Etiket arşivi: Rıza Türmen

Rıza Türmen: ‘Solun görevi demokrasiyi demokratikleştirmek!’

Türkiye’nin haklar ve özgürlükler alanındaki referans hukukçusu Rıza Türmen’in kitabı Türkiye’de Demokrasi Arayışı (Doğan Kitap); ülkenin siyasal açıdan köklü bir dönüşüm geçirdiği, özgürlük alanlarının yukarıdan aşağıya müdahalelerle yeniden tanımlandığı, ileriye gitme olanaklarının ise görmezden gelindiği ya da bastırıldığı bu dönemin bu siyasal ve hukuksal eleştirisi, gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırma çabasına önemli bir katkı sağlıyor.

25 Eylül 2021

Kitap, Türkiye’nin haklar ve özgürlükler alanındaki referans hukukçusu Rıza Türmen’in, 2014’ten bu yana düzenli olarak yazdığı ve “Barış”, “Demokrasi”, “Ütopya”, “Seçim” ve “İnsan Hakları ve AİHM Yazıları” temaları altında toplanan yazılardan oluşuyor. Her bir bölüm Türmen’in hukuk ve diplomasi uzmanlıklarıyla derinleşiyor.

Yazılar tek tek ele alındıklarında ise Hannah Arendt’ten Henri Lefebvre’a uzanan referans yelpazesiyle ve müzikten sinemaya, kent haklarından dünyadaki barış girişimlerine yayılan bir konu çeşitliliğine sahip.

Türmen’in kitabı; ülkenin siyasal açıdan köklü bir dönüşüm geçirdiği, özgürlük alanlarının yukarıdan aşağıya müdahalelerle yeniden tanımlandığı, ileriye gitme olanaklarının ise görmezden gelindiği ya da bastırıldığı bu dönemin bu siyasal ve hukuksal eleştirisi, gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırma çabasına önemli bir katkı sağlıyor. Kitabın temayı yetkin biçemde bütünleyen kapak çizimi ise Selçuk Demirel’e ait.

“Çöken sınıfların akşamları yükselmekte olanların sabahıyla ölçülür”.

Antonio Gramsci


DEMOKRASİ MÜCADELESİNE ARENDT IŞIĞI!’


– Kitabınızda “Barış”, “Demokrasi”, “Ütopya”, “Seçim” ve “İnsan Hakları ve AİHM Yazıları” temaları altında toplanan yazılarınızda özellikle 20’inci yüzyılın önde gelen düşünürlerinden Hannah Arendt’e sıkça gönderme yapıyorsunuz. Arendt’i açmanızı rica ederek başlayalım…

Arendt’in 1930’ların otoriter-totaliter rejimlerine ilişkin görüşlerinin, vardığı sonuçların günümüzdeki otoriter rejimler bakımından da geçerli olduğu görüldü. Zaten Arendt de yazılarında totaliter rejimler sona erse bile, siyasal, toplumsal, ekonomik sorunlara insan onuruna uygun çözümler üretilemediği yerlerde totaliter çözümler getirilmesi eğilimlerinin ortaya çıkacağını belirtmiş.

Arendt’in yazıları, insan hakları ve demokrasi bakımından en karanlık dönemlerde bile bir umut ışığı. Arendt, düşünce ile eylemi birleştirir. Hak sahibi olmanın herkesin eşit olarak hak talebinde bulunabileceği bir dünya yaratmak anlamına geldiğini söyler. Totaliter-otoriter rejimlerde yaşayanların sorumluluklarına dikkati çeker. Mücadele ruhunu ayakta tutar.

Günümüz Türkiye’sinin koşullarında bir demokrasi mücadelesi verilmesi moral bir sorumluluk. Arendt’in düşünceleri, böyle mücadeleye ışık tutması bakımından önem taşıyor.

‘OTORİTER İKTİDAR ÇÜRÜYOR!

– Karanlık bir dönemden geçtiğimizi vurguladığınız günümüzde umutla “gerçekçi” mesafeniz nedir?

Karanlık bir dönemden geçtiğimiz doğru. Kitapta, bu karanlığı anlatan birçok yazıyı bulabilirsiniz. Ama umutsuzluğa kapılmak için bir neden yok. Tersine umutlanmak için pek çok neden var. Bir kere devleti yöneten bu baskıcı, otoriter iktidar, bütün otoriter yönetimler gibi kendi çürüme tohumlarını içinde taşıyor. Her geçen gün iktidarın aşağı doğru gidişini görüyoruz. Bununla birlikte baskı da artıyor. İktidarda kalmanın, muhalifleri sindirmeye, karşı bloku bölmeye bağlı olduğu düşünülüyor.

Öte yandan, iktidarın sahip olduğu destek giderek azalıyor.

  • Yoksulluk, işsizlik arttıkça iktidarın tabanı daralıyor.

Ama bütün bunlara determinist bir açıdan yaklaşıp “nasıl olsa kendi kendine çöküyor. Bir şey yapmaya gerek yok.” deyip seyretmek yanlış bir tutum.

Kitapta bir yandan bu koşullar altında etkili bir demokrasi mücadelesi nasıl verilir, bunun arayışı var, öbür yandan AKP iktidarı sonrasında yeni bir demokrasi inşasına ilişkin görüşleri içeren yazılar var.

Gramsci’nin dediği gibi, “çöken sınıfların akşamları yükselmekte olanların sabahıyla ölçülür”.

‘YEREL SEÇİMLER İÇİN BİR ÖNERİM VAR’

– Yazılarınızda da otaya koyduğunuz üzere seçim, seçmek, seçilmek içi giderek boşaltılan kavramlara dönüştü / dönüşüyor öte yandan.

Seçim sadece oy verme sürecini değil, kampanya sürecini de kapsar. Özgür bir seçim için her şeyden önce özgür bir basın gerekir. Türkiye’de basın özgürlüğünden söz etmek olanağı yok.

Bunun yanında, kampanya sırasında muhalif partilere yapılan saldırılar, yazılı ve görsel basında iktidara ve muhalefete ayrılan zamanın eşitsizliği, devlet olanaklarının iktidar partisi için kullanılması ve YSK’nın oy işlemleri, seçimin yenilenmesine ilişkin olarak verdiği tarafsızlıkla bağdaşmayan kararlar, Türkiye’deki seçimlerin eşit, serbest ve adil olduğu sonucuna varmayı güçleştiriyor.

Bunun yanında Cumhurbaşkanı adayı bir parti başkanının cezaevinden kampanya yürütmek zorunda kalması, AİHM kararında da belirtildiği gibi seçme ve seçilme hakkıyla bağdaştırmak güç.

Kitapta yerel seçimler için bir öneri var. Bazı il ve ilçelerde, adayların halk tarafından bu amaçla düzenlenecek forumlarda belirlenmesi öneriliyor.

Böylece, siyasal partilerin adayları yanında halkın adayları da yarışa katılma olanağı bulurlar. Seçilirlerse, katılımcı demokrasi açısından büyük bir başarı olur. Yeni bir demokrasinin kapılarını açar.

AMİRALLER BİLDİRİSİ

  • Demokrasinin temel taşı ifade özgürlüğüdür.

İnsanlar düşündüklerini, şiddete teşvik olmamak koşuluyla, serbestçe, korkmadan söyleyebilmeli ya da yazabilmelidir. Türkiye’de ifade özgürlüğünün giderek daha fazla baskı altına alındığını görüyoruz.

  • AİHM istatistiklerine göre, Türkiye Avrupa Konseyi üyesi 47 devlet arasında ifade özgürlüğünü en fazla ihlal eden ülkedir.

Bunun en son örneğini, amiraller bildirisinde görüyoruz. Bu bir ifade özgürlüğü sorunudur. Üslup yanlışmış, gece yarısı yayınlanmış, Türkiye’de geçmişte askeri darbeler olmuş, kolektif bir davranışmış bunların hiçbiri emekli asker dolayısıyla sivil birey olan bu kişilerin ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasını haklı göstermez. AİHM’in Handyside / İngiltere kararında belirttiği gibi,

  • İfade özgürlüğü” sadece zararsız ve lehte olan görüşleri değil, aynı zamanda devleti ve toplumun bir bölümünü rahatsız eden, inciten, şok eden görüşleri de kapsar.

    Demokratik bir toplumu meydana getiren çoğulculuğun, açık fikirliliğin, hoşgörünün gereği budur.”

Bir darbe girişimi olarak yorumlanması olanaksız olan bu bildiriyi yazanlarla ilgili soruşturma, bu kişilerin ifade özgürlüğüne yapılan haksız bir müdahaledir. İfade özgürlüğünün açık bir ihlalidir.

‘TOPLUMDA DAHA İYİYE YÖNELİK BİR ENERJİ VAR’

– Kitabınızdaki özellikle geleceğe yönelik yazılarınızdan hareketle Türkiye’nin potansiyeline ilişkin vargılarınız? Bir aydınlık var ki yok edilemiyor…


Türkiye dinamik bir toplum. Toplumda daha iyiyi, daha güzeli gerçekleştirmeye, daha özgür, daha iyi yaşam koşullarına kavuşmaya yönelik bir enerji var. Demokratik kanallar açık tutulursa, bu potansiyel büyük bir itici güce dönüşebilir. 
Oysa, AKP iktidarında halk siyaset dışı bırakıldı. Seçimden seçime anımsanan bir oy deposu ya da iktidarın icraatlarının edilgen bir alıcısı olarak görüldü. Buna karşılık muhalefet de halkı siyasetin seyircisi değil, oyuncusu yapacak bir seçenek geliştiremedi. Kitaptaki ütopya yazıları, demokratik kanalları açacak halkı siyasetin öznesi yapacak öneriler içeriyor.

‘GÜNÜMÜZDE DEMOKRASİ VE SOSYALİZM BİR BÜTÜN!’

– Yeni çağ, neoliberalizmin tarumar ettiği demokrasinin aleyhine işledi / işliyor. Değişim kaçınılmaz kuşkusuz fakat gitgide yaşanılanlar değişim değil dönüşüm! Lehe değil aleyhe! İnsana yönelik değil robotik!

Siyasi, sosyal ve bunu bu çağda özellikle biçimleyen teknoloji alanlarındaki her kaçınılmaz değişim, demokrasi kavramına adeta saldırıyor!

21. yüzyılda, içinde bulunduğumuz dönemde, sizce demokrasi ve sosyalizmin anlamı nedir?


Demokrasi ile sosyalizm el ele yürürler. Günümüzün koşullarında demokrasi ile sosyalizm birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarını dönüşmüştür.

Günümüzdeki eşitsizlikleri, adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için getirilen çözümler 19’uncu yüzyıldakinden farklıdır.

Örneğin, 19’uncu yüzyıldaki üretimin kamusallaştırılması görüşü, sermayenin sınır tanımadığı günümüzde çözüm olamaz. Demokrasinin, ekonomik altyapıya bağlı bir üstyapı olduğu görüşü de günümüz için geçerli değildir.

Günümüzün değişen koşulları karşısında solun görevi, liberal demokratik ideolojiyi terk etmek değil, tersine liberal demokrasiyi benimseyerek onu katılımcı, çoğulcu bir yapıya dönüştürmek, başka bir deyişle demokrasiyi demokratikleştirmektir.

Bu amaçla solun yapması gereken, baskıya, tahakküme karşı mücadele veren bütün grupları birleştirici bir rol oynamak, bütün bu mücadeleleri bir siyasal proje çevresinde birleştirmek, tahakkümsüz, özgürlük ve eşitliğe dayanan yeni bir toplum inşa etmek olmalı.


‘DEMOKRASİ KONFERANSI’NA HERKES KATILMALI!’


Özgürlük talepleriyle aş, ekmek talepleri birbirini tamamlayan bir bütün oluşturur. Biri olmazsa, öbürü de olmaz.
Bütün hak talepleri eş değerdedir. Hiçbiri daha az ya da daha çok önemli değildir.

O nedenle, hak talebinde bulunan kişi ya da gruplar, başka hak taleplerine karşı kayıtsız kalamazlar. Kendi talepleriyle başka talepler arasındaki ilişkiyi görmezden gelemezler.

Ancak talep grupları aynı tehditle karşı karşıya olmalarına ve aynı amaçla aynı mücadeleyi vermelerine karşın aralarında eşgüdüm bir yana bir diyalog bile bulunmamakta.

  • Böylesine parçalanmış, bölük pörçük yürütülen mücadele etkisiz kalmakta, tek adam yönetiminin giderek artan baskılarına karşı cılız itiraz sesleri bir sonuç vermemekte.

Bu eksikliği gidermek ve hak talebinde bulunan bütün sivil toplum örgütleri arasında bağlantı kurarak bunları siyasal bir proje çerçevesine oturtmak amacıyla bir “Demokrasi Konferansı”nın toplanmasına karar verildi. Konferansın hazırlık çalışmaları yapılıyor. Konferansa demokrasi ve hak talepleri bulunan bütün örgütler, siyasal ideolojileri, dünya görüşleri ne olursa olsun katılmalı. Bu konferans Türkiye’de ezilenlerin sesinin duyulacağı yeni bir aşama. Konferans amaçlarına ulaşırsa, demokrasi mücadelesinde yeni bir başlangıç olacak.

BUGÜN YARGIÇ OLSAYDIM…

– AİHM’de bugün yargıç olsanız, Türkiye’ye ilişkin vereceğiniz ilk karar/kararlar neler olurdu?


AİHM’de bugün yargıç olsaydım, iki konu üzerinde dururdum:

1. AİHM’in, KHK mağdurlarının davalarına bakmayı reddetmesi ne kadar doğrudur? Uygulamanın ışığında, İnceleme Komisyonu’nun etkili bir iç yargı yolu olduğu söylenebilir mi? Kanımca buna verilecek yanıt olumsuzdur.

2. Özellikle AYM’ye yapılan son atama ve Osman Kavala başvurusunda verdiği kararın gerekçesi ışığında, AYM’nin hala etkili bir iç yargı yolu olduğu söylenebilir mi? AİHM’in bu konuyu yeniden incelemesi gerekmez mi?

Türkiye’de Demokrasi Arayışı / Rıza Türmen / Doğan Kitap / 328 s. / 2021.

Rıza Türmen: Yeni bir ‘biz’ yaratmak lazım; öyle bir düzen kuralım ki, bir daha otoriter rejim gelmesin

Rıza Türmen:

“Türkiye’deki rejim rekabetçi otoriterlik… Karşımızda bize benzemeyeni, beraber yaşamayı tercih etmediğimiz ötekiyi de içine alacak, genişletilmiş bir ‘biz’ yaratmak lazım”

15 Mayıs 2021, T24 Video Servisi

Eski AİHM yargıcı, emekli büyükelçi ve Demokrasi İçin Birlik Platformu kurucularından Rıza Türmen, Türkiye’de ‘rekabetçi otoriterlik’ rejimi olduğunu söyledi. Türmen,

  • Unutmayalım, parlamenter rejim zamanında başladı bugünkü otoriterleşme. Yani parlamenter rejim otoriterliği engelleyen bir şey değil aslında. Biz öyle bir şey istiyoruz ki, yeni dönemde öyle bir düzen kuralım ki, artık bir daha Türkiye’de sivil ya da askeri bir otoriter rejim gelmesin, gelemesin. Bunun cevabı parlamenter rejimde değil. Bunun cevabı daha katılımcı bir demokraside” görüşünü dile getirdi.

Aynı zamanda T24 yazarı olan Rıza Türmen, T24 ekranında Murat Sabuncu’nun hazırladığı “Türkiye’de hayat nasıl bayram olur?” söyleşi serisinin konuğu oldu. Sabuncu’nun sorularını yanıtlayan Türmen, Türkiye’deki ayrışma ve kutuplaşmadan güçlendirilmiş parlamenter sistem tartışmalarına pek çok konuda görüşlerini paylaştı.

Türmen’in açıklamalarının bir bölümü özetle şöyle:

Herkesin eşit var olabildiği bir toplum kurabilmek lazım”

Rıza Türmen, Türkiye’deki ayrışma ve kutuplaşmayı değerlendirirken, “Eski bayramlara karşı bir özlem duyuyoruz. Aslında bu özlem, bugün kaybettiğimiz ortak paydalara duyulan özlem. Bu ortak paydalar bugün yok toplumda. Yani toplum aslında bölünmüş, kutuplaşmış durumda diye konuştu.

Kutuplaşmanın belirli bir siyasetin sonucu olduğuna vurgu yapan Türmen, 

  • “Buradaki amaç insanların kutuplaşarak kendi kimlik aidiyetlerini ortaya çıkarmaları ve bu kimlik aidiyetleri üzerinden oy vermeleri. Öyle olunca bunu değiştirmek çok zor oluyor. Peki ne yapmak lazım bayram sevincini yakalamak için? Yeni bir ‘biz’ yaratmak lazım tabii. Karşımızda bize benzemeyeni, beraber yaşamayı tercih etmediğimiz ötekiyi de içine alacak, genişletilmiş bir ‘biz’ yaratmak lazım. Yeni bir halk yaratmak lazım. Herkesin farklılıklarıyla, eşit olarak var olabildiği başka bir toplum kurabilmek lazım” dedi.

Türkiye’de bugünkü rejimi “rekabetçi otoriterlik” olarak tanımlayan Türmen, özetle şunları söyledi:

“Türkiye’deki düzen rekabetçi otoriterlik”

“Bir demokrasi görüntüsü var. Seçimler yapılıyor mu, yapılıyor. Siyasi partiler var mı, var. Basın var mı, işte iki tane de muhalefet gazetesi çıkıyor filan. Bu görüntü giderek zayıflamakta. Dürüst seçimler bakımından Türkiye 123. sırada dünyada. İfade özgürlüğü var mı? Basın özgürlüğü var mı? Halkın bilgi alma hakkı yerine getirilebiliyor mu? Devletin kaynakları eşit olarak dağıtılıyor mu seçimde? Bütün bunların ötesinde bir de seçim sandığının güvenliği var. Yüksek Seçim Kurulu YSK bağımsız bir organ mı bugün? Geçmiş deneyimler bunun her zaman böyle olmadığını gösteriyor. Damgasız pusulaların sayımı gibi, son belediye seçimlerinde seçimin tekrarlanması gibi şeyler YSK bakımında da pek iyi notlar değil tabii. Bütün bunlarda o zaman seçim ne kadar anlamlı? Siyasi partiler var ama siyasi partiler üzerinde büyük bir baskı var. Meclis fezlekelerle dolu. Bir siyasi partinin kapatılması davası var. İçeri atılan milletvekilleri, bir partinin eş başkanlarını içeri attınız. Yani böyle bir şey olabilir mi? Selahattin Demirtaş, cumhurbaşkanı adayıydı. Cezaevinden kampanya yürüttü. Yani böyle bir demokrasi herhalde demokrasi değil.”

“Yanıt parlamenter rejimde değil, katılımcı demokraside”

AKP sonrasının düşünülmesi gerektiğini vurgulayan Türmen, “Düzeltilmiş parlamenter rejim gibi bir laf var. Unutmayalım, parlamenter rejim zamanında başladı bugünkü otoriterleşme. Yani parlamenter rejim otoriterliği engelleyen bir şey değil aslında. Biz öyle bir şey istiyoruz ki, yeni dönemde öyle bir düzen kuralım ki artık bir daha Türkiye’de sivil ya da askeri bir otoriter rejim gelmesin, gelemesin. Bunun cevabı parlamenter rejimde değil. Bunun cevabı daha katılımcı bir demokraside” diye konuştu.

Türkiye’de hayat nasıl bayram olur?

Söyleşi serisine adını veren, “Türkiye’de hayat ne zaman bayram olur?” sorusuna yanıt veren Türmen, özetle şunları söyledi:

“Sokak arasındaki sulu yemek veren aşevinde çalışan garson ya da bilmem kaç metre yerin dibinde çalışan maden işçisi, bayram günü çocuğuna bir hediye alabiliyorsa o zaman herkes için bir bayram olabilir diye düşünürüm. Yani bu insanlar iş güvencesine sahipse, işsiz kalmak, eve ekmek götürmek kaygısını taşımıyorlarsa, insanca yaşama kavuşabiliyorlarsa ve Türkiye’de tahakküm ilişkileri sona erdirilmişse yani çoğunluğun azınlık ya da erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü sona erdirilmişse. Eşitlik, özgürlük içinde yaşayabiliyorsanız. Yargıçların iradesinin siyasilere tabi olmadığı bir Türkiye’yse, işte o zaman Türkiye gerçekten bir bayram yapabilir diye düşünüyorum.”

‘Türkiye krizi’nde çözüm yolu demokrasi

‘Türkiye krizi’nde çözüm yolu demokrasi

Türkiye, AKP iktidarının politikaları nedeniyle; ekonomiden dış politikaya, hukuktan insan haklarına, demokrasiden yargıya dek birçok alanda krizle boğuşuyor. Prof. Korkut Boratav, Altan Öymen, Ahmet Türk, Rıza Türmen gibi aydınlar, tüm sorunların
– insan haklarına saygı,
– hukuk ve
gerçek demokrasiyle çözülebileceğini açıkladı.

[Haber görseli]

Türkiye, son dönemde ekonomiden dış politikaya, hukuktan insan haklarına, demokrasiden yargıya kadar birçok alanda krizle boğuşuyor. Cumhuriyet, aydınlara kriz ortamından nasıl çıkılacağını sordu.

Verilen yanıtlarda ortak vurgu;

“Gerçek demokrasiye dönülmeli, hukuk devleti yeniden kurulmalı, insan haklarına saygı gösterilmeli. Türkiye’de siyaset barış endeksine oturtulmalı” oldu. İşte verilen yanıtlar:

Prof. Dr. Korkut Boratav:  Ekonomik kriz hamasetle çözülmez

Türkiye’nin karşılaştığı, önemli bir ekonomik açmaz var. Bu açmazın iki boyutu var. Birincisi ulusulararası finansal düzenin tedirginliğini yaratan bir ortam. Bundan kaynaklanan denge bozuklukları oluşuyor. Türkiye’den net para çıkışı başladı. İkincisi uluslararası siyasi ilişkilerde özellikle ABD ile olan gerginlik. Bu gerilimin 2. boyutunu nasıl çözer bilemem. Fakat 1. boyut, yani ekonomik kriz ortamıyla ilgili boyut hamaset ve vatanseverlik söylemleriyle geçiştirilemez. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı çok ağır dış ekonomik bağımlılık koşullarının doğru teşhisi ve nedenlerine karşı alınması gereken önlemler, ekonomik mantıkla çözülür. İktidarda bu analizi yapma çabası algılamıyorum. Dolayısıyla ekonomi, başı boş şekilde kara deliğe sürüklenmektedir. Ciddi bir ekonomik teşhis bugünkü iktidarın kadrolarıyla mümkün görünmüyor. Türkiye’nin demokratikleşmesi bütün toplumun, halkın ortak sorunudur. Genel sorunumuzdur bu. Bana göre Türkiye şu anda faşizme sürüklenmenin ileri bir noktasındadır. Türkiye’yi faşizme sürekleyen güçlerle mücadele etmek gerekir.

Eski AİHM yargıcı Rıza Türmen: Hukuk devleti yeniden

Bugünkü tablo ortada. Türkiye’de bir rejim değişikliği oldu. Bu rejim değişikliğinde bütün güçler tek bir elde toplandı. Meclis işlevsiz hale getirildi. Bu da muhalefeti işlevsiz hale getirdi. Hakikatin saklandığı, gerçeklerin halka söylenmediği bir hayal dünyası yaratıldı. İç düşman, dış düşman algısı oluşturuldu. Muhalefet bakımından yapılacak en önemli şey, bu hayal dünyasının içine girmeden gerçekleri halka söylemektir. Milliyetçilik havası yaratılıyor. Dışında kalanlar vatan hainidir deniliyor. Baskıcı, tahakkümcü bir rejimde birleşmek gerekli değil.

Demokrasi değil

Tam tersi baskıcı rejime karşı mücadele etmek gerekir. Demokrasi mücadelesi vermek gerekir. Seçimlerden sonra, halkın yarısının üzerine büyük bir karamsarlık, umutsuzluk çöktü. Unutmamak lazım ki Türkiye, halkın yarısının istemediği bir rejim tarafından yönetiliyor. Bu rejimin adı da demokrasi de değil. Giderek daha çok demokrasiden uzaklaşılıyor. Burada tabii yeni bir umut verebilmek, demokrasi mücadelesi başlatmak lazım. 24 Haziran seçimlerinden sonra halkın üzerine çöken umutsuzluğu yeni bir enerjiye, demokrasi mücadelesi enerjisine dönüştürebilmek lazım. Bunu yapacak olan halkın yarısıdır. Siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, bunların birlikte hareket edebilmesi önemlidir…

Halk mücadelenin öznesi olmalı

Demokrasi mücadelesinin bir taraftan yatay birliktelik yani sivil toplum örgütleri, partiler arasında kurulabilmesi, öbür taraftan da dikey birliktelik tabandan gelen mücadele yapılması gerek. Mahalle mahalle halk meclisleri, bu mücadelenin öğesi olur. Halkın bıkkınlık, yılgınlık ruh halinden çıkartılıp aslında siyasi müacadelenin öznesi haline getirilmesi gerekir. Aktif yurttaşlık anlayışı gerekiyor.

İktidar duvarları ortadan kaldırmalı

Türkiye’yi uçuruma götüren – sürükleyen bir iktidar var. Buna karşı halka gerçekleri söyleyerek, hayal dünyasını kırarak aşağıdan bir mücadele dalgası çıkarabilmek gerek… İktidar Türkiye’yi demokrasiye döndürmeli, bu hayallerden vazgeçip, gerçekleri söyleyip, durum budur demeli.
– Gerçek bir demokrasiye dönmeli,
– hukuk devleti yeniden kurulmalı,
– insan haklarına saygı gösterilmeli.
Yapılacak şey budur. Ancak Türkiye, bundan giderek uzaklaşıyor. İktidar giderek daha baskıcı bir rejimde koltuk değnekleriyle ayakta durmaya çalışıyor. Türkiye’deki siyaseti savaş ekseninden çıkarıp barış endeksine oturtmalı. İç barış ve dış barış gerekiyor. Kutuplaşmaya değil uzlaşmaya ihtiyaç var. İktidar duvarları ortadan kaldırmalı. Demokrasi güçleri, sadece bir direniş değil aynı zamanda yeni bir demokrasinin de kurucusu olmalı. Sadece eleştirmek değil, alternatifi de ortaya koymalı. Çoğulcu katılımcı bir demokrasiye ihtiyacımız var.

Siyasetçi Ahmet Türk: Kalkınma için insan hakları

Aslında ekonomi ve demokrasi birbirini besleyen iki kurum. Demokrasi olmadan ekonomik krizden çıkış mümkün değil. Dünyada demokrasiyi esas almayan ülkelerin düştüğü ortam ortada. İnsan hakları, demokrasi olmadan ekonomik kalkınmayı başarmak mümkün değil. Tek kişinin yönettiği ülkede, bütün kararların doğru olacağını düşünmek aslında yanlıştır.
Kurumsal ve toplumsal meseleleri çok geniş bir süzgeçten geçirip toplumun önüne koymak lazım. Bugün toplumun talepleri, toplumun sıkıntılarını giderecek bir politika yürütülmüyor. Burada sadece cumhurbaşkanı bütün kararlar üzerinde etkilidir. Demokratik ülkelerde tek bir kişinin yönetiminde ekonomik, toplumsal uzlaşı mümkün olmuyor. Bu da ekonomik krizi, hem de toplum arasında ötekileştirilmiş büyük bir kesimin oluşmasına neden oluyor. Toplumun yarısını dost yarısını düşman ilan eden mantıkla bu ülkeyi kalkındırmak çağdaş değerlerle bütünleştirmek mümkün değil. Bir rejim ve demokrasi sorunudur. İstediğiniz kadar zam yapın, özelleştirme yapın, olmuyor. Bunun altından kalkamazsınız. Önemli olan demokrasi, çoğulculuk, demokratik siyasetin yürütülmesidir…

Gazeteci yazar Altan ÖymenÇözümün adresi Meclis

Ülkemizin şu sıradaki sorunları çok büyük ve çok çeşitli alanlardadır. Siz de belirtiyorsunuz, ekonomik alanda, politika alanında, dış politika alanında, hukuk ve adalet alanında, insan hakları alanında… Bunlar, sorunlarımızın sadece üst başlıkları… Bu başlıkların altında bir de “alt başlık”lar var ki, burada sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bunlara, tek merkezden ve sadece tek kişinin işleteceği bir karar ve icra mekanizmasıyla çözümler aranıp bulunması mümkün değil. Üstelik tek kişiye bağlı o mekanizmanın kuruluşu da çok yeni. Orada görevli olanlardan, birbirlerini tanıma fırsatını bile hâlâ bulamayanlar var. Eski bakanlıkların ve diğer devlet kurumlarının teşkilat ilkeleri ve çalışma koşulları değiştirilmiş. Bunların nasıl işleyeceğinin denemeleri bile yapılmamış.

Yetkileri alındı ama…

Böyle bir ortamda ülkenin yönetiminde kurum olarak deneyim sahibi olan ve geçmiş dönemlerde zaman zaman bugünkü gibi büyük sorunlar karşısında kalıp onların üstesinden gelebilmiş olan tek siyasal organ, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Gerçi Meclis’in -son Anayasa değişikliği ve uyum yasaları veya kararnameleriyle- yetkilerinin büyük bir bölümü alınmış, Cumhurbaşkanlığı’na devredilmiştir ama Meclis gene de, devletin temel kurumlarından biri olarak, çok güç koşullar altında olsa bile, varlığını sürdürüyor.

Herkes çareyi Meclis’te aramalıdır. Meclis, yaz tatilini ve/veya öteki tatilleri bırakıp görevinin başına çağrılmalıdır. Tüm siyasi partileriyle birlikte, komisyonlarıyla, genel kurullarıyla, partiler arası görüşme olanaklarıyla, sıraladığımız sorunların çözüm olanaklarını görüşmelidir. En azından şu sırada, çok tehlikeli hale gelmiş olan belirli gelişmeler karşısında, partiler arası görüşmeler yoluyla, sivil toplum kuruluşlarıyla temaslar kurarak bugünkü çok taraflı kriz haline, gerçekçi önlemler alınmasını sağlamaya çalışmalıdır.

Muhalefete görev düşüyor

Evet, Meclis’i devreye sokmak, ancak, iktidar çoğunluğunu oluşturan iki partinin bunu kabul etmesiyle mümkündür. Gerçi Meclis’in devreye girmesi o iki partinin de çıkarınadır. Ama o iki partinin bu gerçeğin farkına varması ihtimali zayıftır. Eğer o ihtimal, yani iktidar partilerinin öteki partilerle birlikte çalışması ihtimali gerçekleşmezse, görev, son genel seçimde birlikte hareket eden üç partiyle tüm muhalefet partilerine düşüyor. O partiler, yeniden bir araya gelmeli ve bugünkü sorunları çözmenin yollarını görüşmelidir. Önümüzde yerel seçimler var. O seçimler öncesinde durumun vahametini tüm seçmenlere anlatmaya çalışmalıdırlar. Ki, o seçimlerin sonucu, geçmişte de örnekleri görüldüğü gibi, bugünkü iktidara, kendisine çeki düzen vermesi için bir ihtar mesajı anlamını taşısın. (Cumhuriyet internet, 12.08.2018)

CUMHURBAŞKANI’NA HAKARET SUÇUNUNUN ANAYASA’YA AYKIRILIĞI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ ÇALIŞTAYI

Logo_Ankara_Barosu

 

CUMHURBAŞKANI’NA HAKARET SUÇUNUNUN
ANAYASA’YA AYKIRILIĞI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ ÇALIŞTAYI

Ankara Barosu tarafından düzenlenen Türk Ceza Kanunu madde 299’un (Cumhurbaşkanı’na Hakaret Suçunun) Anayasa’ya Aykırılığı ve Çözüm Önerileri Çalıştayı, 4 Aralık 2015 günü gerçekleştirildi. Çalıştayın açış konuşmasını, Ankara Barosu Başkanı Av. Hakan Canduran yaptı. Canduran, şöyle konuştu:

“Son dönemde gündemimizde sıklıkla yer alan TCK madde 299, uzun zamandan beri varlık nedeni ve uygulamaları ile hem hukuk camiasında hem de kamuoyunda ciddi tartışmalara neden olmaktadır. Söz konusu suçun, Anayasa’ya, tarafı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve iç hukukumuzda bağlayıcı etkisi bulunan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına aykırılıklar taşıdığı, birçok uygulayıcı ve akademisyen tarafından yüksek sesle dile getirilmektedir. TCK madde 299 ile ilgili olarak her gün açılan soruşturma ve davalar, günlük yaşamın, medyanın ve hukuk gündeminin maalesef ayrılmaz bir parçası konumuna gelmiştir.

Türkiye’nin, özellikle yargı uygulamalarında ifade özgürlüğünden yana değil, kamusal erki kullanan güçten yana olması sebebiyle ciddi hak ihlalleri yaşadığı ve yakın gelecekte de yaşayacağı gözlemlenmektedir. Sorunun, daha vahim ve onarılamaz bir boyuta gelmeden evvel pozitif hukuk kanallarının da aktif kullanım yolunu açarak çözümlenmesi gerektiği açıktır.

Bu vesileyle geniş ve farklı kesimleri bir araya getiren bu çalıştayın, sorunun çözümüne farklı bir bakış açısı getireceğine ve elde edilen çözüm önerilerinin hem uygulayıcılara
hem akademik çevrelere hem de nihai çözümü gerçekleştirecek olan Anayasa Mahkemesi ve/veya TBMM’ye ışık tutacağına inancımız tamdır. Ankara Barosu olarak, bu suç tipi ile ilgili başlatılan çözüm arayışlarının takipçisi ve aktif bir süjesi olacağı vaadiyle çalıştayın başarılı olmasını ümit eder; hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlarım.”

Çalıştayın TCK madde 299’un Yargı Pratiği başlıklı ilk oturumunu, Ankara Barosu ve Anayasa Mahkemesi’nin önceki başkanlarından Yekta Güngör Özden yönetti. Bu oturumda YARSAV Başkanı Murat Arslan, Yargıçlar Sendikası Başkanı Mustafa Karadağ, Cumhuriyet Gazetesi Avukatı Tora Pekin ve Ankara Barosu’na kayıtlı Av. Mustafa Gökhan Tekşen, Cumhurbaşkanı’na hakaret suçunun yargı pratiğini anlattı.

Akademisyen Gözüyle TCK Madde 299 konulu 2. oturumun başkanlığını ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Önceki Dönem Yargıcı ve 25. Dönem İzmir Milletvekili Rıza Türmen üstlendi. Bu oturumda da Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi ve Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Devrim Güngör ve Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ece Göztepe Çelebi, Cumhurbaşkanı’na hakaret suçunu akademisyen gözüyle değerlendirdi.

Çalıştayın Basın Gözüyle TCK Madde 299 başlıklı 3. oturumunu da Ankara Barosu Başkanı Av. Hakan Canduran yönetti. Bu oturuma ise Sözcü Gazetesi Yazarı Bekir Coşkun,
Birgün Gazetesi’nden Barış İnce ve Gazeteci – Yazar İlhan Taşçı konuşmacı olarak katıldı.

Av. Hakan Canduran’ın yönettiği Yasama Gözüyle TCK madde 299 başlıklı son oturumunda da CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal ve HDP İstanbul Milletvekili Filiz Kerestecioğlu, Cumhurbaşkanı’na hakaret suçunu yasama açısından değerlendirdi.
(http://www.ankarabarosu.org.tr/Arkasayfa.aspx?S=HaberTop10Img/haber1916)

======================================

Dostlar,

12. CB Erdoğan’ın kendisine hakaret edildiği savıyla yurttaşlar hakkında açtırdığı davalar
sayıca yüzlerle ifade edilmekte..
Yeryüzünde hiçbir uygar ülkede görülmüş – duyulmuş şey değil!..

AİHM‘nin net tersine içtihatlarına, bizim Yüksek Yargımızın da arada redlerine karşın
yerel mahkemeler genellikle mahkumiyet vermekteler. Bu ceza ne yazık ki “hapis” olarak uygulanmakta. Şehit cenazelerinde yüreğine ateş düşmüş şehit yakınlarından tutunuz,
15 yaşlarında çocuklara dek Erdoğan’ın mahkum ettirdiği insanlar!..

Bay RTE bilerek bu yolu kullanmakta ve bir baskı – korku iklimiyle yapıp – ettiklerine dönük muhalefet ve eleştirileri engellemeye çalışmaktadır. Bu durum düpedüz demokrasi dışıdır, otokratiktir ve çağdaş (modern) demokrasilerde kabul edilmesi olanaklı değildir.

Erdoğan’ın izlediği politikaların doğruluğundan ve hukuka uygunluğundan kuşkusu yoksa
neden bu baskıcı – boğucu yolu seçtiği anlaşılabilir bir tutumdur ve kendini elevermektedir.
Ancak bir hukuk devletinde bu durumun sürgit devamı kabul edilemez.

Hukuk çaresizlik kurumu değildir..

Cumurbaşkanı dahil, hiç kimse de hukukun üstünde değildir.

Hukuk kurumu bu katlanılamaz soruna hızla çare üretmek zorundadır.
Erdoğan, konuşmaları ile pek çok kişi ve kurumu pervasızca aşağılamaktadır.
Kendisini eleştiren ülkemiz aydınlarına “mankurt” deme hakkını kendinde bulabilmektedir!

Davranışları, sözlerinin içeriği, beden dili, küçümseyici bakışları, mimikleri, yersiz biçimde sürekli bağırarak ve hemen her gün çok fazla konuşması yığınları rahatsız ve tedirgin etmekte, çileden çıkarmakta hatta tahrik ederek adeta “suça” (?) kışkırtmaktadır.

Bir Cumhurbaşkanının böylesine davranmaya, kendi ulusunu aşağılamaya,
halkına hakaret etmeye hem insani, hem hukuksal, hem ahlaki, hem demokratik,
hem de mensup olmakla övündüğü İslam dini değerleri bakımından.. hiçbir biçimde
olanak yoktur.

Bu saptama net bir gerçekliktir ve bu davalarda bir karine olarak sanıklar lehine
ilgili mahkemelerde mutlaka hafifletici neden olarak dikkate alınmalıdır.

Hukuk herkesi iyiniyetli olmaya çağırır ve “bir hakkın sırf gayrı ızrar eden” biçimde kullanımını korumaz.

Öyle ki; bu tür davalara bakan mahkemeler Erdoğan hakkında yurttaşını suça iten
kasıtlı ve kışkırtıcı sürgit davranışlarından dolayı suç duyurusunda bulunmalıdır.

Cumhurbaşkanının sorumsuzluğu sınırsız ve keyfi bir alan değildir.

Salt vatana ihanet suçundan yargılanabilirlik, “yalnızca görevine ilişkin eylemler” ile sınırlıdır.

Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı ve Türk Hukuk Kurumu Başkanı Sabih Kanadoğlu şu saptamayı yapmıştır :

“… TÜM YET­Kİ­LE­Rİ İS­Tİ­YO­R”..
CUMHURBAŞKANI, kuv­vet­ler ay­rı­lı­ğı­nı bir ke­na­ra bı­ra­kıp bü­tün yet­ki­le­ri ken­di­sin­de
top­la­mak is­ti­yor. Baş­kan olun­ca ‘her şe­yi is­te­di­ğim gi­bi ya­pa­rı­m’ dü­şün­ce­sin­de…
cum­hur­baş­ka­nı bir si­ya­si par­ti için oy is­ti­yor. Ta­raf­sız­lı­ğı­nı bı­rak­mış, ye­mi­ni­ni unut­muş bir cum­hur­baş­ka­nıy­la kar­şı kar­şı­ya­yız. TÜRKİYE, te­rör ör­gü­tüy­le pa­zar­lık ya­pan bir ül­ke du­ru­mu­na ge­ti­ril­di. Baş­ba­kan­lı­ğı dö­ne­min­de de, Er­do­ğa­n’­ın Yü­ce Di­va­n’­da yar­gı­lan­ma­sı ge­re­ken suç­lar iş­le­di­ği bi­li­ni­yor.

.. ‘Baş­kan­lık sis­te­mi­’ adı al­tın­da ül­ke­mi­zi din­ci bir dik­ta­ya doğ­ru sü­rük­lü­yor­la­r.’..

Tayyip Er­do­ğa­n’­ı ta­raf­sız ha­le ge­tir­me­nin yo­lu, 276 oyu bul­du­ğu­nuz­da, cum­hur­baş­ka­nı se­çil­me­den ön­ce­ki suç­la­ma­lar ne­de­niy­le Yü­ce Di­va­n’­da yar­gı­lan­ma­sı­nı sağ­la­mak­tır. Baş­ba­kan­lık dö­ne­min­de­ki suç­la­ma­lar ne­de­niy­le Yü­ce Di­va­n’­da yar­gı­lan­ma­sı­na
276 oyu bul­du­ğu­nuz za­man en­gel bir du­rum yok..”
(AA, 05 Şubat 2015)
(Yazının tamamı için : 276’yi_bulan_Erdogan’i_Yuce_Divan’a_gönderir)

Hem tarafsızlığın dışına çıkmak, kendisine oy vermeyen kesimleri en hafif deyimiyle ötekileştirmek hem de Cumhurbaşkanlığı özel korunmasından yararlanmak istemek
çifte standarttır ve hakkaniyet dışı, yüksek adalet duygusunu zedeleyicidir.

Hukuk kurumu (TCK md. 299 vd.) biçimsel kurallarıyla belki bir süre daha Erdoğan’a
hizmet edebilir; ancak kamuoyu vicdanında yükselen isyan, meşru çözümlerini de üretecektir, üretmelidir.

Hukuk devletinin vazgeçilmez gereklerinden biri hukuk güvencesidir,
hukukun öngörülebilirliğidir.
Sert hatta çok sert de olsa olağan eleştiri hakkını kullanan yurttaşlar,
doğal olarak bu 2 temel evrensel hukuk kurumuna dayanmaktadırlar.

Erdoğan’ın, Anayasa md. 2’de tanımlanan ve değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek Cumhuriyet niteliklerinden olan Demokratik – Laik – Sosyal – Hukuk devletini tahrip etme, başkalaştırma hakkı asla olamaz! Bu açıkça Anayasal “darbe” suçudur.

Siyasal partiler başta olmak üzere yüksek yargı (Yargıtay) ve giderek Anayasa Mahkemesi’nin bu yıkıcı gidişe “dur” demelerinin zamanı gelmiştir.
Erdoğan’a bu gerçekler mutlaka anlatılmalıdır.
AİHM, kararlarında daha net ve kesin caydırıcı ifadeler, gerekçeler göstermelidir..

Üniversiteler, Hukukçular, felsefeciler, yönetimbilimciler, basın.. sorunu rahatlıkla tartışmalıdır.
(Bkz. “CHP’li başkana ‘Erdoğan’ hapsi!”,
http://ahmetsaltik.net/2015/11/17/chpli-baskana-erdogan-hapsi/)

AKP’nin akilleri Erdoğan’ı itidal ve teenniye ikna etmeli ve mutlaka frenlemelidir.
Türkiye’nin iç ve dış sorunları haddinden ziyadedir ve bunlara odaklanılmalıdır.
Mahkemeler ve kamuoyu bu yersiz davalarla işgal, taciz ve terörize edilMEmelidir.

Ankara Barosu’na bu sorumlu tutumu nedeniyle teşekkür ediyoruz. Toplantı tutanaklarının, bildiri metinlerinin hızla yayımlanarak kamuoyu ile paylaşılmasını diliyor ve bekliyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
11 Aralık 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Aydınlardan Erdoğan’a karşı bildiri


Aydınlardan Erdoğan’a karşı bildiri

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 7 Haziran 2015’te yapılacak genel seçimlere gölge düşürdüğünü vurgulayan akademisyenler, yayınladıkları bildiriyle anayasal kurumlara, siyasal partilere ve basın meslek örgütlerine, Erdoğan’a karşı ortak tavır alma
çağrısı yaptı.

Aydınlık / Ankara
03 Haziran 2015

Aralarında Prof. Korkut Boratav, Prof. Ersin Kalaycıoğlu, Erol Katırcıoğlu, Rıza Türmen gibi adların da bulunduğu yüze yakın akademisyen ve hukukçu bir bildiri yayınladı.

‘SEÇİM İLKELERİNİ İHLAL ETTİ’

Anayasa
nın amir hükmü gereği tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı’nın son haftalarda muhalefet partileri aleyhinde bir seçim kampanyası başlatmasıyla birlikte serbest ve adil seçim ilkelerini ihlal ettiğine dikkat çeken akademisyen ve hukukçular,
Hükümetin de seçim güvenliğini sağlamak bakımından üzerine düşen sorumluluğu
yerine getirmediğine işaret etti.
Bu durumun, çoğulcu-özgürlükçü demokrasiye onarılmaz bir zarar vereceğine yönelik endişelerini dile getiren imzacı akademisyenler, bildirilerinde
Anayasamızın ‘Cumhuriyetin nitelikleri’ arasında saydığı ve tüm uygar uluslarca benimsenen ilkeler tehdit altındadır.” ifadelerine yer verdi.
‘TÜM KURUMLAR GÖREVE’
 
Akademisyen ve hukukçular, bildirinin sonunda– “Başta AKP olmak üzere, seçime katılan bütün partileri;
Cumhurbaşkanı’nın seçim kampanyası dışında kalması için ortak tavır almaya,
– Medyayı; Cumhurbaşkanı’nın seçim konuşmalarını yayımlamamaya,
– Başta RTÜK, YSK ve AYM olmak üzere, sorumlu ve yetkili tüm anayasal kurumları;
bu adaletsizliğin düzeltilmesi için göreve,
– Hükümeti ise devlet olanaklarını Cumhurbaşkanı’nın seçim kampanyasına tahsis etmemeye
  ve seçim güvenliğini tam bir tarafsızlıkla sağlayıcı önlemler almaya çağırıyoruz.” dedi.
MEYDANDAKİLERE AKP SLOGANI ATTIRDI

 

perisan_portresi_28.8.13Tayyip Erdoğan seçim mitinglerine dün Kars ve Hatay’da devam etti. Erdoğan, Kars’taki konuşmasında, meydandakilere AKP sloganı attırdı. Erdoğan, konuşmasının bir bölümünde “Onlar konuşur AKP yapar..” sloganının “Onlar konuşuyor” kısmını dile getirdikten sonra meydanda toplanan kalabalık da hep bir ağızdan “AKP yapar” diye bağırdı. Erdoğan Kars’ta, Kemal Kılıçdaroğlu’nu sert sözlerle
hedef aldı.

Kılıçdaroğlu’na davetini yineleyip, kaçak sarayında altın klozet varsa, cumhurbaşkanlığını bırakmaya hazır olduğunu söyleyen Erdoğan,
“Ama yoksa sen, böyle bir şeyi ispat edemezsen, orada göremezsen, şu Cumhuriyet Halk Partisi’nin başına bela olmaktan çekilecek misin? Ya zaten bu CHP’nin başına gelirken de
yalan söyledin.” ifadelerini kullandı.
========================================Dostlar,

Bu Bildiriyi / Çağrıyı biz de aynen onaylıyor ve imzamızı koyuyoruz.

Bildiride adı geçen yetkili – sorumlu kurum ve kuruluşları, başta YSK (Yüksek
Seçim Kurulu) olmak üzere Anayasal görevlerini korkmadan yapmaya çağırıyoruz..

Anayasa Mahkemesi’ni “.. 12. CB Recep Tayyip Erdoğan tarafından apaçık anayasa ihlali yapıldığı saptaması ve uyarısı..” yapmaya çağırıyoruz.

Hukuk, çaresizlik kurumu değildir!

Pozitif norm eksikliği varsa, bu özde değil biçimdedir,.
Aslolan seçim güvenliği, adaleti ve hukukunun sağlanmasıdır.
YSK’nın varlık ve kurulma nedeni budur (Anayasa m. 79). Bu temel göreve engel olan
hangi kurum – kişi varsa, ünvanı – görevi – mkamı .. ne olursa olsun engellemelidir.
Yasalar karşısında herkes eşittir, bu bir evrensel hukuk kuralıdır (ayrıca Anayasa m. 10).
Cumhurbaşkanının yasaları ve Anayasayı apaçık – meydan okurcasına çiğneme hakkı
asla yoktur! Anayasal yeminini (m. 101) kezlerce bozmuş, tarafsızlığını apaçık yitirmiştir.
YSK hiçbir gerekçe – özür – çaresizlik belirtmeden Erdoğan’ı uyarmalı ve durdurmalıdır. 
Medeni Yasa’da bile, pozitif norm eksikliği durumunda yasa koyucu, yargıca,
boşluğu Meclis (yasa koyucu) gibi davranarak doldurma hak ve görevi vermiştir.
Medeni Yasa’da bile norm boşluğuna izin verilmemiştir :
Hukukun uygulanması ve kaynakları :
Madde 1 – Kanun, sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda uygulanır.
Kanunda uygulanabilir bir hüküm yoksa, hâkim, örf ve âdet hukukuna göre, bu da yoksa
kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar verir.)
Seçim mevzuatında (298 sayılı yasa) , Anayasada bu bağlamda boşluk olacağı – olduğu ileri sürülebilir mi?? Olsa olsa korkup çekinmek ya da yandaş olmak olasılıkları kalıyor geriye.
Bunlar YSK için düşünülemeyecek, akla bile gelmemesi gereken tehlikeli durumlardır.
YSK, 6’sı Yargıtay, 5’i de Danıştay’dan gelen 11 yüksek yargıçtan oluşmaktadır ve kararları Anayasaya göre (m. 79) kesin olup itiraz olanağı bulunmayan bir yüksek anayasal kurumdur.

YSK çare üretme makamıdır.
Temel görevi seçimlerin adaleti ve güvenliğidir.
Yasa hatta anayasa koyucunun yüksek muradı budur.
Dolayısıyla, amaca uygun yorumla, YSK gerekirse içtihat hatta hukuk yaratmalıdır.
Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin ilk kez 1803’te (212 yıl önce), yaratıcı ve genişletici,
işlevsel – amaca dönük yorumla, yasaların Anayasaya uygunluğunu denetleme görevini
yürekli bir içtihatla yoktan varetmiş ve anayasaya uygunluk yargısal denetimi kurumunu
dünya hukuk sistemine armağan etmiştir.

YSK’den beklenen bu ölçüde bir yaratıcılık, yüreklilik de değildir.
Eldeki mevzuat (298 sayılı yasa), başta Anayasanın ilgili hükümleri (m. 10. 79 ve 101), yasa – hukuk tanımayan, kendini her şeyin üstünde görme hezeyanı içinde çılgın gidişli ve dünyada örneği görülmemiş bir devlet başkanının durdurulmasına fazlasıyla yeterlidir.

Yeni hukuk üretmeye de gerek yoktur.. Verili normların cesaretle, basiretle yorumu yeterlidir.YSK bu kritik seçimde hem kendini yadsımamalı hem de 80 milyonluk Ülkemizin yazgısını – hukukunu koruma sorumluluğundan kaçınmamalıdır. Tarihe böylesine çaresiz – aciz – teslimiyet içinde.. geçmemeli, varlık nedenini – saygınlığını korumalıdır. Demokrasi uygulama ve kuramına anlamlı bir katkısı olmalıdır; orası sıradan bir bürokratik devlet dairesi değildir..

Mutlaka yargılanacak olan, hukuk tanımayan pervasız AKP’li CB RTE’nin ağır suçlarına
başta YSK ve AYM’nin… RTÜK, TRT ve basın – medya  organlarını asla ortak olmamaya seçime 3 gün kala bir kez daha çağırıyoruz..

Hükümeti de yasal görevlerini aksatmadan, seçim hukukuna tam saygılı olmaya çağırıyoruz.

Seçim psikolojisi içinde boğulmadan, demokrasi ilkelerinden ve hukuktan asla ayrılmadan..
Hepimizin güvencesi bu yolda davranmakta..

Sevgi ve saygı ile.
04 Haziran 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

AİHM’den Türkiye’ye Biber Gazı Mahkumiyeti

Dostlar,

AİHM‘nden bir mahkumiyet daha…

Başbakan RT Erdoğan biber gazı şöyle yasal böyle yasal…
diye kendisi dahil beyin yıkamayı sürdürsün..

Bu sitede daha önce de Sn. Rıza Türmen‘in (emekli AİHM yargıcı) kaleminden
bir başka mahkumiyet kararına yer vermiştik (Nisan 2012, Ali Güneş davası; http://ahmetsaltik.net/biber-gazi-insan-haklari-ihlali/, 11.6.2013,
Biber Gazı: İnsan Hakları İhlali)

Gezi direnişinin ülkeye yaygınlaşması ile artan polis vahşeti ve yaygın
acı sonuçlarının hukuksal hesabı er ya da geç verilecek..
Hele “güçlendirilmiş” biber gazının bedeli daha “güçlendirilmiş” olacak.

Kafa kıran, komaya sokan, kasıtlı ve yakın mesafeden yüze – başa hedef gözetilerek atılan biber gazı kanisterlerinin de..

Can yaksın ve damgalasın diye boyalı kimyasal içeren basıncı artırılmış
TOMA sularının da!

Göz çıkartan darbe etkili plastik mermeilerin de..

Yurttaşını köle ya da tutsak gibi görerek böcek gibi gazlayan, ölçüsüz dayak atan,
çivili sopalı canilere engel olamayan, satırlı milis canavarları salıveren…
Ama bayrak satan 5 çocuklu yoksul garibi isyana teşvikten tutuklayan…

Şimdiye dek 5 kurban veren, eli kanlı AKP iktidarından ve yasa dışı emirleri yerine getiren kamu görevlilerinden..

Devlet de sorumlu kamu görevlilerine zorunlu olarak rücu edecek
(Anayasa md. 40)..

Ve de bu insanlık dramını yansıtmayan, görmezden gelen, çarpıtan..
başta TRT ve AA olmak üzere medya sorumlularından..

Tarih önünde mutlaka yasal hesap sorulacaktır..

Sevgi ve saygı ile.
17.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================
AIHS

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM),
28 Mart 2006’da 10 kişinin öldüğü Diyarbakır olaylarında gaz kapsülünün direkt atışıyla ağır yaralanan 13 yaşındaki Abdullah Yaşa davasında Türkiye’yi mahkûm etti.

Biber gazının bu şekilde kullanımının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
İşkence ve İnsanlık Dışı Muameleyle Mücadeleyi kapsayan 3’üncü maddesini
ihlal ettiğine hükmeden AİHM, Türkiye’yi 15 bin Euro maddi ve manevi tazminata,
5 bin Euro da mahkeme giderleri olmak üzere 20 bin Euro cezaya çarptırdı.

  • AİHM, göstericilerin biber gazı kapsülleriyle yakın mesafeden
    hedef alınmasını insan hakkı ihlali olarak değerlendirdi.

İç hukuk yollarının tükenmesi nedeniyle İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi tarafından AİHM’ye taşınan davanın kararında, göstericilerin biber gazı kapsülleriyle yakın mesafeden ve doğrudan hedef alınmasının, ‘ölümcül vakalara veya ciddi yaralanmalara yol açabileceği için uygun bir polis davranışı olmadığı’ belirtildi.

AİHM kararında, polisin biber gazı kapsüllerini 45-50 derecelik açı ile atması ve
‘eğik atış’ yöntemini kullanması gerektiği belirtildi.
biber_gazi_sikan_polis
Kararda, Türk yasal mevzuatının kişilerin fiziksel bütünlüklerinin korunması için Avrupa’nın çağdaş demokrasilerinden beklenen düzeyde güvence sağlamadığına dikkat çekildi.
Türk hükümetinin bu davayla ilgili sunduğu, ‘polise saldıran ve yasadışı gösteri yapan grubun dağıtılması için orantılı güç kullanıldığı’ tezi ise kabul edilmedi.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 46’ncı maddesini temel alan AİHM,
biber gazı kullanımıyla ilgili 15 Şubat 2008 tarihli genelgeye karşın ölme ve yaralanma riskini enaza indirmek amacıyla Türk yasal mevzuatının kapsamlı biçimde
gözden geçirilmesini istedi. (Cumhuriyet portal, 17.7.13)

Biber Gazı: İnsan Hakları İhlali

Rıza TÜRMEN
CHP Milletvekili
Eski AİHM Yargıcı

portresi_riza_turmen

Biber Gazı: İnsan Hakları İhlaliBiber gazına maruz kalan vatandaşların önce derhal hastaneden bir rapor alarak savcılığa suç duyurusunda bulunmaları, ondan sonra da savcının takipsizlik kararından başlayarak bir ay içinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapmaları olanağı var. Anayasa Mahkemesi başvuruyu reddederse, 6 ay içinde AİHM’ye başvurabilirler ve manevi tazminat talep edebilirler.

Taksim olayları gösteriyor ki, insan haklarına önem veren devletimizde ve polisimizde, biber gazının güzel koku saçan bir sprey gibi serbestçe ve gelişigüzel bir biçimde kullanılabileceği, silahsız, barışçı gösteri yapan insanların yüzüne sıkılabileceği gibi yaygın bir kanı var.

AİHM’nin Ali Güneş (10.04.2012) kararı ve Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi raporları bunun böyle olmadığını söylüyor.

Ali Güneş davası

Ali Güneş bir öğretmen. 2004 yılında Mecidiyeköy’de bir grup arkadaşı ile birlikte oturarak barışçı bir protesto eylemi yapıyor. “Dağılın” uyarısına karşın eylemi sürdürünce, polis göstericilere biber gazı sıkıyor ve güç kullanıyor. Arkasından
Ali Güneş polis merkezine götürülüyor. 11 saat sonra serbest bırakılıyor.
Ali Güneş serbest bırakıldıktan sonra, Haseki Hastanesi’nden doktor raporu alıyor.

  • AİHM biber gazının, solunum yolu sorunlarına, kusma, göz rahatsızlıkları,
    göğüs ağrısı, alerji, deri hastalıklarına yol açabileceğini;
    yüksek dozda kullanılırsa solunum ve sindirim yollarında hücre hasarı ve akciğerde sıvı toplanmasına, iç kanamaya neden olabileceğini belirtiyor.

Biber gazının sağlık açısından doğurabileceği bu sakıncaları göz önünde tutarak başvurucunun yüzüne biber gazı sıkılmasının ve bundan kaynaklanan fiziksel ve zihinsel acının kötü muamele oluşturduğu ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 3 maddesini ihlal ettiği sonucuna varıyor.

AİHM ayrıca, başvurucunun, savcının soruşturma yapmadan 48 saat içinde
takipsizlik kararı vermesine ilişkin yakınmasını inceliyor. Takipsizlik kararının devletin etkili bir soruşturma yapma yükümlülüğüne aykırı olduğuna, dolayısıyla Sözleşme’nin 3. maddesinin bir de bu nedenle ihlal edildiğine karar veriyor.
Sonuçta devleti 10 bin Avro manevi tazminata mahkûm ediyor.

AİHM’nin de kararında gönderme yaptığı Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (İÖK) raporunda, biber gazının tehlikeli bir madde olduğuna ve özellikle kapalı yerlerde kullanılmaması gerektiğine önemle işaret ediyor. Oysa son olaylarda, polis CHP’nin Ankara İl Merkezi ve başka kapalı yerlerde bol miktarda biber gazı kullanmaktan çekinmedi.

Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (İÖK) tavsiyeleri

İÖK raporunda, açık yerlerde de biber gazının çok istisnai durumlarda kullanılması gerektiğini, kullanıldığı zaman da sağlığa verilecek zararı giderecek önlemlerin alınmasını, örneğin biber gazına maruz kalanların derhal doktora ulaşmasının sağlanmasını ve etkilerini ortadan kaldıracak ilaç verilmesini tavsiye ediyor.

İÖK’nin tavsiyeleri arasında şu hususlar da yer alıyor:

1. Biber gazının hangi durumlarda kullanılacağı hakkında güvenlik güçlerine
açık talimat verilmeli ve bu talimat mutlaka kapalı yerlerde kullanılmasını yasaklamalı.

2. Biber gazının kullanılması konusunda güvenlik güçleri özel bir eğitime tabi tutulmalı.

Gezi Parkı olaylarından, Türk makamlarının ne AİHM’nin kararını, ne de
İÖK’nin tavsiyelerini okumadıkları, okuduysalar da kulak asmadıkları anlaşılmakta.
Nasıl ki Başbakan bile güvenlik güçlerinin biber gazını orantılı bir biçimde kullanmayı bilmediğini kabul etti.

Ancak bu kabul, güvenlik güçlerinin biber gazı kullanma yöntemlerini değiştirmedi.

Vatandaş ne yapabilir ??

Biber gazına maruz kalan vatandaşların önce derhal hastaneden bir rapor alarak savcılığa suç duyurusunda bulunmaları, ondan sonra da savcının takipsizlik kararından başlayarak bir ay içinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapmaları olanağı var. Anayasa Mahkemesi başvuruyu reddederse, 6 ay içinde AİHM’ye başvurabilirler ve manevi tazminat talep edebilirler.

Bu arada belki de ilgili makamlar AİHM kararına ve İÖK’nin tavsiyelerine uyarlar
ve demokratik toplumlarda barışçı gösterilerin karşılığının biber gazı değil
“halkın sesini” dinlemek olduğunu kabul ederler.