Etiket arşivi: Zafer Arapkirli

Toplu şiraze kayması

Zafer Arapkirli
Zafer ArapkirliCumhuriyet, 18.09.2020

Toplu şiraze kayması

Dilimizdeki en güzel sözcüklerden biridir “Şiraze”. Söylerken bile ağza çok yakışır. “Top Ten” listebaşı şarkı sözü gibi, “best seller” edebi bir kitap adı gibidir. Türkçe Sözlük’te tam karşılığı şu:

“Ciltçilikte, kitap yapraklarını diplerinin ucundan birbirine bağlayan ve onları düzgün tutmaya yarayan ince bez şerit.”

Ama tek başına kullanmayız hiç. “Şirazesi kaymak” deyimi ile hatırlarız hep bu sözcüğü: “Dengesini yitirmek. Kontrolünü kaybetmek. Psikolojik tutarsızlık.”

Bu anlam ve içeriği ile toplumsal manzarayı umumiye’mizi çok iyi anlatmıyor mu?

Aslında, Refikimiz Sözcü’nün yazarı sevgili meslektaşım Yılmaz Özdil kadar yerim olsa, bir gazete tam sayfası kadar alanda örneklerle açabilirim de… Sadece birkaç örnekle değineceğim.

Sayın H.D.Ö.D.İ (Her Devrin Önemli Devlet İnsanı) Cemil Çiçek’in, hafta başında İsmail Saymaz’a verdiği röportajda sarf ettiği cümlelere bakınca insanın beyni yanıyor. Diyor ki:

(…) tekke ve zaviyeler kapatıldı diyoruz ama bu oluşumlar varlığını sürdürüyor. Aykırı bir şey diyeyim: Bu yapılara yardım yapıyorsak şeffaf olacak. İcap ediyorsa vergiden düşsün. Ama kaynak nereden geliyor, nereye harcanıyor, bunun temin edilmesi lazım (…) “Hem siyasetin kayıt dışı unsurları haline geliyorlar hem kayıt dışı dini oluşum meydana geliyor. Ekonomide, siyasette ve dinde kayıt dışılık var. Denetime ihtiyaç var (…)

Bu mülakatın çıkış noktası, bir tarikat şeyhinin küçük bir kızı taciz etmesi üzerinden başlayan, “Bu tarikat ve cemaatleri ne yapacağız?” tartışması.

Bu tartışma yapılırken, sağcıların sürekli tekrarladıkları bir türkünün sözleri şöyle (mealen) özetlenebilir:

“Bunlar toplumsal yaşamın. Bu toprakların. Bu toplumun bir parçası. Tümden ortadan kaldırılamaz. Ama denetlenmeli. İyisi-kötüsünü birbirinden ayrıştırmalı. Devlet denetimi ve gözetiminde faaliyetleri devam etmeli.” Adeta “Bunlara ihtiyaç var” demeye getiriyorlar.

Geçen hafta da yazmıştım, birtakım reyting peşinde meslek erbabı da bunları “kakara-kikiri” tarzı TV röportajlarında ağırladıkları “Tontiş-tatlı-esprili-zararsız-insancıl-gerçek(!)” cüppeliler, sarıklılar, poturlular, takkeliler tercih edilecek. Ama taciz-tecavüz-badeleme vs. iğrençlikleri ile deşifre olmuşlar “tukaka” edilip temizlenerek sözüm ona “adalet ve asayiş” temin edilecek o cephede.. Öyle mi?

Çare son derece açık ve net biçimde ortada duruyor hanımlar, beyler.

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün rehberliği ve önderliği ile çıkarılmış yasalar var ortada. Bunların içerik ve biçim olarak toplumsal yaşama verdikleri zarar da…

Yasaları uygulayacaksınız olacak bitecek. Din-inanç alanındaki düzenlemelerin yasal çerçevesi ne ise (Diyanet, camiler, imam hatip eğitimi vs.) o çerçevede hayata geçirilecek. Gerisi de sadece ve sadece insanların birey ve aile olarak kendi iç vicdani uhrevi hayatlarının mevzusu olacak. Bunun dışında tekke-zaviye, tarikat, cemaat, medrese vs. örgütlenmeler “zararlı faaliyet” kabul edilecek. Bu kadar basit ve net.

Aksi? On yıllardır söylemekten dilimizde tüy biten ve asla bıkmadan tekrarlayacağımız şekilde, FETÖ’ler, METÖ’ler ÇETÖ’ler, TETÖ’ler türeyecek ve devleti ele geçirerek, bugüne kadar başımıza açtıkları belaları açmayı sürdürecekler. Tercih bizim.

Utanılacak yalnızlık

Dış politikadaki felaket ve rezalet tablosunu hatırlatmaya gerek yok. Bir zamanlar “duvara toslayanların” uydurdukları tabir vardı ya: “Değerli yalnızlık…” Adeta o filmin tekrarını oynatıyorlar. Suriye’den Libya’ya, Ege’den Doğu Akdeniz’e, Ortadoğu’dan Avrupa’ya, her alanda buz gibi bir iklimde tir tir titrer bir biçimde yalnızlığa mahkûm edilmiş bir politikanın esiri olmuş sürükleniyoruz. Ve işin en dayanılmaz tarafı da, bu politikanın daha “üç vakit önceki” mimarları, bugün ortaya çıkmış herkesten çok eleştirme cüretini ve utanmazlığını sergilemekteler. İnsan diyecek söz bulamıyor. Bari sus, Muhterem. Bari sus!

En azından kapsamlı bir özeleştiri yaptıktan sonra konuşmaya başla ki senin yerine biz utanmayalım. Hiç mi yüzü kızarmaz sizin gibilerin?

ATATÜRK tartışması

Milyonlarca satırlık, yüzlerce sayfalık yazıldı, çizildi konuşuldu bu konuda.

CHP İstanbul İl Başkanı Sayın Canan Kaftancıoğlu’nun sözleri üzerine başlayan tartışmadan söz ediyorum. Hayatları boyunca Yüce Önder ATATÜRK’e söven, devrimlerini hedef alan, mirasını yerle bir etmeye yeminli çevrelerin bu konunun “üzerine atlamasını” iğrenerek izlememi bir yana koyuyorum.

Canan Hanım’ın bugüne kadar genel olarak alkışladığım, desteklediğim ve bundan sonra da aynı şeyi yapmaya devam edeceğim duruşuna ve gururla taşıdığı cesur siyasi kimliğine saygımdan dolayı ben de üzüntülerimi belirten bir tweet attım bu konuda. Özetle “Madem ATATÜRK ismini kullanmakta bir beis görmediğinizi söyleyecektiniz, malum toplantıda bunu neden oracıkta söyleyerek işin içinden çıkıvermediniz de kendinizi bu duruma soktunuz?..” dedim.

Tekrarlıyorum. Yüce Önderimizin “Hangi isimle anıldığı” meselesi, herkesin, her duruma göre kişisel tercihidir. Kimse asla karışamaz, dikte edemez ve bunun tezviratını yapmamalıdır.

Ama bir tercihin arkasında durarak savunuyorsanız, üzerinize gelindiğinde “farklı zamanlarda farklı tercihler kullanabileceğinizi” söyleyerek sizi seven ve destekleyenlerin sizin adınıza üzülmesine neden olmak niye?

KRT ve HALK TV Programlarımız : 7 Eylül 2020

Dostlar;

Bu gün, 7 Eylül Pazartesi,
19:30 sonrasında KRT’de Sn. Zafer ARAPKİRLİ ile / olduk..

20:30’da ise HALK TV’de olacağım.. / OLDUK..
(30.-50. dakika arası)

https://youtu.be/lW8L3JNJuaM

Salgın yine konumuz.. /

Bilgi ve ilginize sunarım :

Saygı ile.08.09.2020

Dr. Ahmet SALTIK

Devlet nasıl yönetilmez…

Devlet nasıl yönetilmez…

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 04 Eylül 2020

  • Buna benzer bir başlığı, 27 Mart 2020 tarihli köşe yazısına atmıştım. “Kriz Nasıl Yönetilemez 101” başlıklı o yazıda şunları demişim:

Kriz, felaket, bunalım durumlarının (ironik biçimde) üç de çok önemli yararı vardır.

Bunlardan biri, “Ne kadar hazırlıklı olduğumuzu” görmemize yaramasıdır.

İkincisi, buna bağlı olarak “ileride benzer bir durumla karşılaştığımızda alınabilecek önlemlere” dair bir ders ve bir rehber niteliği taşımasıdır.

Üçüncüsü de “Krizi yönetme ve bizi dalgalı denizlerden, fırtınalı havadan sağ salim çıkarma konumunda olan kişi ya da kurumların yetkinliği” ile ilgili tabloyu bütün çıplaklığı ile ortaya sermesidir.

Ama artık, bu (ironik) yararları düşünmenin ve hesap etmenin çok ötesine geçmiş bulunuyoruz. Zararların içine “boğazımıza kadar” batmış olmanın rahatsızlığı, sıkıntısı, öfkesi ve hatta isyanı içindeyiz.

Koronavirüs pandemisi ile mücadeleyi nasıl ellerine yüzlerine bulaştırdıklarına bir bakın, geri kalan tüm sorunlara ışık tutar aslında. Dün, bu yazıyı yazdığım saatlerde devletin İstanbul Valisi halka yalvarıyordu:

“Allah rızası için dışarı çıkmayın” diye.

Rezalete, sefalete, münasebetsizliğe bakar mısınız?

2 ya da 2 yüz kişi anayasal haklarını kullanarak bir araya toplandığında üzerlerine “Bütün gücü ve şiddeti ile yürümeyi” bilen, bir meczubun şikâyeti üzerine, üstelik yasalara ve tüm evrensel ilkelere aykırı olarak mahkeme kararı bile olmadan sadece RTÜK’teki 3-5 yandaşın el kaldırıp indirmesiyle bir muhalif TV kanalının ekranını karartabilen, bir gencecik avukatı göz göre göre bir hastane hücresinde ölüme zorlayan, bir çırpıda trilyonluk ihaleleri ona değil, buna yönlendirmeye pekâlâ gücü yeten, KDV’den ÖTV’ye her türlü vergiyi bir çırpıda cüzdanlarımıza elini uzatarak alıveren “devletin gücü”, burada devreye giremiyor. Girmiyor.

Zaten, o devlet ki on milyonlarca insanın çalışma hayatından uzak durabilmesi için, evlerinden çıkmadan da olsa karınlarını doyurabilmesini sağlayacak gerekli önlemleri alamıyor. Zaten, hangi yüzle “evinizden çıkmayın…” diyecek ki?

Sahte ve yalan dolu veri tablolarını “gerçeklerle taban tabana çelişen” bilgileri millete “yutturmaya çalışmaktan” bile yoruldular ki malum Turkuvaz Yalanlar Tablosunu bile yayımlamıyorlar artık. Sağlık çalışanları artık her gün neredeyse çift haneli sayılarla kırılırken, “düzenli ve cömert test uygulamasını” Saray’ın personeli, TBMM ve bakanlıklar personeli ve “Reis’in etkinliklerine katılacak zatı muhteremler, muhteremeler ve aileleri” ile sınırlı tutmak vicdansızlığına başvururken de utanmıyorlar.

Paramızın değerinin rekor seviyelere düşmesi, işsizlik ve enflasyonun ve tüm ekonomik göstergelerin “felaket” seviyelerinde seyretmesini becerebilmek(!) için ancak bugünkü iktidar sahipleri kadar uğraşılabilirdi.

Bütün bunlar da yetmiyormuş gibi, ülkenin başını açık denizlerde bin bir türlü belaya sokmak ve maazallah bizi bir sıcak çatışmanın içine sokabilmek için barışın değil, savaşın yollarını arıyor olmaları da işin cabası. Sanki yıllardır minik çıkarlar uğruna hem ABD’ye hem de AB’ye yaranabilmek için şımarık ve en azından bizimkiler kadar pişkin ve basiretsiz komşulara taviz üstüne taviz veren, Ege adalarının bir bir işgaline göz yuman, Yunanistan’a ve onların arkasındaki emperyalist güçlere galebe çalmanın yıldönümlerinde (en büyüğü de 30 Ağustos’ta) Tarihi Zafer’in kutlanmasına yasak getiren, “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen alçak bir hainin sırtını sıvazlayan kendileri değilmiş gibi, bugün “Bayrak sallayıp” milliyetçi kesilen de aynı zevat değil mi?

Bunlar da yetmezmiş gibi, bir yandan İstanbul Sözleşmesi’nden çark ederek adeta “kadına baskı, zulüm, dayak, taciz, tecavüz, cinayet serbest kalsın” diye çabalamak da bunların eseri.

Üstüne üstlük, bir de iti kopuğu, tecavüzcüyü, uyuşturucu satıcısını, işkenceciyi, mafya bozuntularını serbest bıraktıktan sonra, bugün “idam geri gelsin” diye “kimleri hedeflediği” belli olan çığırtkanlıklara girişmek de üzerine tam “tüy dikmek” değil mi?

Aklımızı başımıza devşirmenin tam da bugün zamanı değilse, o gün ne zaman gelecektir?

Ey, bu ülkenin olup bitenden rahatsız, zarar gören, ezilen, horlanan, itilen kakılan güçleri.

Üzerimizdeki ölü toprağı ne zaman silkelenecek?

Cumhuriyet Halk Partisi hâlâ, “Abdullah mı, Abdülmuttalip mi, Abdülrezzak mı?” muhabbetinden sıyrılıp bu iktidarı bir an önce gönderecek çareyi ne zaman kitlelere sunacak?

Daha ne kadar katlanacağız bu beceriksizliğe ve şedit yönetime?

Hepimizin (kurumsal ve tek tek) “ekranının karartılmasına” kadar mı bekleyeceğiz?

Zafer… Ve sancı

Zafer… Ve sancı

Zafer Arapkirli
28 Ağustos 2020, Cumhuriyet

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Biliyorum, bu sözcük seni rahatsız ediyor.

Yok. Naçiz şahsımı kastetmiyorum. Doğumum hasbelkader bu kutlu güne denk geldiğinden, rahmetli anam babam bu güzel ismi uygun ve layık görmüşler bana. Onurla taşıyacağım sonsuzluğa dek. Çünkü, başlarını öne eğdirmedim çok şükür. Onların da geçen yüzyılın başlarında cepheden cepheye koşuşturup, yedi düvelin ordularına karşı göğsünü kahramanca siper eden, İngilize yıllarca esir düşüp serbest kaldıktan sonra da çarpışmaya devam eden rahmetli dedem Beşiktaşlı Veli Çavuş’un mübarek hatırasına hürmetle.

Bu toprakları kanları ile sulama pahasına düşmana teslim etmeyen Veli Çavuş gibi yüz binlerce vatan evladının en önünde savaşan Muzaffer Başkumandan Mustafa Kemal ve askerlerinin “Zafer”inden söz ediyorum.

Başta Yunan olmak üzere pek çok ulusun kumandanlarını, nazırlarını, devlet reislerini saygı ile önünde eğilten kumandanın “Zafer”inden.

Anlayamadığım şey, seni neden rahatsız ediyor bu “Zafer”?

Bırak, Trikopis’in torunları karalar bağlasın bu gün.

Misal: Onlar eğer uydu kanallarını karıştırırken ya da internette dolaşırken, önlerine “? ??????? ????????? ?? µ????????? ???? ???” (Türkiye bu gün en büyük “Zafer”ini kutluyor) gibi bir cümle çıktığında canları sıkılsın.

Sana ne oluyor?

Sen niye yasaklıyorsun?

Sen niye rahatsızsın?

Bırak millet assın bayraklarını, çıksın meydanlara, “Bu gün vatanımızı düşman çizmesinden arındırdığımız en mutlu günümüz!..” diye haykırsın. Antiemperyalist duygularla yedi düvele, “Bir daha asla denemeye kalkmayın” diyebilsin.

Senin sıkıntın nedir?

Sağa sola efelenmek, her önüne gelenle, her bir komşumuzla maraza çıkarıp da İngilizlerin deyimi ile “kendini bayrağa sarıp sarmalamak” (wrap yourself in flag) marifet değil. O bayrağın bu semalarda özgürce dalgalanmasının başlıca sebebi olan o “Mübarek Kurtarıcılar”a saygı ile olur vatanseverlik. Emperyalist güçlerin Yunanı Türk’e, Arap’ı Yahudi’ye, Sırp’ı Boşnak’a kırdırmak için tasarladığı düzeneklerin birinin daha yaşandığı Akdeniz’de kavga arayarak değil, barış arayarak bu işlerin içinden çıkabilecekken, niye tam tam çalıyorsun?

Gel, İzmir Marşımızı çalalım söyleyelim birlikte.

Gel, “Büyük Zafer”i kutlayalım.

Çekinme. Gel, bak burası daha onurlu bir yer.

Mustafa Kemal’in arkasında saf tuttuk biz.

“Geldikleri gibi gidecekler” dedikten sonra daha 4 yıl geçmeden o düşmanı önüne katıp “Geldikleri gibi kovalayan” yüce önder ATATÜRK’ün arkasında.

Biz, Veli Çavuş’ların, Kara Fatma’ların, Seyit Onbaşı’ların, Yörük Ali’lerin, Şahin Bey’lerin torunları, tarifsiz bir onurla kutlayacağız “Büyük Zafer”i.

Vahdettin artıklarına inat. Damat Ferit muhiplerine inat.

HMS Malaya Zırhlısında Vahdettin’i karşılayan İngiliz Amiral Sir De Brock’un ve Yunan General Nikolaus Trikopis’in torunlarına inat.

Biz 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI KUTLU OLSUN diye avazımız çıktığı kadar bağıracağız.

Senin ağırına gitse de.
****

Toplu intihar

“Düğünüme dokunma. Asker uğurlamama dokunma, AVM alışverişime dokunma. Lokantama, kafeme dokunma. Sınavıma dokunma. Tatilime dokunma. Toplu cuma namazıma dokunma. Seyahatime dokunma. İnşaatıma dokunma…”

İyi de canım kardeşim. Bak, sadece doktorların ve hemşirelerin çevrelerinden aktardıkları sayıları alt alta toplasak, birilerinin “Yalan Turkuvaz Tablosu”ndan birkaç kat fazla sayıya ulaşıyoruz. Bu gidişle, tez vakitte korkarım gasilhanede dokunacaklar sana.

Bak, cenaze cemaatine de sınırlama var. En yakınlarının bile hepsi gelemeyecek musalla taşına. Haberin olsun. Biraz sorumlu ol.

Uyma sen, bu “her yeri ve her şeyi ardına kadar açıp” sonra da millete “tedbiri elden bırakmayın” diyen sorumsuzlara. Onların derdi, dizginleri artık ellerine, kollarına, her taraflarına dolanmış ekonomiyi” ayakta tutabilmek ve üç beş dinci oyu elden kaçırmamak. Uyma onlara.
========================================
Dostlar,

Cumhuriyet Gazetemizin seçkin yazarlarından, her Cuma haftalık yazılarını iple çektiğimiz Sayın Zafer ARAPKİRLİ‘nin bu nefis yazısını da site okurlarımızla paylaşmak istiyoruz.

Kendisini kutluyoruz… Son derece önemli ve güncel 2 temayı ustalıkla işlemiş..

Türkiye Cumhuriyeti’nin 26. Genelkurmay Başkanı E. Org. Sayın İlker Başbuğ‘un twitter iletisi de çok öğretici :

  • “Türk Ordusu İzmir’i kurtarınca,Yunan Kralı ve Sultan Vahdeddin ülkelerinden kaçtı, İngiltere Başbakanı ise makamını terk etti. Bunların önemini anlamamak için insanın kör olması gerekir, eğer kafasında Atatürk’ün gerçekleştirdiği Cumhuriyet ile sorunu yoksa.” 

Bir de, Cumhuriyet tarihimizin ilk elden yakın tanığı Falih Rıfkı Atay‘ın şu belirlemelerinin altını çizmek istiyoruz :

  • ‘Nemiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın pençesinden, vicdanımızı ve düşüncemizi Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz.’

Uluslararası ölçekte, Dünya tarihinde yeri olan bu görkemli başarının coşkusunu Ulusumuzla yaşamayan, yaşayamayan, dahası insanımıza bu haklı gururu yaşatmak istemeyen, ikiyüzlü engeller koyanlara gerçekten acıyoruz…

Zavallılar…

Korona salgınına kurban edilen / feda edilen masum yurdum insanlarına da acıdığımız gibi.

Sevgi ve saygı ile. 29 Ağustos 2020, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

Ey Nalıncı!..

Zafer Arapkirli
21 Ağustos 2020, Cumhuriyet

Ne bu öfke?
Yine her zamanki gibi hararetli şekilde “kendine kendine” yontmaktasın.
İşine geldiği gibi gündeme yön vermeye çalışmandan söz ediyorum.
Joseph (Joe) Biden’ın “Muhalefete destek vermeliyiz” mesajına verdiğin tepkiden söz ediyorum.

Çok dokunmuş sana bu tavrı, ABD’li başkan adayının. Haklı olarak “Herkes kendi işine baksın. Başka memleketlerin içişlerine, iç siyasetine burnunu sokmasın. Nerede, kimin iktidara geleceğini, gelmesi gerektiğini filan başkaları tayin etmeye çalışmasın…” diyorsun.

Diyorsun da… Kendini gülünç duruma sokuyorsun.

Çünkü sen, şu anda dünyanın kim bilir kaç yerinde, gizli ya da açık biçimde, “üstelik gizli ve açık silahlı güç” kullanmak sureti ile başkalarının ülkelerindeki yönetimlerin değişmesi yolunda faaliyet gösteriyorsun be Nalıncı. Onun başkentindeki bilmem ne camisinde namaz kılma sevdasının, ötekinin bilmem ne şehrini işgal edip topraklarına (neye dayanarak?) fethetme rüyasının peşinden koştuğun için seni eleştirenlere, yıllardır “1400’lü, 500’lü, 600’lü yıllarda ecdadımızın yaptığını” emsal gösteriyor ve o devirleri taklit zihniyetini filmlerde dizilerde, okullarda, müfredatta ve dahi günlük söylemde pompalıyorsun.

Şimdi kalkmış, “perhiz” muhabbeti yaparken, “lahana turşusunu” maşallah tabak tabak götürüyorsun. Ayıp olmuyor mu?

Bak Nalıncı!

O keserle hep kendine yontma işinden kafanı kaldır da dinle.

Biz senin, “daha hiçbir resmi yönetici sıfatı taşımadığın” günlerde, dünyanın en önemli siyasi makamlarınca kırmızı halılarda kabul gördüğün, yani “o makamlardaki birilerince iktidara hazırlandığın, hatta adım adım arkadan itildiğin” günleri de hatırlıyoruz. Beyaz Saray diyorum. Downing Street 10 numara diyorum. Brüksel diyorum. Hatırladın mı? Biz de oralardaydık, naçizane işimizi yapıyor bu ziyaretleri haberleştiriyorduk.

Pişpirik oynamaya gitmemiştiniz oralara. Bal gibi de birileri bir yerlerde, sizin “İktidar (kutlu?) Yürüyüşünüz”e el veriyordu, destek atıyordu.

Ey Nalıncı!

O gün “Egemenlik, hükümranlık, içişlerine karışmama ilkesi, el âlemin iktidarına muhalefetine karar vermeme ilkesi” aklına geliyor muydu?

Bak Nalıncı…

“Instead of pushing him down, putting him to the drain…” (mahut “deliğe süpürmeyin…” konuşması) sözleri ile bu ülkenin en üst makamlarına elin oğlundan destek çağrısında bulunan Cüneyt (Zapsu) Bey’in sözleri hâlâ gök kubbede asılı duruyor.

Yapma. Ayıp oluyor.

İstanbul Sözleşmesi Yaşatır

Bu toprakların tarihinde, bu toprakların kadınları ve çocukları için yapılmış en hayırlı işlerden biri olan, “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” ve buna bağlı 6284 Sayılı Yasa’nın virgülüne bile dokunmak, bu ülkenin kadınlarına ve çocuklarına yapılabilecek en büyük ihanet olur.

“Ailenin temellerine dinamit koymak” ya da “Farklı cinsel eğilimlerin yaygınlaşmasına teşvik” gibi saçma sapan gerekçelerle ortaya çıkan gerici-yobaz-örümcek kafalı güruha yaranmak ve onların üç tane oyunu garantilemek amacıyla yapılan bu “yeniden değerlendirme”, çok açık söyleyeyim: Tam tersine bu toplumun kadınlarına, çocuklarına ve genelde bu topluma yapılabilecek en ağır ihanetlerden biri olacaktır.

Buna izin vermemek için aklı başında herkesin, 7/24 elinden geleni yapması gerekiyor. Aksi takdirde, üstelik de kadına yönelik şiddet, tecavüz ve cinayetlerin her geçen gün hatta saat kendini maalesef hatırlattığı bir dönemde, gericiliğin gazı ile yapılmak istenenin, “ortaçağ karanlığına geri dönmekten” başka bir anlamı yoktur.

Yerel yönetim

Bu ülkenin çeyrek yüzyıllık tarihindeki en önemli siyasi değişimin, yani başta İstanbul ve Ankara olmak üzere önemli pek çok şehirde yerel yönetimin el değiştirmesinin altı, ne yazık ki bir türlü tam olarak doldurulamadı.

İstanbul özelinde, Sayın Ekrem İmamoğlu yönetimi, bu değişimi bir ciddi “dönüşüm” haline getirmek için beklenen pek çok çabayı gösterirken, bazı kadrolara yapılan atamalarda, gereksiz bir “Aman, her kesimi memnun edelim. Yandaş kadrolaşma izlenimi vermeyelim” kaygısı ile ciddi gaflar yapmayı sürdürmektedir. Eski Ziraat Bankası Genel Müdürü’nün ve tescilli yandaş bir yazarın İBB Kültür Sanat Platformu’na atanması sadece öne çıkan 2 örnektir.

Atamalarda “parti-tanıdık-kendi çevreniz” vb. kıstaslar değil, tabii ki “liyakat” birinci sırada yer almalıdır. Ama onca yıllık hasarın müsebbibi bir zihniyetin kucağından gelenlerden başkası ya da “başka cenahlardan” olup da yine de “layık” kimse bulamıyor musunuz diye sorarlar insana.

Yapmayın. Sizlere açılan kredileri har vurup harman savurmayın.

2020 model siyaset

Zafer Arapkirli
14 Ağustos 2020, Cumhuriyet

Neden yapılır siyaset?
Ya da şöyle sorayım:

İnsanlar neden örgütlü bir yapı içinde, mesela dernek, parti vs. kurup siyasete girerler? Fikirlerini ve programlarını iktidara taşımak için değil mi?

Yani, özellikle bir “dava”, program ve tüzük etrafında toplanıp ülke çapında örgütlenen siyasi partileri, “gayri resmi baskı gruplarından, lobilerden” ayıran en önemli özellik nedir?

İktidara gelebilmek için milletin oylarını alıp seçim kazanmak değil mi?

Bugün Türkiye’nin siyaset sahnesine baktığımızda ise yukarıda saydığım bu temel doğruların inkârı anlamına gelecek bir tavır içinde olduklarını görüyoruz.

Daha açık ve net, kıvırmadan, eğip bükmeden yazayım: İstisnasız tüm partiler, kendi başarıları ile iktidara gelmek (ya da AKP özelinde iktidarda kalmak) için değil, amiyane ama gerçekçi bir tabirle “başkalarının çuvallaması” için mümkün olan herkesle işbirliği içine girip mücadele etmek şeklinde bir politika izliyor.

Yalan mı?

İktidar partisi AKP’den (ve küçük ortağından) başlayalım:

Bütün umutlarını bağladıkları 2 siyasetçiye bakar mısınız?

Biri, geçen haftaki yazımda bir hayli cömert davranıp “tek bir cümle” ayırmaya ancak tenezzül edebildiğim “Artık, kapasitesi-alım gücü, hırsının gerisine düşmüş ve artık adeta İtalyan Lireti hükmünde” bir eski muhalif milletvekili. Diğeri, bir siyasetçiye yapılabilecek en ağır ithamların ve bir kadına yapılabilecek en aşağılık, en adice saldırıların hedefi yaptıkları halde tekrar (ve özür bile dilemeden) kendilerince “yeniden itibar lütfedip” cepheye katmak istedikleri bir siyasi parti lideri.

Böyle mi muhafaza edeceksiniz koltuğu? Unutun. Tek başına bu iki tarihi “gaf” niteliğindeki çaresiz girişiminiz bile “çürümenin, yok olmuşluğun” ifadesi değil mi?

Ana muhalefete bakalım:

Siyaseti, sadece iki “sözüm ona ilke” temelinde yaptıkları apaçık ortada…

Biri, “Nasıl Olsa Gidiciler Abi. Oturup çürümelerini izleyelim yeter” zihniyeti.

Diğeri ise “Bunları götürmek için kiminle olsa işbirliği yaparız” anlayışı. Bu uğurda, iktidardaki yıkıcı (ATATÜRK Cumhuriyeti’nin tüm temellerine dinamit koyup yıkan) zihniyetin tasarım ve icra ekibinde bulunan ama EgoKoltuk-Rant-Çıkar kavgası sonucu aynı ekibin dışına itilmiş (vagondan atılmak diyorlar) çapsız, müflis ve ne idüğü gayet açıkça belli bayat ve kokuşmuş siyasetçilerle kol kola girmeyi bile mideleri kaldıracak görülüyor.

Demokrasinin D’si ile ilgileri olmadığını, tüm siyasi hayatları boyunca ispatlamış bu insanlarla bırakın ittifak yapmayı, aynı binada tesadüfen bile bulunmamaları, tam tersine emekçi ve ezilen-horlanan kitleleri temsil edenlerle kol kola girmeleri gerekirken, nerelere savruluyorlar.

Bu mu yani?

Böyle mi iktidar olacak, böyle mi kitlelerin taleplerine karşılık vereceksiniz?

Güldürmeyin insanı.

Vandallıkta zirveye doğru

Bugün, ülkenin tüm tarihi ve kültürel zenginliklerine zarar vermekten kaçınmıyorlar. Hatta bu anlamda, IŞİD’e ve yüzyıllar boyu benzeri “vandallık” örneklerine imza atanlara rahmet okutuyorlar.

Tarihin en eski yerleşim birimlerinden biri olan ve başka bir ülke topraklarında bulunsa, her yıl on milyonlarca turisti tek başına çekebilecek Hasankeyf’e yaptıkları ortada.

İstanbul’un surlarına, tarihi çeşmelerine, camilerine, adeta bir “Açık Hava Arkeoloji Müzesi” niteliğindeki bu canım kente verdikleri zararı artık bilmeyen, duymayan kalmadı.

Neredeyse 1500 yıllık bir mabedi, müze olarak korumaya ve Türkiye’nin bir numaralı turistik ilgi noktası yapmaya yönelik Mustafa Kemal ATATÜRK imzalı kararı çiğneyip, hatta bu karara insafsızca “ihanet” damgası vurup kılıçla daldıkları Ayasofya’ya yaptıkları, asla affedilecek bir muamele değil.

Daha birkaç gün önce, yine yaklaşık 1500 yıllık bir tarihi esere, İstanbul’un simgelerinden, gözbebeği bir eser konumundaki Galata Kulesi’ne, ellerinde “hilti” (kırıcı-delici ağır matkap makineleri) ile dalmaları karşısında, insan diyecek bir şey bulamıyor.

Tarihin her döneminde insanlık yani kültür, bilim ve sanat düşmanlarının; geçmişte “haçlılar”ın, Timurlenk’in fillerinin, Afganistan’da Taliban’ın, Suriye’de ve Irak’ta IŞİD ve El Kaide ve türü sapık, örümcek beyinli insanlık düşmanı akımların yaptıklarını kopya etmek kimseye yarar sağlamaz.

Sadece, bundan sonraki yüzyıllarda lanetle, nefretle ve iğrenilerek anılırsınız.

N.O.G.A. sendromu

Zafer Arapkirli
07 Ağustos 2020, Cumhuriyet

  • İktidarlar, özellikle de başarısız iktidarlar, kamuoyunu yanıltmak ve dikkatleri başka yönlere çekebilmek amacıyla bazı kurnazca iletişim stratejileri ile ortalığa sanal “sis bombaları” atarlar. Bunların en bilinenleri “dış güçler umacısı” ya da “bizi kıskanıyorlar” komikliğidir. Bir de sağ iktidarların on yıllardır vazgeçemedikleri ünlü “içeride ve dışarıda işbirliği içinde hainler” pespayeliği vardır ki bütün bunlar, açıkhavada 88 gün bırakılmış et gibi kokuşmuş faşist taktiklerdir.

Okumaya devam et

Ben ‘Devlet’im!

Ben ‘Devlet’im!

Zafer ARAPKİRLİ
Cumhuriyet, 31 Temmuz 2020

Sen benim kim olduğumu biliyor musun?

Ben “Devlet”in üniforma içindeki hükmi şahsiyetiyim.

Adım polis, jandarma, bekçi, başkan koruması, hatta filanca mektebin ya da holdingin güvenlik görevlisi filan. Belimdeki silahın ve copun ruhsatını kim verdi biliyor musun? Oyarım adamı!

Arkamda kapı gibi Reis ve Saray ve Parti (tam da, bu yazdığım sırada-yanlışlık olmasın) iradesi.

Kimlik sorarım. Yok öyle, “ben baro başkanıyım” diye efelenmek filan.

Alayına sorarım. Feriştah olsan sorarım.

“Feriştah” dediysem… Tabii, “bir iki istisna” var.

Ülkeyi yöneten iradenin kapıkulunun kapısının kolunun vidası bile olsan, yemez kimlik filan sormak.

“Alayına” dediysem de o kadar uzun boylu değil. Gelir gırtlağıma sarılıverirler.

Mesela, gelir “Yüksek İrade”nin kıytırık bir ilçe başkanı. İlkokul çocukları gibi dizer bizi arkadaşlarımla. Esas duruşta beklerim. Suratımıza tükürükler saçarak, küfürler, hakaretler ederek hesap sorar. Tokatlar icabında. Haddimizi bildirir. O zaman, ne belimdeki silahın ne göğsümdeki rozetin hükmü kalır. “Muktedir Parti İradesi” her şeyin üzerine çıkıverir.

“Devlet” o sırada, odur. Ben değil.

Ama, başkalarına, “Ben ‘Devlet’im ulan!..” diyebilirim, en yüksek perdeden sesimle bağırarak.

Benden habersiz öyle sokaklara filan çıkıp slogan atamazsın. Pankart, döviz dağıtamazsın. Yok efendim “insan hakkı, kadın hakkı, çocuk hakkı, hayvan hakkı, cinsiyet eşitliği, sömürüye karşı” bilmem ne…

Oyarım lan adamı, kabak gibi!..

Saçından tutar sürüklerim yerlerde. Yersin tekmeyi oturursun. Bir de otobüsün içinde tepinirim üzerinde. İçeride olacakları zaten tahmin edersin.

Mesela anayasaya ve yasalara aykırı bir şekilde şeriat isteyenlerin, bu ülkenin kurucu önderi Mustafa Kemal ATATÜRK’e hakaret edenlere bir şey yapmam. Yapamam. Yaparsam başıma iş gelir. Benim “Devlet”liğim oraya kadar. Oyarlar beni o zaman.

“Ben ‘Devlet’im…” dediysem de, o kadar uzun boylu değil.
****

İkinci Yüzyıl Bildirgesi

Geçen hafta sonu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 37. olağan kurultayındaydık. Pandemi koşullarında biraz “sinirleri ve heyecanı alınmış” bir kurultaydı. Tartışmasız ve rekabetsiz genel başkan seçimi ile “biraz tartışmalı ve biraz heyecanlı” ama beni pek ilgilendirmediği için üzerinde durmayacağım parti meclisi seçiminin dışındaki gelişmelerle ilgiliyim, her zamanki gibi.

CHP, bir kurultayını daha “kim olduğunu, ne olduğunu, nerede durduğunu, nereye gittiğini, neyi temsil ettiğini” bilemeyen bir siyasi teşekkül olarak geçirdi.

Kurultayda Genel Başkan Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun okuyup delegelere tasdik ettirdiği “İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi” adlı metin, 18 yıldır AKP-FETÖ-MHP ittifakının yıkmaya uğraştığı ATATÜRK Cumhuriyeti’ni küllerinden ve enkazından, ülkeyi yeniden ve demokratik bir ruhla yeniden imar etmek” açısından heyecan vericiydi. Özellikle parlamenter rejime dönüş ve “özgürlüklerin geri alınması” vurgusu ile bugünkü rejimin ruhunun “zıddı” muhteviyatı ile güzel ve anlamlı bir çıkış. Sayın Kılıçdaroğlu’nun daha önceki başka “maddeler halindeki” manifesto niteliğindeki çağrıları ile de uyumlu.

Ancak…

Gelin görün ki;

  1. a) CHP’nin kendini parti olarak nereye konuşlandırdığını bilmeden (net biçimde saptamadan) bu bildirgenin hayata geçirilebilirliği,
  2. b) Kılıçdaroğlu’nun, bildirgeyi sunarken kullandığı“Dostlarımızla beraber” ifadesinde kastedilen dostların muğlaklığı, içerikteki “heyecanın gazını” bir anda söndürüyordu. (Ekonomik yıkımın mimarlarından Babacan mı? Dış Politikadaki felaketin senaristi Davutoğlu mu?)

CHP’nin kendisini “Solda” yani emekten, alın terinden, yoksul ve itilip kakılan kitlelerden yana konuşlandırmadan bu “hoş” metinleri delegelere el kaldırtıp oylatması ne kadar anlamlı?

Ayrıca CHP’nin, ATATÜRK Cumhuriyeti’nin temellerine, en başta da laikliğe ve bizzat Mustafa Kemal’in manevi şahsiyetine yapılan alçakça saldırılar karşısında Anayasa Mahkemesi’nden bir sokak öteye gidemeyen “teslimiyetçi” ruhunu gördükçe, bu sorunun yanıtı maalesef kolay değil.

Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü ve 31 Mart’taki (2019) oy torbalarının üzerinde sabahlayan gençlerin dinamik ruhu ile çelişen bir şekilde “Kitlesel muhalefet”ten kaçan anlaşılmaz bir “Bizi sokağa çekmek istiyorlar” pasifizmine teslim olmuş hali, maalesef umutları kırmakta.

Sokağı bir “Umacı” olarak gören, meydanı ATATÜRK ve Cumhuriyet düşmanı, halk düşmanı “Yandaş çetelere” terk eden bir ruh hali, “İkinci Yüzyıl”a umutla bakmamızın önüne kapkara boyanmış koca bir duvar örüyor.

Manzara-i umumiye

Manzara-i umumiye

Zafer Arapkirli
24 Temmuz 2020, Cumhuriyet

Ülkenin bugün geldiği noktada, bu enkaz ve bence tam adını koymak gerekirse bu “cinnet hali”nin müsebbipleri, hasarın büyümesi için ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Tabii ki aklı başında herkese göre “hasar” derken, iktidar sahipleri ve oradan nemalananlar açısından, en baştan beri gizlemedikleri karanlık ajandalarını gerçeğe dönüştürmek için “giderayak” son fırsatın kullanılmasına dönük çabalardan söz ediyorum.

“Giderayak” tanımlamasını özellikle ve hiç çekinmeden kullandım, çünkü bu kadar hasarlı bir yönetim aygıtının daha uzun mesafe kat edebilmesinin mümkün olmadığını kendileri de biliyor. Ekonomik ve toplumsal yıkımın boyutu, devlet aygıtının her bir vidasının, düğmesinin ve cıvatasının artık çalışamaz durumda olması, Cumhuriyetin kuruluşundaki ilkelerin ayaklar altına alınması yoluyla, tüm toplumsal ayarların bozulması, topyekûn bir felaket senaryosunun eşiğinde bulunuyoruz.

Sistemin en tepesindeki “irade” bile sonunda “Bazı eksiklikler olabilir. Giderilebilir. Tam da mükemmel bir sistem iddiamız yok” mealinde geri adım atmanın işaretlerini vererek utangaç bir özeleştiri yapmak zorunda kaldı. Aslında bu bile tüm “kulakları sağır, hiç dinlemiyorlar” izlenimine rağmen, anket midir, örgütten gelen geri dönüşler midir, her ne suretle olursa olsun, “alarm sinyalleri”nin, sonunda “Kristal Kuleye” ya da “Saray”a ulaştığının somut bir belirtisidir.

Artık, onlar bile bu gidişin sürdürülebilir olmadığının farkında olduklarını ikrarla, son bir “gaz alabilme” çabası ile iktidardan gidişi geciktirmeye çalıştıklarının işaretidir.

Buna rağmen, yine de meslek örgütlerinin yapısını değiştirmenin ilk ayağı niteliğindeki “Baro Düzenlemesi”ni kavga dövüş Meclis’ten geçirerek “yangından mal kaçırma” haleti ruhiyesini iyice açığa vurmuştur. Bunun hemen akabinde “Ayasofya” adımı gelmiş ve yine “giderayak”, yani panik içinde alındığı her halinden belli olan bir kararla “laiklik karşıtı” eylemlerine bir yenisini eklemiştir. Ayasofya adımı, sadece laikliğe yani din ve vicdan özgürlüğüne vurulmuş ağır bir darbe değil, aynı zamanda kendi devletinin “devlet olma niteliğinin” dibine konulmuş bir dinamittir.

1450’li yıllarda ilan edilmiş bir fermanın ya da imzalanmış bir vakfiyenin temelindeki hukukun, 1923 Cumhuriyeti’ni kuran iradenin imzasının “üzerine çıkarılması” pratiğidir.

Bizzat Kurucu Yüce Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün imzasının yok sayılması, onyıllardır bazı yıkıcı zihinlerdeki “Cumhuriyet parantezi” anlayışının hayata geçirilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tüzelkişiliğine bir meydan okuma egzersizidir.

Bununla da yetinilmediği, üç beş gerici ve feodal oyun da parti (ya da koalisyon) saflarında konsolide edilebilmesi amacıyla, şimdi de kadınların suratına bir tokat, kafalarına bir odun, alınlarının ortasına pompalı tüfek fişeği anlamına gelecek bir uygulama ile İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme hazırlıkları yapılmaktadır.

Bu iktidar döneminde yapılmış çok az sayıda hayırlı işten biri olan ve onyılların (belki de yüzyılların) mücadelesinden kaynaklanan bir potansiyelle uluslararası bir taahhüt anlamına gelen “kadına şiddetin önlenmesi ve kadın haklarının korunmasında” tarihi bir adım olan bu Sözleşme ve ona bağlı olarak çıkarılmış 6284 sayılı yasanın çöpe atılması demek olacak bu adım, ülkede kadın haklarını (yani temel insan haklarını) 1923 Türkiyesi’nden bile geriye taşıyacaktır. Üstelik bu çılgınca girişim, neredeyse her saat başı bir kadın cinayeti, her sabah kalktığımızda bir dayak, tecavüz ve şiddet eyleminin haberi, gazetelerin sayfalarına, TV’lerin bültenlerine yansıdığı bir ortamda gerçekleşmektedir.

Bununla da kalmayıp, iktidarın “din işlerini düzenleyen” aygıtı, ilgili birimi aracılığı ile yayımladığı abuk sabuk fetvalarla örneğin üvey torun dedeye helaldir; örneğin “nişanlılar el ele tutuşmasın” benzeri akıllara ziyan önerilerle toplumu yüzyıllar öncesine yani kesif bir karanlığa taşımanın başka başka yollarını aramaktadır.

Ekonomide, dış politikada ve tüm diğer alanlarda, özellikle de yargı bağımsızlığının ağır yara aldığı ve toplumsal hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alındığı bir ortamda umutlar giderek tükenme noktasına varmaktadır.

Böyle bir manzara karşısında, toplumun tüm aklı başında muhalif unsurlarının, daha sıkı örgütlenmekten ve iktidarın gidişini hızlandırmaktan başka bir çaresi yoktur. Bu çerçevede, her şeye rağmen en yaygın ve en köklü muhalif örgütlenme niteliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nin, elindeki her fırsatı, en başta da bu hafta sonu yapacağı kurultayı iyi değerlendirerek “ne olduğunu, kim olduğunu, nerede durduğunu” gözden geçirerek, toplumsal rahatsızlığı bir iktidar alternatifine dönüştürmenin yollarını vakit geçirmeden bulması şarttır.

Hükümran esaret  

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 17.7.2020

Hükümran esaret  

Başlıktaki “Oximoronic” tabiri kullanmak için çok düşündüm. Ama içinden geçmekte olduğumuz bu süreçte, ülkemizi yönetiyor gibi yapan (savrulan diyelim) iradenin halini daha iyi tanımlayacak başka bir söz bulamadım.

Hani derler ya: “Cuk oturuyor” diye.

Düşünsenize, ağızlarını her açtıklarında sadece ülke içinde değil ülke dışında da “fevkalade duruma hâkim ve her istediğini başaran, kimsenin itiraz edemiyor ve hukuken alt edemiyor olmasının da avantajı ile ipleri istediği gibi çekebilme olanağına sahip” görüntüsü veriyorlar ya.

Oysa, işlerin hiç de öyle yürümediğinin, kazın ayağının da göründüğü gibi olmadığının farkına bile varamayacak noktayı çoktan geçtiler. Bu noktadan onra (yakınlarındaki) kimse de onlara söyleyemiyor sanırım. Bizler, yani “çooook uzaklarında” olanlar da bir şeyin değişeceğine ilişkin umudumuzdan değil de sırf tarihe not düşmek adına söylemekten çekinmiyoruz. Çekinmedik, çekinmeyeceğiz de. Çünkü hiç olmazsa tarih, adaletin ve hukukun yanında, doğrunun yanında olanlara bir şekilde, bir aşamada hakkını verir diye umduğumuzdan yapıyoruz bunu.

Hükümranlık diye avaz avaz bağırarak, dünyayı hayrete düşürecek bir kararla “Kiliseyi cami olarak kullanmaya” karar verirken, hiç hesap etmediler ki kendilerinden önce “Kiliseyi camiye değil, müzeye dönüştürme” kararını alan akil irade, yani Cumhuriyetin kurucu iradesi, bu konuda alınabilecek en aklıselim içeren kararı almıştır. Üstelik işgalci “Yedi Düvel”i bu topraklardan kovalayarak bu “Devlet”i kuran o “Kurucu irade” sayesinde bu ülkede 72 millet ve dinden insan özgürce ibadet edebilmekte ve bu “emanet”, bu ülkenin temel taşlarını bağlayan en güçlü harcı oluşturmaktaydı..

Hükümranlık diye çığırırken, kendi ülkesinin Bakanlar Kurulu’nun 86 yıl önce aldığı kararın üzerini çizerek sadece saygısızlık etmekle kalmıyor (Kurucu Yüce Önder ATATÜRK’ün ihanetle suçlanması küstahlığına girmek bile istemiyorum) aynı zamanda, “Bir devletin kendi aldığı bir kararın altındaki mührü söküp atarak” devletin mührünün yüceliğini, (hükümranlık diyelim mi?) kendi elleriyle berhava ettiğinin farkında bile değil.

Hükümranlık diye gerim gerim gerinirken, bir yandan kendi milletinin vergileri ile satın aldığı milyarlarca liralık silah sistemlerini, el âlemin parmak sallaması üzerine  “depoya kapatmak zorunda kaldığını”, yine başka bir ülkeden parasını ödeyerek aldığı uçakların “Vermiyorum işte. Var mı diyeceğiniz?” diye terslendiğini, daha da ötesi, bunu sineye çektiğini (Don’t be a fool mektuplarına filan girmiyorum bile) unuttuk sanıyor.

Hükümranlık diye ortalığı kasıp kavururken, bu ülkenin bir mahkeme heyeti karar için toplanmaya hazırlanırken, aynı kentin bir havaalanında motorları çalışmaya başlayan bir uçağın, “uzaklardan gelen bir telefonla serbest bırakılıveren bir papazı alıp uçtuğu” gerçeği buharlaşıp uçuverdi sanıyor.

Hükümranlık diye gerinirken, kendimiz “Devlet” olarak ilk imzacılarından biri olduğumuz ve “Parlamento”dan (Yüce Meclis diyelim – daha iyi gider) onaylattığımız İstanbul Sözleşmesi’nin altındaki imzayı geri çekerek ele güne rezil olmamızın hazırlıklarını yapıyor.

Hükümranlık diye meydanlarda haykırırken Ege Adaları’nın tüm uluslararası sözleşmelere aykırı biçimde komşu bir ülkenin silahlı kuvvetleri tarafından bir bir işgal ve tahkim edilmesine ses çıkaramıyor olmamızın üzerini örtmeye çalışıyor.

Hükümranlık diye övünçle gezinirken, Birleşmiş Milletler nezdinde hükümran bir devlet olarak tanınan bir komşunun topraklarına topla, tankla, tüfekle dayanarak o devleti “rejim” diye küçümseyerek, başkentinin en önemli camisinde cuma namazı kılma niyetlerini ortalık yerde seslendirmekten sıkılmıyor.

Hükümranlık diye fiyaka satarken, en büyük kentinin tam orta yerindeki bir konsolosluk binasına ellerini kollarını sallayarak (havalimanından beri adım adım izlendikleri halde) giren 15 yabancı eşkıyanın, içeride adam öldürüp kıtır kıtır doğradıktan sonra, yine ellerini kollarını sallayarak çıkıp gittiklerini, arkalarından “çemkirmekten” başka bir şey yapmaya gücünün yetmediğini kimsecikler duymadı, görmedi, bilmiyor sanıyor.

Hükümranlık diye avazı çıktığı kadar bağırırken bu ülkenin yaşadığı en menfur, en alçakça, en hain darbe girişimlerinden birinin arkasında olduğunu sağır sultanın da duyduğu, herkesin de bildiği FETÖ elebaşı Ağlak Vaiz’i yüz bilmem kaç kez talep ettiğimiz halde adeta “nanik” yapılarak iade etmeyi reddettiklerini ve hâlâ kucakta beslediklerini bilmiyoruz, hepimiz salağız sanıyor.

“Hükümranlık” derken, bütün bu hatırlattığım komple yönetici acziyetinin “esiri” olmayı, ancak ülkeyi bu hale getiren kadrolar becerebilirdi.

Bu “esareti” kendi çabası ile yaratabilmek de bir “beceri” midir?

Bilemiyorum.