Etiket arşivi: Zafer Arapkirli

Kendi ayağımıza sıkmak

Çünkü, sıradan bir nezle, grip benzeri bir hastalıktan değil, bütün dünyanın bilim kurulları biraraya gelmiş olmalarına rağmen henüz kesin ve yüzde yüz garantili bir tedavi eden bir ilacın bulunamadığı, bulunan ve uygulanmakta olan aşıların bile yüzde yüz (bazı yaş ve hastalık gruplarında çok daha az) etkinliğinin kanıtlanamadığı bir beladan söz ediyoruz.

Evet… Böyle bir bela ile karşı karşıyayız. Şu ana kadar  sadece ülkemizde 50,000’in üzerinde can alan bir bela bu.Dünya çapında yaklaşık 4.2 milyon hayata malolan bir bela. Böyle bir şeyi ciddiye almamanın, ve sanki bu işin üstesinden gelmişiz de, artık normal yaşamlarımıza geri dönmenin zamanıymış gibi davranmanın “intihar”dan başka nasıl bir izahı olabilir?

Birtakım aklı evvellerin “Aşının içine gizli güçlerin yerleştirdikleri ve bizleri izleyecekleri mikro çip komplosunun” bile, neredeyse hastalığın kendisinden daha fazla ciddiye alındığı bir dünyadan, ölümün suratına adeta gülümseyen bir canlı türünden söz ediyorum. Artık, sokaklarda maske takan insanlara “komik bir aksesuarla dolaşan kişiler” muamelesinin yapıldığı, yeme-içme mekanlarında ve sigara içilen mekanlarda bulunanların, hatta oralara bile gitmeden, cadde ve sokaklarda yeme-içme-dumanlanma bahanesi ile maskeyi çıkarmanın marifet sayıldığı günleri yaşıyoruz.

Birkaç günlüğüne gittiğim bir Avrupa ülkesinde maske neredeyse unutulmuş. Mesafe desen hak getire. Bundan 3, 5, 10 yıl önce nasıl yaşıyorsa öyle yaşıyor insanlar. Covid konulu uyarı levhaları, afişler ve sağa sola yapıştırılmış sticker ilanlar, adeta “eski devirlerden kalma tarihi – nostaljik izler” görünümünde. Oysaki, yangın alev alev yanmayı sürdürüyor. Özellikle “varyant” dedikleri yeni türleri, üstelik de “mevcut aşı uygulamalarının etkili olamayacağı” uyarısı ile birlikte can almaya devam ediyor.

  • Peki, biz yani insan denen canlı türü ne yapıyoruz?

“Ama abi öyle diyorsun da… Esnafın da yüzü güldü şu turizm mevsimi ile. Fena mı oldu kapıların açılması? Bak bir sürü turist geliyor. Sadece mekan sahipleri, otel sahipleri değil, yöre esnafı da iş yapıyor bu açılım sayesinde…” muhabbetine esir olmuşuz. İyi söylüyorsun da canım kardeşim;

  • Ölüyoruz, ölüyorsun, öleceğiz, ölmeye devam edeceğiz. Ölmeyenin bile, hastalığa bağlı olarak vücudunda oluşan kalıcı hasarları anlatmadılar mı sana?

Sana (şu ana kadar) bulaşmamış olması, ya da hasta etmemiş olması, virüse (ölümcül virüs diyeyim de belki daha etkili olur) maruz kalmadığın, belki senin başkalarına bulaştırmadığın ve yaymadığın anlamına gelmiyor ki. Yapmayın, kurban olayım! Geçim sıkıntısını bilmeyen, işsizliğin, sofraya bir tas çorbayı koyabilmenin güçlüğünü hayatında çekmemiş, konaklarda yalılarda büyümüş biri yazmıyor bu satırları. Esnafımızın ve diğer sektörlerde Covid’e bağlı olarak çekilen olağanüstü sıkıntıların neler olduğundan bihaber biri de yazmıyor.

Toplumsal, milli ve küresel bir ölüm tehlikesinden hem de öyle “uzaklardan yaklaşmakta olan” filan değil, “Şuracıkta, burnumuzun dibinde belki de şu an farkında olmasan da ciğerlerinde dolaşmaya başlamış bulunan” bir ölüm tehlikesinden söz ediyorum.

“Ama abi öyle diyorsun da, hükümet de bize bir şey yapmadı ki… Bir destek görmedik ki. Kepenkler 1,5 yıldır kapalıydı. Açtı kapıları hamd olsun. Üç beş kuruş giriyor cebimize…” mi diyeceksin? Hükümete sitemini sandık zamanı eyleme geçip gösterecek misin? Yoksa yine “Hamd olsun kara günümüzde açtı mekanlarımızı bize elini uzattı” diye iktidarda mı tutacaksın? Onu da göreceğiz canım kardeşim.

  • Vahim ve ölümcül bir tercih yapıyorsun canım kardeşim.

Birkaç hafta ya da ayın cirosunu kurtarabilmek, ertelediğin düğünü yapabilmek, evine bir kat daha çıkabilmek, arabanı yenilemek, hatta ve hatta borçlarının bir kısmının faizine yetişebilmek uğruna canından olmak, evladının ve belki başka “ciğerinin parçası” yakınlarının cenazelerini kaldırmak daha mı tercih edilesi bir seçenek? Salgın ve küresel anlamda “Pandemi” durumlarında, kişilerin tek tek hayatlarının değil, toplumsal “hayatta kalabilme çabasının” öne çıkarılması gerektiğini, hükümetler maalesef kavratamıyor insanlara. Peki, insan zekası, bunca yüzyılın, binyılın evriminden geçmiş insan zekası, bunu nasıl olur da kavrayamaz?

Neden bilime ve bilim insanlarına kulak vermez? Gece gündüz neredeyse gözyaşları içinde, hançerlerini yırtarcasına adeta yalvarıyor bilim insanları. Tıp aleminin önde gelen simaları: “Yapmayın, açmayın, zamanı değil, çok ağır bedel öderiz” diye yalvardılar olmadı. Göz göre göre açtınız, saldınız herkesi ortalığa, virüse adeta “Buyur, gönlünce bulaşmaya, can almaya devam et…” diye açık çek verdiniz. Şimdi de aynı canhıraş çağrıları yineliyorlar:

“Yapmayın. Bu sorumsuzluğa bir son verin. Turizm mevsiminin tatil aylarının bitmesini beklemeyin. Bir an önce geri dönün bu yanlıştan. Sonbahara varmadan çok ağır bir tablo ile karşı karşıya kalacağız… Bugün bunu yapamazsak, bu kış daha fazla cenaze kaldırırız” diyorlar.

Tık yok. Hem karar vericilerden, hem de bu konuda elini taşın altına koyması gereken ve yukarıda altını çizdiğim “Toplumsal farkındalığı” göstermesi gereken on milyonlarca insandan. Sağlık Bakanlığı, tutuyor “Ne kadar çok aşı yaptığının” propagandasına odaklanıyor. Yahu bu zaten senin görevin, aklı başında yönetimler zaten bu dediğini aylar önce yaptı ve neredeyse bitirdi bile. Şimdi, deyim yerindeyse “Yoldan geçeni tutup aşılıyorlar” ya da isteyen, eczanelere, hastanelere hatta AVM’lere girip ücretsiz istediği zaman aşı oluyor.

Ama bununla bitmiyor ki… Mesafe en önemli önlem. Yani insanları barlara, kafelere, dükkanlara, otellere, havuzlara, kapalı mekanlara salonlara doldurmakla “Mesafeye uyun” çağrısını aynı anda yapmak, hangi aklın ürünüdür? Maskelerin kullanılmadığı yüzbinlerce yeme içme mekanını, on milyonlarca insana açmak ve sonra da “Maskenizi ihmal etmeyin” demek hangi sivri zekanın ürünüdür?

Ondan sonra “temizlik temizlik temizlik…” Yahu bu ülke zaten bütün gün elini yıkayan, çoğu  milletten farklı olarak elinin altında sürekli bir kolonya şişesi bulunduran bir ülke. Bununla bitiyor mu?

Kısacası, toplu intiharı önlemenin yolu, bir an önce şu açılımdan geri dönmenin kararını almaktır. Yoksa önümüzdeki aylar bizi geçen yılkinden de daha büyük bir felaket tablosu beklemekte. 

Ben ölmek istemiyorum.  Toplu ölümlere ağlamaktan bıkmadınız mı? Ben bıktım. Çünkü göz göre göre intihar ediyoruz. Zaten siyasi ve toplumsal anlamda, bu yıkım rejiminin bu insana zerrece değer vermeyen, hiçbir yerleşik değerimizi önemsemeyen, sadece kendi aile çevreleri dahil bir avuç azınlığın refah ve mutluluğu için çalışıp çabalayan bir yıkım ekibinin başarısızlıklarına teslim olmuş durumdayız. Bari sağlığımızı düşünerek onları bu konuda farklı bir şeyler yapmaya zorlayalım..

Var mısınız? “Abi bi dur kurban olayım. Çoluk çocuğu aldık . Güneye indik üç beş  günlüğüne.. Bi tatilden dönelim. Bakarız..” mı diyeceksin? Sevgili anacığının, babacığının, kayınvalidenin, dayının, teyzenin belki de çocuğunun (evet çocukları da vuruyor artık bazı varyantlar) cenazesini mi bekliyorsun aklını başına devşirmek için?

“Abi bi dur gözünü seveyim. Kasamız üç beş Ruble, Dolar Euro gördü aylar sonra. Ses etme. Şu restoranın masalarını yenileyeceğim. “ mi diyorsun?

Sen bilirsin. İntihar iyi bir şey değil. Hatırlatmak istedim. Ben görevimi yapayım da.
Benim işim bu çünkü. Gazeteci diye dolaşıyorum ortalıkta. Hakkını vermem lazım.
Şezlonguma uzanıp, müziğin ve elimdeki kadehin tadını çıkarıp yapamam bunu.
Bak, ben de tatilde (tatil mekanında değil), yıllık iznimde yazıyorum bunu.

Ben 3’ncü aşımı da dün oldum. Artık yırttım. Bana ne el alemden” diyemem.

Yoruldu-k

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet,
23 Temmuz 2021

 

Yetişkin hayatım, daha doğrusu profesyonel hayatım boyunca en dikkat çekici gözlemim, kurumların yani örgütlü yapıların sağlıklı çalışmamasının en başta gelen nedenlerinden birine dair gözlemim şudur:

Demokrasinin “camdan dışarı fırlatılıp atıldığı” ve istişarenin (görüş alışverişi – danışma), müzakerenin (tartışma), münazaranın (fikir yarıştırmaca) ve murakabenin (denetim) gündemden çıkarıldığı bir ortamda alınan kararlar asla ve kat’a sağlıklı olamaz.

Bunun en tipik örneklerini, şirkette ya da kurumda “Herkesten üstün, her şeyi herkesten çok iyi bilen, herkesten daha yüce” nitelikleri olduğuna inanılan bir “Beyefendi/Hanımefendi”nin bulunduğu yerlerde görürüz. Ona itirazın mümkün olmadığı (ya da mümkün olmadığına inanılan), farklı nedenlerle (çoğu zaman iş, makam ve ekmek korkusu, dışlanma ve şeytanlaştırılma (ve hatta bedel ödetilme – cezalandırılma korkusu ile) kimsenin itiraz etmeye cesaret edemediği durumlardan söz ediyorum.

Bahse girebilirsiniz. Oralarda alınan tüm kararlar (evet, iddia ile söylüyorum tüm kararlar) yanlıştır ya da yanlış sonuçlara götürür. Hep alkış vardır. Kritik sıfırdır. Bu da “doğru gibi görünen” kararların bile yanlış uygulama yoluyla yanlışlara neden olmasını beraberinde getirir.

Şirket ya da kurum ölçeğinde zarar, küçülme, başarısızlık ve belki iflasa sürükleyen bu durum, ülke söz konusu olduğunda, milyonların ağır bedeller ödediği ve gelecek nesillere de yansıyacak çok daha ciddi ve vahim sonuçları olan bir yıkıma götürür.

Türkiye’nin iki gündür tartıştığı “Cumhurbaşkanı’nın bayram münasebeti ile yayımladığı bir video mesajdaki fiziksel ve buna bağlı muhtemel zihinsel – muhakemesel tükenmişlik yorumları” yapılan görüntüleri, bu bağlamda okuyun.

Başlangıçta “Saygı ve itibar”dan kaynaklanan bir şekilde elit bir “çekirdek kadro” ile yolu açılan bu “otoriter ve tek ağza bakan” yönetim modeli, tarihteki benzer modellerinde hep kanıtlandığı üzere, bir aşamada, o “elit ve çekirdek” kadronun da “başını yiyecek” ve lideri (kuşkusuz kendi iradesi ve tercihi ile de) yalnız başına bırakacak, geri kalanların da korkudan “ilişemediği” ve sonuçta hata üstüne hata yaptıran bir yere doğru sürüklenmiştir.

Eğitim alanında ağır bir yıkıma, rektör atamasında anlaşılmaz bir akıl tutulması içinde alınan kararlara, sağlıkta bir ülkenin ağır bir fatura ödediği ve her geçen gün vahim bir tabloya sürüklendiği yanlış politikalara, dış siyasette ağzını her açtığında devleti bugün ve gelecekte zor durumda bırakacak fikir ve kararlara, ekonomide iktisat fakültesi birinci sınıf öğrencilerine bile saç baş yolduracak seviyede “bilim dışı, kitap dışı, dünya dışı ve akıldışı” karar ve fikir yürütmelere kadar her alanda ağır bir faturadan söz ediyorum.

Bedelini 3 – 5 milyon cirolu bir şirket, ya da 3 – 5 bin kişilik bir kurum ödese, belki “Eh, bize ne? Ne yapalım” denilebilecek bir durum bu. Ancak, kurucularının ve dedelerimizin, babalarımızın, ağır bedeller ödeyerek yarattıkları bir Yüce Cumhuriyet’ten ve artık tahammülü kalmayan, sadece kendisini değil gelecek nesillerini de kaygı içinde bırakan bir toplumdan, bir Yüce Millet’ten söz ediyoruz.

Bu kötülüğün sürmesine kimsenin hakkı yok artık.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir an önce demokrasinin ve istişarenin, yani aklın – bilimin egemen olduğu bir sisteme geçmesi için vakit gelmiş, geçmektedir.

Bunun da yegâne yolu seçimin bir an önce yapılması ve başta “karar verici (Yürütme) – yasa yapıcı (Yasama) ve bunlara bağlı olarak hukuku sağlayıcı (Yargı) kadrolarının yenilenmesi – tazelenmesi” şarttır.

Bunu yapamadığımız her bir dakika, hatta her bir saniye, ülke ve toplumun, “o meş’um video mesajı”ndaki görüntü ile paralel hale gelmesine yok açmaktadır.

İstiklal Marşımız’dan göndermeli bir mesajla vurgulamak isterim:

“Yapma Kurban Olayım!..”

Siyasetin içindeki (iktidar – muhalefet) herkesin, bu korkunç gidişatı görmesi ve bir an önce harekete geçmesi gerekmektedir.

Gün, oturup izleme günü değildir.

Hepimizin bekası için harekete geçin artık.

Sandık. Bir an önce sandık.

O kelepçe…

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 16 Temmuz

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)


Boğaziçi Üniversitesi’nin “Kayyum” rektörünün, dün sabaha karşı 2021/360 sayılı cumhurbaşkanı kararı ile görevden alınmasını, sabahlara kadar, hatta günlerce-gecelerce-haftalarca-nesiller boyu kutlamaya hakkımız var.

Çünkü bu karar, öyle bir gece yarısı oturup da “Yeterince hizmet etti. Haydi artık başkası gelsin onun yerine” diyerek alınmış bir karar, bir muktedir tasarrufu değildir. Bu karar, boyun eğmemenin, vazgeçmemenin, kol kola verip direnmenin, haksızlığa liyakatsizliğe karşı var gücüyle haykırmanın, Seni de, rektörünü de, bu kibirli – küstah kararını da tanımıyoruz!diyerek baş kaldırmanın bir sonucu olarak zorla alınmıştır.

Orada, yaklaşık 200 gündür “Bilime, liyakate, demokrasiye, insan ve akademisyen onuruna sahip çıkan” yüzlerce öğretim üyesinin, binlerce öğrencinin, bir o kadar çalışan ve velinin, mezunların ve onlara destek veren milyonların gösterdiği direnişin bir sonucu, önemli bir zafer, önemli bir muharebe (henüz bir savaş değil) kazanılmıştır.

Ama direnişin başladığı o ilk gün Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampusu’nun kapısına vurulan o meş’um “kelepçe”, o utanç objesi, maalesef orada (simgesel olarak da olsa) durmaktadır.

Çünkü henüz muktedirin akademiye ve bilimsel özerkliğe bakış açısında zerre kadar bir değişiklik yoktur. Düşünene, araştırana, sorgulayana, en yerelinden en ulusal çapta olana kadar “kurumların yönetimine demokratik yoldan seçimle gelinmesi ilkesine” düşmanlıkları sürmektedir.

  • “Kayyum” mantığı, yani “Sen seçemezsin. Ben atarım. Sen seçsen bile ben görevden alır, yerine kendi istediğimi zorla, döve döve atarım” mantığından bir milimetre bile geri adım atmamıştır.

Kısacası, bugün için o “muharebede elde edilen zaferi” doya doya kutlamakla birlikte, “o kelepçe”nin varlığını da bir saniye bile olsun unutmamak gerekmektedir.

Ülkemizin üzerine bir karabulut gibi çökmüş olan “Halk iradesini yok sayan, demokratik kural ve teamülleri ayaklar altına alan” kafa, iktidardan gitmediği müddetçe de
bu mücadelede daha güçlü biçimde kol kola vermemiz gerektiğini asla unutmamalıyız.

Bir şeyi daha unutmamalıyız :

Boğaziçi’nde olduğu gibi, her türlü toplu hak arayışına “terör eylemi” gözü ile bakan zihniyetin, anayasal ve yasal hakları kullanarak kitlesel mücadele anlayışı ile nasıl mağlup edileceğini de her saniye hatırlamalıyız.

Yine, aynı “ceberut-faşizan” anlayışın değirmenine adeta su taşıyan, “Aman sokağa çıkmayalım. Şimdi gereksiz yere tatsızlık çıkmasın. Zaten onların da istedikleri bu. Kavga istiyorlar ki OHAL ilan etsinler. Oturun oturduğunuz yerde. Eylem meylem yapmayın. Bağırıp çağırmayın. Bunlara gereken cevabı sandıkta veriririz zaten…” anlayışındakileri de unutmamalıyız.

Demokrasi mücadelesi, anti-faşist mücadele, ilke temelinde yapılır. Anayasal protesto hakkını “Patırtı-gürültü, OHAL’e davetiye, onların istediği şey…” diye küçümseyen, ilkesiz “küçük burjuva esintisi sosyal demokrat hastalıklardan” da uzak durmamız gerektiğini hep hatırlatacağız.

Ezilen, sömürülen, horlanan, yok sayılan, itilip kakılan, coplanan, hapse atılan, aydın ve emekçi kitlelerin her ayağa kalktığında “Oturun yerinize, tatsızlık çıkmasın” deme aymazlığında olanlara da dünkü şanlı “Boğaziçi Zaferi” tarihi bir ders olsun.
***

15 TEMMUZ, FARKINDASINIZ DEĞİL Mİ?

Ağlak Vaiz’in yani Feto alçağının, siyasetteki ortakları ile birlikte ele geçirmeye çalıştığı TSK’nin bir bölümü aracılığı ile kalkıştığı menfur darbe girişiminin yıldönümünü artık eskisi gibi tantana ile an(a)mıyorlar. Beş yıldır ortaya dökülen gerçekler, hâlâ yanıtsız yüzlerce, binlerce soru, sözde yargılama sürecinde kurulan borsalar, FETÖ’nün tüm ağababalarının “kaçmış-kaçırılmış” olmaları filan alt alta toplanınca yaşadıkları mahcubiyet, artık bu etkinliklerin seviyesine ve yoğunluğuna da yansıdı.

TBMM’de özel oturum bile düzenlemekten vazgeçtiler.

Darbe girişiminin gerçekleri sorgulandıkça, giderek daha da belirginleşecek bu tavırları.

Sormaya devam edeceğiz. Sorulara cevap aramaya devam edeceğiz.

“O gün (gerçekten) ne oldu?”

===================================
Dostlar,

Yiğit, yürekli, birikimli gazeteci – yazar dostumuz Sn. Zafer  ARAPKİRLİ‘nin yukarıdaki makalesini biz de sözcük sözcük paylaşarak burada yayınlıyoruz.
Aynı zamanda bu seçkin üniversitenin bir mezunu olan Sn. Arapkirli ile ayrıca özdeşim (duygudaşlık, empati) içindeyiz. Bilindiği gibi epey zamandır Sn. Arapkirli’nin Cumhuriyet Gazetemizdeki haftalık Cuma günü makalelerini düzenli olarak sitemizde yayınlıyoruz.
Bu sitede, Boğaziçi Üniversitesi üzerinden AKP = RTE iktidarının ülkemizin geleceği üzerine oynadıkları oyunlara ilişkin son 6,5 ayda birkaç yazı – haber yayınladık

En dramatik yanlardan biri, kayyım düşük / sabık rektör Bulu’nun tezinde kabul edilemeyecek düzeylerdeki “intihal / aşırma / bilimsel hırsızlık” olgusudur. Bulu’nun savunması komik hatta aptalcadır. YÖK son yıllarda bu sorunun üstüne kararlılıkla gitmektedir. “TURN IT IN” adlı gene “kefere” (!) buluşu olan bir ABD yazılımı, tez – ödev – makale – monograf – kitap.. her neyse dünya ölçeğinde yazını (literatürü) didik didik tarayarak bu aşırmaları – kaynak göstermeden kendine mal etmeleri yakalamaktadır. Biz de 30 yılı aşan üniversite hocalığı yaşamımızda öğrencilerimize – asistanlarımıza hep şu kuralı koyduk :

  • Neredeyse her tümcenin (cümlenin) sonunda kaynak gösterin…

    Son olarak 10 Ağustos 2018 günü savunduğumuz Sağlık Hukuku alanındaki Yüksek Lisans (Master, MSc) tezimiz de (250+ sayfa) böylesi bir incelemeden geçmiştir.

    Siyasal dinci iktidar bir yandan sözde İslamiyeti ülkeye dayatmakta, bir yandan her türlü yolsuzluğu – çalıp – çırpmayı her nasılsa kendince “meşru” görebilmektedir. Akıl almaz ve dayanılmaz sınırlara erişen bu ahlaksal düşkünlüğün (sefaletin) tek bir gerekçesi üretilmiştir – uydurulmuştur :

  • Türkiye dar-ül harp ülkesidir ve şeriat düzeni kurulana dek her şey ama her şey mübahtır!

    Yuh olsun (!) bu kadim ve her kapıyı açacak sözde meşrulaştırma aracına; yozluğa, ilkelliğe!

    Ancak yaşamın eytişimselliği (diyalektiği) bu ahlaksız aracı siyasal dincilerin elinden alacaktır. İntihalci kayyım rektör Bulu’yu, oraya getiren aynı kafadaki efendilerinin gücü orada tutmaya yetmemiştir. Bulu, geriye dönük olarak intihal = bilimsel hırsızlık suçundan yargılanmalıdır.

    Ülkemizin yüzakı bilim kurumlarından Boğaziçi Üniversitesi kapısına vurulan kelepçe, fiziksel olarak orada, aktörlerinin bir utanç belgesi gibi asılı durmaktadır ama; gerçekte hala iktidar olduklarını sanan altları boşalmış, sanrı içindeki sözde siyasilerin el ve de ayak bileklerindedir.
    ***
    15 Temmuz 2016 darbesinin 5. yılında aşağıdaki iletiyi paylaşmıştık.. on binlerce okundu :

    Bir kez daha kanıtlandı ki, darbe – vesayet sözcüklerini dilinden düşürmeyen AKP = RTE, gerçekte kendilerini saklama amaçlı bu sözcükleri kullanır dururlarmış.. Dervişin fikri – zikri!

Bu çok ciddi tuzağı (kumpası) Türkiye’ye kuran ve ardından TEK ADAM REJİMİ – ŞAHSIM DEVLETİ ilkelliğini dayatan kadro, doğrudan Cumhuriyet – Demokrasi karşıtı darbecidir! Üstelik gerici – darbecidir, çünkü aklı – fikri 1500 yıl öncenin din sanıp dayattığı çöl şeriatına kilitlidir.

İnsanlık onuru bu “kelepçe” yi de (AKP iktidarı ve anlayışı!) kıracak ve Türkiye Cumhuriyeti, Büyük Atatürk‘ün işaret ettiği çağdaş uygarlık yolunda sonsuza dek yaşayacak, yaşatılacaktır.

Sevgi ve saygı ile. 18 Temmuz 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Bittiyse… Sorulara geçebilir miyiz?

“Kendilerine karşı” ifadesini özellikle kullandım. Çünkü, on yıllarca büyük bir özenle ve hain bir iştahla “Devlet”in kendisini zaten çoktan ele geçirmiş bulunan bir şeytani örgütlenmeden söz ediyoruz burada. O yüzden, yapılmaya çalışılan hain darbenin “Devlet”ten ziyade “Hükümeti” hedef aldığına dair en ufak bir şüphe yok kafamızda.

15 Temmuz 2016 gecesine ilişkin, henüz yüzlerce karanlık nokta ve soru işareti ortada iken, bu olayı bir de (sahtekarca“millet”e mal edebilmek amacıyla, “Bayram” ilan etmek neyin nesidir? Böyle bir şeyi, ancak bugünkü iktidar sahipleri becerebilirdi.

O günü ve geceyi hepimiz dün gibi anımsıyoruz. Herhangi bir ülkenin yöneticileri, bir askeri darbe (ya da girişimi) vukuunda ne yaparlar? Ya da ne yapmak zorundadır? Bunun tek bir yanıtı var. Vatandaşlarının güvenliğini sağlamak değil mi? Yani, yönetenlerin derhal TV ve radyolara çıkıp “Biz buradayız. Duruma hakimiz. Bunlar bir avuç hain. Merak etmeyiniz. Devletimizin güvenlik güçleri, yani polisi, askeri, jandarması gerekeni yapıyor. Sakın sokağa çıkmayın. Evlerinizde kalın mesajı ile birlikte sokağa çıkma yasağı uygulamaları gerekmez miydi?

Oysa o gece ne olmuştu?

İstanbul’da Boğaziçi Köprüsü’nün sadece bir yönde (üstelik de sadece birkaç manga askerle) kapatılması gibi garip bir uygulama ile, ilk işaretleri alınan darbeyi bastırmak (!) için “millet” sokaklara çağrıldı. “Millet”ten kastın da zaten çoğunlukla parti teşkilatının bindirilmiş kıtaları olduğu ayan beyan ortadaydı. Normal, sıradan insanların bir darbe ortamında, üstelik de daha “düne” kadar iktidarın temsilcileri ile kol kola olduğunu bildiği unsurlarca yapılan bir darbe sırasında sokakta ne işi vardı? Nitekim özellikle Boğaziçi Köprüsü üzerine “götürülen” insan profilini hepimiz gayet iyi biliyoruz.

İkincisi ve daha da önemlisi, devletin silahlı güçlerine komuta eden; başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanı olmak üzere her birinin o gece boyunca tam olarak hangi saatte nerede oldukları, hala büyük bir sır gibi gizleniyor. “Eniştemden duydum” öykülerini saymıyorum bile.

Bununla da kalınmıyor, belki de siyasi liderler arasında “Ne zaman, nerede, kiminle birlikte ne yaptığı” en iyi bilinen (belgeli) olanı, Sayın CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu üzerinde bir “gizem perdesi” yaratılmak isteniyor. Yok efendim, “Ne işi varmış Bakırköy Belediye başkanının evinde?..” Adam (Sayın Kılıçdaroğlu) kaç kez anlattı, saniye saniye neler yaşandığını. Ve oradan fotoğraflar paylaştı. “Ankara’ya dönemedim. Ben buradayım. Sayın Kerimoğlu’nun evinde ağırlanıyorum. Milletvekillerime talimat verdim. TBMM’yi gidin savunun diye.”

Üstüne üstlük, devletin tüm imkanları Kemal Bey’in yaptığı telefon görüşmelerini, o trafiği filan belgelemeye müsait iken, böyle bir kepaze “çamur atma” taktiğine kargalar bile gülmüyor artık.

Gelelim, “gücü” elinde bulunduranlara… Neredeydiniz beyler?

Neden kendiniz tankların üzerine çıkmak ve oradan millete seslenmek yerine, “milleti” (bir kısmı da maalesef şehit olmak üzere) sokağa çağırdınız?

“Kılıçdaroğlu neden tankın kenarından geçip gitti” diye çamur atacağınıza, kendiniz hiç olmazsa (bırakınız bir tankı ya da ZPT’yi) bir askeri cipin üzerine çıkıp iki satır nutuk ataydınız da, bu millet sizi “Kahraman” ilan edivereydi.

Yüce Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün büyük ve dahice bir hesapla ve üstelik “Büyük Kurtuluş Savaşı”nı yöneten Yüce Meclis’in “ana kucağı” niteliği ile başkent ilan ettiği Ankara’ya, neden günlerce gitmediniz? Gidemediniz?

Bırak Kemal Bey’i filan. Daha sorulacak o kadar çok soru var ki..

Bırak “Bayram”ı mayramı. Önce, yukarıdaki iki soruya yanıt ver.

  • O gece “millet”in sıradan evlatlarını neden namluların üzerine sürerek şehit – gazi olmalarına neden oldun?

Neden asker ve polisi ve jandarmayı değil de, senin benim sivil evladımızı göreve çağırdın? Ve sen neredeydin? Sadece bir kişiye sormuyorum. Hepsine.

Amaç belli. Bu hain darbeyi, yani kendi elleriyle Cumhuriyet’in-Devletin anahtarlarını teslim ettikleri alçakların bu girişimini, sanki “Millete” yapılmış gibi göstermek. Ardında da malum OHAL ve sonrasındaki siyasi iklime zemin hazırlamak.

Sonra bir de dini değerleri işin içine katarak, minarelerden haftalarca (daha dün gece milleti yine o anlara döndürmek maksadıyla) “Salâ” okutmalar filan. Sanki o darbeye kalkışan Pennsylvania’lı Ağlak Vaiz’in emrindeki Cumhuriyet düşmanı asker ve polis kılıklı hainlerinin “Ezanla, Kur’anla, Salâ’yla filan bir dertleri” varmış gibi.

  • Gözü dönmüş şeriatçı millet düşmanlarından söz ediyoruz burada. Kimi kandırıyorsunuz?

“Ezan susmayacak”mış da… “Bayrak inmeyecekmiş” de.. Bir sürü yalan dolan.

FETÖ alçağının derdi bunlar mıydı? Yoksa, on yıllardır hep uyardığmız üzere bu ülkenin laik ve demokratik temelleri miydi? Hukuk devleti miydi? Her türlü özgürlükler miydi?

Salak değil bu millet.

15 Temmuz’a dair çok şey konuşuldu, çok şey söylendi. Dünden beri de konuşulmaya devam ediliyor. Ama bir koca delik, hatta delikler var hâlâ ortalıkta.

TBMM’nin ünlü komisyon raporunun gizlenmesinden de anlaşılacağı üzere, “O gece tam olarak ne olduğu”nun bilinmesi istenmiyor. Çünkü bilinirse, “Siyasi ayak” (resmen) ortaya çıkacak.

Yani, herkesin bildiği o büyük “sır” ortaya dökülecek. Soruların yanıtları tam olarak verildiğinde, her şey aydınlanacak. Ama istemiyorsunuz. Neden istemediğinizi de herkes biliyor.

Ha.. Bir de.. Unutmadan..

Darbenin ve FETÖ alçağının hamisi ABD’ye bu konuda tek bir soru sorup tek bir bilgi talep ettiniz mi? FETÖ’nün iadesi talebinden filan söz etmiyorum. “Arkasında ABD var” imalı sözlerinizin altını dolduracak bir adım attınız mı “sözde müttefik” emperyalistlere karşı? Biz de biliyoruz arkasında o devletin olduğunu. O “hami” devlete karşı nasıl bir adım atabildiniz?

Kimi kandırıyorsunuz? En başta da dediğim gibi…

Kutlamanız ya da anmanız.. Her ne ise, bittiyse… Bir zahmet, sorulara geçebilir miyiz?

O cevaplar buraya gelecek. Yağma yok.
==============================================

Silahlar kadar tehlikeli

Elbette ciddiye alınmalı.

Elbette, bu inisiyatifin arkasında “Barışçıl ve demokratik haklarını kullanmak isteyen, hatta en temel anlamda itirazını, protestosunu, muhalefetini yazılı ya da sözlü dile getirmek isteyenlere karşı ‘Resmi’ güvenlik güçleri ile yetinmeyip, paramiliter, gayrı resmi, merdivenaltı, yasadışı örgütlenmeleri de sevk etme amacı” bulunduğunu hesaba katmalı.

Ancak, 107,000’in üzerinde olduğu iddia edilen bu “Kayıtdışı silahlar” meselesinden daha elim ve daha vahim bir olguyu da unutmamak gerek:

  • Faşizan yönetimin, “itirazı, muhalefeti, hoşnutsuzluğu” bastırmak için kullandığı “yasal ve hatta hukuki görünümlü şiddet”in, bir ateşli silahın namlusundan çıkacak mermi kadar öldürücü olmasını kastediyorum.

Meselâ, 700’üncü haftalık buluşmalarını gerçekleştirmek isteyen Cumartesi Anneleri’nin üzerine tüm şiddetiyle giden Devlet’in, insanları yaka paça saçlarından sürükleyerek içeri atmalarını ve hâlâ yargılıyor olmalarını kastediyorum.

Meselâ Somalı, Ermenekli madencilerin en temel haklarını, emeklerinin karşılığını alamadıkları için yaptıkları eylemin, “her görüldüğü yerde” acımasız şiddetle bastırılmasını ve hatta mahkemelerde sürüm sürüm süründürülmelerinden söz ediyorum.

MeselâHES’lere (Hidro Elektrik Santralı) ve JES’lere (Jeotermal Elektrik Santralı), taş ocaklarına karşı mücadele eden köylülerin toplandıkları her yerde, ses getirdikleri her eylemde karşılarına dikilen jandarmanın şiddetini de görelim diyorum.

Meselâ, her grev girişimini, her toplu sözleşme ve hatta sendikalaşma mücadelesini resmi-gayrı resmi şiddetle bastırmak isteyen patronların Devlet’le el ele uyguladığı baskı, zulüm ve şiddeti kastediyorum.

Meselâ, kadına (ve diğer – erkekten farklı – tüm cinsel yönelimleri olanlara) karşı, taciz, tecavüz, işkence, cinayet ve her türlü ayrımcılığa karşı protesto eylemlerinde zuhur eden resmi Devlet şiddetine dikkat çekiyorum.

Meselâ, Üniversitelerin bilimsel ve yönetsel özerkliğine, öğrencilerin birer robot, birer “eşya” birer emir eri olarak görülmelerine, akademisyenlerin birer “sıradan devlet memuru” muamelesi görmelerine karşı eylem yapanlara yönelik acımasız muameleyi de unutmayın diyorum.

Meselâ, İstanbul Güngören Tozkoparan’daki örnekte görüldüğü üzere, insanların “Kentsel dönüşüm” adı altında, zorla evlerinden yuvalarından atılmalarını protesto etmek için seslerini çıkardıklarında en ağır şiddete maruz bırakılmalarını örnek veriyorum.

Meselâ, Adıyaman’da yabancı tütün tekellerinin istekleri doğrultusunda (AS: isteklerine karşı durarak) üç beş dönüm tarlalarını koruyabilmek adına itiraz eden çiftçilerin haklı taleplerinin boğulmak istenmesini kastediyorum.

Meselâ, halkın en temel hakkı olan haber alma ve bilgilenme hakkının sağlanması için gecesini gündüzüne katarak çalışan yazılı ve görsel medyanın fedakar emekçilerine hem alanda haber toplarken, hem de kağıt üzerinde bürokratik ve yasal sistemi kullanarak uygulanan baskıları da hesaba katmak gerek diyorum. Muhabire uygulanan fiziksel şiddet kadar, Basın İlan Kurumu’ ndan RTÜK’üne ve Basın Savcılıklarına kadar Devlet’in her türlü baskı aracının kullanılmasına da iyi bakın, diyorum.

Yani… Bütün bu saydıklarım ve benzeri baskıların da, en az “Bir gün bir yerde halka karşı ateşlenmesi muhtemel” o “kayıp silahlar” kadar öldürücü-ölümcül işlevi olduğunu
anlamak gerek.

Demokrasi ile Faşizm arasındaki o uzlaşmaz çelişkinin ve o yüzlerce yıllık tarihi mücadelenin “Faşizm” tarafındaki araç-gereçleri, sadece “ateşli, uzun ya da kısa namlulu silahlar”la sınırlı değildir.

Kendileri, bir twitter mesajına, bir satır yazı içeren pankarta, bir makaleye, bir kitaba, meydanda veya salonda atılan bir slogana bile “ölümcül silah” muamelesi yapan faşistler, Devlet’in vatandaşlar arasında adaleti ve hukuku koruma amaçlı olarak kendi envanterinde bulunan milyonlarca “Resmi- Beylik Silahı” bile yeterli görmeyerek, yandaşlarına el altından silah dağıtıyor olabilir.

Ama, bunun kadar önemli olan şey, “zihinlerdeki faşist ve demokrasi düşmanı zehrin” öldürücülüğüdür.

Onu da, çıkarılan her bir kanun ya da kararnamede, her mahkeme kararında, her idari işlemde, her yasakta görebilmek mümkündür.

Mücadelemizi, her anlamda “Faşist silahlanmaya” karşı bütüncül olarak görmek gerekir.
===========================================
Dostlar,

Sn. Zafer Arapkirli dostumuz çok deneyimli, birikimli, yürekli ve yurtsever bir gazetecidir. Meslek deneyimi 40 yılı aşkındır ve doğrultu tutarlılığını özenle korumayı bilmiştir.
Cuma günleri Cumhuriyet‘te yer alan haftalık makalelerini düzenli olarak bu sitede paylaşıyoruz. Son günlerde, yoğunlaşan ve ağırlaşan gündem nedeniyle krttv.com.tr‘de de ek makaleler yazmaya başladı. Kamuoyunu uyarmaya çabalıyor vargücü ile..

Hem ülkemizin başına çorap örmeye çabalayan – ören ve giderek meşruluk zemininden savrulan iktidar kesimlerini hem de başlarına çorap örülmeye çalışılan tüm Türkiye’yi.

Yazdıkları ve yazının teması olağanüstü önemli hatta kritiktir :

  • 107 bin silah kimlerde ve nerededir?
  • Böylesi bir operasyonun iktidarın bilgisi dışında yapılması olanaksız olduğuna göre, AKP iktidarı bunu neden yapmıştır?
  • Varsayalım ki, olağanüstü saflıkla, AKP = RTE bilgisi dışında bu operasyon yapıldı ise bile (!?); şimdi bilgileri içindedir; DER – HAL / İVEDİLİKLE ne yapmışlardır, ne yapacaklardır?
  • Yargıtay Cumhuriyet başsavcılığı, açıkça suça karışan / suç işleyen AKP iktidarı için neden hemen harekete geçmemektedir?
  • TBMM’den hızla bir yasa çıkarılarak bu silahlar ve mühimmat geri çağrılmalı, silahları teslim edenlere yasal işlem yapılmamalıdır; bir tür dolaylı aftır bu.
  • Toplanan silahların hepsinin balistik incelemesi yapılmalı ve işleyeni belirsiz (faili meçhul!?) bırakılan ya da belirli adam öldürme dosyaları ile ilişkilendirilmelidir.
  • Muhalefet hiç olmazsa bu yakıcı sorunda ORTAK davranmalı ve ülkemizin ana gündemi yapılmalıdır.
  • Uluslararası toplum / kurumlar, ülkemizde can güvenliği kalmadığından ve bir silahlı darbeye bizzat meşruluğunu yitiren iktidar tarafından hazırlanıldığını not etmeli ve
  • EN TEMEL HAK OLARAK YAŞAM HAKKININ AÇIK – YAKIN POTANSİYEL İHLALİ – İHLAL TEHDİDİ karşısında gerekli, adımları atmalı ve ülkemizde olası bir BOĞAZLAŞMA – KİTLESEL KIRIM – İÇ SAVAŞ ve faşist – dinci şeriat devleti ilan edilmesine yeltenilmesi riski ortadan kaldırılmalıdır.
    ***
    Bu yazımızın, yine bu gün sitemizde yayınladığımız, Sayın Dr. Merdan Yanardağ‘ın çok kritik İÇ SAVAŞ makalesi ile birlikte okunmasını dileriz. O makalenin altında da kapsamlı katkılarımız olmuştu.İç savaş! – Prof. Dr. Ahmet SALTIK

    Sevgi ve saygı ile. 14 Temmuz 2021, Ankara

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
    Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
    Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
    www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
    facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

 

 

Hukuk devleti, hukuk toplumu

Cumhuriyet, 09 Temmuz 2021

 

Her ağzımızı açtığımızda, her tartışma ortamında sıkça kullandığımız bir kavramdır “Hukuk Devleti”.

Zaten anayasamızı hazırlayanlar da daha “Başlangıç” bölümünde “millet iradesi ve hukukun üstünlüğü”nden söz ederken ve hemen 2. maddesinden başlayarak “laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” kavramına vurgu yapmıştır. (AS: 4 değil 7 özellik sayılır 2. maddede)

Gerçekten bir “Hukuk Devleti” olabilmenin yegâne (AS: biricik) yolunun da toplumsal yaşamda “hukukun üstünlüğünün hâkim olması” ilkesine atıfla, yaşadığımız toplumun da bir “hukuk toplumu” olmasından geçtiği unutulmamalıdır.

Toplumu oluşturan bireylerin, kendilerinden başka herkesin hukukuna da saygılı olma güdüsü ile yaşamadığı bir ülkede, “Devlet”in de bir “Hukuk Devleti”ne dönüşmesi kimsenin umurunda olmayacaktır.

Bence, şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşadığımız en ağır ve en acil çözülmesi gereken sorun budur. Günlük küçük (mikro) yaşamlarımızda, mesela (AS: örneğin) soframızda aile bireylerinden başlayarak geniş ailemizde de (mesela miras davalarında), apartman ve site yaşamında komşularımızla ilişkilerimize, trafikte öteki sürücüler ve yayalarla ilişkilerimize kadar hemen her alanda yaşadığımız sorunları hatırlayın. Ne demek istediğimi anlarsınız.

Yukarıda sayılan alanlarda başarılı olamadığımız takdirde, “Yargı” ve “Yürütme” alanlarında Devlet’in ne kadar hukuk içinde davrandığı konusunda da sağlıklı karar veremeyiz.

Bireysel düzlemde “Bana adil davranılsın. Gerisinin canı cehenneme” demeye eğilimli olabiliyorsak, makro düzlemlerde de “Hukuk ihlallerine” ses etmeye hakkımız olmaz. Zaten mahkemeye işimiz düşmediği takdirde, bunu pek de dert edinmeyiz.

Oysaki çağdaş bir birey ve çağdaş bir toplum olabilmenin birincil koşulu budur.

Selahattin Demirtaş’ın ya da Osman Kavala’nın tutukluluğu ve anayasal hakları, AYM ve AİHM kararlarının üstünlüğünden eşit olarak yararlanamıyor olmaları, sandıkta milletin oyları ile seçilmiş Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun, Enis Berberoğlu’nun ve diğerlerinin parlamenter statü ve kimliğinin hasımlarının çoğunluğunun el kaldırıp indirdikleri “bir oylama ile cart diye” ellerinden alınabilmesini dert edinip edinmemek gibi net bir mihenk taşından söz  ediyorum.

Bir siyasal partinin sırf “bizim gibi düşünmüyorlar ve başka talepleri var” diye kapatılmasını ve hepsinin toptan içeri alınmasını savunarak “çağdaş toplum ve çağdaş bir demokrasi” olunamayacağını kastediyorum.

Toplumun haber alma ihtiyacının yani bilgilenme ihtiyacının sağlayıcısı bir gazetenin baskı altında tutulması, cezalarla sindirilmeye çalışılması, bir Bakanın icraatının sorgulanması şeklindeki temel ve vazgeçilmez görevini yaptı diye “soruşturmaya uğratılması” da tek tek tüm bireylerin “dert edinmesi” gereken işlerdir.

İktidarın beğenmediği TV kanallarına “gözünün üzerinde kaşın var” diye her fırsatta cezalar kesilmesi de sadece (AS: yalnızca) o kanalların değil, oradan bilgi almak durumunda olan tek tek tüm vatandaşların “sorunu” sayılmıyorsa, gerçek bir hukuk toplumu olamayız.

Bir küçücük çocuğun taciz, istismar veya tecavüze uğraması, bir sporcu kız çocuğunun “şort giyemezsin, günahtır” diye iğrenç bir baskı altına alınmak istenmesi, bir hayvana eziyet edilmesi, bir kadının ya da doğuştan veya sonradan başka bir cinsel yönelimi olan bireyin “makbul ve değerli olmayan” sayılması, kendimize “hukuk toplumu” diyebilme hakkımızı elimizden alır.

Bütün bunları toptan “kendi (bireysel) sorunumuz” sayamazsak, karpuz ya da kavun alır gibi “seçmece-kesmece” anlayışına yazılırsak, en başta sözünü ettiğimiz ve Anayasa denen metnin girişinden itibaren (AS: başlayarak) vurguladığı ilkeleri yırtıp çöpe atmış oluruz.

Gerisi de utanç verici bir ilkellik ve kaos (AS: karmaşa) anlamına gelir.

Vatandaşlar olarak, kendimize “kaliteli bir birey”, toplum olarak “birinci sınıf bir toplum” deme hakkını, devlet olarak da “hukuk devleti” deme hakkını yitiririz.

Kayıp silahlar ve derin sessizliğimiz

Zafer ARAPKİRLİZafer ARAPKİRLİ
Zafer ARAPKİRLİ – Kayıp silahlar ve derin sessizliğimiz (krttv.com.tr)
09 Temmuz 2021

(AS: Bizim katkımız yazını altındadır..)

İngiltere, Finlandiya, Hollanda, İspanya, İtalya, Avusturya vb. bir ülkede, akşam saatlerinde internet sitelerine ve sosyal medyaya şöyle bir haber düşse:

“İktidar partisi içinde bazı unsurların İçişleri Bakanı tarafından yasadışı biçimde silahlandırıldığı, aralarında uzun namlulu Kalaşnikof tüfeklerin de bulunduğu çok sayıda kayıt dışı silahın, iktidar partisi gençlik kollarına mensup bazı şahıslarca gizlice nakline ilişkin tanık anlatımlarının bulunduğu…”

Üstelik de bunu, kaçak durumda olan ve bugüne kadarki anlatımlarında pek çok şeyin gerçek olduğu bilinen, devletle geçmişte birlikte pek çok gizli-örtülü-kirli iş çevirdiği için “geri plana” hakim olduğu şüphe götürmeyen bir mafya lideri ortaya atmış olsa?..

O ülkelerden herhangi birinde bugün tüm televizyonlar, 24 saat canlı haber yayınına geçmiş, gazetelerin birinci sayfaları bu konudaki haber ve yorumlarla “yığılı” bir şekilde yayımlanmış olurdu. Ülkeyi yönetenler, tabii ki en başta İçişleri Bakanı bu konuda bir açıklama yapmak zorunda kalırdı. Sabah ilk iş, radyo ve TV programlarında en azından bir resmi ağızdan bir açıklama duyulurdu.

Oysaki, canım memleketimde dün akşam aynı bu dediğim içerikte bir iddia ortaya atıldı ve ertesi sabaha “sanki hiçbir şey olmamış gibi” uyandık ve günlük yaşam sürüyor. İktidar medyası zaten cesaret edemediği için “müspet ya da menfi” hiçbir şey yazmamış, iktidar TV ve radyoları yine “kulağının üzerine yatmış” durumda. Muhalif tavırlı medya ise (benim bu yazdığım yazı örneğindeki gibi) “Şaşırdık mı?” içerikli birkaç yazı ve yoruma yer verip geçecek.

Çünkü… Evet… Şaşırdık mı?

Çünkü… Evet… Bu ülkenin geçmişinde de, (iktidarda kim olursa olsun) Devlet’in bu tür “rutin dışı” (bu tabir eski başbakanlardan Süleyman Demirel’e aittir. Devlet zaman zaman rutin dışına çıkabilir demiştir) uygulamaları hep olmuştur ve olmaktadır. “Müesses nizamı korumak” adına, onyıllardır bu topraklarda gücü ellerinde bulunduranlar, “kayıtsız – kuyutsuz – rutin dışı – iktidarın hizmetinde” örgütlenmeleri gerçekleştirmiş ve yönlendirmiştir. Bunu, kimi zaman Kontrgerilla” etiketi ve markası ile “dış düşmana” (60’lar, 70’ler) karşı yaptığını savunmuş, kimi zaman “Terörle mücadele” görüntüsü ile aslında kirli mafyatik faaliyetlere zemin oluşturmak amacıyla (90’lar Susurluk dönemi) yapmış, kimi zaman da bugünün pratiğinden anlaşıldığı kadarı ile “iktidarı yitirmemek amacıyla” muktedirin kendi yandaşlarını gizlice silahlandırmış olması muhtemeldir.

Duyduğumuzda, okuduğumuzda şaşırmıyor olmamız, yani “rutin dışı”nı, adeta “rutin” gibi kanıksamış ve kabulleniyor olmamız, işin en kaygı verici yönü değil midir?

15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişimi gecesi, devletin yasal güvenlik güçleri dururken, otobüsler, minibüsler dolusu insan çatışma alanlarına nasıl sevk edilmiştir? Normal bir hükümet, öyle bir ortamda sivil vatandaşlarına sokağa çıkma yasağı uygulayarak koruma altına alması gerekirken, neden sokaklara meydanlara doluşma çağrısı yapmıştır?

Kimse kimseyi kandırmasın. O gece sokaklara, yani çatışma alanlarına gitmeleri istenen ve bu konuda teşvik edilen, silahlandırılan (evet silahlandırılan – devlet bunu bizzat itiraf etti) insanların iktidar partisi yandaşları olduğu gerçeğini bilmiyor muyuz? Bir iki gönüllü vatanseverin dışında, herkes böyle bir durumda evlerine kapanıp Devlet’in ne yapacağını beklerken, bir grup insan iktidar tarafından (belki de önceden örgütlü ve haberli – eğitimli) sokağa çıkarılıp çatışmanın göbeğine atılmıştır.

Devleti yönetenler orada burada saatlerce saklanırken, sıradan vatandaş bizzat devletin ellerine tutuşturduğu “kayıt dışı” silahlarla ölüme yollanmış ve ölmüş, yaralanmıştır. (Sonradan onlar için toplanan “şehit ve gazilere” yardım paralarının hiç edildiği ayıbına girmeyeyim..)

Şimdi, soru şudur                             :

Türkiye Cumhuriyeti, devleti ve milleti ile bu konuyu hiç tartışmayacak, Parlamento zemininde bu işin, bu iddiaların bir soruşturması (yine) yapılmayacak mıdır?
Mafya liderinin bu kez işaret ettiği somut bir isim de vardır. İçişleri Bakanı ve iktidar partisinin bazı mensuplarını ismen zirketmekte ve gün gün, saat saat, sokak sokak, köşe bucak tarifler yapmaktadır. Bu kişiler, en başta da sayın bakan çağrılıp tek bir soru sorulmayacak mıdır?

İddialar doğruysa, bu silahlar nereden gelmiş, kimin deposunda saklanıyor ve kim hangi yetki ile hangi yasal temelde kimlere,
ne için, nerede kullanılmak maksadı ile dağıtılmıştır? Çok yakın geçmişte, bir genel seçim sonrasında iktidar yandaşı – seçmeni -sempatizanı olduğunu gizlemeyen insanların büyük kentlerimizin cadde ve sokaklarında konvoylar oluşturarak havaya ateş açarak yaptığı kutlamalarda kullanılan silahlar da bunlar mıdır?

O gün seçimi kazanan bu insanların kutlama maksadıyla tetiğine bastığı bu silahlar, yarın (demokrasi bu ya, kazanmak da var kaybetmek de) bu kez havaya değil başka yerlere sıkılacak mıdır?

  • Bunların adı “yasadışı silahlı terör eylemi” değil midir?

İki satır yazı, iki çift sözlü kelâm, iki tweet, iki dakikalık basın açıklaması yapana ağız dolusu “Teröriiiiiiiist!..” diye hücum edip zindanlarda sürüm sürüm süründürmeye yeminli güvenlik ve yargı mekanizması, bütün bu iddialar ve olgular karşısında nasıl sessiz kalabilmektedir?

İzmir’deki menfur cinayet benzeri, yarın bir gün, muhalefet partilerinden birinin il-ilçe merkezlerinden birine dalıp kan dökmesi muhtemel bir eli kanlı faşiste bile (hâlâ) yakıştırılamayan “terörist” yaftası, bundan böyle muhaliflere bu kadar cömert kullanılabilecek midir?

Canım ülkem; Kalaşnikof diyorum, su tabancası değil!

Ve derin bir sessizlik içinde yazlıklarımızda havuzlarımızın başında su tabancaları ile gülüşerek oynaşan çocuklarımızın geleceğinden söz ediyorum.
=========================================

Dostlar,

Durum “çoook ciddi” ötesi, “ürkünç” tür!
Bu sorunun üstüne gidilmeli ve aydınlatılmalı, hukuksal olarak gereği tümüyle yapılmalı, söz konusu silahlar mutlaka bire bir geri toplanmalıdır.
Gerekirse TBMM’den geçici yasa çıkarılmalı, bu silahları bulunduranların ceza yaptırımı görmeksizin, verilecek kısa sürede teslimi istenmeli ve hepsinin teker teker balistik muayeneleri yapılarak karıştıkları cinayetler aydınlatılmalıdır.

Türkiye bu çok ağır sorunu görmezden gelemez, kulağının üstüne yatamaz.
Hele yandaş medya.. bu kez olsun susma – örtme – 3 maymunu oynama olanağı yoktur.

Saygın ve yürekli – ilkeli gazeteci Sayın Zafer ARAPKİRİ, tartihsel bir sorumnuluğu yerine getirmiştir. O’nun son sözleriyle bağlayalıım biz de, paylaşmış olarak aynı zamanda :
***
Canım ülkem; Kalaşnikof diyorum, su tabancası değil!

Ve derin bir sessizlik içinde yazlıklarımızda havuzlarımızın başında su tabancaları ile gülüşerek oynaşan çocuklarımızın geleceğinden söz ediyorum.
***

  • AKP iktidarı Türkiye’yi hangi karanlıklara sürüklemektedir?

    Sevgi ve saygı ile. 10 Temmuz 2021, Ankara

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
    Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
    Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
    www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
    facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Göz göre göre…

Milletçe çok kötü bir sınav veriyoruz.
Hattâ sadece biz de değil, bütün insanlık kötü bir sınav veriyor.
Üstelik, bundan 100 yıl önce yaşanan pandemilerden edinilmiş bunca tecrübeye, bilimin ve teknolojinin, okur yazarlığın, aydınlanmanın ulaştığı bunca seviyeye rağmen.

Covid-19 Pandemisinden, ölümcül bir hastalıktan, çok hızla yayılan ve 21’nci yüzyıl tıbbının bile zaman zaman karşısında çaresiz kaldığı bir belâdan, bu belaya karşı yaptıklarımızdan yapamadıklarımızdan, daha doğrusu yapmadıklarımızdan söz ediyorum.

2019 yılının Aralık ayında Çin’de ortaya çıktığı andan itibaren, vaktimizin büyük bir bölümünü “Acaba komplo mu? Bilmem ne laboratuvarının dünyaya oynadığı bir oyun mu? Uluslararası ilaç ve aşı tekellerinin bilmem nesi mi? Bize bir şey olmaz abi..” ve benzeri aymazlıklarla geçirilen vakitte bile önemli sayıda insanın hayatına malolan bir süreç bu.

İzleyen aylarda, “Gribin bir türüymüş. Basit bir şey aslında ya. Gargara yaparız geçer…” benzeri gevezeliklerle geçirdiğimiz vakitte bile belki çok sayıda canı koruyabilir, kurtarabilirdik. Sonrasında bütün dünyada olduğu gibi bizde de hızla yayılmaya başladı. Mart ayında ilk vakanın (zorla da olsa) kabul edilip kayda geçirilmesinin ardından, ağır kayıplar vere vere 16 ayı geride bıraktık.

Maalesef bu süreçte hem krizi yönetme durumunda olanlar, yani küresel anlamda Dünya Sağlık Örgütü (World Health Organization – WHO) ve dünyanın anlı şanlı devletleri başta olmak üzere bizim hükümetimiz de çok ciddi hatalar yaptı. Ortada, yüzyılların, hatta bin yılların derin bir tıbbi bilgi birikimi varken, bunlar sağlıklı biçimde birararaya getirilip ortak çözümler ve çareler üretilemedi.

Köklü devletler, köklü bilim kuruluşları bile telaş ve paniğe esir oldu. Demokrasisi en güçlü olandan en zayıf olanlara kadar Gezegenin dört bir yanındaki yönetimler, kararsızlık içinde çok vakit kaybettiler ve bu süreçte milyonlarca insanın hastalığa yakalanması ve yüzbinlercesinin ölümünü adeta seyrettik. (AS: Küresel ölümler resmi veri ile 4 milyonu aştı!)

Çıkış noktasının insanlığa hizmet olduğundan kuşkumuz olmadığı aşı ve ilaç çalışmaları devam ediyor. Aşıların bir kısmı, laboratuvar ve klinik çalışmalarını görece başarı ile tamamlayarak ticari olarak da piyasaya sürüldü. Şu ana kadar da dünya çapında nüfusun %24’ü en az bir doz aşı olmuş durumda. Yaklaşık 3 milyar 200 milyon doz aşı yapıldığını biliyoruz. Günde yaklaşık 38 milyon kişi aşılanıyor.

Ama büyük bir adaletsizliğe de dikkat çekmek gerekirse, gelir seviyesi düşük ülkelerde aşıya erişim oranı, nüfuslarının %1’ine tekabül ediyor (AS: karşılık geliyor). Yani insanlık, burada da ağır bir eşitsizliğe imza atmış durumda.

  • Şu anda, aşıyı mümkün olan en hızlı biçimde tüm insanlığa eriştirip uygulamaktan başka elimizde bir silah bulunmuyor.

Bunda da başarıya ulaştığımız (tek tek çok zengin ülkeleri istisna tutarsak) söylenemez. Ancak ortada henüz çare bulmamız gereken daha büyük bir başarısızlık duruyor. O da, insanlığın bu pandemi belasına karşı yeterince farkındalık seviyesine ulaştırılamamış ve olağanüstü bir aymazlığa düşmüş olması.

Kabaca 20 aylık bir süreden söz ediyoruz. Evet, aslında bir insan ömründe göz açıp kapayana kadar geçecek kadar kısa bir süreden. Bu kadarcık bir sürede azıcık “sıkıya gelemedik”. Gelmedik. Gelemedik. Yalan mı?

Kendi ülkemizden ve toplumumuzdan örnekleyeyim : Neredeyse 3 ayda bir “Off sıkıldık ya.. Açılalım artık” sendromuna girmedik mi? Devletiyle milletiyle, “Eh yeter artık. Daral geldi abi. Tamamdır. Açılalım” noktasına gelip, sonra ağır bedeller ödemedik mi?

İngilizlerin güzel bir tabiri vardır: “One is one too many” (Bir tanesi bile çoktur) derler, kabul edilemeyecek olumsuzluklar için. İnsan yaşamından söz ediyorum. Bir insanın bile ölümü, yeterince acı bir bedel değil midir? Dünya çapında 4 milyon insan ölmüş. Bizim ülkemizde de 50 bin civarında. Oysaki amaç tek bir insanın bile yitirilmeyeceği bir ortamı temin etmek değil midir?

Devletin hatalarını yanlışlarını, veri gizleyerek çarpıtarak sağlanmaya çalışılan “Sorun yok, her şey yolunda. Kontroldayız” algısı da vakaların ve ölümlerin tırmanmasına yol açmasını başından beri eleştirdik. Oraya girmiyorum. Ama toplum olarak da bu işin bu boyutlara gelmesinde vebalimiz yok mu?

“Aman abi bir an önce açılalım. Kırlara çayırlara, deniz kenarlarına, cafelere, restoranlara, barlara, pavyonlara, stadyumlara akalım” sendromunun bu işte katkısı yok mu? Bir maskeyi ve mesafeyi bile beceremedik.

En başından itibaren o “Allahın cezası maskeyi” canımızı kurtaracak bir aparat olarak görmeyip, bir “gereksiz aksesuar” olarak bakmadık mı? Her dakika çenemize indirmedik mi? Kolumuza takıp da tüm topluma küstah ve yılışık bir meydan okumanın simgesine dönüştürmedik mi? Mesafe denen şeye zerre kadar önem vermeden, birbirimizin ensesine yanaşmadık mı her yerde?

Sokaklarda ve cafelerde, maske takmamayı mazur gösterebilmek için yerine göre ağzımıza bir sigara iliştirmek, elimize bir dondurma, bir dürüm, bir gazoz-bira şişesi almıyor muyuz? Yeme içme mekanlarında, sadece çalışanların ve mekanın önünden geçenlerin maskeli olması gerekiyormuş gibi, kendiliğinden cahilce yeni bir kural oluşturmadık mı? Ve buna hâlâ devam etmiyor muyuz?

“Açılım saçılım” yönünde verilen kararların daha imzası bile atılmadan, devasa kalabalıklar (lebaleb diyelim) oluşturup kendimizi bu kalabalıkların en orta yerine atmadık mı? Aşı olmaya gidiyoruz ama, aşıya “Bu işten kesin kurtulduk artık. En azından ben kurtuldum abi. Başkalarının canı cehenneme”  diye bakmıyor muyuz?

  • Aşıyı uygulamada da devletin bir yığın hatalı, milletten bilgi gizleyen, sayıları çarpıtarak oluşturduğu tehlikeli algıyı saymıyorum bile.

Delta Varyantı‘nın en azgın olduğu bir ülkeden (Rusya) akın akın turist getirmeyi marifet sayma sorumsuzluğunu ve kepazeliğini anlatmaya gerek bile duymuyorum. Hepsinden daha dehşet verici olmak üzere, bunlara dikkat çekenlere adeta “Vatan haini” yaftası iliştirmeye devam ediyoruz. Aklı başında tüm bilim insanlarının ve aydınlarının uyarılarına “bozgunculuk” diye bakılmasına ne demeli? Ve maalesef, bilim bunların tersini söylüyor.

Böyle gidilirse, bizi önümüzdeki 3-5 ay içinde yeni “peak”lerin, yeni “dalgaların” yeni ve artacak vaka ve  ölümlerin beklediğini düşünmek için çok mu karamsar olmak gerekiyor. Sıkamadık dişimizi. Sıkıya gelemedik. Tüm insanlık ve necip milletimiz.
Umarım, bedeli tahmin edilenden daha ağır olmaz.
Ne demiştim yukarıda? İngilizlerin  “One is one too many” sözünü aktarmıştım.
Bir canın yitirilmesi bile ifrattır.

Sokaklarda hayvanlarını, gözünü kırpmadan zehirleyebilen, ormanlara dalıp 3 milyon 5 milyon ağacı acımadan kesen, on binlerce insanın sapır sapır dökülmesini önemsemeyen bir kafadan bir acımasız kafadan söz ediyoruz.

Hepimizin “ortak kafası” bu, maalesef.

Cesaret virüsü

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
02 Temmuz 2021, Cumhuriyet

 

Dün sabah metroda işe gelirken küçük bir tartışmaya tanık oldum.
25 – 30 yaşlarında bir genç adamla bir genç kadın bağırıyorlardı birbirlerine.
Kadın, haklı olarak “Neden maskenizi takmıyorsunuz” diye uyardı genç adamı. Ters yanıtına ek olarak bir de tehditkâr ifade ile “Bak.. Bayansın diye bir şey demiyorum…” diye efelendi. Yani “Erkek olsan sana gününü gösterirdim…” iması ile arsızlığa vurdu işi.

Ama iri kıyım, 1.80 boylarında delikanlı, narin yapılı genç kadından hiç ummadığı bir yanıt aldı:

“Bir kere, ben bayan değil, kadınım. Kadın diyeceksin. İkincisi. Senden korkmuyorum! Maskeni takman için uyarıyorum. Bu, benim hakkım” diye daha gür bir sesle tepkisini yükseltti.

Bereket, iş uzamadan kadın gideceği yere varmıştı ve ilk durakta inip gitti. Ama öteki insanların da tepkili bakışlarından rahatsız olan genç adam (kinayeli bir protesto alkışı ile sırıtarak) maskesini takmak zorunda kaldı…

Ofise geldiğimde, Twitter paylaşımlarını tararken, meslekte deneyimli 50 – 55 yaş civarı bir Boğaziçili akademisyenin, okulun Güney Kampusu’ndaki protesto eyleminde yaptığı konuşmasını gördüm.

  • “Vazgeçmiyoruz. Kabul etmiyoruz. Ülkenin yönetildiği biçime de bu üniversiteyi bozmaya, akademik seviyesini düşürmeye yönelik baskıları ve hukuksuz atamaları da kınıyoruz.
  • Biz, bu okulda kaliteli bir eğitim vermeye ve kaliteli öğrenciler yetiştirmeye devam etmek istiyoruz” diye yiğitçe haykırıyordu.

Haberlere bakarken eski bir AKP seçmeni olduğunu gizlemeyen başı örtülü bir kadının, İstanbul – Güngören – Tozkoparan’daki yıkım zulmünü protesto ederken TV kameralarına dönüp şöyle feryat ettiğini duydum:

“Buradan Cumhurbaşkanı’na sesleniyorum. Bizi izlediğini, duyduğunu biliyorum. Biz sizi oylarımızla getirdik oraya indirmesini de biliriz. Burada bizlere reva görülen muameleye layık değiliz…”

Gün, saat, hatta dakika geçmiyor ki toplumun herhangi bir kesiminden, işçisi, memuru, köylüsü, esnafı, serbest meslek sahibi, hatta iş insanlarından yükselen tepkiler çığ gibi büyüyor. Muhalif siyasi liderlerin her gittiği yerde, kameraların önüne fırlayan insanlar, artık “Başıma bir şey gelir mi?” endişesinden giderek daha fazla arınmış ve isyanlarını-feryatlarını-protestolarını dile getirmekten çekinmiyor.

Televizyondan dolayı görece “bilinen bir ekran yüzü” olarak beni bile çarşıda pazarda durduran, toplu ulaşımda yaklaşıp bir şeyler anlatmak isteyen, hatta ve hatta trafikte durduğumuzda yandaki arabadan camı indirip, yayınlarımızda ettiğimiz iki çift “cesur” kelamla ilgili övgü yağdıran insanlarla, giderek daha sık karşılaşıyorum.

Manzara artık, yadsınamayacak ve gözden kaçamayacak kadar netleşiyor.

  • Cesaret virüsü hızla yayılmakta.

Cesaretin bulaşıcı olduğu gerçeği kendini bir kez daha kanıtlamaktadır.

Hani “Ölümden öte köy yok” lafı var ya..

“Baskı, eziyet ve zulmün, sömürü ve halka tepeden bakmanın zirvesini” yaşadığımız şu günlerde, on milyonlarca insan “Yetti artık!..” haletiruhiyesine iyice kapılmış ve uzun süredir görmediğimiz derecede sesini çıkarmaya başlamış görünmektedir.

Zira,

  • Ekonomiden adalete, eğitimden sağlığa, dış politikadan savunma konularına kadar her alanda artık “zifiri bir karanlık” görüntüsü ülkenin yerine, göğüne, taşına-toprağına sinmiş durumdadır.

Bütün bunlardan daha elim ve daha vahim olmak üzere, ülkeyi yönetenler giderek daha da kibirli, daha da küstah ve daha da kendini beğenmiş bir üslupla, “tepeden bakan, parmak ve hatta sopa sallayan, tehdit eden, yalanlarını artırmakla yetinmeyip gerçekleri söyleyenleri bile yalancı diye suçlar” bir tavır içine girmektedirler.

En tepelerden savrulan hakaret ve çirkin sözler, yandaş, yalaka, yılışık, yalancı, yancı, besleme (5Y1B) medyada manşetlere çekilerek insanlar sindirilmek istenmektedir.

Kitlelerin sokakta anayasal haklarını kullanarak yapmak istediği her türlü barışçıl eylem bile “ağzını açanı alın! Vurun! Gebertin!..” acımasızlığı ile bastırılmak istenmekte, adeta “ibret teşkil etmesi” için cadde ve sokaklarda (devletin değil, iktidar partisinin gücü izlenimi verecek bir anlayışla) güvenlik kuvvetlerince vatandaşlara da gazetecilere de toplu dayak seanslarıdüzenlenmektedir.

Bütün bunların tek bir anlamı vardır.

Karanlığın o “en kara, en yoğun, en göz gözü görmeyen anı”na hızla yaklaşılmakta olduğu açıktır.

Ülkenin, “Çatlasanız da patlasanız da.. Söke söke.. İnadınıza.. Size rağmen” zihniyetindeki bir iktidardan kurtuluşunun vakti yaklaşmaktadır.

O sandık mutlaka ortaya gelecek, o isyan oyları ile bugünün küstah muktedirleri demokratik irade ile tarihin çöplüğüne yollanacaktır. Çırpınış boşunadır.

Nasıl ki muktedirin çırpınışları “endişe verici” bir boyuta varıyorsa, cesaret virüsü de “sevindirici bir hızla” bulaşmaya devam etmektedir.

“Bulaş katsayısı” daha da “cesaret verici” oranlara varmıştır.

Çevrenize iyice bakın, göreceksiniz.

23-24 Haziran olayları

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
25 Haziran 2021, Cumhuriyet

 

Siyasi ve sosyal tarihimizde bu tür birkaç “ardışık sayılı” mühim gün veya dönüm noktaları vardır. Mesela 6-7 Eylül olayları. 1955 senesinde, utanç verici bir ırkçı-kafatasçı-ultra milliyetçi-faşist pogromun yaşandığı iki gündür. Mesela, 15-16 Haziran 1970 işçi direnişi. Emekçilerin sendikal haklarına sahip çıkmak için yaptıkları ve Cumhuriyet tarihimizde işçi sınıfının bir iftihar madalyası gibi göğsünde taşıdığı bir başkaldırı destanıdır.

Bunlara 23-24 Haziran tarihlerini de eklemek isterim. Her ne kadar bir yıl ara ile yaşanmış iki önemli olayın yıldönümleri ise de 2018 ve 2019 yıllarının 23 ve 24 Haziran günleri, tarihi “virajlar” olarak anılmayı hak ederler.

23 HAZİRAN YEREL SEÇİMİ

Bundan iki yıl önce 23 Haziran’da, sayıca ve “sosyolojik, sosyoekonomik, kültürel, etnik, siyasi kompozisyon itibarı ile” Türkiye’nin geneline teşmil edilebilecek önemli bir “temsil kabiliyeti” taşıyan İstanbul halkı, ülke demokrasisi açısından tarihi bir ders niteliğinde bir karar vermiştir.

İstanbul halkı, yerel yönetimde tam çeyrek asır hâkimiyet süren (1994-2019) “Akape zihniyeti” ni yer ile yeksan ederek “yetti artık” demesini becermiştir. Hem de 31 Mart’ta aynı yönde verdiği kararın utanç verici biçimde “yok hükmünde” sayılmasını elinin tersi ile iterek sağladığı 800 binin üzerinde oy farkıyla.

O gün İstanbullular, millet iradesini küçümseyen, yok sayan ve “biz kimi istersek seçtiririz, onu bile” kibri ve küstahlığı ile aday gösterilen Binali Bey’in ertesi sabah hâlâ (hezimetin şaşkınlığı ile) pişkin pişkin “durun bakalım, yine de biz kazanmış olabiliriz” tavrı ile ortalıkta dolaşmasını sağlayacak sıkı bir tokat aşk etmiştir muktedirlerin suratına.

Seçim öncesinde kibrin ve antidemokrasinin zirve yaptığı bir anlayışla “zaten seçilseler bile çalıştırmam. Yedirmem İstanbul’u” yollu beyanlara ağır bir ceza kesmiş, “Yok artık öyle yağma. Eski günleri unutun. Bundan böyle maymunun gözü açıldı” anlayışıyla, ilçelerde bile 31 Mart oylarının üzerine çıkılmış, 31 Mart’ta 16 ilçede önde iken, 23 Haziran’da 28 ilçede öne geçmiştir. Yani Meclis seçimleri de tekrarlansa, İstanbul’da “İBB Meclisi’nde de çoğunlukla” iktidar olacak oyu ulaşmıştır.

Bu seçmen “dirilişi ve şahlanışı”, Ekrem İmamoğlu’nun ya da Millet İttifakı’nın başarısı olmanın ötesinde, “İktidarın gidişini hazırlayan ve hatta müjdeleyen” bir büyük meşalenin yakılması anlamını taşımayı hak eder.

23 Haziran 2019’da “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi de kaybeder” veciz sözünün bir sağlamasının yapılmasına ilk adım atılmıştır.

24 HAZİRAN GENEL SEÇİMİ

Bundan üç yıl önce de genel seçimde birlikte yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde onaylanan “Şahsım Rejimi”, Türkiye’yi içinden çıkılamaz yeni sorunlara boğmanın tescili anlamına gelmiştir. Türkiye’nin, o güne kadar ciddi arızaları ile de olsa bir tür kuvvetler ayrılığı sistemi ile sürdürmeye gayret ettiği siyasal sistemini onarılamaz yeni bir dertler yumağına dolamak anlamına gelen bu yeni rejim, Cumhuriyetin temellerine konulan ve devleti berhava eden (mecazi anlamda) patlayıcılara, yenilerini eklemiştir.

Sadece sistemi tek bir şahsa bağlayıp, yargıyı, yasamayı yürütmeyi ve dolaylı yoldan “dördüncü kuvvet” medyayı mefluç (felç) hale getirmekle kalmamış, buna bağlı bir şekilde ekonomiden sağlığa, savunmadan dış siyasete, hukuktan eğitime kadar binlerce konu başlığında her şeyin duvara dayanmasını da beraberinde getirmiştir.

Doğrunun ve yanlışın, hukukun ve zorbalığın, cehaletin ve aydınlanmanın, barışın ve kavganın her zaman ayrı kutuplarda olduğundan hareketle, bu anlamda “kutuplaşmanın sanıldığı gibi kötü bir şey olmadığını” savunsam da insanların birbirine düşman edilmesi anlamında “kutuplaşmanın ve kamplaşmanın, nefretin ve husumetin” doruğa ulaştırıldığı bir iklimin de esiri olmamızı sağlamıştır, “Şahsım Rejimi”

Türkiye’nin bir an önce bu rejimi değiştirmesi bu kibrin, bu tepeden bakmacılığın, bu halkı ve istişareyi, müzakereyi, münazarayı yok sayan yönetim anlayışının, neredeyse resmi – özel her kuruma “kayyum ataması ile çökertmeyi amaçlayan” zihniyetin son bulması en acil görevdir.

Son “mafyacı videoları” vesilesi ile ortaya dökülen pisliklerin kokusu da bu “çökme, çöküntü ve çöküş” devrinin sonunu muştulamaktadır. Bir tür “müsilaj”ın kaldırılması ve bir çökeltinin temizlenmesi gereğinden söz ediyorum.

Çare, bir an önce sandığın ortaya konulması ve halkın iradesi ile bu kâbustan kurtuluşun ilk kilometre taşının döşenmesidir. O gün geldiğinde, tabii ki her şeyin çözülmeyeceğinin idrakinde olarak uzun ve meşakkatli ama torunlarımıza umutla bakacakları bir gelecek vaat eden yeni bir dönemi başlatmak gerekmektedir.

Herkesin birbirini ve en başta da “kendisini” bu tarihi görevin gerekliliği ve önemi konusunda uyarması gerekir.

Kendinizden başlayın.