Etiket arşivi: BAYAZIT İLHAN

Gezi’nin güzelliği

authorBAYAZIT İLHAN

Ne yapsalar olmuyor, karartmak için attıkları her adım Gezi’nin parıltısını güçlendiriyor. Çünkü haklı ve bu ülkenin tarihinde benzersiz özellikler taşıyor.

Gezi 2013 yazındaki haliyle değil ama değişik biçimlerde insanların özgürlük, adalet isteklerine, yaşam biçimine, emeğe, doğaya, şehre, ağaca, hayvana, börtü böceğe saygı taleplerine ışık tutmaya devam ediyor. Bunun haksız, hukuksuz yargı kararlarıyla, yurtsever insanların dört duvar arasına kapatılmasıyla boğulması mümkün değil. Darbe girişimi, Otpor, şu bu, Gezi’ye takılmak istenen kulpların hiçbiri tutmadı.

Türkiye Barolar Birliği’nin açıklaması hukukçuların bu hafta açıklanan mahkeme kararına dair yaygın kanaatini yansıtıyor: Gezi davası kararı kara lekedir. Yargıyı Gezi Parkı eylemlerini itibarsızlaştırmak, suçla ilişkilendirmek ve öç almak için kullanmaya çalışmanın göstergesidir.

GEZİ VE POLİS ŞİDDETİ

Gezi denince akla gençler, rengârenk meydanlar, dans, müzik, çadırlar, dayanışma, ağaçlara sarılmış insanlar, duran adam, orantısız zekâ, yeryüzü sofraları geliyor. Başka? Polis şiddeti, biber gazı, hedef alarak ateşlenen gaz kapsülleri, içine tahriş edici kimyasallar katılmış sular püskürten TOMA’lar, akrep denilen zırhlı araçlar, hala doğrulanamayan “camide içki içtiler”, “Kabataş’ta başörtülü bacıma saldırdılar” söylemleri…

İstanbul’da Taksim’de, Ankara’da Mülkiyeliler Birliği ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde acil sağlık noktalarına içeride yaralılar varken biber gazlı polis saldırıları yaşandı. O günlerde Science dergisinde aralarında çok sayıda Nobel ödüllü bilim insanının bulunduğu yazarlar tarafından Türkiye’yi barışçıl protesto gösterilerinde kullandığı aşırı polis şiddetini durdurmaya ve uluslararası hukuka uymaya çağıran bir makale yayınlandı.

GÖSTERİLERDE SAĞLIK HAKKI İHLALLERİ

Sağlık Bakanlığı protesto alanlarında yaralananlara yeterince acil sağlık hizmeti götürmediği, ambulans bulundurmadığı gibi bir de yaralanarak hastanelere başvuranların ayrı formlara kaydedilmesini istedi. Bu koşullarda hekimler ve sağlık çalışanları yaralananlara her yerde gönüllü olarak acil sağlık hizmeti sunmaya çalıştı. Ankara, İstanbul ve Hatay Tabip Odası yönetimleri verilen sağlık hizmetinden dolayı yargılandılar. İnsanlık yararına, gönüllü buna benzer sağlık hizmeti vermeyi “ruhsatsız sağlık hizmeti” olarak niteleyip suç saymaya dönük tartışmalı yasal düzenlemeler bile yapıldı.

TTB Türkiye’nin dört bir yanında Gezi Parkı protestolarında göstericilerin sağlık durumu ile ilgili verileri hekimlerden toplayıp düzenli yayınladı. 28 Mayıs-15 Temmuz 2013 arasında sağlık kurumlarına ve gönüllülerce kurulan acil sağlık noktalarına toplam 8163 kişi yaralı olarak başvurdu. O tarihe kadar 106 kafa travması, 61 ağır yaralanma, 11 kişinin gözünü kaybetmesi söz konusuydu. Sonraki can kayıpları ile birlikte 8 kişiyi kaybettik.

Yine TTB’nin o dönemde raporlaştırdığı internet tabanlı çalışmada biber gazından etkilenerek bildirimde bulunan 11155 yurttaşımızdan %68,5’i çok yoğun etkilendiğini ve ciddi sağlık sorunu yaşadığını belirtti. Etkilenenlerin %92’si sağlık yardımı almadığını ya da çevresindeki gönüllülerden aldığını bildirdi. Hastaneye başvurma ya da götürülme oranı %5 düzeyindeydi. Bunda hastanelerde fişlenme korkusunun etkili olduğu görüldü.

Daha sonrasında TTB’nin girişimleri ile Dünya Tabipler Birliği, biber gazı gibi kimyasal gösteri kontrol ajanlarının ölümcül sağlık risklerini anlatan ve ülkeleri bunları kullanmaktan kaçınmaya çağıran bir tutum belgesini kabul etti.

Gezi’nin çok yönü var. Biz hekimler için de öyle ve mesleğimizin gereğini yaptığımızı düşünüyoruz. Peki, Gezi’de ölen gençlerin katilleri serbest dolaşırken, daha önce beraat etmiş saygın insanları aynı suçlamalarla yeniden yargılayıp bu kez ömür boyu hapis cezasına, 18’er yıl hapse mahkûm etmek, tutuklamak nedir?

Bu davanın mahkeme ve temyiz süreçlerinin hâkimlerinden de siyasi görüşleri, kişisel durumları ne olursa olsun her şeyden önce mesleklerinin gereğini yapmalarını bekleme hakkımız yok mu?

Hekimlerin isyanı büyüyor

author

İşaretleri vardı, 14 Mart Tıp Bayramı hekimlerin ve sağlık çalışanlarının büyük eylemlerine sahne oldu. Geniş katılımlarla, üç güne varan iş bırakmalar gerçekleşti. Cumhurbaşkanı’nın “giderlerse gitsinler” açıklaması özellikle genç hekimlerin kırgınlığını ve öfkesini artırdı.

  • Yurttaşların hekimlere sahip çıkması, eylemlerde yan yana duran görüntüsü çok çarpıcıydı.

Sağlıkta işlerin iyi gitmediği ve yeni “müjdelerle” durumun idare edilmeye çalışıldığı görülüyor. Çok mesele var, ancak sıkıntıların vücut bulmuş göstergesi sağlık kurumlarında önüne geçilemeyen şiddettir.

Sağlıkta şiddetin gör dediği

Öldürülen, bıçaklanan, boğazı jiletlenen, kafasında kaldırım taşı kırılan
hekim görüntüleri ne anlatıyor?

Yıllardır Sağlık Bakanlığı bir “Türk Mucizesi” tarif ediyor, dünyada sağlığa en az kaynak ayırarak en yüksek memnuniyet elde eden ülkeyiz! Halkımız bu kadar memnunsa neden hastanelerde doktor dövüyor, kayıt yapan sekreterden hemşiresine gördüğüne hakaretler ediyor? Bu tablo verilmeye çalışılan “sağlıkta işler iyi” imajının üzerini çiziyor.

Bundan olacak, Cumhurbaşkanı’nın verdiği 14 Mart müjdeleri içinde önemli bir yeri sağlık çalışanlarına yönelik şiddetle ilgili düzenleme oluşturuyordu. Hemen arkasından hazırlanan yasa teklifi önceki gün TBMM Adalet Komisyonu’na iletildi. Teklif TTB’nin yıllardır önerdiklerinin bir kısmını içeriyor. Kadına yönelik şiddeti önlemeye yönelik düzenlemeler ve hatalı tıbbi uygulamalarda izlenecek yola ilişkin esaslar da aynı teklifte yer alıyor.

Burada esas olarak, mevcut haliyle 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’na 2014 yılında eklenen “sağlık çalışanlarına yönelik görevleri sırasında ve görevlerinden kaynaklı yaralama suçunun tutuklama nedeni varsayılan suçlar arasında sayılacağına” dair hüküm asıl düzenleme olan Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100. maddesi’ne alınıyor. Tutuklama koşulu olarak yaralama suçunun silahla işlenmesine dair hüküm kaldırılıyor. Teklifin Genel Gerekçesi’nde hükmün “görünür hale getirilmesinden” söz ediliyor. Hukukçular zaten bu düzenlemenin kendi kanunu yerine sağlıkla ilgili bir kanunun içinde bulunmasını eleştiriyor ve bu değişikliği öneriyorlardı.

Önceki yerinde düzenleme yeterince “görünür” değil miydi bilinmez, sağlıkta şiddet olaylarında tutuklama kararı pek çıkmıyordu. Şimdi “katalog suçlar” listesine alınması işi çözer mi? Meseleyi sadece tutuklama üzerinden tartışabilir miyiz?

Düzenleme önemli, peki yeterli mi?

Ne yazık ki hekimler de hukukçular da olmayacağı düşüncesinde. Sağlıkta şiddet görünen ve görünmeyen pek çok kaynaktan beslenen, sadece ceza tartışmalarıyla çözülemeyecek ciddi bir soruna dönüştü. Son 10 yıldaki sayısız düzenlemeye rağmen, salgın döneminde bile şiddet arttıysa, samimi olmaya, bütünlüklü çalışmaya ihtiyaç olduğu açıktır.

Dr. Ersin Aslan öldürüldükten sonra hazırlanan “TBMM Sağlık Çalışanlarına Yönelik Artan Şiddet Olaylarının Araştırılarak Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu” önemli tespitler içeriyor, tekrar ele alınmalı, geniş katılımlı ve çok yönlü bir çalışma başlatılmalı.

Nereden başlanmalı? Öncelikle şeffaflık. Sorunun büyüklüğünü gizlemeden ortaya koymak önemlidir. Sağlık Bakanlığı’nın elinde, açıklamakta ketum davrandığı önemli veriler var. Beyaz kod raporlarını yıllık olarak başvuru gerekmeksizin hukuki yardım sonuçlarıyla birlikte düzenli açıklamalı. TTB’nin önerilerine mutlaka bakılmalı. Adli Sicil İstatistik Genel Müdürlüğü’nün “sağlık çalışanlarına yönelik suçlar” başlığı açarak yıllık raporlarında yer vermesi gerekli. Suçun önlenmesine yönelik kolluk faaliyetleri kapsamında şiddet vaka haritası ile fail profil çalışmalarının yapılması değerli.

En önemlisi uygulanan politikaların bu denli kötüleştirdiği sağlık ortamı. Sağlık kurumlarındaki yoğunluklar, kötü çalışma koşulları, hastaya yeterli zaman ayıramama, piyasacı uygulamalar sorgulanmadan şiddetin önlenemeyeceği belli.

Hekimleri, sağlıkçıları hedef gösteren, küçük düşüren iktidar dili mi? Şiddetin beslendiği önemli bir kaynak, artık son bulmalı.

Ukrayna krizi neyi hatırlatıyor?

authorBAYAZIT İLHAN

Kuşkusuz savaşı ve korkunç sonuçlarını.

Dünyada savaşa karşı en samimi mücadele hep hekimlerden gelmiştir. Neden mi? Sonuçlarına en çok onlar tanık olduklarından. Kendi coğrafyamızdaki en sıcak örnek Suriye savaşı ve Türkiye’ye, neticede tüm dünyaya etkileri. Aylan Bebeği, denizlerde botlarda ölenleri, sığınmacı kamplarını, kadınları, sosyoekonomik sorunları, savaşın tükettiği, altüst ettiği yaşamları unutamayız.

Ukrayna krizinde de hekimlerin olası savaşı önlemek için önemli adımlar attıklarını görüyoruz. Karşı karşıya gelenler Rusya ve Ukrayna olarak görünse de hepimiz biliyoruz ki aslında Rusya ve ABD, beraberinde Batılı müttefikleridir. Konunun uzmanları analizlerini yapıyorlar, kimi zaman artan kimi zaman azalan savaş tehdidi altında dünyanın büyük güçlerini karşı karşıya getiren bir hegemonya ve çıkar mücadelesi var. Son olarak batıdaki hükümetler ve basın kuruluşları tarih de verip önceki gün için (16 Şubat) Rusya’nın Ukrayna’yı işgal edeceği iddiasını ortaya attılar, iyi ki olmadı. “Sıcak çatışma” olmadan bile gıdadan enerjiye kadar etkileri olacak bir süreci yaşıyoruz.

SAĞLIKÇILARDAN SAVAŞA İTİRAZ VAR

Nobel Barış Ödülü sahibi Nükleer Savaşı Önlemek İçin Hekimler Örgütü (IPPNW) öncülüğünde hekimler ve sağlıkçılar bir araya geldiler ve sadece Avrupa’yı değil tüm dünyayı etkileyen savaş tehdidine çözüm üretmeye çağıran metni imzaya açtılar. Hekimler, Ukrayna’daki durumu pandeminin yanında mayalanmakta olan yeni bir “tıbbi acil” olarak tanımlıyorlar. Gittikçe artan gerilim, silahlanma yarışı, anlaşmalardan çekilmeler, NATO’nun genişleme stratejisi ve Ukrayna’nın sınırlarının zorlanması sorunu büsbütün tehdit haline getiriyor. Gelinen noktayı “soğuk savaş” döneminde sıcak çatışmanın eşiğine getiren krizlerle karşılaştıranlar var.

Taraflar yine silahlara milyarlarca dolar yatırıyorlar, oysa insanlık bu paraları iklim krizini durdurmada ya da salgına karşı mücadelede kullansa hepimize ne kadar iyi geleceğini biliyoruz. Biliyoruz da, kendini canlıların en akıllısı gören insanın kaynaklarının çoğunu silaha harcamaktan vaz geçememesini, buna zemin hazırlayan sömürü düzenini sorgulamamasını hayretle “izliyoruz”.

Diplomasi, güven artırıcı tedbirler, barışçıl çözümler gerekiyor. Bunun alternatifi ise korkunç: Kitlesel ölümler, yaşamsal altyapının çökmesi, milyonlarca insanın göç etmek zorunda kalması.

NÜKLEER TEHDİT

“Konvansiyonel savaş” dedikleri başlı başına yıkıcı bir çatışmanın ötesinde hep akla gelen korkunç senaryo nükleer tehditte düğümleniyor. Ukrayna Krizi’nde karşı karşıya gelen taraflar içinde “ilk saldırma” ilkesini benimsemiş nükleer silah sahibi dört ülke var. Nükleer silah meselesi o kadar sıkıntılı ki! Tüm yaşamı tehdit eden bu ölüm aygıtlarının kullanımı kararlılıkla, kazayla ya da yanlış hesapla bir düğmeye basmaya bakıyor. Bunlara sahip ülkelerin hiçbirinin Birleşmiş Milletler’de kabul edilen Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nı (TPNW) imzalamadıklarını, sadece birbirlerini değil tüm dünyayı tehdit etmeye devam ettiklerini hatırlatayım. Türkiye’nin durumunu merak ediyorsanız onu da yazayım. Türkiye’de ABD’ye ait 50 adet nükleer silah olduğu bildiriliyor, halen TPNW’yi imzalamadı.

Ukrayna söz konusu olunca bir başka mevzuya da dikkat çekeyim. Bu ülkede halen 15 nükleer santral çalışıyor. Bu santrallerin saldırıyla ya da kazayla hasar görmesi durumunda ortaya çıkabilecek büyük nükleer sızıntı tehlikesinden ya da bir siber saldırıda çökmesiyle ortaya çıkacak enerji sıkıntısından söz ediliyor. Bilmem hatırlatmama ihtiyaç var mı,

  • Ukrayna, dünyanın gördüğü en büyük nükleer santral kazasının, Çernobil’in yaşandığı coğrafyadır.

Şimdi anladınız mı yaşam savunucuları Mersin’de, Sinop’ta, her yerde neden nükleer karşıtı tutumda ısrar ediyorlar? Sizin ve çocuklarınızın, tüm canlıların geleceği için. Bu hafta sonu tüm dünyada tıp öğrencileri, ülkeleri TPNW anlaşmasına katılıma çağrı için bisiklete biniyorlar.

Ne demeli, iyi ki onlar, kötülüğe karşı iyiliği, ölüme karşı yaşamı savunanlar var.

Salgında neden müsterih olamıyoruz?

authorBAYAZIT İLHAN

Salgında neden müsterih olamıyoruz?

Omicron varyantı ile birlikte Türkiye dahil tüm dünyada vaka sayıları ve ölümler artarken Sağlık Bakanı “müsterih olunuz” diyor.

Türkiye’de günlük bildirilen vaka sayıları 110 bini, can kayıpları 210’u geçti. Temaslılara test yapılmaması, güvenilir hızlı antijen testi gibi uygulamaların olmaması nedeniyle test sayıları düşük kalıyor. Test pozitiflik oranının sürekli artarak %20’ye yaklaştığını da düşünürsek gerçek vaka sayılarının bunun çok üzerinde olduğunu söyleyebiliriz. Hastane başvuruları artıyor, önceki hafta özellikle İstanbul ve İzmir’de yoğun bakım yatağı bulmakta zorluklar yaşandığı bildiriliyor. Sağlık çalışanları da fazla sayıda hastalanmaya başladılar.

Gelinen nokta rahatlatıcı mı?

Böylesi bir tabloda Sağlık Bakanı’nın salgını hafife alan mesajlarını bilim çevreleri hayretle karşılıyor. İkisinden alıntı yapalım:

  • “Artan vaka sayıları konusunda sağlık bakanınız olarak yüksek sesle söylüyorum. Endişe etmeyiniz. Hastalık eski günlerinde değil. Grip olan vatandaşlarımızın sayısını günlük olarak ilan etsek benzer manzaralarla karşılaşırız. Müsterih olunuz.”
  • “Vaka sayılarında görülen Omicron varyantı kaynaklı artış umut kırıcıymış gibi anlaşılmamalı. Virüs eski gücünde değil. Salgının endişe verici dönemi artık geride kaldı. Tedbirlere uyarak, aşılarımızı aksatmadan hayatımıza devam edeceğiz. Dünyanın gündemi normale dönüyor.”

Temaslı takibinin gevşemesi, şehirlerarası otobüs ve tren seyahatlerinde, konserlerde, tiyatro ve sinemalarda, maçlarda aşısızlardan test istenmemesi gibi gelişmeler kamusal tedbirler yönünden ipin ucunun bırakıldığını gösteriyor. Sağlık Bakanı’nın uyulmasını önerdiği tedbirler kişisel tedbirler, dolayısıyla hastalanırsanız siz suçlusunuz. Tabii bu arada bazı yurttaşlarımız sağlığından, canından olabilir, yine de “müsterih olunmalı.”

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve bilim çevrelerinin o kadar rahat olamadıklarını görüyoruz. Omicron’un ortaya çıkmasından itibaren 10 hafta içinde dünyada 2020 yılının tamamından fazla sayıda insanı, 90 milyon kişiyi hasta ettiği bildiriliyor. DSÖ Başkanı

  • “Omicron’un kolay bulaşması ve hafif geçirilmesi nedeniyle bulaşmayı önlemenin artık mümkün de gerekli de olmadığı yönündeki anlatının endişe verici olduğunu” belirtiyor ve ekliyor:
  • “Hiçbir şey gerçeklerden bu kadar uzak olamaz, daha çok hastalanmak daha çok ölüm demektir, ülkeleri halklarını sadece aşı değil, belirleyebildikleri tüm yöntemlerle korumaya çağırıyoruz.”

Virüs tehlikeli olmaya devam ediyor. Yeni ve daha tehlikeli varyantların ortaya çıkması, delta varyantının tekrar dolaşıma girmesi ihtimalleri endişe uyandırıyor. Omicron’un çocuk yaş gruplarında diğer varyantlara göre daha fazla hastane yatışına neden olması da dikkat çekiyor.
Aşılamanın ve kamusal tedbirlerin artması gerektiği ortada.

Hastaneler açılmalı

Salgının başından beri belirgin olan ihtiyaç, bilimsel olarak kendini büsbütün gösteriyor. Hastanelere başka nedenlerle yatmış olan hastaların hastanede Omicron’a yakalandıkları rapor ediliyor. Hastaneler kapasitelerinin büyük bölümünü Covid-19 hastalarına ayırmak zorunda kaldıkları için, Covid dışı nedenlere bağlı tıbbi bakım ve tedavi hizmetleri yeterince verilemiyor. Bizdeki açıklanmıyor, Omicron dalgası ile birlikte bazı ülkelerde toplam ölümlerde de daha önce hiç görülmemiş yüksek düzeylere ulaşıldığı bildiriliyor.

  • İnsanlar ihtiyaç duydukları sağlık hizmetine salgının yarattığı koşullar nedeniyle erişemediklerinden daha fazla ölüyorlar.

Türkiye’de bu konuda dünyada benzerine rastlanmayan başka bir sorun karşımıza çıkıyor; şehir hastaneleri nedeniyle kapatılan, çürümeye terk edilen, daha da kapatılacağı söylenen çok önemli hastaneler.

  • Kapatılan hastaneler doğru planlamayla tekrar açılmalı, başta Ankara ve İzmir olmak üzere Kocaeli ve Kütahya’da planlanan hastane kapatmalarından derhal vazgeçilmeli.

Bu amaçla mücadele eden Hastanemi Açın Platformu’nun, Ankara’da yurttaşların hastanelerine sahip çıkmak için kurdukları Onkoloji Hastanesi Kapatılmasın Platformu’nun çığlığına kulak vermek gerekiyor.

Cumhuriyet ve sağlık

author

Bu gün önemli bir gün, Cumhuriyet’in ilanının 98. yılı. Cumhuriyeti ve sağlığı ele almamız yerindedir. Yıllardır iktidarın dile getirdiği 2023 hedefleri vurgusu var. Yapılan Anayasa değişiklikleriyle, pek çok düzenlemeyle rejimin dönüşümü tartışılıyor. Bir yandan yeni Anayasa gündeme getirilirken diğer yandan değişmez hükümlerinin tartışmaya açıldığına tanık oluyoruz. Laiklik gibi insanlığın yüzlerce yıllık mücadelesi ile elde edilen kazanımlara şekil olarak bile tahammül edilmiyor. En temel hakların, özgürlüklerin alındığı, eşitlikten söz etmenin olanaksız olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Sadece Türkiye’de değil, pek çok ülkede dünyayı felakete sürükleyen benzer politikaların uygulamada olduğu görülüyor. Pandemi tüm olumsuzlukları daha da belirginleştiriyor.

Yüzüncü yılına doğru giderken Cumhuriyet neyi başardı, neyi başaramadı? Olumlu ve olumsuz örnekler verilebiliyor. “Kimsesizlerin kimsesi” olabildi mi? Toplumun tüm kesimlerine adaleti, hakkaniyeti götürebildi mi? “Yurtta barış, dünyada barış” hedefine ne oldu? Darbelerle, idamlarla, işkencelerle dolu siyasi tarihinin sonunda ülkenin durumu ortadadır. Nasıl oldu da gelir adaletsizliğinin bu kadar derinleştiği, grevleri yasaklamakla övünen, her türlü hak arama mücadelesinin şiddetle ya da soruşturmalarla bastırıldığı bir ülke olduk? Basın özgürlüğünde, insanî gelişmişlikte sürekli gerileyen, adaletin, kurumların aşındığı, havasına, suyuna sahip çıkamayan, kadın cinayetlerini durduramayan hallerimizi görmemiz, bu ülkede yaşayan herkesi gözeten bir Cumhuriyet’i hedeflememiz gerekiyor.

Sadece insanların değil, hayvanların, bitkilerin, denizlerin, ormanların ülkenin ve dünyanın hallerine tahammülü kalmadı. Herkesin bulunduğu yerden daha iyisinin ne olduğunu ve nasıl başarılacağını tartışması gerekiyor. Eğitimde, sağlıkta, uluslararası ilişkilerde, ekonomide, sanatta, siyasette, tarımda, sanayide, enerji politikalarında, sayamadığım tüm alanlarda ne istediğimizi tarif etmeli ve gerçekleştirmenin yollarını bulmalıyız. Ülkenin bunu yapabilecek birikimi var.

SAĞLIKTA NE İSTİYORUZ?

Sağlık alanından buraya katkımız olur mu?

Cumhuriyet, sağlığı çok olumsuz koşullarda devraldı. Yaptıkları, yapamadıkları, yapmadıkları oldu. Kimi zaman ülke koşularına uygun politikalar üretti, salgınlarla mücadelede, halk sağlığını önceleyen sosyalleştirme çabalarında olduğu gibi başarılı hamleleri oldu. Bunlar yerini piyasacı sağlık politikalarına bıraktı. Aşısını, ilacını kendi üreten kurumlardan, bunları kapatıp her şeyi satın almaya yönelen anlayışlara geçildi. Hastalanmamayı öncelemekten hastalıktan para kazanmaya, hatta hasta garantisi vermeye giden dönüşümler yaşandı. Tıp eğitiminde örnek alınacak atılımlar sonrasında kurumlarını aşındıran, hakkaniyeti, liyakatı bozan adımlar atıldı. Çok iyi çalışan hastaneleri kapatılıp çürümeye terk eden, bunlara karşılık şehir dışına çok pahalıya mal olan dev hastaneler yapan, buralara ulaşımı sağlayabilmek için ayrıca milyarlarca lira harcayan sağlık ve ülke yönetimi devam ediyor.

İşte bu koşullarda Cumhuriyet’in yeni yüzyılına girerken, Covid-19 salgınının belirginleştirdiği sorunları da görerek nasıl bir sağlık sistemi istemeliyiz? Sağlıklı olmanın koşulları neler? Sağlığın finansmanı nasıl olmalı? Kadın, çocuk, okul, işçi, yaşlı sağlığı alanlarında yapılması gerekenler? Sağlık çalışanlarının eğitimlerinden, çalışma koşullarına, özlük haklarına kadar atılması gereken adımlar neler? Tüm bunları tartışmak, doğrusunu tarif etmek ve çözümler önerebilmek amacıyla hekimleri, sağlık çalışanlarını, bu konulara ilgi duyan değişik disiplinlerden insanları bir araya getiren bir forum/tartışma platformu kuruluyor. Yöntemleriyle, farklı üretimleriyle “sıra dışı bir forum”, örnek olabilecek bir çalışma bu.

Sorunlara cevaplarımızı katılımcı biçimde tartışmak, karar alıcılara anlatmak ve daha iyisini elde etmeye çabalamak için kritik bir zamandayız. Neden mi? Şimdiye kadar yapılmadığından değil, doğrusunu ortaya koyup mücadele etmek yaşamsal hale geldiğinden.

Yönetememe krizinin aşı hali

author

Geçtiğimiz pazartesi günü, iki doz CoronaVac aşısı (Sinovac firmasının ürettiği inaktif aşı) sonrası bir doz BioNTech aşısı (Pfizer-BioNTech mRNA aşısı) olan sağlık çalışanları ve 65 yaş üstü yurttaşlarımız için dördüncü doz aşı randevuları açıldı, kısa süre sonra “yanlışlıkla açılmış” denerek kapatıldı. Randevusunu alıp aşısını olanlar oldu, diğerleri isteseler de randevu alamıyorlar. Şimdi tartışılıyor. Neden açıldı, neden kapandı? Sadece beceriksizlik mi? Bilim insanları aşı uygulamaları hakkında ortak görüş oluşturabilmek için daha çok veriye ve şeffaflığa ihtiyaç duyuyor. Sağlık Bakanlığı’nın iki farklı aşıda farklı uygulamalarla elinde birikmiş olan zengin verileri açıklaması gerekiyor. Ancak basın açıklamalarındaki bulanık ifadelerin ötesinde tatmin edici bilimsel veri gelmiyor.

Saatler içinde durdurulan dördüncü doz uygulamasından birkaç gün önce bir başka önemli açıklamanın da tereddütlere yol açtığını gördük. Sağlık Bakanı ellerindeki verilere göre en etkili aşı şemasının 3 doz CoronaVac uygulaması olduğunu söyledi. Ama bunu hangi bilimsel kıstaslara göre söyledi? Bilinmiyor ve alanın uzman kuruluşları haklı olarak soruyor. Bilim çevrelerinin sıkça önerdiği ve neredeyse iki aydır bir seçenek olarak uygulanan, iki doz CoronaVac aşısı sonrası bir doz BioNTech ile karşılaştırıldığında hangi sonuca, ne kadar daha etkili olmuştur? Özellikle şu sıralar asıl sıkıntıyı oluşturan Delta varyantının dolaştığı dönemde de aynı etkinlik görülmüş müdür? Bu soruların ardından, önceki gün bu kez Sağlık Bakanı iki yöntemin koruyuculuğunun “benzer” olduğunu ifade etti! Bir hafta önce biri üstündü, bir hafta sonra benzer oldular. Bunlar neden pek çok ülkede yapıldığı gibi bilimsel bir yayınla ortaya konamamakta, tüm dünya için değerli bilgiler esirgenmektedir?

Ne demeli, aşı tereddüdünün tartışıldığı, pek çok bilim dışı açıklamayla yurttaşlarımızın aşı olmama yönünde aklının çelindiği bir dönemde bu çelişkili uygulamalar hiç iyi olmuyor. Salgınla mücadelede en önemli unsurlardan birini, güveni sarsıyor.

BAŞKA ÜLKELERİN TALEPLERİNE GÖRE AŞI

Bu kadar da değil. Sağlık Bakanlığı bazı ülkelere girişte “sadece belirli aşı türleri” kabul edildiğinden, iki doz mRNA aşısı olmayı talep edenler için özel düzenleme yaptığını açıkladı. Sormamız gerekiyor, bu ülkelere gidenler iki doz mRNA aşısını talep edebilecek de gitmeyenler neden edemeyecek? En fazla risk altında olan sağlık çalışanı bile olsanız, ikinci doz mRNA aşısı yaptıramazsınız ama başka ülkeler istiyor diye yurt dışına çıkış için yaptırabilirsiniz, öyle mi? Böyle aşı politikası olmaz, beklediğimiz, bilimsel olanın ikna edici biçimde uygulanmasıdır.

Neyse, siz bu yönetememe hallerine bakıp sağlığınız için gerekli olan aşınızı yaptırmada tereddüt etmeyin. Güven duyabileceğimiz bilim insanlarımız, kurumlarımız var. Şu anda uygulanmakta olan tüm aşıların yararını gördüğümüzü, bunda yurttaşlarımızın şüphe etmemesini hep söyledik, söylemeye devam edelim. Aşıya rağmen hastalananlar oldu mu, evet oldu, ancak aşı hastaneye yatmayı ve ölümleri çok belirgin biçimde azalttı.

  • Aşılamanın başlamasıyla hekim ve sağlıkçı ölümlerinin durduğunu net şekilde görüyoruz.

Aşının yan etkisi mi, hastalanmanın ölümcül sonuçları ve bazı kişilerde bıraktığı hasarlarla karşılaştırılmaz bile. Kısa sürede aşıların gelişmesi bilimin gücüdür, değerlidir. Kıymetini bilmek ve aşı olma konusunda tereddüt etmemek gerekir.

Aşıda adaletsizlikler, milyarlarca insanın aşıya ulaşamaması mı, yaşadığımız düzenin en çirkin yüzlerinden biridir. Bununla mücadele yaşamın her alanındaki mücadelenin, sağlık hakkı mücadelesinin bir parçası olarak devam etmelidir.

Asker hastanelerinin başına gelenler

authorBAYAZIT İLHAN

Tarihi ve bilimsel birikimini, yaşamsal değeri olan kurumlarını yok etmekten çekinmeyen bir yönetim anlayışı ile karşı karşıyayız. Türkiye’de sağlıktaki gelişmeleri değerlendirirken asker hastanelerine yapılanları ele almazsak eksik kalır, çünkü birikimlerimizi silen, “dönüştüren” bir süreç yaşıyoruz.

Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye tıp tarihinde ve eğitiminde de askeri hekimliğin yeri çok önemlidir. Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) gerek verdiği sağlık hizmeti, gerekse yetiştirdiği hekimler, hocalar, sağlıkçılar ile benzersiz bir yere sahipti(r). GATA dahil Türkiye’nin dört bir yanında kurulu 33 asker hastanesi 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin hemen sonrasında bir OHAL KHK’si ile Sağlık Bakanlığı ve Sağlık Bilimleri Üniversitesi’ne devredildi. Bir toz duman içinde, nedenlerini ve sonuçlarını tartışmaya bile fırsat olmadan, konunun uzmanlarının görüşlerini almadan, bu hastaneleri yaşatmanın, geliştirmenin yollarını aramadan atılan bir adımdı. Amacı konusunda yapılan açıklamaların kamuoyunu tatmin ettiğini söylemek olanaksız. Çoğu tarihi birikimiyle öne çıkan, kentlerin kolay ulaşılabilir yerlerinde sadece askerlere değil, ihtiyaç durumunda sivillere de hizmet veren hastanelerden, oturmuş bir sağlık sisteminden söz ediyorum.

Buralarda çalışan hekimler ve sağlıkçılar ciddi hak kayıpları yaşadılar, meslek tanımlarıyla ilgisi olmayan görevlendirmelere maruz kaldılar.

Devredilen hastanelerin durumlarına bakınca üzülmemek mümkün değil. Devirden önce toplam yatak kapasiteleri 6500’den fazla idi. Hastanelerin ikisi kapandı, 24 tanesi bağımsız hastane özelliğini yitirdi, bulundukları illerdeki devlet hastanelerine bağlı “ek binalar” haline getirildi. Çoğu belli dallarda poliklinik hizmeti gibi sınırlı amaçlı sağlık hizmetleri veriyor, ameliyathaneleri kapandı, bazıları yataklı tedavi kurumu olmaktan çıkarıldı ya da yatak sayıları çok azaltıldı. Yedi hastane bağımsız hastane olarak değişik isimlerle varlığını sürdürüyor. GATA Haydarpaşa Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin adının ideolojik bir kaygıyla İstanbul Sultan 2. Abdülhamid Han Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne dönüşmesi dikkat çekiyor.

Ayrı hastane özelliği kalmayanların içinde tarihi kimlikleriyle öne çıkan, 1800’lerden beri sağlık hizmeti vermiş Gümüşsuyu, Elazığ, Kasımpaşa gibi asker hastaneleri var. Donanımlı özellikleriyle bölgelerine hizmet veren Ankara Mevkii, Çorlu, Eskişehir, Konya, Kayseri, Sarıkamış, Merzifon gibi asker hastanelerinin bu özelliklerinin kalmadığı görülüyor. Bir şekilde ayrı hastane olarak varlığını sürdüren Etimesgut Hava Hastanesi’nin yatak sayısı 600’den 250’ye, Bursa Asker Hastanesi’nin 217’den 150’ye indirilmiş durumda. Bir de bu 33 hastanenin dışında, Malatya Büyükşehir Belediyesi’ne devredilip yıkılan Malatya Asker Hastanesi var.

Neresinde baksak bu halkın vergileriyle yapılmış, yetkinliği olan hastaneler kapanıyor, küçülüyor, işlevleri azaltılıyor ya da usulen açık tutuluyor.

SAĞLIK HİZMETLERİ

Asker hastanelerinin verdiği sağlık hizmetlerinin özellikleri, uzmanlık gerektiren yanları, devirle birlikte kıtalardan başlayarak bu alanlarda yaşanan zorluklar konunun uzmanlarınca çok anlatıldı, ancak ne yazık ki görmezden geliniyor. Cerrahi hizmetlerden ruh sağlığı hizmetlerine kadar askeri sağlık hizmetlerinin özellikli yanları var. Eğitimden hizmete, organizasyona uzanan bütünlüklü sistem bozulmuş durumda.

Belli ki sağlık hizmetlerinin ve bilimin gerekleri, ülkenin ihtiyaçları, kaynakların doğru kullanılması değil başka siyasi ve maddi çıkar beklentileri bu alanda da karar alıcıları yönlendirmeye devam ediyor. Aynı koruyucu sağlık hizmetlerinde, sağlığın temel belirleyenlerinde, kadın sağlığı hizmetlerinden işçi sağlığı hizmetlerine kadar geniş yelpazede yaşadığımız gibi.

Bu ülkede sağlığı önemseyenlerin, dert edinenlerin gözden kaçırmaması gereken gelişmeler burada da yaşanıyor.

  • Tüm bu olup bitenler daha iyi bir sağlık sistemi için düşünmeye ve mücadeleye davet ediyor.

Kapatılan hastaneler, artan ölümler

authorDr. BAYAZIT İLHAN

Salgın doğrudan ve dolaylı etkileriyle devam ediyor. Sağlık Bakanı değişik dönemlerde itiraf niteliğinde açıklamalar yapıyor. Önceki hafta, şu ana kadar açıklanan Covid-19 nedenli yaklaşık 50 bin ölümden “çok daha fazlasının” salgın nedeniyle ertelenen sağlık hizmetleri ile ilişkili olarak gerçekleştiğini ifade etti. “Çok daha fazlası” ne kadar bilmiyoruz. Aynı açıklamada Covid-19 geçirip “tümüyle iyileşen” 65 yaş üstü yurttaşlarımızda 45 gün sonra gerçekleşen ölümlerin iki kattan fazla arttığını söyledi.

Ertelenen sağlık hizmetleri, Covid-19 sonrası risk gruplarının iyi takip edilmesi için yapılabilecekleri salgının başından bu yana ifade etmeye çalışıyoruz. Özellikle tam da Bakanın dediği, yurttaşların salgın hastalık korkusuyla hastanelere gidememesi, ameliyatların ertelenmesi, kalp, şeker, kanser, böbrek, karaciğer hastalarının kontrollerinin, taramalarının aksaması meselelerini çok anlattık. Toplumun değişik kesimlerinden 122 kurumun oluşturduğu Hastanemi Açın Platformu’nun (HAP) kezlerce dile getirdiği çok pratik bir çözüm var:

  • Şehir hastaneleri gerekçe gösterilerek kapatılan şehir merkezlerindeki hastanelerimizi açın, bazılarını Covid-19 dışı hastaların güvenle kontrollere gidip tedavi olması için tahsis edin!

Kaç kişinin canı kurtulurdu?

Şimdi bu soru acı biçimde tüm haklılığı ile karşımızda duruyor. Size kolay anlaşılabilecek bir örnek vereyim : Bakan

  • Kalp krizi teşhisleri salgın döneminde %56 azalmasına rağmen, kalp krizine bağlı ölümler %10’dan fazla artış gösterdi.” diyor.

Teşhisler, insanlar evlerinde kalp krizi geçirdiklerinden azalmış, ölümler de hastalar ya geç başvurduğu ya da evde-yolda öldüğü için artmıştır. Ankara’da özellikle kardiyoloji alanında öne çıkan Türkiye Yüksek İhtisas hastanesi kentin ulaşımı en kolay yerinde boş yatıyor, kapanmadan önce 442 yataklı, 105 yoğun bakım yatağı olan, bir yılda 33 bin 691 acil hasta muayenesi ve 7 bin 343 ameliyat yapılan bir hastaneden söz ediyorum. Soruyorum, bu hastanemiz HAP’ın dediği, önünde kezlerce açıklama yaptığı gibi açılıp, kalp hastaları dahil Covid-19 dışı hastalarımızın güvenle sağlık hizmetine sunulsaydı ölümler azalmaz mıydı? Azalırdı. Şimdi kolayca “50 binden fazla” denerek geçilen bu canların bir kısmı yaşıyor olurdu. Sorumluluğu ağırdır.

Aynısı Ankara Numune Hastanesi, Bursa Memleket Hastanesi, Adana Numune Hastanesi, Mersin, Kayseri, Manisa Devlet Hastaneleri gibi sayısız önemli hastanemiz için de geçerlidir.

Şimdi Bakan haklı olarak bir gerçeğe değiniyor: Covid-19 sonrasında da birikmiş sağlık hizmeti ihtiyacı ve hastalığı geçirenlerde bildiğimiz ya da bilmediğimiz yan hastalıklar nedeniyle gelecek 3 yıl boyunca “mevcut ölümlerin 3-4 katı kadar daha kayıp bekleniyor”. Bunları söyleyen Bakan’ın gecikmeden söylediğimiz kolay adımı atması ve kapattıkları bu hastaneleri yeniden açması gerekmez mi? Hadi, daha çok gecikmeden hastanelerimizi sağlık hizmetlerine kazandıralım, ölümleri azaltalım. Hele yeni hastane kapatmayı aklımızdan bile geçirmeyelim.

Şişli Etfal Dayanışması

Bir başka yakıcı örneği İstanbul’da yaşıyoruz. Bölgesinin tam teşekküllü (AS: donanımlı) tek devlet hastanesi, 122 yıllık bir değer, eğitim ve araştırma hastanesi olan Şişli Hamidiye Etfal Hastanesi depreme dayanıksız olduğu gerekçesiyle neredeyse tümüyle boşaltıldı, hekimler, sağlıkçılar başka hastanelere gönderildi. Arazi değerli, yerine ne yapılacağı belirsiz. Çalışanlar, bölge halkı bir araya geldi, uzun zamandır hastanelerinin kendi yerinde yenilenmesini ve sağlık hizmetine devam etmesini istiyorlar. Şişli Etfal Dayanışması olarak sayısız etkinlik yaptılar, en son geçtiğimiz salı günü Sağlık Bakanlığı önünde bu istemlerini dile getirdiler, TBMM’de ziyaretlerde bulundular.

Şimdi soru şu                              :

  • Bu hastanelerimizin alanı kent rantına mı kurban edilecek yoksa demokratik ülkelerde olduğu gibi çalışanların, halkın istemlerine göre sağlık hizmetlerine devam mı edecek?
  • Sağlık hakkı için mücadele her yönüyle güncelliğini koruyor.

DSÖ sağlık hizmetleri raporu ne gösteriyor?

author

Salgın, özellikle Türkiye gibi hastalığı kontrol altına alamayan ülkelerde hayatın tüm alanlarını olumsuz etkilemeye devam ediyor.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Covid-19 pandemisi döneminde sunulması gerekli olan sağlık hizmetlerinin devamlılığı üzerine Ocak – Mart 2021 döneminde ülkelerin durumunu ortaya koyan raporunu yayımladı. Rapor 135 ülkenin verileri ile önemli değerlendirmeler içeriyor. Türkiye’yi merak ediyorsunuz, ben de merak ettim ancak gördüm ki salgınla başarılı mücadelesini kitaplaştıran ülkemiz, sağlık hizmetlerinin yaşamsal alanlarındaki durumla ilgili DSÖ’ye geri bildirimde bulunmamış.

Ülkelerin % 94’ü salgının değişik ölçülerde sağlık hizmetlerinde bozulmaya yol açtığını belirtiyor. Özellikle temel sağlık hizmetleri, rehabilitasyon ve palyatif hizmetler ile kronik hastalıkların takibindeki sorunlar en olumsuz etkilenenler arasında bildiriliyor. Acil olmayan cerrahi girişimlerin ülkelerin % 66’sında aksadığı, salgın uzadıkça sorunun büyüdüğü ifade ediliyor. Bozulma tüm alanlarda var, kırılgan grupların sıkıntıları daha yoğun.

Nedenlere gelince, sağlık hizmetlerinin sunumu ve talebi ile ilgili olarak sınıflandırılıyor. Zengin ülkelerin stratejik olarak bazı hizmetleri durdurduğu veya dönüştürdüğü gözlenirken, düşük ve orta gelir grubunda sıklıkla planlanamayan bozulmalar olduğu bildiriliyor. Ülkelerin %66’sı sağlık emek gücü eksikliği üzerinde duruyor. Sağlık hizmetini talep etmedeki azalmada hastalık kapma korkusu, koruyucu ekipman (AS: donanım) eksiklikleri, hareket kısıtlamaları, gelir kaybı ve artan maliyetler öne çıkıyor. Yüzde 57 ülke (AS: Ülkelerin %57’si) insanların korku ve güvensizlik nedeniyle, sağlık hizmeti talep etmekten geri durduklarını belirtiyor.

Bu aksamaların önüne geçilemedikçe salgın dışı hastalıklarda ve ölümlerde artışların devam edeceğini söylemek mümkün. DSÖ ülkelerin bu aksamaları azaltmak için kendi koşullarında ortaya koyduğu çözümleri ve geçen yılda yapılan çalışmalara göre iyileşmeler olduğunu da bildiriyor.

TÜRKİYE’DE DURUM NE?

DSÖ raporunda yazan sorunların çoğunun ülkemiz için de geçerli olduğunu biliyoruz. Ancak şeffaf olmayan salgın yönetiminin burada da ortaya çıktığını ve hizmetlerdeki sorunlarla ilgili Sağlık Bakanlığı’nın yalnızca kamuoyuna değil DSÖ’ye de bilgi vermediğini görüyoruz.

Hastalarımız kamu hastanelerinden muayene randevusu alamıyor, servisler ve yoğun bakım yatakları salgın hastalığa ayrıldığı için yatamıyor, acil olmayan ameliyatlar erteleniyor ve birikmiş durumda. Kronik hastalar, kanser, şeker, hipertansiyon, böbrek, karaciğer, akciğer hastaları kontrollere gidemiyor ya da korkudan gitmiyor. Hekime hastalıkları ilerlemiş olarak başvuruyor. Özel hastaneler daha çok salgın dışındaki hastaların muayene ve ameliyat oldukları merkezler durumunda ve parasını denkleştirebilen yurttaşlar buralardan hizmet almaya çalışıyor.

Kaç kişi ameliyatını erteledi, sırada bekliyor ya da özel sağlık kuruluşlarında tedavi olmak zorunda kaldı? Kaç kişi salgın nedeniyle sayılan aksamalar nedeniyle öldü ya da hastalığı ilerledi? Bunlara ilişkin resmi verilerden yoksunuz.

İKİ KOLAY VE HAYATİ (AS: Yaşamsal) ADIM

Her şeyin çözümü değil ama ülkemiz koşullarında sağlığımıza iyi gelecek iki kolay adım var:

Birincisi kapatılan, çürümeye terk edilen hastaneleri gecikmeden açmak.

Hastanemi Açın Platformu’nun (HAP) dediği gibi bunun az bir yatırımla ve kısa sürede başarılması mümkün.

Artan ihtiyaç bilindiği için “Türkiye’nin Koronavirüsle Başarılı Mücadelesi” kitabında da pandeminin başından bu yana açılan yeni hastanelere ve yatak kapasitesinin 11 bin 792 artırıldığına değiniliyor. Oysa çok daha az yatırımla ve kısa sürede açılabilecek Ankara Numune Hastanesi, Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi gibi otuza yakın hastanemiz var.

  • İkincisi de atamayı bekleyen 600 bin sağlıkçının atanması.

Böylece hem bu gençlerimiz evlerinde çile doldurmaktan kurtulacak hem de sağlık hizmetlerine büyük katkıları olacak.

Ne dersiniz, zor mu? Halkın sağlığını düşünen iktidarlar için zor olmasa gerek.

Hapı yutturan sağlık sistemi

authorBAYAZIT İLHAN
Dr., Göz Hekimi

Cumhurbaşkanı, özel hastanelerin Covid-19 hastalarından yoğun bakım ve aşı için para aldığına dair bilgiler geldiğini söyledi. Bu hukuksuz uygulamaları vatandaşların bildirmeleri durumunda ceza vereceklerini açıkladı. Salgın koşullarında, insanların can derdinde oldukları, çaresiz yatacak hastane aradıkları dönemde bunların yaşanması sağlık sisteminin “doğasını” göstermesi bakımından önemlidir.

Aşılamada sorunlar yaşanmaya devam ediyor. Sağlık Bakanı söz verilen aşıların teslim edilmediğini açıkladı, aşı takviminde aksamalar oluyor, randevusu gelen hastaların aşıları erteleniyor. Kalabalık toplaşmalar, bilim dışı planlanan “açılmalar” aşılamadaki yavaşlık ile birleşti ve ne yazık ki Türkiye’yi salgında en kötü durumdaki ülkelerden biri haline getirdi. “Tam kapanma” uygulamasına girilirken ihtiyacı olan toplum kesimlerine gerekli ekonomik desteğin verilmemesi bir yandan, uygulamanın etkisini zayıflatacak sayısız istisna bir yandan, aşıların olması gerektiği hızda yapılmaması bir yandan, salgınla baş etme konusunda ne yazık ki olumlu işaret vermiyor.

Önceki hafta altı ay gecikmeli de olsa 2019 Yılı Sağlık Bakanlığı Sağlık İstatistikleri Yıllığı yayımlandı. Pandeminin sağlık hizmetlerindeki etkilerini göstermese de salgına nasıl bir sağlık ortamında girdiğimize dair ipuçları içeriyor. Yıllık, sağlık hizmetlerinde özel sektörün payının artışını, yıllar içinde sürekli artan hekime müracaat, tetkik, ameliyat sayılarıyla sağlık hizmetinin nasıl daha çok “tüketildiğini” bir kez daha ortaya seriyor. Salgın döneminde önemli bir konu, yoğun bakım yataklarının sayı ve dağılımı. Türkiye’de toplam 25 bin 364 erişkin yoğun bakım yatağı mevcut, bunların 9 bin 60’ı (%35) özel hastanelerde. Genel hasta yatağında ise özel sektörün payı yüzde 21. Yoğun bakım yatağı dağılımında daha fazla özelleştirme dikkat çekiyor. Bunun önemli bir nedeni Sosyal Güvenlik Kurumu’nun ödeme uygulamaları ve yoğun bakım hastası takibinin daha fazla gelir getirmesi. Bu yatak kapasitesinden yurttaşlarımız, aksi yönde düzenlemelere rağmen talep edilen ek ücretler nedeniyle salgın döneminde dahi yararlanmakta zorlanıyor.
KRONİK HASTALIKLARDA NE DURUMDAYIZ?
Çok doktora gidip çok ameliyat olmak sağlığımıza iyi geliyor mu? Bunu söyleyecek verilerden yoksunuz, özellikle kronik hastalıkların yönetilmesinde güçlüklerin artarak devam ettiğine dair veriler var. Örneğin obezitedeki artış ve şeker hastalığı önemli sorun olmaya devam ediyor. Ülkemizde 15 yaş üzeri bireylerin %36’sı obez öncesi, %29’u obez olarak tanımlanıyor. Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması’na göre Türkiye’de şeker hastalığı görülme sıklığı yüzde 13,5. Dünya Standart Nüfusu’na göre standardize edilerek verilen rakamlara göre 20-79 yaş grubunda şeker hastalığı oranı % 11,1. Bu oran Avrupa Birliği (%6,1), OECD (%6,6), ve dünya (%8,3) ortalamalarının çok üzerinde.
Sağlık hizmetlerinin “tüketilmesindeki” artış aynı biçimde ilaç tüketimine de yansımış durumda. 2002 yılında kişi başı yıllık ilaç tüketimi 10 kutu iken 2019’da 30 kutu. 2019 yılında 2 milyar 411 milyon kutu ilaç tüketilmiş durumda. Son 10 yılı karşılaştıran ilaç tüketim sayılarına bakınca özellikle kronik hastalıklar için kullanılanlarda görülen artış çok çarpıcı. 2009’dan 2019’a kişi başı günlük ilaç tüketim miktarına bakıldığında hipertansiyon ilaçlarında yüzde 52, depresyon ilaçlarında yüzde 52, şeker hastalığı ilaçlarında yüzde 93, tıkayıcı solunum yolu hastalıklarında (KOAH) kullanılan ilaçlarda yüzde 144 artış mevcut. 2019’da satılan ilaçların toplam değeri 42 milyar 70 milyon TL olarak belirtiliyor, bir önceki yıla göre yüzde 31 artış mevcut.
İlaç tüketimindeki bu artışın sağlık belirtisi olmadığını söylemek mümkün. Her bir grupta gerçekleşen artışlar için farklı nedenleri tartışabiliriz. Bu hastalıklardaki gerçek artışların ve nedenlerinin detaylı çalışılması gerekiyor. Hekimlerin yaygın görüşlerinden biri, sağlık ortamının hastaya yeterli zaman ayrılmasına izin vermediği, sağlık hizmetlerinin niteliğini olumsuz etkilediği ve çok ilaç tüketimini özendirdiği yönünde.
SAĞLIK DEĞİL, HASTALIK ÜZERİNE KURULU SİSTEM
Yıllar içinde yerleşen piyasacı sağlık anlayışının özelliği bu zaten. Hastalıklardan korunmayı, sağlıklı kalmayı değil, hastalıkları tedavi edip para kazanmayı önceleyen bir sistem kuruldu. Sağlığın finansman modelinden sağlıkçıların ücretlendirilme biçimlerine, sağlık hizmeti veriliş ortamına, koruyucu sağlık hizmetlerinden sağlığın temel belirleyenlerinde yaşanan bozulmaya kadar çok geniş alanda tartışılması ve müdahale edilmesi gereken bir mesele bu.

Her işin başı sağlık mı? O zaman sağlıklı kalmanın tüm koşullarını ele alıp gereğini yapmak gerekiyor.

  • Yoksa hep beraber sağlık hizmeti tüketip “hapı yutmaya” mahkûmuz.

=============================

Not : Yoğun bakım yatak sayısı 2019 verisi. Güncel verilerle 40 bini aştı. Salgın baskısıyla özellikle artırıldı.. (Dr. A. Saltık)