Etiket arşivi: Zafer Arapkirli

Diriliş ittifakı temiz olmalı

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 10 Temmuz 2020

Diriliş ittifakı temiz olmalı

Ülkemizin bugün geçmekte olduğu zorlu dönemeçten çıkışı için önce durum iyice tespit edilmeli, bir yandan da bir “Diriliş-silkiniş reçetesi, yol haritası” yazılmalı, çizilmelidir.

Son 18 yıldır ezilen, horlanan, sömürülen itilen, kakılan ve mevcut iktidarın ısrarla sırt çevirdiği, mağdur ettiği tüm kesimleri, artık “bıçağın kemiğe dayandığı” bir çizgide hissediyorlar ve seslerini giderek daha da cesurca yükseltiyorlar.

Bir meydanda kıdem tazminatı hakkının ahlaksızca, vicdansızca gasp edilmeye çalışılmasına tepki veren emekçilerin feryadı, az ötede başka bir meydanda özgürce ve “diktatörlük sopasından vareste” örgütlenme haklarına el uzatılmasına karşı direnen avukatların, doktorların, mühendis ve mimarların sloganları, birbirine karışıyor.

Güdümlü hukukun balyozu altında ezilmeye ve özgürlüklerinin boğazlanmasına artık tahammülü kalmayan milyonlarca mağdurun; gazeteci, televizyoncu, akademisyen, yazar, kamu ve özel sektör çalışanı insanın “Yeter artık” haykırışları, hemen ötedeki meydandan onların sesine ekleniyor.

“İş kazası” diye yutturulmak ve dosyası kapatılmak istenen toplu işçi cinayetlerinin, “trafik kazası” diye unutturulmak istenen toplu taşıma cinayetlerinin kurban ve yakınları da bu hak ve adalet arayışını devasa bir “kreşendo”ya dönüştürmek üzere seslerini yükseltmekteler.

Akademik özgürlükleri boğazlanan, her yaştan pırıl pırıl bilim insanları “Böyle gitmez” şiarı ile artık üzerlerindeki ölü toprağını silkelemek için yerlerinden doğrulmaktalar.

Özetle (aslında özeti mümkün olmayan muazzam bir çığ kütlesini andıran) bu dirilişin bir tek şeye ihtiyacı var. O da bilinçli, dürüst, kararlı ve en önemlisi de “temiz” bir önderlik. Bu “temiz” tanımlamasını biraz aşağıda açmaya çalışacağım.

Tarih bizlere (tabii ki ders almasını bilenlere) göstermiştir ki, bir önceki cümlede temel ve vazgeçilmez özelliklerini saymaya çalıştığım evsafta bir önderlik, yaygın örgütlü bir siyasi önderlik olmalıdır. Yazının en başında tarifini yaptığım bu olağanüstü dönemden geçerken de bu tür bir önderlik, bir siyasi parti olabileceği gibi, çeşitli siyasi örgütlenmelerin bir koalisyonu da olabilir.

Bu köşenin yazarını düzenli okuyanlar ve görsel-işitsel yaygın medyada dinleyenler-seyredenler gayet iyi bilir. Lafı eveleyip geveleyenlerden olmadım hiç.

Bu tür bir örgütlenme, bugün Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi tarafından üstlenilebilir. Bu tezime en sağlam gerekçe de CHP’yi yönetenlerin ve üyelerinin hep savunageldikleri “Cumhuriyeti kuran parti” olmalarıdır. Tam da bu gerekçeden yola çıkılarak “Cumhuriyeti yıkan (iç ve dış) siyasi ittifakların” karşısına dikilecek bir ideolojik malzemeyi, yani antiemperyalist, yani halkçı malzemeyi (harcı, çimentoyu, demiri, kumu, çakılı) ihtiva ettiği gerçeğinden söz edebiliriz. Bunun yanına, CHP’nin bu ülkenin en eski ve en yaygın siyasi teşkilatı olduğu gerçeğini koyunca, “adres” daha da iyi şekillenmektedir.

Ancak bunun en az yukarıdaki 2-3 cümlede saydığım gerçekler kadar önemli (ve asla taviz verilmemesi gereken) bir koşulu vardır.

Bu “koşul” da CHP’nin el ele vermesi gereken kol kola girebileceği unsurların, (yukarıda vurguladığım üzere) “bilinçli, dürüst, kararlı ve temiz” olmasıdır.

Uzun uzun altını çizerek sıraladığım “mağdurlar kitlesi”ni arkasına alıp “Cumhuriyeti yıkım ekibi”ni iktidardan uzaklaştırabilecek bir ittifakın başarısı ancak ve ancak buna bağlıdır. CHP, bugün maalesef yaptığı üzere “Geçmişin emperyalist işbirlikçisi dış siyasetlerin mimarları, geçmişin sömürgen ekonomi siyasetlerinin tasarımcıları, geçmişin faşist ve özgürlük düşmanı siyasi muhtevalı isimleri ile kol kola girerek” bu işlevi asla ve kat’a yerine getiremez. Bu yanlış ve felaket anlamına gelecek “Zehirli ittifaklar reçetesi” de maalesef, 2002 faciasının mimarı “Hain, Yetmez Ama Evetçi, emperyalist işbirlikçisi liboş tayfası ve Cumhuriyeti yıkım ekibinin eski tayfaları ve miçoları” tarafından yine-yeniden sinsice yazılmaktadır.

Bir önceki cümlede kimleri kastettiğimi, isim isim, kurum kurum saymama gerek kaldı mı?

Koluna girilecek, birlikte yürünecek unsurla, geçmişte emekçi kitlelerin, ezilmiş ve ezilmekte olan mağdur halkın, bu vatanı seven, asla demokratik, laik hukuk devleti ilkelerine ihanet etmemiş, etmeyi aklından bile geçirmemiş, geçirmeyecek “tertemiz” yani kirlenmemiş unsurlar olmalıdır. Emekten yana, demokrasiden, laiklikten ve özgürlüklerden yana kişi ve kuruluşlar olmalıdır. Sendikalar, kitlesini nüvesini, halkın temsilcilerinin oluşturduğu örgütler olmalıdır.

Aksi takdirde, büyük bir enerji ve demokratik diriliş-silkiniş potansiyeli boşa harcanmış, heba edilmiş olur.

Biz yine-yeniden böyle nice “tarihi dönemeçler” bekler dururuz.

CHP, yaklaşan kurultayında, bu nedenlerle sadece “parti organı” seçimlerine değil, bu muhtevaya ve bu muhtevayı ete kemiğe büründürecek gelecek yol haritalarına odaklanmalıdır.

Dislike

Dislike

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 03 Temmuz 2020

Aslında uzun süredir, ve hatta benim gibiler için başından beri içinde bulunduğumuz bir dönemi, bir mevsimi ve belki de bir “çağı” tanımlıyor bu “dislike” sözcüğü. Sosyal medya kullanıcılarının aşina oldukları ama o kitlenin içinde bulunmayanların da haber gündemi sayesinde mecburen öğrendikleri bu sözcük, İngilizce’de “beğenmemek” ya da “hoşlanmamak, hazzetmemek, nefret etmek, antipatik bulmak” gibi anlamlarda kullanılıyor.

Bir de “deep-rooted dislike” derecesi var ki, “derin nefret” anlamına geliyor. Ama bu “aşırılık” içeren versiyonu henüz sosyal medyaya gelmedi.

Bir de “ikon”u var bu sevimsiz tabirin: Baş parmağı aşağı doğru gösterip “indirmek” anlamında veya “in oradan aşağı” gibilerden de terbiyesiz ve edepsiz bir çağrı içeriyor denebilir.

Son günlerin bu en moda tabirinden hareketle, gelin bugün bu köşede farklı bir şey yapalım ve biraz İngilizce dersi çalışalım. Bir nevi “Kamu Hizmeti – Spotu” olarak kısa bir İngilizce tabirler kursu açalım. “Dislike” benzeri genellikle “dis” ile başlayan başka İngilizce sözcükleri de öğrenelim.

Günlük hayatta lazım olur belki.

Discontent: Dargın, hoşnutsuz, gayri memnun, küskün.

Distaste: Tiksinme, iğrenme, ilgisizlik, hoşlanmamak.

Disfavour: Gözünden düşmek, aleyhinde olmak, onaylamayan bir gözle bakmak.

Disapproval: Onaylamama ifadesi,

Disapprobation: Tensip etmemek, uygun bulmama hali.

Disesteem: Saymamak, hürmet etmemek, hiçe saymak, değer vermemek, itibar göstermemek.

Disrelish: Tiksinmek, iğrenmek, hoşlanmamak, beğenmemek.

Disdain: Küçümsemek, hor görmek, tepeden bakmak, tenezzül etmemek, hakir görmek, dudak bükmek, tepeden ve kibirle bakmak.

Detestation: Nefret, iğrenme, tiksinme.

Disgruntlement: Gücenme, dargınlık, kırgınlık, küskünlük hali.

Disagreement: Uyuşmazlık, ihtilaf, fikir ayrılığı, mübayenet, çekişme, uygunsuzluk hali.

Disclosure: İfşa etmek, açığa vurmak, gizliliğini kaldırmak.

Disanvantage: Dezavantaj, zarar, ziyan, sakınca, engel, mahzur, aleyhte bir durum.

Disembark: Bir vasıtadan inmek, bir yükü boşaltmak

Çok mu “Dis” bir yazı oldu?

Peki. Burada keselim.

İyi tarafından bakınca: Bir dolu yabancı sözcük öğrendiniz.

Kötü tarafından bakın: Bugünün gençleri, yabancı dilleri bizden daha kolay öğreniyor ve “patır patır, çatır çatır” kullanmaktan çekinmiyor. Bizim kuşak biraz daha (nasıl desem?) diplomatik davranırdı.

Şimdiki kuşak “Dis dis” çakıveriyor.

Bizden söylemesi.

Kızıştırarak olmaz

İşler yolunda gitmeyince sorunları çözmek yerine, yeni sorunlar yaratmak ve hatta sorunların nedeni olmayan kesimlerle yani toplumun çoğunluğu ile kavgaya girişmek, hiç de akıllı bir yöntem değil. Ama maalesef, tarih bize gösteriyor ki baskıcı rejimlerin yapabileceği tek şey, başvurabileceği tek yöntem bu.

Dışarı ile kavga et. İçeri ile kavga et. Hatta kendi içinde (istediğin kadar üzerini örtmeye çalış – duyuluyor) kavga et.

Eğitimli, birikimli, donanımlı ve en önemlisi de örgütlü herkesle kavga et. Meslek örgütlerini karşına al. Onların yönetimine kendi görüşünde olmayan ve sevmediğin, dünyaya farklı bakan insanlar seçiliyor diye oraları dağıtmaya, parçalamaya, bölmeye çalış. Avukatı yerlerde sürükle. Doktoru soruşturmalarda sürükle, mühendise parmak salla, öğretmene sopa göster.

Medyanın neredeyse yüzde 95’ini ele geçirmene ve kendine bağlamayı başarmana rağmen, geri kalan yüzde 5’in tek bir satırına, tek bir sözcüğüne, tek bir saniyesine bile tahammül gösterme. Gazeteleri ilan-reklam geliri üzerinden kapanmaya zorla. TV ve radyolara ceza üstüne ceza yağdır. Lisans iptaline götüren yolu aç. RTÜK, Basın İlan Kurumu ve basın savcılıkları üzerinden sürekli sopa, satır, kırbaç salla.

Gazetecilerin hapse atılmaları için sürekli bir kulp bulmaya ve onların bir gün yargı sonucu beraat edecek olsalar bile mümkün olduğu kadar tutuklu kalmaları için uğraş ve tutukluluğu (yani hukuksuzluğu) ceza haline getir.

Sosyal medyayı sen de başkaları da özgürce kullanabildiği ve bunun ülkeye bir zararı değil yararı olduğu halde, orada “senin istediğini yazmayana” bir başka deyişle “yeşil top olmayı reddedene” nefret besle. Üç beş tane (her cenahtan) ahlaksızı bahane ederek, hırsla “kapatma” tehdidinde bulun.

İşçinin, emekçinin tarihi kazanımlarını, emeklilik haklarını, kıdem tazminatlarını filan elinden almaya çalış.

Durup durup “Ayasofya hadisesi” benzeri, uluslararası alanda başımızı fena halde belaya sokacak mevzular icat (evet – kapanmış bir dosyayı yeniden yeniden yeniden açmak, sorun icat etmektir) et.

Sonuç: Dislike…

E, ama olmuyor işte.

Dedeleri-nineleri, babaları-anneleri sussa (ki susmuyorlar artık), bebeler ellerinde Dislike” pankartları ile çıkıveriyorlar ortaya. Hem de öyle bir yerlerden çıkıveriyorlar ki üzerlerine gaz da sıkamıyorsun orada. Plastik mermi işlemiyor o ortamda. Copu vurdun mu kendi ekranını kırıverirsin maazallah.

E, ne yapacaksın?

Soldan sağa: Dislike

Yukarıdan aşağı: Discontent

Çaprazlama: Distaste

Önün, arkan, sağın, solun: Disestee

Devlet ve sırları

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 26 Haziran 2020

Devlet ve sırları

Son yıllarda giderek daha da sık ziyaret eder olduğumuz Çağlayan Adliyesi’nde, çarşamba günkü duruşmalar sonunda, aralarında sütun arkadaşım sevgili Barış Terkoğlu’nun da bulunduğu üç meslektaşımızın 4 aylık haksız tutukluluk hali sona erdi. Üç meslektaşımız da hukuksuzluğun kurbanı olmayı sürdürüyorlar.

Terkoğlu’na, Aydın Keser ve Ferhat Çelik’e geçmiş olsun derken Murat Ağırel, Barış Pehlivan ve Hülya Kılınç’ın da bir an önce özgürlüklerine kavuşmalarını diliyorum.

Yargılandıkları dava dosyasının, daha önceki pek çok kumpas davalarının ruhu ile benzerlik gösteren ve adeta hukuk tarihine geçecek şekilde, “Olmayan bir suçu önce dizayn ve sonra imal edelim. Sonrası sanığa kalmış. O kendi ispatlasın masumiyetini” şeklindeki içeriği ortada. Kendileri ve avukatları, bu konuda (gerçek anlamda da) kitap boyutunda ve hukuk teorisi arşivlerine de girecek nitelikte savunmalar yaptılar.

Özetle; daha önceden açık kimlikleri ve görevleri, üstelik en üst düzeyde resmi ağızlarca açıkça dillendirilmiş istihbarat görevlilerini “deşifre etmek” gibi bir suçu işlemedikleri halde, sırf muhalif kimlikleri, yazdıkları kitaplar ve bağımsız, boyun eğmeyen nitelikleri nedeniyle, üzerlerine bu fabrikasyon suç yapıştırılmak isteniyor.

Dileriz, ceza hukukun temellerinden biri olan Delilden sanığa gitme” ilkesi sonunda çalışır ve tam tersi mantıkla açılmış bu dava da daha önceki kumpas davaları gibi bir an önce düşer ve meslektaşlarımızın hepsi özgürlüklerine kavuşur.

Ben bu vesile ile olayın bir başka yönüne, “Devletin gizli faaliyeti, gizli görevlileri ve devlet sırrı” kavramları üzerinde biraz durmak istiyorum.

Her meşru devletin, “ortalık yerde görünmeyen, rutin açıklamalarla ifşa edilemeyecek, ülke güvenliği alanında sivil ve askeri örgütlenmeleri ve bu yapılarda görevli kamu görevlileri üzerinden içeride ve dışarıda bazı faaliyette bulunma” hakkı vardır. Buna genel bir tanımlama ile gizli istihbarat toplama ve operasyon faaliyeti diyebiliriz. Buraya kadar kimsenin itiraz edebileceği bir durum yoktur. Örnek vermeye de gerek yoktur. Dünyanın en büyük güçlerinin en bilinen “marka” teşkilatlarının ve ülkemizin bu birimlerinin tarihi uzun yıllara dayanır.

Sorun, bu noktadan sonra başlıyor.

Devletlerin demokrasi seviyelerine ve olgunluklarına bağlı olarak, bu faaliyetlerin de aynen “açık” faaliyetleri gibi, bir tür denetime tabi olması esastır. Yani, “Devlet olma hakkı. Meşru bir yapı olma hakkı” yönetme konumunda bulunanlara bu “gizlilik imtiyazını” kullanarak yasadışı (ulusal ya da uluslararası düzeyde) iş yapabilme özgürlüğü tanımaz. Daha da açık ifade edeyim, “Yürütme”nin elindeki bu “Gizli iş yapabilme araçları ve ehliyetinin” kötüye kullanılıp kullanılmadığı ülkelerin en üst denetim makamları, en başta da “Yasama Organı” ve “Yargı”nın da denetimine açık olmalıdır.

Elbette, işin muhtevası gereği her gizli faaliyetin (gizlilik derecesine bağlı olarak) ortalık yerde konuşulup tartışılması mümkün olmayabilir. Bunun ülke güvenliği (bakın özellikle Devlet sözcüğünü kullanmıyorum – Devlet’i, yürütme organını elinde bulunduranlarla özdeş anlamda kullananlara karşı kasten yapıyorum bunu) açısından önemini kimse göz ardı edemez.

Ancak bu denetim zorunluluğu ve bu zorunluluğu, “icracı makamların” omuzlarında hissetmesi, son derece büyük bir önem taşıyor. “Ucu açık bir ehliyet” demokrasilerde hem söz konusu olamaz, hem de önemli mahzurlar taşır. O yüzden, mesela demokrasisi bizden daha gelişkin rejimlerde (ABD ve Britanya’yı başat örnekler olarak vereyim) Yasama Organı (ABD Kongre ve Britanya Avam Kamarası) ilgili komisyonlarında (okumak ve bilgilenmek isteyenler için) bu tür “hesap sormaların” sayısız örnekleri vardır.

Hesap sormak babına girmişken, “kamu adına” hesap sorucu Dördüncü Kuvvet, medyanın da bu anlamda “kamusal” denetimini kimsenin denklem dışı tutmaması gereği de ortadadır. Yani “Medyayı ilgilendirmez bu işler” deyip geçmemelidir kimse. Daha da açık yazayım: Gerektiğinde medya da yasalar ve medya etiği çerçevesinde “Devletin, meşruiyet dışına çıkıp çıkmadığını denetleyebilme hakkı ve daha da ötesinde vazifesi” ile doğal olarak donatılmıştır.

“Nazik ve netameli” mevzular bunlar. Biliyorum. Ama “Size ne kardeşim?” mantığını sorgulamak gerektiğinden, bir not düşmek adına yazmak istedim bunları. Unutmayın, çok eskilerde bir Batılı devlet insanının vurguladığı şu doğruyu hatırlatarak:

“Demokrasilerde, kamusal yaşamda sadece insanların dini inançları ve sandıkta oyunu hangi partiye attığı ve tabii ki ülkenin savunma-savaş planları gizlidir. Ondan gayrı gizli (ve örtülü) bir şey olamaz.”

‘Mesafe ölçer’ gazeteciler

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 19.6.20

‘Mesafe ölçer’ gazeteciler

Mevzuya girmeden önce, tarihin en iyi bilinen ama muktedirlerin özenle ve ısrarla unutturmak istedikleri bir gerçeğini hatırlatmak gerek:

Faşizm, gezegenimizin tamamında insanlığın başına bela olmuş ve olabilecek en şiddetli ve en aşağılık terör yöntemidir. Hepimizin özellikle de medyanın aramıza “mesafe koymamızı” gerektirecek en tehlikeli şey de faşizmdir.

Bu gerçeği bir kenara koyduktan sonra devam edelim.

Geçen hafta içinde bir televizyon yayınında, konuklardan birinin sorusu üzerine gündeme gelen bir tartışmaya değinmek istiyorum. TV’lerin haber yayınlarında ya da tartışma programlarında “filanca ya da falanca partinin sözcülerine yer vermek, mikrofon tutmak, görüşlerini dile getirmelerine olanak sağlamak, tartışmalarda taraf olarak bulunmalarına izin vermek” için kıstasımız ne olmalı? Adını da koyalım. Halkların Demokratik Partisi (HDP) sözcülerinden söz ediyoruz.

Bunun yanıtını, sözünü ettiğim programın sunucusu ve başka ekran yüzleri (mealen) şöyle verdiler:

“Terörle aralarına mesafe koymadıkları için onları çağırmıyoruz. Buna da hakkımız var. Zaten biz kamu yayıncısı (TRT’yi kastediyor sanırım) değiliz. Özel sektörüz. İstediğimizi ekrana çıkarma, istemediğimizi uzak tutma hakkına sahibiz. Keyfimizin kâhyası değilsiniz…”

Bu savunmanın bir değil birden fazla sorunlu ve hatta “ayıplı” tarafı var.

  1. Bir siyasi partinin, üstelik 6 milyon civarında oy almış, bundan önceki seçimlerde de bir aşamada 80’e yakın milletvekili ile TBMM’ye girmiş, Meclis’in başkan vekilliklerinden birini elde etme hakkına sahip, komisyonlarda üyeleri bulunan yasal bir siyasi partinin“Kime, neye, nereye, ne kadar mesafeli, ne kadar mesafesiz olduğu”meselesi tartışmaya açıktır. Benim de zaman zaman “gereken mesafeyi koymakta yetersiz kaldıklarına inandığım” bu siyasi partiyi (HDP) bu nedenle “aforoz” etmek, yayınlara çıkarmama “cezası” vermek, seçmen kitlesi ile arasına girmek, gazetecilerin kendi başlarına karar verecekleri bir durum olamaz.

Üstelik program sunucularına (iyi kötü bu meslekte bu görevi yaparken epey kilometre yapmış bir gazeteci olarak yazıyorum bunu) hiç düşmez. Kanalın patronu, yayın politikasını belirleyen yöneticileri (Medya grup başkanı, genel müdürü, yayın kurulu vs.) buna karar verip kendileri duyurur, izleyici profilini (raiting, tiraj vb.) küçültme ve tecrit (ve belki rezil) olma riskini de alarak bu tür bir ayrımcılık yapabilirler.

  1. Siyasetçilerin bu konuda değerlendirmeleri olabilir. Bu konuda siyasi rakiplerini suçlayabilir hatta“teşhir”etmeye çalışabilirler. Ama gazeteci, herhangi bir partinin mensuplarına bu saikle davranma hakkına sahip değildir. Çünkü o zaman sorarlar adama (kuruma, şahsa, şirkete) “Faşizm ile aranıza ne kadar mesafe koyuyorsunuz?” Gerici, dinci terörist zihniyete sahip, çocuk tecavüzünü (siz erken yaşta evlilik mi diyorsunuz?) savunan örümcek beyinli (kendine hoca moca sıfatı yakıştıran soytarıları kastediyorum – anladın sen onu) hokkabazlar neden zırt pırt ekranına çıkıyor? Neden onları “adam” yerine koyup bir de kahkahalı esprili yılışık seanslar düzenliyorsunuz?

Sorarlar adama, HDP dediğin partinin “arasına mesafe koymadığını” savunduğun eli kanlı terör örgütünün lideri Abdullah Öcalan isimli “Baş terörist”in mektubunun, çok değil daha bir yıl önce, senin (ve herkesin) ekranlarından okutulma emrine (emirle okutulmadı diyebilir misin?) neden diren(e)medin?

Sorarlar adama, benim bile Twitter takipçimden daha az oy almış bir siyasi partinin lideri nasıl her gece senin ekranına çıkabiliyor?

  1. Bu ülkenin başına bela olmuş en azılı ve en ATATÜRK düşmanı, darbe kalkışmacısı, TSK budayıcısı, Cumhuriyet düşmanı, ihanet çetesi terör örgütüne ve liderine (FETO alçağından söz ettiğimi anladın değil mi?) ekranlarını boydan boya açarken, bu “mesafe koyma” kuralın niye işlemedi? Üstelik de yukarıda sözünü ettiğim bazı “ekran yüzü zevat”ın geçmiş sosyal medya paylaşımlarında hem FETÖ hem de Apo övgüleri dumanı üstünde duruyor, orada bir yerlerde.
  2. Faşizmin her türüne, dinci ve ırkçı şiddetin her türüne destek veren, hatta açık açık savunan, kendinden başkasına, başka millete, başka siyasi düşünceye tahammülü olmayan süzme faşistlere ekran kapılarını ardına kadar açarken, onları“kapıda”durdurup “mesafe ölçümü” yaptın mı hiç? Yapıyor musun? Yapacak mısın?
  3. Son olarak… Türkiye’nin siyaset ve demokrasi tarihindeki konjonktürel iniş – çıkışlar, öylesine tavır ve karar değişikliklerine gebe oldu ki, neden bunları unutmuş gibi rol yapıyorsunuz? Bunu da anlamak güç. Geçmişte, pekâlâ HDP’lileri en üst düzeyde ağırladığınız yılları inkâr edercesine böyle bir tavır içine giriyorsunuz. Bunu da kabul edelim… Yarın, yine gün olup devran döndüğünde, yukarılardan (en yukarılardan ve senin 11’inci katın üzerinden) emir gelip de “Akşam yayına filanca çıkacak, o masaya oturacak ve şu şu şu mevzularda sorular soracaksınız…” diye görev verildiğinde (Ya, evet, kimse sana öyle bir şey diyemez. Değil mi?) direnecek misin? Direndin mi? Biz mi duymadık? Kaç kere direnip, kaç kez, nerelerden kovuldun bu tavrın nedeniyle?

Kısacası…

Biz 40 kişiyiz. 40’ımız da birbirimizi biliriz canım kardeşlerim. Ve tabii, o kardeşlerimin muhterem yöneticileri ve patronları.

Öyle süslü püslü “Evrensel yayıncılık ilkeleri” gibi ağzınıza dilinize hiç yakışmayan kavramların arkasına gizlenip de demokratik düzlemde siyaset yapan insanlara kara çalmaya çalışmayın.

Sizlere oturup uzun uzun evrensel yayıncılık ilkeleri, terör, siyasi partiler onların terörle ilişkileri, aralarındaki mesafeler, IRA, Sinn Fein, Britanya, BBC, ITN, yazılı basın vesaire gibi başlıklarda ders anlatmaya vaktim ve enerjim yok şimdilik. Gerektiğinde onu da yaparız.

Ama öyle iddialı sözlerle kendinizi mahcup duruma düşürmeyin.

Gelin hep birlikte demokrasinin, demokratik düzlemlerde seçilmiş siyasetçilerin hukukuna saygı gösterip, teröre de faşizme de birlikte tavır alıp öyle gazetecilik yapmaya çalışalım.

Hani bu günlerde AVM’lerde kapılarda durup ateş ölçüyorlar ya. Sen de kapıda dikilip meşru siyasetçilere kendince abuk “Mesafe Ölçümü” yapma. Kendini zor durumda bırakma.

İşine gücüne konsantre ol.

Gerekirse stüdyoda, o siyasetçilere “evire çevire demokrasi ve mesafe” sorgusunu yap. Zaten işin bu.

Ama “kapı tutmak” yakışmaz gazeteciye.

15 Haziran 2020 KRT TV Programımız…

15 Haziran 2020 KRT TV Programımız…

PANDEMİ ile MÜCADELEDE YAPILAN HATALAR ve ÖLÜSÜZ AÇILIMIN SONUÇLARI

15 Haziran 2020 Pazartesi günü KRT TV’nin saygın haber programcısı
Zafer ARAPKİRLİ‘nin konuğu olduk. A.Ü. Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Öğr. Üyesi Prof. Dr. AHMET SALTIK @krtkulturtv Akşam Haberleri’nde değerlendirdi.

Bilindiği gibi COVID-19 olgu sayıları Türkiye’de 11 Mayıs 2020’de AVM’lerin büyük bir sorumsuzlukla açılmasının ardından “inmeyi bıraktı”! Uluslararası sermaye ve yerli ortaklarının baskılarına dayanamayan, özünde sermaye yanlısı iktidar, kapitalizmin tapınaklarını açmak zorunda kaldı. Faturayı = fazladan ölümleri temel dert edinmediğini de bütün çıplaklığıyla gördük.

İlahlar kurban istiyordu ve o kurbanlar 11 Mayıs öncesi verilenler ve saklananlar bir yana; yenileriyle adaktaşına sundu; o adaktaşı ki gerçekte tüm Türkiye idi.. 11 Mayıs’ta 1114 olan olgu sayısı 15 Haziran’da 1562’yi buldu! 448 fazlasıyla, günlük yeni tanı konan KOVID-19 olgusu ya da %29 artış ile..

Daha o gün öncesinde söyledik, “yapmayın, etmeyin..” diye.. 5-6 gün sonra olgu sayıları yaklaşık %50 arttı..

1 ayı aşkın zamandır, 11 mayıs’tan günümüze, 15 Haziran’a dek salgın eğrisi “yükseklerde nazlı nazlı dalgalanmakta..”.. Edebiyat bir yana, can almakta.. Biz TV’lerde bunun faturasının, fazladan,

  • ÖNLENEBİLECEK İKEN ÖNLENMEYEN VE FEDA EDİLEN
    RESMEN EN AZ 1000 (BİN!) YURDUM İNSANI ÖLÜMÜ

olduğunu haykırdık durduk.. Üstelik ölenler ve yakınları kara,
kapkara senaryonun ne ölçüde ayrımında acaba??

Kader mi, yazgı mı, Allah’ın takdiri mi, takdiri ilahi mi, kısmet mi..???
Hangisi, hangisi??
Gerekli bilimsel önlemler alınsa idi bu insanlar yaşıyor olacaktı.
Yani Tanrı’nın iradesi böylesine pamuk ipliğine mi bağlı??

  • Düşünün eyyy insanlar, aklınızı kullanın; ent emel hakkınız yaşam hakkı sermayeye feda ediliyor!

İktidarı kezlerce uyardık “frene bas kardeşim!” dedik.. Bırak bu AÇILIM – SAÇILIM saçmalığını, geri teper.. dedik..

Deneme – yanılma ile salgın yönetimi olmaz; insanlar ölür gereksiz yere, kurban olurlar, dedik!

Hatta, “masum insanların katili olursunuz!” bile dedik!

Ölüm tehditleri aldık güdümlü fedailerden..

Dolayısıyla artık bu halk görmeli, 18 yıldır ülkeyi tek başına ve kesintisiz yöneten ümmetçi anlayış, gerçekte “ümmetinden” yana da değildir! Popülist davranarak 22 bine yakın çoğu yaşlı insana Umre izni vermiş, bu insanların büyük çoğunluğu Arabistan’da bulaşı alarak Türkiye’ye getirmiş ve kendilerinin de önemli bir bölümü ölmüştür. İktidar, bu vb. şaibeleri nedeniyle salgın verilerini halka açıklayamamaktadır.

14 Haziran 2020 Korona hastaları
01. İspanya 323
02. İtalya 338
03. Almanya 248
04. Belçika 111
05. İsveç 38
06. Hollanda 143
07. İsviçre 23
08. Avusturya 31
09. Sırbistan 59
10. Danimarka 54
11.Çekya 33
12. Norveç 3
13. Macaristan 9
14. Bulgaristan 24
15. Yunanistan 9
16. Hırvatistan 1
17. Slovakya 3
_______________
TOPLAM 1450
TÜRKİYE 1562

  • 17 Avrupa ülkesinden daha çok günlük YENİ hastası olan Türkiye,
    gerçekte daha 1. dalgayı bile söndüremedi!

Yeni bir yayına göre Prof. Erol Taymaz şunları kaydediyor : (https://twitter.com/sarkac_org/status/1272538865530662914?s=12)

* Peki bunun ekstradan ekonomik maliyeti nedir? Şu anki durumla,
bir aylık kapanma arasında çok ciddi bir kayıp yok. İşgücü mevcut durum simülasyonunda 3 bin 639 milyon saat tam kapanma durumunda da
3 bin 578 milyon saat…
* Özetle, tam kapanma sağlık açısından çok daha iyi bir sonuç verecekti, ekonomik etki açısından da şu anki yaşadığımız durumla yani %30’luk kayıpla aynı sonucu verecekti.

1300 KİŞİ YAŞAMDA KALACAKTI!

* Bir başka strateji olarak tedbirler daha erken alınsaydı, iki hafta önce başlasaydı, toplam vaka sayısı 124 bin 44, vefat sayısı 3462 olacaktı. Yani burada da ciddi bir düşüş var. Bunun ekonomik maliyeti daha uzun sürdüğü için, tam kapanmaya göre biraz daha fazla ama insani kayba bakarsak daha kabul edilebilir bir durum.
****
Şimdilerde iktidar Tulumbacı gibi; yangınlara koşturmakta :

Bakan Koca açıkladı: 5 ilde daha maske takmak zorunlu

Bakan Koca, Diyarbakır, Erzurum, Kayseri, Rize ve Şanlıurfa’da maskesiz sokağa çıkmanın yasaklandığını bildirdi. Sağlık Bakanı Kovid-19 salgınıyla mücadele kapsamında 5 ilde daha maskesiz sokağa çıkmanın yasaklandığını açıkladı. Koca, Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, vaka artışlarıyla dikkati çeken şehirler başta olmak üzere artış eğilimi olan yerlerde il hıfzıssıhha kurullarının, valilerin başkanlığında riske karşı kararlar almayı sürdürdüğünü belirtti. Bu kapsamda, maskenin yaptırımı bulunan bir sosyal sorumluluk olduğunu ifade eden Koca, virüsle maskesiz mücadele edilemeyeceğini vurguladı. Koca, Diyarbakır, Erzurum, Kayseri, Rize ve Şanlıurfa’da maskesiz sokağa çıkmanın yasaklandığını bildirdi. Böylece 42 ilde (Adıyaman, Afyonkarahisar, Amasya, Ardahan, Aydın, Balıkesir, Bartın, Batman, Bolu, Burdur, Denizli, Düzce, Elazığ, Eskişehir, Gaziantep, Giresun, Iğdır, Isparta, Kahramanmaraş, Karabük, Kırklareli, Kocaeli, Konya, Kütahya, Malatya, Mardin, Muğla, Muş, Nevşehir, Osmaniye, Sakarya, Siirt, Sivas, Şırnak, Tunceli, Uşak, Zonguldak, Diyarbakır, Erzurum, Kayseri, Rize ve Şanlıurfa) maske kullanımı zorunlu hale getirildi. (16.6.20)
****
Her şey sil baştan olacak kaygısı taşıyoruz.
Şu 3 adım son derece önemli :

1. Yaygın – etkili – sürekli halk eğitimi
2. Yaygın – etkili – sürekli DENETİM
3. Yaygın – etkili – sürekli YAPTIRIM

***
Bu arada Bilimsel Danışma Kurulumuz da her halde bir “durum değerlendirmesi” yaparlar..

Sevgi ve saygı ile. 16 Haziran 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı,
Kamu Yönetimi Siyaset Bilimci (Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Not    : 15 Haziran 1977’de İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olmuştuk.. Hekimlikte 43 yıl bitti, 44. yılımızda hem salgınla mücadele
hem kötü SALGIN yönetimiyle savaşım önümüzde..

Ve gazetecilik Ve köle tüccarı Ve Ayasofya…

Ve gazetecilik Ve köle tüccarı Ve Ayasofya…

 Zafer Arapkirli
12 Haziran 2020 Cumhuriyet

Bilen bilmeyen, başkasına “meslek kuralları ve ilkeleri” dersi vermeye kalkışınca iyi olmuyor. Ama en kötüsü ve zararlısı da demokrasiden ve fikir-ifade özgürlüğünden nasibini almamış insanların, kendisini subjektif bir “devlet” ve “devlet sırrı” kavramının arkasına konuşlandırarak hüküm vermeye çalışması.

İki tecrübeli ve yetkin meslektaşımız Müyesser Yıldız ve İsmail Dükel de kendilerinden önceki yiğit, pırıl pırıl ve onurlu gazeteciler gibi “susturulmak” amacıyla ve muktedire göre “çizgiyi aştıkları” gerekçesiyle evlerinden alınıp sorguya götürüldüler.

Her türlü hukuk kuralı ve adli ve medya etiği kuralları da çiğnenerek işleyen bir süreç devam ediyor. Bu yazı yazılırken, aradan 4 gün geçmesine karşın hâlâ sorguları bile başlamamıştı. Önden, “Aynı Ergenekon, Balyoz, OdaTV 1 kumpas süreçleri”ndeki gibi “Taraf-vari, Zaman-vari, Bugün-vari” pislik atma faaliyeti başlatılarak. Avukatların bile erişimi olmayan dosya içeriği yandaş besleme medyaya sızdırılarak.

Casuslukla suçlanan meslektaşlara yöneltilen iddia “Bir askeri görevli ile telefon görüşmesi yapmış ve bunları not almış olmaları.” Yanlış okumadınız, “Not almış” olmaları.

Önce şunu bir hatırlatalım…

Gazeteci herkesle her konuyu konuşur, görüşür. Asker, sivil, bürokrat, sıradan vatandaş, devlet büyüğü, politikacı vesaire. Bunları yazıp yazmaması da kendi kararı ve takdiridir.

İkincisi: Gazetecinin yazdığının “suç” sayılıp sayılmayacağına siyasetçiler ve onların beslemeleri değil, yasalar karar verir. Üstelik “devletin – siyasi iktidarın – yararı” ile “kamu yararı” denen şeylerin her zaman örtüşmeyebileceğine ilişkin ciltler dolusu içtihatlar, evrensel yargı arşivlerinde duruyorken…

Bunlar ortada iken, “Vay canına konuşmuş. Yazmamış ama konuşmuş ya.. Bana ne..” diye insan suçlanamaz.

Geçilmeyen köprünün, kullanılmayan havalimanının, trenin, yatılmayan hastanenin parasının ödetildiğini, yayımlanmamış kitap için gazeteci (Ahmet Şık) tutuklandığını, “sayelerinizde” duyduk da…

  • Yazılmamış bilginin ve haberin davası mı olur?

Hatta ve hatta bu saçma sava sahip çıkanlar arasında geçmişte mahut “MİT TIR’ları hadisesi”nde olayı herkesten önce manşetten “çakmış” bazı zevat bulunuyorsa, kendilerini iyice soytarı durumuna düşürmüş olurlar.

Yani, kendin yapınca “Kamu yararı – haber değeri” başkası yapınca “Vatana ihanet… Casusluk…” vesaire. Haydi canım sen de!

Saçmalamanın da bir sınırı bir adabı var.

Sevgili sütun arkadaşım ve meslektaşım Mehmet Ali Güller’in kullandığı harika tanımlama ile “Kumpas 2.0”nin ayak sesleri mi bunlar?

Köle tüccarı…

Yazılı olup olmaması önemli değildir. Evrensel bir hukuki ve vicdani kuraldır:

İnsanlık suçunun zamanaşımı olmaz. İnsan hakkına, onuruna ve temel evrensel değerlere yönelik işlenen suçların mağdurları, aradan değil birkaç yıl, birkaç asır geçse de gelir “torunları eliyle dahi” yakanıza yapışırlar.

İngiltere’nin Bristol kentinde, ABD’deki siyahilere yapılan zulmü protesto amacıyla gerçekleşen gösterilerde bir köle tüccarının heykelinin yıkılarak suya atılmasını kastediyorum. Bristol doğumlu Edward Colston’ın gemilerinin, 1672-1689 arasında Afrika’dan Amerika kıtasına 80 binden fazla erkek, kadın ve çocuk köle taşımasının “faturasının” neredeyse 5 yüzyıl sonra önüne “şak” diye konmasından söz ediyorum. Yani, yok öyle “Ben yaparım. Yanıma kâr kalır…” diye masadan kalkıp gitmek. O “hesap pusulası” bir gün torununun masasına ya da heykelinin önüne gelir dikilir. Ödetirler. Herkes bilsin yani.

Tarih böyle bir şey.

Ayasofya meselesi

Meselenin hem inanç, hem kültürel hem de diplomatik yani uluslararası ilişkiler cepheleri iç içe geçmiş hali nedeniyle kolay izah edilebilecek ve çözülebilecek bir durum olmadığını kabul etmek lazım. Ama çözümün bundan tam 86 sene önce yüce önder Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından zaten çözülmüş olduğunu hatırlamak gerek. 1453 senesinden itibaren fiilen ve statü olarak farklı şekillerde kullanılan bu kutsal mekânın, “Fetih”ten önce de asırlarca başka bir dinin “mabedi” olduğunu, yaklaşık 500 sene boyunca da Müslümanların ibadet ettiği bir yer olduğu gerçeğini çok iyi değerlendirerek “Evrensel bir kültür hazinesi” olarak yani “müze” olarak muhafazasına karar vererek. ATATÜRK, bence sayısız meselelerde olduğu gibi, en isabetli (ve hem de aklıselime hizmet eden dâhiyane) çözümü bulmuştur.

Dini açıdan tartışmasına girecek düzeyde teolojiden ve “dinler arası hukuk”tan anlamam. Ama şu doğruların ve gerçeklerin altını çizmeden bu olayı tartışmamalıyız : Ayasofya, orijinali bir Hıristiyan mabedi olarak inşa edildiği için bu saatten sonra içindeki Hz. İsa, Meryem ve birçok Hıristiyan değerlerini resmeden figürlerle, zaten Müslüman mabedi olarak kullanılması gariptir. (Ne yani, namaz kılmak için onları mı örteceksiniz?)

Geçmişte kullanılmış olması mazeret değildir. Ayrıca, İslam âlemi, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti, bu güzelim kentte bence Ayasofya’nın ihtişamını gölgede bırakacak nice mabetler inşa etmiştir ve bu mabetler zaten ibadet için “tıklım tıklım” dolmamaktadır.

Bir başka mesele de bütün dünyanın gözbebeği bir kültürel ve turistik mekânın, şimdi sırf ucuz siyasi malzeme edilmek maksadıyla “ibadet mekânına” dönüştürülmesine hem uluslararası kurumlardan hem de Hıristiyan Ortodoksların önemli ağırlıklarının bulunduğu ABD ve Rusya’dan göreceği tepkiyi hesaba katmak aklın yoludur.

“Kime ne kardeşim? Ben hükümran devletim. Büyük devletim. İstediğimi yaparım!..” demeye kalkana, “En iddialı askeri harekâtlarına ya da girişimlerine karşı” bir yerlerden gönderilen “Don’t be a fool” mektupları karşısında aldığınız ya da alamadığınız tavırları hatırlatırlar. Mahcup olursunuz.

Benden söylemesi.

FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA

FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA

Zafer ARAPKİRLİ
Cumhuriyet, 05.06.2020

Uzunca bir süredir bekleniyordu böyle bir adım. Çözmesi gereken hiçbir sorunu çözemeyen, bununla da kalmayıp her geçen gün hatta her geçen saat ülkenin sorunlarına yeni bir sorun eklemek için 7/24 çaba gösteren siyasi iktidar, kendi hatalarının üzerini örtüp muhalefete (aklınca) “hata yaptırmak” için her türlü kumpas hazırlığı içindeydi.

Bunlar, siyasi ve hukuki meşruiyetini yitirmiş tüm iktidarların “tipik” davranış kalıplarıdır. En başta da “hukuksuzluk” üzerinden siyaset mühendisliği yapmak, bu tür dönemlerin en vazgeçilmez “gereçlerinden” biridir. En tipik örneğini, bundan önceki “dokunulmazlık kaldırma” çıkışında gördük zaten. Cumhuriyet Halk Partisi liderliğinin, “Bize sirayet etmez. Nasıl olsa HDP’yi ilgilendirir” saiki ile vahim bir hata sonucu el kaldırdığı ama sonradan Enis Berberoğlu hadisesinde de görüldüğü üzere “kendi kucağında” bulduğu “istimlak hamlesi”ydi bu. Dokunulmazlık kaldırma silahı, bir yandan iktidarın demokrasi dışına çıkmaktan asla çekinmediğinin göstergesi, bir yandan da aynı “Sandıkta kaybettiği belediyeleri kayyım yolu ile ele geçirme” pratiğinin milli irade çatısı altına uyarlanmış farklı bir versiyonudur.

Siyasi iktidar, dün Enis Berberoğlu (CHP), Leyla Güven (HDP) ve Musa Farisoğulları’nın (HDP) milletvekilliklerini düşürme adımını, parlamento sandalye çoğunluğunu kullanarak atmış, yani halkın verdiği oylara karşı apaçık bir “darbe” yaparak, muhalefeti “demokratik olmayan yöntemlerle demokratik siyasi zeminin dışına çekebilme” çabasıdır.

Bununla amaçlanan başka şeyler de vardır.

15 Haziran 2017’de Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun yine Enis Berberoğlu ile ilgili olarak alınan mahkeme kararının hemen ertesi günü başlattığı “Adalet Yürüyüşü” adımının, bu kez tekrarlanıp tekrarlanamayacağı “test edilmek” istenmektedir. Öyle ya, o gün o adımın atıldığı şartlardan ve olaydan, bir hatta birkaç “tık” daha vahim bir durum söz konusudur. İktidar, “Bakalım kalkışabilecek mi?” saiki ile CHP’nin yeniden sokağa çıkmasını arzulamakta, hatta “kışkırtmaktadır”.

“Sokağa çıkmanın” suç olduğunu, ya da anayasal bir hak olmadığını ima etmiyorum. Ama, uzun bir süre CHP’yi ve onunla bir şekilde yan yana duran siyasi unsurları “Kalkışma, ayaklanma, darbe” imaları ile adeta “dürtmeye” kalkışan siyasi iktidar, bugün “Hah işte bakın. Biz demedik ki?..” demeye hazırlanmaktadır. Daha günler önce İzmir’de, Yüreğir’de ve başka yerlerde sergilenmeye çalışılan ve her defasında “CHP’nin üzerine bir şeyleri yıkmayı” amaçladığı besbelli olan provokasyonlar, bu tezgâhın ilk ve çok yüksek sesli adımları değil miydi?

Dün TBMM’de, Berberoğlu’nun yanında iki HDP’li milletvekilinin de (Güven ve Farisoğulları) aynı akıbete uğratılmasının ardında da yine “sinsi” bir başka plan yattığı açık seçik okunabilir.

O plan da TBMM sıralarında hep bir ağızdan ve dayanışma içinde “Faşizme Karşı Omuz Omuza” sloganı atılmasına zemin hazırlamak ve bu (bence son derece yerinde) “Dayanışmayı” aklınca (negatif bir muhteva yükleyerek) istismar edip, “Gördünüz mü? Terör yancısı bir siyasi oluşumla (HDP kastediliyor) CHP kol kola girmiş diyorduk da inanmıyordunuz” diyerek buradan ucuz bir siyasi çıkar ummaktır.

Daha da öteye giderek “Faşizme Karşı Omuz Omuza” sloganı atan bu iki partiyi, zaten bir süre önce genel başkanları “HDP – PKK sözcüklerini aynı cümlede kullanmış olan” İYİ Parti’yi de o “bileşim”den ayrıştırmak, böylece olası bir erken ya da baskın seçim ortamında, “Bunlarla kol kola girmeyeceksiniz herhalde” diye sıkıştırmaktır.

Bu utanç verici kumpas ve apaçık “Sivil Darbe”nin (aslında elinde asker ve polis, jandarma bekçi gücü bulunduran bir gücün yaptığı darbe, bal gibi de askeri sayılır da.. Orasına girmeyeyim şimdi) karşısında şimdi yapılması gereken şudur.

  • Cumhuriyet Halk Partisi şapkasını artık iyice önüne koyup ciddi bir durum saptaması yapmalı ve başlıktaki sloganın arkasından yürümeli, altını iyice doldurmalıdır.

“Faşizme Karşı” gerçekten, omuz omuza vereceği herkesle omuz omuza vermeli, bu darbeye karşı durmalıdır. Hukukun dışına çıkmaktan zerre kadar utanmayan ve sıkılmayan siyasi karşıtlarına bunun hesabını anayasal zeminde sorabilmenin bin bir türlü yolu vardır.

Yargıtay’ın kararı kesinleşmeden, Anayasa Mahkemesi beklenmeden, üstelik anayasanın 83’ncü maddesinin ilgili bendi ortada iken, hatta ve hatta TBMM Başkanlığı yasama dönemi sona ermeden okutulmayacağı konusunda zımmen söz vermişken, bu “kâğıt”ların TBMM’ye Saray tarafından sevki ve okutulması, bal gibi “Darbe”dir. Darbeye karşı durmak da bal gibi “demokratik” bir haktır.

CHP, hiçbir şeyden korkmadan yeni bir Adalet Yürüyüşü başlatmalıdır. Bu Adalet Yürüyüşü, ille de konvoy oluşturup Ankara – İstanbul arasındaki yolu katetmek değildir. Bu yürüyüş, antifaşist tüm güçleri direnişe çağırmak olarak algılanmalıdır. Bunun bin türlü başka yolu vardır.

CHP bugüne kadar yaptığı (ama geçen kez Adalet Yürüyüşü’nde aştığı) üzere, “sokak” lafından umacı gibi korkmaktan vazgeçmelidir. Anayasada toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Sokakta gösteri, miting, yürüyüş yapmak, “provokasyon” ve “terörizm” olarak algılatılması çabaları tersine döndürülmelidir. “Bizi sokağa çekmek istiyorlar. Oyuna gelmeyelim” söylemi terk edilmeli, iktidarın “Susss” işareti yaparak parmağını dudaklarına götürme tavrına meydan okunmalıdır.

Darbe önlenmeli, boşa çıkarılmalıdır.

#ican’tbreathe

Dostlar, 
Olağanüstü başarılı bir makaleyi, derin bir yürek sızısı ile paylaşmak istiyoruz..
Sayın Zafer ARAPKİRLİ dostumuzu isyanımızın ezgisini ustaca terennüm ettiği için kutluyoruz.
Bu ülkede yıllardır demokrasisizlikten boğuluyoruz, çığlıklarımız bastırılıyor.. Ancak insan onuru, sonsuza dek tutsak alınamayacak elbette; insanlık onuru bu kahrolası faşizmi de yenecek. Dünyanın bütün ezilen – sömürülen halkları, BİRLEŞİNİZ; kurtuluş yok tek başına!
Dr. Ahmet Saltık, 30.5.2020
******
Zafer Arapkirli

#ican’tbreathe

İngilizce başlığı, daha doğrusu (sosyal medya diliyle hashtag’i) okuyunca şaşırdığınızı biliyorum.

Ama bu slogan günlerdir Amerika Birleşik Devletleri’nin pek çok kentindeki gösterilerde taşınan pankartlarda ve sosyal medyada on milyonlarca insanın paylaşımlarında bir simge haline geldiği için rahatça kullanabileceğimi düşündüm.

‘Nefes alamıyorum’

Bu sözler, Minneapolis kentinde 4 polis memurunun üzerine oturarak nefesini kestikleri için ölen George Floyd’un son sözleriydi. Aynı ülkede 2014 yılında da aynı şekilde ölen Eric Garner adlı siyahi vatandaşın olayını hatırlattı. Floyd da Garner da siyahi Amerikalılar. Yani, “hâkim gücün, ta 19’uncu yüzyılda da, 21’inci yüzyılın 20’nci yılının yarısına geldiğimiz şu günlerde de, hâlâ ikinci sınıf vatandaş sayılan” insan grubundan ikisi de.

Aslında “I Can’t Breathe” (Nefes Alamıyorum) haykırışı, sadece Amerikalı “ikinci sınıf görülen” vatandaşların değil, gezegenin dört bir yanında ezilen, horlanan, sömürülen, hakları gasp edilen, itilen, kakılan, üzerine binilen tüm insanların ortak bir sloganı niteliğini taşıyor.

“I Can’t Breathe”, Minneapolis’ten binlerce kilometre ötede, örneğin Çorlu’da bir mahalle arasında kapısına dayanan polislere “Ne yaptık ki? Alt tarafı evimizin önünde oturuyoruz?” diyen yoksul delikanlının uğradığı polis şiddeti sırasında ters kelepçeli halde feryadının İngilizcesi.

“I Can’t Breathe”, Kadıköy’de kendisine tokat atan polise “Niye vuruyorsun?” diye soran kurye gencin, “Çünkü ben öyle karar verdim. Ben Devletim” yanıtı aldığında hissettiği nefes darlığıdır.

“I Can’t Breathe”, herkes evlerinde bahçelerinde çoluğu çocuğu ile karantina koşullarında çayını kahvesini yudumlar, böreğini çöreğini yerken, sırf işini kaybetmemek için, “yatılı-barakalı şantiye”lerde inşaata devam etmek zorunda kalan işçinin ruh halidir.

“I Can’t Breathe”, canını tehlikeye atıp hatta canını verip, insan canını korumaya ve kurtarmaya çalışan fedakâr hekimlerin, hemşirelerin, hastabakıcıların, sağlık teknisyenlerinin, laborantların ve bilcümle sağlık çalışanlarının, maske ve koruyucu giysiler arkasında çıkardıkları sestir.

“I Can’t Breathe”, birkaç komprador yayıncı patron, oyuncu simsarı ve müşterek bahisçi trilyonları götürecek diye sağlığı hiçe sayılıp, yeşil sahalara sürülerek bu tehlikeli koşullarda zorla top oynatılıp seyredilmek istenen futbol emekçisinin homurdanmasıdır.

“I Can’t breathe”, herkes evine kapanmışken aç kalmamak için günde 99 kapıya yemek taşımak zorunda kalan kurye motorcu çocuğun kaskın ve maskenin içinden yolladığı mesajdır.

“I Can’t Breathe”, dükkânı-atölyesi kapatıldığı için bir anda işsiz kalan çırağın, kalfanın, evinde her Allah’ın günü çocuğunun gözlerinden gözlerini kaçırırken içinden mırıldandığı acılı uzun havadır.

“I Can’t Breathe”, Silivri, Mamak, Sincan ve bilcümle zindanlarda, bu korona günlerinde sağlıksız koşullarda hukuksuz tutukluluk cezasına çarptırılmış mağdur gazetecinin, yazarın, çizerin, emekçinin, soğuk hapishane duvarlarına yazdığı slogandır. Pehlivan Barış’ın, Terkoğlu Barış’ın, Murat’ın, Hülya’nın, Aydın’ın, Ferhat’ın feryadı, ailelerinin çığlığıdır.

“I Can’t Breathe”, 7 yıl önce Gezi’de katledilen Berkin’lerin, Ali İsmail’lerin, Abdocan’ların, iş cinayetlerinde bir saniyede insandan cenazeye dönüşen emekçilerin, toplu taşıma cinayetlerinde canının değeri “sıfır kuruş” olarak hesaplanan Oğuz Arda’ların, faili meçhul olarak kayda geçen cinayet faillerinin ve ailelerinin, Cumartesi Anaları’nın dinmeyecek öfkesinin ses bulmuş halidir.

“I Can’t Breathe” kariyeri hayatı söndürülmüş, kumpas mağduru binlerce, aileleriyle yüz binlerce insanın adalet çığlığıdır.

“I Can’t Breathe” evine bir somun ekmeği, bir kilo meyveyi, çocuğuna bir oyuncağı götüremeyen ananın, babanın yürek sancısı, mide krampıdır.

“I Can’t Breathe” yüzyıllardır bu gezegenin tüm adaletsizliklerinin, hukuksuzluklarının, vahşetin, faşizmin lanetlendiği bir şarkı sözüdür.

Minneapolis’ten İstanbul’a, Keşan’dan Hakkâri’ye, Samsun’dan Adana’ya, Londra’dan Johannesburg’a, Lizbon’dan Lima’ya dolaşan bir bulutun üzerine yazılmış bir “Balad”ın sözleridir.

Geçen hafta “Entübe”yi anlatmıştık ya. “I Can’t Breathe” o şarkının bir alt mısrasıdır.

Oksijen lazım demiştik ya.

O talebin, o ihtiyacın evrensel notalarıdır.

Mücadele dediğin şey de zaten bir “hashtag”dir paylaşılan.

(Cumhuriyet, 29.5.2020)

KRT TV Programımız : CORONA İLE MÜCADELEDE NEREDEYİZ? NORMALLEŞEBİLİR MİYİZ?

CORONA İLE MÜCADELEDE NEREDEYİZ?
NORMALLEŞEBİLİR MİYİZ?

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi
Prof. Dr. AHMET SALTIK
@krtkulturtv Akşam Haberleri‘nde Zafer Arapkirli‘ye değerlendirdi. 28 Mayıs 2020

Entübe

Entübe

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 22 Mayıs 2020

Tıp dünyasının profesyonelleri ya da yolu bir şekilde yoğun bakım servislerine düşmüş olanlar dışında kimsenin pek bilmediği bir tabirdi, “entübe”.

Yani, “suni solunum borusuna bağlı” veya “cihaz yardımı ile nefes alabilen” hasta.

Bugün, maşallah (belki de maalesef) günlük hayatımızda kullandığımız en harcıâlem kelimelerden biri haline geldi. Sokakta kâğıt toplayan çocuğa sorsan anlatır. O kadar yani.

Her Allah’ın günü Sağlık Bakanı’nın yayımladığı günlük “Corona Veri Tablosu”nun en “havalı” maddelerinden biri. Daha doğrusu, insanların birbirine “hava yaptığı” verilerden biri.

“Onu bunu boş ver abi. Entübe sayısı kaçmış?..” diyecek neredeyse insanlar birbirine.

İşin esprisi bir yana, yoğun bakım kapısından içeri girmiş, hatta kafayı şöyle bir uzatmış olanlar bilirler, “Allah göstermesin – düşürmesin” denecek bir durumdur “entübe” olmak.

Ciğerlerin işlevsiz kalmasıdır, resmen. O “tüp” ya da o fiş çekildi mi, maazallah yaşamın sonudur.

Aslında bugün sadece hastanelerde değil, hayatın her alanında “entübe” bir durumdan söz ediyoruz.

Önüm, arkam, sağım, solum entübe

Ekonomiyi saymıyorum bile.

Dış politika da öyle. Uzun zamandır entübe.

İç politikada bırakın gelecek seçimi, gelecek hafta sonunu bile doğru dürüst “okuyabilecek” bir babayiğit bulabilir misiniz bana?

Şu an ülkede, “hangi sektör tam randımanla ve tıkır tıkır” çalışıyor diye sorsanız, herhalde “sağlık sektörü” yanıtını alırsınız. Orası da, sonuçlar itibarı ile bakıldığında yani elde edilen verilerin gizlenmesi ve kamuoyu ile tam olarak paylaşılmaması anlamında bir tür “Yoğun bakım” koşullarında faaliyet gösteriyor. Binlerce hayat kurtarılıyor. Ama geleceği, yani önünü tam olarak göremiyor. Çünkü bugüne kadar on yıllardır görülmemiş olağanüstü hal koşullarında bir mücadeleden söz ediyoruz.

Ama bütün bunların ötesinde en “entübe” vaziyette olan 2 şey var, bence…

Biri ülkeyi artık yönetemediği apaçık belli olan “Yeni Rejim”, yani ATATÜRK Cumhuriyeti’ne alternatif olarak 16 Nisan hileli referandumu ile tesis edilen rejim.

Diğeri de dünya çapında kapitalizm adı verilen “sıfırı tüketmiş” düzenek.

Birincisine, yani Yeni Rejim’e baktığımızda hemen her şeyin tek bir şahsa bağlandığı ve neredeyse köşe başında yandaş birine yol sorsanız “Ben bilmem o bilir. Bilsem de söyleyemem. Başıma bir iş gelmesin abi. Neme lazım” moduna bağladığı bir acayip ortamdan söz ediyorum.

Sağlık Bakanı’na, üstelik salgın hastalık koşullarında (Bakan diyorum yahu) sorulan neredeyse en basit bir soru bile, “Sayın Cumhurbaşkanımız karar verecek ona. Yarın açıklar herhalde” karşılığını buluyorsa, varın gerisini anlayın. O zaman her akşam üzeri attığı tweet’lerdeki verilerin “Bilimsel sağlığı ve otantizmi” konusuna varın, siz karar verin.

Hâkim ve savcılar için kura çekimi yapılıyor, aynı “En Üst Otorite” Adalet Bakanı’na dönüp, “neden şöyle şöyle bir yöntem uygulamıyorsunuz..” diye adeta fırça atıyor. Koskoca Adalet Bakanı ezilip büzülüp “Efendim, düşünmemiştik bunu. Bir bakalım…” diye adeta “Allah kahretsin, bunu nasıl akıl edemedik, herkesin önünde mahcup olduk” duygusu içine giriyor.

Milli Savuma Bakanı, İçişleri Bakanı filan askeri birlik denetlerken bile “Ben geldim hoş buldum” demeden önce “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatı ile onun sizlere selamlarını getirdim” diye söze giriyorlar. Yahu bir kere de “Siz” gidin ve “Siz” denetleyin, “Siz” hal hatır sorun. Yok. Asla!

Özetle Yeni Rejim’in temel karakteri bu. Bir “Yaşam borusu” (tüp) var ve oradan “nefes” alınmadan yaşayamıyor sistem. İlla ki o “kaynak”tan gelecek oksijen.

Kapitalizme dönelim          :

Pandemi koşullarında bütün dünya ekonomisi ve sosyal yaşamı felç durumda seyrederken, en zengininden en yoksuluna tüm devletler “burnunun ucunu” görmekte güçlük çekerken, kapitalizm, bir gerçeği hâlâ kabullenmek istemiyor. Emeğe ve emekçinin üretici-yaratıcı gücüne muhtaçlığın asla sona ermediği gerçeğini.

Hayatlarını tehlikeye atmak pahasına emekçiyi, (üstelik ölümcül koşullarda) fabrikaya, tarlaya, atölyeye, ulaşım aracına, dükkâna, mağazaya sürüp çalıştırmaktan söz ediyorum.

Onların alın terinin ve üretici gücünün, ezelden ebede görmezden gelinmesi üzerine kurulu bir sistemin (düzeneğin) iflasını gözlerden kaçırma çabasından söz ediyorum.

Bir yandan da bu milyarlarca insanı üretim sahasına sürerken koparılan “Artık normale dönmek lazım” yaygarasının müelliflerinin kendilerinin ve ailelerinin yaşamlarını güvenli koşullarda sürdürebilmek için dağa, ovaya, yaylaya, açık denizlere, adalara kaçma telaşından söz ediyorum.

Normal ya da (en moda deyimle) “Yeni normal” diye bizlere yutturmak istedikleri, aslında ölmüş, kokuşmaya yüz tutmuş, “Entübe” koşullarda bir düzen değil de nedir?

Oksijen tükenmek üzere.

Ciğerlerimiz daha ne kadar dayanabilir buna?

Cevabını acilen bulmamız lazım.

Yoksa durum hiç iyi değil.