PROF. DR. ALPASLAN IŞIKLI’YI
ANMA ETKİNLİĞİ
23 KASIM 2013 CUMARTESİ,
SAAT: 14.00 – 18.00
PETROL İŞ SENDİKASI KONFERANS SALONU ADAKALE SOKAK NO: 6
KIZILAY– ANKARA, www.tumod.org.tr
PROF. DR. ALPASLAN IŞIKLI’YI
ANMA ETKİNLİĞİ
23 KASIM 2013 CUMARTESİ,
SAAT: 14.00 – 18.00
PETROL İŞ SENDİKASI KONFERANS SALONU ADAKALE SOKAK NO: 6
KIZILAY– ANKARA, www.tumod.org.tr
Suriye Tiyatrosu
Bazılarının etekleri zil çalıyor.
Bir bayram havası estirmekteler; galiba saldırı saati gelmek üzere.
Ama saldırıyı planlayanlar “saldırı” demiyor da “müdahale” diyorlar:
Suriyelilerin birbirini katletmelerine son verilecek (!)
Yalnız, kimin kimi katlettiği pek belli değil. İngiltere’yle Fransa başta olmak üzere Avrupa’nın kodamanları Esad yönetiminin muhalifler üzerine kimyevi silahlarla çullanıp kadın erkek, çoluk çocuk binlerce kişiyi öldürdüğünü iddia etmekte;
iktidar ise ulusal savunma için depolanmış bu tür silahların muhaliflerce ele geçirilip iktidar yandaşlarına karşı kullanıldığını ileri sürmekte.
Müdahaleciler kimin kimi, niçin ve nasıl öldürdüğünü anlamak için Birleşmiş Milletlerce oluşturulmuş bir heyeti Suriye’ye göndermişti ama incelemeleri yapan heyet henüz raporunu yazıp açıklamadı.
Dolayısıyla, katliam sorumluluğunun kimin üzerine düştüğü resmen bilinmiyor.
Gelgelelim, müdahaleciler, “olsun, biz girip gerekeni yapalım da istim sonradan gelsin..” demekteler.
Belli ki, uzun süredir “Arap Baharı” denen işi bir an önce noktalayıp Ortadoğu coğrafyası ve yönetim düzenini kendi çıkarlarına uygun biçimde yeniden kararlaştırmak için gitgide sabırsızlaşıyorlar. Yıllar öncesinde oğul Beşşar Esad’la sarmaş dolaş olup ardından pek anlaşılmaz biçimde köprüleri atan Tayyip Recep Erdoğan da.
Bu işin sonu nereye varır?
Kendi ülkesinin başına neler gelir, saçmasapan bir savaş uğruna kaç kişi ölür?
Böyle bir tutuma karşı çıkan Rusya ile Ankara’nın ilişkileri ne kadar bozulur?
Sayın Başbakanımızın ve Dışişleri Bakanı’nın hiç umurlarında değil.
Böyle devlet adamlığı olmaz. Türk dış politikası yıllar yılı ülkenin Batılı ve Kuzeyli komşuları arasında son derece duyarlı dengelerle yürütülegelmiştir.
AKP iktidarının bazen mezhepçi, bazen kısa erimli fırsatçı tutumları yüzünden
eski parlak döneminin saygınlığını yitirmiş olması son, belki de en ağır başarısızlıklarımızdan biridir (Cumhuriyet, 28.8.13)
Dostlar,
AÇILIM – SAÇILIM ne oldu sahi??
Kimi Akil – sakiller bu aralar neyle meşguller??
Neredeyse tüm yurttan biber gazının çekilmesini mi bekliyorlar??
Güneydoğuda asayiş berkemal!?
Galiba bölücü terör örgütünün militanları, silahlı olarak üstelik,
göz göre göre / görmeye görmye -güya- ülkemizi terkediyorlar!?
Oralarda sürdürsünler ya kara propagandalarını kimi Akil – sakiller ?
İktidar mola mı alıyor?
Gündem mi belirliyor; gündemi mi belirleniyor??
Bu arada biz Kürt sorununa çözüm bulma çabamızı sürdürsek??
Nasıl olsa AKP iktidarı artık gidici.. eğik düzlemde kaymakta..
Eski Dışişleri Bakanı, BCP Genel Başkanı, Anayasa Hukuku Uzmanı
Sn. Prof. Dr. Mümtaz SOYSAL‘dan özetle önerileri alalım mı??
Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 15.6.13
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
=======================================
KÜRT SORUNUNA ÇÖZÜM
Prof. Dr. Mümtaz SOYSAL
MİLLİ MERKEZ AYAĞA KALKIYOR!
Mustafa MUTLU
Vatan Gazetesi, 20.4.13
İki yıl önceki genel seçimlerden hemen sonra Meclis çatısı altında bir
Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurulmuştu. Kimi sivil toplum kuruluşları da
bunun üzerine aynı günlerde Milli Anayasa Forumu altında
toplantılar düzenlemeye başladılar.
Bunun için kimi milletvekilleri, TBMM dışındaki kimi siyasal partilerin temsilcileri, uzmanlar, akademisyenler, meslek odaları, sendikalar, dernekler ve vakıflar gibi demokratik kitle örgütleri ile kimi gazeteciler bir araya geldi.
İlk toplantı 22 Ekim 2011’de İstanbul’da yapıldı. Bunu 75 bin kişinin katıldığı
151 toplantı daha izledi. Toplantıların 50’si illerde, 92’si ilçelerde, 10’u da mahalle
ve köylerde gerçekleştirildi.
Atatürk’te birleşmek!
Forum, Türkiye çapında düzenlediği etkinliklerle, “bölücü Anayasa girişimi”ne karşı önemli bir kamuoyu oluşturmayı başardı. 28 Nisan 2012’de Ankara’da
“Atatürk’te Birleştik” sloganıyla ve 3 bin kişinin katıldığı bir toplantıyla “resmi bir kimliğe” bürünmeye başladı.
O toplantının sonunda oy birliğiyle yayınlanan bildiride,
Başkanlığını deneyimli siyasetçi ve hukukçu Hüsamettin Cindoruk’un üstlendiği
Milli Anayasa Forumu, bu 23 Nisan’da ise yeni bir kimliğe bürünecek. O gün saat 14.00’te Ankara’daki Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek olan
Milli Merkez Kurultayı’nda yapılanmanın statüsü de belirlenecek.
Milli Anayasa Forumu Başkanı Hüsamettin Cindoruk,
Milli Merkez yapılanmasına CHP’den ve MHP’den kimi milletvekilleriyle genel merkez ve örgüt yöneticileri, İşçi Partisi, DSP, DP, Atatürkçü Düşünce Derneği, Türkiye Gençlik Birliği, Cumhuriyet Kadınları Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Eğitim-İş Sendikası gibi pek çok demokratik kitle örgütü destek veriyor.
Bu Kurultay’da, Milli Anayasa Forumu’nun 152 toplantısını kapsayan faaliyet raporu sunulacak. Ayrıca Merkez Yürütme Kurulu seçilecek…
Seyirci kalmamak…
Mevcut partilerde bir araya gelemeyen muhalefeti toparlamak amacıyla yola çıkan
Milli Merkez’in “partilerüstü bir halk hareketi” olarak mı kalacağı ya da yola siyasal parti olarak mı devam edeceği bu toplantıda belli olacak…
Açıkça yazmakta yarar var:
Bu hareket başarılı olur ya da olmaz…
Ama en azından bunca insan taşın altına elini koyuyor ve olup bitene seyirci kalmıyor!
İktidar korkusundan herkesin saklanacak delik aradığı bir dönemde tek başına bu bile az şey mi?
Öncüler!
Milli Merkez’in Düzenleme Kurulu’nda yer alan adlar ise şöyle:
ZAMANE KIZLARI
Lenin bize, “ezen” ulusun, “ezilen” ulusa hoşgörü ve şefkatle, bir öğretmen ve bir ana olarak yaklaşmamızı öğretti. Dosyalarına baktığımda gördüm, Pınar ile Büşra aşırı Leninist olmuşlar; güzel, Leninist olmalarına bir itirazım yok, ancak “aşırı” olmak, sol’dan uzaklaşmaktır. Diğer yandan Brecht bize, “yabancılaşma”, alienation kavramını verdi, yararlıdır. Dosyalarına baktığımda, galiba “fazla” yabancılaşmışlar, kendi kavimlerine, Türkler’e “öteki” baktıklarını anladım. Cumhuriyet’ten çok uzaklaştılar mı, bilemiyorum ve bilseniz, korkuyorum. Çünkü son “moda” budur. Fakat yine de bir suç yoktur, ne de olsa “iyi” aile çocukları, “zamane kızları” diyebiliriz, toparlanırlar ve toparlarız. Toparlanmayanları yuvarlarız.
KURULUŞ RÜZGARI
Pınar’ı tanıdığımdan emin değilim, bir kez evlerinde yemeğe çağrılıydım, eczacı annesi ve babası Alp ile yemek yiyorduk; Pınar çocuktu, annesini erken kaybetti, avukat babası Alp’i ise hep severdik, Türkiye İşçi Partisi’nde beraberdik, sonra Behice Boran’la birlikte TKP’li oldular, ben olmadım ve bana çok kızdılar. Olsun, şimdi burada Pınar’ın dedesi İsmail Hakkı Selek’ten söz etmek istiyorum. 1920 yıllarında “komünist” idi, 1960 yıllarında Türkiye İşçi Partisi üyesidir. Avukattı, çok beyefendiydi, çok devrimciydi; bize Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını ve sosyalist mücadelenin rüzgarını getiriyordu, çok saygı duyuyorduk ve hepimiz biraz hayrandık. Ve ben İsmail Hakkı Selek’in torununun hiçbir yere bomba koymayacağına inanıyorum. Sosyalist ve disiplinlidir, dedesinden söz ediyorum.
F TİPİ İNSANSIZLAŞTIRMA
Gebze Cezaevi kaynıyordu. Ol tarihte “F tipi” cezaevleri yapılıyordu, işte bunlar, içindeyiz; bütün cezaevleri karşıydı, eylem hazırlanıyordu. F tipini “insansızlaştırma” olarak görüyorduk, bizlerden korkuyorlardı, gardiyanları görmeyecektik, yemekleri bir delikten vereceklerdi, bunu “köpek muamelesi” addediyorduk, şimdi bakıyorum, pek haklıydık. İşte Çanakkale ve Bayrampaşa katliamları bu eylemlerin devamıdır; Gebze ise biraz daha sakindi, ayrıca ben Kürt Koğuşu’nda kalıyordum, Kürtler bu işe, Türk işine uzak duruyorlardı ve yine ayrıca, ben tam bu sırada “erteleme yasası” ile çıktım. Ölümler arkamdan geldiler.
HAPİSTE DAVA İNCELEMELERİ
Yalnız tabii, sadece bir “inanç” meselesi değildir, fazlasına sahip durumdayız. Gebze’de Kürt Koğuşu’nda kaldığımı ifade etmiştim, koğuş arkadaşlarımdan birisi, bu davanın sanığıydı ve tutukludur. Dosya’yı incelememi istedi, çok tartıştık, dürüst, uzun boylu, iyi yüzlü bir Kürt idi; hem kendisini ve hem de ailesini tanıdığım için Pınar’ın durumunu inceledik. Şunu kesinlikle söyleyebilirim, gerçekten bomba patlatıldı mı bilemem; ancak, dosyadaki bütün delil ve bilgilere göre, asla atılmamıştır. Bu sanık arkadaşıma net olarak söylediğim şudur; “Pınar’a isterlerse örgüt üyeliğinden ceza verirler”, o sırada her önlerine çıkanı “pkk üyesi” yapıyorlardı. Ve anlatılanlardan, dosyadan anlaşılıyordu, Pınar adeta bir Jean d’Arc adayı görünüyordu, her işe atılıyordu, çok hevesliydi; hevesi mutlaktır. Koğuş arkadaşlarım da aynı fikirdeydi; “biz istemiyorduk” diyordu, rahatsızdılar. Ama Pınar, Kürtler’in fedakÓAr anacığı olmaya kararlı, kurtuluş yok ve sekiz ciltlik KCK-İstanbul Dosyası’ndan Emine Büşra Ersanlı’yı çok andırıyordu, şimdilerde “aynen öyle” diyorlar. Bu bir ve devam ediyorum.
‘HARİKA ON YIL’
İsmail Hakkı Selek ile 1920 yıllarını andım, bazı insanların uçtukları yıllardı, Nazım Hikmet uçanlarımızdan birisidir. Büşra ile, “müjde” ve aynı zamanda “bonne nouvelle” İncil ve tabii “Eski Ahit” ve “Yeni Ahit” anlamındadır, “Harika On Yıl” dediğimiz Altmışlar’a gidiyorum. Sanki Türkiye toptan uçuyordu, uçuyorduk. Çok işaret ettim, dünyada ve Türkiye’de “sol” yükseliyordu ve “sol güzeldir”, left is beautiful, sanki modaydı. O kadar öyle ki, genç ve parlak hanımlar, kocalarından ayrılıp en öndeki
sol aydın ve liderlerle evleniyordu; Sevgi, Ela, Sırma misaldirler.
Sevgi Soysal’ı çok severdim, “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” yazdıkları içinde
en çok sevdiğimdir, Müsteşar Mithat Yenen’in kızı, hastaneden Londra’ya gidiyordu, dönmeyeceğini biliyordum, gittim, üç-dört saat konuştuk; ölüme karşı pek yiğitti, Mümtaz’ı da konuştuk, Sevgi kocasını bırakıp Mümtaz Soysal ile evlenmişti. En yakın arkadaşı Ela idi, yerinde duramayan bir kız, diplomat Tansuğ Bleda ile evliydi; İttihat ve Terakki yöneticisi bir aileden, bıraktı, solcu tiyatrocu Mehmet Keskinoğlu ile evlendi, Reşat Nuri Güntekin’in kızıdır. Sırma’ya gelince, Doğu ile evlendiğinde çok zengin olduğunu duyduk, sonra “az zengin” haberini aldık; çok güzel genç bir hanım, çok zengin Ulagaylar’ın oğlu ile evliydi, bıraktı, o tarihte çok parlak ve çok aktif, bizim Doğu Perinçek ile evlendi. Büşra küçüğüdür, Altmışlı yıllar sonundan bir evliliği ve solculuktan bir hapisçiliği var. KCK dosyalarına bakıyorum, Büşra’nın dosyası sekiz cilt, 2000 sayfadan fazla, okudum ve inceledim, Kürtler’in yeni “anacığı”, Emine Büşra Ersanlı’dır. Bir “Yeni Pınar” diyebiliriz. Akıyorlar ve aktıkları yeri pek biliyorlar.
HAPSE HAZIRLIK
Annesinin de, babasının da soyadları ile birlikte üç ismi var, üç isimliler beni ilgilendiriyor, ancak şimdi yerim ve zamanım yoktur. Öyle anlıyoruz, Kürtler’in Siyaset Akademisi’ne “baş hoca” olduktan sonra Büşra’nın da hiç zamanı kalmıyor; Roj Tv’den Baki Gul telefon etmiş, yedinci cilt, sayfa 2081, “ben sizi televizyona davet edecektim”, istiyorlar, ama mümkün değildir. Çünkü aynı tarihlerde Büşra için, “Diyarbakır’da çok güzel bir toplantı var”, bunu söylüyor ancak “ona da gidemiyorum”, gidemiyor, neden mi, “çünkü önümüzdeki hafta Hindistan’a gideceğim”, cevabı budur. Kürtler Emine Büşra’yı davetlerle boğmaktadırlar. Hapse hazırladıklarından habersizdirler.
Bitmiyor, Büşra, Kürtler’in yeni anacığı’dır, bu Brüksel’de tv programı var ya, üzülüyor, “anne kalbi” diyebiliriz, boş kalmasını istemiyor, telefon üzerine telefon, “yazık”, birisini göndermek istiyor. Ve hepsi polisçe kayıtlıdır, hepsini okumuş durumdayım. Artık hapse hazırdır ve bilmiyor. Bir sabah alırlar.
SİYASET AKADEMİSİ’NİN HOCALARI
Büşra Hanım pek titiz, “Sebahatçim iyi misin”, bu yaman ve cesur milletvekili Kürt kızı Sebahat Tuncel’dir, “iyiyim, sağol Büşra Hoca, sen nasılsın”, konuşma başlamaktadır; Büşra-Sebahat telefonları çoktur ve polislerin kaydındadır. Büşra, Kanal Sekiz programına katılacaktır, Sebahat’ten fikir almak istemektedir; yanlış yapmaktan çekiniyor, çok normal buluyorum. Profesör halidir, televizyonlara boş çıkmak istemiyorlar. Kürtler’in anacığına bu yakışmaktadır. Ancak kavgada yetkin Sebahat, fikirde yetkin görünmüyor; “sen bilirsin Büşra Hoca” havasındadır.
Bir de KCK-Avukatlar iddianamesine sahibiz, okumakla bitmiyor ki, Öcalan “işte bunlardan dolayı da siyaset akademileri üzerinde o kadar duruyorum” demektedir,
cilt-2, sayfa 1330, okuyoruz. “Demek siyaset nasıl yapılır, öğretilmesi lazım”, anlıyoruz; buradan başlıyor. Ama nerede, Yale’den teknik yardıma ihtiyaç çoktur.
İddianame’de, KCK-İstanbul, cilt 8, s. 2221, şunları buluyoruz: “Siyasetçi adayları
Büşra Ersanlı, Doç. Dr. Sungur Savran, yazar Faik Bulut, gazeteci Ragıp Zarakolu gibi akademisyen, siyasetçi, sivil toplum örgütü temsilcisinin derslerine katılana, demokratik siyasetin incelikleri öğretiliyor.” Çok havalı, ancak pek inandırıcı değil, Fak Bulut hiç görünmüyor, Savran açılışta var, Zarakolu’nun sadece açılıştaki mühim konuşmasından haberdar olabiliyoruz.
TÜRKİYE’DE BİR YABANCI
Zarakolu’nun önemli konuşması dosyada yer alıyor ve polis kaydı olabilir, şöyledir: “İlk konuşmayı yapan yazar Zarakolu Kürtçe katılımcıları selamladıktan sonra, siyaset akademisinin tüm dünyada sosyalist harekete önemli ivmeler kazandırdığını anlattı.” Zarakolu sözünü şu şekilde tamamlıyor: “Türkiye’de bunun Kürtler tarafından uygulanmasının anlamlı olduğunu söyledi.” Güzel, yalnız şu sırada, Türkiye’de pek çok partide, akademi veya “parti okulu” var. Olabilir, ne de olsa, artık Türkiye’de bir yabancıdır.
DERS HAZIRLIĞI
Bu dört kişiden sadece Ersanlı ve Zarakolu tutuklandılar ve bırakıldılar. Bu dört hocadan başka, bir de İstanbul Akademisi Başkanı Kemal Seven var ve Kemal Heval’ın, Akademi’de birbirine “arkadaş” deyu hitap ediyorlar, ele geçirilen notlarında, “ideolojik politika” için Büşra Hoca ve “Türkiye Siyaseti” için ise “Büşra-Deniz” yazılıdır. “Deniz”, Zarakolu’nun, herhalde oğlu, Cihan Deniz Zarakolu olmalıdır; devlet üniversitesi misli, dersler, asistanların ve burada Deniz’in omuzlarına bindirilmiş durumdadır. Çünkü ciltlerce, Deniz Hoca’nın derslerinin polis kayıtlarını okuyoruz ama ya içerde telefon ya da dışarıdan mekan kaydıdır ve pek anlayamıyoruz. Ciltleri anlayamadan okumuş bir insan tablosundayım. Ve böylece işleri anlayamadan anlıyorum.
AKADEMİ’DEN DERS NOTLARI
En çok anlaşılır olan şudur: “… (anlaşılamadı) bitane şey var hani bilgi olarak söyleyen… (anlaşılamadı) Allah belalarını versin bu Roma da demiştik, ya Roma’yı kuran bu kardeş… (anlaşılamadı) şey var Roma İmparatoru diye tabir ettiğimiz adam gördüğümüz gibi gerçekten çok büyük bir adamdır…(anlaşılamadı)” Güzel, ders güzele benziyor ama polisler bozmuşlar, bu kanaatteyim; genç Hoca Deniz Zarakolu’nun dersidir.
Genç Hoca Deniz’den daha anlaşılabilir bir ders ise şudur: “Şu anda peygamberler direnişi, bakın şunu söyleyebiliriz, bütün şeyi söyleyebiliriz (anlaşılamıyor) bir zenginin cennete gitmesi bir devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zor diyen bir anlayışla yola çıkılmıştır.” Burada laik bir yaklaşım ile sosyalist bir felsefe birleşmiş olmaktadır. Ve ben, bunu çıkarıyorum.
ÖĞRENCİ GÖZÜYLE
Öğrencilerin ve Kürtler’in akademiye bakışını da bir polis kaydından öğrenebiliyoruz. Öğrenci Muhsin’i, bir “Erkek Şahıs”, telefonla arıyor, “Naber Muhsinciğim” ilk sözdür. “Okula başladım” ilk cevaptır. Bunun üzerine E.Ş. merak ediyor, Muhsin’in akademide olmasına inanamıyor, “ders mi, alıyor musun, veriyor musun”, konuşma bu minval üzerinde devam ederken, Muhsin, ders aldığını ve “evet, felsefe ve Quantum fiziği” deyince, “E.Ş.”, “ha s.ktir lan” demekten kendini alamıyor, tabii samimiyet ifadesidir. Herhalde yakındırlar, bunu, E. Şahıs’ın “sen oraya mahsustan girmişsindir, hain planların vardır” sözünden anlıyoruz. Önce “tir” oldu, sonra “hain”; suçu Siyaset Akademisi’ne duhul etmesidir.
Sonra yüksek meselelere geçiyorlar, yumuşama var; Muhsin, “evet, temelleri sağlam değil abi, Marksizm falan aşılmış ya yani resmen aşılmak üzere, aşılmış yani” diyor; bu, derslerden yararlanmaya başladığına işarettir. E.Ş. artık hoşnuttur, “aşıldı da”, lafı erkekçe bir tınıya sahiptir. Kapatıyorum.
HER KÖYE BİR AKADEMİ
Sanki Yeni England’ta değil, “Yeni” Türkiye’deler, seviye bunu gösteriyor; ama bu defa da Toroslar’ın en yüksek tepesindeki köyümüzü hatırladım, din âlimimiz vardı, Mıldırbeym, yaşlı ve tabii akrabamız, yamacın üstündeki evimizden aşağıda, bir büyük ceviz ağacımız vardı, buğday tarlamızın ortasında, Mıldırbeym, sırtını koca ceviz ağacına dayar, hiç kalkmazdı. Adının anlamını kimseler bilemedi, meraklıyım, hep sordum ve ancak Farsça öğrenince anladım, “Molla İbrahim”; derslerde Muhsin kadar ilerledim ama çok güzeldi. Şimdi takıldım, neden Akademi’yi bir ceviz ağacının gölgesine kurmadılar, işte bunu anlayamadım, polislerden uzak, kayıtsız ve masrafsız olurdu. K dağlarında, yemyeşil, suları çağlar, dereleri var. Biz saat olarak, karşı tepede, bir ağaca düşen gölgeyi kullanırdık ve Mıldırbeym’i kandırıp, erkenden dereye koşardık. Unutamam. Tavsiye ediyorum.
SUÇ İMALATHANELERİ
Sekiz kalın cilt içinde, Büşra Ersanlı’nın dersini bulamıyoruz, yoktur ve sadece notları var. Hoca, biz hepimiz, yeni bir ders hazırlarken, önce not alırız ve kart çıkartırız, bunlar tek başlarına, in itself, hiçbir anlama sahip değiller. Ancak polisler ve ayrılmazları savcılar, her birine bir cinayet bağlıyorlar. Şimdi bu ülkede, Türkiye’de, suç imalathaneleri var. Ve çok güzel, “hiç bişi” yapamıyorlar. Beş yıl oldu, daha bir “suç” bulamadılar. Kürtler’in anacıkları, işte hal budur.
KÜRT BABACIKLARI
Bir yeni halimiz daha var, bir yardımcı başbakan çıkmış, Füsun Erbulak’ın “Niçin Geç Kaldım” romanını hatırlatıyor, “geç kaldım” diyor, çok ağlar, “ben de dağa çıkarım” buyuruyor. Amed’de, Fethullahi bir polis şefi gelmiş, “dağda ölen Kürt’e ağlarım” ağıtı çığırıyormuş, herhalde yeni aşamadayız. Gerçi Erdoğan arada bir, “hem çıkmam ve hem ağlamam” deyu tutturuyor ama bunu ciltlerde, Erkek Şahıs’tan öğrendik, “mahsustan” yapıyor; pekiştirmektedir. Kürtler’in pek tutkulu ve gözü yaşlı babacıkları olduğunu böylece teyit etmektedir. Herhalde anacıklara ihtiyaç kalmamaktadır ve haber salıyorlar, öyle anlıyorum.
AFORİZMALAR
Güzel ve bitti, ama birkaç aforizma yazmadan kapatamıyorum.
İki, Silivri’de tutuklu yoktur ve hepsi tutsaktır.
Beş, kılıç ile hapis mümkündür ama üzerine oturmak imkansızdır.
Altı, bir Türk, bir Kürt’ü görmüş, “arkadaşını söyle, kim olduğunu söylerim”,
Türk Kürt’e yardım eder, budur.
Sekiz, bir Kürt bir yobaz ile arkadaş olmuş ve şimdi çok uzaklara kaymaktadır.
Kaybettiler.
Cumhuriyet’i kaynatamadılar.
Daha, daha.. güzel – güneşli günler göreceğiz…
Sevgi ve saygı ile.
31.12.12, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
İBRET VERİCİ BİR DEMOKRASİ DERSİ
Prof. Dr. Mümtaz SOYSAL
PUSULA, Temmuz 2012, sayı 41
Ülkelerin iklimine ve yönetim sistemine göre biraz değişse de mevsimler takvimi ile siyasal yaşamlar arasında hep rastlanan bir bağlantı vardır. Örneğin, bizde Haziran sonlarına doğru havalar ısınırken siyaset soğur
ve iktidar mücadelesinin sıcaklığı azalır. Gerginliklerin yerini tatil atmosferinin ve dinlenmekte olan sinirlerin yumuşaklığı alır. Ayrıca, başkent tenhalaşmakta ve siyasal ağırlık merkezi yavaş yavaş başka kentlere kaymaktadır.
Elbet ara sıra içte ve dışta ortaya çıkan olağanüstü gelişmeler bu durgunluğu bozsa da, Mayıs ortalarından başlayarak siyasal etkinliklerin azalması, çalışmaların yavaşlaması doğal sayılır. Partiler genellikle bu durgunlaşmanın dışında kalmaz, onlar da hız keserler.
Bu yıl, farklı oldu. Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin siyasal rejmlerini Batılı büyük devletlerin çıkarlarına uygun biçimlere sokmaya yönelik çabalar Mısır seçimleriyle birlikte pek sağlam görünmeyen bir istikrara bağlanmışken, Suriye’deki çalkalanma yalnız o ülkenin içini hallaç pamuğu gibi darmadağın etmekle kalmadı, devletler arasında Soğuk Savaş yıllarını andırır bir cepheleşme yarattı:
Bir yanda Batılı büyük devletlerle Türkiye’nin de desteklediği Suriyeli âsiler; öte yanda Esad hanedanının yönettiği Suriye devletiyle yanında İran, Rusya ve Çin. Son günlerin “düşürülen uçak” olayı Ankara’nın şimdiye kadarki politikasıyla nasıl bir çıkmaza sürüklendiğimizi açıkça gösterdi ve ülkeyi tehlikeli bir ikilemle karşı karşıya bıraktı: Ya Şam yönetiminin bilinçli ve küstahça davranışı karşısında dıştan bakıldığında pek onurlu gözükmeyen bir sonucu sineye çekmek gerekecektir, ya da gereksiz ve anlamsız bir silahlı kapışmaya sürüklenip yanlıştan yanlışa sürüklenmek zorunda kalınacaktır.
***
Gelinen nokta, başlangıçta benimsenen ve Türkiye gibi bir devlete çok yakıştığı söylenen bir politikanın yanlışlığını ortaya koymuş oldu. Ankara, yıldızının yükselmekte olduğu söylenmiş bir devletten beklenen role çağırılmış ve böyle bir çağrıyı gözleri kapalı hemen benimseyivermiştir. Sözde gurur okşayıcı bir çağrıydı bu: Büyük bir imparatorluğun vârisi yüzyıllar boyu egemenliğini sürdürdüğü topraklara yeniden “göz kulak olması” ve Batı dünyasının ilkelerine o topraklarda saygı gösterilmesini sağlaması istenmekteydi.
Böyle bir çağrıyı kim reddedebilirdi?
Nitekim, Ankara da reddetmedi.
Oysa, böyle bir göreve hevesle sarılmadan önce Suriye’deki durumu çözümlemek ve orada neler olmakta olduğunu, kimin ne yapmak istediğini iyi anlamak gerekiyordu. Ayaklananlar acaba gerçek demokrasi ve özgürlük âşıkları mıydı? Yoksa ülkede karışıklık çıkarıp o kaosta Batı yandaşlarını iktidara getirmek ve bölge için Batılı büyük
devletlerce öngörülmüş yeni düzenin kurulmasında yararlanılmak istenen gruplar mı söz konusuydu?
Mezhep kavgaları kışkırtılarak Sünni ve Alevi mi birbirine düşürülmüştü?
Üstelik, böyle bir hengâmeye bulaşmak Ankara’nın İran’la ve Rusya’yla kurduğu ilişkilere zarar vermeyecek miydi? Hesapsızlığın zararları saymakla bitmez ve bunların getireceği yararların neler olabileceğini de
kimse bilemezdi.
***
Ama bütün bunlardan daha da vahim olan ve Şark ya da Ortadoğu kültürünün insanlarınca asla affedilmeyecek sosyal psikoloji hatası, henüz birkaç yıl önce “ma aile” sarmaş dolaş olunmuş insanlara birden bire sırt çevirmek ve onlara karşı Batılı büyüklerle bir olmaktı.
Öte yandan, Suriye’yle kapışmanın Türk sanayicilerce üretilmiş malları Yakın Doğu’ya satma çabalarına vereceği zarar kolay hesap edilmeyecek kadar büyüktü. Gerçekten bütün bunları düşünmeden böyle bir politikaya niçin ve nasıl sarılındığını anlamak çok zordur. Hele “komşularla sıfır sorun” formülüyle yola çıkanların “stratejik derinlik” ararken böyle bir sonuç yaratmış olmaları diplomasi tarihinin ibret sayfalarından hiç eksik olmayacak.
***
Oysa Suriye devletini yönetenler, hiç tanımadığımız ve ilk kez ilişkiye girdiğimiz insanlar değil. Beşar Esad ya da Esed babasından devraldığı devleti aynı ilkeler çerçevesinde yönetmeyi sürdürmek niyetiyle işbaşına geçmişti. O tarihte, daha önceki dönemin gerginlikleri zaten büyük ölçüde giderilmiş ve oğul Esad devraldığı yönetimin Türkiye’yle ilişkilerini daha da geliştirebileceğı bir zemin bulmuştu. Kısacası, ilişkilerin bugünkü duruma sürüklenmesi, Suriye tarafında kesin ve belirgin bir siyaset değişikliği yüzünden değil, tam tersine Ankara’nın bu ilişki konusundaki politikasında köklü bir tutum kaymasının ortaya çıkmasından ötürü olmuştur.
Beşar Esad’ın işbaşına geçişiyle birlikte önceki ilişkinin daha da geliştirildiği ve neredeyse tam bir kucaklaşmaya dönüştüğü bir noktada ansızın beliren bir tutum kaymasıdır bu. Yalnız Türk kamuoyunu değil, ölgenin birçok ülkesindeki insanları şaşırtan bir dönüş olmuş, Türk tarafı, birden bire, Suriye’deki durumun ve epeydir sürmekte olan kargaşanın sorumluluğunu bütünüyle Beşar yönetimine yüklemek yolunu seçmiş ve eleştiri okları hep o yönetime çevrilmiştir.
Aslında bu şaşırtıcı dönüş, Arap Baharı’nı yönlendiren Batılı büyük devletlerin rejim öğütme değirmeni çarklarına Suriye’yi de itmiş olmalarından kaynaklanmaktaydı. Kuzey Afrika’da Tunus ve Libya’yla başlayan senaryoyu uygulama sırası artık Suriye’ye gelmişti: İnsan hakları ihlalleriyle suçlanan kesimlerin direnişleri, direnişlerin şiddete dönüşmesi, şiddetin şiddete doğurması, iktidarca alınan önlemlerin zalimleşmesi, zalimliğin göçlere ve baş kaldırışlara yol açması ve sonuçta iç savaş uçurumuna sürüklenme raddesine getirilmiş bir toplum.Kısacası, ve demokratik düzeni sağlamak amacıyla dış müdahaleyi, rejim değişikliğini hatta huzur getirici işgali kabul etmeye hazır duruma getirilmiş bir toplum ortamı.
Ankara’nın yanlışı, böyle bir senaryonun savunucuları arasına katılmak, rejim muhaliflerine kanat germek
ve sanki uygulayıcılığına da soyunacakmış gibi bir izlenim vermek.
Oysa, taraflar arasında tercihsiz ve tarafsız bir tutum komşuya daha fazla huzur getirebilir ve
Türkiye’ye daha az zarar verirdi.