Günlük arşivler: 19 Eylül 2014

AKP’Yİ İKTİDARA GETİREN BİZLERİZ


AKP’Yİ İKTİDARA GETİREN BİZLERİZ

Portresi_Ali_Nejat_Olcen

 

 

 

Dr. Ali Nejat Ölçen
Aydın olan kişinin önce zihninin aydın olması gerekir. Aydın olan zihin kişiyi eleştirirken onun kişiliğine saldırmaz. Aydın olanın görevlerinden en önemlisi gerçekçi olabilmesidir ve sorguladığı konuyu ya da bireyi zedelememe özen göstermesidir.

Aydınlarımızın çoğu sorgulama özgürlüğünü kullanırken suçlama ve karalama türündeki alışkanlıklarını neden sürdürmektedir? Ve bir araya geldiklerinde birbirlerini anlamak yerine neden ayrışmaktadırlar? Zihnimde bu sorulara olumlu yanıt bulamıyorum. Aydınlarımızın düşün ve davranış farlılıklarını ayrışmaya dönüştürmelerindeki neden olasıdır ki, geneli görmeyip ayrıntıyla uğraşır olmaları.
Oysa ulusumuzun temel sorunudur emperyalizme karşı kendimizi ve toprağımızı koruyarak var olmak. Mustafa Kemal Atatürk’ün ulusalcı devletine o devletin Cumhuriyetine sahip olma sorunu ile karşı karşıyayız ve o temel sorunu bir yana atıp birbirimizi didiklemekle, suçlamakla, karalamakla uğraşıyoruz.

Elbette AKP gibi Cumhuriyet karşıtı gerici bir parti yolsuzluklar ve haksızlıklar batağında iktidarda kalmayı sürdürecektir. Misak-ı Millî sınırlarımızın kuşattığı
vatan bildiğimiz toprağımıza sahip çıkabilmemizdir temel sorun. Bunun dışındaki
tüm sorunları ayrıntı olarak önem dışına itekliyorum Çünkü, vatan bildiğimiz toprağın
bir parçasını ABD emperyalizminin desteğinde onun milis gücü PKK’ya
AKP iktidarının terk ettiği bir dönemde, aydınlarımızın husumete varan anlaşmazlık yaratmaları ihanetler dizgesine ortak olmak anlamına gelir. Başbakan olan kişi, 2023’te parantezin kapanacağını söyleyecek ölçüde dalalete ve ihanete kapılırken, aydın geçinen kişilerin birbirlerini suçlamaya kapılması öylesi ihaneti umursamamaktır.

**********

Prof. Dr. Ali Ercan’ı eleştirebilirsiniz, hepimiz gibi O’nun da yanlışları olmuştur.
Fakat kişiliğini zedelemeye, onurunu kırmaya hiç kimsenin hakkı olamaz.
O’nu eleştirmenin ötesinde, yöneltilen suçlamaları Türkiye’mizin ulusça varoluş sorununu unutmakla eşanlamlı görüyorum. Türkiye’mizin bölünüp parçalanması olasılığı karşısında aydınların bölünüp parçalanması yurtseverlikle bağdaşır
kabul edilemez.

Federal Almanya Devleti’nin Anayasa’sının 1’nci maddesi “Onurun dokunulmazlığı” koşulunu öngörmüştür. İnsan onurunun korunması görevini de devlete vermiştir.
(Die Würde des Menschen ist unantastbar. Sie zu achten und zu schützen ist verplichtung aller staatlichen Gewalt)

Kişiyi eleştirirken O’nun onurunu korumak ve kişiliğini zedelememek aydın olmanın
ön koşuludur. Unutmayınız, Mustafa Kemal, yendiği Yunan Ordusunun Başkomutanının (AS: General Trikopis) onurunu korumaya özen göstermiş ve O’nu konuk olarak ağırlamış, kılıcını teslim almamıştır. Gazi Mustafa Kemal’in düşmanının bile onurunu korumaya özen gösteren erdemini örnek alabilmeliyiz.
O’nun öğrencisi olarak bir anımı bilgilerinize sunmaya gereksinim duymaktayım:

TBMM’nin Plan Bütçe Komisyonu başkanı Nurettin Ok, benimle özel olarak konuşmak istediğini söylemişti (1977). Bir araya geldiğimizde:

Sayın Ölçen, dedi. Erzincan Senatörü üyemiz konuştuğunda eleştirileri bizde tepki uyandırıyor ve kimi zaman oturuma ara vermek zorunda kalıyorum. Sonradan tutanakları okuduğumuzda kendisine niçin kırmışız diye kendimize kızıyoruz. Sizi sessizce dinliyor fakat sonradan tutanakları okuduğumuzda size niçin kızmadık diye kendimize kızıyoruz. Bunun sırrını açıklar mısınız?

Yanıtım şu oldu     : Konuşurken sizleri gücendirmemeye özen gösteriyorum.
Zihninizde yakaladığım çelişkiye saldırıyorum ve sizler acaba doğru mu söylüyor diye kuşkuyla yüzüme bakarken, ben 4. tümcemi söylemiş oluyorum.

Bu yanıtım üzerine o günden sonra Plan Bütçe Komisyonu başkanı Adalet Partisi Milletvekili Nurettin Ok ve Eskişehir Milletvekili İsmet Angı en yakın arkadaşım oldular.

Bu anımı şu nedenle bilgilerinize sunuyorum : Hiç kimse aslında suçlu değildir
eğer kaba güç kullanmamışsa. Suçlu olan kişinin zihnidir, zihnindeki çelişkilerdir ve
o çelişkileri de bizler yaratıyoruz, Devlet yaratıyor, toplum ya da ailesi yaratıyor.
Örneğin R.T. Erdoğan’dan daha suçlu olan O’nun babasıdır. Oğlunu sevgi ve şefkatten yoksun bırakarak dövdüğü ve oğlunun onurunu korumadığı ve zedelediği için. Türkiye’ye zarar veren aslında R.T. Erdoğan’ın babasıdır.

Yukarıda özetlemeye çalıştığım düşün, davranış eylem farklılıkları aramızda husumete varan çelişkiler hatta çatışmalar yarattığı içindir ki; iktidarı AKP’ye gümüş tepside
teslim ettik.

Kanımca, kişinin onurunu koruyarak, O’nu incitmeden, dışlamadan eleştiri hakkını kullanabilmeliyiz. Çünkü, onurlu olmak hakların en yüce olanıdır. Onur kişinin
dik durmasını sağlayan erdemin kendisidir. Ve devletimizi ele geçiren onursuz kadrolara karşı savaşımı ancak onurumuzu ve birbirimizin onurunu koruyarak kazanabiliriz. Çünkü kişilikli olabilmenin de  temelidir onur. Sanıyorum aydın olduğumuzu zanneden bizlerin temel sorunu budur.

Türkiye’yi unutarak değerli hocamız Prof. Dr. Ali Ercan’ı incitmeyi, onurunu zedelemeyi
Atatürkçü olduğunu söyleyen hiçbir kişiye yakıştıramam.

Böyle biline, çare buluna.

Saygılarımla. 19.9.2014

Dr. Ölçen

====================================================

Dostlar,

İsparta ADD’nin kurucusu ve 14 yıla yakın Başkanı olan çok değerli dava arkadaşımız Sn. Mahmut Özyürek‘in e-iletisi bize de ulaştı.

Sn. Ölçen’in yukarıda yazdıkları, bu açık mektup hakkında.

Sn. Mahmut Özyürek dostumuz söz konusu e-iletisinde Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan’ı
ağır bir dille yermekte.

Şimdiye dek adı geçen 3 saygın insanı da yakından tanıyoruz.
Mahmut bey ile İsparta gibi çok zor bir ilde, onca tarikatın arasında Başkanlığı yıllarında çok çalıştık. Ölçüsüz bir özveri ile ADD için yıllarca koşturdu Mahmut öğretmenimiz. Kendisinin bu ödenmez hakkını, her şeye karşın teslim etmek zorundayız.
Kendisinin arabasıyla, cebinden benzin doldurarak İsparta’nın birçok ilçesine
bizi konferanlar için bizzat kendisi taşımıştır. Biz de Edirne’den, 2004’ten sonra da Ankara’dan, tüm çağrılarına koştuk. İSPARTA ULUSAL GÜÇLER BİRLİĞİ
bir ziyaretimizde birlikte kurduk ve bu yapı sanırız halen işlemekte.

Mahmut bey yapısı gereği biraz sert bir insan. Sözünü hiç esirgemiyor, doğrudan ve sansürsüz söyleyip yazıyor. Hiç eyvallahı da yok. Güç koşullar çelikleştirmiş O’nu..
Kendisini tanımayanlar bu söylem biçiminden çok rahatsız oluyorlar. Oysa bizim gibi çook yakından tanıyan, çayını-kahvesini içmiş, yemeğini yemiş insanlar,
O’nun bu sert Anadolu erkeği tavrından hiç rahatsız olmuyor hatta seviyorlar bile..

Mahmut beyden biz gene de çooook kez ricacı olduk söylemlerini biraz yumuşak tutması için ama alışkanlıklar kolay bırakılamıyor galiba.. Bir de haksızlığa uğradığında insan söylemini yumuşatma zorluğu olabiliyor. Anlaşılma ve takdir görme beklentisi de elbette çoook yerinde ve haklı. Bu yönüyle Mahmut Başkanımızın duygusal gereksiniminin doyurulduğunu hiç sanmıyoruz.

2004-2006 döneminde biz ADD Genel Başkan Yardımcılığı yaparken
Sn. Özyürek’in Genel Merkez ile hiç sorunu olmadı. O bizi, biz de O’nu biliyorduk çünkü.
2006 Haziran’ında biz Genel Başkan adayı olmuştuk anacak Sn. Şener Eruygur seçimi kazandılar. Biz de kendisinin istemiyle, seçilmiş GYK üyesi olarak
Genel Başkan Başdanışmanı görevini üstlendik. Mahmut öğretmenimiz
Şener Paşa’yı ve iletisinde adını verdiği 2 hanım çalışma arkadaşını kendince ve
bizce de haklı gerekçelerle çok eleştirdi. Oldukça da sert resmi yazılar yazarak..
Disiplin soruşturması yapıldı ve “Kınama” cezası GYK’da (Genel Yönetim Kurulu)
oy çokluğuyla onandı. Biz ve 4 arkadaşımız sözlü ve yazılı karşı oy yazısı kullanarak cezaya karşı çıktık. Bize göre ortada suç yoktu, anlayış ve hoşgörü ile Mahmut beyi kazanmak, gönlünü almak, açıklamalarla rahatlatmak olanaklı ve gerekliydi. Böyle yapıl(a)madı..

Biz Genel Başkan Yardımcılığı görevimizi, Şener Paşa Genel Başkan olunca,
O’nun sınıf arkadaşı, Ordu’dan daha yüzbaşı iken ayrılarak sivil yaşama geçmiş
Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘a devretmiştik. Sonraki yıllarda Sn. Ercan’ı daha yakından tanıma olanağımız oldu ve engin birikimiyle, Atatürk sevgisi ve bilinciyle, dostluğu – ağabeyliği ile… derin hayranlığımızı kazandı.. Kendisinden hiç incinmedik, çoook şeyler öğrendik. Çok sayıda ADD aydınlanma konferansı ve etkinliğinde birlikte görev aldık.
Web sitemizde çok sayıda değerli yazısını yayımladık. 2010-14 arası 2 dönem ADD Bilim – Danışma Kurulu‘nda kendileri Başkan biz de Yazman olarak emek verdik..

Tansel Çölaşan‘ın genel başkan olduğu söz konusu dönemde Mahmut bey,
bir komplo olduğuna inandığımız biçimde suçlandı ve ADD üyeliği düşürüldü.
Bu süreçte de kendisini hep savunmaya çabaladık ama ADD Yüksek Disiplin Kurulu oybirliği ile karar almıştı, biz GYK üyesi de değildik.. Üstelik Haziran 2014’te
Genel Kurul’da bu ceza onandı. Bu arada ADD İsparta Şb. YK da görevden alındı
ve atama yapıldı. Sn. Özyürek bu süreçlerde açık ve kaygı verici biçimde
Dernekler hukukunun, ADD tüzüğünün çiğnendiğini savundu. Davalar açtı.
Yazdığına göre birkaç davayı da kazandı.

O’nun derinden incinmişliğini, komploya kurban edildiği psikolojisini, kabul edilemez biçimde dışlanarak rencide edildiğini ve adalet duygusunun parçalandığı algısını anlıyor ve hürmetle karşılıyoruz. Can-ı gönülden diliyoruz ki, tüm haklarını
yargıda kazansın ve ADD İsparta Şb. Başkanlığına tüm onuruyla dönsün..

Ancak bu süreçte söylemleri – yazılarıyla suç işleyebilmekte, hakaretler edebilmekte
ve haklıyken haksız duruma düşebilmekte. Çok kez rica ettik ama özlenen düzeyde başarılı olamadık. Hiç olmazsa eleştirilerini – oklarını – suçlamaları insanların
kişiliğine değil eylemlerine yöneltmesi gerektiğini kezlerce açıkladık..
Temel iletişim kurallarına uyması gerektiğini anımsatmaya çabaladık.

Sn. Dr. Ali Nejat Ölçen ise 1922 doğumlu, 92 yaşında bir Cumhuriyet bilgesidir.
Kendileri ile 2004-2006 döneminde ADD GYK üyesi olarak birlikte çalıştık.
O’nu sayfalarca yazsak azdır. Ancak yukarıdaki iletisine bakmak bile yeter..
Gerçek bir bilgedir O!

Mahmut beyin adını geçirmeden yazdıklarına biz de katılıyoruz Sn. Ölçen’in.

Mahmut beyi de, Sn. Ölçen‘i de Ali Ercan hocayı da çook seviyor ve sayıyoruz.
Açık ortamlarda zehir zemberek ve kişiliğe dönük tartışmaları onaylamıyoruz.
Davranış ve eylemlerin onur kırmadan, ağırbaşlılıkla ve kanıta dayalı olarak eleştirilmesinde ise sonuna dek varız. Bu sitede daha önce Sn. Özyürek’in
birkaç yazısına, tüm ağırlığına karşın yer verdik. Gene veririz..
Ancak söylemi, belirttiğimiz kapsamda biçimlendirmek çok uygun olacak.

Bir de, Türkiye’ye giydirilen ATEŞTEN GÖMLEK, şu aralar istesek de
böylesi sorunlara zaman-emek ayırmaya hakkımız olmadığını bize düşündürüyor.,

Adı geçen her 3 insanı da çoooook seviyor ve derin hürmet besliyoruz.
Dileriz yüz yüze konuşma olanağı olur ve zamanla sorunlar çözülür..

ADD Genel Merkezini de Sn. Özyürek hakkında çook özenli – adil – hukuka uygun – hoşgörülü davranmaya ve kendisini yeniden kazanmaya çaba göstermeye çağırırız.

Sevgi ve saygı ile.
19.9.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

Bülent ESİNOĞLU : Ülkemiz bir yol ayırımında!


Ülkemiz bir yol ayırımında!

Dostlar,

Değerli arkadaşımız Sn. Bülent ESİNOĞLU çok acı ve çarpıcı saptamalar ve
köktenci çözüm önerileri içeren bir makalesini paylaştı :

Ülkemiz bir yol ayırımında!

Dikkatle okumak ve artık “gereğini yapmak”…

Umutsuzluğa asla yer vermeden..

Dünya Devrimler tarihi biz çok öğretici dersler vermekte ve
güven sağlayan deneyimler kazandırmakta..

Türkiye’miz, bu karabasanı da Cumhuriyetin devrimci birikimi ile mutlaka aşacak.

Sorumluları da yargı önünde mutlaka hesap verecekler..

Sıkı durmanın zamanıdır..

Teşekkürler Esinoğlu..

Sevgi ve saygı ile.
19 Eylül 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================================

portresi


Bülent ESİNOĞLU
bulentesinoglu@gmail.com, 19.9.14

 

Koca Osmanlı İmparatorluğu, küçük yöneticilerin eline kalınca, yönetimler kendilerini yenileyemeyince, Osmanlı gericileşti ve kendini savunamaz konuma geldi.

Yani bir yol ayırımındaydı. Kurtuluş Savaşı‘nın yapılması zorunlu hale geldi. Devrimler zorunlu oldu.

Yol ayırımlarında, büyük devletlerin lokması haline gelmemek için,
ittifaklar zorunlu hale gelir.

Tek başına halledemeyeceğiniz konularda, kimi düşüncelerinizden özveride bulunup, size yakın güçlerle ittifak yapmak durumundasınızdır.

Mustafa Kemal de bunu yaptı.

İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı Sovyetler Birliği’nden destek aldı.

Ancak Atatürk’ün vefatından sonra, bu birliktelik sürdürülmedi. Eski mandacıların çocukları ortaya çıktı. Yönetimleri ele aldı. Tekrar Batının, dolayısıyla
Amerika’nın emrine girildi.

Küçük Amerika süreci Türk halkını çürüttü.
Ülkeyi savunan değerler yıkıldı. Vatansız Müslümanlar türedi.

Ülke yoluna devam edemez hale geldi.

Böyle durumlarda halkımızın önüne, bir seçim yapma zorunluluğu çıkar.

Bu yol ayırımı, öncelikle iktidar konumunda olanlar için zorunluk taşır.
Önderlik olmazsa, zaten halk, başındaki belalarla uğraşmaktan,
ülkeyi savunacak bilince ulaşamaz.

Olayları ve olayların yorumunu, iktidardaki çıkar sahiplerinin gözü ile izler.

Önderler bir şeyler yapabilirse yaparlar.

Şimdiye dek ittifak halinde olduğumuz Batı bloku, bizim çıkarlarımızı hiçe saydı. Dolayısıyla, bu blokla ittifak halinde olmanın bir anlamı kalmadı.
(İttifak demek de ne denli olanaklı, bilemiyorum ama…)

Sistem bizim aleyhimize işledi.

Şimdi Batı, Osmanlının son zamanında olduğu gibi, daha çok şey istiyor.

Yani gene ülkemizi biraz daha küçültmek istiyor.

Açılım, toprak vermenin Batılılar tarafından, halkı ikna etmek için icat edilmiş adıdır.

Zaten PKK’ya doğrudan silah vermeleri de, bunu açıkça göstermektedir.

Aynı Bulgarlara, Yunanlara silah verdiği gibi şimdi de, PKK’ya, Peşmergelere
silah veriyor Batı. Kürt milliyetçiliğini yükseltirken, bizim milli değerlerimiz üzerinde, içerdeki işbirlikçilerini kullanarak savaş yapıyor.

İşbirlikçilerin bugüne dek kullandıkları “bölünmüş Türkiye Batı’nın
işine yaramaz” 
iddiasının da sonuna gelmiş olduk.

TÜSİAD hala diyor ki; “Dünyaya Amerika’nın optiğinden bakmalıyız.”

  • IŞİD, ABD’nin AKP’yi de kullanarak,
    milli devletleri istikrarsızlaştırmak için kurduğu bir operasyon aracıdır.

IŞİD bahane edilerek, Batı yeniden Irak ve Suriye’ye yerleşecek. Zaman zaman IŞİD’ı veya IŞİD’a yeni bir isim bularak, bölge ülkelerini tehdit etmeye devam edecektir.

Zaten bu o denli açıktır ki, Şam’ın güneyinde konuşlanmış El Nusra cephesine, Suriye ordusu tarafından bir harekât oldu mu, İsrail Suriye ordusunu vuruyor.

Öte yandan İngiltere, ABD ve Fransa Suriye’deki muhaliflere (aslında teröristlere) yardım yapacaklarını açıkça ifade ediyorlar.

  • Evet, Türkiye bir yol ayırımındadır!

Önce Ulusal bir iktidar kurarak yönetimimizi modernize edeceğiz,
sonra da ulusal çıkarlarımızı ABD’ye karşı korumak için halkımızı hazırlayacağız.

Mevcut iktidar Batıdan hakkaniyetli bir davranış bekliyor.
Mezhepçilikle işleri yürüteceğini sanıyor.

Osmanlı yıkılırken de, Osmanlı aydını, İngiltere ve Fransa’dan gelecek Hakkaniyetli bir Barış bekleyişindeydi.

Aynı noktaya geri geldik…

Hüsnü MAHALLİ : MÜSLÜMAN KARDEŞLER 1 ve 2


MÜSLÜMAN KARDEŞLER 1 ve 2

Dostlar,

Ortadoğu konusunda derin uzmanlığı tartışma dışı olan Sn. Hünü Mahalli
18 ve 19 Eylül 2014 günlerinde YURT‘ta çok önemli 2 ardışık makale kaleme aldı.. (aşağıda..)

RTE’nin İslami örgütlere terörist oslun – olmasın bize çok anlaşılmaz gelen “aşkının” artalanı bu yazıda aydınlığa kavuşuyor :

  • Çünkü Erdoğan yeniden Halife olabileceğini hayal etmişti.

Erdoğan başta olmak üzere her-kes aklına bir güzel koymalı ki;

HALİFELİK; tarihsel işlevini yitirmiş, içi boşalmış, çağdışı bir dinci baskı amaçlı
siyaset kurumudur.

Türkiye’de 3 Mart 1924’te (1340) 430 sayılı yasa ile

HALİFELİK bir Devrim Yasası ile yürürlükten kaldırılmıştır.

Bu yasa, Anayasa’nın 174. maddesinde sıralanan 8 Devrim Yasasından biridir ve Anayasl koruma altındadır. Dolayısıyla Anayasa’nın ilgili maddesi değiştirilemden Hilafet kurumu yeniden getirilemez. Kaldı ki, Türkiye, Anayasası’nın 2. maddesinde sayılan değiştirilemez ve değiştirilmesi bile önerilemez temel Cumhuriyet değerlerinden birisi olarak “Laik” bir ülkedir. (Ayrıca md. 24 vd.)

Dolayısıyla ancak KURUCU BİR İKTİDAR ile yepyeni bir Anayasa yapılır ve bu “hukuksal” (!?) engeller aşılabilirse (!) Türkiye’nin laik-demokratik-hukuk devleti olma
(ayrıca 3 özellik daha var 2. maddede : insan haklarına saygılı,
Atatürk milliyetçiliğine bağlı, sosyal
) yapısı değiştirilebilir.

Ham hayaller peşinde serüvenciliğin yeri yoktur.
HALİFELİK dünya insanlık tarihinde artık çöplüğe atılmış bir kurumdur.
Onu yaşatacak – işlevsel kılacak toplumsal – ekonomik – politik – sosyal – kültürel –
sosyal psikolojik… doku ve iklim artık çağcıl dünyada yoktur ve böylesi bir iklime
geri dönüş de söz konusu değildir.

Ülkenin sınırlı enerjisi bu tür yersiz alanlarda tüketilmemelidir.

Türkiye, AKP kadrolarınca başlatılan Cumhuriyetin temel değerleri üstündeki yapay
ve gereksiz tartışmaları derhal bir yana bırakarak üretmeli, üretmeli, üretmelidir.
21. yy’da tutunabilecek akıl ve bilim – teknoloji toplumu olmaktan başka çare yoktur.

Çocuklarımıza Arapça değil geleceğin dillerini öğretmeliyiz.. Çince, Hintçe, Japonca..

Çocuklarımıza boooooooool kepçe din, ilahiyat, fıkıh, tefsir, siyer (peygamberin yaşamı)… gibi konuları değil; Matematiği, Mantığı, Felsefeyi, Çözümleyici (analitik) düşünmeyi, eleştirel aklı geliştirici eğitimi yaşama geçirmeliyiz..

  • Ne yapıp edip ERDEMLİ – AHLAKLI bir toplum yetiştirmeliyiz.

Bunca İHO – İHL – İlahiyat Fakültesi – Cami – Hoca – Hacı – Mele – Cemaat – Tarikat..
ama dünyanın en ahlaksız toplumu aynı zamanda…

2 seçenek var : Ya izlenen eğitim politikaları özlenen AHLAKLI- ERDEMLİ toplumu üretmede başarısız – yetersiz..

Ya da “dünyanın en ahlaksız toplumu” nun başat nedeni!
Dolayısıyla, zorunlu din derslerinin hiç kıvırtmadan, AİHM kararı uyarınca
artık kaldırılması kaçınılmazdır..

Canalıcı sorun budur..

RTE ya da başkalarının (Davutoğlu vd.) akıldışı (irrasyonel)
Yeni Osmanlı – Hilafet özlemleri, ham hayalleri asla değil..

RTE’nin akıl haritasını – ruhsal dünyasını ele geçiren ve yönlendirenler başta olmak üzere Ulusumuza..

Duyururuz…

Sevgi ve saygı ile.
18.9.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Not       : Mustafa Kemal Paşa’ya Halife olması önerildiğinde ne yanıt verdiği okunmalıdır. 90 yıl önce Paşa, bu kurumun içi boş bir tahakküm kurumu ve dini siyasete alet eden bir heyula olduğunu belirterek kesin ve set bir dille geri çevirmişti. Aradan geçen 90 yıl Halifelik adına lehte midir, aleyhte midir? Yandaşlar iyi tartmalıdır. Sitemizde konuya ilişkin epey yazı vardır.. Okunması dileğiyle..

– 3 MART 1924 DEVRİM YASALARININ ÖNEMİ

– 90 Yıl Sonra 3 Mart Devrim Yasaları : Onlar da Türkiye de Tam Bir Şeriatçı Kuşatmada !

Müslüman Kardeşler hakkında :

– Müslüman Kardeşler ve Şeriata Gömülen Mısır…

========================================

Portresi

 

Hüsnü MAHALLİ
hmahalli@hotmail.com
YURT, 18.9.14

 

MÜSLÜMAN KARDEŞLER-1

Müslüman Kardeşler hareketi 1928’de Hasan El-Benne tarafından Mısır’da kuruldu
Bu hareketin kuruluşu ile ilgili olarak çok şey söylendi.
Örneğin İngilizlerin dolaylı desteği.
Örneğin Suudi Arabistan sponsorluğu.

1950’li yıllarda Arap milliyetçiliği ile sola karşı komplolara başlayan örgüt yasaklandı, liderleri idam edildi ve kaçanlar hep Suudi Arabistan ya da İngiltere’ye sığındı.

Müslüman Kardeşler’in Arapçası El-İhvan El-Müslimin.

İhvan kelimesini ilk kez Suudiler kullandı. 1747’den başlayarak Osmanlı’ya ve Osmanlı ile işbirliği yapan aşiretlere karşı ayaklanan Suud Ailesi ve Vahabi mezhebinin kurucusu Muhammed Abdülvahab, bu ayaklanmada örgütledikleri serserilere İhvan adını verdiler. Çok bağnaz dini öğretiler ile beyinleri yıkanan bu İhvanlar yani Kardeşler inanılmaz katliamlar yapıyordu.
.
Suud Ailesi İngiliz işbirliği ile Hicaz ülkesinde Suudi Arabistan Kırallığını kurunca,
Kral Abdülaziz 1929’da İhvanları ortadan kaldırdı.
Nasıl olsa kardeş ülke Mısır’da yeni İhvanlar ortaya çıkmıştı.
O tarihten sonra Arap ve İslam dünyasında ortaya çıkan tüm İslami hareketler
ideolojik olarak Suudi ve Mısır İhvanlar’ından etkilenmişlerdir.

ABD ve Batı ise 2. Dünya Savaşı sonrasında komünizme karşı savaşta hemen hemen tüm İslami hareketleri kullanmıştır. Çünkü din kökenli bu hareketlere göre
‘Komünistler dinsiz ve Allahsızdır’.
CIA onlara öyle öğretmişti.

Bir Amerikan araştırma kuruluşunun hesaplarına göre Suudi Arabistan,
çağdışı Vahabi mezhebini yaymak, dünyadaki Müslümanları daha da bağnazlaştırmak ve onları Amerikan hizmetine sunmak için 1931-91 arasında 87 milyar $ harcamış.
En büyük payı hep Kardeşler almıştı.
Suudi Arabistan ve büyük patron onları çok seviyordu.
Ülkelerinden kovulanların tümü ya Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine ya da ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve öbür Avrupa ülkelerinde konuk ediliyorlardı.

AKP’nin Kasım 2002’de iktidara gelişi ile birçok şey değişmeye başladı.
İhvanları sevme konusunda AKP yönetiminde Türkiye, ezeli düşman Suudiler ile yarışmaya başlamıştı.
Vahabi mezhepli olmasına karşın Suud Ailesi’nden hoşlanmayan Katar Emiri Hamed ise bunu fırsat bilerek Ankara’nın çizgisine yaklaştı.
Adam inanılmaz zengin.
AKP ise iktidara gelir gelmez Rahmetli Erbakan Hoca’nın yolunda yürüyerek dünyadaki tüm İslamcı parti, grup, örgüt ve hareketlere el uzattı. Çekingen başlayan bu ilişki zamanla çok gelişti ve İstanbul bu kesimler için etkin bir merkez oldu.

AKP Hükümeti İhvan olan herkes ile ilişki kurmuş, farklı içerik ve düzeylerde
birlikte hareket etmeye başlamıştı.

‘Arap Baharı’ öncesinde bile ülkelerinden kaçan ya da Batı ülkelerinde barınan İhvanların büyük bölümü İstanbul’u yeni mesken edinmişti.
AKP Hükümeti hepsi ile çok sıkı ve kapsamlı mali ve ekonomik ilişki kurmuştu.
Yasin El- Kadı yalnızca bir örnek .

Kardeşlerin yönetiminde Yeşil Sermaye kurumları içte ve dışta hızlı bir şekilde zenginleşiyordu.
Esad ise Türk ve Arap medyasına verdiği demeçlerde

“Erdoğan bana gelip ‘reform yap’ dediğinde aslında bir tek şey istiyorudu :
Müslüman Kardeşleri serbest bırak ve hükümeti onlarla paylaş..” diyordu.
Yani Erdoğan bu söylem ve tutumu ile dünyadaki tüm Kardeşlere

‘ Bundan böyle koruyucunuz Suudiler değil benim’ demek istiyordu.
Hamas’a da bunun için sahip çıkıyordu.
Çünkü Hamas İhvan idi.
Yani AKP’liler gibi.
.
Çoğunluk onlar ile anlaşamıyordu .
Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Libya, Tunus ve diğerleri…
Onları İhvan olmayan İhvan tanımı ile ‘Kafir Alevi Esad ve onun müttefiki Şii Iran ve Hizbullah’ sahipleniyordu.

ABD bile Esad’a gidip ‘Bu terörist Hamas İhvanlarından vazgeç sana istediğini verelim’ demişti.
Esad İhvan değildi ama ‘ Kardeş kardeşten vazgeçmez’ diyerek Amerikalılar’ı kovmuştu.
Sonrasında ‘Arap Baharı’ oyunu başladı.
Neler mi oldu onu da yarına bırakalım.

  • Çünkü Erdoğan yeniden Halife olabileceğini hayal etmişti.

=======================================================

MÜSLÜMAN KARDEŞLER-2

Portresi

Hüsnü MAHALLİ
hmahalli@hotmail.com
YURT, 19.9.14

 

Arap Baharı tezgahı ile İhvanlar Tunus, Fas, Mısır, Libya ve Yemen’de iktidara geldi
ya da güçlendi. AKP yönetiminde Türkiye, tüm bu süreçte İhvanlara her alanda sınırsız destek verdi. İstanbul İhvanların yeni uğrak yeri ya da başkenti olmuştu. AKP her gün bu ülkelerden yüzlerce İhvanı konuk ediyor, yardım ediyor ve eğitiyordu. TRT’de onlar için Arapça özel bir kanal bile kuruldu. Her hafta İstanbul’da İhvanların katılımı ile bölgesel ve uluslararası konferanslar, sempozyumlar, seminerler düzenleniyordu.

Erdoğan ‘Yakında Sultan olurum’ rüyasını görmeye başlamıştı

Davutoğlu ‘stratejik derinlikten’ giderek tüm bölgenin Kardeş olacağını söyleyip duruyordu.
Katar Emiri’nin televizyonu Elcezire, Erdoğan ve Davutoğlu’na durmadan gaz veriyordu.
Ama olmadı.
Belki de kendi Mason Biraderlerin nazarı değmişti.
Erdoğan ve Suriye’nin Dostları Grubu’ndaki 100 ülkenin sınırsız desteğini alan
Suriyeli Kardeşler Esad’ı deviremedi. Suriyeli Kardeşlere başta Arap ülkeleri olmak üzere 70-80 ülkeden başka hakiki Kardeşler geldi ama yine olmadı.
Esad hep direndi ve ayakta kaldı.
Esad direnince Mısır’daki Kardeşler iktidarı  devrildi.
Hasan Elbenne’nin ülkesi Mısır gidince, Erdoğan’ın rüyası kâbusa dönüştü.
Üstelik Kardeşlerin işi Tunus, Libya, Fas, Yemen, Irak  ve Filistin’de çok kötü gidiyordu.
Suriye’de durum daha da kötüleşiyordu.
Tüm desteğe rağmen Kardeşler işe yaramamış ve ortaya yeni türden Kardeşler çıkmıştı.
Nusra, İslami Cephe, Mücahitler Ordusu ve daha niceleri .
Ama en orjinal Kardeşler IŞİD‘in saflarında iman ediyordu.

  • Çünkü kestikleri kafalar ile zevkle top oynuyorlardı!

Orijinal Vahabi Kardeşliği‘nden çok şey öğrenmişlerdi.
Yoksa Nusra, ÖSO ve öbür kardeş örgütler içindeki Kardeşlerinin kafalarını
keserler miydi?
Kardeş Erdoğan çok üzülmüş ve çaresizdi.
.
IŞİD’çi İhvanlar 49 Türk vatandaşını rehin almıştı

Ama olsun Erdoğan-Davutoğlu yönetiminde Türkiye Kardeşler’den vazgeçecek gibi görünmüyor.
İhvan hareketinin çökmesine rağmen.
İhvan kelimesinin patentine sahip Suudiler ve Mısırlılar artık Kardeşlere terörist diyor.
Nusra ve IŞİD’ten farkları yok.
AKP yönetiminde Türkiye ise ülkelerinde terörist muamelesi gördüğü için kaçan
tüm Kardeşlere kapılarını açmış durumda.
Mısır, Libya, Suriye, Tunus, Irak ve daha birçok ülkenin Kardeşleri İstanbul’da barındırılıyor.
İstanbul’da her hafta Kardeşler ile ilgili bir etkinlik yaşanıyor.
Arap medyasında bunlar ile ilgili olarak bolca haber yayınlanıyor.
En son bu ay başında Dünya Müslüman Alimler Birliği Kongresi vardı.
Kardeşlerin ruhani lideri, ideologu ve her seçimde Erdoğan için dua ve Gülen için beddua eden Yusuf Kardavi yeniden birliğin başkanı seçildi.
Adam Suriye’de Alevi ve Şiilerin öldürülmesi fetvasını vermişti.
Kardeşler de O’nu dinlemişti. ÖSO, Nusra, IŞİD ve öbürleri .
Hepsinin Türkiye’de Kardeşleri var.
Hepsinin Washington’da Çeyrek Müslüman Obama gibi Big Brother‘ları var.
‘Ben bilmem eşim bilir’ misali.
Hangi Kardeşler nereden kovulacak ya da hangileri nereye gidecek,
hepsine Büyük Birader karar verir.
Bazen söz bazen de telapati.
O da olmazsa beyzbol sopası.
Kardeş Kardeşi isterse sever isterse döver.
Şekil ve şemal hiç önemli değil :
Ilımlı, mülayim, yumuşak,  mazbut, light, sakin, hırçın, sert, kavgacı, radikal
ya da kapkara…
Hepsi frençayzing usulü ile çalışır.
Önemli olan ‘helal mal’ satmaktır.
Yani hakiki İhvan olmaktır.
Hepsine İstanbul’da yer var.
TOKİ boşuna bu kadar inşaat yapmıyor.
Umarım depreme dayanıklıdır.
Bir de tsunami ile uğraşmayalım.

ONUR ÖYMEN : ORTADOĞU’DA KAYGI VERİCİ GELİŞMELER.. ve Çağrışımlarımız..


ARŞİVİMİZDEN….

ORTADOĞU’DA KAYGI VERİCİ GELİŞMELER.. ve Çağrışımlarımız..


Dostlar
,

Sn. Onur ÖYMEN‘in 12.7.2012 tarihli, 2 yıl 2 ay önceki bir yazısını
paylaşmak istiyoruz..

ORTADOĞU’DA KAYGI VERİCİ GELİŞMELER

AKP hükümeti bu öneriler biraz kulak kabartsaydı??
Sn. Öymen‘in Dış Politikadaki tartışılmaz birikimi – deneyimi göz önüne alınsaydı??

Bugün Türkiye Ortdaoğu cehenneminde gırtlağına dek batmış, suça bulaşmış, “HAYDUT DEVLET” olara suçlanma eşiğine sürüklenir miydi?

En azında “eli kana bulaşmamış” olurdu..
Çok sayıda masum insanın ölümüne neden olmamış olurdu!..

Gelişmeler çok kaygı verici ve başlıca sorumlusu da AKP – RTE.

Dün sitemizde yer alan Sn. Hüsnü Mahalli‘nin “Müslüman Kardeşler” yazısı da birlikte okunduğunda, “RTE’nin Halifelik hayalleri” nin ülkemize ve Ortadoğu’ya ne denli korkunç bir bedel yüklediği ve gelecekte de yükleyeceği daha rahat anlaşılacaktır.

49 yurttaşımız 3,5 aydır bir kanlı terör örgütü elinde rehin
ve koskoa T.C. Devleti çaresiz !?..

İnsan sormadan edemiyor :

  • RTE ve Başbakan’ın bir türlü “terör örgütü” diyemediği IŞİD’e rehineler bir tertip miydi ki, IŞİD’in üzerine varmamak için gerekçeniz olsun?
    Ya da başkaca açıklarınız mı var bu örgüte karşı, rehine şantajına
    boyun eğiyorsunuz??

Veya “ağır” geldi ise;

  • “Terör örgütü IŞİD karşısında bu denli aciz – zavallı – güçsüz müsünüz ki; bir operasyon ile 49 canımızı 3,5 aydır kurtaramıyorsunuz?”

3. bir seçenek var mı??

*****

Bu felaketli gidiş hızla dur – du – rul – ma – lı – dır!

“RTE’nin Halifelik hayalleri” nin mutlaka yıkılması gereklidir..
Hem de tez elden..
Sorumlu herkesten içten ricamızdır..

Sevgi ve saygı ile.
19.9.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

ORTADOĞU’da kaygı verİcİ gelİŞmeler

portresi2

ONUR OYMEN
OOYMEN@HOTMAIL.COM
12.7.2012 

Orta Doğu’daki son gelişmeler hem Türkiye hem de bütün bölge için giderek daha kaygı verici hale geliyor. Amerika’nın eski Savunma Bakanı Robert Gates,
Bloomberg televizyonuna, Suriye’deki kimyasal silahların bazı terör örgütlerinin ve Lübnan’daki Hizbullah’ın eline geçmesinden kaygı duyduklarını söyledi. Gates, ayrıca, bir İsrail-İran çatışmasında İran’ın bölge ülkelerindeki petrol tesislerine sa
ldırabileceğini ve dünya çapında terörist saldırıları tahrik edebileceğini belirtti.

Suriye’deki gelişmeler tam bir insanlık dramı halini aldı.
40.000’e yakın Suriyelinin yaşamını yitirdiği söyleniyor. Özgür Suriye Ordusuyla
PKK yanlısı PYD Türk sınırına yakın bölgenin egemenliğini ele geçirmek için çarpışıyorlar. Silahlı ayaklanmacıların 29 öğrenci ve 1 öğretmeni öldürmelerini kınayan pek olmadı. Suriye’de bir yönetim değişikliği durumında bile iç barış ve istikrarın geleceğine inanan az.

Irak Başbakanı’nın Sayın Başbakana gönderdiği mesaj dostluktan çok tehdit ağırlıklı. ’Benim üzerime gelirseniz ben de sizin başınıza dert açarım’ anlamı taşıyor.
Enerji Bakanımızı taşıyan uçağa iniş izni verilmiyor. Maliki ile bizim asıl sorunumuz Kuzey Irak’tan terörü tasfiye etmemesi olmalı. Ancak Türk hükümetinin Maliki’den yakınması daha çok Sünnilerle Şiiler arasında denge sağlamamasıyla ilgili.
Bu arada Barzani silahlı kuvvetlerini Kerkük’e gönderiyor, bizden ses yok.
Hani Kerkük bizim kırmızı çizgimizdi!

Mısır da tam bir kaosun içine sürükleniyor.TIME‘ın yılın adamı seçtiği Mursi içeride demokrasiyle bağdaşmayan adımlar atıyor. Birkaç gün önce yayınladığı bir kararnameyle, iktidara geçtiği tarihten başlayarak yayımlanan hiçbir yasa ve kararnamenin temyiz edilemeyeceği kuralını getirdi. Kendisine demokrasiyle bağdaşmayan çok geniş yetkiler tanıdı. Bir gecede Anayasa Konseyinden geçirilen ve 15 Aralıkta referanduma sunulacağı ilan edilen
yeni anayasa tasarısı da demokrasiyle bağdaşmayan, şeriat düzenini güçlendiren, kadın haklarını ve basın özgürlüğünü kısıtlayan hükümler içeriyor.

Bu metni hazırlayan Anayasa Konseyinin 15 üyesi çalışmaları boykot etti.
Demek ki orada masadan kalkılabiliyormuş! Komitede yalnızca 4 kadın var.
Bunların da hepsi şeriatçı. Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Yüksek Komiseri
Navi Pillay bugün yaptığı açıklamada yeni anayasa önerisinin kimi bakımlardan 1971 anayasasının bile gerisinde olduğunu söyledi. Tahrir Meydanı’nda ve başka yerlerde laik ve çağdaş demokrasi isteyenlerin Mursi’ye karşı düzenlediği gösterilerde şimdiye dek 7 kişi öldü, 700 kişi yaralandı. Yüzlerce gazeteci de protesto gösterilerine katıldı. 10 dolayında gazete Mursi’yi protesto için bugün yayımlanmadı. Muhammed el Baraday ve Amr Musa gibi önemli kişilikler “Ulusal Kurtuluş Cephesi” adıyla
şeriat yanlısı olmayan bütün partileri kucaklayacak bir muhalefet grubu kurdular.
Cumhurbaşkanının 4 danışmanı ard arda istifa ettiler. Mısır’da Temyiz Mahkemesi ve İstinaf Mahkemesi, Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin kendisini yargı denetiminden muaf tutan kararnamesinin anayasaya uygun olup olmadığına karar verilene kadar çalışmalarını askıya aldı. Yüksek Anayasa Mahkemesi’nin sözcüsü Mahir Sami ise Mursi’nin saldırısı altında olduklarını söyledi.

Bütün bu gelişmelere karşın Sayın Başbakan Mursi’yi desteklemeğe devam ediyor.“Siz de özgürlüğü sağlayıcı yasal güvenceleri almak durumundasınız.
Yaptığı düzenlemeler 6-7 madde. Bunları yetkileri kendinde topluyormuş havasında vermeyi iktidarını gölgelemeye yönelik bir hamle olarak görüyorum.” dedi.

Ana muhalefet partisi yetkilileri Sayın CHP Genel Başkanı’nın önümüzdeki dönemde Mısır’a gideceğini açıkladı. Büyük olasılıkla önce Filistin’e gideceğini, Mısır dışında Irak’ı da ziyaret edeceğini söyledi. “Gazze’ye de gidecek.” dedi. Bilindiği gibi Gazze’de yönetimi elinde bulunduran Hamas Batı ülkelerinin terörist örgütler listesinde
yer alıyor. Basın haberlerine göre CHP lideri Erbil ve Süleymaniye’yi de ziyaret edecekmiş. 

Bu denli kaygı verici gelişmelerin, şiddetin ve iç çatışmaların yaşandığı bir ortamda Türkiye’nin iktidarı ve muhalefetiyle biraz daha mesafeli bir politika izlemesi
uygun olmaz mıydı? Geleceği bu denli belirsiz bir bölgeyle ilgili olarak bugün atılacak yanlış adımlar, söylenecek yanlış sözler ileride sıkıntı ve pişmanlık yaratabilir.
Saygılar, sevgiler.

Mustafa BALBAY : ANKARA’nın SULARI… ve bizim katkılarımız..


ANKARA’nın SULARI… ve bizim katkılarımız..


Dostlar
,

Balbay dünkü yazısını Ankara’nın su sorununa ayırdı.
Doğallıkla teknik boyutların ayrıntılarına girmedi.
Bunları biz tamamlayalım..

Biz, doğrusu bu son kirlenme furyasına dek, kendimizi zorlayarak da olsa
musluk suyu içiyor ve soranlara da öneriyorduk.

“Halk Sağlığı” alanında uzman bir hekim olarak yıllarca
“Halk Sağlığı Bölge Laboratuvarı Müdürlüğü” yaptık..
Tüm su ve gıda örneklerinin laboratuvar çözümlemelerini (analiz) yasal resmi yetkili olarak yürüttük.

Suyun muayenesi “Organoleptik muayene” denen yöntemle başlar.
Adından da anlaşılacağı üzere, bu başlangıç muayenesinde başlıca duyu organları kullanılır.

Önce göz.. Bakılır, içme-kullanma suyu berrak – saydam olmalıdır.
Tortu ve yabancı cisim içermemelidir.
Ankara’nın suyu son zamanlarda beklenen ölçüde iç açıcı berrak değil..
Yer yer, zaman zaman boz bulanık, kahverengiye dek giden tonlar taşıyor..

Sıcaklık… Örnek alındığı cam kapta ya da ele değdiğinde bir sıcaklık sorunu yok.

Koku… Hoş olmayan metalik bir koku var..
İnsanı itiyor. İç huzuruyla kana kana içmeye engel bir koku. Çay da olmuyor..

Ve tad… Ağızda hiç de öyle huzurla içilebilecek tad bırakmıyor.
Ağır metal tadı var. Bu itici – rahatsız edici tadı apaçık ayrımsıyoruz.

Hele pet şişe sularıyla karşılaştırınca bu farklar iyice belirginleşiyor.

Ankara’nın 21. yıllık Belediye Başkanı Melih Gökçek ne denli savunursa savunsun, ortadaki veriler böyle. Kendisinin musluktan su içtiğine hiç ama hiç inanmıyoruz.

Ancak söylediklerinden ve yaptıklarının doğruluğuna inanıyorsa çağrımız şöyledir :

  • TTB Ankara Tabip Odası ve TMMOB Kimya Mühendisleri Odası yetkilileriyle
    Noter eşliğinde, basının izlediği biçimde yeterince su örneği bilimsel yönteme uygun olarak alınsın ve biri kamu biri özel 2 yetkili laboratuvarda incelensin..
    Bu işlem haftanın farklı günlerinde (Kızılırmak suyunun şebekeye verildiği ve verilmediği) yinelensin.. Sonuçları saydam olarak BİLME HAKKI bağlamında birlikte öğrenelim.

Gökçek dedikoduları aşmak istiyorsa yolu budur.
Başkaca bir inandırıcı ikna yöntemi yoktur.

Bizzat Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu‘nun “Ben bu suyu içmem!” demesi Gökçek için “çok uyarıcı” olmalıdır. Ama Melih bey hep savunmacı iletişimde.

Gökçek son derece başarısız bir yerel yöneticidir. 3 dönemdir O’nu aday gösteren
AKP sorumluluğa ortaktır. Eryaman – Sincan Metro hattını yıllarca bitirememiş,
sonunda Ulaştırma Bakanlığı tamamlamıştır. Su sorununu da çözememiştir ama
Ankara Belediyesi merkezi yönetime en borçlu belediyelerin başındadır.

Sağlık Bakanı’nın “Ben bu suyu içmem!” demesi sorumluluğu bitirmez.
Yasalara göre son çözümlemede Halkın Sağlığından sorumlu olan Sağlık Bakanlığıdır :

5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Yasası,
13.6.10, RG : 27610; md. 27: 

“.. kaynak suları, içme suları, doğal mineralli sular ve tıbbi amaçlı suların üretimi, uygun şekilde ambalajlanması, satışı, ithalat ve ihracatına ilişkin ilke ve yöntemlerle içme – kullanma suların teknik ve hijyenik koşullara uygunluğu,
nitelik standartlarının sağlanması-izlenmesi ve denetimi ile ilgili ilke ve yöntemler Sağlık Bakanlığınca belirlenir.” demektedir.

Su-gıdaların son derece önemli bir bulaşma yolu oluşturduğu bilinmektedir.
Salgınların çıkmasını önlemek için, kişi ve topluma dönük koruyucu çevre sağlığı hizmetlerinin kamu eliyle sürekli ve etkin yürütülmesi gereği ortaya çıkmaktadır.

Beş milyonu aşkın büyük bir kitlenin sağlığı söz konusudur. Konunun şakaya gelir yanı yoktur. Sağlık Bakanı, sorunu Bakanlar Kurulu’na taşımalı ve İçişleri Bakanlığı mülkiye denetçisi (müfettişi) görevlendirerek Gökçek’in görev ihmali – kusuru araştırılmalı ve gerekirse Danıştay kararı ile görevden alınmalıdır.

1992’de Peru’da çıkan kolera salgını 5 yıl sürmüş ve DSÖ’nün (Dünya Sağlık Örgütü) yoğun desteğiyle ancak yıllar içinde sönümlendirilmişti. 1971 İstanbul Sağmalcılar kolera salgını unutulmalaıdır. Halk ürkü (panik) içinde %30 koruyuculuğu olan Kolera aşısı olma için kuyruklara giriyor, Eminönü’de, Bakırköy’de, Üsküdar’da
3 kez aşı olarak koruyucu etkilerin birbirine ekleneceğini sanıyordu! Ne hazin!?

Başkent Ankara’da bu bağlamda bir bulaşıcı hastalık salgınının ekonomik boyutu sanıldığından çok büyük olacaktır. AKP’nin “Yeni Türkiye” si bu mudur??

Orman ve Su İşleri, Çevre ve Şehircilik, Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere Hükümetce görevlendirilmeli ve TTB, TMMOB’den uzmanlar da katılarak soruna el konulmalıdır.

Son olarak, Türk Ceza Yasası‘nda yer alan 3. Bölüm “Kamunun Sağlığına Karşı Suçlar” başlığı altındaki maddeleri (185-196) Gökçek başta olmak üzere
ilgililere anımsatalım :

TCY Md. 185 : 
(1) Taksirle (kusurlu olarak, kasıt olmadan) bir insanın ölümüne neden olan kişi, 2 yıldan 6 yıla dek hapis ile cezalandırılır.

(2) Fiil, 1’den çok insanın ölümüne ya da 1 veya 1’den çok kişinin ölümü
ile birlikte 1 veya 2’den çok kişinin yaralanmasına neden olmuş ise,
kişi 3 yıldan
15 yıla dek hapis ile cezalandırılır.

Burada Ceza hukukunun “kusursuz sorumluluk” ilkesinin geçerli olacağını,
sorumluların kent suyunun sağlıksız olmasından kaynaklanan olumsuz sonuçlara karşı ileri sürecekleri gerekçelerin (def’i) dikkate alın(a)mayacağını vurgulamak isteriz.

Ayrıca, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı‘nın da yaşananları “ihbar” kabul ederek adli soruşturma başlatması yerinde olacaktır. Yukarıda da değinilen 5996 sayılı yasa md. 40 bunu gerektirmektedir..

Son söz                 :

  • Ankara’nın su sorunu çok ciddidir ve bu sorun Gökçek’i aşmıştır;
  • Hükümet ivedilikle duruma el koyarak hızlı ve güvenli – sağlıklı – kalıcı çözümler üretmelidir.

Sevgi ve saygı ile.
19.9.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Metnin pdf biçimi için : ANKARA’nin-SU_SORUNU

==============================================

Mustafa_Balbay_portresi_Ata_ile

 


 

 

Tam başkentte iç politikadan dışişlerine kadar her alanda işin suyu çıktı derken, Ankara’da ciddi bir su tartışması çıktı. 

Biz de kendimizi suyun içinde bulduk.

Sürekli konuk olarak katıldığım, Halk TV’de Şaban Sevinç’in hazırlayıp sunduğu
Basın Koridoru programında her Salı olduğu gibi bu hafta da öncelikle siyasal gelişmeleri konuşmak üzere hazırlanmıştım. Latif Şimşek’in de katıldığı program, Ankara’nın bir süredir tartışılan içme suyu ile başlayınca, Melih Gökçek yanıt hakkını kaçırmadı. Aramızda üslup farkı olsa da kentin içme suyunu konuşmamak olmazdı.

CHP Ankara milletvekilleri Aylin Nazlıaka ve Levent Gök bir süredir konuyu gündemde tutuyor. Nazlıaka ve Gök kentin değişik bölgelerinden gelen yakınmaları da dikkate alarak Ankaralıları uyardılar, Gökçek’i de kamuoyunu doğru bilgilendirmeye ve sorumluluğa çağırdılar.

Gökçek’in canlı yayında verdiği bilgilere bakılırsa Ankara suyunu elmas niyetine sat, dünyanın çok az ülkesinde bu kadar temiz, arındırılmış, damıtılmış su var.
Her gün 400 ayrı bölgeden alınan örneklerinin ölçümü de bunu kanıtlıyor.
Kaldı ki, Ankara’nın çeşmelerinden akan su Gökçek’in ağzından dökülen sözcükler kadar hızlı olsa başkent tropikal iklime dönerdi.

***

Gökçek’in rakamlarına karşın Ankara’daki hastanelerin acil servislerine özellikle son bir aydır normalin üzerinde sindirim yolu rahatsızlığına dayalı başvuru yapılıyor.
Doktorların genel anlatımla söylediği şu:

  • “Bu aralar Ankara’nın sularında bir şey var!”

İçme suyu bir kentin can damarıdır. En küçük bir kuşkunun bile dikkate alınması, toplumu doyurucu bilgi verilmesi gerekir. Gökçek bir yandan art arda sıraladığı rakamlarla bunu yaptığını söylerken bir yandan da Ankara’nın sularında sorun olduğunu söyleyen hekimler hakkında suç duyurusunda bulunacağını haykırıyor.
Bu yönde çok umudumuz yok ama, olması gereken, o hekimi can kulağıyla dinlemek.

Gökçek’in mantığıyla hareket edilirse, hastalıklara neden aramaya gerek yok;
başlıca suçlu, bunu saptayan doktor. Teşhis etmese, hastalık da ortaya çıkmış olmaz!

2000’li yılların başında Ankara’nın su gereksiniminin Bolu çevresinden mi yoksa Kızılırmak’tan mı sağlanması gerektiği ikilemi yaşanmıştı. Bolu pahalı ama temizdi, Kızılırmak ucuz ama ağır metallerle dolu idi. Gökçek ikincisini tercih etti.

Kızılırmak suyu çok değerlidir; madenciliğe ve kimya sektörüne birebirdir!
Gelinen noktanın özeti bu.

***

Konuşmalarda medya ile ilgili soru sorulduğunda şöyle başlardım:

Medya içme suyu gibidir.
Bir kentin içme suyu kirlendiğinde insan bedenine ne olursa,
medya kirlendiğinde de topluma o olur.


Ankara’nın içme suyunda yaşanan sorun bir bakıma her iki kirliliği de anımsatıyor.

Günlük tartışmaların içinde su sorunu basit bir konu gibi gelebilir. Ancak daha şimdiden 21. yüzyılın en ciddi konularından biri durumuna geldi.

Suda 3’lü kıskaç var                            : 

1. Dünya nüfusu artıyor,
2. Her bireyin kullandığı ortalama su miktarı artıyor,
3. Temiz su kaynakları azalıyor.

Örneğin 1900’lu yılların başında dünya nüfusu 1.5 milyar iken kişi başına yıllık su tüketimi 350 metreküp idi, nüfusun 7 milyarı aştığı günümüzde tüketim 750 metreküpü buluyor.

Türkiye sanıldığı gibi su zengini bir ülke de değil.

Bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için kişi başına yılda 8 bin metreküp suyun düşmesi gerekiyor. Bizdeki rakam 1500 metreküpün altında.
Durum böyleyken barajlardan plansız kentleşmeye dek her yöntemle temiz su kaynaklarımızı kurutuyoruz, kirletiyoruz.

Başkentteki temiz su tartışmasının sorunun gerçek boyutlarını gündeme taşımasını dileyelim.  

ÇARŞI GRUBU’na YAPILAN BASKILARI KINIYORUZ!


ÇARŞI GRUBU’na YAPILAN BASKILARI KINIYORUZ!


Beşiktaş ÇARŞI Grubu
, tümüyle demokratik hak ve özgürlükler bağlamında olan
yasal, hukuka uygun bir topluluktur. Anayasal güvence altındadır ve

Anayasa md. 25 uyarınca “Düşünce ve kanaat hürriyeti” ni

Anayasa md. 26 uyarınca da “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” ni kullanmışlardır.

Ayrıca Anaysa md. 34 uyarınca da
“Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı” vardır.

Bu madde, ilk fıkrasında şöyle yazar :

Anaysa md. 34 : “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”

ÇARŞI Grubu, 31 Mayıs 2013 günü İstanbul Taksim’de “Gezi” de başlayan
AKP karşıtı doğal – yasal – demokratik protesto eylemlerinde
çok etkin katılım sağlamıştır.

AKP iktidarı bu durumdan çok rahatsız olmakta ve gelecekte benzer eylemlerin düzenlenmemesi için elinden geleni yapmaktadır. Korku bacayı samıştır.
Öyle ki; bu kümede (grupta) yer alan insanları sindirmek için, yapılabilecek en ayıp –
yüz kızartıcı davranış sergilenerek, DARBECİLİK suçlaması yüklenmiştir.

Sivil – silahsız sınırlı sayıda bir insan topluluğu nasıl Hükümet devirebilir ki?

AKP iktidarının, tüm despot yönetimlerde olduğu gibi “iktidardan düşme” fobisi ile takınaklı (obsessif) – zorlantılı (kompülsif) paranaoid davranışlar sergilediğini izliyoruz. Bu üzücü durum son derece sağlıksız olup, ülkemizi Faşizme götürür!
Yaşanan da budur. AKP iktidarı giderek otoriterleşmiş, neredeyse totaliter – baskıcı bir rejime ülkemizi sürüklemiştir. İnternet sansürleri, TİB’e verilen olağanüstü ve hukuksuz yetki ve olanaklar (çok özel personel, donanım, sınırsız dinleme – engelleme..), Cemaatle ortak yürütülen Ergenekon vb. tertip – kumpas davalar,
yıllarca hapisler..demokratik hukuk devletlerinde kabul edilemez ve
örneği gösterilemez dayatmalardır.

Gerçek darbeci AKP iktidarlarıdır!

T.C.’nin Anayasal temel değerleri ile ciddi – uzlaşmaz çatışmaları vardır ve
bu rejimi yavaş yavaş yasa – hukuk – anayasa… dinlemeden eylemli olarak (fiilen,
de facto) sürekli biçimde başkalaştırmaktadırlar (dejenerasyon – metamorfoz).

Bu tablo karşısında, Anasaya’nın ilk 4 maddesinde güvence altına alınan T.C.’nin
temel niteliklerini siyasal iktidara karşı da olsa savunma, koruma ve kollama görevi
doğrudan doğruya bu ülkenin sahibi olan yurttaşlarına düşmektedir.
Bu bir meşru savunmadır ve hem hak hem de vatandaşlık görevidir.

Bu bakımlardan, ÇARŞI Grubu’nu, tümüyle yasal eylemlerinden dolayı destekliyoruz ve bu yurttaşlarımza yapılan AKP iktidarı baskılarını reddediyoruz.
Açılan zorlama – tertip soruşturma ve davalar derhal durdurulmalı;
Cumhuriyetin yurttaşı yersiz – haksız – baskıcı – yıldırıcı biçimde taciz edilmemelidir.

ÇARŞI Grubu’na destek amaçlı olarak onlarla birlikte Beşiktaş maçını izleyecek iken,
bu yerinde kararını her nedense (?) değiştiren ve maçı “protokol tibününüden” izlemeye karar veren CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu‘na da, halkın içinde değil ama
protokol tribünlerinde muhalefet kolay gelsin” (!) diyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
19.9.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net