmiş. Onbinlerce hekimin benzer düşündüğünden hiç kuşku duymuyoruz. Kamuoyu Dr. Fincancı’yı çok az tanıyor. Hekimlerin de epeycesi öyle. Dolayısıyla cansiperane savunma temelsiz.. Uğur Mumcu‘nun kardeşi Av. Ceyhan Mumcu ile açın konuşun.. Yazdıklarını okuyun. Uğur Mumcu davasında Fincancı’nın neler yaptığını.. (https://youtu.be/l4Rb0wxy9qg?t=1536, 31 Oca 2022 ‘Şebnem Korur Fincancı Uğur Mumcu’nun Katillerinin Salınmasını Sağladı!’ Ceyhan Mumcu | Saygı Öztürk, Sisler Bulvarı, KRT)

Av. Ceyhan Mumcu’ya göre; adeta yurt dışından uzanan eller Fincancı’yı devreye soktu ve Uğur Mumcu cinayeti nedeniyle yakalanan şüphelilerin İŞKENCE ALTINDA ifade verdikleri tezi o gece yarısı üretildi. Fincancı, ısmarlama ve uzaktan rapor yazdı bu şüphelilere. Bu açıkça suç. İnsanları görmeden, muayene edip bilimsel kanıtlara dayandırmadan adli rapor düzenlemek ağır suç,

  • Uğur Mumcu’nun kemikleri sızlıyordur hiç kuşku duymuyoruz...

Bu gün what’s up üzerinden bir ileti dağıtıldı, çok okundu. Buraya aktaralım :
***
ONUN İŞİ SAHTE RAPOR, SAHTE BEYAN…

Şebnem Korur Fincancı… Okul yıllarından beri arkadaşım. Daha doğrusu eski arkadaşım.

  • Kişileri görmeden rapor yazmayı,
    misyonu gereği sürekli yalan beyanda bulunmayı alışkanlık haline getirmiş
    .
  • Aslında işini yapıyor, görevi bu.
  • Kişileri görmeden, muayene etmeden kimyasal silah saldırısı suçlamasında bulunuyor.
  • Daha önce Uğur Mumcu ve katledilen öteki aydınların davasında yine sanıkları görmeden işkence raporu vermiş, suçluların itirafçı olmasını engellemişti.

Ceyhan Mumcu açık açık anlatıyor.

Bunlar biliniyor ama birçokları ABD’den, AB’den esen güçlü rüzgardan ötürü Fincancı’yı kahraman gösteriyor.

Ergenekon davasına da hiç ilgisi olmadığı halde şikayetçi, müdahil olarak katılmıştı. Sanıkların kendisini tehdit ettiği yönünde uydurma beyanlarda bulunmuş, muhbirlik yapmıştı.

Tüm bunlar vatandaşlık suçu, insanlık suçu!

Ama TTB başkanı olarak en çok üstünde durulması gereken şey Deontolojik suç.

  • Sen nasıl muayene etmediğin kişiler hakkında rapor verir,
    tıbbi beyanda bulunursun!

Bu suç için insanlar kime şikayet etsin? Tabipler Birliği’ne mi?

Dr. Kaan Arslanoğlu
=========================

Dr. Kaan Arslanoğlu bir Psikiyatri uzmanı, yazar. Gün içinde bu iletisi ile ilgili bir yalanlama da olmadı bu saate dek.

Öte yandan, bu gün biri 3 öbürü 2 yıldızlı güvendiğimiz, saygın – yurtsever 2 yüksek rütbeli subayla (general, amiral) iletişim kurduk. TSK’da kimyasal silah bulunmadığını, dolayısıyla kullanılmasının da söz konusu olamayacağını, çok net ve kesin bir dille bize belirttiler. MSB de geçtiğimiz günlerde bu yönde açıklama yaptı.

Dolayısıyla, Dr. Fincancı’nın öteden beri süregelen söz ve eylemleri ortadadır. Bu kişi, sayıları 200 bini aşan Türk Hekimlerini temsil saygınlığını gösterememiştir. İdeal olanı hiç olmazsa 2. kez Başkanlığa aday olmaması ya da bu son olay patlak verdiğinde, TTB’ye ve onbinlerce hekime zarar vermemek için hemen istifa idi. Dr. Fincancı bunu yapmadı, TTB Başkanlığı zırhını, artık nereye dek ve ne ölçüde olacaksa, koruyucu olarak kullanma yolunu seçti.

Dilek ve önerilerimiz :

  • Dr. Fincancı TTB MK Başkanlığından hemen istifa etmelidir.

TTB MK 1. yedeği çağırarak yeniden Başkan seçmeli ve olağanüstü seçimli genel kurul kararı almalıdır.

Örgütün adından “Türk” sözcüğü kesinlikle çıkarılmamalıdır. Hemen hemen tüm dünyada bu yol gelenektir :
British Medical Association
American Medical Association
Italian Medical Association
Japan Medical Association
French Medical Association
……
Pireye kızıp yorgan yakmanın anlamı yoktur. TTB, TMMOB…. Kamu Kurumu Niteliğinde Meslek Kuruluşları olup, Anayasanın 135. maddesi güvencesine sahiptir.

Sonuç olarak                                               :

  • Dr. Fincancı TTB MK Başkanlığından hemen istifa etmelidir.
  • Dr. Ş.K. Fincancı tutuksuz ve adil yargılanmalıdır.
  • İktidar bu olayı gerekçe yapıp Anayasanın 135. maddesine ve demokrasiye aykırı
    yeni yasal düzenlemelere ve kayyım atamasına gitmemelidir.
  • Buna karşılık şimdiki TTB MK, kamuoyundan özür dileyerek hemen seçimli olağanüstü genel kurul kararı almalıdır

Sevgi ve saygı ile. 27 Ekim 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net           profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

 

Zorunlu aşı üzerine

Dr. Ceyhun Balcı yazdı…

Zorunlu aşı üzerine

Salgında gelinen evrede aşıya odaklanmak kaçınılmaz. Şu anda ortada olan, aşısızların salgını gerçeğidir. Hastalığa yakalananlar, hastalığı ağır geçirenler, yoğun bakıma ve sonunda tanımsız üzüntü kaynağımız olan toprağa düşenler. Hemen tümü aşısızlardan, aşı programını tamamlamayanlardan ya da anımsatma dozunu yaptırmayanlardan oluşuyor.

Bugün için aşı darlığından söz edilemeyeceğine göre aşı karşıtlığı/kuşkuculuğu önde gelen sorun olarak öne çıkıyor.

Bu durumda “aşı zorunlu olmalı mı?” sorusunun usa gelmesi kaçınılmaz. Ülkemizden ve Avrupa’dan yargı kararlarını paylaşarak bu tartışmaya ışık tutmak yararlı olacaktır.

Türkiye yakın geçmişte çok başarılı aşılama kampanyalarına imza atmış bir ülke. Bu başarının koruyucu hekimliğin ve toplum sağlığının öncelendiği yıllarda elde edilmiş olduğunu unutmamak gerekir. Daha önceki yazımda vurgulamaya çalıştığım gibi 1930 tarihli Umumi Hıfzıssıhha Kanunu aşılamaya özel önem veren ve örneğin çiçek aşısını zorunlu tutan bir yasadır.[1] Şu anda yürürlüktedir. Otuzlu yılardaki çiçek hastalığının yerine günümüzde Covid 19’u koyabiliriz.

“Bırakınız yapsınlarcı” neoliberal kıskaçtaki Türkiye’de aşı zorunluluğunu konuşmanın bile son derece güç bir iş olduğu oldukça açık. Hemen her gün “aşılanın” diyerek yalvar yakar olan sağlık ve ülke yönetiminin geçtiğimiz günlerde İstanbul Maltepe’de düzenlenen “aşı karşıtı buluşma” karşısındaki edilgenliği ve sessizliği ibretliktir.

ANAYASA MAHKEMESİ’NİN AŞI KARARI

Otuz beş yılı aşan hekimlik yaşamımda özellikle çocukluk çağı aşıları konusunda “aşı reddi” olgusuna rastlamadım desem yalan olmaz. Böyle bir kapıyı açık tutmadığınız sürece kimsenin aklına bu kapıdan girmek gelmez. Anayasa Mahkemesi, 2015 yılında adının önünde hukukçu unvanı bulunan bir kimsenin başvurusuna üzerine verdiği kararla “aşı reddi” kapısını açmış oldu. (AS: Bu bağlamda 2 kararı var AYM’nin)

AYM’nin açtığı kapıdan girenler :

·       Bu kapıdan ilk girenler çocuklarını bulaşıcı hastalıklardan koruyan çocukluk çağı aşılarını yaptırmaktan kaçınan ana-babalar oldu. Bu kapıdan son olarak 30 bine yakın kişinin girdiği yansıdı kayıtlara.

·       Açık kapıdan son girenler, günümüzde Covid-19 aşılarını yaptırmaktan kaçınanlar oldu. Dünyada ve Türkiye’de Covid 19’a karşı geliştirilen aşılar çoğunlukla kabul gördü. Böylelikle çoğunluk toplum sağlığıyla ilgili sorumluluğunu yerine getirmiş oldu. Sayıları daha az da olsa aşılanmayanlar öncelikle kendilerini ama toplamda tüm toplumu riske sokan bir sorumsuzluk sergilemiş oldular. (AS: Aşılanmayanlar toplumun 1/4’ü dolayında, ciddi bir oran!)

İlk grubu oluşturan analar-babalar kendileriyle ilgili karar alacak bilinçten yoksun çocukları için onların sağlığını tehlikeye atan tutum almış oldular, onları aşılatmayarak. Covid -9 aşılarına karşı duranlar da salgının söndürülmesi yolundaki çabaları baltalamış oldular. Her iki gruba da “vicdanınız rahat mı?” sorusunu yöneltmeyi kaçınılmaz görev sayıyorum.

AYM’nin bu kararı (2 bireysel başvuru kararı) yüksek yargı organının yeterli bilirkişilik yardımı almadan verdiği bir yanlış karar olarak geçmiştir tarihe. Bu durum, bugün yaşadıklarımız göz önüne alındığında iyice belirginleşmiştir.

Böylesi bir yanlışlık karşısında ülkemizi yönetenlerin sessizliği ve edilgenliği konusunda da birkaç çift söz söylemeden geçemeyiz. AYM kararı sonrasında ortaya çıkan karmaşayı giderecek yasal düzenleme yapmak yerine oralı olmamayı seçen yöneticilerimiz bugünlerde kendisini gösteren ve gücünü koruyan aşı karşıtlığından da sorumlu olduklarını bir an olsun akıllarından çıkartmamalıdırlar.

Anlaşıldığı kadarı ile hükümetimiz, arka bahçenin güllerinin dikeninden çekinmektedir. Bir yandan salgın son bulsun ve ekonomi soluklansın düşüncesi içindeyken öte yandan da oy avcılığı anlayışının tutsağı olmaktan kurtulamamaktadırlar. Bir çift söz de Abdurrahman Dilipak ile aynı çizgiye düşen ilerici(!) görünenlere. Aşı tartışmaları sırasında aldığımız tutumla “Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir!” sözü üzerinden sınanmış olduğumuzu bir an olsun unutmamalıyız.

AİHM’NİN AŞI KARARLARI

Öbür 2 örneğimizden ilki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kaynaklı. Mahkemeye yapılan başvuru Covid salgını öncesinde olsa da güncel duruma ışık tutması bakımından önemli. Çekya’da okul öncesi öğretimi için başvuran ana-baba çocuklarına çocukluk çağı aşılarını yaptırmaktan kaçınır. Buna bağlı olarak çocuk okula kabul edilmez. Sonrasında konu AİHM’ye taşınır. Konu toplum sağlığı ve çocuk olduğunda AİHM’nin duyarlılığının farklılaştığı görülür. Başka deyişle, içinde bulunduğumuz yüzyılda aşı zorunluluğunun gerekli olabileceğinden söz etmek yanlış olmaz bu karar ışığında.[2]

İkinci örneğimiz de AİHM’den ve çok daha güncel. Yunanistan hükümeti Covid-19 aşısını sağlık çalışanları için zorunlu tutunca kamu ve özel sağlık ortamından bir grup sağlık çalışanı AİHM’ye başvurarak söz konusu uygulamanın askıya alınması isteminde bulunmuş. AİHM hızlı kararıyla söz konusu istemi uygun bulmayarak Yunanistan’daki zorunlu aşı uygulamasını dolaylı olarak onaylamış.[3]

Bu arada, AİHM alanı dışındaki ABD’den de benzer bir uygulama kararı geldi. Bu karar, salt sağlık çalışanlarıyla sınırlı tutmuyor zorunlu aşıyı. ABD federal hükümetinin aldığı karardan, yaklaşık 80 milyon kişinin bu kapsamda olduğu anlaşılıyor.[4]

Aşı karşıtı toplulukların sıkça öne sürdüğü “böyle bir salgın yok” ya da “bu kadar ölüm mevsimsel grip nedeniyle de oluyor” türünden söylemleri bir yana bırakmakta yarar var. İnsanlığın geçmişte de pek çok kez yaşadığı küresel salgınlardan bir başkasını yaşadığı kuşkusuzdur. Böylesi duyarlı koşullarda komplo kuramlarına yenik düşmek yerine, eldeki biricik korunma ve salgınla baş etme gereci olan aşı konusunda düşülen ikilem karşısında ülkemizden ve Avrupa’dan yargı kararlarının yeterince aydınlatıcı ve yol gösterici olduğundan kuşku duyulabilir mi?

  • Akıl ve bilim dışı öğelere dayandırılan “aşı karşıtlığı” tiyatrosu bir an önce sona erdirilmeli.

Küresel bir sorunla karşı karşıya olduğumuza göre tüm ülkelerin yargısıyla, yönetimiyle ve başkaca unsurlarıyla kararlı bir duruş sergilemesi kaçınılmaz görünüyor.

İki yargı organı!

Dört karar!

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi toplum sağlığını gözetmekten uzak, akılcı ve bilimsel dayanaktan yoksun kararıyla “aşı reddi” kapısını açıyor. Kapıdan giren girene. Salgın hız kesmeden sürüyor. Aşısını yaptırarak toplum sağlığı yükümlülüğünü yerine getirenlere karşılık aşılanmamakta üsteleyerek toplum sağlığını hiçe sayanlara yargı kalkanı oluşturuyor.

AİHM ise, insan hakları duyarlılığını elden bırakmadan toplum sağlığını ilgilendiren yaşamsal konuda insan haklarının kamu sağlığını tehlikeye atmanın kılıfı olmasına izin vermeyerek adına yaraşır işlev görüyor.
=====================
Kaynaklar…

[1]https://www.veryansintv.com/umumi-hifzissihha-kanununu-okuyan-var-mi
[2]https://theconversation.com/compulsory-vaccination-what-does-human-rights-law-say-167735utm_medium=email&utm_campaign=Latest%20from%20The%20Conversation%20for%20September%2015%202021%20%202060520314&utm_content=Latest%20from%20The%20Conversation%20for%20September%2015%202021%20%202060520314+CID_eedbc02a87cd7227f455dd6a6c3f7356&utm_source=campaign_monitor_uk&utm_term=Compulsory%20vaccination%20what%20does%20human%20rights%20law%20say
[3]https://theconversation.com/compulsory-vaccination-what-does-human-rights-law-say-167735utm_medium=email&utm_campaign=Latest%20from%20The%20Conversation%20for%20September%2015%202021%20%202060520314&utm_content=Latest%20from%20The%20Conversation%20for%20September%2015%202021%20%202060520314+CID_eedbc02a87cd7227f455dd6a6c3f7356&utm_source=campaign_monitor_uk&utm_term=Compulsory%20vaccination%20what%20does%20human%20rights%20law%20say
[4]https://tr.euronews.com/2021/09/10/abd-baskan-sabr-m-z-tukeniyor-art-k-as-olun-dedi-cal-sanlar-icin-as-zorunlulugunu-genislet utm_source=newsletter&utm_medium=${template_locale}&utm_content=abd-baskan-sabr-m-z-tukeniyor-art-k-as-olun-dedi-cal-sanlar-icin-as-zorunlulugunu genislet&_ope=eyJndWlkIjoiNTg5ZDAyZTRkMDU2MTQ3ZWVkZGE5OTY0MjI4NmMwMGEifQ%3D%3D

Türk Yazı Devrimi

Türk Yazı Devrimi

Ceyhun Balcı 

Türkçe’ye ilişkin iki bayram kutlarız her yıl. Birisi 800 yıl önceye dayanırken öbürü 85 yıl önceye göndermede bulunur. Her ikisi de değerlidir.

Türkçe için gerçek bayram olan Harf Devrimi ya da Türk Yazı Devrimi haksızlığa uğramaktadır. İkincisinin başlangıç noktası sayılabilecek olan bu önemli devrime hak ettiği ilgiyi göstermek gerek!

1 Kasım 1928’de Kurtuluş’un önderi, Cumhuriyet’in kurucusu ve elbette Devrimler’in düşünce babası Atatürk’ün kara tahta başına geçerek başlattığı Türk Yazı Devrimi Üçlü Devrim Yasaları kadar önemli ve anlamlıdır. Cumhuriyet’i ve Devrimler’i güvence altına almayı amaçlayan Türk Yazı Devrimi derinlemesine anlaşılmış mıdır? Arap-Fars alfabesinden Latin alfabesine geçişle açıklanacak sıradanlıkta bir olgu mudur?

Türkler ve Türkçe günümüzden 1500 yıl önceye uzanan belgeliğe sahiptir. İS VII. yüzyılda dikilen Çöyren yazıtı Türklerin ilk alfabesi olan Göktürkçe’yi belgelemiş ve anıtlaştırmış ilk yapıttır.1


Daha iyi bilinen Orhun Yazıtları da İS VIII. yüzyılda Göktürkçe yazılmıştır. Bilge Kağan, Kül Tigin ve Tonyukuk’un anılarını ölümsüzleştirmiştir.2

 

Türklerin XI. yüzyılda İslâmiyetle tanışmaları (AS: bu tarih 9. yy’ın başlarıdır..) Türkçe’nin dil yarası hastalığının da başlangıcı sayılır. Din aracılığıyla Latin harfleriyle tanışan Kumanlar bir yana bırakıldığında, Türkler bundan böyle Fars ve Arap etkisi altında kalacaktır. Bu etkileşimin Türkçe’yi Arap-Fars boyunduruğuna alması şaşırtıcı olmayacaktır.

Sonraları adı Osmanlıca olarak konacak olan bu melez dil toplumun seçkinleriyle halkı arasına giren bir kama gibi de işlev görecektir. Bu kama toplumun tabanıyla tavanı arasında iletişim sorunu yaratırken, Türk soylu ve Türkçe konuşan halk, seçkinlerce küçümsenecek ve “Etrakı biidrak” söylemiyle olumsuz ayrımcılığa uğratılacaklardır.

SESLİ varsılı Türkçe, SESLİ yoksulu Osmanlıca’nın boyunduruğunda gelişmek şöyle dursun gerileyecek ve deyim yerindeyse donup kalacaktır. Anadolu halkı olmasa yok olup gitmesi işten bile olmayacaktır. Her şeye karşın Türkçe, horlanan Anadolu halkı sayesinde varlığını koruyacaktır.

En az sekiz, kimi lehçelerde daha çok SESLİ’sinden yoksun kalan Türkçe, soluğunu yitirme noktasına sürüklenir Osmanlıca egemenliği döneminde. Osmanlıca’nın 3 SESLİ’siyle 8 SESLİ’yi karşılama çabaları kimi zaman gülünç çoğu zaman acıklı görünümlerin oluşmasına yol açar doğal olarak. Türkçe’nin kısıtlı ve yasaklı durumuna düştüğü bu koşullarda Türkçe yerini Arapça ve Farsça’ya bırakacaktır. Çünkü Osmanlıca, yapay bir dil olarak Arapça ve Farsça’nın kırmasıdır. Aslı varken Türkçe’ye yer olmayacaktır, bu alfabe kullanıldığı sürece.1

Dönemin baskı teknolojisinin kısıtlılıkları Osmanlıca ile bir kez daha belirginleşir. Baskıyla çoğaltma işine uygun olmayan Arap-Fars harfleri bu bağlamda da sorunlara kaynaklık eder.

Tanzimat öncesinde III. Selim döneminde Osmanlı’nın uzak ülkelere kalıcı elçiler göndermesiyle birlikte bu ülkelerle iletişim de kaçınılmaz olur. Sefaretlerle yapılan yazışmalarda Latin harfleriyle Osmanlıca kullanılır. Böylelikle Osmanlı belki de ilk kez Latin harfleriyle tanışmış olur.2

Yüzyıllar boyunca dış dünyayla ilişkisi fetihler düzeyinde kalan Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemlerinde aklı biraz olsun başına gelmeye başlayacaktır.

Öteden beri teknolojiyi üretmeye değil ama tüketmeye eğilimli olan Türkler, Tanzimat döneminde telgrafın da kullanıcısı olmakta gecikmezler. Ancak, telgraf iletişiminde Osmanlıca harfler kullanılamaz. Latin harfleriyle tanışmak zorunludur böylelikle.

Tanzimat’la birlikte uygarlığın farkına varan Osmanlı’da yazıda kullanılan Arap-Fars harfleri tartışma konularının önceliklilerinden biridir artık!

Osmanlıca’da Arap-Fars harflerinin kullanımını yalnızca bir alışkanlığın değil, Arapça’nın kutsal kitabın dili olması bakımından bir zorunluğun ürünü olarak da görmek gerekir. Buna karşın ilk kez Tanzimat döneminde Arap-Fars harflerinin dilimizin gereklerini karşılamadığı yüksek sesle dile getirilir. Osmanlıca’nın yazıldığı harflerin kutsallıkla özdeş olduğu göz önüne alındığında, böylesi sesli düşünmenin bile önemli olduğu kesindir.

Tam olarak doğrulanamasa da I. Meşrutiyet’i kısa sürede sonlandıran istibdat padişahı II. Abdülhamit bile alfabe değişikliğini aklına getirmemiş değildir.

İzleyen II. Meşrutiyet döneminde iktidarda olan İttihat ve Terakki içinde Latin alfabesi yanlısı olanlar bulunmakla birlikte, dönemin devrimcisi sayılan İttihat ve Terakki bile kurumsal olarak alfabenin değiştirilmesine karşı durur.

Osmanlı’yı çöküşe götürecek olan Balkan Savaşı ve onu izleyerek patlayan 1. Dünya Savaşı boyunca bu konunun akla bile getirilmemesine şaşırmamak gerekir.

Bu arada, Arnavutluk’ta Kamusi Türki’nin yazarı Şemsettin Sami öncülüğünde Latin harflerine eğilimin belirginleştiği ve yaşama geçirildiği not edilmelidir.1,2

Osmanlı’nın sonunu getiren uzun savaşlara eklenen Milli Mücadele ve onu izleyen Cumhuriyet, bu devrimin gerçekleştirilmesi için gerekli ortamı yaratacaktır.

Tanzimat’la başlayan, II. Meşrutiyet’le hız kazanan alfabe değişikliği tartışmalarında Latin alfabesine geçilmesi istekleri seslendirilse de yönetsel unsurların bu seçeneğe neredeyse olasılık tanımadıkları iyi bilinmelidir. Bu durumda ise, kullanımda olan Arap-Fars harflerinin dilimize uygun duruma getirilmesi ile bu harflerin ayrık yazılarak Türkçe’yi rahatlatma girişimlerinin ötesine geçmeyen çabaların gösterildiğini öğreniyoruz kaynaklardan.

Araya giren dünya savaşı ve onu izleyen Milli Mücadele boyunca bu konuyla ilgili tartışmaların bir kişi dışında kimseyi ilgilendirmemesini de doğal karşılamak gerekir. Milli Mücadele’nin başında Erzurum Kongresi sırasında Cumhuriyet kurmayı tasarlayan Mustafa Kemal’in,
Harf Devrimi’ni de Mazhar Müfit Kansu’ya not ettirdiği bilenlerce bilinir.1,3

Gazi’nin daha Milli Mücadele sırasında Latin alfabesi tasarımını Halide Edip’e de aktardığı bilgisi yer alır kaynaklarda.1

1905’te Selanik’te Bulgar Türkolog Manolof’a Latin alfabesine geçişin gerekliliğini söylediği bilinen Gazi’nin Erzurum Kongresi sırasında aynı doğrultuda bir notu Mazhar Müfit Kansu’ya yazdırmış olması konuya ve soruna egemenliğinin belirtisi sayılmalıdır.1,3

Buna karşılık Mustafa Kemal’in her attığı adım gibi Harf Devrimi de zamanlamasıyla hayranlık yaratır. Örneğin, Türk Ordusu İzmir’e girdikten birkaç gün sonra 13 Eylül 1922’de görüştüğü gazeteciler arasında olan Hüseyin Cahit (Yalçın)’in bir an önce Latin harflerinin alınması görüşüne verdiği yanıt anlamlıdır : “Sırası gelmemiştir!” 1,2

Önce Cumhuriyet kurulacaktır. Kaldırılmış olan saltanata halifeliğin sonlandırılması eklenecektir. Devrim yasalarıyla Cumhuriyet’in temeli sağlamlaştırıldıktan sonra Harf Devrimi’ne sıra gelecekken Şeyh Sait İsyanı’yla uğraşılması gerekecektir (1925). Hukuk Devrimi’ni izleyerek Cumhuriyet’in insan kaynağını aydınlatacak olan Harf Devrimi yapılacaktır. Bu sıralama ve zamanlamada yapılacak en küçük hata, Devrimsellik sürecini de etkileyeceği için, atılan her adım düşünülerek ve akılcı gerekçelere dayandırılarak ilerlenecektir.1

Üçlü Devrim Yasaları ile Hukuk Devrimi yasalarından sonra sıranın yazıya gelmiş olması olağandı. Türk Yazı Devrimi’ne ilişkin ilk işaret fişeği 9 Ağustos 1928’de İstanbul Sarayburnu’ nda atıldı. Latin alfabesine geçişin haklı gerekçeleri sıralanmakla yetinilmedi. Gazi Mustafa Kemal aynı ay içinde geniş çaplı yurt gezilerini başlattı. Her gittiği yurt köşesinde karatahta başına geçen Gazi, bıkıp usanmadan devriminin gereğini yerine getirdi. Kamu çalışanları ve devletin ileri gelenlerinden başlayan alfabe öğretimi, fırsat bulundukça halkı da kapsadı. Halka yönelik Harf Devrimi etkinliği 1 Ocak 1919’da (AS: 1929 olacak) açılan Millet Mektepleri aracılığıyla yaşama geçirildi.2

Gazi Mustafa Kemal Sarayburnu’nda karatahta başında. Türk Yazı Devrimi’nin işaret fişeğini ateşlerken.

Gazi’nin Sarayburnu konuşmasından…2

Tam da burada Atatürk devrimlerini “tepeden inmeci” likle yaftalayanların kulaklarını çınlatmanın sırasıdır.

Yurdun hemen her yerindeki öğretmenler, okul öğrencilerinden artan zamanlarda halka Latin alfabesiyle yazmayı-okumayı öğrettiler. Başöğretmen de yurt gezilerinde aynı şeyi canla başla yaptı. Yazı devrimi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yasalaştığı 1 Kasım 1928’den önce halk katında kabul görmüş ve yol almaya başlamıştı. Daha doğru deyişle 1 Kasım’dan önce alınan bu yolla Yazı Devrimi karşıtlarının başlarının önlerine eğilmesi sağlanmıştır.

Kimilerinin olanaksız, kimilerinin de zamanı belirsiz bir süre gerekir dedikleri Türk Yazı Devrimi, halkın gücünü de arkasına alarak hızla yaşama geçti. 1 Haziran 1929’a dek devlet yazışma ve belge dilinin değişimi, 1 Aralık 1929’dan sonra ise devlete eski Türkçe ile başvurunun sonlandırılabilmiş olması Yazı Devrimi’nin yaşama geçiş hızı hakkında yeterince fikir verecektir.

Değişen yalnızca Türkçe’yi okuma ve yazma için kullanılan alfabe olmadı bu süreçte. “ÇOK” sesli Türkçe, yaklaşık bin yıllık KIT sesli prangalarından kurtulmuş oldu böylece. Ayağındaki prangalar nedeniyle kımıldayamayan ve bin yıl boyunca horlanan Türkçe, önündeki engellerin kalkmasıyla şaha kalkmıştır bile denilebilir.

Geçmişle bağımız kopacak ya da Latin harfleriyle okuma-yazma sanıldığı ölçüde kolay olmayacak gibi akıl dışı varsayımlarla Türk Yazı Devrimi’ne eylemli ve söylemli engeller çıkartanların hemen tümü, sağlıklarında, bu Devrimin yaşama geçişine tanıklık ederek kendilerince bir olanaksızın gerçekleşmesini izlemiş oldular.

Türkçe’nin Latin alfabesiyle başlayan yolculuğunda ilerleyen yıllarda bu kez Batı kaynaklı etkilerle söz konusu olan yozlaşmaya karşın Türkçe’nin ilerleyişi durdurulamamıştır.

Günlük konuşma ve yazma dilinin yanı sıra yazın dili, hukuk dili ve bilim dili olarak kendisini gösteren Türkçe, 1000 (bin!) yıllık tutsaklığın ardından 100 (yüz) yıl bile dolmadan gerçek kimliğine kavuşmuştur.

Her ne kadar İbrahim Müteferrika’dan önce Rum, Musevi ve Ermeni azınlıklar Osmanlı’ya matbaayı getirmiş olsalar da, Osmanlı’da basımevinin sıfır noktası olarak Müteferrika matbaası kabul edilmektedir. Bu matbaanın hizmete girdiği 1729’dan 1929’a uzanan 200 yıllık zaman aralığında basılan kitap sayısı 30 bindir. Türk Yazı Devrimi’nin yapıldığı 1928’den başlayarak ilk 15 yıllık dönemde basılan kitap sayısının, geçen 200 yıldaki sayıyı yakalayıp aşmış olduğunu vurgulamakta yarar var.4

Dil yaşayan bir varlık. Hatta bu yanıyla bir canlıya benzetmekte hiçbir sakınca yok. Bu nedenle dil duyarlığı aralıksız sürdürülmelidir. Geçmişte Arapça ve Farsça’nın üstlendiği egemenlik altına alma ve soluksuz bırakma işlevini, günümüzde Batı dillerinin üstlendiği unutulmamalıdır.

Kaynaklar
1 Şimşir, Bilâl N (1997), Türk Yazı Devrimi, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları.
2 Ülkütaşır, Şakir M. (2009), Atatürk ve Harf Devrimi, Türk Dil Kurumu Yayınları.
3 Atatürk, (2009), Geometri, Türk Dil Kurumu Yayınları.
4Toprak,Zafer, https://www.academia.edu/14514145/Cumhuriyet_in_Kilit_Ta%C5%9F%C4%B1_Harf_Devrimi

01.11.2019

19 MAYIS’A DOĞRU…

19 MAYIS’A DOĞRU…

Dr. Ceyhun BALCI

“Mustafa Kemal yenmeden önce İngilizleri Tanrı sanırdım.”
Gandi

Trablusgarp’ta başlayan, Balkanlarda süren savaşlar Türklerin karanlık döneminin önemli köşe taşlarıdır. Birinci Dünya Savaşı yenilgisi karanlık sayfaların yıkımla bütünleşmesi anlamı taşımıştır.

Çanakkale’yi topla, tüfekle geçemeyenler donanmalarını muzaffer edayla demirlemişlerdir Boğaziçi’ne!

Fransız Generald’Esperey’in at üstünde Fatih’e öykünmenin yanı sıra yaklaşık 500 yıl sonra İstanbul’a girişi, alınan öcün fotoğrafı gibidir.

Dünya paylaşım savaşının önde gelen amaçlarından birisi olan Osmanlı’nın yıkımı ve paylaşımındadır sıra.

Tam da o günlerde, Kasım 1918’de istanbul’a gelen Mustafa Kemal, umutların en solgun ve ölgün olduğu sırada “Geldikleri gibi giderler!” diyerek tam bir hesap ve tasarım insanı olduğunu ortaya koymuştur.

İstanbul’un işgal edildiği günlerde son padişah VI. Mehmet Vahdettin’in öncelikli ve belki de tek derdi kendisiyle birlikte saltanatını kurtarmaktır. Ingilizlerin gözüne girme, onları güzelleme aşkı bundandır.

Padişah taht derdindeyken “Geldikleri gibi giderler!” diyebilecek denli özgüven sahibi Mustafa Kemal ise İstanbul’da ilk iş olarak Minber gazetesini çıkartmaya başlamıştır. Çalışmaları kamuoyu oluşturmayı gerektiğine göre son derece yerindedir bu davranışı. Tıpkı Sivas’ta İradei Milliye’yi, Ankara’da Hakimiyeti Milliye’yi çıkarttığı gibi.

Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ve sonrasında Anadolu’da Milli Mücadele’yi örgütleme çalışmaları şu ya da bu biçimde yazılmış ve belgelenmiştir. Kasım 1918’den Mayıs 1919’a kadarki zaman aralığı ise hak ettiği ilgiyi görmemiştir her nedense. (AS: Dr. Alev Coşkun, “6 Ay” adıyla bu dönemi kitaplaştırdı..)

Öncelikli amacı ve hedefi Osmanlı kabinesinde Harbiye Bakanı olarak yer almak olsa da bu amacına erişememiştir. Boş durmamış, bu kez Meclisi Mebusan üzerinde etkili olmaya çalışmış ve Osmanlı meclisinin aldığı son karar olan Misakı Milli kararının ortaya çıkmasındaki etkisiyle başarılı da olmuştur. Bilindiği gibi bu önemli karar Milli Mücadelenin de çerçevesi olmuştur ve.

İstanbul’da bir gününü bile boşa geçirmeyen Mustafa Kemal’in bu zaman aralığında padişahı tahttan indirmeyi de içeren bir dizi köktenci yaklaşımı denediği ve bu doğrultuda gereken her şeyi yaptığı belgelidir.

İzmir’in işgalinin ertesinde Samsun’a yola çıkışı son ve kaçınılmaz seçeneğidir. Öne sürüldüğü gibi Bandırma vapuru tıka basa altınla da dolu değildir. Zaten o günün Osmanlı Devleti’nin elinde Bandırma’yı dolduracak kadar altının bulunması da söz konusu değildir. Başka açıdan bakıldığında bu ve benzeri çoğu gülünç ve gerçeklikten yoksun savın Mustafa Kemal’in başardıklarının yüceliğini onayladığı bir gerçektir.

Yazının başındaki Gandi sözüyle de vurgulandığı gibi Mustafa Kemal’in başarısı Tanrısallıkla bile özdeşleştirilebilir. Mustafa Kemal’in bundan 100 yıl önce Samsun’a attığı ilk adımın her şeyin ötesinde inancın, kararlılığın ve önceden tasarlılığın gereği bir eylem olduğunun altı çizilmelidir.

Pek çok kaynakta Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi sırasında Cumhuriyet’i kurma kararlılığında olduğu yazıldır. Hatta, bunu öğrenen Mazhar Müfit’in geçirdiği şaşkınlık da çok etkileyici biçimde betimlenmiştir pek çok kaynakta. Eğer şaşırılacaksa Mustafa Kemal’in şu sözleri çok daha etkileyicidir : Yıl 1906!

“Milleti egemen kılmak” “bunaltıcı bir mutlakiyetçiliğe devrimle karşılık vermek ve çürük ve külüstür bir yönetimi yıkmak” “ülkeyi kurtarmak” gibi sözler o zamanlarda çılgınlığın ve isyancı yapının göstergesi sayılmış olsa da gerçekleştirileceğine olasılık tanınmamış olmalıdır. (*)

Yüzyılın başında söylediklerini yüzyılın çeyreği sonlanmadan yaşama geçirmiş olması çok söze gerek bırakmıyor.
____________________________

* Muhammed Sadiq, Çeviren  Funda Keskin Ata, Türk Devrimi ve Hindistan Özgürlük Hareketi, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2018.

VİCDANSIZ TEMMUZ

VİCDANSIZ TEMMUZ

Ceyhun Balcı
2 Temmuz 2018

Sıcak temmuzla birlikte ateş, kan, barut ve yanık kokusu hiç sektirmeden kendini gösterir. Üzerinden 25 yıl geçse de acılar küllenmemiştir. Dün olmuş gibi sıcaktır yaşananlar.

İnsan yakmak ortaçağda kaldı sanılır. Naziler bile hiç olmazsa önce öldürüp sonra yakmışlardır. Çeyrek yüzyıl önce diri diri insan yakmak eylemi Sivas Madımak’ta yaşama geçirilmiştir. Bilgeliğin, insanseverliğin beşiği olan Anadolu’nun orta yerinde.

510

Madımak aradan yıllar geçse de unutulmadı. Madımak’ın kahramanlarından birisi şu günlerde BİLGE DEDE konumuna yükseltilse ve önemli bir ayrıntı unutulsa da vahşetin unutulması olanaksız.

Vahşetin yaşandığı gün bu dehşetin yaşanmasının önüne geçmekle görevli siyasilerin ve devlet ileri gelenlerinin demeçleri arşivlerden bulunup okunsa olayın ağırlığıyla orantısız hafiflik gözler önüne bir kez daha serilmiş olur.

tansu

temel

mesut

erdal

Ölümcül Temmuz 2 Temmuz’da Sivas’ta yaşananlardan ibaret değildir oysa.

Bu olaydan 3 gün sonra Erzincan’ın kuş uçmaz, kervan geçmez köyü Başbağlar’da yaşananlar da Madımak’la boy ölçüşecek türdendir. Yediden yetmişe 33 vatandaşımızın delik deşik edilen bedenlerine ilişkin görsellere aradan geçen bunca yıldan sonra bile bakabilmek, bakılabilse de etkilenmemek olanaksız.

 

Tam da burada, bir haksızlıktan söz etmek gerekiyor. İleri gelenlerinden birisi BİLGE DEDE yapılsa da unutulmayan Madımak’a karşı unutulan, yok sayılan Başbağlar utanç kaynağımızdır.

Türkiye’ye uzun yıllardan bu yana egemen olan sen-ben, biz-siz kavgasının izleri sürülebilir Başbağlar unutkanlığında. Gözden ırak olan gönülden de ırak mı tutulur oldu? Madımak’ta yitirilen cansa Başbağlar’da yitirilen ne?

Hiroşima’yı anıp, Nagazaki’yi unutmak, hatta böyle bir şey olmadı edsıyla davranmak kabul edilebilir mi?

Üç gün arayla yaşanan, Türk halkını derinden yaralayan ardışık iki vahşete ilişkin duyarsızlık neden?

Eski sağ-sol hastalığımızın depreşmesi mi söz konusu?

Basın tarandığında kimi kendini bilmez sefil yaratıkların Madımak’ın intikamı Başbağlar’da alındı yollu nitelemelerine rastlayabilirsiniz.

Başbağlar’ın iyiden iyiye unutulması, şimdilerde ise hiç olmamış muamelesi görmesinin güncel PKK seviciliğiyle bağlantısı var mıdır?

Madımak’ı unutmamakta kararlı olan ama buna karşılık Başbağlar söz konusu olduğunda belleğini yitirmiş görünen Türk entelijensiyası, üzerine yapışan bu utanç etiketinden kurtulmalıdır.

Madımak’ta da, Başbağlar’da da yitirilen bizim canlarımızdır. Birinin diğerinden farkı daha az tanınmış olmak ya da hiç tanınmamış olmak mıdır?

Çoğunluğu hızlı solculardan oluşan unutkanlar yaptıklarını gururlarına yedirebiliyorlar mı?

Büyük ölçüde bilinçli olduğunu düşündüğüm bu unutkanlığın yaratıcılarını ve sürdürücülerini kınarken hem Madımak hem de Başbağlar kurbanlarını saygıyla anıyorum.
Ruhları şad olsun!

Artlarından sergilenen ikiyüzlülük ve vicdansızlık hepimize ders olsun!

Kaygılarımla…

(İZMİR’DEN) SEÇİM SONUCUNU YORUMLAMAK

(İZMİR’DEN) SEÇİM SONUCUNU YORUMLAMAK

Ceyhun BALCI

Bir seçim daha geride kaldı. Hemen her seçimde oy kullandığım sandığın bulunduğu okulda gözlemcilik yapma geleneğim bu kez de değişmedi.

Oy sayımı ve dökümü sonrası eve varınca gözlemcisi olduğum sandıklardaki sonuçlarla taban tabana zıt tabloya alıştığım için her kezinde daha da duyarsızlaştığımı ve seçim sonuçlarını çok daha sakin karşılar olduğumu söylemeliyim. Bunda, akılcı ve neden-sonuç ilişkisine dayalı irdeleme alışkanlığının da payı olduğunu eklemeliyim. Herkese tavsiye derim bu yaklaşımı!

Bu seçimde de durum değişmedi. Sonuçları akılcı irdeleme yerine gizemli ve sonucu gölgede bırakıma amaçlı yorum ve asılsız haberler sosyal ortamları etkisi altına aldı. “Yüksek Seçim Kurulu’nun yarısı istifa etti” haberlerinden tutun da “seçimi yitiren muhalif adayların kayıp oldukları, tehdit aldıkları”na varan pek çok asparagas sayısız insanı etkisi altına aldı.

Aklı başında olduğu varsayılan insanlar arasında gerçekçilik yerini romantizme bırakınca seçim sonuçlarına kılıf bulma arayışları ve bu arayışlara sayısız alıcı çıkmasına şaşırılmamalı.

Muharrem İnce seçimin ertesi günü öğle saatlerinde kameraların karşısına geçip de durumu açıklıkla ortaya koyunca “biz ne yaptık?” özeleştirisine gerek görmeyen bizim mahallenin klavşörleri son 16 yılda hiç elden bırakmadıkları tanıdık bir başka silahla yaylım ateşe başladılar. Başta bir milletvekilinin salvoları olmak üzere bir hekimin kaleminden çıktığı öne sürülen satırlarla “kendimiz için bir şey istiyorsak namerdiz” tadında zavallı halkımıza arka çıkar görünümde; ama satır aralarında AKP’ye oy veren yığınların zekâsını sorgulayan yazılar sosyal ortamlara egemen oldu. Gözyaşlarıyla okunan bu türden yazılar sorunu çözmese de seçim sonuçlarına kılıf hazırlaması bakımından epeyce işlevli olmuştur denebilir.

Hoşumuza gitmeyen siyasi eğilimlere oy veren yığınları aptallıkla ve salaklıkla suçlayanların aynaya bakmalarında yarar var. Ortalama yurttaşın onları geri zekâlılıkla suçlayanlar kadar akıl ve izan sahibi olduğundan kuşku duyulmamalıdır.

İzmir’de ya da benzeri bir ortamda yaşayıp, hemen hiçbir biçimde bu ortamların dışında yaşam sürmemiş kimselerin ülke gerçeklerinden kopuk düşünce dünyasından sıyrılmalarında sayısız yarar var.

Şeker fabrikalarının kapatıldığı illerden gelen AKP oylarından patates, soğan fiyatlarının tavan yapmasına karşın düşmeyen iktidar oyları üzerine kalem oynatmadan önce kimi sayıları bilmekte yarar var  : Türkiye’nin köylerinde insan kalmadı. Ülkenin kırsal nüfusu % 15’lerin altına indi. Hızla dibe doğru ilerlemeyi sürdürüyor. Dolayısı ile ülkenin kırsalında yaşayanların tarımsal ve hayvansal üretim gibi bir beklenti ve hedeflerinin olmadığı gerçeği akıldan çıkartılmamalıdır. Tarımsal ve hayvansal üretim yetersiz olmanın yanı sıra, endüstriyel ortamlarda yürütülmektedir. Köylerde yaşayan kalmadığı gibi yaşamayı sürdüren az sayıdaki insanımız tarımsal ve hayvansal üretim yapmak yerine bu gibi gereksinimlerini biz kentlerde yaşayanlar gibi çarşıdan, pazardan edinmektedir.

İnsan toplulukları az sayıdaki bölümü bir yana bırakılırsa, kısa erimli beklenti ve çıkarları üzerine kurmaktadır siyasal tercihini. Bu yalnız Türkiye’de değil dünyada da böyledir. Bu yazıyı okuyanların derdi olan sosyo-kültürel ortam değişiklikleri, yaşam biçimine müdahale ve kamusal ortamlardaki dinselleşme gerçekte geniş halk yığınlarının en azından öncelikli kaygıları arasında yer almamaktadır.

Muharren İnce’nin estirdiği hava, oluşturduğu coşkulu ortam yukarıda özetlenen gerçekler ışığında değerlendirilirse seçim sonuçlarıyla ilgili daha sağlıklı irdeleme yapılabileceği öngörülebilir.

Seçim çalışmalarını iktidara karşı duyarlılıklar çerçevesine sıkıştırmak bir çıkmaz sokağa girmek anlamına gelmiştir.

Ülkenin ayrılıkçı terör sorununa ilgisiz ve duyarsız yaklaşıma eklenen FETÖ’ye yönelik belirsiz tutum, muhalefetin bir kez daha başarılı olamama tablosunu açıklayabilecek denli önemlidir.

Bu seçimlerin benim açımdan dikkat çekici bir başka yönü, ayrılıkçı HDP’nin oy hayırseverliği yoluyla parlatılması ve dolayısı ile Misakı Milli karşısındaki tutumu artık kesinleşmiş siyasal yapıya bir kez daha güç kazandırılmasıdır.

Bu seçimlere damga vuran bir başka önemli gelişme de, başta partisi olmak üzere Kemalizm’in rafa kaldırılmış olmasıdır. Oysa,

  • Günümüz Türkiye’sinin sorunlarının çözümünde Kemalizm, hiç olmadığı ölçüde gerekli ve seçeneksizdir.

Kemalizm’i sırtında yük, başarıya giden yolda balondan atılan ağırlığa eşdeğer ayrıntı olarak görenlerin başarısızlığı bu bakımdan da şaşırtıcı değildir. (26.06.2018)

TURKEY HAS RIGHT TO DEFEND ITSELF

 

TURKEY HAS RIGHT
TO DEFEND ITSELF

Değerli okur,

Bu yazı uluslararası okunurluğu ve saygınlığı (!) olan The LANCET adlı tıp dergisi
yayın yönetmenliğine iletilmiştir. Nedeni, aşağıdaki bağlantı okunarak anlaşılabilir.

http://www.dagarcikturkiye.com/lanset-kocbasi-mi-tip-dergisi-mi-yd-1810.html

Dear editor,
I have a few words on “Health-care crisis in Turkey : urgent actions needed”
As I know, Lancet is a prestigious medical journal. But, this time Lancet has been stretched
its limits. Although, the paper seems touching humanitarian topic, article has not been able to discriminate terrorism from human rights problem.
Have you ever heard the name Jean Charles de Menezes who was shot by snipers immediately following London bombings in July 2006? The reason for this shooting could anybody call up British government cease-fire against terrorist groups/attacks? It would be illogical.
Neither British nor Turkish government can not make peace with terror groups unless they
gave up terror.
In souteastern region of Turkey members of terror organisations under the name of PKK or YPG are in action against our constitutional system.
In Great Britain or at an another European country could it be possible to organize armed struggle against state rules? What would be the reaction against such revolt in your country?
In Turkey, PKK terror has been resulted in over 40 thousand death comprising mostly civilians, since 1984.
So, also in Turkey, government couldn’t let such a terrorist action. In other words,
Turkish government and security forces are simply trying to prevent terrorist actions
not only in southeastern region but also in the whole Turkish territory.
As mentioned, in the article, hospital hasn’t been transformed to fortress.
Security forces had no other choice in order to protect Cizre hospital.
In Great Britain or in an another European country it is possible to shoot someone in order to ensure security! Is it forbidden, to preserve integrity of country in Turkey?
Cant’t we have a security problem?
Is such a paradox acceptable?

Ceyhun BALCI, M.D. Orthopaedic Surgeon
General Secretary of İzmir Medical Chamber
İzmir, Turkey

===================================

Dostlar,

Sevgili meslektaşımız Dr. Ceyhun Balcı‘ya, İzmir Tabip Odası‘na bu yerinde girişimleri için teşekkür ediyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
08 Eylül 2016, Datça

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

HÜZÜNLÜ BAYRAM

HÜZÜNLÜ BAYRAM

43189

İzmir limanına bir günde birden çok kruvaziyer gemisinin yanaşmış olması
hayal değil gerçekti!

Çocukluk yıllarımızda mutlaka farkına varırdık. Şimdilerde coşku ve kutlama bir yana, hüzün kaynağı oldu 1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı.
Denizcilik ve Kabotaj Bayramı bir tek evlatları deniz taşımacılığına girişmiş olan büyüklerimiz için geçerli.
İzmir’de yaşayan birisi olarak bu denizcilik bayramı beni hüzünlendirdi.
Her bir yanı denizlerle çevreli ülkemizin bu eşsiz kaynaktan yararlanamıyor oluşu
anlaşılır gibi değildir.
Örneğin, Türkiye’nin hiçbir kıyı kenti arasında vapur seferi yapılmamaktadır.
Bundan 30 yıl önce İzmir-İstanbul arasında vapur seferleri vardı. Hatta, İstanbul’dan çıkıp başka Akdeniz kentlerine ulaşan vapurların çalıştığını da anımsıyorum.
Çok daha eskilerde Karadeniz postası İstanbul’dan aldığı yük ve yolcuları
Karadeniz kentlerine taşırdı.
Geçtiğimiz birkaç yıl boyunca uluslararası kruvaziyer gemilerinin İzmir limanına olan seferleri sıklaşmıştı. Örneğin bir yılda İzmir limanına yanaşan bu türden gemi sayısı 300’leri aşmaya başlamıştı.
Bu yıl turizm sezonunun açılmasıyla birlikte İzmir limanı bu bakımdan sessiz ve kimsesiz.
Rusya’yla olan uçak krizine bağlanan bu durumun başkaca köklü nedenleri olduğunu tanıklığımla doğrulayabilirim. İlgili ve yetkililer bu nedenleri fark ettiler mi,
tartıştılar mı bilemiyorum.

Kruvaziyer gemisinden İzmir’e adım atan bir gezgini çantalı satıcılar karşılarsa,
taksiciler kişisel turlar düzenleyerek turistleri Kadifekale ve başka turistik yerlere götürmeye kalkışırsa; siz üzeri açık kent içi tur otobüsleri yapıp sefer koysanız da
anlam taşımaz.
Kentin gezginlere dönük yüzü Alsancak’ın sokakları yürünemez durumda,
çevresi kirlilik içindeyse bu gibi olumsuzluklar birilerince not edilir.
Ve bu yıl olduğu gibi İzmir seyahat planlarının dışında kalıverir.
Kentimizin atanmış ve seçilmiş yöneticileri hiç olmazsa şu anda şapkalarını önlerine koyup düşünüyorlar mıdır acaba ülkenin aydınlık yüzü oluşuyla tanınan İzmir’in
başına gelenleri?
Kentimizi yönetenlerin ağır sorumluluğu vardır bu denizcilik bayramının
hüzünlü olmasında!

Dr. Ceyhun BALCI

==============================

Çook teşekürler değerli meslekteşımız Dr. Ceyhun Balcı..

1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı‘nı andığı için..

Bu vesile ile bir not da biz düşelim :

23 Nisan’da bir bilimsel kongrede konferansımızı vermek üzere İzmir’de idik.
Bindiğimiz metro olağanüstü gürültülü idi.. Daha kendisi görünmeden muazzam bir gürültü bize erişiyordu. Doğallıkla yolculuk sırasında da tren – katar ayrıca serseri serseri, son derece güvensiz gidiyor, kulakları sağır eden bir gürültü çıkarıyordu..
Neredeyse hiç süspansiyon yoktu trende.. At arabasında farksızdı, kütür kütürdü..

Neden böyledir? İzmir bunca sahipsiz midir?
Bu bağlamda kent yöneticilerine, yerel yönetime hiç yakınma ya da bildirim
gitmemiş midir? Yöneticiler hiç halkın arasına girerek onların yaşantı deneyimlerini gözleme fırsatı sunmazlar mı kendilerine? Hepsini geçelim, işletmedeki mühendisler sorunun ayrımında mı? Değilse neden? Bu gürültü ve süspansiyon sorununa
güvenlik sistemlerinin de eklenmeyeceğinin güvencesini kim verebilir??

İki ay sonra da olsa yazmış olalım.. Ciddi sorunlar doğmadan önlem alınsın..

Türkiye’de demiryolları da denizyolları da üvey sektörler..
1947’lere tarihlenen ABD Marshall yardımlarından (!?) bu yana 70 yıldır böyle
ne yazık ki!

Sevgi ve saygı ile.
02 Temmuz 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

 

ÖZ-KARA


ÖZ-KARA

portresi
Dr. Ceyhun BALCI

12.08.2015

 

 

ÖZ’ÜNE DÖNEN KARA’NLIKLAR!

Türkiye geçtiğimiz 7-8 yıl boyunca yargıç/savcı kılıklıların terörüyle sarsıldı. Kişilerin başına gelenler de hiç kuşkusuz önemliydi! Bu nedenle aramızdan ayrılanların adlarını bile bir çırpıda sayamaz olduk! Hesabı sorulmalıdır! Ama, asıl hedef Türkiye’ydi! Emperyalizm (AS: ve yerli işbirlikçileri), adliyeden devşirdiği piyonlarla tek kurşun atmadan koca bir orduyu teslim alabildi. Parti önderleri, aydınlar, yazarlar ve onlara eklenen başkaları! Tek suçları vatansever olmak olan insanlara darbecilik yaftası yapıştırılmak istendi.

İlginç bir not   : Hakkında iddianame düzenlediklerinden birisi olan Mehmet Perinçek
“Ermeni Soykırımı Yalanı”yla ilgili akademik çalışmalarıyla tanınır. (AS: Bu devşirmeler) Akademik çalışmaları iddianameye terörist faaliyet olarak yazabilecek denli piyondu!
Önce Gürcistan’a oradan da Ermenistan’a kaçması manidardır (AS: anlamlıdır). Türkiye’de Ermeni Soykırımı Yalanı bayraktarlığı yaptığına göre orada el üstünde tutulacaktır. Türkiye
ve Ermenistan arasında suçlu ve zanlıların iadesi anlaşması olasılıkla yoktur. Dolayısı ile burnumuzun dibinde adaletten kaçabilecektir, yıllar boyunca adaleti ters yüz etme becerisi gösterebilmiş bu adam!

Şimdi kimi sorular soralım    :

Bundan 8 yıl önce Ümraniye’de metruk bir evde bulunduğu öne sürülen el bombaları ile tetiği çekilen Ergenekon sürecinin (AS: tertibinin) ne olduğu daha baştan tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştı! Devşirilerek tanık da yapılan suçlu Osmanım olgusu; biraz daha uzak geçmişinde
Çine (AS: Aydın’ın ilçesi) görevi sırasında haraç toplamaya varan kara lekeler…
Say say bitmeyecek tuhaflıklar!

Her şey bu denli ortadayken!

AKP’ye ve davanın eşsavcısı RTE’ye soru sormaya gerek yok! İktidar kavgası sonrasında aralarına kara kedi girmese, Cemaatle kol kola yürüyüşleri sürüyor olacaktı.

Bu düzmece, kumpas davalar sürecinde TSK’nin üst düzey komutanlarına sormadan geçemeyiz! Ellerinizle çakallara teslim ettiğiniz çok sayıda değerli subayınızın saf dışı bırakılmasına
nasıl rıza gösterdiniz? Kumpasın karşısına dikilmek bu kadar zor bir iş miydi?

Siyaset kurumu da az suçlu ve kusurlu değildir!

Darbecilikle mücadele edilmeli, hukuka güvenilmeli, yargı her şeyi çözer.. yollu uydurma yaklaşımlarınızdan dolayı bugün en ufak rahatsızlık ve utanç duymuyor musunuz?

Bir soru da insanlarımıza!

Birileri canını dişine takıp Silivri kapılarını zorlarken oralı olmayanlar; oralı olur görünüp ortalıkta görünmeyenler! Ya da “Türkiye bağırsaklarını temizliyor..” türünden iğrenç sözlerle hukuksuzluğu göz ardı edenler!

Kabahatin birazı da sizde değil mi? İçiniz rahat, alnınız ak, başınız dik mi?

İçinde yer aldığı şebeke son bir iyilik (!) yaptı belli ki savcı kılıklıya!
Kumpasla Silivri’ye sürdüklerinin yerinde biraz zaman geçirse çok (AS : daha) ibretlik olurdu!
Olmadı, olamadı!

Bu namus yoksunluğunun peşi bırakılmamalı!

Er ya da geç hesap sorulmalı! (AS : yasal) Bedeli gereğince ödetilmeli!

Bu gerçekleştiği gün kafamızı yastığa iç rahatlığıyla koyabiliriz!

Ergenekon tutuklamaları sırasında yasasız biçimde göz altına alınan; ardından kumpas gereğince cezaevine gönderilenlerin başı dik ve haykırarak görüntü verdikleri unutulmuş olamaz!

Gürcistan üzerinden Ermenistan’a kaçan savcı kılıklıların basına yansıyan insan içine çıkamayacak durumdaki görüntüleri her şeyi fazlasıyla anlatıyor aslında!

Kaçış görüntüleri:
http://www.aydinlikgazete.com/politika/savcilarin-kacis-goruntuleri-yayinlandi-h75348.html

========================

Dostlar,

Saygıdeğer meslektaşımız Dr. Ceyhun Balcı (O bu unvanını bile kullanmıyor..
İzmir’de Yetenekli bir ortopedik cerrahi uzmanıdır oysa..)
bizim de yazmak istediklerimize
aracı olmuş.. Sağolsun.. Kalemi ve zekası güçlüdür, bizden daha iyisini yapmış..
Yine de, O’nun engin hoşgörüsünü bildiğimizden, yer yer ayraç içinde önerilerimiz oldu..

Bu 2 eski savcının kaçmasına göz yumulduğunu düşünüyoruz. Örtük bir uzlaşmaydı bu sanıyoruz. Çünkü görevden uzaklaştırılmalarına (meslekten ihraç) ek olarak bir de tutuklansalaradı, belki de yargılanma süreçlerinde kimileri için tehlikeli olabilecek açıklamalarda bulunabilirlerdi..

Gün ola harman ola..
Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste..

Sevgi ve saygı ile.
12 Ağustos 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com