Etiket arşivi: Zafer Arapkirli

Kimse yemiyor artık

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
23 Nisan 2021, Cumhuriyet

 

İstediğiniz kadar bağırın çağırın. İstediğiniz kadar tehdit edin, parmak sallayın.

İstediğiniz kadar üsttenci söylemlerle insanları aşağılamaya çalışın.

İstediğiniz kadar gece gündüz YÜM’ünüzde (Yalan Üretim Merkezleri) harıl harıl senaryolar yazın…

Millet size inanmıyor, sizden korkmuyor, size boyun eğmeye zerre kadar da niyeti yok.

Geldiğiniz ilk günden, ilk saatten itibaren niyetinizi ve planlarınızı gayet iyi bildiğimiz için hep uyardık. Hem sizi uyardık hem de size iyi niyetle ya da çıkarlarını düşündüğü için inananları uyardık.

“Planınızı gayet iyi biliyoruz” dedik.

“Manevi değerleri istismar ederek, aslında bugüne kadar yapılanlardan daha büyük bir rant ve kötülük düzeninin temellerini atıyorsunuz” dedik. “Yapmayın” dedik. Hem ülke insanı için hayırlı olmayacak, ülkeyi yoksulluğa ve perişanlığa sürükleyeceksiniz hem de “derinde gizli” (aslında yüzeyde bas bas bağıran) emelleriniz yüzünden, “kurucu değerlerin dibine dinamit koyup patlatmayı amaçladığınızı biliyoruz. Etmeyin, eylemeyin. Bu ülke o değerler üzerine kuruldu. Berhava etmeyin. Yazıktır” dedik.

Dinletemedik. Siz tabii ki dinlemeyecektiniz de, başkalarını da ikna edemedik. Ama artık, deniz çoktan bitti. Bu koronavirüs, ipliğinizi iyice pazara çıkardı. Derdinizin insanlar olmadığı, bu ülkeye ve millete hizmet olmadığı, har vurup harman savurduğunuz milletin parası ve milli serveti üzerinden edindiğiniz ranttan başka bir şey düşünmediğiniz iyice ortaya çıktı. Millet de anlamaya başladı artık.

  • Günde, artık neredeyse 400 kişi ölüyor bu ülkede, sadece bu hastalık yüzünden.

Salgının başından beri neredeyse günde ortalama 90 kişinin cenazesi kalkıyor. O da sizin gizlediğiniz, utanmadan “mıncıkladığınız” istatistiklere göre. Milletin paralarını buharlaştırıp kim bilir kimlerin cebine aktardığınız rezervler ve har vurup harman savurduğunuz vergilerle az da olsa “ticari yaşama destek” olmak varken, tam kapanmaya gitmeyip göz göre göre ülkeyi “lebaleb” bir yaşama mahkûm ettiğiniz için ölüyor insanlar.

Sağlık sistemi çökmüş, hastaneler gelen sedyelere yetişemiyor artık. Başka krizler bir yana, bu kriz karşısındaki çaresizliğiniz nedeniyle, başta sağlık emekçileri olmak üzere insanlar “sapır sapır” ölüyor. Bağıra bağıra. Ciğerleri neredeyse patlayarak.

  • Hiç kılınız kıpırdamıyor. 

Ele (millete) verdiğiniz “talkına” rağmen, kendi toplantılarınızı, kendi cenazelerinizi geniş kalabalıklar halinde yapmanız ve “salkım”ı yutmanız, artık olağanüstü bir lanetle karşılanıyor. Kendinizi ve çevrenizi, şürekânızı öncelikli ve imtiyazlı olarak aşılattığınız (yaygın) inancı yüzünden bu lanet giderek büyüyor.

Bir yandan da eleştirenlerin üzerine olanca kin ve nefretinizle gitmeye uğraşıyorsunuz. İstiyorsunuz ki kimse yanlışınızı yüzünüze haykırmasın. İçinden bile söylenmesin. Sussun otursun.

Yok öyle yağma!..

Medya yazıp çizmesin, ekranlarda konuşmasın, sıradan insanlar sosyal medyada, çarşıda, pazarda, meydanda, okulda işyerinde sesini yükseltmesin. Anında devletin şiddetini en ağır biçimde üzerlerinde uygulamaya kalkışıyorsunuz.

FETÖ ile mücadele yalanınızı da kimse yemiyor artık. Alenen kurulduğu anlaşılan “borsa”lar üzerinden o hain teşkilatın, sözde askeri ile medya maşaları dahil, it kopuk sürüleri birer birer salıveriliyor. Kumpasçıların ve gerçek elebaşlarının kaçtığını (kaçırıldığını), siyasi ayağın güç odakları içinde “cirit attığını” bilmiyoruz sanarak milleti aptal yerine koymanız artık gizlenemiyor.

Yüce önder Mustafa Kemal ATATÜRK’e küfretmenin, büstlerine ve ilkelerine saldırmanın, Nutuk’unu yasaklatmanın bile adeta serbest olduğu bir ortamda, bir grup emekli amiral, bir grup emekli büyükelçi sesini yükseltti diye insanları demir parmaklık ardına atma ve kelepçe vurma ayıbına bile imza attınız. Bunlar da laneti ve öfkeyi büyütüyor.

Susup, kafanızı öne eğip “anahtarları” bırakıp gideceğinize, yani milletin önüne sandığı koyacağınıza, bir de utanmadan höreleniyor, önünüze geleni, ağzını açanı “darbecilikle” suçlayacak kadar gözünüzü karartıyorsunuz. Yetmedi mi bu “darbe” yalanından medet ummanız?

Yetmedi mi “Menderes mi diyorsun lan sen bize?” diye eski defterler üzerinden “siyasi rant” devşirme aymazlığınız? Kim darbeci, kim değil bu millet artık gördü.

Darbe eğer, “hukuksuz yöntemlerle milletin iradesini hiçe sayarak güce ve otoriteye çökmekse, darbe eğer hukuku yok sayıp her türlü geçerli yöntemi ayaklar altına almak”sa “darbeci”nin tillahısınız siz.

Yetmedi mi bu yalanı hem uydurup hem kendiniz inanıp hem de milleti aptal yerine koyarak inandırmaya çalışmanız? 128 milyar doların hesabını veremediğiniz, tüyü bitmemiş yetimin hakkını ele güne rantiyeye, ballı müteahhide, yabancı rant ortaklarınıza peş keş çektiğiniz yetmiyormuş gibi her geçen gün artan vergi ve maliyetlerle inim inim inlettiğiniz millet, ne bu darbe yalanlarını yiyor ne de ekonomiye ilişkin masalları.

Bari bugün, bu ülkenin, bu Cumhuriyetin temelinin atıldığı, ulusal egemenliğin inşa edildiği bu 23 Nisan günü utanın ve aklınızı başınıza devşirin de…

Düşün artık milletin yakasından. 

Tercihini yap…

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 16 Nisan 2021

 

Yok öyle ikili oynamak.

Hem ele güne karşı bu ülkenin bir “demokrasi” olduğunu söyleyeceksin hem de ağzını açanın ağzının ortasına adeta bir kürekle vurur gibi baskıcı bir politika izleyeceksin.

Hem “siyasi partiler demokrasinin ve siyasetin vazgeçilmez unsurlarıdır” şiarını benimsemiş rolü oynayacaksın hem de iktidara yönelik en ufak bir eleştiriyi, en ufak bir itirazı veya sorgulamayı hazmedemeyecek ve emrindeki kolluk gücü ile sana karşı yükselen her sesi bastırmaya çalışacaksın.

Baksana, ana muhalefet partisinin sorduğu haklı ve masum bir soruya bile tahammül edemiyorsun. 128 milyar dolarlık Merkez Bankası döviz rezervinin nereye gittiğini hâlâ izah edemediğin, her sorulduğunda farklı bir yanıt verdiğin yetmiyormuş gibi bu soruyu topluma mal etmek anlamına gelen bir afiş – pankart kampanyasına bile zor kullanarak müdahale ediyorsun. Memleketin dört bir yanında CHP binalarına neredeyse askeri birlikleri, tankı, topu, F-16’ları sevk etmediğin kaldı.

Bir de komik gerekçe… “Cumhurbaşkanına hakaret.”

Bu topraklar, bu kadar komik bir “afişe el koyma gerekçesi” görmedi, bugüne dek.

Vatandaş sizi niye seçti? Bu ülkeyi doğru yönetin, bu ülkenin parasını, kaynaklarını doğru kullanın, har vurup harman savurmayın diye seçti.

Anahtarları size niye emanet etti? Tüyü bitmemiş yetimin bir “kör kuruşunu” dahi, israf etmeyin diye.

Siz ise tek bir kuruşun bile hesabını inandırıcı biçimde vermeniz gerekirken, tam 128 milyar dolarlık bir döviz rezervini, sanki sıradan bir “muhasebe işlem kalemiymiş” gibi “önemsiz kılmaya, unutturmaya ve hatta soranı suçlu duruma düşürmeye” çalışarak, tarihi bir sorumsuzluğa imza atıyorsunuz.

Yok öyle yağma!

O para babanızdan size miras kalmış, amcanızın tarlasında yetiştirdiğiniz veya ninenizin gelinlik çeyiz sandığından size devrolmuş bir para değil. Milletin varlığı, milletin değeri, alın teri, emek, vergiler ve benzeri kaynaklardan oluşmuş bir fondur. “Size ne? Harcadıysam harcadım. Sattıysam sattım. Aldıysam aldım. Karışamazsınız. Kafama göre takılırım” diyebileceğiniz bir iş değil.

  • Demokrasi, yönetmek üzere “koltuk-makam-mühür-anahtar” teslim edilenlerin hesap vermek zorunda oldukları bir rejimin adıdır.

Bir karar vereceksiniz o zaman. Ya hesabı vereceksiniz. Ya da “Biz batırdık” deyip çıkıp gideceksiniz. Sandığı ortaya koyup milletin, yeniden hakemliğine başvuracaksınız. Millet de bu işi ehline teslim edecek.

Pandemiyi yönetemeyip 4 milyonun üzerinde insanın göz göre göre hastalanmasına, bir yılda günde ortalama 87 kişinin ölümüne sebebiyet vereceksin. Milletin parasını lüks otomobillere, saraylara, şatafata, şaşaaya, yandaş müteahhit semirtmeye harcayıp yeterli aşı temin edemeyeceksin. Çalışanlara ve ticari yaşama destek olabilecek miktarda paranın suyunu çekmesine neden olacak politikalar izleyeceksin.

Eğitimden sağlığa, hukuk sisteminden dış politikaya, ekonomiye kadar her şeyi berbat ederek kapkara bir tablonun altına imza atacaksın.

Ama kimse seni eleştirmeyecek ve ağzını açamayacak.

Yağma yok.

Eskilerin güzel bir laf vardı:

“Alan da kaçan mı?” diye..

Kimse bunları sormayacak ve istediğin gibi yönetip, istediğin gibi enkazın üzerinde oturup da bir şey olmamış, her şey yolundaymış gibi davranacaksın. Öyle mi? Bu millet izin vermez.

AMİRALLERE ZULÜM

Bu ülkenin bekasını, bu sınırların on yıllardır muhafazasını borçlu olduğumuz vatansever subaylara 10 yıl önce yapılan zulmün aynısı tekrarlandı. Yine adeta terör zanlısı ya da hırsız, soyguncu, yankesici, mafyacı gibi şafak vakitlerinde ev baskınları ile alınıp bir Emniyet nezarethanesinde kuru yataklarda 8 gün 8 gece boyunca cefa çektirilerek son gece sorgulanıp koşullu bırakıldılar.

“Suçları” neydi?

Montrö’nün “sorgulanmasını sorgulamak”.

TSK’de FETÖ benzeri cemaat-tarikat yapılanmalarından duyulan kaygıyı dile getirmek.

Toplasan ve üst üste koysan belki de yüzlerce yıla eşit bir tecrübe, bilgi ve birikim eseri olan bu görüşü, bir “terör eylemi, bir darbe girişimi gibi” damgalayıp yandaş ve besleme medyanın manşetlerinden, köşelerinden ateş ettirerek “kriminal” bir görüntü vererek bu sorudan kurtulamazsın.

Montrö’nün ilgası veya çekilmenin Türkiye’nin başına açacağı dertleri, dağdaki çobana sorsan anlatabilir size. Çünkü Mustafa Kemal ATATÜRK’ün fikri mirasından uzaklaşmanın faturasını çok ödedik ve ödemeye de devam ediyoruz.

Emekli amirallere, bu ülkenin seçkin kahraman askerlerine yapmaya çalıştığınız zulmün, kendinize de bu ülkenin itibarına da bir şey kazandırmayacağını kavrayın artık.

Vatandaşa cop, tazyikli su, sopa, milletvekiline fezleke, emekli askere yakalama kararı, zindan, kelepçe, mahkeme vs.

Tuttuğunuz yolun yol olmadığını bu millet size sandıkta gösterecek.

Bir an önce koyun şu sandığı milletin önüne.

Bizim yükümüzü de kendi vicdani ve hukuki sorumluluk yükünüzü de hafifletmiş olursunuz.

Kutuplaşma

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
Cumhuriyet
, 09 Nisan 2021

Elbette meseleyi güncel bağlamına oturtarak bu konudaki ilkemi kim bilir kaçıncı kez hatırlatarak savunmak istiyorum.

Özellikle siyasetçilerin ama genelde kamuoyuna kanaat önderliği yapma durumunda ve iddiasında olanların sık sık başvurdukları bir klişedir:

“Aman kutuplaşmayalım. Bu memleket kutuplaşmadan çok çekti. Birlik beraberlik zamanıdır bugün. Bölünmeyelim. Kucaklaşalım…” vs.

Yanlış, gereksiz, gereksiz olduğu kadar da zararlı ve zehirli bir önermedir bu.
Neden mi?

Geçen pazar sabahından beri “Vay efendim, siz nasıl olur da duyuru yayımlarsınız, nasıl olur da bizimle aynı fikirde olmazsınız.. Vayy! Demek ki bize darbe planladınız. Bizi darbe ile tehdit ediyorsunuz!..” zevzekliği ile kamuoyunu kandırmaya çalışanların, emekli amirallere yönelik suçlamalarının temelinde, aslında tam da bu gereksiz “kutup hadisesi-sorunsalı” var.

İstiyorlar ki kimse aykırı bir görüş ve fikir beyan etmesin. Hatta, kafasından bile gönlünden bile geçirmesin böyle bir şeyi. Sussun, konuşmasın.

Yani “aynı kutupta” olsun.

Mesela Montrö konusunda onlarla aynı fikirde olsun. Tarihi Lozan Zaferi’nin “mütemmim cüzü” sayılan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden rücu edilmesi yolundaki “sinsi” hazırlık ve niyetlerin açığa çıkmasına kimse katkıda bulunmasın.

Bunu pişirip kotarmaya çalışanlarla bunu Mustafa Kemal ATATÜRK’ün temellerini attığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekasını gözetenler aynı “kutupta” yer alsın.

Yağma yok!..

Ülkemizin geleceğini düşünenler, ülkenin selametini kendine dert edinenler, sizinle aynı kutupta asla yer almayacak.

Emekli amiraller (ve emekli büyükelçiler) örneğinde olduğu gibi, herhangi bir konuda bu konuyu en iyi bilen, en fazla birikimli ve donanımlı insanların, böyle bir konuda söz söyleme hakkını savunanlarla “Bizden (hatta bir tek kişiden – Reis’ten) başka hiç kimse bu konuda konuşamaz” diyerek çağdışı bir anlayışın arkasına gizlenenler aynı kutupta asla olmayacak.

Kendinden başka herkesin “darbeci ya da terörist” (hatta, her ikisi birden) olduğuna inanan paranoyaklarla, demokratik kural ve teamüller içinde itiraz ve şikâyet hakkını kullanmak isteyen barışçıl, ülkesini ve insanını sevenler aynı kutupta yer almayı ilelebet reddedecekler. Hatta reddetmelidirler.

Bu, demokrasi ile istibdat rejimlerinin asla bir arada bulunamayacağı kadar net bir tabiat kaidesidir.

Pandemi ile mücadelede “Herkes sıkıntı çeksin. Herkes kurallara uysun. Ama biz istediğimizi yapalım. Kimseyi dinlemeyelim, lebaleb kongreler yapalım. Binlerce insanın birbirine (dolayısıyla on binlerce yüz binlerce insana) virüsü yaymalarını sağlayalım, eleştirenlerle de ‘Yatay çekimde öyle görünüyor’, ‘Kar virüsü öldürür’ gibi saçma sapan kibirli ve alaycı demeçlere başvuralım” diyenlerle neden aynı kutupta olacakmışız ki?

Bugüne kadar emek sömürüsü ve muktedirler tarafından kollanmak marifeti ile elde ettikleri kârlarla 100 yıl geçinebilecek kompradorlarla, onların (pandemiyi fırsat bilerek) vicdansızca işten attıkları emekçiler ve aileleri nasıl olur da aynı kutupta yer alabilir?

İstanbul Sözleşmesi’ni hoyratça ve küstahça ayaklar altına alıp yırtanla can derdindeki bir kadının aynı kutupta yer alması için bana bir tek neden gösterebilir misiniz?

ATATÜRK devrimleri ile medeniyet, laiklik, üretilen değerlerin insanca hakça paylaşıldığı bir toplumda yaşamak isteyenlerle, bu ülkeyi şeriat düzenine, rant ve soygun düzenine, erkek egemen mafyatik bir topluma dönüştürmek isteyenleri hangi cüretle aynı kutupta tutmaya çalışıyorsunuz?

Sümüklü Pennsylvania’lı Darbeci Vaiz FETO alçağının uşakları ile bu ülke sınırlarının, dağının taşının, denizlerinin savunmasını neredeyse lise talebesi iken üzerlerine giydikleri üniforma ile yaklaşık 50-55 yıl canla başla üstlenen vatansever askerleri bir tutup aynı kutupta görmek isteyenlere elbette ki tepki duyacağız.

Bizler rahat yataklarımızda uyurken, ömür boyu bu vatanı bekleyen savunan kahramanlara, yine bizler uyurken onlara kuru nezarethane yatağını reva görenle aynı kutupta yer almamı nasıl istersin benden?

Aklını mı yitirdin kardeşim?

İnadına kutuplaşma.
İnadına demokrasi.
İnadına laiklik.
İnadına hürriyet.
Senin kutbun başka.
Benimki başka.
Kusura bakma! 

Saymeyoz

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
Cumhuriyet

02 Nisan 2021

Saymeyoz

Şapka ve kıyafet devriminin ilan edildiği yer olması ile de çok müstesna bir bağlamda anılır.

Ne kadar çok da öykünün kaynağıdır, (G)astamonu.

Malum, “Daş düşebülü, ayı çıkabülü” deyişinden tutun da maçlarda yaptıkları “Gastamonu Gastamonu dep dep dep!” şeklindeki tezahürata kadar, tüm ülkede nesillerdir meşhur olması gibi, Devrek bastonu, ünlü saray helvası ve pek çok özelliği ile anılır.

Ama benim hep “sportif mızıkçılık” bağlamında dilime pelesenk ettiğim ünlü “saymeyoz” kavramının da (tezahüratının) kaynağıdır. Özellikle 2019 yılının 31 Mart gecesi, mevcut siyasi iktidarın sergilediği, “Aslında siz kazandınız ama biz kazandık” diye özetlenebilecek siyasi çiğliği, en güzel anlatan sözdür bu. Malum, 2019 yerel seçiminden sonra yaşananlar, adeta “Biz kazanana kadar gerekirse tekrar tekrar oylama yapılır” şiarını, sadece bu ülke siyasi tarihine değil, kendi tarihlerine de yüz kızartıcı bir not olarak yazdıranlar, bu huylarından asla vazgeçmiyorlar.

İşte, çarşamba akşamı ve dün TBMM’de yaşananlar bunun “müzelik” bir örneğini oluşturuyor.

CHP’nin TBMM grup başkanvekillerinden Sayın Özgür Özel, dün dehşet ve haklı bir öfke içinde şöyle haykırıyordu bu “siyasi çiğlik” karşısında:

“19 senedir, ben bu Meclis’te yüzlerce kez ‘Hayır’ diye el kaldırdım. Hepsinde iktidar oyları galip geldi. Bir kez yenildiler. Ama kabullenemiyorlar…”

Akıl alır gibi değildi dün yaşananlar. TBMM oturumunu yöneten Başkanvekili Haydar Akar’ın, CHP’li olduğu için, haksız yere “taraf tutmakla ve içtüzüğe aykırı olarak oylamayı muhalefetin kazanmasına yardım etmekle” suçlanması da tam bir hazımsızlık örneğiydi. AKP- MHP koalisyonu, oylama sırasında genel kurulda bulunmama ve biraz da rivayete göre kendi saflarından argo tabirle “satışa gelme” şeklindeki bir “ofsayta” düşmüş ve yenilince de feryat ediyordu:

“Saymeyyoz!.. Saymeyyoz!..”

İşin esprisi ve bu “(G)astamonu usulü” göndermemiz bir yana, ortada ciddi bir demokrasi ayıbı ve rezaleti var. Aynı, 2019 yılı 31 Mart gecesi ve 1 Nisan sabahı yaşanan ayıp ve demokrasi düşmanlığı tekrarlanıyor. Her ne kadar 23 Haziran gecesi bu ayıbı milyonlarca İstanbullu, bu demokrasi özürlü güruhun suratlarına çarptıysa da, bu güruhun “DNA’sı” bundan ibaret olduğundan, siyasi arenada güçleri azaldıkça ve “gidici” oldukları kesinleşmeye başladıkça, bunları daha çok göreceğiz maalesef.

İşte, yerel yönetimleri kaybettikleri her yerde, Millet İttifakı’na geçmiş bütün belediyelerde yaptıkları ortada. Kimi zaman (çoğunlukla HDP’nin elindeki yerel yönetimlerde) “kayyımlama” yöntemi ile demokrasiyi ezip geçmek sureti ile bu hazımsızlığı sergilediler. Kimi zaman sudan gerekçelerle, başkan görevden almalarla, kimi zaman ellerindeki Meclis çoğunluğu ile başkanı çalıştırmama yöntemi ile.

Üniversitelerde de “seçim yerine atama” mantığı da aynı “demokratik ezikliğin” tezahürü değil mi? Kazanamayacağımız yerde “atama”, kazanabileceğimiz yerde “seçim” yapıp arkanızı döndüğünüzde de bol kepçeden “Halkın iradesi, sandığın kutsiyeti…” palavraları filan.

Ondan sonra da iktidarın el değiştirme günü geldiğinde ne yapacakları kastedilerek “Bunlar seçimle gitmez…” diyene karşı utanmazca atağa geçerek, “Vay!.. Sen bizi darbe ile mi indirmeyi tasarlıyorsun?..” diye pişkince saldırmalar.

Kimsenin darbe filan kastettiği yok. Tam tersine, sizin “Kazanamayacağınız her yerde ve durumda çamura yatma ve oy iradesini inkâr” alışkanlığınızı yüzünüze vuruyoruz muhteremler. Bırakın laf ebeliğini.

“Seçimle gitmez bunlar” izlenimini oluşturan sizlersiniz.

Çünkü sandık ve oy iradesini her fırsatta çiğnediğinizi ve çiğnemeye “ileride de pekâlâ niyetli olduğunuzu” sürekli ikrar ve teyit ediyorsunuz.

Demokrasi, hazımlı olma rejimidir. Demokrasi, kurallar ve teamüller rejimidir.

Demokrasi, maç oynanırken sahanın ve kale direklerinin boyutlarını, oyunun kurallarını değiştirme ayıbına tevessül etmeme rejimidir.
Demokrasi, sandıktan çıkan sonuca saygı rejimidir.

Demokrasi, sandıktan kendiniz çıkmadığında “hır çıkarma” ve oyun masasını devirme rejimi değildir.

Biraz öğrenin.

Mahkeme kararlarına saygısızlık, hatta işinize gelmeyen kararlar alan mahkemelerin “ilgasını” talep etmek, oylamaları “Siz kazanana kadar tekrarlama” sığlıkları, hiç hayra alamet şeyler değildir.

Günü geldiğinde “anahtarları ve mührü bırakıp gitmeyeceğiniz” yolunda bir kanıyı güçlendirmeyin isterseniz. Çok tehlikeli bir eğilim bu.

Bilmeniz lazım. Tarih, hazımsızların akıbetine ilişkin sayısız hazin örneklerle doludur.

En yakın örnek de 23 Haziran 2019’dur. Bizden hatırlatması.

Yetti gari!..

Yetti gari!..

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli

Çarşamba günü Türkiye’nin başkentinde AKP isminde bir siyasi teşekkül, “Bir PR felaketi ve PR rezaleti nasıl hazırlanır ve icra edilir” başlıklı bir belgesel çekip dünyaya yaydı. O kadar ki dünya çapında bu konuda bundan sonra kitap ya da tez yazacak olanlar, bu belgeselden büyük ölçüde ilham alabilirler.

AKP Genel Başkanı, günler öncesinden halka “Kongremizde 2023 manifestosu niteliğinde çok önemli bir konuşma yapacağım. Yeni bir vizyon açıklaması olacak. Meraklanın. Bekleyin” mealinde bir mesaj verdi. Tabii “Vaatte bulundu, yerine getiremedi. Boş bir konuşma yaptı… Sana ne, bize ne bundan?.. Kendi sorunu… Daha fazla oy yitirir…” diyebilirsiniz.

Ama mesele o kadar basit değil. Bu beklentiyi yaratan, bu “ön duyuruyu-reklamı” yapan siyasetçi, aynı zamanda bu ülkenin en üst düzey (ve tek) yöneticisi ise on milyonlarca insan, o siyasetçinin ağzından sorunlarına biraz olsun çözüm duymayı bekliyorlarsa, mesele sadece “partinin ve liderinin sorunu” olmaktan ibaret değildir. Ülkenin itibarı ve güvenilirliği de beraberinde zarar görür, yıpranır. Ekonomiden sosyal sorunlara, iç siyasetten demokrasi sorunlarına, hukuktan dış politikaya kadar pek çok alanda hiçbir yeni şey söylemeyip, hiçbir “vizyon” ortaya koyamayan bir liderin, aynı zamanda “bu ülkenin lideri” olduğu hatırlanırsa, geleceğe dönük umutlarımız da zedelenir. Dışarıda da bu ülke ile ilgili olumlu ve olumsuz niyetleri ve planları da paralel olarak etkiler.

Zaten, yazboz tahtasına dönüşmüş ekonomi yönetiminin kayıplarına paralel olarak uluslararası piyasalara verilen olumsuz sinyaller, insan hakları alanında (özellikle de İstanbul Sözleşmesi’ni yırtıp atarak kadın hakları konusunda) verilen utanç verici fotoğraf, kelimenin tam anlamıyla “tüy dikmişse.”

‘LEBALEB’ REZALETİ

AKP’nin ve liderliğinin yaptığı ikinci önemli PR hatası, daha doğrusu altına imza attığı felaket ve rezalet de kongrede sergilenen manzaraydı. Virüsün her geçen gün daha fazla can aldığı, vaka sayılarının arttığı, milyonlarca insanın pandemi koşulları nedeni ile evine ekmek götüremediği, hastanelerde sağlık emekçilerinin kan ter içinde hastalıkla savaştığı ve canlarını verdiği, 83 milyonun topluca bir sürü şeyini erteleyip yaşamlarından (telafi edilemez) fedakârlıklar yaptığı bir ortamda “lebaleb” kalabalıkları toplayıp coşturmak, milletle alay etmektir. Bu olay, artık bir “PR felaketi ve rezaletinin” de önüne geçmiştir.

Senin İçişleri Bakanı kalkıp “300 kişiden fazla insan kongrelerde bir araya gelemez. Nikâhlar, düğünler cenazeler vs. 25’ten fazla insanla yapılamaz” içerikli genelgeler yayımlayacak, senin Sağlık Bakanı’nın kalkıp “Maske, mesafe ve temizliğe riayet etmiyorsunuz” diye, kendi başarısızlığını örtmeye yönelik açıklamalar yapacak. Ama sen, binlerce insanı üst üste adeta yığarak büyük bir rezaleti TV ekranlarından adeta milletin geri kalan kısmına “nanik” yaparak sergileyeceksin. Bununla da iftihar edeceksin.

Kendi siyasi hareketinin “ihtişamlı ve büyük bir siyasi gösteri” yaptığı görüntüsü için ağır bir sorumsuzlukla adeta “virüse bayram ettireceksin.”

Kim bilir kaç cana mal olacak bir utanmazlığa ve sorumsuzluğa imza atacaksın.

Bundan daha büyük bir PR felaketi düşünülebilir mi?

BEDELİNİ ÖDETELİM

Dün muhalefetten bir siyasetçinin şu lafı ettiğini duydum:

“Bu millet susuyorsa, asaletindendir…” 

Hayır efendim. Bu işin “asalet”le filan izah edilebilecek bir tarafı yoktur. Bu millet susuyorsa, sindirilmişliğinden ve korkutulduğundandır. Ağzını açanın tepesine devletin (AKP devleti) tüm gücüyle balyoz gibi inme tehdidindendir.

Bu korkuyu kırmak, bu tehdidi geri püskürtmek, her alanda örgütlü biçimde sesimizi duyurmanın yollarını bulmak ve hayata geçirmek, bu işin tek panzehiridir.

Anayasa ve yasalardan kaynaklanan tüm haklarımızı kullanarak örgütlenip yüksek sesle her yerde; fabrikada, tarlada, işyerinde, medyada, çarşıda, pazarda, meydanda haykırmalıyız.

“Bıktık sizden! Bıktık bu sorumsuzluklarınızdan! Bıktık halkın canını da özgürlüklerini de her türlü hakkını da yok sayan hoyratlıklarınızdan, vicdansızlıklarınızdan! Bıktık sizin bu faşizan ve ceberut tavrınızdan!..” diye bas bas bağırmalıyız.

Ve bir yandan da bir dahaki seçimde tüm bunların faturasını (aynı 2019 Mart ve Haziranı’nda yaptığımız gibi) bu küstah ve kibirli iktidar sahiplerine ödetmek için örgütlenmeliyiz.

Sendikal hareketi ve demokrasiden yana tüm muhalif partilerin örgütlülüğünü güçlendirmek için haydi kalkın ayağa!

Başka çare yok.

Bu bedeli, insan canına zerre kadar kıymet vermeyenlere ödetmeliyiz.

Çünkü…

Yetti gari!

Mesafe

Mesafe

Zafer ArapkirliZafer ARAPKİRLİ
Cumhuriyet, 12 Mart 2021

Yok, hayır… Sayın Reisicumhurumuzun, memleketin bilcümle stadyumlarında “talkın” mahiyetinde pankartlarla uyardığı ama kendi “lebaleb” parti kongrelerinde “salkım salkım” ihlal ettiği “Korona Mesafesi”nden söz etmiyorum. Bu mesafe başka mesafe. “Siyasi mesafe”yi kastediyorum.

Hani şu Halkların Demokratik Partisi’ni (HDP) her karşımıza aldığımızda tekrarlamaktan bıkmadığımız “mesafe” mevzuu. Her ağzını açan, onlara haklı olarak “terör örgütü” ile yani “Etnik milliyetçi temelli silahlı mücadele” ile mesafeli durma uyarısı yapıyor. Şu mahut “Siyaseti dağdan ovaya indirmek” meselesi.

HDP’ye yapılan bu mesafe uyarısı üzerinden Millet İttifakı’nı oluşturan diğer partiler de “Arkadaşının arkadaşına da dikkat et” kaidesi gereği uyarılıyor. Oysaki kimse, HDP’nin bu ittifak içinde yer almadığını, sadece seçimlerde oy tercihlerini kullanırken kitle tabanına belli bir “telkin” yaparak oylarını yönlendirdiğini, ideolojik bir yakınlaşma ya da ortak payda düzleminde “kol kola girme” işine girişmediğini görmek istemiyor. Doğrusu da bu.

Bugünün siyaseti, kabaca iki ayrı damarda saf tutmuş, kutuplaşmış durumda:

Birinci kutupta, her geçen gün hatta her geçen saniye “Küresel ısınmaya teslim buzullar gibi” erimekte olan iktidar sahipleri ve o iktidarın eteğine yapışmış irili ufaklı çıkar grupları yer alıyor.

İkinci kutupta ise bu iktidarın gitmesini, tek adama bağlı ucube rejimin sona ermesini ve böylelikle sorunların çözümü için bir umut belirmesini (çözüleceğinin garantisi yok tabii – çünkü çözümün formülü başka) arzulayan çoğunluk var.

Bu iki kutup arasındaki mücadeledir esas belirleyici olan. Kimse de bir diğerinin yanındaki yönündeki ile arasına ne kadar mesafe koyduğu ile ilgilenerek ve her gece televizyonlarında, her sabah gazete sütunlarında, manşetlerinde bu konuda bas bas bağırarak kendini komik ve acınası duruma düşürmesin.

Neymiş efendim? Ekrem İmamoğlu o tweet’i atınca İYİ Parti ile CHP arasındaki köprüler atılmış-mış. Yok efendim, Pervin Buldan’ın Kandil’deki fotoğrafı akıllarda iken (sanki Kemal Kılıçdaroğlu ya da Meral Akşener’in mesajını götürmüştü oradaki cinayet şebekesine değil mi? Hatırlatalım mı?) nasıl olur da Akşener’le ismi yan yana koyulurmuş da… Bir yığın safsata.

Mesafe mi dediniz?

O zaman ATATÜRK ve Cumhuriyet düşmanı Pennsylvania’lı Ağlak Vaiz’in çetesi ile mesafenizi hatırlatalım mı size? Hâlâ kapanmadığını bildiğimiz o mesafeyi? O ihanet şebekesi ile ilişkilerinizin bir türlü sona ermediğini, hırsız çeteleri ile al takke ver külah kimlerin iş çevirdiğini hatırlatalım mı? O çetelerle “mesafesiz – koyun koyuna” ilişkilerinizi bilmiyor muyuz, unuttuk mu sanıyorsunuz?

Bir yandan “Antisemitik” söylemlerle, cuma vaazlarında ve cami duvarı ajitasyonlarında yerden yere vurduğunuz “Yahudi Devleti ve Sermayesi” ile bol sıfırlı ama “sıfır mesafeli” çıkar tezgâhlarınızı.

Irak ve Suriye’de son 10 yılda on binlerce can alan, bölgeyi kâbus ve kan gölüne çeviren faşist-yobaz-ırkçı-şeriatçı-kan emici çetelerle aranızdaki “sıfır mesafe”yi hatırlatalım mı?

Bir yandan “ev sakinleri” övücü ve sahip çıkan beyanatta bulunurken bir yandan üç beş ilave oy uğruna “İstanbul Sözleşmesi’nden rücu edilsin. Neymiş yahu kadın hakları? Erkeğin hakkı ne olacak? Affedersiniz LGBTİ’leri koruyormuş sözleşme” salaklıklarına angaje olan “Eski Milli Görüşçü dostlarla mesafe kapatma arayışları” ne olacak? Bu ülkenin tüm kadınlarına ihanet ve küfür anlamına gelmiyor mu bu tavır?

Mesafe dedin de…
Daha sayayım mı?
En iyisi bir susun da oturun.
Daha fazla mahcup olmayın.
Ama pardon.. Nerede sizde o yüz?
****
Birinci ‘Korona Yılı’

Dün itibarıyla, gizlenmiş saklanmış, rötuşlanmış ve güven vermeyen resmi verilere göre 2 milyon 800 binden fazla vaka ve 30 bine yakın ölüm ile Covid-19 pandemisinin birinci yılını doldurduk. İşlenen ağır görev ihlalleri ve vatandaşın yaşamını hiçe sayan akılsızca uygulamalar nedeni ile salgını kontrol altına almak bir yana, daha da kontrolden çıkmasına neden olacak adımlarla bugüne kadar geldik ve aynı “kafa” ile devam ediyoruz.

Aklı başında tüm bilim insanlarının “Açılmaya değil, tam tersine daha sıkı kapanmaya ve bir an önce daha yaygın ve hızlı aşılamaya ihtiyacımız var” uyarılarına kulak tıkayan bir yolda paldır küldür gidiyoruz.

Memleketin dövizini har vurup harman savuran, ona buna peşkeş çeken, o yüzden aşı tedarik edemeyen; esnafının, işçisinin, bilcümle insanının gelir kaybına (bırakınız tedaviyi) pansuman bile olamayan bir zihniyetle savrulmaktayız.

Herkes, “Ne zaman bitecek bu kâbus? Aman bana bulaşmasa bari” psikozu ve fobisi ile korkudan tir tir titreyerek dolaşıyor ortalıkta.

Ufacık bir umudu bile olmadan.

Bu da size sonsuza kadar dert olsun.

Biri ‘reform’ mu dedi?

Biri ‘reform’ mu dedi?

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
05 Mart 2021, Cumhuriyet

Basın-yayın âleminin, hem şekil hem de içerik açısından yaptığı ve bir türlü düzeltemediği yüzlerce temel hatadan biri de “reform” sözcüğünü olur olmaz yerde ve uluorta kullanmasıdır. Bakın, özellikle “basın-yayın âlemi” diyorum. Siyasetçilerden söz etmiyorum. Siyasetçiler istedikleri şeye istedikleri etiketi yapıştırmakta serbesttir (!) zaten. Hani şu “doktorun, artık ne yerse yesin demesi” hesabı. Onlara hiçbir konuda yasak yok.

“Reform”un hemen her dilde sözlük anlamı, aşağı yukarı şudur:

“Yanlış, yozlaşmış, tatmin edici olmayan vb. şeylerin iyileştirilmesi veya köklü değiştirilmesi” ve “Zararlı bir durumun veya koşulların onarılarak iyiye dönüştürülmesi.”

Özetle, “iyi, pozitif ve ileri yönde bir değişim”den söz edilir, “reform” diyorsak.

Bir başka deyişle, “her türlü değişim”e reform demek yanlıştır. Hele ki bir şeyleri mevcut durumun ötesine yani daha ilerisine taşımıyorsanız, daha çağdaş, zamana uyumlu ve daha nitelikli hale getirmiyorsanız “reform” demek abestir.

Ama gel gör ki kurumları ya da ülkeleri yönetenlerin, her yaptıkları veya “yapıyormuş gibi yaptıkları” değişikliğe “reform” etiketini yapıştırmaları âdettendir. Yukarıda da belirttiğim gibi “siyasetçi-yönetici” tayfası bunu bilerek ya da cehaletinden yapabilir. Arkasında bir amaç vardır mutlaka. Ancak medyanın, her önüne gelen değişimden “reform” diye söz etmesi, eğer “yandaşlık ya da başka bir niyet taşımıyorsa” yanlıştır. Hatadır.

AKP iktidarının, “gider ayak” önümüze getirip “yememizi” istediği son sözde insan hakları (!) adımları da bunun en somut örneklerinden biridir. Daha önce de yani geçen 19 yıl boyunca ülkeyi neredeyse 100 yıl öncesine götürecek bir yığın değişikliği de “reform” diye adeta bu topluma “kakalamaya” çalışmadılar mı? Bunların ve yardakçılarının (ve tabii her tuzluk gördüğünde eline hıyarı alıp koşturan yetmez ama evetçi işbirlikçi liboş tayfasının) en sevdikleri şeydir bu. 2010 Anayasa Referandumu, hani şu Pennsylvanialı alçak Ağlak Vaiz’in “Ölüleri bile mezardan çıkarıp oy kullandırın” diye fetva verdiği değişiklikleri bile “reform” diye satmadılar mı?

“Başkanlık Sistemi Pazarlamacısı” rahmetli Burhan Kuzu Hoca’ya (AS: hocaya) sorduklarında “reform”un da ötesinde, adeta “devrim” değil miydi bugünkü ucube antidemokratik rejim?

Bugün de mesela Türkiye Barolar Birliği Başkanı Sayın Metin Feyzioğlu da “devrim” demiyor mu, “reform”la uzaktan yakından ilgisi olmayan son pakete?

Sayın Cumhurbaşkanı’nın; sanki yargı bağımsızlığını yerin yedi kat dibine gömen, hâkimlere talimat veren, önüne geleni “terörist ve hain” diye yaftalamaya bayılan, AİHM kararlarını ve AYM kararlarını tanımamanın kitabını yazan kendisi değilmiş gibi neredeyse dakika başı ihlal ettiği tüm temel ilkeleri ısıtıp “reform” diye önümüze getirmesi, son yıllarda yaşanan en büyük garabet değil mi?

Tam da bu yüzden, bu ülkenin aklı başında tüm insanlarının “reform”u bu zevatın ağzından duyduklarında bir yandan müstehzi bir eda ile gülümsemesini, bir yandan da sırtını dönmesini yadırgamamak gerekmiyor mu?

Magna Carta’yı (1215) ve Fransız İhtilali’ni (1789), Islahat Fermanı (1856) ve hatta Tanzimat Fermanı’nı (1839) bile açsak, bugünkü “pratik uygulamanın ötesine geçecek” özgürlükler içerdiğini bilenler için bizim “muhteremlerin” satmaya çalıştığı ucube paketi konuşmaya bile zaman harcamak abestir.

FEZLEKE FETİŞİZMİ

“Ben sevmiyorum. O halde vurun, öldürün” zihniyetinin TBMM çatısı altında vücut bulmuş, oraya uyarlanmış halidir, fezlekeler. Bugün paketler halinde TBMM’ye getirilip, halkın seçtiği milletvekillerini kafileler halinde hapishaneye yollamanın acınası bir pratiğidir. DEP’li bir grup milletvekilinin o utanç verici sahneler eşliğinde 1994’te Meclis’ten “Başları eğilerek polis aracına bindirilmesi” pratiğine, Türkiye’yi geri götürmektir. Bakın, 1994 diyorum. Bu utanç size yeter…

Sandıkta yenemediğini, kayyım yoluyla, fezleke yoluyla alt etmeye çalışmak, demokrasiye inanmamaktır.

Demokrasi, muhalefete tahammüllü olmanın, itirazlara kulak verebilmenin ve en önemlisi de hesap verebilmenin, kendinizden hesap soranları kolluk ve yargı yolu ile bastırmaya çalışmamanın adıdır. Bunların hepsini ayaklar altına aldığınız bir rejime demokrasi diyemezsiniz. Hele ki “reform” ve “demokrasi” sözcüklerini her ağzınıza aldığınızda millet size gülmez bile. Hazin hazin seyreder.

Ve sandıkta ağır bir ders verir.

İsterseniz devam edin.

23 Haziran 2019’u unutmayın.

Zaten hiç aklınızdan çıkmıyor ki.

Ve zaten, hırçınlığınız ve saldırganlığınız da bundan.

‘Yeri ve zamanı…’

‘Yeri ve zamanı…’

Zafer Arapkirli

Zafer Arapkirli
26 Şubat 2021, Cumhuriyet

Bugün bu konuya girmeye, aslında Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Sayın Pervin Buldan zorladı beni. Güncel “Gara operasyonu” tartışması üzerinden yapılan tartışmada, iş “Siz şunu yapmıştınız, bunu yapmıştınız. Örgütle görüşmüştünüz. Oraya gitmiştiniz. Şunu yapmıştınız…” babında haksız yüklenmelere maruz kaldıklarında, Sayın Buldan’ın sarf ettiği “Çözüm sürecinde bize verilen vaatleri, yeri ve zamanı geldiğinde açıklamazsak namerdiz…” mealindeki laftan söz ediyorum.

Bence, sadece Sayın HDP Eş Genel Başkanı’nın değil, pek çok siyasetçinin başvurduğu ve bana göre demokrasilerde çok gerekmedikçe başvurulmaması gereken bir yöntemdir bu. Türkiye’de aktüel gelişmelerin ve siyasi tarihin adeta “yüksek debi ile güldür güldür akan bir nehir” gibi akıp gittiği, siyasi hafızanın “sıcak ve taze tutulmasının” çok önemli olduğu ve en önemlisi de “olupbitenin taze versiyonunun kamunun bilgisinden gizlenmesinin muazzam sakıncalar doğuracağı gerçeğinin” önemine binaen, “yeri ve zamanı geldiğinde çıkarılmak üzere çekmecede saklanmasının” sakıncalı olduğunu düşünüyorum.

  • Türkiye’nin en can alıcı sorunlarından biri olan Kürt sorununa ilişkin geçmişte, hele hele “Açılım-Çözüm Süreci” denen süreçte neler olupbittiğini bu toprakların insanı ne zaman bilecek de ona göre “pozisyon” alacak?

Yani, Sayın Buldan’ın yaptığı “Yeri ve zamanı geldiğinde” vurgusu, zaten bu konularda sağlıklı değerlendirme yapacak geri-plan bilgiye aç olan bu toplumdan “neyin gizlenmek saklanmak istendiği” sorularını akıllara getiriyor.

Zaten, başka her türlü özgürlükler gibi halkın bilgi alma hakkının da baskılandığı, hak ve özgürlükler için mücadele eden kesimlerin (bu arada HDP’nin ve temsil ettiği kitlelerin ta kendisinin) ağır bir istibdat altında yaşamak zorunda kaldığı, çoğunluğunun iktidar kıskacında olduğu medyanın on milyonlarca insanı “derin bir karanlığa mahkûm ettiği” bu ülkede çıkıp da üstelik tam da bu “mağdur kesimden” birinin “yeri ve zamanı geldiğinde” diye “bilgiyi ötelemesini” anlamak mümkün değil.

  • Tam tersine, bugün çıkıp konuşmalısınız.
  • Bugün çıkıp gerçekleri bütün yalınlığı ile anlatmalısınız.

Bugün çıkıp kimin geçmişte ne dediğini, ne yaptığını, neyi gizlediğini ve neyin bilinmesini istemediğini açık açık duyurmalısınız ki muktedirler bu ülke insanını kandıramasın. Dün söylediğinin ve yaptığının tam 180 derece zıddını insanlara “yutturamasın.” 

Bugün, Gara’da yaşanan olağanüstü boyuttaki büyük felaket ve skandal niteliğindeki başarısızlık dahil, Kürt sorunu bağlamındaki tüm bilinmeyenlerin aydınlanması için gerçeklerin “bugün ve hemen, şimdi” bilinmesinde yarar yok mu? Adil olmak adına, bu eleştiriyi sadece Sayın Buldan ve diğer siyasetçilere değil, kendi mesleğimin mensuplarına da yapmak istiyorum.

Yıllar önce bir meslektaşımın, çalıştığı gazetedeki üst düzey bir yönetici ile telefon görüşmesine tanık olmuştum. “Elindeki çok önemli bir haberi (bilgiyi)” o gün hemen gazeteye girmek istiyordu. “Amiri”, genel yayın yönetmeninin cevabını bugün gibi hatırlarım:

“Asla veremeyiz bunu. At kenara. Yarın yeri ve zamanı geldiğinde, bir gün bu konuda kitap yazarsan, orada kullanırsın…”

Konu neydi? Sonra o meslektaşım (kitaplar da yazdı) o yayın yönetmeninin dediği gibi mi yaptı? Yani bilgiyi kamuoyu ile paylaştı mı? Bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey var: Türkiye gibi bir yerde, bugün olanların bugün bilinmesinin gerekliliği bence her türlü siyasi ve kişisel hesabın üzerinde yer almalı.

  • Gazeteciler de siyasetçiler de “kumbaraya” atmadan, “bugün, hemen, şimdi” söylemeli söyleyeceklerini. Söylemeli ve yazmalı.

Bilgi, haber, bizim gibi toplumlarda başka yerlerden de önemli ve değerli bir hazinedir.

Kimse bana “Şimdi zamanı değil…” pragmatizmini satmaya kalkmasın. Madem ki açık rejimdir. Faşizm, yani bunun zıddı madem “üstü örtülü, gizli saklı, kapaklı, kuytularda işlerin çevrildiği” bir rejimdir. O zaman çıkın konuşun. Yazın, çizin.

Yani, kitlelerin bilmesinden korkmadan. Onların her şeyi duyup, bilip, okuyup belli bir yargıya ve fikre sahip olabilmeleri ve “sandık önlerine geldiğinde de” ona göre tavır belirleyebilmelerinin yolu buradan geçer.

Bugün Gara ile ilgili, dün 15 Temmuz hain FETÖ’cü kalkışması ile ilgili, siyasetin, ekonominin ve bilcümle diğer güncel hayati konu başlıklarının bilinmesi, Türkiye’nin sadece bugününü değil, yarınını da doğrudan ve derinden etkileyecek bir zorunluluktur.

Kaldırın örtüleri. Açın dolapları.
Çekin çekmeceleri. Yutkunmayın.
İçinizde tutmayın. Konuşun. Yazın. Açıklayın. Tartışılsın.
Açıklıktan kimseye zarar gelmez. Tam tersinden sakının.

Arkanı dön ve çık

Arkanı dön ve çık

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 19 Şubat 2021

Facebook’ta paylaş    E-posta

Başarı ve başarısızlık üzerine, tarih boyunca belki yüz binlerce özlü söz edilmiştir. Her dilde, kim bilir ne güzel karşılıkları vardır. Benim de “başarısızlığa” dair en sevdiğim sözlerden biri şöyledir:

“Başarısızlıktan ders almamak, en büyük başarısızlıktır…”

Kime ait olduğunu hatırlayamadığım bu söz, aslında despot zihniyeti, “Her şeyi ben bilirim ve asla hata yapmam” diyen zihniyeti en iyi açıklayan sözlerden biridir. Bu “ekol”ün temsilcisi insanların başlıca özellikleri şöyledir:

– Her türlü önemli fikri ben üretirim.
– Her türlü önemli fikri ben uygularım.
– Ben asla hata yapmam.
– Bana “hatalısın” diyebilecek insan anasından doğmamıştır.
– “Hatalısın” deme cüretini gösterecek olanı da “anasından doğduğuna pişman ederim.”

Bu gereksiz büyük ego sahiplerine hatasını göstermeye çalışmak her defasında ağır bir suç(!) sayılabileceği gibi kendi kendilerini şişirilmiş ve sanal egosantrik dünyalarında başarısızlıklarını adeta bir sanal değer birimi gibi “büyük başarılara ve zaferlere tahvil ederek” yollarına devam ederler.

En küçük başarıyı “kendim, şahsım ve ben üçlüsü(!)” gerçekleştirmiştir.

Ama en ağır yenilgi ve başarısızlıklardan, ya “çevreleri” ya da “muhalifleri ve muarızları” sorumludur.

Bu da asla öğrenmemeyi ve asla ders almamayı beraberinde getirir.

Sıradan bir bireyseniz, yani kendi halinde kendi dünyasında ve kendi işiyle gücüyle meşgul bir “fani” iseniz, başarısızlıklarınız sadece kendinize ve belki de küçük yakın çeperinize zarar verebilir. Belki de vermez. Çünkü neticede çok büyük boyutlu zararlardan söz etmiyoruz. Minik maddi ya da manevi zararlar ve hayal kırıklıklarından söz edebiliriz.

Ancak eğer birden fazla insanı ya da bir kurum ya da geniş bir topluluğu hatta bir ülkeyi yöneten biriyseniz, orada artık “kişisel” değil, devasa boyutta kitlesel, kurumsal ve tabii milli zararlar söz konusudur. Üstelik de bu zarar her defasında (misal) finansal ve ekonomik zararlar olmayabilir. Hatta, belki ülke yönetiminden söz ediyorsak (tarihte sayısız örnekleri görüldüğü üzere) toprak kayıpları bile olabilir.

Bunlar da tarihsel bağlam içinde bakıldığında, artısı ile eksisi ile belki “tartışılabilir ve kabul edilebilir” şeylerdir. Başarısızlık sonucu yitirilen şeylerin değeri “göreceli” değerlendirmelere tabi tutulur. Paraydı, imtiyazdı, topraktı… Bunlar baktığınız yere göre farklı değerlendirilebilecek kayıplardır.

Bugün gider, yarın gelir. Bugün yitirilir, yarın kazanılır.

Mesela, tarihin en büyük imparatorluklarından birini kuranların torunları, tarihi bir yıkımın enkazından ve küllerinden, daha mütevazı bir boyutta yepyeni ama “çelik gibi” bir yeni ülke inşa edip, yedi düveli şaşırtıp, en az “ecdadı” kadar saygın ve parmak ısırtacak bir devlet kurabilirler.

Cumhuriyetimizi ve bekamızı borçlu olduğumuz yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK, bunu başarmıştır mesela.

Ama başarısızlıkların en kötüsü ve tartışmayı hak edeni, kuşkusuz insan hayatının yitirildiği durumlardır.

İşte orası “zurnanın ciyak ciyak bağırdığı ve kulakları sağır edeceği” yerdir.

Orada duracaksınız.

Eğer sizin o “Vazgeçilmez, tartışılmaz, eleştirilmez, eleştirilmesi ima bile edilemez” nitelikteki kararlarınız (ve tabii hesap hatalarınız) sonucunda canlar yitirdiysek, üstelik bunu kim bilir kaçıncı kez tekrarlıyorsanız, orada adama “dur bakalım” derler.

Kim der? Herkes. Sadece canı yitenlerin birinci derecede yakınları değil, herkes.

Bugüne kadar hayatlarını sizin yanlış kararlarınız nedeni ile yitirmiş ve bundan sonra yitirmesi muhtemel herkes. Sadece muharebe alanlarını değil. Aldığınız finansal kararlar sonucunda yaşamı kararanlar da dahil bu söylediğime.

Yani, bütün toplum.

O yüzden, bir haftayı aşkın bir süredir bir yandan yas tutup bir yandan da tartıştığımız Gara Operasyonu, bu yazdıklarımın tipik bir örneğidir.

“Dediğim dedik çaldığım düdük düzeni”nin sonucu olan bu vahim başarısızlık, hesap verilmesi gereken, faturası ödenmesi gereken ve

  • Yeter artık, istenmiyorsun artık, arkanı dön ve çık” çıkışını hak eden bir tarihi başarısızlıktır.

Bir de üstüne üstlük bu başarısızlığın altında imzası olan kişi, kurum ve odaklar, kendilerine bu başarısızlığı hatırlatanlara dönüp de tam tersine faturayı onlara kesmeye çalışıyorlarsa, bir de eleştirenlere hakaret üstüne hakaret yağdırıyorlarsa iyice ve daha yüksek sesle “Yeter artık!..” denmeyi hak etmektedirler.

“En büyük başarısızlık başaramamak değil, ders almasını bilmemektir.”

Ve bu son olayda, ileriye dönük de “ders alma umudu olmayan” insanlardan ve özelde tek bir insandan söz ediyoruz.

Yeter artık!..

Feza meza

Feza meza

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 12 Şubat 2021
Malum “Aya… Yaya…” geyiklerinden herkese gına geldi, biliyorum.

O muhabbete girmeyeceğim tabii ki.

Ama muhteremler… Her sıkıştığınızda da “Uçak uçuracağız, fezaya gideceğiz, ayı fethedeceğiz…” gibi ucuzluklardan da bıkmadınız mı yahu?

Ucuzluk sizin bileceğiniz iş tabii. Zaten siyasette, uzunca bir süredir “seviyenin ve ağırlığın” artık mumla aranır olduğu bir dönem yaşattınız bizlere. Yaşatmaya da devam ediyorsunuz. Ama bu kadarı da olmaz ki! Devlet, bu kadar da gayri ciddi yönetilmez ki!

Bu millet bir yandan açlığın, sefaletin, yokluğun pençesinde inim inim inlerken, sofraya koyacak bir tas çorbayı zor kaynatırken, 11 aydır koronavirüs belası ile gırtlak gırtlağa savaş verirken, üç tane “kâğıt mendil büyüklüğünde maskeyi” koskoca devlet olarak o insanlara dağıtamamışken biraz ayıp olmuyor mu, hanımlar/beyler?

Koca koca adamlar, milletin karşısına geçip de “Gökyüzüne bakın. Ay’ı göreceksiniz” demekten hiç mi hicap duymuyorsunuz?

Korona belasına karşı hâlâ aşılamayı yaygın hale getirememişken, üstelik de “gelen kısıtlı dozda aşıyı kendinize ve eşinize dostunuza, utanmazca imtiyazlı yönetici klik ve şürekâsına yaptırdığınız”, hatta ve hatta gelen ikinci, üçüncü parti aşıları da yine bu “fevkalade kayrılmaya mazhar” azınlık elitine “ikinci doz” olarak yaptığınız yolundaki yaygın kanaat bu kadar güçlü iken, hiç mi yüzünüz kızarmıyor?

Yeni yürürlüğe giren simit zammının bile (misal) hep yapılan o klasik hesapla “günde kabaca 3 simit 3 çay” toplamı üzerinden, asgari ücretin bile önemli bir kısmı ile ancak karşılanabileceği gerçeğini millet unutuyor mu sanıyorsunuz?

Sizde hiç mi vicdan yok?

İngiliz dilinde bu durumları çok güzel anlatan bir deyim vardır:

“To add insult to injury” derler.

“Yaralı bir insana bir de hakaretler yağdırmak” gibi çevrilebilir. Tam o hesap.

Bir gün “Yerli ve milli tank” yapacağız yalanı ile milyonlarca dolarlık bir “peşkeşi” pazarlamaya, bir başka gün “Yerli ve milli uçağımız iki yıla kadar göklerde” yalanı ile oy devşirmeye çalışmaya, bir sonraki aşamada “Yerli savaş uçağımız, düşmana aman vermeyecek” rüyasını gördürmeye doyamamışken, ardından bir de “Yerli roketimizle Ay’a yerli astronot göndereceğiz” komikliklerini artık kimse yemez.

Vazgeçin bunlardan. Sadece mizah yazarlarına, karikatürcülere ve bugünlerin siyasi tarihini kasıklarını tuta tuta gülerek yazacak tarihçilere malzeme çıkar bunlardan.

Yapmayın demiyorum. Ama bari gündemi meşgul etmeyin. Kendi parti mahfillerinizde anlatıp anlatıp eğlenin.

Milleti rahat bırakın! Derdimiz başımızdan aşkın zaten!

BOĞAZİÇİ DİRENİŞİ

Öğretim üyesi ile öğrencisi ile emekçileri ile velileri ve mezunları ile koskoca bir kitleyi karşılarına aldıkları yetmiyormuş gibi, bir de dünyanın dört bir yanındaki akademi camiasına da rezil olduğumuzu hiç düşündünüz mü? Bu kadar saygın bir eğitim kurumunun, hatta “Kalite abidesi” niteliğindeki pırıl pırıl bir okulun, bir camianın, bir ailenin yüzüne adeta “nanik” yapar gibi ısrar ediyorsunuz.

Direnen onurlu insanları “Hain, sapkın, sapık, terörist” gibi sıfatlarla insafsızca nitelendirerek, çocukları okuldan alıp kodese tıkarak, bir yandan da hem yandaş medyanızda linç ettirmenin hem de yandaş akademisyenlerinize (Trakya Üniversitesi’nin saldırgan-seviyesiz İlahiyat Dekanı örneğindeki gibi) ağız dolusu hakaretler yağdırabilmesinin zeminini hazırlıyorsunuz.

Yazıktır. Bu ayıptan da bir an önce geri adım atın.

Yanlışı düzeltmek erdemdir.

Melih Hoca, (Prof. Bulu) size büyük bir görev düşüyor.

Çıkıp, “Bu yükü artık taşıyamayacağınızı” ilan edin. “Emir-komuta zincirini” kırın ve bu görevi iade edip, gerilimin tırmanmasına daha fazla müsaade etmeyin.

Hâlâ vakit var. Bu ülkenin bin türlü derdi tasası varken. Bir de bu mesele uzamasın.

Hep birlikte “ülkenin her alandaki saygınlık puanları”nın düşmesinden yorulduk.

ENİS BERBEROĞLU

Bu satırları yazdığım saatlerde; 45 yıllık dostum, okul arkadaşım (Boğaziçi Üni.), meslektaşım, Cumhuriyet (Gazetesi) okulundan “sıra” arkadaşım, sevgili kardeşim İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu’na yapılan hukuksuzluk nihayet sona erdirilmişti.

Mahkeme kararının Meclis’e iletilmesi ve genel kurula sunumu sonucu, resmen yanlış düzeltildi ve Berberoğlu yeniden “Milletvekili” olarak yasama görevine dönmüş oldu.

Dileyelim, yeni bir ayıba imza atılıp da “Bir an önce hakkındaki dokunulmazlık fezlekesini yeniden gündeme getirelim de yine kapı dışarı edelim. Güç kimde, gösterelim şunlara” acizliğine tevessül etmezler.

“Acizlik” diyorum. Çünkü milletin verdiği “anasının ak sütü gibi helal” oyların karşısında duyulan acizliktir, bu “küstah muktedirlerin” yaptığı.

Bırakın bu ülke, hukukun, adaletin kol gezdiği, “tepelerden aldıkları” buyruklarla karar veren mahkemelerin, insanların kaderleri ile oynamadığı bir diyara dönüşsün.

Geçmiş olsun Enis kardeşim…