Artık bir
iktidar işgalcisi olan AKP ve Tayyip Erdoğan yönetimi sonunda Türkiye’yi Ortadoğu bataklığının içine attı. Türkiye’de Cumhuriyet düşmanlığı, bölgede aynı anlama gelmek üzere
Aydınlanma ve laiklik karşıtlığı yapan AKP iktidarı, kendi kurduğu tuzağa kendisini, dolayısıyla Türkiye’yi düşürdü.Bugün ABD ve Batılı emperyalist ortakları ile
işbirlikçi AKP yönetiminin Suriye konusundaki hesaplarının
bütünüyle yanlış çıktığı açıkça görülüyor.
(AS: Biz de kezlerce bu uyarıyı yaptık.)
Bilgisiz, birikimsiz ve görgüsüz AKP kadrolarının, hem Suriye’deki Baas rejiminin gücünü ve toplumsal desteğini hem de ülke sosyolojisini, kültürünü ve tarihsel derinliğini kavrayamadığı net şekilde orta çıktı.
Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu ikilisinin hamaset edebiyatını aşamayan tarih bilgisi ve siyasal sığlığı Türkiye’yi tam anlamıyla bir bataklığa sürüklüyor.
Öyle ki, bırakalım diyalektik analiz yöntemini, matematiksel düşünme yeteneğinden bile yoksun olan bu siyasal islamcı kadro; bölgedeki etnik, dinsel ve siyasal dengeleri bile bütünlük içinde ve doğru şekilde okuyamadı.
Oysa Arap ulusçuluğu ve modernleşmesinin tarihsel merkezlerinden biri olan Suriye’de rejim, Irak’tan farklı olarak toplumsal ve entelektüel bir desteğe sahip…
Suriye’de rejimi destekleyen etkili bir aydın sınıfı bulunuyor. Durum o kadar açık ki, Suriye’de iç savaş neredeyse 5 yıla yaklaştığı halde, kayda değer tek bir entelektüel, bir yazar, edebiyat insanı çıkıp da Esad rejimine karşı savaşanların yanında yer almadı. Ne Suriye’de ne de büyük Arap dünyasında…
Çünkü Rejim kendi varlık gerekçesini ve tarihsel temellerini ahlaki, felsefi ve entelektüel bakımdan güçlü bir şekilde açıklayabiliyor.
Diğer taraftan Beşşar Esad iktidarı liberalleşme ve piyasa ekonomisi yolunda geçmişte,
bazı yanlış adımlar atsa da, Baas rejimi hala halkçı, kamucu, anti-emperyalist ve anti-siyonist çizgisini koruyor. Suriye rejimi, geniş Arap coğrafyasında Filistin davasını kararlılıkla destekleyen tek ülkedir.
Ancak, Sünni siyasal islamcılık (mezhepçilik) öyle ilkel bir Ortaçağ anlayışı ve aklı reddeden bir teolojiye dayanıyor ki, Şam yönetimi Hamas’a yıllardır ev sahipliği yaptığı halde Esad’ı emperyalistler ve küresel gericiliğe ilk satan onlar oldu.
Burnunun ucunu görmek
Bilimsel analiz yeteneğinden yoksun oldukları bilinen AKP yöneticileri, özellikle Ahmet Davutoğlu ve Tayyip Erdoğan, merkezi Avrasya’daki ( Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu)
güç mücadelesinin temelindeki olguların da pek farkında değil. Türkiye’nin merkezinde
yer aldığı bu enerji bölgesinin, gezegene egemen olma savaşının en önemli alanı olduğunu
hiç kavrayamadıkları anlaşılıyor.
Dahası, dünyada yeni oluşan güç merkezlerinin bu çatışmadaki konumunu Rusya, Çin ve İran’ın Ortadoğu ve Hazar Havzası’ndaki yaşamsal çıkarlarını; özellikle İran ve Rusya’nın bölgesel rolü ve ağırlıklarını da yanlış hesapladıkları görülüyor.
Nitekim güçlü bir diplomasi ve devlet geleneğine sahip olan, uzun süredir kendi gücüne dayalı kişilikli ve onurlu bir dış politika izleyen İran’ın nükleer programını başta ABD olmak üzere Batı’ya kabul ettirmesi, sadece bölgede değil, dünyada da son yıllardaki en önemli gelişmedir. Çünkü bu olay, yeni bir küresel ve nükleer gücün yükselmesi anlamına gelmektedir.
Buna karşın Cumhuriyet Türkiye’sinin mezhepçi (siyasal islamcı) AKP yönetimi, bölgede İran’ı, Suriye’yi ve büyük bir Şii ve Alevi nüfusu karşısına alan, adına “Yeni Osmanlıcılık” denilen, akıl, bilgi ve mantık dışı bir politika izlemekte ısrar etti.
Oysa İran bugün Irak’ta da, Lübnan’da da, Yemen’de de ve en önemlisi Suriye’de de en önemli güçtür. Ve şunu bir yere yazın; eğer İran Yemen’de Suudi Arabistan’la girdiği güç mücadelesini kazanırsa, karşısında ne ilkel Körfez Emirlikleri ne de Suudi rejimi tutunabilir.
Ancak, dünyayı okuma ve hayata bakış seviyesi imam hatip ufkunu aşamayan siyasal İslamcı politikacılar, Şark tüccarı kurnazlığıyla herkesi idare ederek işleri yürütebileceğini sanıyor.
Bu nedenle yıllardır yukarıda sayılan olguları hiç hesaba katmadılar.
Bölgesel savaş riski!
Anımsanacağı gibi, önceki yıl NATO’dan yapılan açıklamada, Suriye’ye yönelik doğrudan bir askeri müdahalenin içinde yer alınmayacağı resmen ilan edildi.
Hiç kuşku yok ki, bu karar esas olarak ABD’nin tutumunu yansıtıyordu. Durum böyle olunca Türkiye, iki yıl boyunca ABD ve Batılı ortaklarının çıkarları ve baskısı sonucu tek başına
Suriye ile savaşın içine sokulmak istendi. Tayyip Erdoğan’ın sırtı sıvazlandı.
Ortada basit bir siyaset manevrası yoktu. Sonuçları Türkiye bakımından çok ağır olacak
yeni bir oyun kuruluyordu.
Sadece Rusya’nın, Suriye’ye yapılacak askeri bir müdahaleye karşı aldığı sert tutum ve
bir nükleer savaş uyarısı yapması ve İran’ın Suriye’ye yönelik açık bir saldırı halinde
savaşa gireceğini ilan etmesi bile durumun ciddiyetini gösteriyordu.
Bu arada Türkiye’nin başta doğalgaz olmak üzere bu iki ülke ile büyük hacimli ticari ilişkilerinin bulunması, AKP’nin içinde yer aldığı matrisin hiç farkında olmadığını ortaya koyuyordu. Davutoğlu Ahmet Bey ve Tayyip Erdoğan herkesi aptal yerine koyabileceklerini sanıyordu. Durumun böyle olmadığını kısa süre sonra acı bir şekilde göreceklerdi.
Öte yandan, Suriye’ye açık bir askeri müdahalenin Türkiye, İran, Lübnan, Suudi Arabistan, Katar ve Bahreyn’in ilk dalgada içinde yer alacağı bir bölgesel savaşa yol açabileceğini de unutmamak gerekiyordu. İkinci dalgada bu savaşa Rusya’nın müdahale etmesi kaçınılmazdı.
Bu nedenle ABD ve Batı, 2012’de ateşi tutmak için bir maşa kullanmaya karar vermiş görünüyordu. Bu maşa AKP iktidarı olacak, Suriye rejimi Türkiye aracılığıyla, bu iki ülke arasında lokalize edilen (sınırlanan) bir savaş yoluyla devrilecekti. Hesap buydu.
Ancak bu savaş aynı zamanda, bölgesel bir Sünni-Şii mezhep çatışması, kanlı bir ilkel boğazlaşma anlamına gelecekti. Hesap edilmeyen önemli olasılıklardan biri buydu.
Kürtler ve Hizbullah gibi önemli bölgesel güçlerin bu savaşa girmesi kaçınılmaz olacak, Aleviler de Şiilerin yanında yer alacaktı.
Böyle bir bölgesel yangının, eğer Rusya’nın uyarılarını dikkate almamız gerekirse -ki kesinlikle alınmalıdır- İsrail, ABD ve İngiltere’nin de dâhil olacağı; Çin’in İran, Suriye ve Rusya’nın yanında yer alacağı bir dünya savaşına bile yol açma olasılığı vardı.
Çünkü Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalenin sonraki hedefinin İran olduğu çok açıktı. Suriye ve İran’ın düşmesi, Rusya ve Çin’in dünyanın kırmızı bölgesi, yani en önemli
stratejik alanı ile bütün fiziki, siyasal, kültürel ve askeri ilişkilerinin kesilmesi demekti.
Buna izin verilemezdi, nitekim vermediler de…
Suriye, emperyalizme ve küresel gericiliğe karşı direniş ekseninin en önemli halkası haline gelmiş durumdaydı. Söz konusu stratejik denklem nedeniyle bu halka kopmadı.
Kıytırık Ortadoğu ülkesi
ABD ve Batılı ortakları, yukarıda ortaya konulan nedenlerle, yani bölgesel ya da dünya ölçeğine sıçrayacak bir savaştan kaçınmak ve fakat Suriye’yi ve elbette ardından İran’ı etkisizleştirmek için uzun süre cepheye Türkiye’yi sürmek istedi.
Mezhepçi ve dar ideolojik hesaplarla hareket eden AKP, hem kendisini iktidara taşıyan ve orada tutan ABD ve Batılı güçlere diyet borcunu ödemek hem de aydınlanma ve laiklik düşmanlığı gibi genetiğine ait nedenlerle, kendisine biçilen bu rolün üzerine atladı. Böylece Türkiye 2012 yılından beri, yani 3 yıl boyunca Suriye iç savaşını kışkırtan, bu ülkedeki Ortaçağ artığı
dinci teröristlere para, silah ve üs sağlayan bir “haydut devlet”konumuna sürüklendi.
Başka bir anlatımla AKP, Cumhuriyet Türkiye’sini, kendi kuruluş amaçları ve başlangıç ilkelerine ihanet eden; bölgesel gericiliğin bir parçası olan ve bu anlamda Suudi Arabistan
ve Katar gibi çağdışı rejimlerin peşine takılan kıytırık bir Ortadoğu ülkesi haline getirdi.
Belli ki AKP diyet ödüyordu. Çünkü, ABD ve Batılı ortaklarının destekleri olmasaydı,
her gün bir general tutuklayan, muhalefeti devlet terörüyle bastıran AKP, değil 13 yıl,
3 yıl bile iktidarda kalmazdı.
Cumhuriyetin tarihsel kazanımlarını tasfiye ederek yerine ılımlı da olsa bir İslam rejimi kurmak isteyen AKP hükümeti, iktidarı kaybetmekten ölümcül bir korku duyuyordu.
AKP iktidarı, ABD ve Batılı ortakları ile İsrail’in taleplerine bu nedenle “hayır” diyemiyordu.
Esad kalınca Erdoğan gidecekti, gidecek!
AKP, iç dinamiklerin yanı sıra, kendi programları ve hedefleri ile emperyalizmin
(özellikle ABD’nin) bölgesel ve küresel siyasetleri arasındaki örtüşme ve uyumun yaşandığı
bir topludurumun (konjonktürün) sağladığı olağan dışı tarihsel koşulların sonucu olarak
iktidara tırmandı.
Ancak iç ve dış dinamikler arasındaki bu uyum 2013’ten itibaren (AS: başlayarak)
hızla bozuldu. Dünyada ve bölgedeki gelişmeler, AKP’yi iktidara taşıyan iç ve dış dinamikler arasındaki örtüşmeyi ortadan kaldırdı. Sonuçta AKP, toplumsal muhalefetin de yükselmesiyle birlikte 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde ağır bir yenilgi aldı.
Ancak, AKP seçimlerde halk tarafından iktidardan düşürülmesine karşın, yerine yeni hükümet kurulamadığı için Türkiye’yi yönetmeye devam ediyor. Öyle ki, 20 Temmuz 2015’te Urfa’nın Suruç ilçesine, Kuzey Suriye’deki Kobani Bölgesi Kürt Yönetimi’ne insani yardım götürmek amacıyla gelen 32 sosyalist genci katleden IŞİD’in, hemen üç gün sonra Türkiye sınırında görev yapan bir astsubayı öldürmesi de AKP yönetimine denk geldi.
Deyim uygunsa eli mecbur kalan AKP hükümeti, Suriye’de IŞİD mevzilerini bir hava harekâtıyla vurarak, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyona katılmak zorunda kaldı.
Çünkü daha önce mezhepçi ideolojik kaygılar ve hesaplarla IŞİD’e karşı oluşan emperyalist ittifaktan uzak duran AKP’nin önünde başka bir seçenek kalmamıştı. Oysa ABD ve Batı Suriye’de yenilgiyi çoktan kabul etmiş, Esad yönetiminin yerinde kalmasına razı olmuştu.
Bu kaçınılmaz. Bölgedeki siyasal mücadele sürecinin diyalektiği bunu gerektiriyor.
Şimdi sıra, hem Türkiye için hem de bölge için bir güvenlik sorunu haline gelen Erdoğan’ı iktidardan uzaklaştırmaktadır.Tarihsel çağrı
Olumlu ya da olumsuz bir anlam yüklemeden, salt bir durum tespiti olarak belirtmek gerekirse; Cumhuriyet’in birleştirici ilkeleri ve toplumu ulus olarak bir arada tutan başlangıç varsayımları akılsızca tasfiye edildi. Yerine, toplumu oluşturan unsurlardan sadece birine dayalı olarak bir “Sünni-İslam rejimi” kurulmak istendi. Bu amaca ulaşmak için toplumu ayakta tutan kurumlar ve bütün birleştirici zeminler imha edildi.Bu durum, Türkiye’nin kendisini oluşturan bütün unsurların daralarak ufalanmasına yol açacak en tehlikeli gelişmedir. Bu nedenle, içinde bir çağrı da taşıyan şu tarihsel tespiti yapmak gerekiyor: