Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

PROF. DR. NAZAN SAVAŞ’TAN YENİ HATAY PLANLAMASI

MKÜ Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nazan Savaş: “Hatay halkı güvende olmalı”HBB BAŞKANI SAVAŞ’IN EŞİ HALK SAĞLIĞI UZMANI PROF. DR. NAZAN SAVAŞ’TAN YENİ HATAY PLANLAMASI

Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Doç. Dr. Lütfü Savaş’ın eşi, Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Ögretim Üyesi
Prof. Dr. Nazan Savaş, Mintakey Afet Koordinasyon (Eşgüdüm) merkezinde yapılan toplantıda Hatay’ın yeniden planlanması konusunda “.. yeni Hatay için vizyon ortaya koymalı ve uygulamalıyız.” dedi. Bu vizyon (bakış) ile ilgili peķ çok konuya da açıklık getirdi.

Hatay nasıl bir kenttir?

Hatay 2014 yılında Büyükşehir statüsüne kavuşmuş, 1 milyon 670 bin nüfusa sahip, yaklaşık 550 bin Suriyeli sığınmacıyı içinde barındıran, çok yaygın ve yoğun nüfus sahip bir kenttir. Hatay, büyükşehir olmadan önce Merkez İlçe (Antakya) Belediyesi’nin hizmet alan nüfusu yalnızca 236 bindi. Çevresinde birbirine çok yakın 22 belde belediyesi ve 68 köy vardı. Bu belde belediyelerinin özellikle merkeze daha yakın olanlarında 2011 yılından başlayarak 2014’e dek hızlıca çarpık bir yapılaşma oldu. O dönemde hükümet, bir mevzuat düzenlemesi ile buna “dur” diyebilirdi. Hatay Büyükşehir olmadan önceki bu süreçte, belde belediyeleri üzerinden hızlıca yapılaşmalar sürdü. Yangından mal kaçırırcasına yolu, alt yapısı, okulu, parkı.. kısacası, düzgün bir şehir planı olmayan bir yapılaşma gerçekleşti.

2014’e gelindiğinde, çok gecikmiş olarak Hatay’a Büyükşehir statüsü verildi. Ancak atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Yeni yapılanmada 236 bin nüfuslu merkezde Antakya ve Defne İlce Belediyeleri kuruldu. Antakya’ya 12 belde, 42 köy bağlandı, Defne’ye ise 10 belde, 23 köy bağlandı. Bu merkez iki belediyenin nüfusu da çok yaygın ve kırsal oldu. Tüm köy ve belde belediyelerinin adı bir anda “mahalle” oldu, ama gerçekte hepsi kırsaldı.

Yeni Hatay nasıl olmalı?

Nazan Savaş, kentin yeniden kurulması konusunda Hatay’ın avantajlarına vurgu yaparak,

“Biz bugünden başlayarak bir vizyonu ortaya koymak zorundayız.” dedi. Bu vizyonu ortaya koyarken bölgemizin dezavantajları olduğu gibi avantajlarının da olduğunu bilmek zorundayız. Öncelikle zaten artık dünya akıllı kentler, sürdürülebilir kentler, sıfır atık ve yeşil enerji üzerine evriliyor. Bu konuda uluslararası kuruluşlarca çok büyük destekler veriliyor. Zaten Paris İklim Anlaşması da bunları gerektiriyor. Bu konuda biz avantajlı bir bölgeyiz. İkincisi hem barınma yerleri hem de üretim mekanlarının (yerlerinin) güvenli yapılaşmasında çelik çok önemli.
Çelik üretimi bakımından da avantajlı bir bölgeyiz. İskenderun çelik üretiminin merkezi ve burnumuzun ucunda.

Japonya’da her yerde minimum betonlu ama çelik konstrüksiyonu çok güvenli binalar ve geleneksel mimarili yapılar var. Bu çelik konstrüksiyonlar bu ada ülkeye taşınmış. Adamlar zoru başarmış. Bu kapsamda yeni yapılacak Hatay’ın zemin etüdü (incelemesi) yapılmış daha güvenli dağ yamaçlarına doğru çekilerek, gerek Japonlarla gerekse deneyimli öbür ülkelerden de destek alınarak yapılanması gereklidir. Sürdürülebilir kent bağlamında rüzgâr ve güneş enerjisinin modern teknolojisi kullanılmalı, karbon salınımının minimuma (en aza) indirilmesi gerekmektedir. Bu vizyonun (bakışın) savunucusu olmalıyız.

Eski tarihi kent dokusunun rekreasyon alanlarıyla kurulması ve bu kentin kimliğinin korunması da ayrı bir önem arz etmekte (taşımakta), ayrı ele alınmalıdır. Ayrıca depreme dayanıksız olan
Asi Nehri‘nin iki yanındaki alana da yeşil rekreasyon alanlarının planlanması gerekmektedir.
Bu kapsamda tüm ilgili kurumlar ve bilim adamları birlikte hareket etmelidir.

Böylece;
– kentin tarihsel dokusu ve kimliği korunarak
– sürdürülebilir,
– yeşil enerjili,
– en az betonlu ama çelik konstrüksiyonlu (iskeletli) yapılar, iş ve üretim yerleri yapılmalıdır.

Konuşmanın video kaydı : https://youtu.be/19QHaij9rJA

Hesap vereceksiniz

Murat Ağırel
Murat AĞIREL
murat.agirel@cumhuriyet.com.tr
25 Şubat 2023, Cumhuriyet

Bugün 20. gün…

Ölüm sayısı ise resmi verilere göre 44 bin 218 kişi.

Yürek dayanmıyor. Depremin ilk gününden itibaren (başlayarak) bölgede olan bir kişi olarak çok net söylüyorum:

  • Şayet devleti yöneten kişiler biraz iş bilen kişiler olmuş olsaydı ve hızlı karar almış olsaydı,
    canını kaybeden (yitiren) yurttaş sayısı çok çok az olurdu.

Daha önceki depremlerde enkazların üstündekiler “Sesimi duyan var mı?” diye seslenirdi.
Bu depremde ise enkaz altındakiler yukarıdaki kişilere kendilerini duyurabilmek için
“Sesimi duyan var mı”
diye seslenmek zorunda kaldı!

  • Herkes hesap vermek zorunda.

Sadece müteahhitler (yalnızca yükleniciler) değil. Müteahhitlerle (yüklenicilerle) işbirliği yapanlar, imara açanlar, iskân (yapı kullanma) iznini verenler, yapı denetimini yapanlar, beton firmaları, imar affı çıkaranlar, çöken yolları yapanlar, iletişim operatörleri yaşanan bu felakette ihmali olan herkes ama herkes hesap vermek zorunda.

Yok öyle Allah kurtarsın, Allah’ın afeti, kader diyerek kaçmak.

Ne güzel dünya değil mi? Kandan beslenen keneler gibi milletin alın terini sömürün, sömürdükçe şişin şişin hayal gibi hayatlar yaşayın, iş sorumluluk noktasına gelince
“Bu kader. Allah’tan gelen afet” diye açıklama yapıp sıyrılın işin içinden.

  • Hesap vereceksiniz.

Kahramanmaraş’ta gerçekleşen yıkımı yerinde izledim. MELŞA İnşaat’ın yapmış olduğu 2022 yılında yapılan ama yüzlerce insana mezar olan yerleri gezdim.

MELŞA İnşaat’ın sahibi Şahin Avşaroğlu. Kendisi aynı zamanda AKP Dulkadiroğlu ilçe başkanı. Bu kişinin yaptığı 5 bloklu siteyi gittim gördüm. Sitenin 3 bloku tamamlanmış. İkisi halen yapım aşamasındaydı. A Blok tamamen (tümüyle) yıkılmış, B Blok ağır hasarlı, C Blok yıkılmış.
Yüzlerce kişi can vermiş. Dükkân üzerine çıkılan 14 kat.

Akıl alır gibi değil.

Yıkılan enkazı incelerken bilirkişi de oradaydı. Binanın altını gösterdiler. Meğer sitenin yapıldığı yerde zeytin ağaçları varmış ve bunlar sökülmüş. Aynı zamanda binanın altı su doluydu.
Nedeni ise su kaynağının üzerine yapılmış yapı!

Kim izin verdi peki? Kim denetledi? Kim iskân (yapı kullanma izni) verdi?
Müteahhit (yüklenici) tutuklandı ama ya diğerleri?

Yani ihmal değil.

Göz göre göre gelmiş.

Gaziantep Nurdağı CCK İnşaat…

Sahibi Yunus Kaya. Yaptığı 5 bina yerle bir oldu. 300 kişi can verdi. Müteahhit (yüklenici) Yunus Kaya, Nurdağı Belediye Meclisi’nde AKP’li üye. Bu yetmezmiş gibi bir de imar komisyonu başkanı.

Bakın, sosyal medyasındaki fotoğraflara, boy boy iktidar temsilcileri ile fotoğrafları var. “Irmağının akışına ölürüm” diye şarkı söylerken kendinden geçen kişiler ile iltifatlı paylaşımları görürsünüz.

Kaçarken yakalandı. Peki, O’nunla birlikte iş yapan belediye yetkilileri, yapı denetim firmaları, izin verenler?

Daha da beteri var.

Her biri 12 katlı 12 bloktan oluşan, 320 daireli Kahramanmaraş’taki Ebrar Sitesi’nde 1300 kişi yaşıyordu. Bin kişiden fazla yurttaşımız öldü.

Yapı denetim uzmanı mimar Ebutalip Ceren, “Ebrar Sitesi’nde yaklaşık 2 bin canımızı kaybettik. 2000 yılı sonrası yapılmasına rağmen (karşın) binalarda nervürsüz demir kullanılmış” diye açıklama yaptı.

Kim inceledi veya incelemedi? Kim izin verdi yapılmasına?

Burayı yapan adam Tevfik Tepebaşı firarda.

Meğer bu adamın eskiden din öğretmeni olduğu ortaya çıktı.
Din adıyla kandırmış, betondan demirden çalmış.

Gelelim Hatay’daki Rönesans Rezidans’a…

250 daireden oluşuyordu. Antis Yapı yaptı. Firma sahibi Mehmet Yaşar Coşkun. Antis Yapı yöneticisi Yalçın Coşkun, sitenin tanıtımını HRT Haber TV’de yaparken tüm işlemlerin titizlikle yapıldığını, kaliteli (nitelikli) yaşam merkezi olduğunu belirtiyor ve sitenin en değerli yönünün kıbleden yararlanmak olduğunu belirtiyor.

Bak bak bak bir din tüccarı daha.

Mehmet Yaşar Coşkun, havalimanında kaçarken yakalandı.

Bir diğeri (başkası) Adıyaman İsias Otel.

30’u rehber, 35’i KKTC’li öğrenci, öğretmen ve veli toplam 65 kişi, İsias Otel’de yaşamını yitirdi.

Adliyeye gittim ve dosya hakkında bilgi aldım. Otelin inşaatında kırılmamış dere taşları kullanılmış. Haliyle yapıyı güçsüz hale getirmiş bu durum. Dosya soruşturma aşamasında gizlilik kararı verilmiş, sanıkların kaçmaması için sonrasında ise gizlilik kararı kaldırılmış.

Başlatılan soruşturma kapsamında otelin sahipleri ve yöneticileri Ahmet Bozkurt,
Mehmet Fatih
 ile Efe Bozkurt, mahkemece tutuklandı.

Sadece sembol (yalnızca simge) olmuş yapıları örnek verdim. Tüm yıkılan binalara ait benzer hikâyeler (öyküler) var aslında. Müteahhidin (yüklenicinin) işini yürütmek için iktidar partisine üye olup, yönetiminde yer alıp, binasını yapacağı belediyenin meclis üyesi ve yapacağı binanın imarı verecek komisyonunun başkanı olduğu yerde yıkılan binalardaki ölümler cinayettir.

Öyle “asrın felaketi”“yüzyılın afeti”“kader”“Allah’tan geldi” diye suçunuzu örtmeyin.

Ruh sağlığımızı korumak için

Elif Kaleli
Uzman Psikolojik Danışman
uzm.psk.elifkaleli@gmail.com

17.2.23, Ruh sağlığımızı korumak için – Tele1

Zaman durdu. Hepimizin zihninde yeniden ve yeniden yaşanan o an… Kayıplarımız, toprağa emanet ettiklerimiz ve halen bir umut geri dönmesini beklediklerimiz. Yüreğimize salınan bir ateş topuyla günlerdir kavruluyoruz. Doğa karşısındaki çaresizliğimiz mi bizi kahreden yoksa geleceğe ilişkin umutsuzluğumuz mu? Bu sorunun yanıtı çok önemli. Ayakta kalabilmemiz ve mücadele edebilmemiz için öğelerinden biri ‘umut’ olan bu sorunun cevabı belirleyici…

O günden beri nefes alabiliyor musunuz? Şöyle derinden duyarak hissederek farkında olarak. Evet çok zor. Önce nefes alarak başlamalıyız işe. Kendimiz için sevdiklerimiz için ve geride kalanlar için.

  • Derin derin nefes alın ve nefesinize odaklanın.

İnsanın en temel ihtiyacı neydi, hatırlayalım. Elbette güvende olma, emniyette hissetme hali. Güvenliğimiz yani en temel dengemiz, fiziksel bütünlüğümüz tehdit altında olduğunda bozulur. Bizzat tehlikeyle yüz yüze kalmanın yanı sıra bu duruma tanıklık ederek ya da yakınlarımızın başına gelmesiyle de aynı bozgunu yaşarız. Ve buna bağlı olarak da bedenimiz ve ruhumuz tepkiler verir. Huzursuzluk, tetikte olma, aşırı kaygı duyma, baş ağrısı, mide bulantısı, uykusuzluk… Yani sözün özü, hepimiz farklı derecelerde ve düzeylerde depremzedeyiz. Bu travma hepimizin travması. Bizler her anlamda anormal olan bu koşullara normal tepki vermeye çalışarak sağlıklı kalma mücadelesi veriyoruz. Sormak ve sorgulamak yani anlamaya çalışmak şu anda ikincil bir ihtiyaç gibi dursa da ‘ikna olmaya’ gereksinimimiz var.

Doğanın kuralları belli. Deprem kendi başına bir doğa olayıdır ‘felaket’ değildir. Bunu felaket durumunda bize yaşatan koşullar nelerdir? En basit soru: Biz bu felaketi neden yaşadık ve biz bu felaketin tekrar yaşanmasına gerçekten izin verecek miyiz? Her akşam olası deprem senaryolarını dinliyoruz. Hiçbir şeyden emin olamıyoruz. Güvenliğimizden, sevdiklerimizden, evimizden… Bizi kemiren derin şüpheyle yaşamaya çalışıyoruz. Ve çoğumuzun ağzından aynı kelimeler dökülüyor: “

İçimden bir şey yapmak gelmiyor.”

Oysa bizi yaşamda ve ayakta tutacak olan en önemli gücümüz işimize odaklanmak. Yani hayatımıza bir anlam katmak. Ben ne için yaşıyorum sorusunu içten bir şekilde yanıtlamak. Artık yaşamak için ve daha çok çalışmak için daha çok nedenimiz var. 6 Şubat günü yaşadığımız acıların yinelenmemesi için mücadele etmemiz gerek. Çünkü fiziksel gereksinimimiz var. Vatanımız, yuvamız, evimiz. En temel ihtiyaçlarımız için mücadele etmek zorundayız. Düşüneceğiz ve bulacağız, ben bu işin neresinden tutacağım…

Her birimiz hem kendi hayatımızı hem de belki de hiç tanımadığımız milyonlarca insanın hayatını anlamlı kılmak için ayakta kalacağız. Tıpkı bugün olduğu gibi. Parçası olduğumuz bu dayanışma ağı yeni bir başlangıcın ilk tetikleyicisidir. Duygularımızla nasıl tek yürek olduysak emeğimizle ve çabamızla da yaşam alanlarımızı yani geleceğimizi yeniden kuracağız.

Evet, deprem bizim güvenlik duygumuzu sarstı. Dış dünya tehlikelerle dolu ve güvensiz. Hatta pek çoğumuzun aklından geçen düşünceler ortak:

  • Acaba evim ailem güvende mi?

İşte durdurmamız gereken kara sarmal bu. O zaman evlerimizi güvenli yapmak için yola çıkacağız. Teklikten yalnızlık duygusundan sıyrılacağız. Eşimizle, dostumuzla belki hiç tanımadığımız semt komşularımızla tanışacağız. Yaşamda kalmak için daha çok yaşamın içinde olacağız.

  • Yaşamın içinde olmak ve mücadele etmek; 
  • İşte ruh sağlığımızı korumanın yegâne (biricik) yolu budur.

Ülkemiz 6 Şubat gecesinden beri bambaşka bir ülke. Depremden zarar gören 10 ilimiz için herkes elinden geleni yapmak için çırpınıyor. Parası olan parasını, oyuncağı olan oyuncağını yünü olan ördüğü kazağı patiği gönderiyor.

Biz tek yüreğiz ve her birimiz bu yüreğin kanlı canlı hücresiyiz.

Birimiz diğerinden daha az önemli değiliz.

Evet zaman durdu. Ve şimdi akreple yelkovanı hareket ettirmek için yaşamı anlamlı kılmak için zaman onu başlatmamızı bekliyor.

İktidarın tükenişi!

Deprem felaketi, Türkiye siyasetini de derinden etkileyecek gibi görünüyor. Sadece yer altındaki tektonik faylar değil, yer üstündeki toplumsal faylar da kırılmış durumda. Ülkenin yaklaşık beşte birini enkaz altında bırakan deprem, asıl afetin İslamcı-faşizan iktidar olduğunu gözler önüne serdi. Bir ortaçağ arızası olan inanç merkezli bilgi anlayışının egemen olduğu kamu yönetiminin iflas ettiğine toplumun büyük kesimi tanık oldu. Bu bağlamda, geçen pazar günü yayımlanan “Silkelense düşecekler” başlıklı yazımda ileri sürdüğüm tezlere devam ediyorum.

Ağır bir yenilgiye doğru sürüklenen İslamcı hareketin tutunmaya çalıştığı son iktidar sütunları da gürültüyle çöküyor. Ancak, bu tablo AKP’nin ve ortağı MHP’nin iktidarı direnmeden terk edip muhalefete bırakacağı anlamına gelmiyor. Tam tersi olacaktır. İktidar, eline geçirdiği devlet gücünü bırakmamak için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Durumun farkında olan iktidar, toparlanmaya ve inisiyatifi yeniden ele geçirmeye, yeni bir algı operasyonu ve psikolojik harp hazırlığı yapmaya, bu bağlamda bağımsız medyayı susturmaya yönelik adımlar atmaya çalışıyor. Bu nedenle, ilk görev olarak AKP’nin ve dinci-faşizan blokun toparlanmasına izin verilmemelidir.

Türkiye deprem felaketinin yaralarını sarmaya çalışırken, bir yandan da zamanında yapılıp yapılmayacağı belli olmayan seçimlere doğru –deyim uygunsa– sürükleniyor. Eğer Erdoğan-AKP iktidarı, seçimleri kaybedeceğini görürse, hiç kuşku yok ki, bu sonuçtan kaçmak için her yolu deneyecektir. İlk deneyeceği yöntem ise, Yüksek Seçim Kurulu dahil, seçim kurulları marifetiyle, sandık sonuçlarını değiştirmek, halkın ortaya çıkacak iradesini çalma girişimi olacaktır. Siyasal İslamcılar için “milli irade” kendi dar ideolojik programlarını desteklemek için verilen oylardan ibarettir. Gerisinin bir önemi ve değeri yoktur. Milletin geriye kalanı, zorla ya da rızayla “hak yoluna sokulmayı bekleyen” günahkârlardan oluşur, o kadar.

Israrla vurguladık; AKP klasik bir muhafazakâr ya da merkez sağ parti değildir. Cumhuriyet’i yıkmayı hedefleyen siyasal İslamcı ve faşizan hareketin ülkeye el koymuş örgütlü bir ifadesidir. Bu nedenle, rejim değişikliğini sonuna kadar zorlamadan, “kutlu dava” dedikleri hedefe bu kadar yaklaşmışken son bir hamle daha yapmadan geri çekilmeyecekleri kesindir.

İKTİDARIN GÜCÜ ve KORKUSU

İslamcı hareket, iktidarı bir kez yitirirse bir daha böyle bir tarihsel fırsat yakalayamayacağını görüyor. Dahası, kendilerine yönelecek bir hesap sorma dalgasının altında ezilerek, ele geçirdikleri bütün mevzileri kaybedeceklerinden de korkuyor. Bu korkunun ima ettiği sonuçlar bütünüyle gerçekleşir mi gerçekleşmez mi, kestirmek güç. (AS: Yüce Divan’a yollamak için 400 MV gerek!) Çünkü bunun gerçekleşmesi esas olarak AKP sonrası iktidarın niteliğine, yani radikallik düzeyi ile cumhuriyetçi ve halkçı karakterinin belirgin olup olmamasına bağlı. Ancak öyle görülüyor ki, bu korku, AKP iktidarına bir çılgınlık yaptıracak kadar derin ve travmatik bir nitelik taşıyor.

Diğer taraftan, paradoksal olarak gerici-faşizan iktidarın bütün kamu gücünü elinde tuttuğu, denge ve denetim kurumlarını tasfiye ettiği, kurumsal bakımdan kendilerine “dur” diyecek bir kurum bırakmadığı, dolayısıyla istediği her şeyi yapacak kadar çok güçlü göründüğü… mevcut koşullarda, gerçek tablo tam tersidir. Erdoğan-AKP iktidarı büyük bir hızla gücünü ve ülkeyi yönetme yeteneğini kaybediyor.

Merkez sağ siyaset havzasının, tarihsel sahipleri tarafından yeniden doldurulmaya başlanması nedeniyle, AKP iktidarının dayandığı tek güç olan toplumsal desteği de hızla eriyor. Kamuoyu araştırmaları AKP oylarının, geleneksel İslamcı tabana, diğer bir ifadeyle dinci çekirdek kesimlere doğru daraldığını ortaya koyuyor. AKP iktidarı, Rusya dışında bütün dış desteğini de yitirmiş görünüyor.

Eğer muhalefet yaşamsal bir hata yapmazsa, AKP’nin bir daha siyasal ömrünü uzatması zor görünüyor. Öyle ki; AKP iktidarının bir ganimet gibi gördüğü Cumhuriyet Türkiye’sinin zenginliklerini yağmaladığını biliyoruz; işte bu yağma düzenine ortak ettiği muhafazakâr ve yandaş sermaye kesimleri bile, toplumsal bir depremin enkazı altında kalmaktan korkuyor. Bu nedenle AKP’den uzaklaşmanın yollarını arıyor.

TÜRKİYE’NİN ÜÇ YOLU

Fantastik bir teori gibi görülebilir, ama yine de söyleyeyim; AKP (ve MHP) gerçekte iktidarı kaybetmiş görünüyor. Fiili durum bu. Gelgelelim, Türkiye’nin sol dahil, ilerici ve geleneksel muhalefet güçleri bu durumun tam olarak farkında değil. İşin kötüsü, iktidar da kaybettiğini göremiyor. Oysa tablo açık; ortada her tarafı dökülen, silkelense düşecek rüküş bir iktidar var. Ancak, tam da bu nedenle, saldırgan olabilecek ve kötülük yapmaktan kaçınmayacak bir iktidar bu. Dolayısıyla işi hafife almadan, bütün muhalefet güçlerini birleştirerek dikkatle, kararlılıkla ve cesaretle mücadele edilmesi gereken bir iktidar.

Türkiye’nin önünde fazla yol yok. Seçimlerden sonra ya AKP iktidarının aşırılıklarının törpülendiği, toplumdaki tansiyonu düşürecek ve Cumhuriyetin bozulan yapısının kısmen de olsa onarıldığı demokratik bir restorasyon dönemi yaşanacak ya da siyasal İslamcılar ve ortaklarının her türlü çılgınlığı yaparak (darbe, iç çatışma vb.) iktidara yeniden el koyup, ülkeyi sürükleyecekleri dinci-faşist bir diktatörlük olacak. Elbette, şimdilik zayıf da olsa bir üçüncü yol daha var: Türkiye’nin aydınlanmacı, cumhuriyetçi ve sol güçlerinin geniş ittifakına dayanan –burada “geniş ittifak” kavramı önemlihalkçı, laik ve kamucu bir atılım gerçekleştirilecek.

Eğer Erdoğan-AKP yönetimi seçimden istediği sonucu alamaz ve direnmeye yönelirse, hiç kuşkusuz ülkenin, niteliği ve sonuçları kestirilemeyecek yıkıcı bir kalkışma, iç savaş vb. gibi, her türden olasılığa açık bir kaos (karmaşa) ortamına sürükleneceği öngörülebilir. Ancak, AKP iktidarının seçimi kaybetmesi halinde (yitirmesi durumunda), sanıldığı gibi etkili bir direnme gücü de yok. Kaybeden bir siyasal güç için hayatını ve geleceğini ortaya koyacak pek fazla kişi ve çevre olmayacaktır.

Sonuç olarak; gericilik ile hesaplaşmasını tamamlayamayan ve devrimini yarım bırakan toplumların karşılaştığı tarihsel ve sosyolojik bir sorunla boğuşuyoruz. Ancak, teolojik literatüre yönelik eleştirileri uzunca bir süredir geri çeken “modern” Türkiye, yolun sonuna gelmiş durumda. Artık böyle devam edemez.

Erdal BEŞER şiiri : SEN

ŞİİR KÖŞESİ…

Prof. Dr. Erdal Beşer/Sağlıkta Araştırma Kursu/Adnan Menderes Üniversitesi

 

Erdal BEŞER
(Prof. Dr., Halk Sağlığı Uzmanı)

 

 

SEN

Alaska’ya düşen,
Kar tanesi gibisin,
Bin yılda bir de Ekvator’a…
Çoraklaşmış benliğindeki mutsuzluk kasırgaları,
Alın terlerini kurutuyor!
Paranın ruhundan hamile kalmışsın!
Korkunun semirttiği tosuncuklar,
Sana göz kırpıyor!
Doğdukları için düzüldükleri yollarda,
Kavurucu sevdalara yer yok!
Hatasızlık saunasında mayışmış,
Yabancılaşma hallacının savurduğu,
Kölelerdir onlar!
Kösnül kösnül ben, ben… derler!
Gerçekte mutluluk;
Bir tas çorba,
Bazen güvenli bir yer,
Bazen de sevdiğine sarılmaktır!
Mutluluğu ırmak gibi,
İçinde akıtmak istersen,
Gonçarov’un;
“En acı ölüm insanlığa katkı sunmadan ölmektir” deyişini,
Tözüne kazımalısın..!

 

‘Kamuoyu desteğini kaybeden siyasal iktidar’

Olayların Ardındaki Gerçek
25 Şubat 2023, Cumhuriyet

(AS: Bizim kısa uyarı notumuz yazının altındadır..)

Bu yazımızda “arızalı demokrasi”, “iktidar körlüğü” ve basına uygulanan hukuk dışı uygulamalar ve baskılar üzerinde durulacaktır. 

The Economist dergisinin kuruluşu “Economist Intelligence Unit” her yıl demokrasi tutarlılığına dair (ilişkin) bir rapor yayımlıyor. Bu tabloda, “zayıf demokrasiler”, “karışık (melez) rejimler” ve “otoriter rejimler” biçiminde kategoriler ortaya çıkıyor. 

2021 yılı verilerine göre dünyada sadece (yalnızca) 24 ülke tam demokrasi, 53 ülke zayıf demokrasi, 34 ülke karma (melez) rejimler ve 59 ülke otoriter rejimler bölümlerine giriyor. 

Bu sayılar, sadece (salt) seçimle demokrasi olamayacağını gösteriyor. 

Nitekim, dünyada seçim yapan 201 ülke olmasına karşın, bunların oldukça küçük bir bölümü “tam demokrasi” niteliklerini taşımaktadır. 

“Az gelişmiş” ya da “arızalı demokrasi” adı verilen modellerde, halk desteğini kaybeden (yitiren) siyasal iktidarların izledikleri politikalardan en önemlisi, yazılı ve görsel basına yasaklar uygulamalarıdır.

Bu yöntem, “arızalı” demokrasilerde kesin bir uygulama olarak ortaya çıkıyor. Evrensel demokrasi modelinden giderek uzaklaşan Türkiye’de uygulanan sistemin özeti ise şudur:

Demokrasinin en önemli unsuru (ögesi) olan “güçler ayrılığı ilkesi” yok edilip, yasama organının elinden denetleme yetkileri alınırken, tek adama dayalı siyasal modele işlerlik kazandırılmaktadır.

Kamuoyunun haber alma ve bilgi edinme hakkı engelleniyor, yazılı ve görsel basına baskı uygulanıyor.

Modelin sürmesi için yazılı basın ve TV’leri denetleyen Basın İlan Kurumu, RTÜK, Bilgi Teknolojileri İletişim Kurumu (BTK) ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı adını alan kuruluşlar, ceza vererek, ilan keserek, ekran karartarak, “arızalı demokrasi” modelinin destekleyici kurumları olarak görev yapmaktadırlar. 

Büyük deprem sonrasında, yıllardır süren ihmalleri, yaptığı hataları ve beceriksizlikleri gün yüzüne çıkan AKP’nin siyasal iktidarını koruma ve kollama fonksiyonu (işlevi) daha da belirgin bir duruma geldi.

Deprem sonrası basın kuruluşlarına uygulanan yasaklar, duraksanmadan birbiri ardına uygulamaya kondu.

Önce, depremde iletişimin sağlanmasına yardımcı olan Twitter’a yasak kondu. Ardından Bilgi Teknolojileri İletişim Kurumu (BTK) kararıyla Ekşi Sözlük erişime kapatıldı. 

İlahiyatçı İhsan Eliaçık’ın Kuran’ı yorumlayan “tefsir” kitabına Diyanet İşleri Başkanlığı’nın talebi (istemi) sonunda toplatma kararı verildi.

RTÜK, deprem felaketinin ardından ortaya çıkan ihmal ve hataları haberleştirip halkın sesini kamuoyuna duyuran basın kuruluşlarına ceza yağdırdı. 

TELE1, Halk TV, Fox TV kanalları bu cezalarla karşı karşıya geldi, yayınları durduruldu.

Merdan Yanardağ ve Emre Kongar’ın 18 Dakika programında depremle ilgili eleştiri nedeniyle TELE1’e %5 para, 5 kez de program durdurma cezası verildi.

Fox TV’de Orta Sayfa programı ve Halk TV’de Halk Meydanı programına “özgürce kanaat oluşumunu engellemekten” %3’er para cezası verildi. Tüm bu cezalar deprem sonrası yorum ve haberlere dayandırıldı. 

Artık haber yapmanın suç ama halka parmak sallamanın ve hakaret etmenin “özgürlük” sayıldığı bir dönemi yaşıyoruz.

Böylesi bir durumla karşı karşıya kalmamız şaşırtıcı değildir. Bu yazının başında belirtildiği gibi bunlar, “arızalı ve otoriter” demokrasi modelinin doğal uygulamalarıdır. 

Değişmeyen kural, seçimlere giderken sıkıntıda olan bu tip siyasal rejimlerin basın özgürlüğünü kısıtlayıcı uygulamalara girmeleridir. 

Bu tip siyasal iktidarlar, bütün dünyada meclis kürsülerinden muhalefet partilerine saldırırlar, eleştiri yapanları tehdit ederler, basın ve televizyon organlarına yasaklar getirirler.

Ülkemizde 1960 öncesinde de bu uygulama yaşandı. 1950’lerde bir elinde özgürlük diğer elinde “Yeter! Söz milletindir” bayrağı ile iktidara gelen DP, ekonomik sıkıntı baş gösterdikçe, enflasyon yükseldikçe, seçimleri kaybedeceğini (yitireceğini) gördükçe basına uyguladığı yasaklarla dikkatleri çekmiştir.

Bu uygulama, siyaset biliminde “kibir” ve “kendine aşırı güvenmenin” yarattığı “iktidar körlüğü” kavramı ile anlatılmaktadır. Bu yol demokrasiye, hukuk devletine, evrensel demokrasi ilkelerine, temel hak ve özgürlüklere terstir, aykırıdır. 

Eleştirel basına, televizyonlara, halkın iletişim özgürlüğüne, halkın doğru haber alma haklarına karşı yapılan bu hukuk dışı uygulamalar çok yanlıştır. Hem demokrasiye hem de 21. asrın (yüzyılın) dünya uygulamalarına terstir.

Tüm dünyada kabul edilen evrensel demokrasiye, evrensel hukuka ve temel hukuk kurallarına aykırı olan bu model ve uygulamalar Türk halkı tarafından da reddedilecektir.
===============================================
Dostlar,

Başyazının içeriğine bütünüyle katılıyoruz.
Ancak kullanılan dil oldukça eski. Niçin??
Yazarı bilmiyoruz ama, diyelim yaşça olgun (kıdemli) bir yazar..
Bu özür olabilir mi bunca eski dil kullanmaya?

Adını Atatürk‘ün koyduğu Cumhuriyet gazetesi, bu bağlamda, tüm uyarılarımıza karşın,
DİL DEVRİMİ‘ne beklenen özeni göstermiyor.

Üzülüyoruz..

  • Dil Devrimi öksüz bırakılamaz..

Cumhuriyet, bu eksende de öncü olmayı sürdürmelidir..

Önceki genel yayın yönetmeni Sn. Arif Kızılyalın döneminde de kezlerce rica ettik. Kızılyalın Dilbilimci idi üstelik..

Yeni genel yayın yönetmeni Tuncay Mollaveyisoğlu‘nun soruna gereğince eğilmesini diliyor ve umuyoruz.

Doğallıkla, Sn. Dr. Alev Coşkun en başta görev üstlenecektir kanımızca.

Sevgi ve saygı ile. 25 Şubat 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
(Dil Derneği Üyesi ve 2021 Onur Ödülü sahibi)
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

 

İktidarın sansür aygıtı RTÜK’e uyarımızdır: Susmayacağız!

Recai Aksu
Avrupa Türk Gazeteciler Birliği
Yönetim Kurulu adına Başkan 

İktidarın sansür aygıtı RTÜK’e uyarımızdır: Susmayacağız!

Türkiye, Kahramanmaraş merkezli 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki depremlerle büyük bir acı yaşadı.
11 ilde büyük yıkıma yol açan depremler sonrasında yurttaşlar adeta kendi kaderiyle baş başa bırakılırken,
yurttaşların sesleri iktidarın tehditleri ile kesilmeye çalışıldı.

Bağımsız medya milyonlarca yurttaşın sesine ses olurken, iktidarın sansür aygıtı RTÜK

Fox TV,
Halk TV, ve
TELE 1’e cezalar yağdırdı.

Halkı aydınlatmak, eleştirel haber yapmak her dürüst gazetecinin ödevidir.

Uğur Mumcu’nun yolundan giden bizler, yurttaşların sesi olmayı sürdüreceğiz.

Avrupa Türk Gazeteciler Birliği olarak;
– RTÜK’ün tarihe kara bir leke olarak geçecek olan cezaları kınadığımızı,
– susturulmak istenenin salt medya değil,
– milyonlarca yurttaşımızın sesi olduğunu

belirtiriz.

Susmayacağız!

Depremlerin Türkiye ekonomisine maliyeti ne olacak?

Selva Demiralp (@SelvaDemiralp) / Twitter

Prof. Dr. Selva Demiralp
Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi
Twitter,
üncelleme 20 Şubat 2023)
Kahramanmaraş depremlerinin Türkiye ekonomisine maliyeti ne olacak? – BBC News Türkçe

6 Şubat 2023 acının, çaresizliğin, umudun, öfkenin, suçluluk ve dayanışma duygusunun aynı anda hissedildiği, geleceğe yönelik milat olmasını umduğum bir tarih olacak.

Türkiye saatiyle 04:17’de ve 13:24’de Kahramanmaraş’ta meydana gelen 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki, Cumhuriyet tarihinin en büyük doğal afeti olan depremlerde enkaz altında kalan akrabalarımız, dostlarımız, öğrencilerimiz var.

Bu yazı yazıldığında ölü sayısı 40 bine yaklaşırken, enkaz altında kalanlara ilişkin kesin bir rakam verilemiyordu.

Ancak durum her halükarda korkutucu boyutta. Kalplerimiz bu taşınmaz yük karşısında ağırlaştı.

1999 depremi sırasında doktora öğrencisiydim ve tezimi Adapazarı-Yalova-Gölcük depreminde hayatını yitirenlere ithaf etmiştim

Bu şekilde kendi çapımda yitip giden canlardan özür dilemek istemiş; o büyük felaketin unutulmamasına, dersler çıkarılmasına, böyle bir felaketin tekrar etmemesine küçücük de olsa katkı vermeyi ummuştum.

Aradan geçen 24 yıldan sonra aynı acılarla bir kez daha yüzleşmek; aynı sahneleri, “Biz uyarmıştık” diyen bilim insanlarını yaşlı gözlerle izlemek; aynı ağırlığı ve çaresizliği hissetmek dayanılmaz bir acı.

İleriye bakarken 24 yıl öncesi kadar iyimser değilim belki. Dönüşümün kolay olmayacağını, bir sonraki büyük depreme hazır bir Türkiye için yoğun bir mücadele gerekeceğini biliyorum.

Ancak bu topraklarda yaşayacak gelecek nesillere bilim temelleri üzerine inşa edilmiş, sarsılsa da yıkılmayacak bir Türkiye bırakmamız gerektiğinin de farkındayım.

Yapılması gereken dönüşümün zorluğu bir yandan yıldırıcı görünüyor. Diğer yandan ise deprem sırasında ülke çapında gözlemlediğimiz inanılmaz dayanışma örneği bu dönüşümün mümkün olduğuna dair inancımı artırıyor.

Depremde yitirdiğimiz canlarla vedalaştıktan sonra düşünmemiz gereken soru, depremin getirdiği ekonomik yıkım ve bu yıkımla nasıl başa çıkılacağı.

Şüphesiz ki 7,7 ve 7,6 şiddetinde iki deprem çok ağır bir doğa felaket ve dünyanın neresinde olsa bu çapta depremlerin hasar yaratması kaçınılmazdı. Ancak sormamız gereken sorular şunlar: Bu hasarda bizim sorumluluğumuz nedir? Doğru tedbirler alınsaydı hasar hafifletilebilir miydi?

Yaşadığımız maddi ve manevi kayıpların daha az olacağını, alanım iktisat da olsa net şekilde söyleyebiliyorum.

Zira güçlü bir ekonominin temeli olan kurumsallaşma, hesap verebilirlik ve şeffaflık ilkelerinin ihmal edilmesi nasıl ki ağır ekonomik kayıplara neden oluyorsa, aynı sebepler deprem sonrası yaşanan büyük kayıpları da önemli ölçüde açıklıyor. 

Söz konusu ilkelere (kurumsallaşma, hesap verebilirlik ve şeffaflık)
sahip çıkıp koruyabilseydik, bugün bir yandan sürdürülebilir büyüme
ve düşük enflasyonla yolumuza devam ederken; öte yandan depreme dayanıklı binalarda yaşayıp deprem sonrası hızla organize olabilir, can ve mal kaybını asgaride tutabilirdik.

O halde depremin yarattığı maliyetleri gözden geçirip bir daha bu maliyetleri ödememek için çok dikkatli bir yol haritası belirlememiz gerek.

Depremzedelerin sırtlanacakları ekonomik maliyetler

Can kayıplarına paha biçilemeyeceği için onu bir kenara koyarsak, depremin ekonomik maliyetlerini iki boyutta değerlendirmek mümkün olabilir.

Birincisi depremde yaşadığı şehri, iş imkanlarını, evini, barkını, ailesini yitiren depremzedelerin katlanacakları bedel.

Bu insanlarımız maalesef ekonomik olarak çok talihsiz bir zamanda bu zorluklarla yüzleşiyorlar.

  • Türk-İş yüksek enflasyonun sonucu 30 Ocak itibarıyla (AS: Ocak sonunda) yoksulluk sınırını 29 bin 875 TL olarak hesapladı.
  • Asgari ücret 8 bin 506 TL. Açlık sınırı ise 8 bin 865 TL.
  • Tüketici Hakları Derneği, Ekim 2022 itibarıyla (AS: Ekim 2022 sonunda) tüketicilerin %56’sının açlık sınırı altında yaşadığını açıklamıştı.

İşte depremler bu ağır koşullarda meydana geldi.

Bölgede, yaşamını yitirtmese de, yaşam boyu yaptığı sınırlı birikimlerini bir gecede kaybeden talihsiz vatandaşlarımızın içinde bulundukları yıkımı tahayyül edebilmek güç, rakama dökmek ise imkansız.

Yerle bir olan bölgenin yeniden yaşanır hale gelmesi, iş yerlerinin çalışmaya başlaması, kaybolan servetlerin tekrar oluşması şüphesiz zaman alacak.

Genel ekonomik maliyetler

Depremlerin yarattığı hasarın tespitine dair eldeki bilgiler sürekli güncellendiği için bu maliyetleri hesaplamak kolay değil.

Ancak kaba hesaplarla genel bir fikir edinmeye çalışıyoruz.

Depremlerin genel maliyetlerini iki kaleme ayırabiliriz.

Birinci kalem; hasar gören binaların, şehirlerin yeniden inşasının getireceği maliyet.

İkinci kalem ise depremlerde kaybolan üretim kapasitesinin getireceği maliyet olacak.

Birinci kalemde 17 Şubat itibarıyla yıkık ya da ağır hasar gördüğü tespit edilen yaklaşık 333 bin konut sayısını baz alırsak bu hanelerin salt yeniden inşası kabaca 20 milyar dolar civarında (dolayında) bir kaynak gerektirebilir.

Şayet (eğer) yerleşim merkezleri fay hattından uzak bölgelere taşınırsa hem konut sayısı ciddi şekilde artacak hem de ilave (ek) altyapı harcamaları devreye girecektir.

Burada bir parantez açıp uzmanların uyarılarına dikkat çekmek, şehirlerimiz yeniden kurulurken acele etmeden bilim insanlarımızın tavsiyelerine uygun hareket etmemiz gerektiğini vurgulamak isterim.

Depremde evleri hasar görmüş yaklaşık 1 milyon kişinin bir yıl barınma ve yaşama ihtiyacı için 3-5 milyar dolar, yeniden yapılacak konutlar için de asgari 20 milyar dolar olacak şekilde kısa vadeli acil ihtiyaçlar için yaklaşık 25 milyar dolarlık bir maliyet öngörebiliriz.

İkinci kalemde ekonomi genelinde üretimdeki aksamayı göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Deprem felaketine maruz kalan ve 13,5 milyondan fazla bir nüfusu kapsayan bölge, ekonomik pastadan nasibini alamamış bir coğrafya.

Bölgesel GSYH dağılımına ait son TÜİK verilerini incelediğimizde 2021 itibarıyla bu bölgedeki şehirlerin GSYH’den aldıkları payın ağırlıklı olarak yüzde 1’in altında kaldığını üzülerek görüyoruz.

Karşılaştırma yaparsak, 1999 depremi sonrası Dünya Bankası, söz konusu depremin maliyetlerini yaklaşık 5 milyar dolar ve GSYH’nin yaklaşık %2,5’i olarak hesaplamıştı.

Bu oranı bugünkü GSYH rakamlarına uyarlarsak kabaca 20 milyar dolara yakın bir tutar elde ediyoruz.

Ancak 1999 depremi GSYH’nin yaklaşık %30’unu üreten bir sanayi bölgesini vurduğu için, üretime yansıyacak maliyetinin de görece daha yüksek olması muhtemel.

1999 depremi sonrası turizm gelirleri % 40 azalmıştı.

Turizm gelirlerinin GSYH’nin yaklaşık %5’ine karşılık geldiğini düşünürsek, benzer bir düşüşün yaşanması durumunda sadece (yalnızca) turizmden kaleminden birkaç puanlık ek bir maliyet yüklenmek zorunda kalabiliriz.

Özet

Tüm belirsizliklerin altını bir kez daha çizerek bugünkü rakamlarla asgari acil ihtiyaçlarımızın GSYH’nin yaklaşık %2-3’ü dolayında olacağını, genele yayılan maliyetlerin de buna yakın olacağını söyleyebiliriz.

Yukarıda telaffuz edilen rakama uzun vadede (erimde) enkaz altında kalan servetler, yeniden inşası gereken havalimanları, liman ve yollar, eğer şehir merkezleri taşınacaksa gerekli altyapı harcamaları ve tabii ki kaybolan fırsat maliyetleri (opportunity cost) eklendiğinde fatura elbette hızla kabaracaktır.

Depreme ait hasar tespiti henüz tamamlanmadığı ve yeniden inşa edilecek şehirlere dair bir yol haritası henüz açıklanmadığı için bu rakamların da değişme ihtimali yüksek.

Bununla birlikte halihazırdaki rakamlar ve dışarından gelmesi beklenen yardımlar kısa dönemde bir döviz likidite krizi alarmı vermiyor.

Yolun bundan sonrası

Önümüzdeki yıldırıcı zorluklara rağmen Türkiye’nin ne kadar dirençli bir ekonomik yapıya sahip olduğunu; zorluklara, krizlere ne kadar çabuk adapte olabildiğini vurgulamak lazım.

Doğru planlama ve organizasyonla hem yaralarımızı saracak hem de ileriye yönelik önlemleri alabilecek güçteyiz.

Bu dünya çapında felakette bize destek olacak uluslararası yardım ve krediler, depremzedelerimize destek olabilmemize ve yeniden yapılanmanın getireceği maliyetleri daha uzun vadeye yayabilmemize imkan sağlayacaktır.

Bu yıkımdan çıkıp Türkiye’yi yeniden inşa edebilmek için depremi unutmamalı, unutturmamalı ve böyle bir bedeli bir kez daha ödememek için depremler sonrası gösterdiğimiz dayanışmayı korumalıyız.

İNSANIN DEPREMLE SAVAŞI!  

Ertan URUNGA
(E) Askeri Yargıç
e.urunga@yahoo.com.tr
Antalya, 22.02.2023

“ANTAKYA’DA GÖREVLİ BİR SUBAYIN DEPREM GÖZLEMLERİ”

bizim bu KISA giriş yazımızın hemen altındadır…
***

Bugün, bir karabasan gibi üzerimize çöken Deprem gerçeğinin ürkütücü/vahim boyutlarını bizim anlatmamızın noksan ve yetersiz kalacağını gözeterek, bunu Antakya (Hatay) İl Garnizon Komutanlığında görevli genç bir subayımızın deprem gecesi ve birkaç gün sonrasına ilişkin yürekleri dağlayan, sosyal medyada da yer alan ve herkesçe bilinmesi gereken kişisel gözlemlerini, sizlerle paylaşmadan önce şunları da belirtmek isteriz:

Bilindiği üzere, deprem gibi doğal yıkımları/afetleri yaşayanların ilk elden sıcağı sıcağına yazdığı içten anlatımları yürekleri dağlasa da, Deprembilimciler için veri kaynağı, Sosyal bilimciler için tarihe not düşmek, Yargıçlar için somut gerçeği ortaya çıkarmak açısından özgün bir kanıt olması yanında, Devleti yönetenlerce yapılan kıyımların (hukuk dışı uygulamaların) da bir ‘ÖNSÖZÜ/DİBAÇESİ’ niteliği taşımaktadır. Nitekim değerli subayımızın aşağıdaki gözlemlerini okuyunca, enkaz altında kutsal bildiğimiz on binlerce İNSAN YAŞAMI ile birlikte, başka hangi değerlerimizin kaldığından tutun da insanın depreme karşı savaşına ve en acısı da, kriz yönetiminde bile nasıl algı yaratıldığına dek, satırlar arasında yüreğiniz sızlayarak görünce siz de benim gibi yakınıp isyan edeceksiniz.

Güzel ülkemizde yaşanan son depremlerin neden olduğu nesnel yaraların, töresine bağlı duyarlı ve fedakar (özverili) halkımızın övülesi destek ve yardımları ile büyük ölçüde giderileceği; tinsel yaraların sağaltımının / tedavisinin ise uzun zaman alacağı; ancak yitip giden canlara yeniden kavuşmanın -ne yazık ve ne acıdır ki- olası bulunmadığı da bilinmektedir. Tabii, toplumun can güvenliğini sağlamanın devleti yönetenlerin başat görevi olduğu da…

Bütün bunların insan haklarına bağlı, çağdaş ve demokratik bir hukuk devletinde sorumlusunun kim olduğunu sormaya, sorumlularının saptanıp cezalandırılmasını, mağduriyetlerin giderilmesini istemeye her yurttaşımızın hakkı bulunduğu gibi devletin de yasalar bağlamında, bunları ortaya çıkarıp gereğini yapmaya ve yurttaşların mağduriyetlerini gidermeye doğrudan / resen yetkili ve görevli bulunduğu yadsınamaz.

Ancak bu konuda ‘SON SÖZÜ’ ise, daha önce olduğu gibi Türk Ulusu adına yargı yetkisini kullanan bağımsız yargı organları; onca canın vebalini (hukuksal sorumluluğunu) vicdanında duyumsayarak söyleyecek, gereğini de -her şeye karşın- yerine getirecektir elbet. 

  • Çünkü biz, özgür ve adil bir milletiz Atamızın izindeyiz;
    yolundan sapanlara da asla izin vermeyiz. 

Şu acılı günlerin sancıları sürerken, sözü daha çok uzatmadan, depremde yaşamını yitiren tüm yurttaşlarımıza Tanrıdan rahmet, yakınlarına başsağlığı dilerken, şunu da belirtelim ki; dünya yansa, yer yarılsa da adaletin er-geç yerini bulacağı inancı ile yıkımlardan etkilenen yurttaşlara yardımlarını esirgemeyen duyarlı yurtsever okurlarımıza da esenlik dileklerimizle en içten selam ve saygılarımızı sunarız.
***

ANTAKYA’DA GÖREVLİ BİR SUBAYIN GÖZLEMLERİ

“Öncelikle merhaba. 6 Şubat 2023 günü Antakya’daydım. Biraz uzun bir yazı olacak. Size deprem anından beri yaşadığım ve yazmaya fırsat bulduğum 8 günlük hikayemi anlatmak istiyorum. Afad neredeydi? Hatay kaderine mahkum mu bırakıldı? düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Allah o gün bana cehennemi dünyada gösterdi. Bu olay için diyeceğim kısa ve öz tek cümle budur.

Deprem gecesi
Ben Hatay’da görevli bölük komutanlığı yapan bir subayım. Depreme konteynerde yakalandım. Askerlik yapanlar bilir metal dolapları. Deprem anında dolap kapakları o kadar sert vuruyordu ki ben sarsıntıya değil seslere uyandım. Çevremde beni tanıyanlar, sakin bi yapıda olduğumu bilir. Birçok deprem anında da bu sükunetimi korumuşluğum var. Sırasıyla 1999 depreminde Bursa’da, 2011 Simav depremine Bursa’da, 2020 İzmir depremine İzmir’de yakalandım. Çocukken de sakin kaldım, 2020 İzmir depreminde de. Ama öyle bir deprem değildi. Bu çok çok kötüydü arkadaşlar. Herkes demiştir bunu, ama gerçekten söylemeden edemeyeceğim. Deprem bir ömür gibiydi, bitmedi. Ve depremin başında daha düşük, daha paralel salladığını, tam ortalardayken çok daha kuvvetli ve oval hareketler çizerek yerden yukarı darbe vurarak sürdüğünü, asıl yıkıcı kısmın bu olduğunu söyleyebilirim. Deprem sertleştikçe yağan yağmurun da şiddetlendiğine yemin edebilirim, konteynerin tavanı delinecek sandım. Ve bu deprem anında konteynerde yalnız başıma sadece bağıra bağıra ‘Allahım Allahım sen koru’ diye çığlıklar attım. Ben dahi sakin kalmak bi yana çığlık krizine girdim. Yataktan kalktığımda kollarım ve bacaklarım uyuşmuştu. o gece kol saatimin aldığı bir nabız kaydı:

Deprem bittikten sonra hemen 04:25 gibi Bursa’daki ailemi aradım. Annem beni İzmir’de öğlenleri denize girdiğim dönemlerde bile askerim ve aileden uzağım diye her gün en az 2 kere arayan biridir. Gece telefon açmak onu sabaha kadar uykusuz bırakırdı ama sabah 8-9 gibi şebekeler gittiğinde arayıp ulaşamazsa aklını kaybeder diye ‘olsun uykusu kaçsın sabah ulaşamayıp korkmasından iyidir’ diyerek aradım.

Telefonu babam açtı. ‘Baba, Hatay’da çok çok büyük bir deprem oldu ben iyiyim burnum bile kanamadı konteynerda olduğum için hiçbir şeyim yok, ama çok çok kişi ölmüştür. Baba beni merak etmeyin sabah batıdaki insanlar uyanıp bu bölgeyi aramaya başladığında şebekeler gider, burda hatlar olmaz ben sizi fırsat buldukça aramaya çalışırım. Çok kişi öldü baba çok kişi’ diyerek bağıra bağıra ağladım. Babam sanırım 18’imden sonra benim ağladığımı bir iki kez görmüştür onlar da cenazelerde. Beni telefonda o sakinleştirdi.

Sonra buradaki komutanlarımız ile toplandık. Bulunduğumuz yer hasar görmemiş sadece altyapılar hasar almıştı. Sıcak su hattı elektrik hattı vb. hemen kıdemli denebilecek subaylarla birlikte sayılarımızı aldık. İzinden dönen izinde olan ve kışla dışında olanların tespiti için. O sırada sabah haberlerinde sadece Kahramanmaraş ve Antep vardı. Ben ‘Hatay bu kadar sallandıysa ve haberlerde Hatay adı bile geçmiyorsa demek ki Antep ve Maraş dümdüz olmuştur’ diye düşündüm başta. Fakat yanılmışım. İleride anlatacağım.

Deprem sabahı
6 Şubat sabah 07:30’da 3 uzman çavuşun evlerinde olduğunu ve haber alınamadığını öğrendik. Asker kışladan çıksın diye söyleyenler daha çıkmadan Tugay komutanımız emir verdi. İnisiyatifi aldı ve o uzman çavuşlara bakmak-insanlara yardım etmek için ilk etapta 40 kişi çıksın dedi. 2 transit araç birçok kumanya malzemesi ve su kolileriyle çıktık. Kırıkhan civarında gördüğüm manzara dehşet gibiydi. İnanılmaz bir yağmur inanılmaz bir kaos vardı. Yollarda kaza yapmış araçlar, yarılmış yollar, yollara tepelerden düşmüş kayalar, hatta kaza yapan bir aracın içinde vefat etmiş bir sürücü. Allahım! Allahım, Amerikan katastrofik film mi bu? Apokaliptik dünyanın sonu filmlerini mi izliyorum? Yağmurlar, trafik, ölen insanlar, kazalar, yıkılmış binalar ve kaos. Çıldırmamak elde değil. Yolda çektiğim bazı fotoğrafları ekliyorum. Buralar Hatay Kırıkhan yolu:

Sonrasında tabii bizim uzman çavuşların kaldığı yere geldik. Üstelik 4.5 saatte. Konum Antakya Odabaşı mahallesi. İl jandarma Komutanlığı’nın yanından geçerken tamamen yıkıldığını gördüm. Yolun karşısındaki akademi hastanesini gördüm. Daha 10 yıl önce yapılan akademi hastanesinin hali işte şöyleydi:

Odabaşı Mahallesi’ne geldiğimizde saat 13:23’dü. Saatlerce gelemedik yollardaki kaos yüzünden ne yazık ki. Aracımdan ben ve 15 askerim (astsubay uzman çavuş ve sözleşmeli er karışık) indik. Diğer aracı Antakya’ya göndermiştim. Ayağımı yere bastığım anda ikinci 7.6 lık deprem gerçekleşti. Bu deprem daha paralel ve yanlış anımsamıyorsam batı-doğu istikametinde sarsıntıyla tahminimce 35 saniye kadar sürdü. İnanın hatırlamıyorum ama gece olan kadar sert olmadığı kesindi. İnsanların ‘bitmeyecek mi bu cehennem’ diye bağırdığını duydum. İnsanlar binaların ortasında ve altında bekliyor, binalardan yakınlarını çıkartmaya çalışıyordu. Hemen yüksek sesle herkesi sokaktan çıkartıp yere çömelttim. Deprem bitmeye yakın maalesef bir bina tamamen yıkıldı gözlerimin önünde.

O sırada yaşadıklarımı anlatmak istiyorum. Araçtan indiğim anda insanlar depremin sona ermesi ile üstümüze koştu. Bir kadın beni paramparça etti.

‘Asker abi, devlet nerde? Devlet nerde asker abi? Nerde bizim babamız asker abi?’

Başka biri bizi görünce ‘devlet geldi!’ diye bağırdı. Bir başka adam ‘asker geldi, asker geldi!’ diye bağırdı. Ve biz daha bizim uzman çavuşların kaldığı binaya gidene kadar etrafımızı saran insanlar sebebiyle dağıldık. Çünkü her gören bir yere götürdü, kendi yakınlarını çıkartmak için.

2 kişiyi bodrum kata girip çıkarttım. Birinin kolu kırıktı. Zor bela kurtulup bizim uzman çavuşların kaldığı binaya geldim. Yerle bir olmuştu. Yandaki 7 katlı bina, 4 katlı binanın üstüne yıkılmıştı. Tam bir yere giderken birine yardım ederken bir başkası kolunuzdan tutup çağırıyordu. Allahım ben nereye nasıl yetişeceğim, ne ekipmanım var ne bilgim ne adamım ne tecrübem? Ve insanlar kendi yapamadıklarını senin yapacağını sanıyor. Allahım cehennem burası! Çığlıklar, ağlamalar, isyanlar, bayılanlar, yerde cesetler. Yağmur daha da hızlanıyor. Allahım yardım et diyorum içimden sadece. O an yaşadığım ve asla unutmayacağım bazı şeyleri anlatmak istiyorum.

– Bir adam secde pozisyonunda kolonla yatak arasına sıkışmış. Yanında bir yaşlı kadın bacağı. Adama diyorum ki ‘abi önce yanındaki teyzeyi çıkartayım bekle seni çıkartamayız’. Gelen cevabı Allah canımı alana kadar unutamam. Acı duyan bir insanın o çığlığıyla ama tamamen duygusuzca ‘abi, abim, komutanım o benim annem, öldü, onu değil beni kurtar’. Annemi bırak beni kurtar… bu cevabı nasıl unutabilirim? Yazarken bile gözlerimde yaşlar birikti şu an. O adama hiçbir şey yapamadık. Sonra UMKE çıkarttı. Her yeri kırılmıştı. Saatlerce sedye bekledi. Yoldan araç çevirdim, bekleyin yaralıyı getiriyorum dedim, yerde yatak üstünde yatan adamı tek başıma çektim götürdüm ama her durdurduğum araba arkamı döndüğümde kaçtı. En sonunda bir polis aracı aldı.

– Bir anne enkazın başında. Ayakta ayakkabı yok, gözünden kan akıyor, kolu kırık. 3 çocuğunun başında. Biri vefat etti, Talha ve Rümeysa burada diyor. Çocukların üstünde bir kolon var ama kaldırmak imkansız. Anne aşağı inmiyor, indiremiyoruz. Çocukları kurtaramıyoruz. 15:30 gibi gelen UMKE ve teçhizatlı başka bir oluşum o çocukların olduğu yere geldi. Talha’yı 16:15’de çıkarttılar. Ama Rümeysa… Rümeysa altta ezildi. Anne hala başlarında. Deprem anından beri. Zor bela hastaneye gitmeye razı ettim. Rümeysa’ya sağ ulaştık dedim ama yalandı, geç kalındı ve vefat etti 4 yaşındaki Rümeysa. 12 yaşındaki Talha’nın bacakları kırıktı, çıkarken bana gülümsediğinde ‘aslan gibisin’ dedim. Gülümsemesi kaybolunca ‘abi, Rümeysa öldü az önce’ dedi. Çenemin titrediğini ve kendimi durduramadığımı fark ettim. Diyemedim birşey. Rümeysa’nın sıcak bedenini battaniyeye sarıp annesinden gizli hastaneye gönderdik. Gözleri hala açıktı Rümeysa’nın.

– 80’li yaşlarında bir kadın ayakları çıplak şekilde sokakta yakılan ateşin başına geldi. Kimsin diyorlar, ne adını biliyor ne nerde olduğunu. Tamamen hafıza kaybı yaşıyor. Teyze iyi misin diyorum, ben iyiyim evdeki adamla kadın öldü diyor. Kim onlar diyorum, ben kimim diyor. Ellerimi başımın arasına aldım bir apartmanın altına ölme pahasına girip çıldırmış gibi ağladım. O teyzeyi askeri aracımla hastaneye gönderdim sonrasında. Yolda hatırlamaya başladığını söyledi sürücüm. Ama ilk gördüğümde aklını kaybetmiş gibiydi.

-Bir adam kolumdan tuttu evin altına girmem için. Zayıfsın girersin komutanım dedi. Ahmet’im orda az önce duydum sesini dedi. Sen gelme yıkıntıya ben bakacağım dedim. Ahmet 10 yaşlarında bir çocuktu. Başı yan yatmış binanın altında, göçüğün dışına yakın ve duvarın altında. Eli görünüyor, eli buz gibi. Ahmet diyorum ses yok. Ahmet? burnuna dokundum hala nemliydi. Öleli en fazla 5 dakika olmuştu. Vücudu tamamen ezilmişti. Geri döndüm, ‘amca başın sağolsun’ dedim. Hiçbir şey demedi. 3 abisinin yanına gitti demek ki dedi. Geceden sabaha 11-12 saatte kabullenmişti birinin ölmesini. Kanım dondu bunu görünce.

-Birine yardıma koşarken başkaları koluma yapışıyordu. Gelen profesyonel ekipler bir enkaza odaklanınca bir kadının ‘herkes orda ne yapıyor o çocuk yaşamaz buraya gelin’ diye çığlık attığını duydum. Can pazarı dedikleri buydu. Onun oğlunu değil benim oğlumu kurtarın diye bağıran bir kadın daha. Allahım neredeyim ben diye düşünmeden edemiyordum. Can pazarı lan bu can pazarı. Onun yaşaması zor, benim oğlumu kurtar demek hangi annenin diyeceği bir cümle? Ama bu can pazarında bu da mümkündü işte. Bir ara enkazın kaldırılması için milleti örgütledim, herkes bir şeylerin ucundan tutup enkazı temizlerken göğsüme büyük bir metal demir saplandı. Havada takla atıp yığılmama ramak kalmıştı ki zor durdum ayakta. Hala aynı yerim sızlıyor. Ama kendime gelip bir apartmanın altına gidip başımı dizlerime gömüp ağladım. Fiziksel değil mental acılar ağır geldi. Kimse görmesin bizim de çaresiz kaldığımızı diye gizlendim, boşalttım içimi oraya, biri geldi yaşlı 55-60 bi amca. Diz çöktü, hissetmedim bile geldiğini. Bana ‘ne yapalım be komutanım bizim de kaderimizde bu varmış’ dedi başımı okşadı. Kalkıp sarıldım sadece.

– Hemen 1 km ilerideki il jandarma Komutanlığı’ndan bir kadın teğmen vardı. Bu yazıyı okursa kim olduğunu bilecektir. İsmini söylemeyeyim. 2 uzman çavuşunu bulmaya gelmişti. Nöbetçi amirdi ve yıkılan il Jandarma’dan sağ çıkmıştı, koşarak gelmişti enkaza. Sadece ağlıyordu kızcağız. Aramızda çok yaş farkı yoktu, ama aklını kaybetmiş gibiydi. Sadece çığlık atıyor sadece ağlıyor. Beni görünce esas duruşa geçip devam etti ağlamaya. İsmini sordum. Sakinleştirmeye çalıştıkça ağladı. Sen subaysın, sen buradaki tek askersin, senin sakin kalman lazım, yapma dedikçe ‘yapamıyorum komutanım yapamıyorum’ diye devam etti. Sarıldım kızcağıza enkazın başında. Yağmur diken gibi saçlarıma bata bata yağarken tanımadığım bir kadına sarılıp enkazın başında hüngür hüngür ağladık. Onu evine bırakacaktık, evinin yıkıldığını görünce ‘olsun’ deyip il jandarma komutanının ailesinin konutuna gitti. Bir daha görmedim kendini, ama her şey durulduğunda ziyarete gideceğim en kısa zamanda.

– Enkazın altında bir ceset ve yanında telefon buldum elindeydi. Muhtemelen yaşarken telefonu alıp iletişim kurmaya çalışıyordu. Elinden aldım, buz gibiydi elleri. Arayanlar şebeke çekmediği için çalmadan bildirimi düşüyordu. Kilit şifresini bilmiyordum, iPhone kullanıcısı olarak şöyle birşey yaptım. Kilit ekranında sağa kaydırdım ve widget larda telefon uygulamasından bir arama önerisi var mı diye baktım. Annesiydi. Nefesimi tutup aradım, ‘Barış !’ dedi. Barış’ın yüzü nasıl biriydi, onu sordum, sakallarını yüzünü anlattı ama sadece saç ve sol elinin avuç içindeki derin yaradan anladım o kişinin Barış olduğunu, çünkü yüzü şişmişti hayli. ‘teyzecim, başınız sağolsun’ diyebildim sadece. İşte Barış’ın telefonu, huzur içinde uyu Barış:

İlk günün akşamı saat 20:00’da Odabaşı mahallesinden ayrılırken depremden beri yanan binanın hala yandığını gördüm:

Bizim uzman çavuşlara ulaşamadık. 14 Şubat 01:00 itibari ile hala ulaşamadık zaten naaşlarının çıkmasını bekliyoruz artık. Ben ve askerlerim tahminen 80 kişiyi kurtardık 3 apartmandan.

Söylemeyi unuttum, deprem sabahı 07:30’da şebeke gitti, aynı gün sabahında whatsapp’dan herkese açık durum paylaştım ‘ben iyiyiyim beni merak etmeyin’ diye. Ama whatsapp durum 14 saat sonra geri dönüş yolunda yollandı. Çünkü ne internet ne telefon şebekeleri yoktu. Aynı gece tugay komutanı inisiyatifi ile sanırım 120 kişi Antakya Atatürk parkına çadır kurulumuna gitti. O gece kimle konuştum ne konuştum hatırlamıyorum ama yatağımda çığlık ata ata ağladım. Bağıra bağıra böğüre böğüre ağladım. Dalmışım sonrasında.

7 Şubat
Ertesi gün daha organize şekilde 96 personelimle Antakya’ya gittik. Yollar kötü, yağmur yerini ayaza bırakmış halde indik. Akevler Mahallesi’nde inip Cumhuriyet meydanına yola koyulduk. Yollardan geçerken insanlara soruyoruz, insanlar tarif ediyor. Ama yollar yabancı bir şehrin sokakları gibiydi. Ve tabii yine insanlar tepki gösteriyordu. Askerler nereye gidiyor, buradayız diyorlar. Ama emir cumhuriyet meydanına gitmekti. Gittik de. Pazar günü deprem olmadan 14 saat evvel kahvaltımı yaptığım Antakya Petek Pastanesi’ne geldik. Geldik mi? ne zaman? Allahım biz Atatürk caddesinde miydik yani? Yemin ederim tanıyamadım. Pastane mi? neresi? Şu yıkıntı mı? Aman Allahım bu yıkıntı Petek pastanesi mi?

Meydana geldik. Kimseler yoktu. Sadece Türk Telekom sınırsız ve ücretsiz wifi vardı. ailemle orda konuşabildim işte whatsapp üzerinden. Aldığım emir doğrultusunda kumanyaları indirttim. Buradayız, insanlar yardım istedikçe tim tim dağılacağız yemeğinizi yiyin emri verdim. Sonrasında afad gönüllüleri gelip meydana ateş yaktı. Yarım saat içinde hem afad gönüllüleri hem benim timlerim tüm caddelere dağıldı. O gece sadece benim 96 personelim 100’den fazla insanı canlı 40 kadar cesedi enkazdan çıkarttı. Bir o kadar da afad gönüllüleri çıkartmıştır. Gece boyunca görev sirkülasyonu yaşanırken ateşin başında uyumadan sabahladım. Sabah Atatürk caddesinde ekipleri kontrol edip geri geldiğimde saat 08:20 gibi meydanın tıklım tıklım olduğunu gördüm. Kimler ordaydı söyleyeyim:

-beşir derneği
-afad gönüllüleri
-çevik kuvvet
-asker
-hataylı depremzedeler
-bazı isimsiz bireysel yemek yapan hayırseverler
-birkaç belediye aş aracı

yerde yatan insanlar. Birkaç iş makinası. 3 adet yardım tırı. Atatürk parkında çadırda kalanlar ve yemek dağıtanlar.

ama kim yoktu biliyor musunuz? afad yoktu. İnsanlar hala ‘bunlar stk, bunlar gönüllü, bunlar bir avuç asker, devlet nerde?’ diyordu. Biz devletiz diyorum, itfaiye nerde Jak nerde afad nerde Kızılay nerde denilince sesim çıkmadı tabi.

Bugün 8. gün. Hala bir tane bile afad çalışanı görmedim. Hala afad gönüllüleri ateşin başında yada yorganları asfalta serip uyuyor hala sokaklarda yatan insanlar askerler görüyorum. Hala bir ateşin başında uyuyan polisler var. Afad gönüllülerine ne bir bilgi ne bir ekipman ne bir lider ne bir koordinasyon verilmemiş. Adamlar bir işin ucundan tutmaya geldik dedikleri Antakya’da kendilerini molozlardan yaralı çıkarır halde buldular. Ve hala uyuyacak yerleri yok. Onların emeklerini iyi niyetlerini yorgunluklarını ve çektikleri rezillikleri söylemeden geçemezdim.

Kızılay bu sabah tek yaptığı şey olan Antakya Atatürk parkındaki çay ocağını (evet sadece bunu yaptılar) kapatıp gitmişler. Oradaki adam ‘benim işim bu kadar abi gidiyorum’ demiş. Ama Beşir derneği hala 24 saat çorba ve cay servisine devam. Nasıl bu adamlara Kızılay, diğerlerine ise cemaatçi falan diyip yargılama yapayım şimdi? bu arada Limak kolin ve cengiz de birer tane arabayı ‘aynı günün sabahı’ gönderdi görüntü vermek için.

sonraki günler birbirinin aynıydı. Hala daha birçok yerde sıcak yemek çıkıyor. Ancak hakkını vermek lazım. en iyi tertiplenen iki stk tkp ve beşir derneğiydi.

birçok albay bile ‘komutanım yaralımız var x yere götüreceğiz nasıl götürürüz’ gibi türlü sorulara eğer cevap bulamıyorsa beşir derneği çadırına yönlendirdi. Onlar hem aş hem çay hem yiyecek hem gönüllü arama kurtarmada çok iyi organize olmuş durumdalardı. Jandarma lojmanlarının olduğu yerde ise tkp tam olarak öyleydi.

hala olan durumu söylüyorum sizlere açık açık. Kimse ilk 2 gün gelmedi Hatay’a. Silahlı kuvvetler ‘hızlı karar alma’ sisteminde en tepeden emir bekledi evet. Afad hala yok. Kızılay’ın sadece 25 çadırı geldi, kendisi yok gönüllüleri var. (Bugün 70 çadırı daha kuruldu bazı yerlere)

yabancı ekipler ve köpekleri çok faydalıydı. Jak, itfaiye, gönüllü operatörler, yüzlerce binlerce gönüllü. Herkes çok emek verdi. Kimi hala yemek dağıtıyor enkaz kaldırıyor telefonla adam çağırıyor birşey yapıyor. Ama afad ve Kızılay yoktu arkadaşlar. Var diyenler göstersin bana. Ben afad’a ne telefonla ne yüz yüze ulaşamadım hala daha.
Yağma yok diyen yalan söylüyordur. Kaç tane yağmacı yakalandı, bilemezsiniz. internette gördüğünüz en az 6-7 fotoğrafı bizzat çeken bile benim. Birçok dayak videosuna bizzat şahit olan da. Ancak nasıl yayıldılar inanın bilmiyorum. Oysa deprem akşamından beri twitter’a hala girmedim, giremedim, zamanım olmadı. ekşi’de beni merak edip son entry’mden sonra yazan birçok insan olmuş. o bildirimlere dahi bakamadım. Inanır mısınız, günlük ortalama 2.5 saat uykuyla geçirdim bir haftamı. Yağmacılar gerçek, varlar ve hala devam ediyorlar. Kaç iphone kaç bilezik kaç altın kaç çanta erzak çalıntısı yakaladık aklınız almaz. ve yağmacıların neredeyse tamamı Suriyeli. Birçoğu da şehir dışından hırsızlığa gelmiş, Antakya’da yaşayanlardan çok azı ordaydı. İnanmayın Suriyelileri savunanlara.

afad gönüllüleri, havaalanında ve telefonda, koordinatörlerin ısrarla ‘Adıyaman’a gidin’ dediğini, inatla ‘hayır biz Hatay’a gideceğiz’ demelerine rağmen Adıyaman’a gönderildiklerini, kendi imkanlarıyla Adıyaman’dan Hatay’a geldiklerini söyledi. Yani birileri insanların Antakya’ya gelmesini istememiş. Bu tabi bir iddia, takdiri size bırakıyorum. Ben değil, bizzat gelenler diyor bunu. Ve evet hala koordine sizlik var. Hala kim ne yapacağını bilmiyor. Hala herkes bulduğu işe yardımcı olmaya çalışıyor. Antakya merkeze yığınla tır geliyor, Samandağ aç Kırıkhan aç. Depremden en az hasar alan ve esnafın işine devam ettiği Reyhanlı’ya giden tırlar Suriyeliler tarafından yağma ediliyor ama Defne’de mahallelerde insanlar aç aç bekliyor günlerdir. Merkezleşen yerler dışında kimse yok. Allah razı olsun gönüllü kuryeler alıp ev ev dağıtıyor o kadar. Onun dışında kimse bunu yapmıyor.

Dediğim gibi, bu dediklerim Antakya merkezli. serinyol’dan birisi çıkıp ‘afad burada vatan hayini’ diyebilir. Ama ben olduğum yerde görmedim. Üstelik o tv lerde günlerdir konuşulan rönesans rezidansları falan da Akevler Antakya’da. Bizzat şahit olduğumu söylüyorum. 150. saatten sonra çıkarılan bir çocuğun tam çıkmasına ramak kala Romanyalı ekip ve itfaiyecilere ‘siz gidin gerisi bizde’ denip kameralar çağırıldı. Kameralar nerdeyse afad orada dediler, ben görmedim ama rönesans ın orada takılıyorlarmış diye duydum. Bazı yerlerde biz çıkartacağız, hayır biz çıkartacağız kavgasına şahit oldum. En son bağırıp ‘bana bakın alooooo, bu çocuk yarım saat içinde çıkacak’ diyip havaya ateş açtım. Adamlar kamera çağırıp şova düşmüş durumdaydı.

bir amcamız asker nerede diye sordu bana. ‘biz garnizon komutanı izni ile çıktık ama asker dışarıda’ dedim, hani nerede, ben sizden başkasını görmüyorum dedi. Başka yerlere dağıldılar ben diğerlerini bilemem amca dedim. o amca Mehmet Akif Ersoy’a bunu canlı yayında açıkladı. Şu videoyu iki gün önce izleme fırsatım oldu; evet, o üsteğmen bendim:

Dün (12 Şubat) 160. saatte bir adam peşime takıldı babamın sesini duydum dedi. Gittim evet yaşıyordu! Meksika ekibi jak ve bir köpekle gittik ve çıkardık. Üstelik sadece babası değil annesini de kurtardılar. Adamla birbirimize ve sonra köpeğe öyle sarıldık ki bizi görenler de bizim gibi ağlıyordu.

yine 8 Şubat sabahı yaşadığım birseyi anlatmak istiyorum. Antakya cumhuriyet meydanında yaşlı bir amca oturuyor. Yüzünde hiçbir ifade yok, bacaklar zayıf kollar zayıf beyaz sakallı bir amca. Alnı kanamış bant yapıştırılmış. Pantolonu kir toz çamur içinde. Uzaktan bir baktım şöyle, babam canlandı gözümde. Sanki babam çaresiz şekilde oturuyordu orada. Yanına gittim selam verdim. Ne bu halin amca dedim. Enkazdan çıkartılmış ekmek bulmaya gelmiş. Asker çıkardı beni buraya getirdiler habibi neccar dan şimdi gitti askerler kimden isteyeceğim ekmek utanırım delikanlı dedi. Ne istersin diye sordum bir yerlerden çorba pilav kuru fasülye bulup geldim. Evin ne durumda dedim, benim ev iyi, oğlanın evi yıkıldı dedi. Onlar iyi mi dedim, cevap tıpkı yukarıdaki gibi duygusuzca ve kabullenilmiş bir tonlamayla ‘yok oğlan öldü’ oldu. e yengem nerde dedim, hanım da rahmetli oldu dedi. yok mu kimsen şimdi dedim, oğlanla gelin vefat, hanım da gitti, Allahtan başka kimsem kalmadı dedi. Hiç gözü yaşarmadan dudağı dahi titremeden dümdüz söyledi. Gözlerinin elası bile babama benziyordu. Ne istiyorsun dedim, bir askerime bir koli kuru bakliyat ve erzak yaptırdım. Evi sağlammış evine dönecekmiş, bir araçla evine bıraktırdım. Ama o son dediklerinden sonra bi duvar köşesine çöküp basımı ellerimin arasına alıp yine hüngür hüngür ağladım. Babamı gördüm gözlerimle de onu böyle çaresiz kabullenemedim.

Deprem benim için cehennemdi abiler ablalar arkadaşlar. Gördüğüm görüntüleri nasıl unutacağım bilmiyorum. Anlatmak ve herkes gibi bu travmayı hatırlatmak istemiyorum. Ama o can pazarında cansız bedenlerin yanında yatan insanların kurtarılmayı beklemesi ve gözlerindeki korkuyu unutamıyorum. Esinin cenazesiyle 12 saat geçiren hemşire kadını, vefat etmiş olan polis eşine sarılmış halde bulduğumuz kadını unutamıyorum. Kardeşlerinin cesediyle sabaha kadar kurtarılmayı bekleyen çocuğu, çocuklarının cenazesinin başından ayrılmayan anneyi nasıl unutacağım ben. Size yemin olsun şairane yada hikayeci gibi bir sanat arayışında değilim. Ama ben deprem sabahı cehennemi gördüm. Çaresizliği terk edilmişliği yalnızlığı insanların umut arayışını gördüm. Nasıl unutacağım bilmiyorum. Ben şimdi Bursa’da ailemin 23 yıllık ve 99 depreminde inşaat iken zarar görmemiş evimizde kalışını nasıl kabulleneceğim? gittiğim her misafir evinde ‘bu gece deprem olsa burdan sağ çıkar miyiz’ fobisi ile nasıl yaşayacağım. Bilmiyorum…

ilk gün odabaşı mahallesinde hiçbir canlı insanın çıkmadığı o binanın enkazından:

daha depremden 3 gün önce icardi forması aldığım Antakya Atatürk caddesi gs store enkazı:

depremin üçüncü günü enkazdan çıkarılan tekir. Depremzede Melis’e erzak verirken gösterdim adını fako koyduk. Niye diye sormayın ben tüm tekirlere fako derim:

ve 160. saatte bir karı kocayı çıkartan (yukarıda bahsettiğim) o köpek:

Son bir söz de Antakya için gelsin. Henüz Temmuz 2022’de geldim buraya İzmir’den. İzmir’den gelen adama Antakya işkence olur dediler, ben çok sevdim dedim herkese. Insanını da yaşayış biçimini de sevdim. Benim için yaşanacak bi şehirdi yani. Bizzat tanıdığım gezdiğim sokakları, en son kahvaltı yaptığım yeri, en çok oturup ders çalıştığım, en çok kahve içip kitap okuduğum yerleri görünce göğsüme bir ağırlık çöküyor. Deprem sabahı göğsüme gelen o metalden daha ağır geliyor bana. Söyle bir bakıyorum uzaktan Antakya’ya. Köprünün karşısına, yokuştan aşağısına. Ben biz Antakya hepimiz. Nasıl yapacağız? nasıl yaşayacağız bu acıyla diyorum. Güzelim şehrin bu halini görmek bile gözlerimi yaşartıyor. Asker adam ağlamaz diyorlar, gözlerime insanların görmeyeceği şekilde müsaade ediyorum ağlamaları için. Biz nasıl yaşayacağız bu acıyla. Ben her gördüğüm sokağın eski halini hatırladığımda nasıl bu yazdıklarım gözümün önünden geçmesin nasıl hatırlamayayım. bir mekanda bir berberde bir esnafta diksiyonumu duyup ‘nerelisin abi’ dediklerinde ‘bursa’ dediğim her antakyalı’nın ‘baş tacısın, hoş geldin Antakya’mıza, Allah’ına kurban, ne zaman ihtiyacın olursa buradayız abim’ dediklerini nasıl unutacağım. Bu her gün yaşıma başıma rütbeme konumuma bakmadan gelen ağlama krizleri ne zaman bitecek? bilmiyorum.

Güzel Antakya, güzel Hatay. Mustafa Kemal Paşa’nın şahsi meselesi, benim de şahsi meselem. Senin eski günlere döndüğünü görmeden 1.5 yıl sonra burdan nasıl gidebileceğim bilmiyorum. Babamın memleketi Erzurumlu muyum? doğduğum yer Bursalı mıyı? hissettiğim şey ise Hataylı olduğum. Ikinci memleketim olarak görüyorum burayı.

Hani Ahmet Kaya’nın bir şarkısı var Diyarbakır türküsü diye. Ben bunu Antakya’ya ait hisseder oldum günlerdir. Uzaktan söyle bir baktığımda Antakya’ya kafamda bu çalıyor. Ağlama Hatay ağlama Ata’nın şahsi meselesi vasiyeti.

Hayatını kaybeden her çocuğa, her kadına, her insana, her Müslümana, her gayrimüslime tanrı merhamet etsin. Hepsi arkadaşımdı, abimdi, ablamdı, babamdı, annemdi, memleketim Hatay’ın güzel insanlarıydı.

ve tüm bunların yanında tek suçlu müteahhitlermiş gibi konuşup istifa eden bir tane bile bürokrat görmemek beni öfkeden delirtiyor. Bu acının içinde bu öfkeyi durduramıyorum.

ek: 15 Şubat gecesi enkazın altından 3 uzman çavuşumun cenazesi çıkartıldı. Yine 8 Şubat gecesi güven otelde kalan bir sözleşmeli erimin vefat haberini aldım. Oysa izni bitmiş, otobüsten inip otele gitmiş, sabah 8’de mesaide olacaktı.

Afet hukuku aciliyeti

SİYASET23.02.2023, BİRGÜN

Afetler ülkesi Türkiye’de afet yönetimi için hukuk, bilim, eğitim ve örgüt yönleri ile bütünlüklü bir düzenleme, ivedi ve yaşamsaldır.

BM İnsan Yerleşimleri Dünya Toplantısı (Habitat-2, İst., Haziran 1996) üzerinden 27 yıl geçtiği halde, gerekleri yapılmadı.

Avrasya fay hattında 6 Şubat’tan bu yana yinelenen depremler, afetler hukukunu bütüncül bir yaklaşımla ivedi olmak için, ‘şimdi değilse ne zaman?’ sorusunu haklı kılmakta.

ANAYASA

Yetersizliklerine karşın 1982 Anayasası, ülkesel ekosistemi koruyan hükümler öngörmekte. Bunlar, kamu yararı ve flora+fauna+homo sapiens ekseninde yaşamın bileşenleri olarak özetlenebilir. Devletin önleme, koruma ve geliştirme yükümlülüğü, ‘güvenli ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı’nı gerçekleştirme amacına yönelik.

Son üç haftada 4 büyük deprem, Anayasayı insan yerleşimleri konusunda etkili kılmanın ne denli ivedi ve yaşamsal olduğunu bir kez daha acı bir biçimde doğruladı.

Kuşkusuz, “ülke/insan/devlet” sıralamasını yansıtması gereken yeni anayasa hedefi, afet hukuku ilkelerini düzenleyici Anayasa değişiklik gereğini perdelememeli.

YASA

Ormandan İmara, madenden çevreye, umumi afetten yönetimine, kentsel dönüşümden deprem sigortasına, yetmiş yıla yayılan yasalar yelpazesi yürürlükte. Ne var ki, bu dağınık mevzuat, öngörülebilirlik ve ulaşılabilirlik sorunları başta birçok düzenleme zaafı nedeniyle, afetler hukukunu etkili kılamadı.

Dağınık mevzuat, afet hukuku için vazgeçilmez olan şu üçlü ilkeler zincirinin ayrı ayrı ve birlikte ortaya çıkmasını engellemekte:

-önleme/kurtarma/onarma,

-düzenleme/denetleme/yaptırım,

-görev/yetki/sorumluluk,

-liyakat/uzmanlık/bilim.

Haliyle, yasal düzenleme, bu ilkeleri bütünleşik kurallara dönüştürmek için gerekli.

AFETLER YÖNETİMİ

Bütünleşik yönetim gereği, zaman ve mekan bakımından da geçerli.

Türkiye Afet Kurumu, değinilen ilkeler çerçevesinde özerk yapıda bir örgüt olarak tasarlanmalı.

Afetler Akademisi, araştırma ve eğitim kurumu olarak yapılandırılmalı.

Yeterli bütçe için sosyal ve çevresel devlet gerekleri öne çıkarılmalı.

Yerel Yönetimeler, demokratik kitle örgütleri ve gönüllü girişimler de, örgüt şeması içinde yer almalı.

HANGİ İLKELER?

İnsan hakları anlayışını değiştiren afet hukuku da, insan hakları gerekleri ışığında dönüşüme uğruyor.

Örnek olarak, aşamalara göre:

-öncesi; herkes için güvenli konut hakkı, yerleşme özgürlüğünün alansal sınırlanmasını gerekli kılar. İhtiyat ilkesi gereğince önleyici önlemlerin alınması, sağlıklı ve nitelikli bir çevrenin önemi, afetlere karşı direnç için eğitim, formasyon ve duyarlılık; önceden bilgilendirme, katılım, ifade özgürlüğü, adalete giriş, işyerlerinde, turizm ve eğlence yerlerinde afetlerin önlenmesi, en kırılgan gruplara yönelik özel önlemler, alarm alıştırmalarının düzenlenmesi vd.

esnası; haberleşme özgürlüğü, yaşam hakkı derecesinde önemli. İnsancıl yardım, afet sırasında bilgilenme ve katılım, zorla boşaltma, haysiyete saygı öne çıkar.

sonrası; temiz hava, su, gıda, sağlık ve barınma hakları için dayanışma, eşgüdüm ve saydamlık gerekleri öne çıkar. Afetlerin sonuçlarına karşı direnci güçlendirmek, iktisadi, sosyal ve kültürel hakların korunması, kişi özgürlükleri ve siyasal hakları korumak, insan haklarının bölünemez özelliğinin de gereğidir.

ÜTOPYA DEĞİL…

Yapabilir miyiz? Bu bir ütopya değil. Ama unutmayalım: bugünün ütopyası, yarının gerçeğidir.

Ne var ki, bugünün acı gerçeği, ütopya sözcüğünü bile gereksiz kılıyor. Nedir bu?

Ölümleri engelleyememe bir yana, ölü sayısını bile saptayamama gerçekliği. Şu halde, yarının gerçeğini beklemeye gerek yok: sayıları bile bilinemeyecek kitlesel ölümler gerçeği ile yeniden yüzleşmemek için bugünden alınacak önlemlerin etkililiği, hukuku etkili kılmaktan geçer.

Şu halde, etkili bir afet hukuku için, yarının gerçeği olarak ütopya değil, bugünün acı gerçeği itici güç olmalı.

  • Sonuç olarak; etkili afetler ve risk yönetimi, afet hukuku etkililiği ile kurulur.

Millet Masası Ortak Programı, bu yönde bir irade ortaya koyduğuna göre, Sn. Kılıçdaroğlu’nun vurguladığı özeleştiri, eşit yurttaşlık temelinde, sorumlulardan hukuk önünde hesap sorarak anayasal demokrasi yolunu açar.