Etiket arşivi: Prof.Dr.Anıl Çeçen

ULUSAL EGEMENLİKSİZ 23 NİSAN

ULUSAL EGEMENLİKSİZ 23 NİSAN

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Türkiye yeni bir 23 Nisan tarihini yaşarken, bu tarihin ulusal egemenlik bayramı olduğu gerçekliği giderek geride kalmaktadır. Her yıl 23 Nisan tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk milletiyle kaynaşarak yeni bir ulusal egemenlik bayramını kutluyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı bir karar ile ve bu doğrultuda yapılan yasal düzenlemeler çerçevesinde, Türk ulusu genciyle ve çocuklarıyla kucaklaşarak “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı hem devlet birimleri aracılığı ile yapılan resmi kutlama törenleri ile hem de ulusal demokratik kitle örgütlerinin katılımı ile hazırlanan toplumsal programlar aracılığı ile, Türk ulusunun bu mutlu günü bütün vatan sathında kitlesel katılımlar sağlanarak kutlanıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına doğru gidilirken, her sene aynı günde kutlanan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın, son yıllarda artık eskisi gibi kutlanmadığı görülmekte ve bu tarihte doksan dört yıldır yapılmakta olan resmi törenlerden, son dönemin yönetiminin eğilimleri doğrultusunda vazgeçilmeye başlandığı ortaya çıkmaktadır.

Aslında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kurtuluş savaşı tarihinden gelen bütün resmi bayramlar için, böylesine bir ilgisizlik ve uzaklaşma eğilimleri son dönemin egemen güçleri tarafından yurt sathında yönlendirilirken, Türk devletini ve Türk ulusunu var eden ulusal tarihin birikimi olarak öne çıkan resmi bayramlardan vazgeçildiği iyice ortaya çıkmaktadır. Benzeri olumsuz tutumlar I9 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı için de, son on yıldır siyasal baskılar aracılığı ile öne çıkarılırken, kız öğrencilerin üşümesi gerekçesiyle halka açık olarak düzenlenen I9 Mayıs spor gösterileri giderek Anadolu kentlerinde yapılmamaya başlanmıştır. Büyük Atatürk, vatanı düşman işgallerinden kurtarmak üzere Samsun’a çıktığı tarih olan ulusal kurtuluş savaşının başlangıç tarihini geleceğe dönük bir doğrultuda “Gençlik ve Spor Bayramı “ olarak ilan ederken, Türkiye Cumhuriyeti devletinin  resmi kuruluş tarihi olan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış tarihini de  Türk ulusunun geleceğini temsil eden çocuklara “Ulusal egemenlik ve çocuk bayramı “olarak armağan ediyordu. Aynı doğrultuda, cumhuriyet rejiminin resmen ilan edildiği gün olan 29 Ekim tarihi de Cumhuriyet Bayramı olarak, Türk ulusunun onur günü olarak bütün dünyaya açıklanıyordu. Benzeri bir doğrultuda, düşmanın büyük bir taaruz ile yenilgiye uğratıldığı tarih olarak 30 Ağustos günü de Büyük Zafer olarak Türk tarihine altın harfler ile yazılıyordu.

Türk devletinin başlangıç noktası olan TBMM’nin açılış günü, Türk çocuklarına armağan edilirken, ulusal egemenlik kavramı ile birleştirilerek geleceğe dönük bir yapılanmanın öncüsü olarak öne çıkarılıyordu. Tarih sahnesine bir büyük ulusal kurtuluş savaşı vererek çıkmış olan Türk ulusunun gelecekteki nesillerinin, daha hayatın ilk yıllarındayken bir bayram aracılığı ile devletleriyle ve sahip oldukları demokratik rejimleriyle tanışmaları, çeşitli törenler ile örgütlenmek isteniyordu. Nitekim, böylesine bir yaklaşım son derece başarılı bir sonuç vermiş, doksan yılı aşkın bir süre içerisinde 23 Nisan bayramları aracılığı ile cumhuriyet Türk çocuklarına aktarılmıştır. Yeni cumhuriyet kuşakları daha çocuk yaşlarındayken, Türkiye Cumhuriyeti ile tanışmak fırsatını bulmuşlar, yeni nesillerde bu bayramlar aracılığı ile bilinçli bir ulusal bilincin gelişmesi sağlanmıştır. Küreselci enternasyonalist liberal çevreler ulusları hayali cemaatlar olarak suçlamalarına rağmen, ulus devletlerin bilinçli uyguladıkları ulusal kalkınma ve gelişme programları aracılığı ile güçlü uluslar ortaya çıkmıştır. Türk ulusu bu açıdan dünya tarihindeki başlıca örneklerden birisidir. Kurucu önderin son derece bilinçli ve kararlı yaklaşımları ile geliştirilmiş olan uluslaşma programları zaman içinde devreye sokulurken, Türk çocukları ve gençleri geleceğin Türk ulusunun bilinçli ve kararlı vatandaşları olabilmişlerdir. Türk çocukları ile ulusal egemenlik kavramının tek bir milli bayramda birleştirilerek kutlanması sayesinde, Türk toplumundaki uluslaşma olgusu daha etkin bir biçimde geliştirilerek, güçlü bir ulusal yapı yaratılmıştır. Dünün Türk çocukları sonraki dönemin bilinçli Türk vatandaşları olmuşlardır.

Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti, imparatorlukların yıkıldığı bir sürecin sonucunda dünya haritasında kendisine yer bulabilmiştir. Krallıklardan ulus devletlere doğru bir uluslararası geçiş dönemi yaşanırken, Osmanlı hanedanı tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır. İmparatorluklar geniş alanlara yayıldıkları için, birçok ülkeyi sınırları içerisinde barındırmış ve bu yüzden de birden çok etnik kökenli ya da farklı dinden gelen cemaat gruplarını aynı devletin çatısı altında bir araya getirmiştir. Büyük devlet yapıları ile yüzyıllarca geniş alanlarda hegemonya kurmuş olan imparatorlukların zaman içerisinde yıpranarak zayıflamaları ve kontrolü kaybetmeleri üzerine, imparatorluk sınırları içinde yer alan çeşitli bölgelerin halkları ayrılarak, kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmışlar ve bu yüzden de belirli bölgelerde yaşayan halk topluluklarının sahip olduğu sosyal ve kültürel yapılar üzerinden hem uluslar hem de ulus devletler tarih sahnesine çıkabilmişlerdir. Yıllar geçtikçe nüfusun hızlı artış göstermesi   ve yüzyıllar boyunca aynı nüfusun belirli bölgelerde farklı özellikler kazanması üzerine etnik gruplar hızla uluslaşmışlar, büyük etnik gruplar böylece uluslaşarak kendi ulus devletlerini kurma yoluna giderlerken, daha küçük kalan etnik gruplar büyük grupların oluşturduğu ulus devletlerin sınırları içerisinde belirli bölgelerde yaşamlarını sürdürerek, öteki unsurunu oluşturmuşlardır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde görülen bu gibi gelişmeler Osmanlı ülkesinde de gündeme gelince, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yol kendiliğinden açılmıştır.

On sekizinci yüzyılın sonlarında gerçekleşen Fransız devrimi ile krallık rejimi yıkılarak halk kitlelerinin egemenliği doğrultusunda ulus devlet kurulurken, ulusal toplum ile ulus devlet arasındaki bağlayıcı noktanın ulusal egemenlik kavramı olduğu anlaşılmıştır. Krallık sonrasında yeni bir anayasal düzen kurulurken, devletin çekirdeğinde bulunan otorite kaynağı, ulus egemenliği olarak belirlenerek, hanedan egemenliğine son verilmiştir. Böyle bir aşamaya gelindiğinde, Vestfalya Antlaşması ile 1648 yılından başlayarak kabul edilen krallıkların sınırları içinde kalan bölge ülke olarak kabul edilerek, bu toprak parçası üzerinde yaşayan halkın bütünü o ülkenin ulusu olarak ilan edilmiştir. Krallıklardan ulus devletlere geçilirken, ulusal toplum tabanının kendi içinden örgütlenerek bir ulus devlet ortaya çıkarmasıyla, ulusal egemenlik kavramı devletin temellerinde yer almıştır. Kralın içinden geldiği hanedan yönetimi devre dışı bırakılırken, devlet örgütlenmesinin içi ulusal egemenlik kavramı ile dolduruluyordu. Her devletin temelinde bir varsayım yattığı için, feodal devlet ya da kral devlet bir aile, hanedan ya da güçlü kişi iradesine dayanıyordu. Bu gibi rejimlerde devletin temelinde ya kişisel ya da ailesel irade özel bir egemenlik biçimi olarak sürdürülüyordu. Fransız Devrimi ile bu duruma son verilmesi üzerine, toplumun bir bütün olarak iradesi devletin otoritesinin temeli olarak ulusal egemenlik adı altında örgütleniyordu. Geçmişin devlet yönetimi aile ya da hanedan gibi dar bir çerçevede tutulurken, yeni dönemde ülke sınırları içinde yaşamını sürdürmekte olan bütün bir toplumun bir üst kimlik altında devlet yönetimine sahip çıkması, ulusal egemenlik kavramı ile ifade edilmek isteniyordu. Ulusun bir bütünsel varlık olarak ülke yönetimine sahip çıkması ve devletin merkezi otoritesinin ulus adına yönlendirilmesiyle ulusal egemenlik kavramı kalıcı bir içerik kazanıyordu. Bir kralın aşırı otoritesi ya da bir hanedanın azınlık yönetimi altında ezilen halk kitleleri, yeni dönemde yepyeni bir ulus kimliği altında bir araya gelerek birleşiyor ve örgütlenerek devletin yönetimine geliyordu. Böylece, devlet teorisi doğrultusunda ulusun varlığı ve ağırlığı devleti yeniden yapılandırırken, merkezi güç ve otorite ulusal egemenlik olarak devreye giriyordu. Uluslar çağı başlarken, dünyanın her bölgesindeki ülkelerde ulusal egemenlik kavramından yola çıkan ulusal yönetimler gündeme geliyordu.

19. yüzyılda oluşumunu tamamlayan uluslar, 20. yüzyıla doğru üzerinde yaşadıkları topraklar da emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları vererek uluslaşma sürecini tamamlıyorlardı. Asya ve Afrika ülkelerinde beş yüz yıl boyunca süren sömürge yönetimleri 1. Dünya Savaşı sonrasında, dünya halklarının ayaklanarak isyan etmeleri üzerine sona eriyordu. Ezilen halk kitlelerinin öncülüğünde verilen kurtuluş savaşları ortak kaderi paylaşan bölge halklarının hızla uluslaşmasının önünü açıyor ve geleceğe dönük bir uluslaşma sürecinin devreye girmesi için elverişli bir ortam yaratıyordu. 1. Dünya Savaşı 20. yy’ın kaderini belirlerken, yıkılan merkezi imparatorluğun geride bıraktığı ahali, batı emperyalizminin çizmeleri altında ezilmeye başladığı anda, Mustafa Kemal Samsun’a çıkarak  Türk’lerin makus talihini değiştiriyordu. Dünya tarihinde batı emperyalizmine karşı ilk ciddi ulusal kurtuluş savaşı Anadolu toprakları üzerinde veriliyordu. Sömürgeci güçler Osmanlı devletinin merkezi ülkesi olan Anadolu’yu işgale geldikleri aşamada, eski Osmanlı ahalisi Mustafa Kemal’in önderliğinde savaşarak, bir ulusal kurtuluş savaşı veriyor ve bunu kazanarak da ulusal egemenliğini tam bağımsızlık statüsü altında ilan ediyordu. Hasan İzzettin Dinamo’nun kitabına verdiği isim gibi Anadolu ve Rumeli halkı bir araya gelerek ortak bir var olma mücadelesi vererek, batı emperyalizminin işgal girişimlerine karşı kutsal bir isyan hareketini başlatıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda, Atatürk’ün öncülüğünde ortaya konan milli irade ulusal egemenlik düzeninin temeli olarak, yeni devletin temelini oluşturuyordu. Milli sınırlar içende geleceğe dönük bir bağımsız yaşam düzeni oluşturmak isteyen Anadolu ve Rumeli halkı, sırt sırta vererek oluşturdukları dayanışma düzeni içinde, ulusal egemenliklerini kendi kaderlerini belirleme doğrultusunda tarih sahnesine çıkarıyorlardı.

Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu halkının temsilcileriyle gerçekleştirdiği milli kongrelerden aldığı yetki ile, Heyeti Temsiliye’nin başı olarak yeni başkent Ankara’da 23 Nisan 1920’de Türk milli devletini dünyaya ilan ediyordu. Atatürk ‘ün ana hedefi bir cumhuriyet rejimi kurmak olduğu için, bunun ancak ulus devlet oluşumu ile mümkün olduğu görülüyordu. Bu doğrultuda, 19. yy’daki gelişmeler değerlendiriliyor ve geçmişten gelen siyasal birikimin üzerine, ulusal egemenlik ilkesine dayanan bir ulus devlet ortaya çıkarılıyordu. Uluslaşma süreci imparatorluğun son dönemlerinde başladığı için,  geçmişten gelen potansiyeli Atatürk yerinde değerlendirerek, devleti kurduktan sonra uluslaşma doğrultusunda hızlı adımlar atıyordu. Ankara’nın milli başkent ilan edilmesi ve bu kentte milli devletin kamu kuruluşlarının kısa bir zaman dilimi içinde kurularak tamamlanması ile, Türkiye kısa bir zaman sonra, dünyanın merkezi coğrafyasında çağdaş bir ulus devlet olarak dünya kamuoyunun önüne çıkıyordu. Kurtuluş savaşının zafer ile sonuçlanmasından sonra, imzalanan uluslararası Lozan Antlaşmasında yeni devletin toplumunu uluslaştırma doğrultusunda önemli adımlar atılıyor ve eski imparatorluk ahalisinin uluslaşması doğrultusunda ana ilkeler kabul ediliyordu.  Osmanlı devletinden geride kalan ahalinin otuzdan fazla etnik ögeyi içinde barındırması ve Müslüman çoğunluğun yanı sıra gayrimüslim ve lövanten toplulukların da ülkede yaşamlarını sürdürmeleri gerçeği karşısında, uluslaşma süreci ileri batı ülkelerindeki standartlara göre ayarlanıyordu. Katı bir milliyetçiliğin yerine, çağdaş bir ulusalcılık, Atatürk’ün dikkatli adımları ile yeni devletin kuruluşunda belirleyici oluyordu. Yirmi yıl süre ile Türk toplumunun başında kalan Atatürk döneminde emperyalizme karşı, tam bağımsız bir ulusal egemenlik düzeni kurulması doğrultusunda önemli adımlar atılıyordu. Savaş koşullarında bile parlamento ile birlikte çalışan Kemalist yönetim, toplumun uluslaşması ve devletin tam anlamıyla bir ulus devlet biçimine dönük olarak kurumlaştırması doğrultusunda ulusal egemenliğe dayanarak önemli girişimleri başarıyordu. Atatürk dönemi, her yönü ile uluslaşmanın tamamlandığı bir bağımsızlık dönemi olarak Türk ulusunun geleceğini belirlemiştir.

Atatürk sonrasında ise, uluslaşma süreci dış müdahale ve baskılar ile durdurulmuştur. İkinci adamın Atlantik ülkeleri ile gizli antlaşmalara yönelmesi yüzünden, tam bağımsızlıktan önemli ölçülerde ödün verilmiştir. 2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye içine kapanarak yoluna devam etmiş ama savaşın galibi olan ABD’nin, Orta Doğu bölgesine gelmesi ve daha sonrasında İsrail devletinin kurulması üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslaşma süreci dış müdahaleler ile durdurulmuştur. Savaş sonrası dönemde Köy Enstitüleri ve Halkevlerinin kapatılmaları ile köylü toplumunu uyandıran modern uluslaşma süreci kesilmiştir. Atlantik emperyalizmi üzerinden  ülkede lövantenlerin ve gayrimüslimlerin etkilerinin artması uluslaşma sürecinin kesilmesinde önemli bir dönemeç olmuştur. Ülkenin doğusunda Büyük Ermenistan, batısında Megaloidea doğrultusunda  İyonya ya da Büyük Yunanistan kurmak isteyen  Hırıstiyanları, ABD’nin gelişi ile birlikte Büyük İsrail projesini yeni bir Orta Doğu yaratma görünümünde  Musevi  lobileri izleyince, Türkiye Cumhuriyetinin geleceğe dönük uluslaşma  sürecinin önü kesilmiştir. Sovyet tehdidi nedeniyle içine girilen NATO ittifakının, batı emperyalizminin denetim altına alma örgütüne dönüşmesi yüzünden, Türk devleti kendi toplumunun tam olarak uluslaşabilmesi doğrultusunda gereken adımları atamamıştır. Zaman içinde Tevhidi Tedrisat yasasından vazgeçilmeye başlanmış, ülkenin doğu bölgelerinde ciddi bir Türkçe eğitimi yapılmasına izin verilmemiş, yabancı okullar üzerinden farklı kimliklerin beslenmesini sağlayan bir gidiş, ulusal toplumu ve birliği tehdit eden bir biçimde gelişerek öne çıkmıştır. Türk Ocaklarına karşı Kürt Ocakları kurulmak istenmiş, gayrimüslimler yabancı kolejler aracılığı ile, Türk kimliğine karşıt bir çizgide eğitilerek, toplumun yeniden kozmopolitleşmesinin önü açılmıştır. 2. Meşrutiyet döneminde kurulmuş olan gayrimüslim cemiyetler, batı ülkelerinin destekleriyle Türk ulusal kimliğine karşıt bir çizgide çalışmalarını sürdürmüştür.

Soğuk savaşın son yıllarında ülkenin doğu bölgelerinde bölücü bir etnik terör batılı emperyalistler tarafından desteklenince, Türk toplumu yeniden alt kimliklerin hortlatılması macerası ile karşı karşıya kalmıştır. Daha önceleri Araratizm doğrultusunda geliştirilen etnik terör, Türk diplomatlarına karşı sürdürülmüş ve Türkiye’nin önü dış dünyada kesilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, batı ile artan ilişkilerde, batılı ülkeler Türkiye’deki gayrimüsimler ile ortaklıklarını geliştirerek, Türk ulusunu dışlayan ya da ikinci sınıf bir konuma sürükleyen girişimlerde bulunmuşlardır. Türklere Almanya’ya işçi olarak gitmek kalmış, batılılar ise Türkiye’ye gelerek ülkenin en güzel yerlerine el koyarak, geleceğe dönük bir kozmopolitizmi hem Türk ulusuna hem de Türk devletine karşı geliştirmişlerdir. Ayrıca, 20. yy boyunca Türkiye’yi yöneten kadroların batı ülkelerinde yetiştirilmelerine dikkat edilmiş ve batı ülkelerinden gelen batıcı aydınların siyaset sahnesinde öne geçmeleriyle birlikte, Türk toplumunun ve devletinin ulusalcı çizgide gelişmesi önlenmiştir. Bugün Türkiye devletinin ulusallığı yalnızca anayasada kalmış ve bu yüzden şimdilerde yeni anayasa dayatarak, devletin ulusal kimliğine son verilmek istenmektedir. Ayrıca, çeşitli kampanyalar ile ve küresel sermayenin denetimi altındaki medya ve basın yayınlarıyla, Türk vatandaşlarının alt kimliklerini öne çıkaran bir yaklaşım ısrarlı bir doğrultuda sürdürülerek, Türklük ve Türk kimliği devlet ve toplum düzeni içinden silinmek istenmiştir. Bu nedenle Türkiye artık ulusal egemenlikten kopartılarak batı egemenliğinin geçerli olduğu bir merkez üssü ülke konumuna düşürülmüştür. Batı emperyalizmi yerli işbirlikçileri ile geliştirdikleri ekonomik programlar ile, Türkiye’yi yarı sömürge konumuna düşürürlerken, devletin çekirdeğinde yer alan ulusal egemenlik ilkesinin yerini sermaye egemenliği almıştır. Küreselleşme sürecinin bir süper emperyalizme dönüşmesi yüzünden, Türkiye yavaş yavaş  bağımsız ulus devlet statüsünden, tıpkı Osmanlı devletinin son döneminde olduğu gibi, batı hegemonyasına teslim olmuş bir yarı sömürge ülke konumuna düşürülmüştür . Gelinen aşamada Türk ulusu, 23 Nisan ulusal egemenlik bayramını, ulusal egemenliğe sahip olmadan ve eskiden sahip olduğu kendi kendini yönetme gücünü elinden kaçırarak kutlamak durumundadır. Ulusal egemenlik bayramını, ulusal egemenlik düzeni olmadan kutlamak zorunda bırakılan Türk ulusu, ülkeyi bu duruma düşürmeleri nedeniyle, geçmişte işbaşına gelen bütün yönetimlerden gelecekte hesap sormak durumundadır. Türk ulusunun geleceğe yönelik özgürlük yürüyüşü böyle bir tavrı zorunlu kılmaktadır.

21. yy’ın ortalarına doğru Türkiye Cumhuriyeti yol alırken, Türkiye’yi ulusal egemenlikten uzaklaştıran ve batı emperyalizminin yeniden bağımlı sömürgesi konumuna sürükleyen eski yönetimlerin, ülkeye verdiği büyük zararların artık tartışılmasının zamanı gelmiştir. Önümüzdeki dönemde ya bu konular gündeme getirilerek, demokratik rejim içinde hatalı ve kusurlu kadrolardan hesaplar sorulacak ya da böylesine bir hesap sorulmasını istemeyen egemen güçler, gerçek gündem dışı sahte gündemler ile halk kitlelerini oyalayarak ya da ülkeyi daha fazla gerginliğe veya karışıklığa sürükleyerek ülke çapında bir ulusal denetim mekanizmasının oluşturulmasını önleyeceklerdir. Batı ülkelerindeki demokratik rejimlerin en önde gelen ilkesi olan hesap verilebilirlik kavramı, her nedense Türkiye’de gündeme getirilmemekte, batının önde gelen büyük devletlerinin taşeronu konumundaki kadroların siyaset sahnesinde ön planda yer alması sağlanarak, batı emperyalizminin istekleri doğrultusunda Türkiye bir yerlere doğru çekilmeye çalışılmaktadır. Uzunca bir süre medya kanalları aracılığı ile halk kitleleri uyutularak, kamuoyunda ulusal bir bilinçlenmenin oluşması önlenmiştir. Küresel sermayenin, küreselleşme döneminde bütün dünya ülkelerine saldırması gibi, büyük saldırılara hedef olan Türkiye’nin böylesine olumsuz bir durumdan kurtulabilmesi için yeniden bir ulusal kurtuluş mücadelesine olan gereksinme, her geçen gün daha da artmaktadır. Önümüzdeki yıllarda Türk ulusunun 23 Nisan bayramlarını eskisi gibi ulusal egemenlik düzeni içinde kutlayabilmesi için, Türkiye’nin batılı dost ve müttefikleriyle olan ilişkilerini yeniden düzenlemesi gerekmekte ve oluşturulacak yeni bağımsızlık düzeninde ulusal egemenlik hakkını hem Türk ulusu hem de Türkiye Cumhuriyeti, öbür bağımsız güçlü devletler gibi uluslararası hukuka göre özgürce kullanabilmelidir. İttifak ilişkilerinin ulusal egemenlik hakkını ortadan kaldırmasına cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve onu izleyen   Atatürk döneminde olduğu gibi izin verilmemelidir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk ulusunu, 23 Nisanlar’da ulusal egemenlikten yoksun bir biçimde ulusal egemenlik bayramı kutlamak durumunda bırakanlara karşı, Türk ulusunun daha kararlı bir tutum izlemesi gerekmektedir. Önceki yıllarda kutlanan her 23 Nisan bayramında Türk ulusunun geleceğe olan inancı ve umutları daha da artardı. Bugün gelinen noktada ise, herkes daha kötü bir duruma sürüklenmemek için, bir şeyler yapamaz duruma gelmiştir. Dünyanın en pahalı ülkelerinden birisinden yaşamak zorunda bırakılan Türk ulusu, yanı başında enerji depoları bulunurken, neden en pahalı petrolü ve doğalgazı kullanmak zorunda bırakıldığını artık birilerine sormak durumundadır. Aksi halde yarın daha olumsuz durumlar ile karşılaşmak söz konusu olabilecektir. Avrupa Birliği’ne gireceğiz hayalleri ile Türkiye’yi Gümrük Birliğine sokarak büyük dış borçlara sürükleyen eski yönetimlerden hesap sorulmadığı için, günümüzde bu gibi olumsuz tutumlar ve gelişmeler sürüp gitmektedir. 23 Nisanlarda insanlar artık eskisi gibi neşe dolamamakta, yarın ne olacak endişesi içerisinde ulusal egemenlik bayramları anlamını yitirmektedir Ulusal egemenliğini elinden kaçırmakta olan Türk ulusunun yeniden örgütlenerek geleceğe dönük yepyeni politikalar ile artık kendisine yeni bir yön çizmesi gerekmektedir. Önümüzdeki dönemde  ortaya çıkabilecek yeni ulusal hareketler ya da örgütlenmeler, küresel emperyalizmin örümcek ağından Türkiye’yi kurtarabilecek düzeyde güçlü  yapılanmaları   toplumun önüne getirebilmelidir. Böylece devletin özünde var olan ulusal egemenlik kavramı yeniden içerik kazanarak, Türk ulusunun kendi geleceğine sahip olabilmesini sağlayabilecektir. Türklerin tarih sahnesi önünde ölüm kalım savaşı vererek ele geçirdiği ulusal egemenlik düzeninin gelecekte her türlü baskı ve tehdide rağmen yaşatılabilmesi için gerekirse yeniden böylesine bir savaşı göze almak gerekmektedir.

Küresel emperyalizmin bütün ulus devletleri yok olma tehdidi ile karşı karşıya bıraktığı yeni dönemde, bütün ulus devletlerin bir araya gelerek tarih sahnesine çıkış aşamasında kazanmış oldukları ulusal egemenlik hakkına yeniden sahip çıkmaları gerekmekte ve bu doğrultuda daha gelişmiş bir uluslararası dayanışma düzeni içine girmeleri zorunluk kazanmaktadır. Büyük patronların ve para babalarının oluşturduğu küresel ortaklığa karşı, dünya halklarının ve devletlerinin daha gelişmiş bir dayanışma düzeni çerçevesinde bir araya gelerek, küresel sermayenin yaratmış olduğu süper emperyalizme karşı ortak bir dayanışma girişimine kalkışmaları, daha adil bir yeni dünya düzeni için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Tek başına hiçbir ulus devletin sahip olduğu ulusal egemenlik hakkını, küresel sermayenin ekonomik alan üzerinden yaratmış olduğu emperyalist saldırı ve işgal hareketlerine karşı koruyabilmesi ya da savunabilmesi giderek zorlaşmaktadır. Dev gibi büyüyen ve giderek kendi alanında tekelleşen küresel şirketlerin ulus devletler ile giriştikleri ilişkilerin yeni bir sömürgecilik dönemine yol açması gerçeği karşısında, ulus devletlerin azalan gücü nedeniyle bir şeyler yapılamamakta ve bu nedenle de karşı dengeler giderek daha da bozulmaktadır. Tekelci şirketlerin uluslar arası alanda  küresel devlet gibi hareket etmeye başlamaları yüzünden, şirketler ile devletler arasındaki geçmişten gelen dengeli ilişkiler bozulmuş ve küresel  sermaye devleşen şirketleri aracılığı yeryüzünde var olan bütün devletlere karşı, kendi çıkarları doğrultusunda  baskılar yaparak, her açıdan ağırlıklarını ortaya koyarak ve   bazen da tehdit ederek, bu ülkelerin  hukuk açısından sahip  oldukları ulusal egemenlik haklarını  kullanılmaz  bir hale getirmişlerdir . Türkiye Cumhuriyeti de bir ulus devlet olarak, öbür ulus devletlerin birlikte yaşamak zorunda bırakıldıkları böylesine bir ulusal egemenlikten uzaklaşma sürecinin kurbanlarından biri olmuştur. Yeni bir ulus devletler işbirliğinin, her devletin sahip olduğu ulusal egemenlik hakkını koruyacak bir doğrultuda evrensel alanda geliştirilmesi gerekmektedir.

Geleceğin 23 Nisanlarında, Türk ulusunun yeniden ulusal egemenlik ilkesi doğrultusunda Türk ulus devletinin yazgısına sahip olmasıyla birlikte, gerçek anlamda bir ulusal egemenlik bayramı kutlaması mümkün olabilecektir. Bugün için böyle bir durumdan söz edebilmek ne yazıktır ki, mümkün olamamaktadır. “Ne mutlu Türküm diyene“ sözünün Atatürk heykellerinin duvarlarından silindiği bir aşamada, Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü bir biçimde yoluna devam edebilmesi ve içine düşürüldüğü çıkmazdan kurtulabilmesi için, Türk ulusunun silkelenerek ve uyanarak kendi yazgısına sahip çıkması, atılması gereken ilk adımdır.

Küresel sermayenin

– siyaseti finanse etmesi,
– medya ve basın organlarını satın alarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanması ve
kendi adamlarını ulus devletlerin başına işbirlikçi taşeron bir yönetici olarak getirmesi

gibi olumsuz gelişmelerin önlenmesini sağlayacak yepyeni bir ulusal uyanış, toparlanma ve  bağımsızlıkçı karşı hareketler, bütün ulus devletlerde olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nde de demokratik yollardan gündeme getirilebilmelidir. Eski Osmanlı ahalisi Türk ulusu olarak dünya sahnesine çıkarken kendisini yeniden yaratarak, tam bağımsız çağdaş bir cumhuriyet çatısı altında mutlu olma şansını yakalayabilmiştir. Bu doğrultuda Türk ulusunun mutluluğunun  gelecekte sürdürülebilmesi için, ulusal egemenlik düzeninin yeniden Atatürk döneminde olduğu gibi  tam bağımsız bir biçimde kurulması gerekmektedir. Bu doğrultuda, ilk adım olarak

  • “Ne mutlu Türküm diyene! “

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER YENİDEN KURULMALIDIR

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER
YENİDEN KURULMALIDIR

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Dünyada her geçen gün; küresel sermayenin yeryüzü imparatorluğu oluşturma doğrultusundaki zorlamalar, baskılar, saldırılar, tehditler ve işgaller yüzünden sıcak çatışmalara hızla sürüklenirken, evrensel barış ortamı giderek ortadan kalkmakta ve insanlık 2 büyük dünya savaşı macerasından sonra 3. bir büyük savaş tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. 1. Dünya Savaşı’nın çok kanlı geçmesi nedeniyle, insanlığı temsil eden büyük devletlerin öncülüğünde 21. yy’ın başlarında Milletler Cemiyeti adı altında bir uluslararası örgüt kurulmuş ve bu doğrultuda ikinci bir dünya savaşı çıkmasını engellemek üzere insanlık seferber olmuştur. Ne var ki, bütün çabalara karşın Milletler Cemiyeti zayıf kalmış ve Hitler üzerinden geliştirilen yeni bir proje ile dünya 2. Dünya Savaşına sürüklenmiştir. İki büyük dünya savaşı Avrupa topraklarında cereyan edince Batılılar, 3. kez bir dünya savaşı ile karşılaşmamak üzere, Milletler Cemiyeti deneyinden yararlanarak daha ciddi ve güçlü bir uluslararası örgüt olarak BM’i kurmuşlardır. ABD 2. Dünya Savaşı sonrasında dünya jandarmalığına soyunurken, bu konumunu bütün devletlere kabul ettirebilmek üzere BM örgütlenmesini kullanmış ve bu uluslararası kuruluş üzerinden dünyayı yönlendirme politikalarını geliştirmeYe başlamıştır. Böylesine bir evrensel örgütün kurulmasına giden yolda, Hitler Almanya’sı öncülüğünde geliştirilen faşist cepheye karşı, bir Atlantik inisiyatifi, 2. Dünya Savaşı’nın tam ortalarında İngiltere ve ABD’nin biraraya gelerek Atlantik Bildirisini ilan etmeleri ilk adım olmuş daha sonra da Çin ve Rusya’nın öncülüğünde imzalanan Moskova Bildirisi, dünya uluslarının evrensel bir örgütün çatısı altında bir araya gelmelerini sağlayan 2. adımı oluşturmuştur.

  1. Dünya Savaşı’nın son yılında önce bir ABD kentinde daha sonra da Rusya’nın Kırım yarımadasında bir araya gelen büyük devletler, aralarında anlaşmaya vardıktan sonra 26 Haziran 1945’te BM örgütünü kuran, uluslararası antlaşmayı imzalayarak, insanlığın ortak bir çatı altında bir araya gelebilmelerini sağlayan resmi gelişmeyi tamamlamışlardır. Bu örgütün öncüsü 4 büyük ülke olarak ABD, İngiltere, Rusya ve Çin aralarına 5. büyük ülke olarak Fransa’yı da alarak BM örgütünün üst yönetim organı olan Güvenlik Konseyinin 5 sürekli üyesi olmuşlardır. BM, resmi adında ulusların birliği olarak adlandırılmasına karşılık, antlaşmanın giriş bölümünde halkların birliği olarak tanımlanmakta ama gerçek politik yaşamda bir devletler birliği olarak hareket etmekte ve her devleti de kendi hükümeti bu örgütün çatısı altında temsil etmektedir. Başlangıçta 50 ülkenin katılması ile kurulan bu uluslararası örgüt daha sonra bağımsızlığını elde eden eski sömürgelerin devlet olarak başvurmasıyla ve kimi devletlerin bölünmesiyle ortaya çıkan yeni devletlerin başvurmasıyla günümüzde 220 devletten oluşan bir uluslararası kuruluş konumuna gelmiştir. Avrupa sömürgelerinin bağımsız devletler olması, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ortaya çıkan yeni devletlerin de BM üyesi statüsü kazanmalarıyla birlikte bu örgüt neredeyse bütün dünyayı kucaklayan ve her devleti çatısı altında toplayarak bir anlamda dünya devletlerinin bağlı olduğu bir çeşit üst dünya devleti konumuna gelmiştir. Uluslararası alanda bir dünya düzenin kurulması, BM’e bağlı örgütler aracılığı ile çeşitli alanlarda düzenlemeler yapılarak ve uluslararası protokoller hazırlanarak evrensel bir hukuk düzeni yaratılmak istenmiştir. Örgütün genel kurulu, Güvenlik Konseyi ve bağlı kuruluşların üst yönetimlerinin aldığı kararlar üzerinden küresel bir dayanışma ortamı sağlanmaya çalışılmış ve bu doğrultuda uluslararası  inisiyatif geliştirilerek ülkeler ve milletler arasındaki çekişmelere ve sorunlara çözüm için çalışılmıştır.

      BM çatısı altında çeşitli uluslararası kuruluşlar oluşturulmuş ve BM öncülüğünde bu kuruluşların kendi alanlarında etkin çalışmalar yapmaları sağlanmıştır. Uluslararası çalışma örgütü, Uluslararası eğitim, bilim ve kültür örgütü, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Uluslararası Kalkınma Birliği, Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası,  Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü, Uluslararası Atom Ajansı,  Dünya Posta Birliği,  Dünya Gıda Örgütü (FAO), Uluslararası Yerleşim Birimi, Çevre Sorunları Örgütü (UNEP), Uluslararası Kalkınma Programı, Mülteciler Yüksek Konseyi (RHC),  Uluslararası İnsan Hakları Yüksek Konseyi, Uluslararası Maliye Örgütü, Uluslararası Denizcilik Kurumu gibi kuruluşlar, BM’e bağlı olarak bu örgütün aldığı kararlar ve yönlendirmesi doğrultusunda çalışmalarını sürdürerek bir dünya düzeninin oluşumuna kendi alanlarındaki etkinlikleri ile katkıda bulunmağa çalışmaktadırlar. Uzmanlık kuruluşları aynı zamanda kendi alanlarının sorumlusu olarak da BM’in gereksinme duyduğu konularda çalışmalar yaparak örgütün etkinliğinin artmasına ciddi katkılarda bulunmaktadırlar. 30’dan çok uluslararası kuruluşu çatısı altında örgütleyen BM bir anlamda dünya devleti boşluğunu doldurmakta ve yerkürede yaşayan 7,7 milyar insan ile 220 devleti ortak bir yönetime doğru götürerek küresel barış ortamının istikrarlı bir doğrultuda sürdürülmesine sağlamaktadır. Çalışmalar sırasında kimi yeni alanlarda boşluk görülürse, BM örgütü genel kurul kararı ile kendisine bağlı olarak çalışacak yeni uluslararası kuruluşlar örgütleyebilmektedir.

      Bütün üye devletlerin tek bir temsilci ve oy ile temsil edildiği genel kurul örgütün hem tartışma hem de karar organıdır. Dünya kamuoyunu ilgilendiren bütün konular ilgili devletler ya da uluslararası kuruluşlar aracılığı ile BM çatısı altına getirilerek her yönü ile tartışılmaktadır. Belirli gündem ile yapılan genel kurul toplantılarında dünya kamuoyunu yakından ilgilendiren bütün uluslararası sorunlarda tartışmalar yapılır ve ilgili yanların görüşleri alındıktan sonra sorunların çözümü doğrultusunda genel kurul kararları alınır. Normal koşullarda devletler için alınan kararlar tavsiye niteliğindedir ama kritik ve acil konularda BM genel kurulu kesin bağlayıcı kararlar alarak, tehlikeli ve zarar verebilecek durumların önlenebilmesi doğrultusunda hareket edebilir. Genel Sekreterliğe bağlı olarak görev yapan çeşitli komisyonlar uzman kişilerden oluşturularak sorunların incelenmesi ve komisyon raporları ile genel kurula getirilmeleri sağlanmağa çalışılır. Evrensel barışın korunması ve örgütün üst düzeyde yönetilmesini sağlayan BM Güvenlik Konseyidir. 15 üyeden oluşan bu Konseyin 5 sürekli üyesi, öncü 5 büyük devlet olarak belirlenmiş ve 10 üyelik de 2 yıl için seçilen geçici devlet temsilcilerinden oluşturulmuştur. 5 kurucu sürekli üyenin veto hakkının bulunması zaman zaman Güvenlik Konseyini karar veremez durumlara getirmiştir ama gene de örgütün ağırlığı sorunların çözüme kavuşturulmasında etkili olarak, uluslararası ihtilafların örgüt çatısı altında sonuçlandırılmaları sağlanabilmiştir. Sosyalist blok zamanında Sovyetler Birliği’nin sürekli veto mekanizmasını kullanması nedeniyle Güvenlik Konseyinden karar alınamaz gibi durumlar ortaya çıkmıştır. Soğuk savaş döneminin sona ermesinden sonra, Güvenlik Konseyi daha rahat çalışma olanağı bulmuştur ama gene de büyük devletlerin birbirlerinden ayrılan politikaları yüzünden konsey karar alamaz durumlara düşmüştür. Güvenlik konseyinden ayrı olarak vesayet yönetiminin yürütüldüğü ülkeler için bir vesayet konseyi ve dünya ülkelerinin gereksinmelerinin karşılanabilmesi için de Ekonomik ve Sosyal Konsey, BM çalışmalarında önde gelen hizmetler yapan ilgili birimlerdir. Uyuşmazlıkların ya da çeşitli ihtilafların barışçı çözüme kavuşturulması genel kurul ya da güvenlik konseyi kararları ile sağlanmaya çalışılmış, üye devletlerin dikkatli çalışmaları ve hoşgörülü tutumları sayesinde barışçı sonuçlar elde edilebilmiştir.

      Barışa karşı tehdit ya da normal barış ortamının bozulması gibi durumlarda BM otomatik olarak dereye girerek, Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda çeşitli önlemleri ya da yaptırımları devreye sokarak yeniden barış ortamına dönüşü sağlamağa çalışmaktadır. Konsey, uluslararası hukuka aykırı bir doğrultuda saldırı ya da tehdit durumlarını belirlerse o zaman devreye girerek taraflara önce tavsiyelerde bulunur, taraflar bunlara uymazsa o zaman çeşitli yaptırımlar gene konsey kararı doğrultusunda devreye sokulabilir. Gelişmekte olan ülkelere her türlü yardımın yapılması, bu ülkelerdeki devlet ve hükümet yapılanmalarının geliştirilmesi, bütün dünya ülkelerinin ortak insanlık ortamına kazanılabilmesi için BM örgütü üzerine düşen görevleri yerine getirmeğe çalışmaktadır. Özellikle insan hakları alanında çeşitli mağduriyetlerin giderilmesi için yetkili uzmanlar aracılığı ile hukuksal altyapının kurulabilmesi doğrultusunda hukuk yardımları da düzenli olarak yapılmaktadır. Her türlü sorunun aşılabilmesi ve çeşitli sorunlarda etkili çözümler üretilebilmesi için BM özel fonu kullanılmakta, BM kalkınma konferansları aracılığı ile de geri kalmış ülkelerin hızla dış dünyaya açılabilmeleri ve ileri ülkeler düzeyine gelebilmeleri için çeşitli uluslararası girişimler planlı ve düzenli olarak yürütülmektedir. Bu gibi çalışmaları ile BM bir anlamda bütün dünya ülkeleri için ve özellikle geri kalmış devletler açısından bir can idi ya da kurtarıcı konumundadır. 21. yy’da 7,7 milyarlık dünyada birçok sıcak sorun bulunmasına karşın, insanlığın yolunu gene de barış ortamında sürdürebilmesi BM’in varlığı sayesinde mümkün olabilmektedir. Dünyanın birçok yerinde sıcak çatışmaya dönüşen yerel ya da bölgesel sorunların bir büyük dünya savaşına dönüşmesi BM aracılığı ile önlenerek 3. dünya savaşına giden yolun önü şimdilik kesilebilmektedir. Ne var ki, büyük devletlerin ve güç merkezlerinin asılmaları ve de zorlamaları yüzünden zaman zaman BM’in gücü de sınırlı kalabilmekte ve bu uluslararası kuruluşun otoritesi güçler arası çekişmelerin çatışmalara dönüşmesini önlemekte yetersiz kalabilmektedir.

     BM, 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulduktan sonra 20. yy içinde yarım yüzyıllık bir çalışma dönemini geride bırakarak üçüncü bin yıla girerken bir milenyum bildirisi yayınlamıştır. Daha zengin, barışçı ve adil bir dünya için açıklanan bu bildiride insan onuru, eşitlik ve haklılık ilkelerine sahip çıkılmış, daha adil bir dünyada sürekli barış ortamında ve bütün insanlığın refah ortamının getirdiği zenginliklerden yararlanabilmeleri açıkça bir dilek olarak ifade edilmiştir. Devletlerin eşit egemenliği, toprak bütünlüğü, sınırlarının dokunulmazlığı, bağımsız statüleri resmen tanınmış, insan haklarına saygı ile beraber devletlerin iç işlerine karışılmaması, uluslararası işbirliği çerçevesinde bütün sorunların adil çözümlere kavuşturulması kabul edilmiştir. İnsanlığın ortak geleceği için sürekli çaba göstermek gerektiği vurgulanırken, bütün dünya halklarının daha iyi bir durumda olabilmeleri için küreselleşmenin önemi üzerinde durulmuştur. Özgürlük, eşitlik, hoşgörü, dayanışma, doğaya saygı ilkeleri doğrultusunda bütün insanlığın ortak sorumluluğu bulunduğu ve bunun dünya devletleri tarafından paylaşılması gerektiği dile getirilmiştir. İnsan kitlelerinin yok edecek silahlardan kurtulmak, bu doğrultuda yürütülecek silahsızlanma girişimleri ile uluslararası barışın güvenlik altına alınması gerektiği belirtilmiştir. Anlaşmazlıkların barışçı yollardan önlenmesi, silahlı çatışmalara meydan verilmemesi, silahların denetimiyle birlikte silahsızlanmanın desteklenmesi; uluslararası terörizm, kaçakçılık ve uyuşturucu sorunlarının çözümü için güçlü bir işbirliği sağlanması önerilmiştir. Nükleer silahların sınırlandırılması, uluslararası kuruluşların denetimi altına alınması. BM’in bu konuda öncü girişimlerde bulunması gerektiği açıkça savunulmuştur. Yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlikle ciddi plan ve programlar doğrultusunda mücadele edilmesi gerektiği, kalkınma ve daha iyi bir yaşam düzenine sahip olmanın herkes için bir hak olduğu ifade edilirken, en az gelişmiş ülkeler için BM’in özel bir konferans örgütlenmesine gideceği ilan edilmiştir. Geri kalmış ülkelerin borçlarının silinmesi ya da uzun vadeli ödeme programlarına bağlanması, kalkınma yardımlarından olabildiğince fazla düzeyde yararlandırılmaları, kimi ülkeler için sahip oldukları özel koşullar nedeniyle farklı kalkınma programlarından yararlandırılmaları gerekliliği, herkese ulaşılabilir temiz su ve gıdalar ile ilaçların sağlanması, salgın hastalıklar ile uluslararası alanda güçlü programlar doğrultusunda mücadele edilmesi, iletişim ve teknoloji alanında meydana gelen hızlı değişimlerden halk kitlelerinin olabildiğince yararlandırılmaları, ortak çevrenin elbirliği ile korunması, ormanların ve yeşil alanların doğal yapılarının korunması, kuraklık ve çölleşme ile mücadele edilmesi, demokrasi ve insan haklarının her açıdan korunması ve desteklenmesi, her türlü ayırımcılığın önlenmesi, kadınların, çocukların ve zayıf insanların korunmaları, sivil toplum kuruluşlarıyla beraber halkların ve göçmenlerin de korunmaları,  Afrika kıtasının geri kalmış koşullarının dikkate alınarak Afrika ülkeleri için özel koruma ve destek programlarının geliştirilmeleri gerektiği 3. bin yılın başında genel kurul kararı ile ilan edilen Milenyum Bildirisinde açıkça ifade edilmiştir.

      BM’nin, gerektiği gibi çalışabilmesi ve kendisinden beklenen kamu hizmetlerini yerine getirebilmesi için güçlendirilmesi gerektiği Milenyum Bildirisinin son bölümünde dile getirilmiştir. BM genel kurulu kararı ile bu bildiri dünyaya açıklanırken örgütün amaçları ve işlevlerinin gerçekleşebilmesi doğrultusunda her türlü çabanın gösterileceği ve hiçbir özveriden çekinilmeyeceği insanlığa bir söz verilme biçiminde açıklanmıştır. Merkezi organ olarak genel kurulu daha güçlü bir konuma getirmek, Güvenlik Konseyinde her açıdan kapsamlı bir reformun yapılması, Ekonomik ve Sosyal Konseyin ana sözleşmede belirtilen görevlerini yerine getirebilmesi için güçlendirilmesi ve uluslararası işlerde adaleti ve yasa egemenliğini sağlayabilmek için Uluslararası Adalet Divanı’nın konumunun güçlendirilmesi, görev ve sorumlulukların daha etkili yerine getirilebilmesi için BM’nin temel organlarında danışma ve eşgüdüm yöntemlerinin geliştirilmesi ve bütünüyle BM örgütünün güçlendirilmesi için gerekli olan maddi kaynakların bütün üye ülkelerin katkıları ile sağlanması zorunluluğu, sekreterlik makamının bütün örgütün işleyişini sağlayacak düzeyde güçlendirilmesi ve BM’e bağlı olan uzmanlık kuruluşlarıyla beraber diğer uluslararası kuruluşlar arasında daha düzenli ve etkili bir çalışma düzeninin kurulması gerektiği, bütün uluslararası kuruluşlar arasında barış ve güvenliğe dayanan daha istikrarlı bir çalışma ortamının yaratılmasının yararlı olacağı, insanlık ailesinin gelecekte daha gelişmiş ve insan onuruna yaraşan bir yaşam düzenine sahip olabilmesi için ve evrensel barış ile işbirliğinin süreklilik kazanabilmesi açısından BM’in vazgeçilemez bir uluslararası örgüt olduğu ve bu bildiride geleceğe dönük olarak belirtilen hedefler doğrultusunda örgütün çalışıp çalışmadığının genel sekreter raporları ve genel kurul kararları ile belirlenmesi gerektiği,  üçüncü binyıl bildirisinin son kısmında belirtilerek,  genel kurul üyelerinin bu bildiride dile getirilen bütün yenilikler için kesintisiz destek vereceği dünya kamuoyuna karşı bir söz olarak verilmiştir.   8 Eylül 2000’de resmen ilan edilen 3. Bin Yıl Bildirgesi doğrultusunda BM örgütü ele alındığında, bu uluslararası örgütün geleceği açısından çok ciddi bir reform gereksinmesi bulunduğu bizzat örgütün üyeleri ve yönetim organları tarafından resmen ilan edilmiştir. Ne var ki aradan on yıldan çok zaman geçmesine karşın BM’de Milenyum Bildirisinde belirtilen hedefler doğrultusunda yeniden yapılanmaya dönük olarak herhangi bir adımın atılamadığı anlaşılmıştır. Bu büyük uluslararası örgütün hem ana yapısında hem de çalışma düzeninde köklü reformlar gerekirken, üye devletlerin özellikle de Güvenlik Konseyinin sürekli üyesi olan öncü 5 büyük devletin aralarında anlaşamamaları yüzünden BM’de reform girişimleri bir türlü sonuç vermemiştir. Her geçen gün artan çalışma temposunun getirdiği gereksinmeler giderek tırmanırken, bir türlü yeniden yapılanmaya yönelik yeni adımların atılamadığı görülmüştür. 200′ aşkın üye devletin temsilcileri genel kurul salonunda çeşitli dünya sorunları için bir araya gelebilmelerine karşın, bu birlikteliklerden ya da genel kurul toplantılarından BM örgütünü yeniden yapılandıracak yenilikçi girişimlerin, güvenlik konseyi üyesi büyük devletlerin bir türlü anlaşamamaları nedeniyle gerçekleşemediği anlaşılmaktadır. Ayrıca geçen zaman içerisinde bazı ülkelerin güçlenerek öne çıkmaları, diğerlerinin güç yitirerek gerilemeleri dünya dengelerini değiştirdiği için gelinen yeni aşamada farklı bir uluslararası konjonktür BM’i etkilemekte ve bu örgütün çalışmalarının yetersiz kalmasına neden olmaktadır. Yıllardır yaşanan sorunların çözümsüz kalması ve zaman içinde bunlara yenilerinin eklenmesiyle kimi kez BM gibi büyük bir örgütten istenen çalışmaların ya da kararların çıkmadığı görülmekte ve bu durumdan da bütün dünya ülkeleri zarar görmektedir.

       BM örgütü soğuk savaş döneminde canla başla çalışarak 3. dünya savaşını engellemekte başarılı olmuştur. Ne var ki, küreselleşme dönemine geçilmesiyle birlikte Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) adı altında yeni bir uluslararası kuruluşun ABD öncülüğünde küresel sermaye ve bu yapıya bağlı uluslararası tekelci şirketlerin desteği ile devreye girmesi üzerine BM’in çalışma düzeni bozulmuş ve özellikle ekonomik ve sosyal açıdan engellenmiştir. GATT adı altında eskiden çalışmalarını sürdüren Dünya Gümrük Tarifeleri Birliği, Uruguay Round’u görüşmelerinin sonunda Merakeş Bildirgesinin ilanı üzerine kurulmuş olan DTÖ, ekonomiye ticaret üzerinden el koyarak BM’in ekonomik ve sosyal işlevine karşı çıkan ve bunu sınırlayan bir karşı mekanizmayı devreye sokmuştur. 2. dünya savaşı sonrasında ABD merkezli yenidünya düzeni içinde IMF ile DB Bretton – Woods Antlaşması doğrultusunda ABD’ye bağlı bir çalışma düzeni içinde olmuşlar ve Amerikan devleti bu kendine bağlı uluslararası kuruluşlar aracılığı ile ekonomik ilişkiler üzerinden bir dünya hegemonya düzeni oluşturabilmiştir. BM’in hem öncüsü hem de kurucusu olan ABD’nin bu uluslararası kuruluşun dışında ve kendi denetimi altında böylesine emperyal bir uygulamaya girmesinden hem bütün dünya ülkeleri hem de evrensel bir dünya devleti boşluğunu doldurmaya çaba harcayan BM örgütü çok ciddi boyutlarda zarar görmüştür. ABD Uluslararası Para Fonu (IMF) aracılığı ile dünya ülkelerini borç batağına sürükleyerek ve düşürerek bunların çökmesine ve iflas etmesine yol açmış ve ondan sonraki aşamada sömürgeciliğe yönelerek yeni bir tür süper emperyalizmi küreselleşme görünümü altında beş kıtaya yaymağa çalışmıştır. Dünya Bankası programlarını da IMF reçeteleri ile birlikte devreye sokan ABD, İsrail destekli Siyonist lobiler aracılığı ile bir tür süper emperyalizmi örgütlerken BM’i görmezden gelmiş ve bu büyük uluslararası kuruluşun kararlarını hiçe sayabilmiştir. Soğuk savaş sonrasında ABD’nin öncülüğünde ve dayatmasıyla küreselleşme aşamasına geçilirken, küresel sermaye ABD’nin koruması altında bütün dünyaya egemen olabilmenin yollarını arıyordu. Ticaret ve ekonomi üzerinden DTÖ yeni dönemde dünyanın merkezi konumuna getirilirken, BM by-pas ediliyordu. Uzun yıllar dünyanın ekonomik sorunları BM çatısı altında ele alınmıştır. Bu örgüt özel olarak kendi çatısı altında ekonomik ve sosyal konseyi kurarak her türlü ekonomik soruna sosyal boyutları ile yaklaşım geliştirmeğe çalışırken, DTÖ, uluslararası tekelci şirketlerin oluşturduğu bir finans kapital yapılanması doğrultusunda öne çıkıyor ve küresel alanda yeni bir örgütlenmeyi kapitalist enternasyonal olarak yapıyordu. Böylesine bir süreçte ABD, Amerikan halkının insiyatifinin dışına çıkarak, Federal Rezerv denilen küresel sermayenin denetimi altına giriyor ve finans kapitalin çıkar düzenini bütün dünya ülkelerine askeri, siyasi ve ekonomik gücü ile dayatıyordu. BM çatısı altında eşitlikçi ve dengeli bir dünya devleti arayan halk kitleleri ve devletler, DTÖ üzerinden böylesine büyük bir emperyal kıskaç ve saldırı ile karşı karşıya kalınca ne yapacaklarını şaşırıyorlardı.

      Soğuk savaş sonrasında küresel sermayenin küreselleşmeyi bir süper emperyalizm olarak bütün dünya ülkelerine dayatması üzerine BM’nin yeniden güçlendirilerek devreye girmesi, bozulan dengelerin eskisinden güçlü olarak yeniden kurulması için ivedi ve zorunlu görünmektedir. DTÖ’nü küresel sermaye ve tekelci şirketlerin denetimi altına alan para babaları ne BM’i ne de uluslararası hukuku takmakta yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda bir küresel imparatorluğu bir an önce oluşturabilme doğrultusunda Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonunu da DTÖ ile kullanmaktadırlar. Dünya kıtalarının altındaki yer altı zenginliklerini ele geçirmeyi kafalarına koyan para babaları, dünya devletleri ile halklarını devre dışı bırakırken, bunların BM çatısı altında bir araya gelerek oluşturdukları uluslararası hukuku tanımayarak, küresel emperyalizmin gündeme getirdiği emperyal ekonomik kuralları dünya uluslarına karşı dayatabilmektedirler. Neredeyse iki bin yıldır insanlığın sahip olduğu uygarlık birikimi ile BM örgütünün yarım yüzyılı aşkın bir süredir yeryüzünde uyguladığı uluslararası hukuku hiçe sayan bir emperyal saldırganlık, giderek hukuk tanımayan bir yüzsüzlük olarak insanlığa saldırmaktadır. Küresel sermayenin ferman dinlemeyen saldırganlığı, Amerikan devletinin öncüsü ve kurucusu olduğu uluslararası hukuk düzenini dinlemeyerek hukuk kurallarını açıkça çiğnemeye doğru yönlendirdiği açıkça görülmektedir. Asgari maliyet ile azami kazanç peşinde koşan uluslararası tekelci şirketler, DTÖ çatısı altında bir araya gelerek tüm insanlığa karşı saldırgan bir emperyalizme geçerlerken, BM’nin 3. binyıl bildirisinde dile getirdiği insancıl hedefleri, insan onurunu ve daha adil ve eşitlikçi kalkınma sorununu görmezden gelebilmektedirler. ABD ile ordusu da dolar milyarderlerinin emrinde bir sömürge düzenine yönelmekte ve bütün dünya devletleri ile karşı karşıya gelerek evrensel barışı tehdit eden bir olumsuz durum yaratmaktadır.

      Yeni gelinen bu aşamada öncelikle yapılması gereken iş, Bileşmiş milletlerin daha güçlü bir yapıda yeniden kurulması olacaktır. Milenyum bildirisinde ifade edildiği gibi daha adil, daha eşitlikçi, güvenli ve barışçı bir dünya düzenine kavuşabilmek için, yokluğu hissedilen dünya devleti yapılanmasının yeniden BM örgütü çatısı altında örgütlenmesi gerekliliği her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda daha güçlü bir BM yaratılabilmesi için örgüte üye olan dünya devletlerinin olabildiğince fazla bir maddi kaynağı bu örgüte aktarabilmesi gerekmektedir. Para babalarının aşırı zenginliğini tırmandırarak her ülkeden dolar milyarderleri çıkartan DTÖ’nün yerine, uluslararası ekonomi ve kalkınma işlerinin yeniden BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin yönetimine bırakılması, daha adil ve eşitlikçi bir kalkınma ve refah düzenine bütün dünya ülkelerinin sahip olabilmesi açısından zorunlu görünmektedir. Özgürlükçülük görünümü altında palazlanan ve pazarlanan ekonomik liberalizm tam anlamıyla sömürgeci bir düzenin kurulmasına yol açmıştır. DB ve IMF programları da bu doğrultuda ABD zorlamalarıyla uygulamaya aktarılınca küresel şirketler devleşmiş, dünya ülkeleri ise iflas ederek dağılma ve parçalanma sürecine sürüklenmişlerdir. Böylesine sömürgeci ve istismarcı bir çıkmazdan dünya ülkelerini ancak BM gibi bir uluslararası kuruluş kurtarabilir. BM genel kurulu bu aşamada kesin bir karar alarak DTÖ ile Dünya Bankası ve IMF’yi kendisine bağlamalı ve böylece Amerikan devleti üzerinden küresel sermayenin bu uluslararası kuruluşları dünya ülkelerini sömürmek üzere kullanmalarına bir son vermelidir. Öbür uluslararası kuruluşlar gibi BM’ye bağlanacak bu kuruluşları artık Amerika’da yuvalanmış olan para babaları ya da finans kapitalin patronları değil ama dünya ülkelerinin ve uluslarının temsilcilerinin eşit koşullarda yer aldığı BM genel kurulu yönlendirecektir. BM çatısı altında kabul edilen ve uluslararası alanda bütün devletler tarafından resmen benimsenen protokoller doğrultusunda çalışacak bu 3 ekonomik kuruluş, artık dünya sömürgeciliğinin ana örgütleri olmaktan çıkarak BM amaç ve hedefleri doğrultusunda dünya halklarının eşit kalkınmalarını sağlayacak kuruluşlar olacaklardır. Son zamanlarda küresel sermayenin jandarması konumuna getirilen NATO örgütü bir güvenlik kuruluşu olmaktan çıkarak, küresel sermayenin bekçiliğine soyunmuştur. Tekelci şirketlerin yer altı kaynaklarına göz koyduğu ülkelere saldırı için kullanılan bu askeri örgüt, bir güvenlik kuruluşu olmaktan çıkarak, tekelci şirketlerin çıkarları doğrultusunda dünya ülkelerine saldıran bir lejyoner birliğine dönüşmüştür. Bu durumun da acilen önlenebilmesi için NATO örgütünün BM’e bağlanması ve acilen bir Dünya Ordusuna dönüştürülmesi gerekmektedir. Ancak bu yoldan bu büyük güvenlik örgütünün emperyalist sömürü doğrultusunda işgal ordusuna dönüşmesi önlenebilecek ve BM’in dünya barışı hedefleri doğrultusunda görev yapacak bir acil müdahale birliği misyonu ile dünya ordusu olarak evrensel barışın sağlanmasını gerçekleştirecektir. NATO’nun ABD üzerinden küresel sermaye ve Siyonist lobilerin çıkarları doğrultusunda kullanılmasının önlenebilmesi ancak BM çatısı altında alınacak kararlar ve uygulamalar sayesinde mümkün olabilecektir.

       BM’in milenyum bildirisinde belirtildiği gibi güçlenebilmesi için genel kurulunun, Güvenlik Konseyinin ve genel sekreterliğin yeniden düzenlenmesi zorunlu görünmektedir. Genel sekreterlik yürütmenin başı olarak daha güçlü yetkiler ile donatılmalıdır. Genel kurul başkanlığı ise daha güçlü bir temsil ve denetim organı konumuna sahip kılınmalıdır. Genel kurula katılım zorunla hale getirilmeli, kurul karalarının bağlayıcılığı ise artırılarak yaptırıma bağlanmalıdır. Örgütün öncüsü olan ABD ile BM kararı ile kurulmuş olan İsrail gibi ülkelerin sürekli olarak BM kararlarına uymaması dikkate alınarak, kararlara uymayan ülkelere karşı daha büyük ve etkili yaptırımların devreye sokulması gerekmektedir. Kararlara üç kez uymayan üye devletlerin örgütten ihraç edilmesi ve yalnız bırakılması ya da ambargo gibi olumsuz uygulamalar ile karşı karşıya bırakılması genel kurul kararlarının hem ağırlığını hem de bağlayıcılığını artıracaktır. Ayrıca, Güvenlik Konseyinin de yeniden düzenlenmesi değişen koşullar dikkate alındığında zorunlu görünmektedir. 2. dünya savaşı sonrası durumun getirdiği konjonktür doğrultusunda belirlenen Güvenlik Konseyinin yapısının hemen değiştirilerek, çok kutuplu dünyanın yeni kutup merkezlerinin de bu üst organda sürekli üyelik statüsünde temsil edilmeleri sağlanmalıdır. 2. dünya savaşının iki karşı ülkesi olan Almanya ve Japonya dünyanın en büyük ekonomik güçleri olarak sürekli üye olma hakkına sahip görünmektedirler. Ayrıca Hindistan, Brezilya, Avustralya, Nijerya, Güney Afrika, Mısır, Türkiye, İran gibi ülkelere sürekli üyelik hakkı verilerek, Güvenlik Konseyindeki sürekli üye sayısı 15’e çıkarılmalı, geçici üye sayısı da 15’e çıkarılarak bu üst organ da yeni bir denge oluşturulmalıdır. ABD’nin G-20 ülkeleri arasına alarak Rusya ve Çin 2 büyük dev ülkeyi çokluk içinde denetleme girişimi de bu 10 ülkenin Güvenlik Konseyinde sürekli üye olarak yer almaları gerektiğini ortaya koymaktadır. G-20 ülkeleri kümelemesiyle yeni kutup başı ülkeleri denetleyemeyen ABD, bu gibi geçici uygulamaları bir yana bırakarak, Güvenlik Konseyinde 10 sürekli üyeliği G-20 arasına aldığı büyük ülkelere verebilirse, o zaman çokluk içinde denge ve denetimi BM çatısı altında yapabilecek ve böylece Güvenlik Konseyinin yeni yapılanmasıyla daha etkili bir güvenlik üretimi söz konusu olabilecektir. Güvenlik Konseyi ile genel kurulu da güçlenecek bir BM, gerçek anlamda uluslararası hukuka uygun bir küreselleşmenin merkezi olabilecek ve bu uluslararası örgüt zaman içinde gerçek bir Dünya Devletine dönüşme şansına sahip olabilecektir. O zaman da DTÖ üzerinden emperyalist ve sömürücü bir yanlış küreselleşme süreci sona erecek, yerine daha adil ve eşitlikçi bir dayanışmacı küreselleşme bütün dünya devletlerinin ve uluslarının bir araya gelmeleriyle mümkün olabilecektir. Merkezi coğrafyada batılı gizli servislerin başlattığı, terör ve karışıklıkların bir üçüncü dünya savaşına dönüşmesi tehlikesi ancak böylesine güçlü bir BM örgütünün duruma müdahale etmesiyle olanaklı olabilecektir.

MİLLİ MÜCADELENİN 100. YILINDA ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ 30 YAŞINDA

MİLLİ MÜCADELENİN 100. YILINDA ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ 30 YAŞINDA

Prof. Dr. ANIL  ÇEÇEN 
ADD Kurucu Genel Sekreteri
25 Nisan 2019, Ankara

(AS: Yazı çok uzun -14 sayfa- olduğundan, giriş, gelişme sonuçtan birkaç paragraf veriyoruz aşağıda. Bizim kısa katkımız yazının altındadır. Yazının tümü için tıklayınız.)

1- GİRİŞ 

2019   yılı, hem Milli Mücadelenin  yüzüncü yıldönümü hem de bu  doğrultuda Milli Mücadelenin devamı olarak  20. Yüzyılın  sonlarında kurulmuş olan  Atatürkçü Düşünce Derneği’nin de  30. yılını tamamladığı bir aşamadır. I989 yılında resmi işlemleri tamamlanarak çalışmalarına başlayan ADD, kurucu kadronun Atatürk’ten günümüze gelen siyasal birikimini toplumsal alana taşıyarak 21. Yüzyılın Atatürkçülüğüne yönelmiştir. Yirminci yüzyıl geride bırakılırken, yeni bir yüzyılın getirdiği  geleceğe yönelik çalışmalar, ADD genel merkezince başlatılmış ve Edirne’den Ardahan’a, Sinop’tan Hatay’a dek yurdu bir çiçek demeti gibi sarmış olan yüzlerce il ve ilçe şubeleri aracılığı ile ülkenin her köşesine kurucu önderimiz Atatürk’ün uygarlık ışığı taşınmıştır. Her türlü saldırıya karşın bugün hala, Türkiye Cumhuriyeti tabelaları yön göstermeğe devam ediyorsa, burada Atatürkçü Düşünce Derneği’nin  çeyrek yüzyılı geride bırakan yoğun çalışmalarının payı bulunmaktadır .

Atatürk’ün cumhuriyet devletinin çatısı altında bir Atatürkçü derneğe gereksinim bulunmadığı  ve bu nedenle ADD adlı bir örgütün kurulmaması gerektiğini savunanlar, Derneğin kuruluşuna baştan karşı çıkmışlar ama daha sonraki yıllarda yaşanan olumsuz  gelişmeler, yeni bir yüzyıla girerken Atatürk’ten gelen siyasal uygarlık birikiminin örgütlenerek geleceğe dönük kurumlaştırılması girişiminin ne derece haklı olduğunu bir kez daha ortaya koyunca, daha sonraki aşamada dernek kuruluşuna karşı çıkan kesimler de ADD üyesi olmuşlardır. Dünya çağ değiştirirken, Türkiye’de bu duruma koşut bir değişim sürecine ister istemez girmek zorunda kalmıştır. Atatürk adına herkes konuşurken ve her ağızdan birbirinden çok farklı sesler çıkarken,bütün emperyal merkezler ve bunlara bağlı olarak hareket eden çevreler, Atatürkçülük adına her türlü spekülasyona yönelerek kafa karışıklığına  ve siyasal kaos oluşumuna yol açmışlardır. Bu durumda Atatürk Türkiye’sinin ciddi bir gelişme çizgisine oturabilmesi için , Türkiye Cumhuriyetini ortaya koyan siyasal birikimin, devletin ötesine gidilerek toplum içinde de örgütlenmesi ve bir düşünce derneği yapılanması çerçevesinde geleceğe dönük olarak kurumlaştırılması gerekiyordu. Ancak böylesine ciddi bir oluşum, Türkiye’de Atatürk üzerinden geliştirilmek istenen kaosu önleyerek, Cumhuriyet rejiminin kurucu irade doğrultusunda kurumlaşmasını sağlayabilirdi. ADD işte bunu yaparak boşluğu doldurdu .

Atatürk  ve Atatürkçülük adına daha önce kurulan çeşitli dernekler olmuş ama bunlar ciddi çalışma düzenleri oluşturamadıkları ve amatörlükten çıkamadıkları için zaman içinde yitip gitmişlerdir. Her Türk vatandaşında var olan Atatürk sevgisi, Atatürkçülük adına bir şeyler yapma girişimlerini zaman zaman ortaya çıkarmış ama duygusal Atatürkçülük’ten ileri gidemeyen bu tür çabalar amatör çalışmalar olarak geride kalmıştır. Duygusal Atatürkçülük yapan çeşitli dernekler gibi, Atatürk ve cumhuriyet karşıtlığı ile yola çıkan kimi örgütlenmelerde ciddi yapılanmalara yönelemedikleri için zaman içinde toplumsal alandan geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti 100. yılına yaklaşırken, Atatürkçülük alanındaki duygusal girişimler ile birlikte amatör yapılanmalar da geride kalmakta ve Atatürkçü Düşünce Derneği bu alandaki geçmişin bütün birikimini en üst düzeyde bir örgütlenme olarak bugüne ve geleceğe taşımaktadır. Kuruluşundan bu yana çeyrek yüzyılı aşan bir süreyi geride bırakan ADD, 30 yıllık zaman diliminde önemli olaylar ve sorunlarla karşı karşıya kalmış ama bütün bu zorlukları cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ten aldığı güçle aşarak bugünlere gelme başarısını göstermiştir.
****
……………
……………….
…………..
*****

ADD’nin 30. yıldönümünde Atatürkçülerin günümüz koşullarının gerekli kıldığı Atatürkçü etkinliklerinin daha çok öne çıkması için üzerinde durmaları gereken konular şu şekilde
ele alınmalıdır.

1-Atatürkçülüğün çeşitli siyasal senaryolara alet olmasının önlenebilmesi için Atatürk Yüksek Kurumu ile birlikte Atatürkçü Düşünce Derneği ilgili uzmanları bir araya getirerek, Atatürkçülüğün bugünkü anlamını belirlemek üzere üst düzeyde bir bilimsel çalışma yaptırılmalıdır.

2-Türk halkının Atatürk’ten uzaklaşmasına yol açan her türlü darbe ve müdahale gibi girişimlere hem Atatürk adının karıştırılmaması hem de Türk Silahlı Kuvvetleri ile birlikte Atatürkçülerin de alet edilmemesi için, bu tür olumsuz gelişmeleri önlemek üzere bütün Atatürkçüler gereken çalışmaları yaparak önlem almalıdırlar, Darbe ve müdahale kararlarının batılı ülkelerin merkezi bölgedeki çıkarları için batılı merkezlerde alındığı artık herkes tarafından bilinmektedir.

3 -Türkiye’nin ulusal birikimini temsil eden Atatürkçülüğün, gene batılı emperyal merkezlerde geliştirilmeye çalışılan Neo-Kemalizm ve Post-Kemalizm projelerine alet edilmesini önleyecek bilimsel çalışmaların, Atatürk Yüksek Kurumu ile birlikte Türkiye’deki üniversitelerde yapılması bir an önce tamamlanmalıdır, Atatürkçülüğün düşünce sistemi olan Kemalizm’i ortadan kaldırmak isteyen emperyalist merkezler, ya Neo-Kemalizm adı altında Atatürkçülüğe ters düşen ve tamamen karşıt bazı yaklaşımları geliştirmekteler ya da Post –Kemalizm diye yeni bir yaklaşımı Post-modernizm anlayışı çizgisinde kamu oyuna benimseterek kafaları karıştırmaya çalışmaktadırlar. Atatürkçüler bu durumu yakından izleyerek, Kemalizmin neo’suna da post’una da karşı çıkarak gerçek anlamdaki Kemalizm’i bugünün gerçekleri doğrultusunda güncellemelidirler.

4- Atatürk ve Türkiye cumhuriyeti ile ilgili olarak eskiden yayınlanmış kitap, makale ve araştırmaların bugünün koşullarında yeniden yayınlanması sağlanarak bu bilimsel birikimin günümüzün genç kuşaklarının eline geçmesi sağlanmalıdır. Ayrıca bu doğrultuda hem Atatürk Yüksek Kurumu hem ADD genç araştırmacılara burs sağlayarak Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk’ün devlet modeli üzerine yeni bilimsel çalışma ve araştırmaların ve tezlerin yapılmasını ve yayınlanmasını sağlamalıdırlar. O zaman batının ileri ülkeleri ile Türkiye Cumhuriyeti kimliği ile daha sıkı bir bilimsel yarışmaya girme şansını Türk devleti elde edebilir.

5- Küresel büyük şirketlerin tekelcilik üzerinden dünya ekonomisini ele geçirme girişimlerine karşılık uluslararası alanda bütün devletlerin eşit koşullarda katılacağı yeni düzenlemelerin öne çıkabilmesi için Asya ve Afrika ülkeleri ile yakın ilişkilere girilmesi ve bu çizgide mazlum uluslar dayanışmasının geliştirilerek, yeni bölgesel işbirliği düzenlerinin süper kapitalizmi devre dışı bırakacak biçimde yapılması bir an önce gerçekleştirilmelidir. Sermaye tekellerine karşı dayanışmacı ve işbirlikçi bir yeni ekonomik düzen, dünya ülkelerinin katılımı ile acil bir biçimde örgütlenmelidir.

6-Küresel şirketlerin saldırıları ve terörü finanse etmeleriyle birlikte dünya haritasında yer alan bütün ulus devletlerin geleceği tehdit altına girmektedir. İmparatorluklardan ulus devlet çıkaranlar, bugünkü aşamada ulus devletlerden eyalet devletleri çıkarmaya öncelik vererek geleceğin şehir devletlerinin öncülüğünü yapmaktadırlar. 20 imparatorluktan 200 ulus devlet çıkartanlar, şimdi de 200 ulus devletten 2000 eyalet devlet çıkartabilmek için uğraşmaktadırlar. Böylece geleceğin 5000 şehir devletinin ortaya çıkartılabileceği bir yeni dünya düzenine, ulus devletleri eyaletler üzerinden parçalayarak ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle, bugünün Atatürkçülerinin emperyalist amaçlı eyaletçiliğe karşı çıkarak, var olan ulus devletleri desteklemeleri ülke ve bölge güvenlikleri açısından zorunlu görünmektedir. Atatürkçülerin önde gelen görevlerinden birisi Atatürk’ün devlet modeline dayanan Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini hem korumak hem de savunmaktır.

7-Atatürkçüler her türlü ikinci cumhuriyetçi akımlardan ve girişimlerden uzak durarak bunlara planlı ve bilinçli bir biçimde ulusal bir karşı çıkışı örgütlemelidirler. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra son sosyalist devleti de yıktık diyerek Atatürk devleti karşıtlığını örgütleyenlerin, emperyalist güçlerin satın alınmış ajanları olduğu, yabancı gizli servisler ile ortak çalıştıkları, cemaat ve tarikat görünümünde istihbaratçılık ile yabancılar için operasyonlara kalkıştıkları artık belli olmuştur.

8-Millete doğru yeni bir açılım gerçekleştirilerek Millet Atatürkçülüğü geliştirilmelidir. Atatürk devletin ve kamu kuruluşlarının tekelinden kurtarılmalı ve halk kitleleri üzerinden millete daha yakın bir konuma getirilmelidir. Bu doğrultuda Atatürkçü Düşünce Derneği öncülük yaparak şubeleri aracılığı ile halkın içinde daha katılımcı çalışmalara yönelmeli ve özel hazırlanmış programlar aracılığı ile devlet ve millet kaynaşmasına giden yol açılmalıdır. Atatürk’ün salt devletin kurucusu olmadığı aynı zamanda milletin kurtarıcısı olduğu ve emperyalizme karşı direnen Türklerin atası olduğunun her zaman için halk kitlelerine anlatılmasında Atatürkçüler
önde gelen misyonlar üstlenmelidir.

9- Türkiye’nin geleceği için yeni başlatılacak bir cumhuriyetçi hareket için Atatürkçüler hazır olmalıdırlar. Küresel emperyalizmin demokrasi kavramını yozlaştırarak demokrasi görünümünde cumhuriyet devletlerini tasfiyeye yönelmesi dikkate alınarak işe başlamalı ve ulus devletleri dağıtan demokratikleşme programlarına karşı, merkezi devlet gücünü artıran yeni cumhuriyet programları hazırlanarak devreye sokulmalıdır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalacağı ya da sonsuza dek yaşayacağı yeni yapılanmaların önü daha rahat bir biçimde açılabilecektir. Bugün Cumhuriyetçi güçlerin yıldırılamadığını Atatürkçüler bütün dünyaya göstermek zorundadırlar.

10- Bugünün koşullarında Atatürkçü dış politikaya bir an önce dönülmesi sağlanmalıdır. Atatürk’ün Rusya ile dostluk, İran ile ortaklık ama emperyalist ülkeler ile mesafeli ilişkiler gibi üç ana temele dayanan ulusal dış politikasının devreye girmesiyle birlikte, bugünkü dünya konjonktürünün kilitlendiği Orta Doğu’daki düğümün çözülmesinde, Atatürkçü dış politika geçen yüzyılın başlarında olduğu gibi alternatif bir dış politika ile sorunlara çözüm ve bölgeye de barış getirebilecektir. Türkiye yeni bir Birleşmiş Milletler hareketi başlatarak bu teşkilata üye olan bütün devletleri, dünya barışı ve geleceğin eşitlikçi dünya düzeni için bir araya getirerek emperyal devletlerin savaş maceralarına karşı çıkan bir insanlık seddinin uluslararası alanda bir an önce oluşturulmasına öncülük etmelidir. Ayrıca emperyal güçlerin merkezi alana yönelik enerji saldırılarına karşı bölge ülkelerinin bir araya gelmesiyle bir bölgesel güvenlik örgütlenmesi, tıpkı Avrupa Birliğinde olduğu gibi Orta Doğu alanında da gerçekleştirilmesi düşünülebilmelidir.

Milli Mücadelenin 100. yıldönümünde ulusal kurtuluşumuzu yeniden anımsarken, bugün Türkiye’nin içine sürüklendiği çıkmazdan kurtulabilmesi için 2. bir Milli Mücadele girişimine gerek bulunmaktadır. Birinci ulusal kurtuluş savaşı silahlar ile yapılmıştı. Bugünün gelişmiş teknolojileri-nin yarattığı silahların kullanılması çok büyük insan kaybına yol açacağı için, yeni dönemin Milli Mücadelesi topla silahla değil ama kalemle, akıl ile ve düşünce ile olacaktır. Savaş senaryoları peşinde koşan emperyal güçlere karşı silahla değil ama direnme ile karşı çıkacak bir insanlık birikiminin sonuç alabilmesi için her yolun denenmesi gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Atatürk’ün dile getirdiği gibi, eğer bir yaşam zorunluluğu yoksa savaş cinayet demektir. Kişisel çıkarları için bütün insanlığı bir dünya savaşına sürükleyen para babalarının hırslarına alet olunmasının önlenmesi doğrultusunda barış, dayanışma ve işbirliğine öncelik verecek girişimlere bu gün geçmişten daha çok gereksinme olduğu görülmektedir.

Birinci Milli Mücadelenin birikimi ile örgütlenerek ortaya çıkmış olan Atatürkçü Düşünce Derneği’nin, 2. Milli Mücadele aşamasında geçmişin birikimi ile ön plana çıkarak, insanlığın bir 3. Dünya Savaşı belasından kurtulmasında ülkenin ulusal ve cumhuriyetçi potansiyelini harekete geçirilmesinde ulusal çıkarlar açısından kamu yararı olduğu açıktır. Bu nedenle

  • Atatürkçüler Türk ulusu ile kaynaşarak ulusal direniş ve mücadelenin öncüsü olmalıdırlar.

==================================================
Değerli hocamız Sn. Prof. Dr. Anıl Çeçen, Mayıs 1989’dan bu yana ADD’nin içindedir. Gelişmelere 1. elden tanıktır. Biz de 1996’da Edirne’de ADD Şube Başkanlığı görevini üstlenmiş, birkaç kez Genel Yönetim Kurulu Üyeliği, Yüksek Disiplin Kurulu Üyeliği, Marmara Bölge Sorumluluğu, Genel Başkan Başdanışmanlığı, Bilim-Danışma Kurulu Yazmanlığı ve Genel Başkan Yardımcılığı- Genel Başkan Vekilliği (2004-2006) görevlerini onur ve sorumlulukla yürüttük. Sn. Çeçen ile aynı Genel Yönetim Kurulunda çalıştık. Pek çok ADD etkinliğinde birlikte olduk.

ADD’ye daha çooook görevler düşmekte…

Sevgi ve saygı ile. 28 Nisan 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
ADD Genel Başkan Yardımcısı (2004-2006)
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

 

ŞEHİR DEVLETLERİNE DOĞRU

ANKARA KALESİ -250 (14  Şubat 2019)

ŞEHİR DEVLETLERİNE DOĞRU

( 2 0 – 2 0 0 – 2 0 0 0 – 5 0 0 0 )

Uzun yazının giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden birer paragraf sunduk.
Tümü için tıklayınız.. (A. Saltık)

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN 

Türkiye Cumhuriyeti, bütün dünya beklenmedik gelişmeler ile sallanırken ve küresel alanda çok ciddi hegemonya kaymaları yaşanırken, yerel seçimler üzerinden şehir devletlerine doğru bir yeni yönelişin içine girmiştir. Ulus devletlerin parçalanmasına, federasyonların dağılmasına ve ülke devletlerinin de şehirler üzerinden küçük yönetim birimlerine sürüklenmesine yol açacak ölçüde ciddi boyutlarda bir şehir devletleri olgusu, uluslararası konjonktürün bugünün dünyasına dayattığı bir yeni gelişme olarak öne çıkmaktadır. İnsanlığın gelecekte ulus, ülke ya da bölge devletleri yerine şehir devletlerinde yaşayacak bir duruma gelmesi, dünya düzeni üzerinde çok ciddi derecede değişimi gündeme getirmektedir. Yeryüzü kıtalarının üzerinde var olan devlet düzenleri çerçevesinde yayılmış bir doğrultuda yaşamakta olan insanların, gelecekte kentlerde toplanması ya da şehir devletleri yapılanması içinde yaşamaya zorunlu kılınması, uluslararası alanda önümüzdeki dönemde hem büyük sorunlara hem de beklenmedik değişimlere yol açacak gibi görünmektedir. İki kutuplu dünyadan uzaklaşmakta olan eski dünya düzeni çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimi sonrasında tek kutuplu bir dünya için dönüştürülmeye çalışılırken, bu durumun tümüyle
aksi bir yönde çok kutuplu yeni bir yapılanma süreci ile karşı karşıya kalmıştır. Tek kutup yönünde dünyanın yeniden yapılandırılması için devletleri ve halkları baskı altına alan küresel sermayenin dayatmalarına önceleri ses çıkartmayan uluslararası kamuoyu, çeyrek asırlık bir zaman sonucunda birden çok kutuplu yeni bir yapılanma oluşumu ile karşılaşmıştır. İki kutuptan tek kutba dönüştürülmek istenen yeni dünya düzeni aşamasında birden çok kutuplu bir durumun ortaya çıkması, küresel sermayenin oyunlarını bozmuş ve bu durumda dünya tek merkezci yönelişten ayrılarak çok merkezli bir oluşumun içine girmiştir. 2’den teke geçiş olamayınca çokluk olgusu öne çıkmış ama bu çokluğun ölçüsünün ne olacağı zaman içinde kaç merkezin ortaya çıkacağı belirsiz kalmıştır. Büyük devletlerin sayısının artması devletler arası çekişme ve rekabeti artırırken, orta boy devletler de yarışa aktif bir biçimde girerek ve sahip oldukları jeopolitik konumlarından yararlanarak, büyük devletler ile yarışa kalkmışlardır.
****
…..
……
20. yüzyıla girerken imparatorluklar dönemi sürmekte ve bu doğrultuda yeryüzünde 20 devlet bulunmaktaydı. 1. ve 2. Dünya Savaşlarının getirmiş olduğu yıkıntılar ve imparatorlukların dağılmasıyla dünya haritasındaki devlet sayısı giderek artmıştır. İmparatorlukların parçalanması sürecini destekleyen bir başka gelişme de Avrupa devletlerine bağlı bulunan sömürgelerin bağımsızlık savaşlarını kazanarak, ayrı devletler haline dönüşmesi ile var olan devlet sayısı hızla artmıştır. Dünya savaşları sonrasındaki devlet oluşumlarını sonraki aşamada sömürgelerin devletleşmesi izlemiştir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki sömürgelerin bağımsızlığı, sonraki aşamada bazı büyük federasyonların da dağılmasına giden yolu açmıştır. Özellikle sosyalist sistemin çöküşü üzerine 20’den çok yeni devlet dünya sahnesinde yerini alınca, bu kez devlet sayısı 200’ü bulmuştur. 20. yüzyıla girerken 20 olan devlet sayısı bu yüzyıldan çıkarken 200’e ulaşarak, bugünkü siyasal haritanın ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Bir anlamda insanlık yüz yıllık bir zaman dilimi içinde, var olan devlet yapılarının dağıtılması üzerine 180 devlet daha kazanmıştır. Ulus devletlerin tarih sahnesine çıktığı bir aşamada, parçalanan imparatorlukların bölgeleri ile eski sömürgelerin teker teker uluslaşarak devlet modeli değiştirmesiyle birlikte, bir asırlık dönem içinde devlet sayısının 20’den 200’e çıktığı görülmektedir. Birleşmiş Milletler örgütünün tarih sahnesine çıkması üzerine, yeni kurulan devletlerin hepsi bu büyük uluslararası örgütün çatısı altında yer alarak insanlık dünyasının birer parçası haline gelmişlerdir.
*****
……………..
…………………..
Sonuç

Önümüzdeki dönemde dünya nüfusu on milyara doğru tırmanırken ve bütün ülkelerde nüfus yoğunluğu giderek artarken, başkentlerde örgütlenmiş olan merkezi devletler giderek artan bu yükü taşımakta fazlasıyla zorlanmaktadırlar. Gelinen noktada bütün devletlerin idari yapılanmalarında ciddi sarsıntılar yaşanmakta ve bu yüzden yönetim reformları kaçınılmaz bir biçimde gündeme gelmektedir. Artan nüfusun ortaya çıkardığı baskılar emperyal projeler doğrultusunda küresel merkezler tarafından yönlendirilmeye başlandığında, bütün ulus devletleri tehdit eden bölünme ve parçalanma senaryoları devreye girerek ulus devletleri tarihin arka planına doğru itmektedir. Türkiye bu açıdan hem çok kritik bir coğrafyada bulunmaktadır hem de toplumsal ve jeopolitik konumu gereği de birçok açıdan dağılma riski ile karşılaşmaktadır. Küresel sermayenin tekelci şirketleri bütün ulus devletlere yönelik bölücü girişimlerini tırmandırdıkça, ulus devletlerin kenar ve kıyı bölgelerinden yeni parçalanma senaryoları ortaya çıkacak ve bu doğrultuda yeni eyalet ya da kent merkezli yapılanmalar, şehir devletleri olarak yeni dünya haritası üzerinde kimlik kazanacaktır. Bu doğrultuda bütün devletlerin önümüzdeki dönemde merkezci güçler ile yerelci güçler arasında giderek tırmanan bir siyasal çekişme sürecine gideceği artık açıkça görülmektedir.

Bu aşamada yapılması gereken, dünya barışı ve var olan devletlerin ulusal çıkarları doğrultusunda merkezci ve yerelci güçlerin bir araya gelerek yeni bir model zeminin de geliştirilecek ortak plan çerçevesinde anlaşmaya varmalarıdır. Yapılacak olan öncelikle artan nüfusun gereksinmelerini karşılayabilmek için yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir. Ama aynı zamanda sayıları çok artan yerel yönetimleri izleyecek, denetleyecek ve merkezden uyumlu bir biçimde yönetecek düzeyde güçlendirilmiş bir merkezi yönetimin de milli idari reform programları ile bir an önce kurulması gerekmektedir. Güçlü merkezi yönetimler ancak yenilenen ulus devlet projeleri ile kurulabilecektir. Bu doğrultuda,

  • yarım kalan uluslaşma süreçlerinin bütün dünya ülkelerinde acilen tamamlanması gerekmektedir.
    ***

 

AVRASYA’DA PAN – SİYONİZM

AVRASYA’DA PAN – SİYONİZM

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

(AS: Yazı çok uzun -8 sayfa- olduğundan giriş / gelişme / sonuç bağlamında birer paragraf aşağıda sunulmuştur. Yazının tümü için lütfen tıklayınız, 27.03.2018 : AVRASYA‘DA_PANSIYONIZM )

Dünya anakaralarının birleştiği coğrafyaya, bilim çevreleri Avrasya adını verdiği için bu kavram daha çok Asya, Avrupa ve Afrika gibi üç büyük kıtanın birleştiği merkezi alanın adı olarak öne çıkmaktadır. Her üç kıtanın birbirine açılan ve birbiriyle bağlantı sağlayan toprakları bir bütün olarak ele alındığında ise ortaya Avrasya adını taşıyan bir büyük bölge kıtasal yapılanma ile kimlik kazanmaktadır. Amerika yeni kıta, Avustralya ise dış kıta olarak olarak yeryüzü haritasında yerlerini alırken, Avrasya bölgesinde kesişen Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları gibi eski insanların binlerce yıl yaşamış olduğu bölgeler insanlık tarihinin oluşumunda önem kazanmaktadır. Bu nedenle her üç kıtada meydana gelen değişiklikler ile yaşanan olayların ortak bölge üzerinden birbirleri üzerinde etkiler yarattığı ve birbirlerinin tarihinin oluşumunda etkili bir faktör olduğu, tarih biliminin ortaya getirmiş olduğu önemli bir gerçektir. Her alanda gelişme gösteren değişik bilim dalları üç eski kıta ile ilgili olarak yapılan çalışmalarda sahip olunan ortak alanın kıtalar arası gelişmelerde belirleyici olduğunu ortaya koyduğu için Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları ile ilgili olarak yapılan çalışmalarda bu kıtalar arası etkileşim çizgisini iyi izlemek gerekmektedir. Tarih biliminin dile getirdiği geçmişin olayları ele alındığı zaman, böylesine bir etkileşim ağının zamanla kendiliğinden devreye girerek olayların gelişim çizgisinin belirlenmesinde etkili olduğu göze çarpmaktadır.
****

Dünya tarihi içinde merkezi coğrafyanın geçmişine bakıldığında, büyük imparatorlukların zaman içerisinde birbirlerinin yerini aldıkları görülmüştür. Bugünkü bölge haritasının kesinlik kazanmasında yaşanan siyasal gelişmeler açısından durum değerlendirildiğinde, yirminci yüzyıla girerken var olan siyasal yapılanmanın çöküşü üzerine bugünkü merkezi alan haritasının ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Dünya Birinci Cihan savaşına doğru sürüklenirken merkezi alanda yer alan Osmanlı, Rus ve Avusturya imparatorlukları egemenliklerini devam ettirebilmenin çabası içerisine girmişler ama batılı emperyalist devletlerin müdahaleleri yüzünden varlıklarını güvence altına alabilecek yeni yapılanmalara yönelemedikleri için, Birinci Cihan savaşı ile birlikte yıkılarak tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu devletler yıkılmamak ve Avrasya coğrafyasında varlıklarını sürdürebilmek amacıyla on dokuzuncu yüzyılın bilgi birikiminden kaynaklanan bazı yeni siyasal açılımları, savaş ya da çatışmalar yolu ile değil ama siyasal senaryolar üzerinden geliştirmeye çalışmışlardır. Orta dünyanın üç büyük devleti kendi kimliklerine dayanan devlet yapılanmasını birbirlerine karşı geçerli kılmak isterlerken, Avrasya halklarını kendi çizgilerinde geliştirdikleri politik yapılanmalar içinde bir araya getirmeye ve bu gibi birlikler üzerinden de imparatorluk coğrafyasında yaşayan halk topluluklarını geleceğe dönük bir birliğe kendi kontrolları altında yönlendirmek istemişlerdir. Ne var ki, bu gibi girişimler zamanla sonuçsuz kalınca, orta dünya devletleri arasındaki çekişmeler tarihin savaşlarla sürmesine zemin hazırlamıştır. Merkezi coğrafyanın tarihi bu nedenle fazlasıyla savaşlarla doludur.
*****

Eyaletleşme üniter devletleri parçalayarak, yerelleşme merkezi devletleri tasfiye ederek, mezhepleş-me din üzerinden toplumları dağıtarak, etnik kavga ulusları ortadan kaldırarak, şirketleşme bölge halklarını ekonomi üzerinden emperyal kapitalist düzene bağlayarak, küreselleşme döneminin bölgeye yansıyan önemli gelişmeleri olmuştur. Küresel emperyal dönemin bu yansımaları Avrasya coğrafyasındaki bütün devletleri ve milletleri dağılmaya doğru sürüklerken, bu gibi gelişmelerin aslında Siyonizmin önünü açarak, gelecekte bir Büyük İsrail projesinin bölgede etkili olmasını sağlayacak gibi görünmektedir. Küçük İsrail’in Büyük İsrail’e dönüşmesi için bölgedeki bütün devletlerin parçalanarak eyaletler halinde Kudüs merkezli bir Siyonist yapılanmanın içinde yer alması planlanmaktadır. İsrail’in işgal ettiği topraklarda güven içinde varlığını sürdürebilmesi için, gelecekte Avrasya devletlerinin çökertilerek tehdit olmaktan çıkartılması gerekmektedir. Orta Doğu devletlerini kendi beslediği terör örgütleri ile paramparça ederek eyaletler halinde Kudüs’e bağlamayı hedefleyen İsrail devleti, Balkanlar, Kafkaslar, Hazar ve Orta Asya gibi Avrasya bölgelerindeki devletler için de benzeri bir siyasal çözülme sürecini, bölge devletlerine dış destekler aracılığı ile dayatmaktadır. Bölge devletleri ;yerelleşme, eyaletleşme, mezhepleşme, etnikleşme ile birlikte dışa bağımlı şirketleşme çıkmazlarından kurtulmadıkça İsrail’in Pan-Siyonizm örgütlenmeleri ile çökmekten ve dağılmaktan kurtulamayacak gibi görünmektedirler. Savaşı ve sıcak çatışmaları uluslararası komplolar ile birlikte Avrasya’nın her bölgesine taşıyan Siyonizm, bölgede Pancılık akımına soyunarak, merkezi alanda tam anlamıyla bir Yahudi egemenliği inşa etmeye çalışmaktadır. Siyonizmin dünya egemenliği projesi, Orta Doğu ile birlikte bütün Avrasya ülkelerini de haritadan silmeyi hedef aldığı için, öncelikle merkezi devletlerin bir araya gelerek savaşa karşı bir merkezi savunma örgütünü kurmaları gerekmektedir. Merkezi devletlerin öncülüğünde Avrasya kıtasının diğer bölgelerinde yer alan devletleri de içine alan daha büyük bir kıtasal oluşum, ancak Pan-Avrasyacı bir yaklaşım çerçevesinde mümkün olabilecektir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde Pan-Slavizm, Pan-Cermenizm, Pan-Turanizm, Pan-Türkizm ve Pan-Arabizm gibi Pan’cılık akımlarının, en büyük emperyalizm olan Pan-Siyonizme karşı birleşerek büyük bir bütünsellik içinde Pan-Avrasyacılık yapmaları gerekmektedir. Pan-Avrasyacılık akımının çatısı altında bir araya gelecek olan bütün Pancılık akımları bu doğrultuda bir araya gelerek emperyalizme ve Siyonizme karşı varlıklarını ve geleceklerini güvence altına alabileceklerdir.

Orta Doğu savaşı bu doğrultuda acilen durdurulmalıdır.

KÜRDİSTAN İSRAİL İÇİN KURULUYOR

 

KÜRDİSTAN
İSRAİL İÇİN KURULUYOR

PROF. DR. ANIL ÇEÇEN

Türkiye Cumhuriyeti her gün adım adım bir Kürdistan macerasına doğru sürüklenmektedir. Son dönemde birbiri ardı sıra gündeme gelen siyasal gelişmeler bir bütünsellik içerisinde ele alındığında Türkiye’nin hızlı bir biçimde Kürdistan’ın kuruluşuna doğru iteklendiği görülmektedir. Siyasal gelişmeler ile beraber ekonomik girişimler, askeri ve güvenlik gibi alanlarda yeni ortaya çıkan durumların tamamı Türkiye Cumhuriyeti’nin karşısına Kuzey Irak üzerinden Kürdistan devletinin oluşumunu dayatmaktadır. Süper güç olarak geçen yüzyıldan gelen Amerika Birleşik Devleti ordularının, on bin kilometre öteden gelerek Orta Doğu’nun merkezi ülkelerinden birisi olan Irak’ı işgal etmesi ve bu doğrultuda diğer komşu ülkeleri hedef alması ile başlayan yeni süreçte, bütün Orta Doğu bölgesinin haritasının yeniden çizilmek istenmektedir. Bu istek; geçmişten gelen harita doğrultusunda var olan devletlerin sınırlarının kabul edilmek istenmediği anlamını taşımaktadır. Irak macerası sonrasında başta İran olmak üzere bütün bölge devletlerinin hedef tahtasına oturtulması, ekonomik gelişmelerin bu doğrultuda yönlendirilmesi, terörün komşu devletler üzerinden bölgeye yayılmak istenmesi, yeni bir Orta Doğu yaratma doğrultusunda ciddi bir planın olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Büyük İsrail adı verilen Siyonist plan doğrultusunda olaylar yönlendirilirken, bir bölge ülkesi olarak Türkiye Cumhuriyetinde iç politika bu emperyal plana kilitlenmiştir. Yirminci yüzyılın başlarında büyük bir hesaplaşmaya girişen büyük dünya devletleri merkezi alandaki Osmanlı devletinin topraklarını paylaşma yarışına girdikleri aşamada, Rusya’da gerçekleştirilen sosyalist devrim, olayların akışını değiştirmiş, yıkılan Osmanlı toprakları üzerinden Kafkasya ve Hazar bölgesine girme kavgası veren Avrupa ülkelerinin önüne koskoca bir Sovyetler Birliği çıkartılarak, Avrupa’nın büyük emperyal devletlerinin önü kesilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İsrail devleti kurulamayınca, devreye İkinci Dünya Savaşının girdiğini ve bu iki büyük felaket sonrasında ikibin yıllık bir maceradan sonra Yahudi devletinin kurulabildiği görülmüştür. İsviçre’nin Basel kentinde toplanan ilk Siyonist kongrede alınan kararlar doğrultusunda elli yıl sonra Yahudi devleti kurulabilmiş, ne var ki soğuk savaşın sonrasına rastlayan yüzüncü yılda Büyük İsrail devleti kurulamamıştır. İki bin yılına girerken Büyük İsrail İmparatorluğunun merkezi coğrafya topraklarında kurulabilmesi için dünya olayları yönlendirilmeğe çalışılmış ama evdeki hesaplar çarşıya uymayınca Siyonist planlar yatmıştır.

İkibin yılına gelindiğinde ,ABD’deki Siyonist lobiler tarafından ayarlanan küresel emperyalizm saldırısı, 11 Eylül olayları ile canlandırılmış ve bu olayların intikamını almak ya da suçlularını cezalandırmak görünümü altında Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerine askeri saldırılar ve işgaller yönlendirilmiştir. İsrail için en büyük Arap tehlikesi olan Irak devletinin ülkesine atom bombası yalanları ile girilmesinden sonra, Büyük İsrail projesinin üçüncü adımı olarak Irak’ın kuzey bölgesinde bir kukla Kürt devleti ABD ve İsrail ordularının ve de şirketlerinin destekleriyle gündeme getirilmiştir. Siyonist kongre sonrasında ilk adım olarak dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Yahudiler Birinci Dünya Savaşı öncesinde İngiliz dominyonu olan Kıbrıs üzerinden Filistin’e taşınmışlar ama Büyük Britanya İmparatorluğunun karşı çıkması nedeniyle İsrail devleti kurulamamıştır. Balfor deklarasyonu ile Yahudilerin devlet kurma hakkını görünüşte tanıyan Britanya yönetimi, İmparatorluk çıkarları nedeniyle bu devlete izin vermeyince, Siyonist lobiler Amerika’ya taşınmışlar ve New York’u merkez tutarak buradan kapitalist sistem üzerinden bir ekonomik dünya hegemonyasını başlatmışlardır. Planın ikinci aşamasında resmen devletin ilanı olduğu için, bu doğrultuda ABD’yi arkalarına almışlar ve ikinci dünya savaşı galibiyetinin kazandırdığı güç ile hem Amerikan ordusunu Orta Doğu’ya taşımışlar hem de ABD’nin merkezi coğrafyaya gelişinden yararlanarak ikinci dünya savaşının sona ermesinin hemen sonrasında İsrail devletini ilan etmişlerdir. Yeterli Yahudi nüfus Filistin’e taşınamadığı için ABD öncülüğünde Birleşmiş Milletler örgütü kurdurulmuş ve bu uluslararası kuruluşun ilk resmi kararı ile bir Yahudi devleti olarak İsrail dünyaya ilan edilmiştir.

Büyük İsrail projesinin ilk adımı Birinci Dünya Savaşı öncesinde, ikinci adımı da İkinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleştirilince, sıra üçüncü adıma gelmiştir. Bu da daha önceden kurulmuş olan küçük Yahudi devletinin merkezi coğrafyayı bütünüyle kontrolü altına alan bir Büyük İsrail İmparatorluğuna dönüştürülmesi meselesidir. Orta Doğu tarihi incelendiği zaman yirminci yüzyılda kurulmuş olan Yahudi devletinin üçüncü İsrail olduğu anlaşılmaktadır. Daha önceki Yahudi devletlerinin tarihleri incelendiğinde bunların savaşlar ve işgaller sonucunda yıkıldığı görülmektedir. Milattan yaklaşık bin yıl önce kurulmuş olan ilk İsrail devleti bir Mezopotamya krallığı olan Babil devleti tarafından yıkılmış ve Yahudiler Babil’e sürgün olarak gönderilmişlerdir. Daha sonraları o dönemdeki İran devletinin Babil krallığını yıkması üzerine geri dönen Yahudiler Filistin’e dönerek ikinci İsrail devletini oluşturmuşlardır, ama bir süre sonra Akdeniz üzerinden merkezi coğrafyaya gelen Roma İmparatorluğunun İsrail devletini yıkması üzerine Yahudiler kaçarak dünyanın çeşitli bölgelerine yerleşmişlerdir. Milat yılları sırasında gerçekleşen bu büyük göç ikibin yıl sonra yeniden Tevrat’ta Yahudilere vaat edilmiş olan kutsal topraklara Yahudilerin geri dönüşü ile sona ermiştir. Yirminci yüzyılın soğuk savaş ortamında ortaya çıkmış olan İsrail devleti kurulduğu günden bu yana tam altmış yıldır sürekli olarak komşuları ve bölge devletleri ile savaş içerisinde olmuş ve Orta Doğu bölgesi üzerinden dünya barışını sürekli olarak tehdit etmiştir. Küçük İsrail devletinin dış desteler ile gelinerek kurdukları küçük devlet çatısı altında barınabilmeleri son derece güç olmuş, komşularının saldırılarına karşı kendisini korumağa çalışırken karşı ataklarla harekete geçen Yahudi devletinin bütün bölge ülkelerine sırasıyla saldırılara geçtiği görülmüştür. İsrail’in sürekli saldırıları Yahudi devletinin güvenliği için batılı ülkeler tarafından sürekli olarak hoşgörü ile karşılanmış ama bölge ülkeleri açısından da tahammül edilemeyecek bir bölgesel kaos ortamı yaratmıştır.

Büyük İsrail projesinin üçüncü adımı Mezopotamya bölgesine egemen olmak olduğu için, bu doğrultuda adımlar atılmış ve Irak’taki Kürt Yahudileri üzerinden Mezopotamya’ya egemen olma planları gizlice yürürlüğe sokulmuştur. Ne var ki, Saddam Hüseyin rejiminin giderek Arap milliyetçiliğine yönelen katı ve sert yönetimi İsrail’i tehdit ettiği için, İsrail bu bölgeyi kontrol edebilmek üzere çeşitli senaryolar ve manevralar düzenleyerek Amerikan ordusunun Irak’a saldırısını ve işgalini yönlendirmiştir. Baas rejimlerinin batılı merkezlerden yönlendirilmesi Mezopotamya’nın hegemonya altına alınabilmesi açısından yeterli olamayınca, bunun üzerine Irak’ın işgali ve Saddam rejiminin yıkılması kaçınılmazlaşmıştır. ABD sayesinde bu birinci derecedeki Arap tehdidinden kurtulan İsrail hemen Irak’ın kuzeyinde bir işbirlikçi kukla devleti Yahudi asıllı Kürtler aracılığı ile kurmuştur. Devletin bütün kuruluş masrafları gene Siyonist lobiler tarafından karşılandığı gibi, daha önceleri İsrail’e göç etmiş olan Irak Yahudileri de bu ülkeye geri gönderilerek Mezopotamya ülkesinde güçlü bir Yahudi lobisinin oluşturulmasına çalışılmıştır. Özellikle Kum kentinden gelen Barzani aşiretinin İran Yahudilerinin önde gelen bir gücü olarak, bu kukla devletin yönetimine getirilmeleri de, daha önceki Mehabad Cumhuriyeti deyiminin yeni oluşturulmakta olan Erbil Cumhuriyetine emsal olabilmesi için gene Siyonist lobiler tarafından ayarlandığı görülmüştür. İsrail hem ABD’yi hem de kenti kontrolü altındaki uluslar arası Siyonist lobileri birlikte kullanarak Arapların tam ortasına bir işbirlikçi Kürt devletini dayatabilmiştir çünkü tarihte ortaya çıkan ilk İsrail devletinin Mezopotamya gücü olarak Babil krallığı tarafından yıkılmasından fazlasıyla derslerini almışlardır.

Akdeniz’in kıyısında yeni bir Roma İmparatorluğunu Kudüs merkezli kurmağa yönelen Siyonist İsrail devleti bir daha arkadan gelen bir Mezopotamya gücü tarafından yıkılmamak üzere bu kritik bölgede kendi denetimi altında bir kukla devleti bölgedeki Yahudiler üzerinden kurmağa yönelmiştir. Amerikan ordusunun bölgeye gelmesinden de yararlanılarak Irak devleti üçe bölünmeğe çalışılmış,Arap nüfus çoğunluğu Şii ve Sünni olarak ikiye bölünürken, Kürtler ayrı tutulmuş, bu ülkede Kürt nüfusu kadar var olan Türkmen toplulukları da görmezden gelinerek Şii nüfus içerisinde sayılmışlardır. Büyük İsrail projesinin üçüncü adımı böylece atılarak Mezopotamya bölgesinin İsrail’in denetimi altına girmesini sağlayacak bir Kürt devleti oluşumu Yahudi asıllı Kürt aşireti Barzaniler aracılığı ile oluşturulmuştur. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngilizler ile Fransızlar Osmanlı sonrası dönem için bölgenin haritasını çizerlerken Kürtleri dörde ayırdıkları için, Kuzey Irak’taki Kürt oluşumu üçüncü adımın bir başlangıcı olarak kabul edilerek, İran, Suriye ve Türkiye’deki Kürt bölgeleri ile bu kukla devletin bütünleştirilmesiyle, bir Büyük Kürdistan projesi yaşama geçirilmeğe çalışılmıştır. Kuzey Irak merkezli başlatılan ayrılıkçı etnik Kürt terörü Irak gibi Türkiye, İran ve Suriye’yi tehdit etmiş, bu ülkelerdeki Kürt bölgelerinin de katılımıyla Büyük Kürdistan’ın kurulması amaçlanmıştır. Beş milyonluk küçük İsrail’in beşyüz milyonluk bir büyük Arap ve Müslüman dünya ile savaşamayacağı bilindiği için, Araplara, İran’a, Türkiye’ye ve tüm İslam dünyasına karşı İsrail için savaşacak bir milyon kişilik bir Kürt ordusunun oluşturulmasını sağlayacak, Büyük Kürdistan projesi İsrail merkezli olarak gündeme getirilerek gene Siyonist lobilerin destekleriyle gerçekleştirilmeğe çalışılmıştır. Küçük İsrail’in güvenliği ve Büyük İsrail’in kurulabilmesi için bölgede dört ülkeye bölünmüş bütün Kürt asıllı insanların bir araya getirileceği bir yirmi milyonluk nüfusa sahip olacak Büyük Kürdistan Siyonist projenin üçüncü adımı olarak öne çıkarılmıştır.

Büyük İsrail projesi, Türkiye Cumhuriyeti’ni de ortadan kaldırılmasını hedeflediği için, İran ve Azerbaycan Türkleri ile Anadolu Türkleri arasına Büyük İsrail, Büyük Kürdistan ve Büyük Ermenistan’ı koyarak Türkleri parçalamak, emperyal müdahalelere karşı işbirliği yapmalarını önlemek gibi bir yol izlenmiştir. Bu doğrultuda Kürtler ile yakın işbirliğine giren Yahudiler, aynı zamanda eskiden uzun asırlar boyunca kavga ettikleri Ermeniler ile de yeni bir dayanışmaya girerek, bölgedeki Türk egemenliğini ortadan kaldırmağa çalışmışlardır. Batı ülkelerindeki Yahudi lobileri soğuk savaş yıllarında Ermeni tasarılarına karşı çıkarken, yeni dönemde Ermenilerin tasarılarını Siyonist lobilerin batılı parlamentolara getirdikleri ve Türkiye aleyhinde bu tasarıları yasalaştırdıkları son yıllarda fazlasıyla görülmüştür. Ayrıca küresel sermaye aracılığı ile denetim altına aldıkları medya ve basın organları aracılığı ile Türkiye, İran ve Suriye gibi bölge ülkelerinin aleyhinde yayınları tırmandırarak, kendi planlarına paralel bir çizgide hem Ermenileri hem de Kürtleri dünya kamuoyunda öne çıkarmışlardır. Terörist Kürtler ile bölücü aşiretler sanki bir ulusun parçasıymışlar gibi dünya kamuoyuna lanse edilmişler, Kürt devletinin kurulması doğrultusunda batı ülkelerinin geniş desteği medya organları aracılığı ile kamuoyu üzerinden kuzey Irak’taki kukla devlete sağlanmağa çalışılmıştır. Büyük İsrail’in bir parçası olacak Büyük Kürdistan’ın kurulabilmesi için, batı dünyası üzerinden kutsal topraklar üzerinde kurulu bulunan Türkiye, Suriye ve İran gibi büyük devletler açıkça hedef alınmıştır.

Tarihte ikinci kez kurulan İsrail devletinin, Avrupa üzerinden Akdeniz kanalı ile merkezi coğrafyaya gelen Roma İmparatorluğu tarafından yok edilmesi gerçeği dikkate alındığında İsrail’in bu doğrultuda batıdan gelebilecek benzeri saldırıları karşılayabilmek için karşı kıyısında bulunan Kıbrıs adası üzerinde de ciddi bir hegemonya kurma çalışmaları içerisinde olduğu görülmektedir. Kıbrıs’ta Yunan ya da Türk egemenliğine karşı çıkan, bu adayı gelecekte kendi hegemonyası altına alabilmek doğrultusunda İngiliz ve Amerikan güçlerinden yararlanmağa çalışan İsrail devletinin benzeri doğrultuda Türkiye’yi de gene kendi çıkarlarına alet etmeğe çalıştığı gözlemlenmektedir. Kıbrıs’taki Türk varlığını kendi planları doğrultusunda yönlendirmeğe çalışan İsrail devleti Avrupa Birliği üzerinden adaya ve Doğu Akdeniz’e egemen olmağa çalışan yeni Roma İmparatorluğu girişimini ABD ve NATO üzerinden dolaylı olarak desteklediği Türk ordusu sayesinde geri püskürttüğü görülmektedir. Avrupa Birliği bir Hıristiyan yapılanması olarak Akdeniz’de yeni bir Yahudi hegemonyası istemediği için Kıbrıs’a önem vermekte ve bu adanın Yunanistan, Rusya ve Türkiye’nin hegemonyasına girmesini önlemek üzere çeşitli senaryoları batılı ülkeler üzerinden devreye sokmaktadır. Rusya’nın ada üzerinde baskılarının artmağa başladığı bir aşamada İsrail bölgede yeni ortaya çıkan petrol ve doğal gaz kaynaklarına el koyma doğrultusunda Güney Kıbrıs Rum kesimi ile beraber Türkiye’ye karşı bir antlaşma imzalayacak derecede ileri gidebilmiştir. Böylece Kürdistan ile arkasını güvence altına alan İsrail devleti Kıbrıs üzerinde kurmağa başladığı yeni hegemonya düzeni ile de batılı ülkelere ve Avrupa emperyalizmine karşı Doğu Akdeniz bölgesindeki güvenliğini sağlama almaktadır.

Çeyrek yüzyıl önce Amerika’da yayınlanan bir Siyonist dergi olan Kivinum isimli yayında Oded Yinon Büyük İsrail projesinin detaylarını açıkça ortaya koymuştur. Buna göre, bölgenin en küçük devleti olan İsrail’in tüm merkezi alana egemen olabilmesi için bütün komşu ülkelerin parçalanması gerekmektedir. Siyonist plan Yahudilere Siyon tepesinin kenarında bir dünya imparatorluğunu kazandırırken, terör ve savaş yollarıyla tüm eski Osmanlı ülkelerinin parçalanmaları gündeme getirilmektedir. Irak ABD ordusu sayesinde üçe bölünürken, Suriye, İran ve Türkiye’de sahip oldukları Kürt bölgeleri üzerinden hem bölünmek, hem de dağıtılarak eyaletler halinde Kudüs gibi kutsal bir kentin başkent olacağı büyük bölge devletine bağlanmak istenmektedir. Elli eyaletten oluşan Amerika Birleşik Devletleri gibi bir büyük federasyon, İsrail’in merkez olacağı ve Kudüs’ün başkent olarak öne çıkacağı yeni bir bölgesel yapılanma üzerinden otuz ya da kırk eyaletten oluşacak bir Orta Doğu Birleşik Devletleri adı altında oluşturulmak istenmektedir. Avrupa Birliğinin bir Hıristiyan yapılanması olarak Avrupa Birleşik Devletlerine doğru yöneldiği bir aşamada bu oluşumun merkeze gelmesini önlemek üzere, Büyük İsrail anlamında bir Orta Doğu Birleşik Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasından meydana gelen otorite boşluğu alanı Siyonist lobiler ve İsrail tarafından doldurulmak istenmektedir. İsrail’e bu olanağı sağlayacak tek yol da, Büyük Kürdistan’ın öncelikli olarak kurulmasıdır. Kuzey Irak’taki kukla devleti güçlendirecek doğrultuda Türkiye’nin Güneydoğusunun da Kürdistan olarak ilan edilmesi sayesinde Türkiye ile beraber Suriye ve İran’ın da parçalanmalarının önü açılacak ve bu sürecin sonucunda ortaya çıkacak dört parçalı Kürdistan, Büyük İsrail doğrultusunda oluşarak Orta Doğu Birleşik Devletlerinin önünü açacaktır. “Vur gerilla vur, Kürdistan’ı kur “ aslında Büyük İsrail’in kurulmasının en geçerli yolu olarak öne sürülmektedir. Bu doğrultuda, ayrılıkçı Kürt etnik terörünün arkasında ciddi bir Amerikan, İngiliz ve İsrail desteğinin olduğu görülmekte, diğer batılı devletler de bölgeyi dağıtacak bu girişime karşı çıkmayarak dolaylı yollardan destek vermektedirler.

Irak’ta askeri işgal ve savaş yolu ile kurulan Kürdistan’ın Türkiye’de demokrasi yolundan kurulmağa çalışıldığı görülmektedir. Irak’ta batı tipi demokrasi olmadığı için insan hakları ve demokratik yöntemler geçerli olamamış ve kukla devletin kuruluşunda terör ile başlayan bir süreç içerisinde hem askeri işgal hem de haksız savaş siyasal yöntem olarak kullanılmıştır. Geleceğin Sümer Devleti kuzey Mezopotamya’da kurulurken, dünyanın en büyük hava alanı ile gene dünyanın en sağlam binaları kalıcı olmak üzere, bu bölgede Amerikalılar tarafından yapılmıştır. ABD Irak’a çıkmak üzere gelmiş ve burada yerleşmiştir. İsrail’in koruması artık Kuzey Irak üzerinden yapılırken, bölgenin Kürt nüfusu da gene İsrail ve ABD güçlerinin korunmasında yan güç olarak kullanılmaktadır. PKK terör örgütü ve onun yavrusu olan Pejak örgütü bölge devletlerinin parçalanmaları doğrultusunda terörist ataklarını sürdürürken, onların istikrarsızlığa kavuşturduğu Kürt bölgelerinin yeni bir süreç içerisinde bağlı oldukları devletlerin merkezlerinden koparak Erbil Cumhuriyetini merkez alan bir büyük Kürdistan’a doğru yönlendirildikleri anlaşılmaktadır. Yahudilerin dünya tarih sahnesine çıktıkları Mezopotamya’ya geri döndükleri ve kendi kontrolleri altındaki Amerikan askeri güçleri sayesinde de Kuzey Irak üzerinden bölge ülkelerini dağıtacak girişimlerini gene işbirlikçi Kürt kesimleri üzerinden tezgâhladıkları görülmektedir. Yeni dönemde İran’a yönelik bir saldırı hazırlığı içerisine giren İsrail’in hem Amerikan askeri varlığından, hem de Kürtlerin nüfus varlığından yararlanarak İran gibi bir büyük devleti Orta Doğu’dan geri püskürtmeğe çalıştığı anlaşılmaktadır. İran’ın bölgedeki Şii hegemonyasını durduran Sünni güç olan Saddam rejiminin çökertilmesiyle, bölgede bir otorite boşluğu meydana gelmiş, İsrail’in küçüklüğü nedeniyle bu boşluk doldurulamayınca Kuzey Irak üzerinden kurulmuş olan Kürdistan’ın büyütülmesi projesi gündeme getirilmiştir. Şii İran’ın hegemonyasının önlenebilmesi için güçlü bir Sünni Kürdistan İsrail tarafından oluşturulmağa çalışılmaktadır.

Şimdi sıranın Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde yaşamakta olan Kürt asıllı nüfusun yaşadığı bölgenin bir anlamda Türkiye Kürdistan’ına dönüştürülmesine gelmiştir. Çeyrek asırdır devam eden ayrılıkçı Kürt etnik terörü, bölge insanını Türklükten uzaklaştırarak zorla Kürtleştirmeğe çalışmış, bu bölgenin Türkleri terör ile korkutularak Kürtleştirilirken aynı zamanda dış müdahaleler ile de insan hakları ve demokratik süreç adına Kürdistan federasyonunun Türkiye eyaletinin oluşturulmasına doğru gelişmeler dıştan güdümlü bir biçimde yönlendirilmeğe çalışılmıştır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan Barış konferansında uluslar arası bir antlaşma ile kabul edilen Misakı Milli sınırlarına göz dikilmiş ve üniter devletin bir bölgesi, ulus devletin sınırları ötesine çıkartılmağa çalışılmıştır. Türk halkının yirminci yüzyılın başlarında büyük bir özveri ile vermiş olduğu ulusal kurtuluş savaşı kazanımları elinden alınmağa çalışılmıştır. Bu süreç Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla gündeme gelmiş ve Avrupa Birliği üzerinden Türkiye’ye demokrasi görünümü altında benimsetilmeğe çalışılmıştır. Türk halkını açıkça aptal yerine koyan böylesine bir emperyal manevraya Türkiye Cumhuriyetinin kolay kolay “evet” demeyeceği iyi bilindiği için Avrupa Birliği süreci Türkiye’nin güneydoğusunun kopartılmasında kullanılmıştır. Wikiliks belgeleri bu durumun açık bir kanıtı olarak b sında yer almıştır. İsrail ve ABD, Avrupalıları kullanarak Türkiye’den ikinci bir Kürdistan çıkarmağa çalışmışlar ve gerçeklerin Türklere söylenmesini önlemeğe çalışmışlardır. Türk devletinin en büyük müttefiklerinin Türkiye’yi yok edecek manevralar doğrultusunda açıkca yalan beyanda bulunmaları ve gizli planlarına Türkiye’yi alet etmeleri kesinlikle, Türk ulusu tarafından kabul edilemeyecek bir olumsuz durum yaratmıştır. Bu aşamadan sonra Türkiye resmen İsrail’e “Bir dakika “diyebilmiştir. İsrail’in de bu duruma tepkisi Mavi Marmara gemisindeki on Türk vatandaşını katletmesi olmuştur. Bu aşamadan sonra artık Türkiye Cumhuriyetinin Orta Doğu bölgesinde İsrail ile açıkça karşı karşıya geldiği görülmektedir.

Bütün gizli planları açığa çıkan İsrail Siyonizm’inin Kuzey Irak‘ta ve Türkiye’nin güneydoğusunda Kürt ayrılıkçılarına destekçi olarak çıkmasıyla, yeni bir dönem başlamış ve Türk-İsrail ittifakı sona ermiştir. İsrail’de bunun üzerine hem Türkiye üzerinde yeni oyunlar tezgahlamaya başlamış hem de batı ülkeleri üzerinden Türkiye’yi İran savaşı öncesinde ciddi bir ekonomik krize sürükleyerek kaos ortamına sürükleme girişiminde bulunmuştur. Orta doğu’da oynanan emperyal oyunların açığa çıkması üzerine bütün İslam ülkeleriyle beraber Asya devletleri de Türkiye’nin arkasında yer almışlar ve batıdan Türkiye’ye empoze edilen ekonomik krize karşı sıcak para akışını artırarak Türkiye’nin direnme gücünü artırarak desteklemişlerdir. İsrail planlarının açıkça Türkiye’ye düşman bir çizgide ortaya çıkmış olması, Misakı Milli sınırlarını tehdit edecek derecede bir bölücü Kürt oluşumunu desteklemesi, Türkiye’yi İran ile karşı karşıya getirerek bir üçüncü dünya savaşı senaryosuna alet etmeğe çalışması üzerine,Türkiye’deki Kürt hareketleri daha da hızlanarak güneydoğu bölgesinde bölücü ve yeni bir ulus devlet kurucu doğrultuda bölge toplantılarını ve siyasal girişimleri gündeme getirmiştir. Şimdi artık, Türkiye’nin güneydoğusunda yaşayan Kürt toplulukları,yerel yönetimler görünümünde eyaletler ve bölge yönetimleri istemekteler, Başkent Ankara’dan koparak kendi devletlerini oluşturma doğrultusunda özerklik talep etmektedirler. Ayrıca bu yeni devlet oluşumu doğrultusunda alt dillerini öne çıkararak iki dilli bir yapılanma üzerinden kendi alt dillerini resmi dil olarak kabul ettirmek için çaba harcamaktadırlar. Demokratik Toplum Kongresi adı altında resmen ayrı bir millet olarak hareket eden Kürt asıllı topluluklar, bu doğrultuda kendi öz savunma güçlerini oluşturarak, Türk devletinin koruyucu şemsiyesi altından da uzaklaşmak istemektedirler. Bir anlamda İsrail’in kendi güvenliği için oluşturulması düşünülen bir milyon kişilik Kürt ordusunun başlangıcı olacak bu öz savunma gücünün Türkiye ile beraber bütün bölge ülkeleri için yeni bir terör tehdidi oluşturacağı açıktır. Terör örgütünün gücünün yetmediği aşamada öz savunma gücü adı altında resmen bir yeni ordu kurulmaktadır. Bütün bu yeni adımlar ve talepler birleştirildiği zaman Siyonist İsrail’in bölgedeki komşularına karşı en büyük müttefiki olacak bir Kürdistan devletinin İsrail’in çıkarları doğrultusunda kurulmağa çalışıldığı anlaşılmaktadır.

2002 yılında yayınlanmış olan “İsrail’in Kürt kartı“ isimli kitap incelendiğinde dünya Siyonizm’inin merkezi olan İsrail’in merkezi bölgeye egemen olabilmek için elindeki en büyük kozun Kürdistan devletinin kurulması olduğu ortaya çıkmaktadır. Tarihsel, teolojik ve jeopolitik nedenler açısından konu ele alındığında her açıdan ciddi bir Kürt ve Yahudi ittifakının Kürdistan devletinin oluşumunun perde arkasında yer aldığı görülmektedir. ABD ve İsrail’in gücünün yetmediği durumlarda Avrupa ya da başka ülkelerdeki Siyonist lobiler hemen devreye girerek Büyük İsrail Projesinin gerçekleşmesi için çalışmaktalar ve Büyük Kürdistan devletinin oluşumunu bu doğrultuda hızlandırmaktadırlar. Son zamanlarda siyasal trafiğin hızlanması ve özerklik talepleriyle beraber,öz savunma gücü,iki dilli düzen,bölge yönetimi,kent meclisleri gibi konuların öne çıkması da Kürdistan devletinin bir an önce kurulması için çaba sarf edildiğini ve bu doğrultuda İsrail’in acele ettiğini ortaya çıkarmaktadır. Şimdiye kadar gelişen olayların gösterdiği gibi İsrail’in yaşaması için büyümesi gerekmektedir. Büyük İsrail için de Kürdistan devleti vazgeçilmez üçüncü adımdır. Kürdistan devleti kurulamazsa, Filistin sorunu nedeniyle bir araya gelecek Arap devletlerinin İsrail’i haritadan silmeleri gibi bir durum ortaya çıkabilecektir. Kürdistan kurulmazsa İsrail üçüncü kez yıkılabilmektir. Bu nedenle, Siyonizm bölge devletlerine karşı İsrail’in güvenliği doğrultusunda Kürdistan oluşumunu dayatmaktadır. Yirminci yüzyılın başlarında İngiltere ve Fransa tarafından Orta Doğu haritası çizilirken, bir Kürdistan devletinin kurulmamasının nedeni olarak, Kürt kartının gelecekte Büyük İsrail’in kurulması doğrultusunda kullanılmak istendiğini açıkça göstermektedir, Ayrıca Türkiye’nin güneydoğusunda yaşayan ailelerin on civarında çocuk yapması da, İsrail ve Siyonist lobilerin maddi yardımlarıyla, ayrıca Dünya bankası ve Avrupa Birliği fonlarıyla banka hesapları üzerinden desteklenmekte ve bölgedeki Türk ve Arap nüfus çoğunluğuna karşı Yahudiler, Kürt nüfusunu artırarak kendi çıkarları doğrultusunda yeni dengeler kurmağa çalışırken, gelecekte savaşlar da bölge ülkelerine karşı kullanabilecekleri bir milyonluk Kürt ordusunun temellerini atmaktadırlar. Türk ordusunu emperyal hedefleri doğrultusunda kullanamayacağını anlayan ABD ve İsrail’in Kürdistan devleti aracılığı ile bir milyonluk Kürt ordusunu gerçekleştirmeğe çalıştığı artık iyice anlaşılmıştır. Türk devleti önümüzdeki günlerde bütün bu gerçekleri bilerek ve değerlendirerek adımlarını atmalı ve savaş ve terör tehditlerine karşı bölge güvenliğini sağlayabilmek üzere komşularıyla kalıcı bir bölgesel güvenlik paktını acilen ve öncelikli olarak oluşturmalıdır. Artık iyice belli olmuştur ki, Kürdistan kurulmazsa İsrail yıkılır. Bunu önlemek isteyen İsrail’in de önümüzdeki dönemde Büyük Kürdistan devletini kurdurarak bütün bölge devletlerini tehdit edeceği ve çeşitli senaryolar aracılığı ile baskı altına almağa çalışacağı açıktır. O zaman bölge devletleri de kendilerini korumak üzere kesinlikle daha sıkı bir işbirliğine girmelerinde bölge ve dünya barışı açısından büyük yararlar vardır. (09.10.2017)

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
=======================

 

YENİ LAVANT SÜRECİNDE KIBRIS

ANKARA  KALESİ – 233, 04.10.2017

YENİ LAVANT SÜRECİNDE KIBRIS

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

Uluslararası alanın şimdiye kadar çözülememiş ve kalıcı bir barış düzenine bağlanamayan önde gelen sorunlarından birisi, Kıbrıs adasındaki çıkmazdır. Dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan bu büyük ada her dönemin siyasal gelişmelerinin etkisiyle farklı jeopolitik konumlara sürüklenmiş, o yüzden de geleceğe dönük bir kalıcı koşullar düzenine bir türlü kavuşamamıştır. Bugün Kıbrıs sorunu yüz yıl öncesinden daha karışık koşullarda devam edip gitmekte ve bu nedenle de istendiği gibi kalıcı bir barış ortamı sağlanamadığından, ada üzerinde tarafların her yönü ile anlaştığı bir kalıcı çözüm bir türlü getirilememektedir. Yeni dünya düzeni arayışlarından ciddi bir düzensizlik ortamına geçerken, Kıbrıs sorunu daha ciddi boyutlarda dünyanın önünü kapayan ana meselelerden birisi olmayı sürdürmektedir. Bu yüzden de Akdeniz’in doğu bölgesinde yeni bir barış ortamı yaratılamamakta ve Doğu Akdeniz’de yeniden Lavantlaşma olgusu gündeme gelmektedir.
******
…………………
………………….
Gazze kentinin adının gaz kavramından geldiği, bu kentin altında bölgenin en geniş doğal gaz yataklarının bulunduğu, Kıbrıs adasının kuzey ucundaki Karpaz yarımadasının civarında Akdeniz’in en zengin petrol yataklarının bulunduğu , Kıbrıs adası ile Suriye ve Anadolu arasında yer alan Doğu Akdeniz bölgelerinin altında gene Orta Doğu’nun önde gelen ülkeleri kadar zengin petrol yataklarının yer aldığı, Libya ile Irak arasında yer alan bu bölgede de çok zengin yer altı kaynaklarının bulunduğu son zamanlarda bilim adamları tarafından açıklanmaktadır. Yüzyıllardır Orta Doğu’da petrol kavgası veren batılı emperyalistlerin ya da Siyonistlerin bu kavgayı Lavant bölgesindeki yeni yapılanma döneminde de sürdürdükleri görülmektedir. O yüzden İsrail, Kıbrıs Girit hattı gibi bir yeni hat üzerinden, Doğu Akdeniz’in sularının altından petrol ve doğal gaz bağlantılarının Avrupa kıtası ile yapılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda, Rusya ve Fransa Güney Kıbrıs’a girerek bu bölgede yeni üsler oluşturmaya çalışmakta, İsrail ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti üzerinden Kıbrıs adası üzerindeki etkisini artırarak ada üzerinde kendisine karşı gelişebilecek bazı yeni durumları önlemeye çaba göstermektedir.

Lavant bölgesinde yeni keşfedilen doğal zenginlikler bütün emperyal devletleri yeniden bölgeye çekerken, bölge devletleri de bu durumdan yararlanarak yeni Lavant sürecinde eskisine oranla daha avantajlı bir konuma gelebilmek için uğraşmaktadırlar. Yeni Lavant sürecinde, İsrail Kıbrıs üzerindeki etkisini artırarak bu ada üzerinden Girit ile daha yakın bağlantılar kurmaya çalışmakta, kendi ülkesinde konuşlandırmak için yer bulamadığı donanması ile Hava kuvvetlerinin uçak filosunu Akdeniz’in ortasında bomboş duran bir kurak ada olarak Girit’e yerleştirmeye çalışmakta, böylece İsrail ile Girit arasında Kıbrıs üzerinden geçen bir Doğu Akdeniz yapılanması çizgisi geliştirerek, Yeni Lavant sürecini tamamlamaya çaba göstermektedir. İsrail, Doğu Akdeniz bölgesinde Büyük Orta Doğu Projesine seçenek bir projeyi öncelikli olarak devreye sokarken, Gazze’nin doğal gaz alanından Kıbrıs’ın petrol bölgesine yönelmekte ve bu hat üzerinden yapılacak bir deniz altı boru sistemi ile Lavant bölgesinin doğal zenginliklerini, dünyanın en zengin kıtası olan Avrupa’ya taşımak istemektedir. Akdeniz’in tam ortasında yer alan Girit adası giderek bağlı olduğu Yunanistan devletinden uzaklaşırken, İsrail ile Lavant bölgesi üzerinden yakınlaşmakta ve yeni durum da Kıbrıs adasının yeni konumunu fazlasıyla değiştirmektedir. İsrail Kıbrıs’ı bir köprü yaparak Girit üzerinden Avrupa kıtasına bağlanmaya çalışmakta ve böylece Lavant’ın doğal kaynaklarını zengin Avrupa piyasasında değerlendirmek için yeni siyasetler geliştirmektedir.
******
……………………..
………………………

Yeni Lavant sürecinde Kıbrıs adası iki sıvının arasına sıkışıp kalmıştır. Su ve petrol insan yaşamındaki iki ana sıvı olarak Kıbrıs üzerinde yaşayanların hayatını yönlendirmiştir. Türkiye’nin güneyindeki su kaynaklarından Kıbrıs’a denizaltı su sistemi kurulmasına İsrail öncülük yapmış ve kendi su sorununu Kıbrıs üzerinden çözmeye çalışırken, adanın etrafında çok yaygın biçimde bulunan petrol yataklarını işletmeye açmak üzere, İsrail devleti Hem Yunanistan cumhuriyeti ile hem de Güney Kıbrıs yönetimi ile ortaklıklar kurmuştur. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti’nin hem kendi karasularında hem de KKTC’nin sahil şeridinde petrol ve doğal gaz aramasını önlemeye çalışmıştır. İsrail’in iki yüzlü ve çifte standartlı bu politikaları yüzünden her alanda olduğu gibi Kıbrıs sorununda da Türk devleti son derece zor durumlarda kalmıştır. Türkiye’nin güneyindeki suyun İsrail’e taşınması konusunda Kıbrıs bir köprü konumunda kullanılmak istenirken , Türkiye’nin kendisine yetmeyen su kaynakları Büyük Orta Doğu Projesi sonrasında Yeni Lavant yapılanmasında da gündeme getirilerek, Türkiye’nin zararına olabilecek yeni olumsuz gelişmeler dayatılmaktadır. Türkiye’nin suyunu kendisine bağlamak isteyen İsrail bu amaçla Kıbrıs’ı kullanırken, Kuzey Irak’taki zengin petrol yataklarının vanasını da elinde tutmak istemektedir. Böylece bölge devletlerini parçalayarak Büyük İsrail federasyonunu kuramayan İsrail, Yeni Lavant Projesi üzerinden Türkiye’yi parçalayarak, Kıbrıs ve Girit gibi Akdeniz adalarına el koyarak, bu bölgenin her türlü zenginliğini ekonomik açıdan değerlendirerek yeni bir süper güç haline gelmeyi hedeflemektedir.

Tarihte kendisini yok eden Akdeniz üzerindeki Roma İmparatorluğu yapılanmasını hiçbir zaman unutmayan İsrail’in geleceğe dönük bir yeni Roma İmparatorluğunu Kudüs merkezli olarak inşa etmeye yöneldiği görülmektedir. Bu projeye karşı başta Vatikan olmak üzere bütün Hıristiyan Avrupa devletlerinin karşı çıkacağı açıktır. Türkiye’nin kendisi dışındaki bu çekişmenin dışında kalması ve hiçbir tarafa alet olmadan KKTC ile birlikte Türk tarafının politikalarını hem Kıbrıs’ta hem de Doğu Akdeniz bölgesinde geçerli kılması, öncelikli olarak Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar olması açısından önem taşımaktadır. Osmanlı İmparatorluğunu yıkarak Türkleri tarih sahnesinden sileceklerini zannedenler, Türk devletini ortadan kaldırarak Büyük Orta Doğu Projesi gibi emperyalist senaryoları gerçekleştirememişlerdir. Avrupa Birliği dağılırken, İsrail’de üçüncü kez yıkılma senaryoları ile karşı karşıya bulunmaktadır. Kıbrıs’ın Türk tarafını dışlayarak ya da Türkiye’ye karşı bir çizgide yönlendirerek kullanılmasına, Türk ulusu hiçbir zaman razı olmayacaktır. Türkiye’nin orta dünyada, Merkezi Devletler Birliği ya da Kıbrıs’ta 82. vilayet gibi milli senaryoları oldukça ve bu gibi politikalar ulusalcı ve vatansever Türk yöneticileri tarafından desteklendikçe, Büyük Orta Doğu, Yeni Bizans ya da Yeni Lavant gibi emperyal senaryolar hiçbir zaman gerçekleşemeyecektir.
******

Yazının tümü için tıklayınız :
KIBRIS_YENI_LAVANT_SURECINDE_ANKARA_KALESI-233

Kıbrıs’a dikkat… hem de çoook.. Bakar mısınız Mustafa kemal Paşa Kıbrıs için bizleri nasıl uyarıyor…

Sevgi ve saygı ile.
04 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

KATAR TÜRKİYE’YE NE KATAR?

KATAR TÜRKİYE’YE NE KATAR?

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
ANKARA KALESİ – 14.06.2017 – ANAYURT GAZETESİ

S-1- Katar nasıl bir ülkedir?

C-1- Katar Orta Doğu’nun tam ortasında, ayrıca Basra Körfezi’nin de tam merkezinde yer alan bir   yarımada ülkesidir. Körfezin güney kıyısında Arabistan sınırından İran’a doğru uzanan bir jeopolitik konuma sahiptir. 22.000 km2 yüzölçümüne sahip (AS: Wikipedia’da 11,437 km2) bulunan bu Arap ülkesinde dünyanın çeşitli ülkelerinden çalışmak için gelen büyük işçi topluluklarıyla birlikte beş milyona yakın insan yaşamaktadır. Doğal yapısı bakımından bir taş çölü yüzeyine sahip bulunan Katar ülkesi, 2. Dünya Savaşı sonrasında petrol şirketlerinin bu bölgeye gelmesiyle birlikte çöl ülkesinden petrol ülkesine doğru bir değişim geçirmiştir.

Katar’ın petrol ile başlayan macerası daha sonraki aşamada doğal gaz rezervleri ile birlikte devam ederken, dünyanın en küçük ülkelerinden biri olan Katar, 21. yüzyıla girerken aynı zamanda yer kürenin en zengin ülkelerinden biri konumuna gelmiştir. Batılı petrol şirketleriyle birlikte doğal gaz tekelleri de Katar’ın bu zenginliklerinden yararlanabilmek üzere bu ülkeye gelmişler ve Katar’ı dünyanın en zengin ülkelerinden birisi haline getirmişlerdir. İran ve Pakistan’dan gelen binlerce işçi petrol ve doğal gaz şirketlerinin kampuslarında çalışarak enerji üretimi yapmışlar ve bu sürecin sonunda bugünkü Katar devleti meydana çıkmıştır. Dünyanın en küçük devletlerinden bir olan Katar’ın, gene dünyanın en zengin ülkelerinden birisi konumuna gelmesiyle birlikte ortaya birçok sorun çıkmış ve bu yarımadanın başı dertten bugüne kadar kurtulamamıştır. Bugün zenginler Katar’ı kıskanmakta ve önünü kesmeye çalışmaktadır.

S-2- Katar’ın nasıl bir tarihi vardır?
………………………………….

S-3-  Katar 20 . yüzyılda ne gibi gelişmeler ile karşı karşıya kaldı?
……………………………………….

S-4-Bu kadar fazla güvenliğe önem veren Katar, neden günümüzde büyük bir güvenlik sorunu ile karşılaşmıştır?
………………………………………

S-5-  Katar ve Türkiye ilişkileri ne düzeyde sürdürülmektedir?
…………………………………………..

S-6- Katar ile ilgili olarak son kriz olayı nasıl gelişti?

C-6-Katar’ın son yıllarda artan zenginliği ve uluslararası alanda yaptığı büyük yatırımlar hem Batılı devletleri hem de Suudi Arabistan gibi bölge devletlerini rahatsız ediyordu. Bölgede mezhep savaşı çıkartmak isteyen ABD-İsrail ikilisi, Suudi Arabistan’a çok miktarda silah satarak bu büyük ülkeyi bir Sünni kamplaşmasının öncüsü yapmağa çalışmıştır. Silahları alan ve ABD desteğini yanına çeken Suudiler de İran’a yönelik bir savaş hazırlığı içine girdikleri aşamada, İran ile Arabistan arasında yer alan Katar devletine yönelik bir komplo içine girmişlerdir. Arabistan’ın Katar ile ilişkilerini keserek diplomatlarını geri çekmesiyle birlikte bölgedeki 8 Müslüman devlet de Suudiler ile birlikte hareket ederek Katar ile ilişkilerini kestiklerini ileri sürmüşlerdir. ABD ve İsrail ikilisi yıkmak istedikleri devleti önce teröristlikle suçlayarak harekete geçtiği için, benzeri strateji Irak, Suriye ve Libya sonrasında Katar için de gündeme getirilmiştir. Arabistan, İran’a karşı bir mezhep savaşı doğrultusunda provoke edilirken, öncelik İran ile arasında yer alan Katar’a verilerek savaşa giden yolda bu ülke hedef alınarak kışkırtılmıştır.

ABD, terör örgütlerine dağıttığı silahların parasını Suudiler’den almış ve böylece bölgede savaşın tırmanmasının önünü açmaya çalışmıştır. Arabistan öbür İslam ülkelerini Sünni dayanışması doğrultusunda yanına çekerek, Şiiliğin merkezi görünümündeki İran’a ABD ve İsrail desteği ile meydan okumuştur. ABD başkanı Arabistan’ı ziyaret ederken, Mısır devlet başkanı da oraya gelerek üç devletin Başkanı dünyayı yansıtan bir küreyi birlikte avuçlayarak ortaklıklarını tüm kamuoyuna göstermeye çalışmışlardır. Daha önceleri de İsrailli diplomat ile Arabistanlı bir komutan ABD başkentinde ortaklıklarını İran ve Türkiye’ye karşı açıklarken, Müslüman Kardeşlere karşı Mısır’da darbe yapan bugünkü Başkan Sisi’yi birlikte desteklediklerini ilan ediyorlardı.

Çin’in öncülüğünü yaptığı yeni İpek Yolu projesinin, dünyanın ortasında yer alan bölgeden geçmesi, ABD ve İsrail’in merkezi alanı ele geçirme projelerini tehdit ettiği için, merkezi alanda Batılı ülkeler acilen savaş çıkartarak yeni ipek yolunun önünü kesmeye yönelmektedirler. Tam bu aşamada ABD ve İngiltere gibi iki büyük Atlantik gücünün birçok alanda karşı karşıya gelmesi de Orta Doğu’daki gelişmeleri fazlasıyla etkilemiştir. İngiltere önceden kurmuş olduğu düzeni savunurken bir Sünni-Şii savaşına karşı çıkmaktadır çünkü hem İran’ın hem Arabistan’ın hem de Katar’ın devlet olmasını sağlayan İngiltere’dir. Şimdi Büyük İsrail’in orta dünyada kurulabilmesi için İran ve Arabistan arasında mezhep çatışmaları üzerinden bir büyük savaş çıkartılmaya çalışılmakta ve bu doğrultuda da ilk raund arada kalan ülke olarak Katar üzerinden oynanmaya çalışılmaktadır. Petrol ve gaz kaynaklarının en çok bulunduğu Basra Körfezi bölgesinde mezhepler üzerinden bir dünya savaşı çıkartmak ABD ve İsrail planlarına uygundur ama bu duruma Çin, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya ve Hindistan gibi büyük devletler açıkça karşı çıkmaktadırlar. Kurban olarak seçilen Katar’a, savaş istemeyen ve dünya barışından yana bütün devletler destek olmaktadır.

Türkiye, bu aşamada ilk günden başlayarak Katar’ın yanında olmuş ve bu ülkenin güvenliği için yardımcı olmaya çalışmıştır. Ne var ki, Katar olayının ana amacının bir İran-Arabistan savaşı ya da bir mezhepler çatışması çıkartmak olduğu artık açıkça kesinleşmiştir.

Türkiye doğu komşusu İran’a yönelik bir mezhep savaşına girmemek durumundadır.

Katar son yıllarda Türk ekonomisine önemli miktarda para aktararak ve yardım yaparak Türk devletinin yanında olmuştur ama bu durum Katar üzerinden bir mezhep savaşına Türkiye’nin sürüklenmesini gerektirmez. Katar Türkiye’ye birçok maddi desteklerle katkılar sağlamıştır ama Türkiye de bunun karşılığında Katar’a her türlü yardımı yapmaya çalışmıştır. Bundan sonrası bütün dünyayı tehdit eden ve kıyamet senaryosuna dönüşebilecek bir Orta Doğu savaşı senaryosu olduğuna göre, Türkiye böyle bir oyuna alet olmamalıdır.

  • Katar sorunu Türkiye’yi büyük komşusu İran ile savaşa sürüklenmemelidir.

Yazının tümünü okumak için lütfen tıklayınız (5 sayfa..) : KATAR_TURKIYE’YE_NE_KATAR
============================================
Dostlar,

Katar sorunu içten içe sürüyor.. Kalıcı bir çözüme kavuşturulmuş değil, kısa erimde tarafları hoşnut edecek bir çözüm de pek olası değil. Çünkü çok yanlı denge ve çıkarlar, aynı ölçüde karmaşık zorluklar doğuruyor.

Türkiye ise deyim yerinde ise bodoslama dalmış durumda sorunun içine. AKP = Erdoğan tek adam iktidarının Katar ile tüm saydamlığı ile bilinmeyen ”ilişkileri” olduğu biliniyor. Sitemizde atar sorununa ilişkin Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Sn. Prof. İlhan Uzgel‘in bir makalesini yayınladık (ne yazık ki OHAL KHK’sı denen bir hukuk ucubesi ile görevinden uzaklaştırılmış durumda…) :

Biz de KATAR BUNALIMI başlıklı bir makalemize sitemizde yer vermiştik (üstünde tıklayınız..)

Sayın Prof. Dr. Anıl Çeçen‘in bir kamu hukukçusu olarak ülkemiz hukukunu uluslararası düzlemde de korumaya dönük çabaları ve bu alandaki yetkinliği iyi bilinmektedir.

Süregelen Katar sorunu nedeniyle, 3 yazıyı bir sitemiz üzerinden ilgili ve yetkililerin bilgisine sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 19 Ağustos 2017, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

 

Ahmet GÖKSAN : GASPIN HAKKI

PAZAR’LIK

GASPIN HAKKI

Ahmet GÖKSAN
ahmetgoksan45@gmail.com

“Rumların istediği, Türk halkına her türlü yaşama imkanını vermeyecek bir idare kurmaktır. Ufak, ufak zümrelere ayıracakları toplumu ekseriyet arasında ezmek, onları her türlü yaşam imkanlarından mahrum etmektir. Bu sakat ve tehlikeli yolda yürüyenlere de pek haklı olarak karşı taraf ne bugün ve ne de yarın itimat edemez, etmeyecektir. İtimatsızlık ve korku içinde kimsenin yaşamasına imkan yoktur. Kendi selametini ve emniyetini aramak daima tehlike içinde olana düşen bir vazifedir. Bu emniyet çarelerine başvuranlara, ‘Türkler ayrı yaşamak ayrı kalmak istiyorlar’ diye boğuk sesler çıkarmak hakkını nereden buluyorlar? Bütün ayrılığın gayrılığın bir numaralı adamları kendileridir.

Bir halk ki kendi evine gitmekten mahrumdur, bir halk ki emniyet ve selameti silahın ucundadır, bunun körü körüne düşman kucağına sığınak aramasına imkan ve ihtimal var mıdır?”
1969, 
Dr. Fazıl KÜÇÜK 

Crans – Montana’da yapılmış olan Kıbrıs müzakerelerinin beklentilere yanıt vermediği biliniyor. BM Genel Yazmanı’nın büyük savlarla katıldığı toplantılarda düşlediği sonucu alamadı. Bay Antonio Guterres’in yeni bir başlangıç için kolları sıvadığını kaydetmek istiyoruz. Ulaşılan bu sonucu diplomatik yaşamındaki başarısızlık olarak kabul ediyor olması görevde kalacağı süre içinde daha çok sayıda Kıbrıs müzakerelerini düzenleyeceğinin de habercisidir. Türkiye Kıbrıs’ın garantörü ülke olarak yapılan toplantının son toplantı olacağının hesabını yapıyordu. Buna karşın karşı tarafın uzlaşmazlığı nedeni ile amacına ulaşamadı.

Kıbrıs uyuşmazlığının dünya kamuoyuna çıkarıldığı günden başlayarak Türkiye sürekli olarak uzlaşmacı yaklaşımlar sergilemekten geri durmuyordu. Son toplantıları izleyen yabancı gözlemciler de Rum tarafının uzlaşmazlığına bizzat tanık oldular. Masadan ilk kez kalkan tarafın Rum tarafı olduğunu da gördüler. Bu durumda BM’nin artık iyi niyet sorumluluğunu bir köşeye bırakarak Türklerin haklılığını ısrarla belirtmesi gerekiyor. Aksi halde sadece buradan sempati topladığımız kanısı ile sevinir dururuz.

Önümüzdeki dönemde görüşmelere yani bir başlangıç eğer yapılacaksa Eide’nin tutumu ve hazırlayacağı raporun önemli olacağını şimdiden belirtmek istiyoruz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk tarafının dünya kamuoyu önünde gösterdikleri iyi niyetin bu raporda belirtilmesi gerekiyor. Rum kesiminin uzlaşmaz tutumunun özellikle vurgulanmasını kaydetmek istiyoruz. Gelinen bu noktadan sonra BM’in Kıbrıs uyuşmazlığı konusunda bu gelişmelerin ışığında yeni değerlendirme yapması kaçınılmazdır. Bildik yöntemlerle konunun çözülemeyeceğine bizzat Genel Yazman da tanık olmuştur. Adada çözüm olmazsa görevli Barış Gücü’nü çekerim dayatmalarının BM ilkelerine de aykırı olduğunu da belirtmek istiyoruz. Böyle bir yaklaşım ise çocukça bir yaklaşımdır.

Adanın çevresinde uluslararası alanda mendil büyüklüğündeki ülkenin ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölgede Fransız Total şirketi hidrokarbon arama çalışmalarına başlamış bulunuyor. Fransa Savunma Bakanı Florence Parly, çalışmaları yerinde izlemek ve yetkililerle görüşmek üzere tozlu ayakları ile adaya geldi. Larnaka limanında demirli bulunan ülkesine ait savaş gemilerini de ziyaret etti. Türk Deniz Kuvvetlerinin de bölgede olduğunu kaydetmek istiyoruz.

Geçmiş yıllarda Kıbrıs Türklerinin yaşadıkları olumsuzlukları bir kenara koysak bile Fransa ile Rumların son yaptıkları çalışmaların Kıbrıs Türklerinin haklarının gaspı olduğunu da belirtmek istiyoruz. Uluslararası toplumun gözleri önünde yaşananlara seyirci kalınması kabul edilemez. En azından Espen Eide’nin hazırlamakta olduğu raporda bu konuya da yer vermesi gerekiyor. Aksi halde bilek gücü ile hak gaspı yapmaya devam ederler.

Kıbrıs Türkleri adına müzakerelere katılanların illa da anlaşacağız diyerek masaya oturmamaları gerekiyor. Toprak konusunda haritanın verilmiş olmasını vahim bir yanlışlık ve hata olarak görüyoruz. Arşivlerde ve Tapu Kadastro Dairesinin verilerine göre 337 245 dönüm Vakıf arazisi ile buna koşut 322 109 dönüm Sultan arazisi de yasa dışı yöntemlerle gasp edilmiştir. Bu malların toplamının 659 354 dönüm olduğu, bunun dışında kişilere ait Türk mallarının toplamının %33, Rum mallarının %67 olduğu araştırmayı yapan Harita Mühendisi Halil Giray tarafından belirlenmiştir.

 Bu arada Türkiye’nin ve Avrupa Konseyi‘nin istek ve destekleri ile kurulan Taşınmaz Mal Komisyonu’na yapılan başvurular sonrasında bedeli ödenerek Türk toprağı olan 16 bin dönüm arazinin de dikkate alınması gerekiyor.

Karşı tarafa verilen haritada %29 oranının neye göre ve nasıl ortalıklara çıkarıldığına
açıklık getirilmesi gerekiyor mu ne…

SEVGİ ile kalınız.
28 Temmuz 2017  –  Ankara

İlgilenenlere: Yakın Dönem Kıbrıs tarihini yazdığım “BİR DEMET YAŞAM” 1. 2. kitaplarımı ‘www.okumaodasi.com’ adresinden temin edebilirsiniz.” AG
====================================
Dostlar,

Sayın Ahmet Göksan dostumuz Kıbrıs Türklerindendir ve Kıbrıs – KKTC davamızın (sorunu demesek!?) en soluklu, bilinçli ve yurtsever izleyicilerindendir, savunucularındandır. Konuya bütünüyle egemendir. O’nun yazılarını izlemek ve gerçekleri öğrenmek çok uygun olur.. Bu sitede epey yazısını yayımladık. Göksan dostumuz Uzun yıllar Kıbrıs Türk Derneği Başkanlığı yaptı, Ankara’daki Kıbrıs Evi‘ni yönetti. Salı günleri akşamları biz ulusalcılar orada konferanslar düzenler ve katılırdık. Sn. Prof. Dr. Anıl Çeçen düzenli Salı konferansları verirdi. Bunun öncesinde güncel konuları uzmanlar sunardı. Biz de bu zeminde epey konferans verdik..

Son birkaç yıldır bu olanağımız da yok ne yazık ve ne acı ki!
Niye acaba? Kim zorluyor ya da engelliyor?
Çok zor olmasa gerek bu sorunun yanıtı.. Tarihe not düşülüyor elbette..

Sevgi ve saygı ile. 02 Ağustos 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

BREXİT’ten TREXİT’e AVRUPA NEREYE ?

BREXİT’ten TREXİT’e
AVRUPA NEREYE ?


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 

Sayın Prof. Dr.Anıl Çeçen hocamız yazılarına bir süre ara vermişti.
Yeniden yazmaya ve bizlerle de paylaşmasına sevindik.

BREXIT, Britanya’nın AB’den (Avrupa Birliği) çıkması “exit” süreci için geliştirilen bir kısaltma..

Çeçen hocamız, Türkiye için benzer çıkarımla yaratıcılıkla TREXIT kısaltmasını türetmiş..
Yazı önemli vurgular içeriyor, yoğun ve uzun (10 sayfa, calibri 11 p). Türkiye, 1963 Ankara Andlaşması’ndan bu yana üyelik süreci yürütüyor.. 54 yıl oldu! Tam üyelik başvurumuz ise 1987’ye, 30 yıl öncesine tarihlenmekte. 28 üyenin hiçbiri bunca uzun bekle(til)medi!?
Yazı aşağıdaki paragrafla başlıyor..
*****

21. yy’ın içlerine doğru gidildikçe ve yerküre bu doğrultuda yuvarlandıkça ortaya yeni yeni manzaralar çıkmaktadır. 20. yy’ın birikimleriyle yeni bir yüzyıla girmiş olan dünya, bu yeni yüzyılda yoluna devam ettikçe, eskisinden çok farklı olarak hiç beklenmeyen yeni oluşumların gündeme geldiği ve bu doğrultuda dünya ülkelerinin beklenenden çok farklı durumlar ile karşı karşıya geldikleri görülmektedir. Geçmişte kalan yüzyılın getirmiş olduğu birikimler yeni bir dünya yapılanmasının önünü açarken, geleceğe dönük beklentiler geçmişin devamı doğrultusunda öne çıkmış ama tümden tersi bir çizgide beklenmeyen olaylar ortaya çıkınca, siyasal gelişmeler de bu gibi durumların etkisi altında kalmış ve beklenenden çok farklı bir dünya yapılanması ile insanlık karşı karşıya kalmıştır. Yeni yüzyılın daha ilk çeyreği dolmadan , geçen yüzyıldan gelen dünya sahnesinde önemli değişikliklerin devreye girdiği görülmekte ve daha şimdiden eskisinden çok farklı bir dünya yapılanması ile insanlık karşı karşıya kalmaktadır. Küresel anlamda bütün dünya kıtalarını kapsayan bir değerlendirme olarak böyle bir sonuca varırken, her kıta gibi Avrupa Kıtası da kendi payına düşen yeni gelişmeler ve çok farklı bir değişim rüzgarı ile karşı karşıyadır. Çağdaş uygarlığın beşiği olarak kabul edilen bu dünyanın en küçük kıtasındaki yeni gelişmeler gene bütün dünyanın geleceğini yakından etkileyecekmiş gibi görünmektedir .
……………….
*****
Devamında Sn Çeçen şunları yazmakta :

İngiltere gibi büyük bir ekonomik yapılanmanın AB’ni terk etmeye yönelmesiyle hem Avrupa kıtası hem de batı bloku alt üst olmuş ve geleceğe dönük gelişme programlarında her devlet kendi çıkarları açısından değerlendirme yapma noktasına gelmiştir. İngiltere yeniden Common Wealth dünyasına dönerek bu doğrultuda bir yeni küresel oluşumun önünü çekerken, Avrupa’nın öbür sömürgeci ülkeleri de yeniden eski sömürgelerine dönmeyi gündeme getirmişlerdir. Özellikle Afrika’da 20’den çok sömürgesi olan Fransa, yeniden Batı Afrika’daki Fransızca konuşan ülkeler topluluğuna geri dönerek İngiltere gibi Avrupa kıtasının dışında yeni arayışlara girmiştir. Benzer girişimleri İspanya, Portekiz, Hollanda ve Belçika gibi ülkeler de denemelerine karşın, küresel ekonomi ile rekabet edecek güçlü bir mücadeleyi gündeme getirememişlerdir. Bu nedenle İngiltere gibi bir ayrılma senaryosunu bu gibi ülkeler gerçeklik aşamasına getirememişlerdir. Ne var ki AB’nin öncüsü ve kurucusu konumundaki Fransa, sahip olduğu eski büyük sömürge imparatorluğuna tıpkı İngiltere gibi geri dönüş arayışlarına girmiştir. Fransa’nın hem Afrika’da hem de  okyanuslarda kendine bağlı oluşturduğu sömürge  imparatorluğunun , Brexit kararı sonrasında  canlandırılmasıyla Frexit gibi benzeri bir uygulamanın ortaya çıkabileceği şimdiden tartışılmaya başlanmıştır . Almanya ile merkezi ortaklık kurarak Avrupa Birliği’ne öncülük yapan Fransız devletinin birkaç yıl önce Almanya ile tam ortaklığa yönelerek AB’nin çekirdek yapılanması olarak Fransalmanya adlı bir yeni oluşumu dünya kamuoyuna açıklaması üzerine, geçmişten gelen dünya imparatorluğundan vazgeçmek istemeyen İngiltere, Brexit hazırlıklarına başlamış ve kısa zamanda 2 eski büyük rakibinin ortaklığına dayanan kıtasal birliğin içinde Avrupa standartlarında parçalanarak yer almayı kendi çıkarları açısından uygun görmemiştir. İngiltere’yi Brexit gibi bir radikal çıkış kararına sürükleyen ana olay, AB oluşumunun bir Fransa-Almanya ortaklığına dönüştürülmek istenmesidir. ABD’nin şirketler aracılığı ile küreselleşmede öne çıkması da İngiltere’nin rekabetçi bağımsız politikalara geri dönüşünü gündeme getirince, Birleşik Krallığın dünyanın
en küçük kıtasını terk etmesi daha da hız kazanarak gerçekleştirilmiştir. İngiltere’nin AB’nden boşanmasının hem iç hem de dış nedenleri bir araya gelince, ayrılma daha çabuk gerçekleşmiştir. Brexit kararı bu yüzden hem AB oluşumunun önünü kesmiş hem de ABD-İngiltere işbirliğine dayanan Atlantik ittifakının eskisinden daha farklı bir biçim almasına giden yolu açmıştır. Britanya İmparatorluğu, eski sömürgesi olan ABD ile birlikte hareket ederek Atlantik İttifakı çerçevesinde bir işbirliğini AB oluşumuna tercih  etmiştir.
*****
Sn. Prof. Çeçen, irdelemesini şöyle bağlıyor :

Brexit kararını AB’nin dağılmasının başlangıcı olarak gören çevreler  kıtasal birliğin geleceği açısından karamsar yorumları benimsemektedirler . Otuza yakın üyesi olan AB’nin tam olarak kesinleşen bir üye yapısına sahip olmaması nedeniyle İngiltere kolaylıkla çıkış yolunu seçebilmiştir. Uzun süre boyunca genişleyemeyen Birlik, kendiliğinden bir durgunluk dönemine girmiş, Brexit uygulaması ile de dağılma aşamasına gelmiştir. Ortak para politikası nedeniyle Almanya’nın patron konumuna geldiği AB’nin eskisi gibi devam edemeyeceği güney ülkelerinin iflası üzerine kesinlik kazanmıştır. İngiltere sonrasında Fransa, İtalya, İspanya, Portekiz ve İrlanda gibi iflas eden ülkelerin Birlikten ayrılacağı şimdiden tartışılmaya başlanmıştır. Avrupa Kıtası’nın eskisi gibi bölünmemesi için yeni bir Birlik oluşumuna gidilmesinin ve bu doğrultuda üye devletleri tasfiye etmeyen bir gevşek konfederasyon aracılığı ile birlikteliğin sürdürülmesinin yararlı olacağı öne sürülmektedir. Her ülke kendi çıkarları açısından durumu değerlendirirken, Akdeniz Birliği, Baltık Birliği, Orta Avrupa Birliği, Kuzey Birliği ya da Balkan Birliği gibi bölünmüş bölgesel Avrupa oluşumları da seçenek olarak devreye girmektedir. İngiltere yeni bir dünya devleti yapılanmasına yönelirken, başarısız olan AB’nin yerini de yeni birlikteliklerin almasını doğal karşılamak gerekmektedir. Para basma yetkisi elinden alınan üye devletlerin iflas etmesinden çıkarılacak dersler doğrultusunda,
ortak para sisteminden vazgeçileceği anlaşılmaktadır .
==============================

Yazının tümünü okumak için lütfen tıklayınız : BREXIT’ten_TREXIT’e_AVRUPA_NEREYE

Kapsamlı makalenin yararlı olmasını diler, Prof Çeçen’e teşekkür ederiz.

Sevgi ve saygı ile. 19 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com