Etiket arşivi: Zafer Arapkirli

Oyunbozanın oyununu bozalım

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 18 Haziran 2021

 

İşin adını doğru koyalım. Tanımını doğru yapalım.

Demokratik toplumlarda, farklı siyasi odaklar ve farklı siyasi oluşumların uygar zeminde bir mücadelesi ya da boy ölçüşmesi, yani uygarca bir yarışması söz konusudur.

Yarışma sürecinin belirli rutin aşamalarında bir sandık koyulur ortaya ve vatandaşın oyuna başvurulur. Vatandaş da belli bir “etkileşim ve etkileme” sürecinde edindiği izlenime göre birine daha fazla oy vererek teveccühünü (AS: beğenisini) gösterir; iktidara getirir. “Gel, bizi sen yönet” der. Bir dahaki seçime kadar. Ama her halükârda (AS: koşulda) “mücadele, müzakere, münazara” üçlüsünün çalıştığı düzeyli bir yarışma ortamı vardır.

Demokrasiyi içine sindiremeyenlerin ve bu oyunu kabullenmeyenlerin ise aklı cebir ve şiddet yöntemlerindedir. Her türlü hileli yönteme başvurarak gerektiğinde de gizli ya da açık şiddet kullanarak ne pahasına olursa olsun iktidarı ele geçirmek ve mümkünse sonsuza dek ellerinde tutmak isterler. Biz, dünyanın her yerinde kullanılan yaygın tanımlama ile bu zihniyete faşist siyaset diyoruz.

Faşist siyaset bunu başarabilmek için iktidardaysa devletin kendisine verdiği “meşru güç kullanma yetkisine” başvurur. Yasal ya da yasal olmayan yöntemlerle, kimi zaman ele geçirdiği hukuk mekanizması kimi zaman da legal-illegal çeteleri ile itirazı, muhalif sesi, başkaldırı anlamına gelen her türlü girişimi, en ufak bir protestoyu bastırmayı “doğal hakkı” olarak görür. Bu amaçla hem hukuki zeminde görünen “meşru” güçlerini hem de üzeri örtülü örgütlenmeler, mafyadan alınan “fiziki, finansal ve lojistik destek” ile acımasız bir saldırı haletiruhiyesi (AS: duygudurumu) içindedir.

Faşist siyaset eğer muhalefetteyse, iktidara gelebilmek için türlü çeşitli kirli oyun ile “açık ya da gizli şiddet içeren” yöntemle diğer siyasi odakları, siyasi muarızlarını (AS: karşıtlarını) yıldırmaya ve sindirmeye uğraşır.

  • Bugünün Türkiyesi’nde yaşananlar, “demokrasi” denen oyunla, “faşizm” denen alçakça musibet arasındaki çelişkinin, çatışmanın ve haksız rekabetin bir aynasıdır.

Muhalefet partilerine, elinden gelen her türlü yöntemle baskı yapmaya çalışan bugünün iktidarı, en ufak bir pankart asma eylemine, bir basın açıklamasına, bir bildiri dağıtma çalışmasına, bir broşür ya da kitap yayınına, bir çarşı pazar gezmesine, bir esnaf ziyaretine bile tahammülsüzlük göstermektedir.

Geçen ay ve yıllarda, ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun linç edilmesi girişiminden tutun, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in Rize’de uğradığı provokasyona (AS: kışkırtmaya), HDP’lilerin ve İşçi Partisi milletvekillerinin her fırsatta dövülmesine, polis tarafından tartaklanmasına, yakın zamana kadar kendi saflarında yer alan siyasetçilerin bile propaganda çalışmalarının engellenmesine kadar her türlü “faşizan” yönteme başvurulmuştur.

Üstelik, iktidarın başı, daha “dumanı üstünde” malum yakışıksız demeci ile

  • “Daha durun. Bunlar iyi günleriniz. Daha neler olacak neler…” 

diyerek demokratik adaba taban tabana zıt bir tehdit ve gözdağı verme eylemine imza atmıştır.

  • Bu yüzden, dün İzmir’de HDP İl Başkanlığı binasına yönelik olarak gerçekleştirilen ve Deniz Poyraz adlı bir emekçi kadının öldürüldüğü saldırı, “tek başına HDP’yi hedef alan” değil, bizzat “demokrasiyi ve demokratik siyaseti hedef alan” bir faşist eylemdir.
  • Arkasındaki kişinin sosyal medyadan ortaya saçılan kirli kimliği de bunun delilidir.

Tam da bu nedenle, bu saldırıya karşı sadece (yalnızca) tek tek “demeç vermek ve kınamak” düzeyinde tavır almak yeterli olamaz.

Demokrasiden yana herkes, demokrasi “oyunu”nun taraftarı herkes, HDP’yi yalnız bırakmamalı ve faşizme karşı ortak tavır içinde yer alıp kol kola girmelidir. İktidarın uzun süredir yapmaya çalıştığı üzere “HDP ile saf tutanı terörle saf tutmuş sayarız” küstahlığı ve terbiyesizliğine taviz (AS: ödün) vermeden, herkes bu “umacı”nın etkisinden sıyrılmalı ve kararlı biçimde dayanışma göstermelidir.

Aksi takdirde hem faşizme boyun eğilmiş hem de bundan sonra vuku bulacağı (AS: gerçekleşeceği) artık neredeyse kesin olan benzer alçaklıklara karşı demokrasi cephesi güçsüzleştirilmiş olacaktır.

İleride bir gün bir mafya reisinin çıkıp da “Bir gün geldiler. HDP’ye bir saldırı yapacağız diye benden destek istediler. Ben de en iyi elemanımı tahsis ettim…” demeyeceğinin garantisi yoktur. Devlet-mafya-siyaset-medya kirli denklemlerinde pişirilip kotarılan faşist kumpaslara karşı durmanın yegâne (AS: biricik) yolu, bugün, hemen şimdi, hiç vakit geçirmeden ayağa kalkmak ve korkmadan en yüksek sesle şu sloganı haykırmaktır:

“Faşizme Karşı Omuz Omuza!..”

Yarın çok geç olmadan, bu dayanışmanın içinde bulunmak, evlatlarımıza, bu toprakların insanlarına, temelde de demokrasiye karşı boyun borcumuzdur.

Oyunu bozmak isteyenlere izin vermeyip onların oyunlarını bozmak tarihi bir görevdir.

Doğru adres Peker değil

13 Haziran pazar sabahı kalktığımızda, Türkiye’nin tamamında adeta bir matem havası hakimdi. Sanki, çok popüler bir dizinin başrol oyuncusunun başına bir şeyler gelmiş de o haftanın merakla beklenen bölümü yayınlanmayacaktı.

Olamazdı. Ne yapacaktık? Nasıl edecektik? Nerelere gidecektik? Böyle bir acıya(!) nasıl katlanacaktık?

İşin şakası-mizahı bir yana, böylesine abuk ve sürreal durumla karşı karşıyaydık. Herkes, “Ya başına bir şey geldiyse? Ya yakaladılar ve susturdularsa? Ya açıklamaları ve Youtube kayıtları durursa?..” gibilerden bir hayal kırıklığı içine düşmüştü.

Ve ardından, Twitter üzerinden yayılan bir bilgi bu kaygıları daha da arttırdı.

“Peker, T.C. İstihbarat birimleri (MİT)’nin düzenlediği, SAT komandolarınının da katıldığı bir operasyonla ele geçirilmiş, Türkiye’ye getirilmek üzereydi.” Anonim bir hesaptan yayılan bu bilgi saatlerce doğrulanamadı, ama yalanlanmadı da. Akşam saatlerine doğru, Peker’in “maiyetindeki” birinden gelen bilgi biraz daha farklıydı. O da, “Yakalanması söz konusu değil ama Birleşik Arap Emirlikleri resmi bakamları tarafından ‘Yalnız başına’ bir adrese davet edilmiş ve orada bir görüşmeye alınmış”tı. Ancak akıbeti belli olmadığı gibi, güvenliğinden duyulan endişe de devam etmekteydi. Saatlerce de bu “versiyon” üzerinden spekülasyonlar ve ileriye dönük tahmin ve senaryolar devam etti.

Sonuçta, bu tedirgin bekleyiş geceyarısını bir kaç dakika geçe, bizzat Peker‘in açıklaması (Twitter üzerinden 6 maddelik flood’ı) ile sona erdi.

Mafya lideri, “Yakalanma diye bu durum yok. Zaten, bir uluslararası yakalama emri (Interpol üzerinden) resmi olarak bu ülke makamlarının tutuklaması vb. gibi bir olasılık da yok. Sadece bir görüşme yaptık. Bana kalmak ya da gitmek anlamında kararın şahsıma ait olduğu bildirildi. İmkanlar çerçevesinde anlatımlarıma devam edeceğim” mealinde, durumu açıklığa kavuşturdu.

Mesajının son bölümünde de üstü örtülü biçimde (mealen) “Suçladığı kişileri (başta İçişleri Bakanı’nı koruyup kollayıp hakkında bir şey yapmayanlarla da hesaplaşma” uyarısı da yaptı. Muhatap besbelliydi.

İşin bu tarafı malûm.

Ancak ben bu yazıda, olayın başka bir yönüne dikkat çekmek istiyorum.

Siyasetin ya da başka bir alemin “üstü örtülü kalmış ve kamuoyu tarafından bilinmesi gereken unsurları”nı biz neden bir mafya reisinden öğrenmek zorundayız? Bunların bir kısmını ya da önemli bir kısmını muhalif siyasetçileri ya da adil ve yansız, omurgalı, satılmamış, namuslu medya zaten söylemiyor ve yazmıyor muydu?

Evet. Peker’den yeni duyduğumuz “taze” bilgiler de olabilir. Bugüne kadar hiç duymadığımız şeyleri de ifşa etmiş ya da edecek olabilir. Ama Peker’in şu farklı (ve çok önemli) özelliğini asla unutmamak gerek.

Neticede kendisi bu kirliliklerin (yakın zamana kadar) suç ortağı değil mi? Neticede, araları bozulduğu için “intikam amaçlı” ifşaatta bulunuyor değil mi?

Neticede, aynı FETÖ’cülerin 17-25 Aralık’ta yaptığı gibi, belki de araları bozulmasa sonsuza dek konuşmayacak bir “yol arkadaşı – yoldaş – kanka” statüsünde değil miydi?

Ve en önemlisi de, 2 şeyi daha düşünmeliyiz:

1. Acaba her şeyi anlatıyor mu? Öyle ya, kendisi de “Bazı şeyler benimle mezara gidecek” demedi mi? Bizim öğrenme hakkımız ne olacak?

2. Acaba her şeyi doğru mu anlatıyor? Bazı gerçekleri, bazı ilişkileri, ilişkilerin içindeki ayrıntıları ve bazı kişileri “es geçip” mi konuşuyor?

Neticede “Kamuoyunun gerçekleri bilme hakkının şampiyonu” birinden söz etmiyoruz.

Oysaki, gerçek gazetecilerin gerçek medyası, yani omurgalı ve satılmamış medya, kamuoyunu siyasetin ve ekonominin kirlilikleri hakkında bilgilendirirken bu tür saiklerle hareket etmez.

Demem o ki, siz yine Peker’i dinleyin. Biz de dinleriz tabii.

Ama, neticede gerçek sağlıklı bilgiyi işi gazetecilik olan ve taraf tutmayan (ya da sadece kamunun bilgi alma hakkının tarafını tutan) adil ve gerçek gazetecilerden almaya devam edin. Bilgiyi, her tür bilgiyi ve belgeyi “gazetecilik süzgecinden” geçiren medyadan almaya özen gösterin.

Ve eğer biri için endişe duyacaksanız, bu bir mafya reisi için değil, gazeteciler için olsun.

Birinin üzerine titreyecekseniz, gazetecilerin özgürce çalışması yani basın özgürlüğü olsun.

Birinin esenliği ve güvenliği için uykularınız kaçacaksa, kalemleri kırılmaya çalışılan, içeri atılmaya çalışılan, gazeteleri kapatılmaya, ekranları karartılmaya çalışılan gazeteciler için kaçsın.

Sedat Peker, neticede dün ve hayatı boyunca iktidarlara yakın olmuş, güçlüden yana tavır almış, onlar adına ve onlarla beraber iş çevirmiş bir suç örgütü lideri. Kendisini şu ya da bu şekilde kurtaracak güce de paraya da sahip. Bir güçlü teşkilatı ve hem ulusal hem de uluslararası “network”üne güvenebilir.

Ama, sadece ve sadece kaleminin gücüne güvenen ve onurundan namusundan güç alan gazeteci, sadece gerçeklerden ve kamuoyunun bilgilenme hakkından yana gazeteci, sizin gerçek tercihiniz olsun.

Peker yarın susabilir ya da susturulabilir.

Susana ya da susturulana kadar, tabii ki onun anlattıklarından yararlanmaya ve gerçeklere ulaşmak için ağzından her çıkanı bir şekilde ciddiye almaya hazırız.

Ancak esas kulak vermeniz ve okumanız gereken odak, bağımsız medya olmalıdır.

“Bu tarafa” bekleriz.

Hani malum banka reklamındaki gibi:

“Gerçekler bu Taraf’ta”

Leş gibi kokan tuz

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 11 Haziran 2021

 

Bazı meslekler vardır. Bu işleri yaparken, en başta girerken, hatta girmeye, belki de eğitimini almaya bile karar verirken şöyle bir oturup düşünmelisiniz.

“Nasıl bir sorumluluk altına giriyorum? Nasıl bir yüklenim söz konusu? Nelerden feragat etmeliyim?” ve benzeri sorular.

Bu soruların yanıtlarını, az sonra örneklerini vereceğim bu mesleklerin eğitimi sırasında, öğreticilerin – eğiticilerin mutlaka insanlara ayrıntılı biçimde gerekçeleri ile anlatması ve daha öğrencilik aşamasında, gencecik bir birey iken, “derinliğine kavratması”, adeta beynine nakşetmesi gerekir.

Mesela hekimlik ya da hemşirelik. 

İnsan yaşamını korumak ve hastalanan bir insanı normal yaşama döndürmek, sırası geldiğinde ölümün eşiğinden geri çevirmek ve hayatta tutabilmek için gerektiğinde özel yaşamından, günlük rutininden fedakârlıkta bulunmayı, maddi çıkarı filan asla düşünmemeyi gerektirmez mi? Mesele hayat kurtarmak veya bir insanı “ölümün uçurumundan alabilmek” adına, sıradan insanlardan çok farklı düzeyde bir “feragat” duygusu ile hareket etmesi lazım değil midir bir hekim ya da hemşirenin? Mesai saati, izin günü, görev başında olup olmama gibi şeyleri gerektiğinde aklına bile getirmeden “orada, o anda yapılması gerekene odaklanmak” değil midir bu insanların önceliği?

Mesela polislik.

Toplumun güvenliğini korumak için kendilerine devlet tarafından silah verilmiş, gözaltı yetkisi ya da enterne etme yetkisi verilmiş bir insana, bir grup insanı ya da bir bireyi korumak, onların canını emniyete alabilmek için gerektiğinde (gün, saat, yer gözetmeden) hayati riske bile girmesi gerektiğini zaten anlatılmış olması gerekmiyor mu? Vatandaşlar arasında asla ayrım gözetmeden, kimseye hizmet etmeden, suçlu ile arasına kesinlikle mesafe koyarak kimsenin yanında değil, sadece yasanın ve hukukun yanında saf tutmaları gerektiği de herhalde öğretiliyordur polise?

Mesela gazetecilik.

Olupbiteni, olabildiğince objektif kriterlerle kamuoyunun bilmesi için haber almak ve topluma doğru, gerçeğe bağlı ve eksiksiz haber verebilmesi, yorum yaptığında da sadece manipülatif değil, bilgilendirici ve aydınlatıcı olabilmek adına, önce kendini iyice donanımlı hale getirmesi, meraklı, araştırıcı soruşturucu bir kimliğe bir karaktere sahip olması gerekmez mi gazetecinin? Bu amaçla, zaman ve takvim mefhumlarının ötesinde bir çaba, mesai ve enerji harcaması şart değil midir? Düzgün bir gazetecinin, güç ve çıkar çevreleri, nüfuz odakları gibi kişi ve kurumlara mesafeli olması, böyle odaklardan talimat ve emir almadan bağımsız çalışabilmesi ve haberini yaparken “tüm taraflara eşit mesafede” durabilmesi esas değil midir?

Mesela yargı mensupları.

İşi adalet dağıtmak ve adaletin yerine gelmesini sağlamak olan hâkim ya da savcının, tam da Themis heykeli misali gözünün kapalı olması (yani verdiği kararlarda kendi gözünü bağlaması), toplumun her kesimine ve her bireyine eşit mesafede durması, özellikle de yargıya yolu düşmüş (davalı ya da davacı) taraflarla mümkünse en ufak teması bile olmaması esas değil midir? Bir yargıca, mümkünse, en ufak bir (tesadüf) olasılık söz konusu ise davacı ya da davalı ile aynı kaldırımda bile yürümemeye, aynı çatı altında bulunmamaya, hatta selam bile alıp vermemeye çalışması gerektiği öğretilmez mi, hukuk fakültelerinde ya da meslek için eğitimlerde?

Aynı gazeteci gibi hâkim veya savcı da “bir bardak çay ikramını bile” iki kez düşündükten sonra kabul etmek zorunda iken, binlerce liralık “kıyaklara, avantalara, ağırlamalara” nasıl razı olur. Meslek onuru ve etiğini nasıl ayaklar altına alırlar bu kadar kolayca?

Bütün bu mesleklerin “ustaları” (neticede okullarda eğitimi verilip diploma alınıyor olsa bile icraat anlamında birer zanaat sayılır hepsi) hiç öğretmez mi, meslekte yetişmekte olan “junior” elemanlara?

Bütün bu gereklilikleri neden hatırladım ve hatırlattım?

Son dönemin “Peker Dizi Videoları” gündeminde, bazı gazeteciler, bürokratlar, polisler ve yargı personelinin içine düştükleri dehşet verici, utanç verici, acınası, ibret alınası, mide bulandırıcı, ağız tadı kaçırıcı ve ders çıkarılacak durum yazdırdı bana bunları.

Herkesin bu son olaylardan ders çıkarması halinde, o çoooook özlediğimiz “arınma, silkinme, düzelme, nefes alma” iklimine ve temizlenme sürecine girebiliriz.

Aksi takdirde, işimiz çoooook zor.

Hani derler ya:

“Tuz kokmuş…”

Mesele tuzu “temiz, kokudan ve rutubetten uzak” tutabilmekte.

Oysa, tuzluklara bile derinlemesine sinmiş durumda kirliliğin kokusu.

“Müsilaj” beyinlerde, yüreklerde, ciğerlerde, böbreklerde.

Ar damarlarımız tıkalı.

Acil temizlik!..

Biz vazgeçmeyiz

Zafer Arapkirli

Zaten biliyorduk. Zaten en başından itibaren söylüyorduk.

Zaten “niyet okumayın” diyen pembiş liboşlara, kişiliksiz YetmezAmaEvetçilere, Cumhuriyet düşmanı yobazlara rağmen, bunun bir “niyet” değil bir “plan-rota-yol haritası-dava” olduğunu 19 yıl önce de iddia ile söylemiş ve savunagelmiştik.

Zaten attıkları her adım, yaptıkları her icraat, çıkardıkları her yasa ve hileli bir referandumla halka zorla onaylattıkları anayasa da bunun ilanıydı.

Sonunda “Dava”nın önderi açık ve net biçimde telaffuz etti:

“Parlamenter demokrasi artık mazide kalmıştır.”

Bu lafı salı gecesi TRT ekranında Cumhurbaşkanı’nın (unvan-ı diğer dava önderi) ağzından duyar duymaz, aklıma hemen şu ünlü “Tramvay-Durak” metaforu geliverdi.

“Demokrasi bir tramvaydır. Gideceğimiz yere kadar gider, sonra bir yerde ineriz icabında” mealindeki sözü kastediyorum.

Bu söz, yani “Parlamenter demokrasiden vazgeçme” sözü, asla basit bir güncel söylem diye geçiştirilecek ve gündemin diğer hararetli maddeleri arasında kaynatılmaya layık bir şey değildir. Türkiye’yi şu anda kayıtsız şartsız tek başına yöneten, her şeye kadir, tek bir imza ile bir gece yarısı tepeden tırnağa her şeyi değiştirmeye muktedir, hani şu Batı âleminde ABD, Rusya, Britanya liderleri için kullanılan (Allah muhafaza eylesin) “Gerektiğinde nükleer düğmeye basabilmeye yetkili” bir kişi söylüyor bunu.

Üstelik de şeklen var olan ama fiilen artık bir işlevi olmayan “Parlamentoyu”, hem o hileli referandumla adeta feshetmiş hem de etkisiz hale getirmiş (bu fiili nasıl anlarsanız anlayın-polis bültenlerindeki gibi de anlaşılabilir) birinden duyuyoruz bunu.

Demokrasi de zaten çok öncesinde tedavülden kalktığı için lafın en başında dediğim gibi, “malumun ilamı”dır bu. Ve çok vahim bir “eşik” anlamına gelir.

Çünkü, “Demokrasi”den vazgeçmek, hesap verebilir olmaktan vazgeçmektir.

Demokrasiden vazgeçmek, halkın vergilerini nasıl harcayacağı da dahil olmak üzere, yaptığın hiçbir yanlışın hatta ölümcül hataların bile sorumluluğunu üstlenmemek anlamına gelir.

Demokrasiden vazgeçmek, bugünlerde bir mafya reisinin açıklamaları ile tekrar gündeme gelmiş, “derin-gizli-saklı-kirli-kanlı” işlerin bile muhasebesinin yapılmasını engellemek demektir. Yani, korkunç bir “geriye dönüş”tür, bugüne kadar geçen 100 yıllık süre içinde elde edilen kısmi demokratik kazanımlardan.

Demokrasiden vazgeçmek, zaten olağanüstü derecede bağımlı hale gelmiş yargının, artık iyice “icracı iradenin” denetimine geçmesi ve hak-hukuk-adalet arayışının bütün yollarının tıkanmasıdır.

Bunu, aklı başında, yurttaş olmanın bilincine sahip, özgürlüklerine değer veren, vergi mükellefi, askerlik görevi mükellefi, vatanına, bayrağına ve değerlerine sahip hiç kimsenin kabul edebilmesi mümkün değildir.

Parlamenter demokrasinin temel nüvesi, “yurttaş olarak, özgür seçimlerle sandıkta seçtiği temsilciler vasıtasıyla yönetime katılma” hakkıdır. Bu haktan vazgeçmemizi kimse isteyemez, istemeyi aklından bile geçiremez, geçirmemelidir.

Parlamenter demokrasinin anafikri, yönetenlere ve bürokrasiye “Şunu niye öyle değil de şöyle yaptın?” diye sorabilme hakkıdır. Bu haktan feragat edilemez, edilmemelidir.

Böyle bir idare biçimi ile yönetilmeyi kendine yakıştırmamalıdır bu topraklarda yaşayan hiç kimse. 300 – 500 yıl öncesine dönüştür bu. “Tebaa” olmayı hatta “kul” olmayı kabullenmektir.

Ülkenin tamamen rant ekonomisinin, ballı ihale takipçilerinin, Cumhuriyetin temellerini dinamitlemeye yeminli tarikat-cemaat tayfasının eline ilelebet teslim edilmesine imza atmaktır.

Bırakınız Avrupalı vs. milletler ailesine katılabilme umudunu ya da hayalini, 1923’te temellerini Yüce Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün attığı en başlangıç düzeyinde bile “muasır medeniyet seviyesi”nin 1000 yıl gerisine düşmeyi içine sindirmektir.

Önümüzdeki dönemin ve gelecek sandıkta bize sorulacak sorunun yanıtı “hangi parti hangi lider vs.” değil, yukarıda saydıklarımı kabullenip kabullenmeyeceğimizdir.

Asla!.. Asla!.. Asla!..

Cesetlerimizi çiğnemeden asla!..

Korku iklimi

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli

Haftalardır, mafya-siyaset-iktidar-medya dörtgeninde yazılıp-çizilen, konuşulan sözler arasında en çok üzerinde durulması gereken ve hatta konuyu en iyi tanımlayan cümlelerden birini, olayların baş kahramanlarından biri olan mafyacı Sedat Peker kurdu:

“Kanla ilgili (Barış Akademisyenleri’nin kanları ile banyo yapacağız – z.a.) söylemiş olduğum olayların hepsi, söylendiği dönemde hükümetin lehinedir. Çünkü o zaman korku iklimi oluşturmak lazımdı…”

Doğru söze ne denir? Faşizmin iktidarını sürdürebilmesi için vazgeçilmez bir gerekliliktir bu.

“Korku iklimi” Mümkün olduğu kadar korku salacaksın memlekete.

Peker’in kendisi de konuşmalarından birinde “kişisel tarihi” üzerinden bu korkuyu gayet güzel tanımlıyordu ya:

“Ulan onu korkut, onu korkut, onu korkut… Ulan beni mi korkutuyorsun? Doğduk anadan babadan kork. Okula gittik öğretmenden kork. Ulan biraz büyüdük, mahalledeki kabadayıdan kork. Komutandan kork, polisten kork. Ulan işyerine gidersin amirden kork, müdürden kork. Ulan yaşlanacağız öleceğiz, Allah’tan kork. Nedir ulan bu korku? Kork, kork…. İnsanların hayallerini donduruyorsunuz. Korku ile bastırıyorsunuz….”

Daha güzel nasıl anlatılır? Yıllardır kendisini, bu memleketin “En korkulan şahıslardan biri” olarak konumlandıran bir mafya lideri, “korku”nun ve memlekete hâkim olmuş “Korku iklimi”nin tanımını olağanüstü veciz(!) biçimde, işte böyle yapıyordu malum video kayıtlarından birinde.

Ama ironik biçimde, kendisi de “Rejim”in bir enstrümanı olarak, ortalığa “Korku iklimi” salmak için gayet acımasız biçimde kullanılmıştı. Silahlı suç örgütü kullanılarak bugün akademisyenlere, öteki gün öğrencilere, gazetecilere, beriki gün belki bir fabrikanın işçilerine, başka bir gün bir siyasi partideki güç kavgası içinde yer alan muhalif kanada, sonra solda ya da sağda konumlanmış muhalefet partilerine, rakip çetelere, başka topraklarda yok edilmek istenen (Kutlu Adalı gibi) “hedeflere” korku salmanın bir enstrümanından söz ediyoruz.

İşte yıllardır, on yıllardır yanıtı aranan ve aslında pekâlâ bilinen sorunun özü budur. Devlet, mafya ile niye “iş tutar?” Tam da bundan. Kendi yasal, meşru, hukuki aygıtının yetişemediği bir korku salma işlevini, bunlar aracılığı ile hayata geçirebilmek için. Ve sonunda da “hukuki bir sorumluluk üstlenmemek” gerektiğinden, bu “Korkutucuları-Susturucuları-Sindiricileri” tanımazdan gelerek, zaten hiç kirlenmemiş(!) ellerini yıkayıp çıkıp gidebilmek için.

İşin özeti budur. Hani, Mehmet Ağar’ın, efsane Cumhuriyet yazarı, yiğit devrimci rahmetli Uğur Mumcu’nun eşi Sayın Güldal Mumcu’ya söylediği o tarihi söz var ya:

“Bir tuğlayı sökersek, bütün duvar çöker…” sözü. Bugün o “duvar” olayında yeni ve beklenmedik bir şey yaşıyoruz. Artık, o duvardan (devletin kirli-karanlık-zehirli-ölümcül işler yapma enstrümanlarını kastediyorum) bir tuğla sökmeye gerek kalmıyor.

Bizatihi, duvarın tuğlaları birbirlerini sökmeye, yıkmaya, deşifre etmeye, fâş etmeye, açığa düşürmeye başladılar. Baksanıza (mealen) ne diyor mafya lideri?

“Geldiler bana (Korkut Eken’i kastediyor) ‘Kıbrıs’ı Rumlara satmak isteyen bir adam var’ dediler (Gazeteci Kutlu Adalı). Onun öldürülmesi gerektiğini söylediler. Kardeşimi görevlendirdim. Ama sonra o adamın kanını dökmek bize nasip olmadı (gururla anlatıyor)” diye gayet açık söylüyor..

Bugüne kadar hiç bu kadar açık bir itiraf duymamıştık bu “düzeyde”. Tam da şunu diyor: “Devlet kendi göremeyeceği pis bir işi bize ihale etti. Bir nevi taşeronluk üstlendik.”

Kim bilir bu tür “taşeronluk” faaliyeti neticesinde ne Adalı’lar, ne Mumcu’lar, ne Kışlalı’lar, ne Üçok’lar, ne Hablemitoğlu’lar, ne Tütengil’ler, ne İpekçi’ler, ne Karafakioğlu’lar, ne Cemil Kırbayır’lar, ne Savaş Buldan’lar katledildi? Yüzlerce binlerce “Cumartesi Anası, Cumartesi Babası, bacısı, kardeşi, evladı, eşi” yaratıldı…

Bu büyük vicdan suçunun, insanlık suçunun ve demokrasi ayıbının temizlenmesi, katledilen o insanlar üzerinden toplumda yaratılmaya çalışılan o “Korku İklimi” için kullanılan enstrümanlar konuştukça bunları daha iyi öğreneceğiz. Ama siyasetin, en korkuncu da yönetenlerin, bu korku ikliminden medet ummaya devam ettiklerini dehşet içinde izlemekteyiz. Daha dün, Türkiye Cumhuriyeti’nin en güçlü kişisi ne diyordu?

“Yine dua et ki Gelin Hanım’a çok ileri gitmeden bir ders verdiler. Bu daha ilk. Daha dur bakalım bunlar iyi günler. Daha neler olacak…”

Al sana korku iklimi…  Yazıktır. Günahtır. Ayıptır. Daha da ötesi, açıkça ağır bir siyasi suçtur bu.

Yılan, çuval…

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 21 Mayıs 2021

 

Son günlerin en çok konuşulan mevzuu, yani şu malum “Mafya-Siyaset-Devlet-Medya” işleri ile ilgili en özlü ve en doğru sözü Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan söyledi:

  • “Terör örgütleri gibi suç çeteleri de zehirli bir yılan gibidir. Onlarla aynı çuvala girerseniz, daha sonra başınıza geleceklere rıza göstermiş olursunuz.”

Cumhurbaşkanı’nın bu sözleri iki şekilde de algılanabilir:

1. Sözünü ettiği bu şer odaklarından biri ile yani zaman içinde önce “Muhterem Hoc’efendi”, sonra “Hizmet Hareketi”, ardından Şer Odağı ve nihayet “Tabanı İbadet. Ortası Ticaret, Tavanı İhanet olan Fetullahçı Terör Örgütüne dönüşen FETÖ ile edinilmiş bir acı tecrübeden pişmanlığını dile getiriyor olabilir.

2. Bugün yaşanan Peker – Soylu ilişkisine (şimdi çatışmasına), hatta ortağı Bahçeli – Çakıcı ilişkisine bir gönderme yaparak, “Valla beni karıştırmayın. İşler sarpa sardığında size sahip çıkmam. Ortada bırakırım. Sonucuna katlanırsınız” da diyor olabilir.

Zaman gösterecek.

Ama ortada “Zehirli yılanla aynı çuvalda bulunmuş olmanın” son derece öngörülebilir ve tartışmasız sakıncaları vardır. Kimin kime “yılan” diye baktığından -(ki, işin bu tarafı bizi zerre kadar ilgilendirmiyor)- bağımsız, çuvala girenin başına gelebilecekleri çocuklar bile bilir.

On yıllar önce, Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Cumhurbaşkanı ve CHP’nin efsane genel başkanı İsmet (İnönü) Paşa’nın, uluslararası ilişkileri tarif ederken söylediği o veciz sözü de buna benzer. İsmet Paşa da “Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayıyla yatağa girmek gibidir. Başınıza ne geleceği belli olmaz” demişti. Tam da bu durumu anlatıyor.

Üstelik bir de “Yatak” metaforunu (aman aman) kullanıyordu rahmetli, nur içinde yatsın…

Siyasetçinin her tür çevre ile ya da çıkar odağı veya çıkarını gözeten kişi, örgüt ya da çevre ile ilişkisi olur. Neticede siyaset bu. Kazanır da kaybeder de. Bir siyasi bedel öder. Kimi zaman başına “hukuki sorun” da açabilir. Kendi derdidir.

Ama bu son olayda, beni (medya olarak bizi) asıl ilgilendiren unsur, “Çuvala girmiş gazeteci”dir.

Ağabey-kardeş iki gazetecinin durumunu ibretle izlediniz. Aslında, yıllardır hepimizce bilinen ama sektörün kendi içindeki bir tür “Omerta sessizliği” ile kendine sakladığı, “Yahu bunun gibi neler var! O da yapıyor bu da yapıyor. Her cenahta var bunlardan. İktidarda da muhalefette de” diye içine attığı bir fenomenden söz ediyoruz.

Siyasetçilerle vıcık vıcık, işadamları ile patronlarla cıvık cıvık, kulüp başkanları ile yıvış yıvış, ama en önemlisi de mafya çeteleri ile mide bulandırıcı ilişkiler içindeki düzinelerle gazeteci kılıklı şahıs cirit attı bizim âlemde. Atmaya da devam ediyor, maalesef.

Sonunda, mafya lideri ile İçişleri Bakanı arasında (her ne sebeple olursa olsun) arabuluculuğa soyunmuş olan kardeşlerden biri iş üstünde yakalandı. Yakalanınca bunu inkâr edip bir de “İftira ediyorlar. Bunu söyleyen şerefsizdir” deyip atarlanınca, ağır biçimde bedel ödettiler. Hem mafyacı ağır bir dille hakaret etti, hem de Bakan suç duyurusunda bulundu. Başı çifte belaya girdi. Bir de program yaptıkları kanallardan ekran yasağına, yazı yazdığı gazeteden de yazı yazma yasağı geldi. Tanrı, kimselere göstermesin.

Hani Karadenizliye sormuşlar ya, idam sehpasında “Son arzun nedir?” diye.. “Ha bu bana bi ders olsun” demiş. O hesap.

Şimdi sektörün tümünü, yani namusu ile gazetecilik yapan, bu tür angajmanlara (yılanlı çuvallara) girmeyen binlerce meslektaşı tenzih ederek söylüyorum:

Çok kirlendik. Çoook…

Üstelik, kirlenenlere işaret ettiğimizde de “Sana ne be abi. Sen mi düzeltecen?  Herkes kendi vicdanından sorumlu” diye terslendik. Hatta ve hatta patronların, (kendi işlerine de yaradıkları için) böylelerine özel bir tolerans ve özel muamele gösterdiklerine tanık olmadık mı?

Görevimiz belli. Başta tek tek gazeteci meslektaşlar olarak, meslek örgütleri olarak, temiz kalmak isteyen medya kuruluşları olarak, bu kiri, bu pisliği, bu ayıbı temizlemek için harekete geçmek gerekiyor.

“Başlama vuruşunu” şöyle yapmayı öneriyorum:

Gazetecilerin hepsi, istisnasız, bir “servet beyanında” bulunmalı. Kaç yıldır bu mesleği yapıyor? Ne iş yapmış? Kaç para kazanmış? Ne mal mülk edinmiş? Nasıl edinmiş? Onca milyonu (varsa) nasıl edinmiş? Herkes bilsin. Para kazanmak ayıp değil. Ama gazetecilikten mi kazanmış? Ne yapmış da bunları edinmiş. Bilinsin. Herkes buna göre bir “not” alsın.

Kimin kiminle görüştüğüne, oturup kalktığına kimse karışamaz. Özellikle gazeteci, herkesle görüşür. Devlet insanı ile de iş insanı ile de suç örgütü (evet suç örgütü) elemanı ve hatta terör örgütü elemanı ile de… Önemli olan, bu görüşmeyi hangi kapasite ile yapılmıştır. Gazeteci görüşür, röportaj yapar, bilgi edinir ve yazar-çizer-anlatır-aktarır.

İş, çıkar, nüfuz ilişkisine girmez. Arabulucu, ulak filan olmaz. Laf taşımaz. Girerse, girmişse bir bedeli olur. O bedel kişisel bir bedel olmakla kalsa beni (bizi) ilgilendirmeyebilir. Kurumunu da ırgalamayabilir.

Ama meslek kirlendi hanımlar – beyler.. Üzerimize leke çalındı. Toplum bize saygısını yitirdi. Bunu acilen temizlemeliyiz. Haydi harekete geçin!

KRT TV Programımız – 18 Mayıs 2021

Dostlar,

Bu gün, 18 Mayıs 2021 Salı günü, akşam 19:30 sonrasında KRT TV’de Sn. Zafer ARAPKİRLİ’nin konuğu olacağız.. / OLDUK..

İktidarın salgın verilerini de öbür göstergelerde olduğu gibi gerçeğin çooooooooook  altında göstermekten başka iler – tutar yanı kalmadı.. Aşağıdaki tweet  iletimizi yarım milyonu aşkın insan okudu..

Bu verilerin bir türevi olan, doğrulayıcı 2. bir tweet iletimiz 80 bini aştı.. 600 bin insan okudu ve bu gerçekleri öğrendi, bizim sorduğumuz soruları sorar oldu sanırız.

ImageÖte yandan mutasyonlar hızla sürüyor ve Dünya Sağlık Örgütü 2’ye ayırarak duyuruyor.. Tablo aşağıda (güncelleme : 11 Mayıs 2021)

  • VOCs, ALARM VEREN VARYASYONLAR / VARYANTLAR
  • VOIs, İZLENMESİ GEREKEN VARYASYONLAR / VARYANTLAR

Ülkemizin “resmi” verileri ise 18 Mayıs 2021 akşamı şöyle :

Halkta da “takat” kalmadı… Erdoğan sadaka / ulufe dağıtır gibi göstermelik yardımlar açıklıyor.. Oysa

  • 4 kişilik ailenin AÇLIK SINIRI asgari ücreti geçti!..

Kendince “helallik” isterken, bu davranışını eleştirenleri ise kendilerinin inanç ve kültürlerinde yer alan böylesi bir “nezahet ve nezaketin“, “değer” in anlaşılmadığı, anlaşılamayacağı suçlamasıyla baş başa bırakıyor.. Gene ölçüsüz kibir..

Salgın yönetiminde yapılan ardışık – ciddi – ağır hatalar zinciri Ülkemizi ağır bir bunalıma soktu. Yangının ortasında Türkiye, aşılama durumu aşağıda.. 11. sıradayız.

https://ourworldindata.org/covid-vaccinations, 17.5.21

Öyle ilk 3-5 içinde değiliz, toplam aşılama dozu 25.95 milyon. 2. dozu alanlar nüfusun %12’si ya da 8 kişiden 1’i.. Bütün bunları konuşacak ve ülkemize bilimsel akılcılıkla yol göstermeyi sürdüreceğiz..


Sn. Arapkirli’nin sorularını yanıtladık..

Yeni bir kritik durum var                               :

  1. Ülkeye aşı gelişi önümüzdeki günlerde artsa bile, bunların artan ve yaygınlaşan varyant tipler karşısında etkililiği ne ölçüde olacak?
  2. Güncellenmiş aşılar mıdır, önceden üretilip elde kalanlar mıdır?
  3. Dolayısıyla Sağlık Bakanlığı TİTCK (Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu), bu aşıların 2 hafta süreli Biyogüvenlik testlerinde sözünü ettiğimiz kritik noktayı mutlaka açıklığa kavuşturmalı, ilgili firmalardan bu bağlamda bilimsel kanıt ve bildirim (beyan), güvence (taahhüt) almalıdır.
  • Etkisiz / yeterince etkili olmayabilecek, güncellenmemiş aşılar halka yapılamaz!
    ***
    Son haftada ülkemizde günlük olgu – vaka sayısı 14.497’den 10.174’e düşerek %29.8 oranında azaldı. Bu oran Dünya ortalaması olarak %14. Ölümler ise yine son 1 haftada 278’den 223’e gerileyerek %19.7 oranında azaldı. Bu oran Dünya ortalaması olan %4’ün 5 katı! Nasıl, niçin?

TÜİK hala 2020 ölüm istatistiklerini açıkla(ya)madı! Neden, niçin, nereye dek??

Çok esnek ve kısa süreli bir yarı kapatma ile bunca hızlı azalma “iyileşme” (!) Epidemiyolojik olarak açıklanamaz. Üstte de yazdığımız gibi, iktidarın başlıca aracı, verilerle oynayarak halkı aldatmayı sürdürmek ve algı yönetimi yapmak. Oysa kapatma için gerçekçi Epidemiyolojik hedefler koymak ve onlara erişinceye dek devingen (dinamik) bir salgın yönetimi sergilemek gerekirdi.

Bu arada, salt başvuranlara – yakınması olanlara değil, yakınması olmasa da yakın – uzak temaslılara ve genel topluma erken olgu bulma amaçlı tarama testleri sürdürülmelidir. PCR testleri mutlaka mutant tipler nedeniyle güncellenmeli ve duyarlığı (gerçek olguları yakalama yeteneği) artırılmalı, kalibre edilmeli ve güncellenmelidir. Bu amaçla yeterince dizin incelemesi (sekans analizi) zorunludur: Bu yapıl(a)mazsa salgın yönetilemez, karanlıkta kalırız. Test sayısı son 1 haftada %10 azaltıldı!??

İktidarın salgın verilerini bütün anormal – ölçüsüz düzeyde makyajlama (karartma) çabasına karşın, 11.937 / 84 milyon = milyonda 142 günlük insidens hızı ile (18.5.2021) Arjantin, Kolombiya, Hindistan ve Brezilya’nın ardından Dünya’da 5. sıradayız! Olgu ölüm hızı (case fatality rate) Dünyada %2, bizde %0.9!?? Bu gün dünyada toplam 538.696 yeni tanı kondu, 11.937 olgu ile dünya toplamının %2,2’si bizde.. Oysa nüfusumuz dünyanın %1,1’i. Son veri ile günlük yeni hasta sayısı bakımından dünyada 6. sıradayız. Mızrak çuvala sığmıyor!

Havuzdaki hasta sayısı ise, 21 Nisan’da 565.274 iken bu gün 123.054’e düşürüldü gene muazzam bir “başarım” ile!? Ağır hasta oranımız %2, dünya ortalaması %0,6 ama %99.9 oranında filyasyon yapıyoruz ve bu muazzam oranı ortalama 8 saatte tutturuyoruz epeydir.

Turkuvaz tablo, onu dolduranlar açısından çok ama çooook utandırıcı olmayı sürdürüyor. Oysa ilk adım, dürüst – saydam – güven veren, dolayısıyla toplum katılımı sağlayabilen bir salgın yönetimi olmalı. Bu baştan beri olmadı ve hala sürdürülüyor. En zayıf yerimiz burası.

  • Dikkat çekelim ki                      :
  • Salgın verileri, iktidarın tüm ERİTME çabasına karşın hala kendi içimizde ve dünya ile karşılaştırıldığında ÜRKÜNTÜ (dehşet) vericidir.
  • Ölçüsüz gevşemenin zamanı değildir!https://youtu.be/HgVfZqOVXSU 

    Bilgi ve ilginize sunarız..

Sevgi ve saygı ile. 18 Mayıs 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter  @profsaltik

‘Aman…’ virüsü

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 14 Mayıs 2021

 

İnsanoğlu, tarihin her döneminde türlü çeşitli virüslerle boğuşmak zorunda kaldı. Kimi, tedavi edilebilir, kimi ölümcül, kimi de elini yıkayınca, dezenfekte edince ölüp gidiveren virüsler.

Bugünlerde de Covid-19 denilen bela ile uğraşmaktayız.
Bu da geçecek ve bugünleri nesiller boyu anacağız, anlatacağız.

Ama bir de “Çaresi zor” başka bazı ölümcül virüsler var. Onlardan biri de şu “Aman abi… Virüsü” dür.

Tehlikeli, tehlikeli olduğu kadar da insan beynine ve yüreğine yerleşti mi, bir türlü çıkmayan, yapışkan bir virüstür bu “Aman…” virüsü.

Beyni ve yüreği işgal eder ve çıkıp gitmez oradan.

“Aman abi… Neme lazım başıma bişi gelmesin” varyantı, en tehlikelilerinden biridir, mesela.

Elini oynatamazsın. Ağzını açamazsın. Klavyen kilitlenir. Kaleminin mürekkebini tüketir. Mikrofonunun kablosunu koparır. Kameranın merceğini kapkara bir boya ile örter.

Özellikle de söz ve yazı erbabını, akademisyeni, gazeteciyi yakaladı mı, bırakmaz. Hayatına kasteder.

“A.A.N.L.B.L.B.İ. – Aman abi… Neme lazım… Bulaşmamak lazım bu işlere/bu adamlara” varyantı daha da kötüdür.

“Bu adamlar” bedel ödetme eğilimindedir çünkü. O bedel de rahatını bozuverir insanın. Bugüne kadar iyi kötü eline geçen ayrıcalıkları, kurduğun düzeni, kazandığın üç beş kuruşu (kimi zaman üç beş milyonu) yitirmek riski vardır işin ucunda.

Dilini bağlar adamın. “Aman abi… Başıma durup dururken iş almayayım abi… Çoluk çocuğumuz rahatsız olmasın” varyantı ile aynı laboratuvar çıkışlıdır bu virüs de.

Hele ki geçmişinde gıllıgışlı ilişkiler içinde olmuşsan, muktedir mahfillerde kemik (ve yemek artığı) yalamışsan, bu virüsten korunman zaten mümkün değildir. “Götürür” insanı, maazallah.

Bir de bu “Aman abi…” virüsünün siyasetçilere musallat olan bir varyantı vardır. Nesiller boyu mutasyona uğraya uğraya, iyice “canavarlaşır” bu virüs.

Üstelik, “muhalif siyasetçi” tayfasının, kendi geçmişinde (ya da bugününde) unutulmasını istediğini açıklar, yamuklar yumuklar varsa iyice kolay yakalanır bu virüse.

Mesela bu meretin bir de “Aman abi… Şimdi devri sabık-mabık kim uğraşacak bunlarla” varyantı vardır ki… Uyku uyutmaz adama. Bu virüsün “Kim uğraşacak şimdi abi…” türünden çok ölen olmuştur.

Bugünün yamuğuna yumuğuna ses ederken bile aklının bir köşesine takılır muhalif siyasetçinin. “Ulan şimdi, biz bunları bir kenara yazıyoruz ama. Hesap soracağımızı söylersek potansiyel seçmen tabanını, yani ötekilerden aparacağımız oyları ürkütmek var işin içinde… Neme lazım abi… Boşver… İktidara gelelim de… Unutalım bunları. Maksat ağızların tadı bozulmasın…” hissiyatına neden olur.

Çok tehlikelidir bu virüs. Adeta, “Musluklar, köşe başları bize geçecek nasılsa. Gerisini fazla kurcalamayalım şimdi” hissiyatıdır bu. Kapkara bir kâbus gibi çöker ciğerlere, dalaklara, böbreklere. Çoklu organ iflasına neden olur.

Sıradan insana da bulaşma riski taşır bu “Aman abi…” virüsü. Üç satırlık sosyal medya paylaşımını bile yaptırmaz adama. Klavyenin tuşlarına, telefonun ekranına adeta tutkal gibi yapışır. “Çoluğumu çocuğumu düşünmem lazım abi. Şimdi iki like’tan üç RT’den başımıza bir iş gelir. Huzurumuz kaçar. Bak, geçen gün komşunun kapısına dayanmışlar. Eltimin kızına soruşturma açmışlar. Görümcemin terfisini engellemişler. Kayınbiraderin oğlunu işten atmışlar…” duygusunu beynine işgale yollarlar adamın.

Kötüdür bu virüs. Çaresi vardır ama.

Özgür bir yürek, sürekli antikor üretir bu virüslere ve varyantlarına karşı. Öyle güçlü bir antikordur ki anında öldürüverir bu baş belası virüsü. Tavsiye ederim.

Gündüzleri dipdiri tutarken insanı, geceleri yastığa başınızı koyduğunuzda öyle güzel uyutur ki. Bebek gibi uyur ve rüya bile görürsünüz. Güzel günlerin çok yakın olduğu rüyası.

Motorları maviliklere süreceğimiz günlerin, en güzel elbiselerimizle meydanlara doluşup özgürlüğü kutlayacağımız rüyası.

Bayramınız şeker tadında olsun.

Deniz olunmalı

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
07 Mayıs 2021, Cumhuriyet

 

“Bulut mu olsam, gemi mi yoksa? Balık mı olsam, yosun mu yoksa?” diyen ünlü mısralarından akılda kalan en güzel satır şudur Nâzım’ın:

“Ne o, ne o, ne o… Deniz olunmalı oğlum…”

Deniz Gezmiş’le bir süreliğine aynı yıllarda bu gezegende yaşamış olmasına rağmen hayatı boyunca hiç tanışmamış ve yolları kesişmemiş bir sosyalistin aklından bile geçmemiştir, bu dizelerin o yiğit devrimci sosyalist çocuğa bu kadar yakışacağı.

Gerçekten de “Deniz olunmalı…”

Her yerde ve her zaman.

Samsun’dan, bir grup arkadaşı ile Tam Bağımsız Türkiye için Mustafa Kemal Yürüyüşü’nü başlattığı 29 Ekim 1968 gününde, bir meşale gibi bu ülke gençliğinin yolunu aydınlatan, Cumhuriyetin kurulduğu gün başlatılan o yürüyüşü 10 Kasım günü Anıtkabir’de noktalamayı hedeflemişti. Dünyanın tüm antiemperyalist hareketlerine örnek olacak Kurtuluş Mücadelesi’nin kahramanından söz ederken şunları söylüyordu Deniz:

“…Bu memlekette Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa, onlar da bizleriz. Onun, istiklali tam Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz…”

Bu cümlesi ile hem bu coğrafyanın yetiştirdiği en büyük devrimci Mustafa Kemal’in “asıl mirasçısı” olduklarını hem de Yüce Önder’in de “İstanbul Hükümeti tarafından hain ilan edilerek hakkında idam kararı alındığını” hatırlatarak Türkiye solunun on yıllardır (ve hâlâ) görmezlikten gelme ve utangaç biçimde üstü kapalı bir inkârla ATATÜRK’ü “Yüce Önder” olarak kabullenmeme tavrının da bir eleştirisiydi bu.

İşte tam da bu yüzden “Deniz olunmalı.”

Emperyalizmle mücadelenin gerçek ilham kaynağı olan Mustafa Kemal’in meşalesine sarıldığı için Deniz olunmalı.

Bugün de geçerlidir bu şiar.

“Deniz olarak” faşizmin her tür ve kılıkta, her görünümde olanına karşı mücadele etmeli. Gericilerle, küçük burvuja oportünistleri ile her ikisini de “bazı hataları mazur görülebilir ve zaman zaman belli noktalarda kol kola girilebilir” bulanlara karşı da mücadele ederek Deniz olunmalı. Emperyalist uşakları, din bezirgânı, gerici ve laiklik karşıtları ile müttefiklik ilişkisine girişenlere inat Deniz olunmalı.

“Deniz olarak” temel insan haklarına düşman, yine Nâzım’ın deyişiyle “Yeşile, doğaya, kurda, kuşa, insana, ümide, akarsuya, meyve çağında ağaca, serpilip gelişen hayata düşman” yani İkizdere’ye, Kaz Dağları’na, Cerattepe’ye, Kuzey Ormanları’na ve bilcümle tabiat zenginliğine düşman olanların suratına “Durun!..” diye haykırabilmeli.

“Deniz olarak” yurdum insanı koronadan inim inim inlerken, onları hayatta tutabilecek 3-5 dolarlık iki doz aşıyı temin etmek bir yana, her türlü güvenceden yoksun biçimde virüsle baş başa bırakarak fabrikada, tarlada, büroda üretime zorlayan açgözlü kompradorlara karşı durabilmeli.

“Deniz olarak” bir yandan bu ülkenin tüm kaynaklarını ve vatandaşların vergilerini har vurup harman savuran, ballı yandaş müteahhitlere peş keş çeken, elde ettiği rantla da zevk-u sefa içinde yaşayan bir avuç azınlığın ipliğini pazara çıkarabilmek için her türlü tehdide ve baskıya boyun eğmeyip gözünü kırpmadan savaşabilmeli.

“Deniz olarak” hukuksuzlukların üzerine yürüyebilmeli. Mahkeme kararlarını tanımayan, akademisyeninden gazetecisine, işçisinden memuruna, muhalif siyasetçisinden öğrencisine hoşuna gitmeyen kim varsa zindana atmak ve orada tutmak hırsı ile yanıp tutuşan ceberut iktidarla yiğitçe mücadele edebilmeli.

“Deniz olarak” fikir ve ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün insanoğlunun en temel, vazgeçilmez, ekmek kadar, su kadar, hava kadar kutsal bir hak olduğunu savunabilmeli.

  • Deniz olunmalı… Yusuf olunmalı… Hüseyin olunmalı…

O üç yiğit memleket evladının yaptığı gibi gerektiğinde kendi (kısıtlı süreli) yaşamının üzerinde düşünebilmeli toplumun çıkarını. Yaşına başına bakmamalı. “Daha doğru dürüst bir gün görmedik. Bir şey kazanmadık. Şu dünyanın sefasını sürmedik” demeden, 23-25 yaşında ölümün üzerine yürüyebilmeli.

Eğer bir taş daha koymak gerekiyorsa faşizme karşı öreceğimiz duvara, eğer bu taş kendi naçiz bedenimiz olacaksa, onuruyla, vatan için çarpan yüreğinin durması pahasına, yağlı urgana boynunu uzatabilmeli insan.

Son nefesinde bir Rodrigo konçertosuna kulak vermeyi dileyecek kadar da naif ve yüce bir ruhla…

Can Yücel’in o efsane dizelerindeki gibi:

“Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun…
Elbette Türkiye’de en uzun koşuysa Devrim.
Onun en güzel yüz metresini koştu.
İlk o fırladı lüverden en sekmez mermisiynen.
Aşk olsun…”

Teslim olmayacağız

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 30 Nisan 2021

 

Mesele rakı, şarap, viski, bira, votka filan değil.
Mesele lanet olasıca zehir deposu tütün de değil.
Mesele, yaşama hakkına sahip çıkabilmek.
Mesele, kimseye zarar vermeden kendi yaşam tercihleri ile yaşayabilme hakkına sahip çıkabilmek, dedem…

Zaten 2020 yılının mart ayından bu yana aldıkları yanlış kararlar, öncelikleri yanlış belirledikleri için almadıkları veya alamadıkları kararlar nedeniyle bir avuç ayrıcalıklı kesim haricinde on milyonlarca vatandaşı mağdur ettikleri yetmiyormuş gibi, şimdi de “kapanma” bahanesiyle ilave “ideolojik zulüm” peşindeler.

Evet. “Zulüm”den söz ediyoruz burada.
Kimse yanlış anlamasın ya da yanlış anlaşılmasına, çarpıtılmasına çalışmasın.
“İçki – alkol – sigara – keyif verici maddeler” meselesi değil bu.
Yaşam tercihi meselesi.

Evimde, balkonumda oturup istediğimi yiyip istediğimi içme, istediğimi tüketme hakkı da “başkasının belirleyeceği bir listeyi değil, kendi tercihlerimi kullanarak tüketme hakkı” da bir temel insan hakkı değil mi?

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, yürürlükteki tüm yasalar ve dahi insan olmaktan kaynaklanan temel haklarımızın gereğinden söz ediyorum.

Bu ülkeyi yönetmek üzere yetkiyi aldıkları ve tam 19 yıldır kimi zaman da seçim hileleri dahil çeşitli yöntemlerle ellerinde tutmayı başardıkları süre içinde kim bilir kaç kez denediler bunu. “Bizim gibi düşünmeyene, bizim dinimizden olmayana, bizim mezhebimizden olmayana, bizim gibi yaşamayana yaşam hakkı yok” diye özetlenebilecek hoyrat, nobran, kibirli, küstah, tepeden bakan politikalar izlemekten asla vazgeçmediler.

Bu ülkenin kurucularının dünyaya örnek olacak biçimde, Cumhuriyetimizin harcına kattıkları en önemli hammadde olan “laiklik” ilkesini her fırsatta ayaklar altına aldılar.

Dini bayramları, milli bayramlara alternatif duruma getirerek her dini bayramda bunu insanlara hissettirdiler. Ramazan aylarında, kamu ve hatta etkili olabildikleri özel kurumlarda bile yemekhaneleri türlü çeşitli gerekçelerle “bakıma alma” kurnazlığı ile insanlara sanki zorla oruç tutturabileceklerini sandılar. Oruç yeme “suçlaması” ile insanlara orada burada uygulanan şiddete sessiz kaldılar. Elinde bir şişe su ya da bir simit olana bile adeta “kâfir – şeytan” gözü ile bakılmasına cevaz verdiler.

Bugün gelinen noktada, pandemi önlemleri, evlere kapanma bahanesi ile ilgili ilgisiz pek çok alanda faaliyet göstermek, sokağa çıkıp dolaşmak, satış yapmak serbest bırakılırken içki satışına yasak getiriyorlar. Bunun tek bir izahı vardır: “Aylardan ramazan. Biz dinimizce ibadet ediyoruz. Biz oruç tutuyoruz. Aç kalıyoruz. Siz de bizimle aynı şeyleri yapacaksınız. En azından içki vs. tüketmenize izin vermeyiz. Bizim gibi yaşayacaksınız…” demektir bu.

Üstelik de bunu “delikanlı gibi” net ve açık bir kararname ile ya da genelge ile yapmıyorlar. “Arka kapıdan dolanarak ima yoluyla utangaçça” yaparak iyice tepki çekiyorlar. Neymiş efendim? “Tekel bayilerine, yani sadece içki ve sigara satan yerlere yasak geliyormuş. Ama bakkal, market, süpermarket vs. gibi yerler bu mamulleri satarsa, haksız rekabet olur…” muş.

İyi de adı geçen yerler (Tekel bayii) leblebi çekirdek, cips filan da satıyor. Onlar da o malları satamadıkları, market satabileceği için bu kez “tersten” haksız rekabet olmayacak mı?  Neresinden baksanız izah edilir bir şey değil.

  • İnsanların yaşam tarzına, yaşam tercihlerine müdahale uygulamasıdır bu ve çok tehlikelidir.

Buna sessiz kalınırsa, buna karşı çıkılmazsa, bir sonraki ramazan ayında “oruç tutulan saatler içinde” tüm yiyecek içecek satan yerlere yasak getireceklerdir. Su ve ekmek bile alamayacak duruma getirirler insanları. Kimse yalan söylemesin, sahtekârlık yapmasın. Sizin ruhunuzu tanıyoruz artık. Zaten tanıyorduk ve geldiğiniz günden beri söylüyorduk da. Artık sağır sultan bile duydu. Kendinizden olmayana yaşam hakkı tanımayan bir türsünüz.

Bu tavrın, bu kafanın, bu ideolojinin, “demokrasinin reddi ve demokrasinin zıddı” olduğunu söylemeye gerek yok.

  • En ileri derecede Faşizmdir bu.

Yasalarla ve anayasa ile güvence altına alınmış görünse de düşünceyi, ifadeyi, yazmayı, çizmeyi, okumayı, itiraz etmeyi, protesto etmeyi, toplanmayı, yürümeyi her şeyi yasaklayan kafanın ürünüdür bu.

Şimdi de yemeyi içmeyi. Mesele içki-alkol filan değil.

Mesele yaşam hakkı. Mesele nefes almak.

Teslim olmayacağız. Böyle biline.