Etiket arşivi: Merdan Yanardağ

‘Süreç olarak faşizm’

‘Süreç olarak faşizm’

Koronavirüs hastalığına yakalandığım ve çok ağır geçirdiğim için, bir aydan fazla bir süre ara verdiğim BirGün yazılarıma başladığım için mutluyum. Bu dönemde bana destek ve güç veren bütün dostlarıma sonsuz teşekkürler ediyorum. Hastalığı yenmemde verilen bu desteklerin rolü büyüktü. Varolun.

Bu hafta geçen yılın sonunda çıkan önemli bir kitaptan hareketle “yeni faşizmi” yazmayı denedim.

Dr. Ergin Yıldızoğlu yeni yayımlanan ve iki baskı yapan, “Yeni Faşizm” * adlı kitabında günümüzde faşizmi; toplumu ve devleti aşağıdan yukarıya fetheden klasik faşist rejimlerden ya da yukarıdan aşağıya emperyalizm güdümlü askeri darbeler şeklinde gelen diktatörlüklerden farklı olarak, süreç içinde şekillenen, yayılan, topluma ve devlete egemen olarak yerleşen bir durum olarak tanımlıyor.

Bu yaklaşım, günümüz Türkiye’sini ve AKP iktidarının yarattığı rejimi anlamak bakımından da elimize önemli bir kavramsal araç veriyor. Çünkü, bir süreç olarak faşist hareket ya da faşizm; başladığı ülkenin tarihinin, kültürünün etnik yapısının, egemen dininin, ekonomik gelişkinlik düzeyinin, aydınlanma ve demokratik birikiminin özelliklerini taşıyacaktır. Bu anlamda, her ülkede ortak özellikleri, çizgileri olduğu gibi, belki onlardan daha çok farklı biçimler sergileyeceğini bilmek gerekecektir.

Kitabında, İtalya ve Almanya gibi klasik faşist rejimlerin ortaya çıkışını, iktidara yürüyüşünü ve yeni rejimi inşa süreçlerini çok yetkin ve başarılı bir şekilde hem özetleyen hem de analiz eden Ergin Yıldızoğlu, günümüz dünyasında beş ülkeyi inceliyor. Bunlar sırasıyla D. Trump dönemi ABD’si, J. Bolsonaro’nun yönettiği Brezilya, Orban ve partisi Fidesz’in iktidar olduğu Macaristan, 2014’ten beri Nerandra Modi ve partisi tarafından yönetilen Hindistan ve AKP Türkiye’si..

Bütün bu ülkelerin farklılıklarının yanı sıra, ırkçı, milliyetçi, yabancı düşmanı, dinci, ortaçağ değerlerini yüceltici, erkekci, kadın düşmanı, -son çözümlemede sermayenin çıkarlarını savunma nitelikleri belirleyici olsa da- toplumsal statülerini kaybeden kesimlere dayanmaları gibi önemli benzerlikleri bulunan bu hareketler, bütün dünyada yeni bir faşizm tipi ve tarzına işaret ediyor.

Yazar, süreç olarak faşizmin her yerde en az iki aşamasından söz edilebileceğini belirtiyor. Bu iki aşamanın analizi, bizim için çok tanıdık bir süreci işaretliyor. Birinci aşama; devleti ele geçirene kadar yapılacak ittifaklar, verilecek ideolojik tavizler, yaratılan demokratikleşme yanılsaması, dinci ve milliyetçi taleplerin çok kültürlülük ve özgürlükçülük kavramlarının içine saklanarak sunulması ve “normalleşme” söylemi diye özetlenebilir. İkinci aşama; kapitalist devletin parlamenter demokratik biçimine itiraz ve devletin güçler ayrılığı ilkesinin hızlı, etkin ve verimli yönetimin önünde engel olduğuna ilişkin tezin sürekli işlenerek, iktidarın tek elde toplanmasının önünün açılması..

Bu sürece eşlik eden diğer bir önemli olguyu ise şöyle ifade edebiliriz: Devletin güvenlik ve adalet bürokrasisini ve aygıtlarını ele geçirme, yeniden yapılandırma, kültür kurumlarını ve eğitimi yeniden şekillendirme ve muhalefet örgütlerini şeytanlaştırarak onları etkisizleştirme stratejisi.. Özetle totaliter bir rejimi inşa etmek ve onu kalıcı kılmak için her şeyi yapmak diyebiliriz buna.

Ergin Yıldızoğlu, “yeni faşizm” ya da “süreç olarak faşizm” modelinin ilk kez ve en sistemli biçimde şekillendiği ülkenin, “adeta türünün ilk ve en tipik örneği” nin Türkiye ve AKP rejimi olduğunu söylüyor. Bu bağlamda, Türkiye’de yeni faşizmin, özgünlükleriyle birlikte, siyasal İslamcılık olarak tarih sahnesine çıktığını -bir katkı olarak- söyleyebiliriz.

Siyasal İslamın ve dinci entelijansiyanın (ulemanın da diyebiliriz) imparatorluk çöktükten sonra yenilikçi, modernleşmeci, Aydınlanmacı ve kapitalizme bağlı (kapitalist kalkınma yolunu seçen) Kemalist hareket tarafından ulus inşa etme sürecinde tasfiye edilerek, yer altına itildiğini biliyoruz. Bu tarihsel süreci Medresenin Harbiye ve Mülkiye’ye yenilmesi olarak kodlayabiliriz.

Ancak, yaklaşık yüz yıl sonra geri dönen Medrese, Harbiye’yi yenilgiye uğrattı ve İslamcı entelijansiya şimdilik rövanşı aldı. Çünkü, Türkiye aydınlanması ve modernleşmesi, Soğuk Savaş dönemine, NATO’cu ve Amerikancı anti-komünist doktrinlere kurban edildi. Komünizme karşı mücadele konseptinin içine gizlenen, kullanışlı bir araç olmaya gönüllü yazılan siyasal İslamcı entelijansiya; rejimin, sistemin ve emperyalizmin sol korkusundan olabildiğince yararlandı. Komünizm düşmanlığı, önemli bir boyutuyla Aydınlanma, Cumhuriyetin ilerici kazanımları, laiklik, kadın hakları düşmanlığı ile birlikte yürütüldü. Modernitenin kazanımlarına komünizm diye saldırıldı.

Karşı devrim sürecinin diyalektiğini kabaca şöyle özetleyebiliriz: 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbeleri, 1980 sonrasında Turgut Özal ve ANAP iktidarları döneminde, Yıldızoğlu’nun da deyimiyle Kemalist entelijansiyanın “yavaş intiharına” sahne oldu. Ergin Yıldızoğlu’nun da vurguladığı gibi, Cumhuriyetçi ve Kemalist entelijansiyanın “yavaş intiharı” süreci ile iç içe geçen çok önemli bir başka olgu ise, bu dönemde gelişen liberal-İslamcı ittifakıdır. Çoğu soldan gelen liberal entelijansiya ile İslamcı ulemanın ittifakı, yeni faşizmin iktidarına giden yolu döşeyen en önemli olgulardan biri oldu.

Bugünkü rejimin inşa edilme sürecinin kilometretaşlarını ise şöyle sıralayabiliriz: AB üyelik süreci diye ifade edilen ve AKP iktidarının ilk döneminde esas olarak Cumhuriyetçi ve toplumcu muhalefet odaklarının etkisizleştirilmesi ve tasfiyesi için kullanılan dönem.. AB sopasının bir tasfiye aracı olarak kullanıldığı bu dönem; siyasal İslamcı hareketin tipik, ikiyüzlü, yalana, pusuya, hileye, riyaya ve siyasal sahtekarlığa dayalı tarz-ı siyasetinin tipik bir örneğidir. İslami terminolojide bunun adı “takiyye” olarak konur ve ne yazık ki, ne Türkiye solu ne Cumhuriyetçiler ve ne de liberaller bunu yeterince anlamadı ve ciddiye almadı. Anladıklarında ise -ki kuşkuluyum- iş işten geçti.

İkinci dönem; İslamcı-liberal ittifakının yarattığı demokratikleşme yanılsamasının yaşandığı ve neredeyse Fethullahçı Çete’nin kalkıştığı 15 Temmuz 2016 dinci darbe girişimine kadar uzanan, kahredici dönemdir. Bu dönemde, siyasal İslamcı hereket (AKP iktidarı) sadece liberalleri, solun liberal kesimlerini, dönek solcuları değil, Kürt siyasal hareketini de “çözüm” vaadiyle yedekledi ve yeni rejimin inşa sürecinin -istem dışı da olsa- parçası haline getirdi. Öyle ki, liberaller ve cemaatle yollar daha önce ayrılmaya başlasa da, esas olarak 15 Temmuz darbesi başarısızlığa uğrayıp, AKP kendi darbesini (20 Temmuz OHAL ilanı) gerçekleştirince (darbe içinde darbe) bütün ittifaklar bitirildi.

Süreç olarak faşizm, 16 Nisan 2017 referandumu ve Anayasası, ardından getirilen başkanlık rejimi ile Türkiye’ye egemen olmuştu. Ancak, siyasal İslamcı hareketin görgüsü, bilgisi, insan kaynakları, geleneği, müktesabatı yeni rejimi bütünüyle kurmaya yetmediği gibi; ülkede her şeye karşın, toplumun %50’den fazlası “sürece” direniyordu. Üstelik bu direniş, muhalefet partilerinin bütün beceriksizliğine, ürkekliğine ve programsızlığına karşın ısrarlı bir şekilde günümüze kadar da sürdürüldü.

Türkiye’de mücadele henüz sonuçlanmış değil. O nedenle, siyaset bilimci ve Em General Dr.. Haldun Solmaztürk, geçen hafta kendisiyle yapılan bir söyleşide, bir yönetmelik değişikliği nedeniyle bütün ülkeyi uyardı. Ben de aynı şeyi, TELE 1 televizyonunda yeniden katılmaya başladığım programlarda yapmaya çalıştım. TSK’nın elindeki ağır silahların, istek halinde, Milli Savunma Bakanı’nın onayıyla Emniyet ve MİT’e, “toplumsal olaylar, terör ve kamu düzeninin bozulması” hallerinde kullanılması için devredilmesini öngören bu yönetmelik değişikliğini şöyle değerlendiriyor:

“Seçimi kaybetmeleri halinde ‘kaybetmedik’ diyerek (iktidar çevreleri tarafından) bir harekat içine girme hazırlığı yapılıyor. (…) Bu nedenle muhalefetin yapması gereken, parti devletinin ülkeyi otoriterlikten totaliterliğe döndürdüğünü halka anlatmaktır. Ayrıca Trump’ın teşebbüs ettiği gibi bir şeye teşebbüs ederlerse, (onların/iktidarın) başaramayacaklarına toplumu ikna etmeleri lazım. Buna hep birlikte karşı koymamız lazım. Üç-beş kişinin Türkiye’ye kaosu dayatmasını hep birlikte reddetmemiz lazım.”

Durum bu kadar ciddi. Bir General uyarıyor üstelik. Bu durum, Türkiye’de sürecin devam ettiğini gösteriyor. Dolayısıyla, siyasal İslamcı iktidar, “süreç olarak faşizm” için son bir hamle yaparak, onu kalıcılaştıracak bir adım atmaya hazırlanıyor. Haldun Solmaztürk’ün dediği gibi, bunu hep birlikte reddetmemiz ve gereğini yapacak “demokratik” adımlar atmamız lazım.

Belki ilk yapılacak işlerden biri de, Ergin Yıldzoğlu’nun yeni kitabını okumak olabilir.

* Ergin Yıldızoğlu, Yeni Faşizm, Cumhuriyet Kitapları, 2. Baskı, Eylül 2020, İstanbul.

Başımıza gelenlerin hikâyesi!

Başımıza gelenlerin hikâyesi!

Türkiye’de aydınlanmaya yönelik post-modern eleştiri, akıl ve bilim karşıtı gerici bir saldırıydı. Oysa, kapitalizm aşılmadan gerçek anlamda modernite de aşılamaz. Bu nedenle moderniteyi aşma yeteneğine sahip biricik eleştiri hâlâ Marksizmdir.

Bilindiği gibi, son dönemde adeta Ortaçağ medreselerinden fırlamış gibi kimi ilahiyatçılar insanları ve özel yaşam alanlarını tehdit eden fetvalar vermeye başladılar. Toplumun İslam aklının mühürlendiği, içtihad kapısının kapatıldığı ve bugünkü bütün arızaların kaynağı olan 10 ve 11. yüzyıla iade edilme girişimi hızlandı.

Yalova Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan bir ilahiyatçı, Prof. Abubekir Sifil, gazeteci Yılmaz Özdil ve Cüneyt Akman’ın cenazelerinin camilere alınmamasını istedi… Bir başka ilahiyatçı Ebubekir Sofuoğlu da ilahiyatlar ve o yetmiyormuş gibi yeni kurulan İslami ilimler fakülteleri dışındaki bütün üniversiteleri “fuhuş yuvası” ilan etti.
Peki, ülke buraya nasıl geldi? Bu çevreler büyük ve 300 yıllık aydınlanma geleneği olan bir ülkeye nasıl el koydular? Bunu düşündüm. Yanıtı basit aslında… Bunun nedeni sosyalizmden büyük vazgeçiştir. Liberal ideolojik hegemonya inşa eden ağırlığını dönek solcuların ve liberal solcuların oluşturduğu liberaller ile yeni gericiliğin kültürel-felsefi bakımdan önünü açan, “bütün kötülüklerin kaynağı” sanmak gibi bir aptallıkla saldırdıkları moderniteyi güya aşmak için Ortaçağ değerler dünyasına ve teolojik literatüre büyük kapı aralayıp, meşruiyet alanı tanıdılar.

Oysa, modernite ve aydınlanmaya yönelik eleştiri, akıl ve bilim karşıtı gerici bir saldırıydı. Ortaçağ dünyasını yeniden üretmeyi hedefliyordu. Ancak IŞİD, El Kaide, El Nusra gibi örgütleri üretebilir, en iyi olasılıkla İhvan-ı Müslümin hareketini iktidara taşıyabilirdi. Kaldı ki, İhvan, bütün radikal İslamcı hareketlerin fideliklerinden biriydi. AKP bile neredeyse öyle oldu.

O nedenle bu yazıda liberalizm, post-modernizm, yeni gericilik ve yeni ortaçağ üzerinde biraz durmakta yarar görüyorum. Bu hikâye, liberallerin, aptal entelektüellerin ve akademisyenlerin dramıdır. Günahları ve ihanetleri büyüktü, insanlığa maliyetleri ise çok ağır oldu.

Şimdi olaya biraz yakından bakalım. Halen Covid-19 tanısı nedeniyle hastanede tedavi gördüğüm için, kaçınılmaz olarak bu yazıyı hazırlarken biraz zorlanıyorum. Tedavi seansları çalışmayı sürekli kesintiye uğratıyor. O nedenle, sürdürmek istediğim bu tartışmaya sağlam bir zemin oluşturmak için aşağıdaki bölümleri, daha önce yayımlanan kimi çalışmalarımdan ve kitaplarımdan yararlanarak hazırladım. Ancak, ortaya yine de özgün bir makale çıktığını söyleyebilirim.

GERİCİLİĞE MEŞRUİYET ÜRETME AYMAZLIĞI

  • Bir sınıf olarak burjuvazi ve bir sistem olarak kapitalizm tarihsel ömrünü doldurmasına karşın, siyasal, ekonomik ve toplumsal varlığını sürdürmektedir.

İşçi sınıfı ve insanlık politik bir eylemle kapitalizmi aşana kadar da varlığını sürdürmeye devam edecektir. Ancak dünyanın içinden geçtiği bu tarihsel dönemeçte önemli bir farklılık vardır; burjuvazi artık kendi varlığını ve egemenliğini ahlaki ve siyasal bakımdan da açıklama yeteneğini yitirmiştir.

Bir başka anlatımla, liberallerin tersine bütün iddialarına karşın, bir sınıf olarak burjuvazi tarihsel meşruiyetini tüketmiştir.

  • Kapitalizm artık bütün insanlığın ve gezegenin geleceğini tehdit etmektedir.

Durum böyle olunca burjuvazi varlığını ve egemenliğini sürdürebilmek için yeniden meşruiyet üretmek ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Bu nedenle, dünyada koronavirüs ile en başarılı şekilde mücadele eden ülkenin yoksul Vietnam olması hiç tesadüfi değildir.

Kaba bir çıkarsama yapma tehlikesini göze alarak denilebilir ki, post-modernizm son analizde bu meşruiyet oluşturma ihtiyacının bir ürünüdür.

Toplumlar çözüldükçe, özgürlük anlayışı da cemaatlerin, aşiretlerin, mezheplerin, dinsel ve etnik toplulukların serbestisine indirgeniyor. Modernitenin bir ürünü olan “vatandaşlık” bağı ve hukuku bile tasfiye edilmek isteniyor. Durum böyle olunca tuhaf bir hal yaşanıyor ve salt “vatandaşlık” hukukunu savunmak bile bugün neredeyse tek başına ilerici bir tutum haline geliyor.

PRE-MODERNİTEYİ POST-MODERNİTE SANMAK

Post-modernistlerin, liberallerin ve muhafazakârların aydınlanma ve modernite eleştirisi, tarihselciliğin ve toplumsal ilerleme fikrinin reddine dayandığı için, bu tarihsel dönemi aşma dinamiği taşımıyor. Son çözümlemede, mevcut olana, kurulu düzenin mutlaklığına insanlığı ikna etmek ve bir önceki çağın zihniyet dünyasını devralarak kapitalizmi tahkim etmek amacını taşıyor.

Bu anlamda, serbest piyasa düzenini açık ya da örtük şekilde uygarlığın son aşaması olarak kabul ettikleri için, kapitalizmi aşmaya yönelik her girişimi de bu anlayışın mantıki sonucu olarak “totaliter projeler” diye mahkûm etmeye çalışıyorlar. İktisadi planda ultra liberal bir tutuma, siyasal ve felsefi planda radikal ve gerici bir modernite ve aydınlanma eleştirisi eşlik ediyor.

Post-modernistler, aydınlanma ve modernite geleneğine karşı çıkarken, epistemolojik olarak aklın ve bilimin belirleyici konumunu reddediyorlar. Yeni gericiliğin temelini de işte bu yaklaşım, iddia, teori oluşturuyor. Bu görüş aydınlanmaya direnen Ortaçağ kilisesinin ve medrese İslamı’nın tezidir. Tıpkı teolojik ve dinci yaklaşımların ana tezinde olduğu gibi, Aydınlanma geleneğinin tersine, insan aklının sınırlılığına işaret ederek, aklın ve bilimin evreni, doğayı, toplumları ve tarihi tam olarak açıklamaya yetmediğini ileri sürüyorlar. Böylece dinsel dogmalar ve teolojik literatürü bilimle aynı düzeye yükseltmeyi deniyorlar.

MODERNİTE DEVRİMCİDİR!

Toplumsal ilerleme anlayışına, tarihselciliğe ve “büyük anlatılar” dedikleri ideolojilere karşı çıkan post-modernistler dolayısıyla sınıf mücadelelerinin, kapsayıcı toplum modellerinin, ideolojilerin ve nihayet bilimin de sonunun geldiğini iddia ettiler. Tarihselciliğin reddi, insanlığın bugünüyle geçmişi ve geleceği arasındaki bağı da kopardı. Geriye tayin edici olarak “bugün ve şimdi olan” kaldı.

Post-modernistler de toplumu maddi temellerinden bağımsız, her şeyi kapsayan kültürel bir olgu olarak ele aldı ve daha da önemlisi, kapitalizm yokmuş gibi davrandı. Toplumu, ekonomik süreçlerden ve sınıf mücadelelerinden bağımsız, geleneklerin ve yerel kültürlerin belirlediği tüketim ve yaşam tarzı kalıpları içinde değerlendirmeye başladı.

Oysa insanlık, modernitenin doğuşuyla sınıf mücadelesi verdiğinin de bilincine ulaştı. İnsan aklı kilisenin baskısından kurtularak özgürleşti, bilimi esas alan bir yaşam kurmanın kapılarını açtı. Bunun bir adı da, liberallerin uzun süre, siyasal İslamcılarla birlikte zavallıca alay ettikleri laiklikti. Laiklik iktidarın göklerden yeryüzüne indirilmesiydi. Devletin ve iktidarın kaynağını tanrısal değil, toplumsal alana taşımaktı.

Oysa insanlar laikliği tarihsel bir kazanım olarak insanlığın büyük yürüyüşünün tarihsel birikimi içine alınca, aklı ve bilimi özgürleştirince tarihin, toplumların, ekonominin, siyasetin yasalarını bulmaya felsefe ve bilimin gücünü hayata ve doğaya aktarmaya, dahası bütün bu temel alanlarda mücadelenin araçlarını geliştirmeye başladı.

İNSANI GELECEKSİZLEŞTİRMEK!

Aslında toplumların post-endüstriyel, kültürlerin de post-modern çağa girdikleri yönündeki iddianın ciddi hiçbir temeli yoktu. Önemli hiçbir analize dayanmıyordu. Sadece bir görüş olarak öne sürülüyor ve o kadar sık tekrar ediliyordu ki, reel sosyalizmin çözülmesinin de etkisiyle entelektüel planda neredeyse genel bir kabule dönüşmüştü. Dışında kaldınız mı mahalleden kovuluyordunuz.

Post-modernistler, toplumları maddi temelleri olmayan kültürel bir kategori, hatta ideolojik bir formasyon olarak değerlendirdi. Bu yaklaşımın kaçınılmaz sonucu olarak modernizm ile kapitalizm arasındaki bağı da koparıyorlardı. Böylece insanlığı da geleceksizleştirmeye, onu tarihi yapan bir özne olmaktan çıkarmaya başladılar.

Dolayısıyla post-modernizm, esas olarak bir Marksizm eleştirisiydi. Ancak, bu tavrını genel olarak modernite eleştirisi içinde gizledi. Sosyalizmi ve sosyalist kuramı, tıpkı faşizm gibi modernitenin bir ürünü ve totalitarizmin bir türü olarak göstermeye kalktı. Onlara göre bir çağ ve tarihsel evre olarak modernite kapanmıştı. Dolayısıyla moderniteyle birlikte onun ürünü olan Marksizmin çağı da kapanmıştı. İnanılmaz ama tez bu kadar basitti.

Bu tez, hiçbir bilimsel ve tarihsel temele dayanmıyordu, sınıfsal bağlamından koparılmış bir iddia olarak ortaya atılmıştı o kadar. Marksizm ve sosyalizm de “büyük anlatılar” arasında en gelişkin ve sistematik örnek olduğu için, kapitalizm aklanırken, esas olarak ve utanmazca teolojik bir sosyalizm eleştirisi yapıldı.

  • Oysa, kapitalizm aşılmadan gerçek anlamda modernitenin aşılması da mümkün değildir.

Bu nedenle -liberaller kusura bakmasınlar ama- moderniteye yönelik ve onu aşma yeteneğine sahip biricik eleştiri hâlâ Marksizmdir. İroniye bakın ki, bu anlamda Marksizm, tarihin ilk ve en tutarlı post-modern akımıdır.

Bugünkü cehennemin yollarını döşeyen asıl akım, işte bu yeni gerici yıkıcı ideolojik akımdı. Şimdi, başta liberaller olmak üzere o cehennemin ateşinde kendileri de yanıyor.
=============================
Dostlar,

Gazeteci – yazar, akademisyen – Sosyoloji Doktoru dostumuz Sn. Merdan Yanardağ, bilindiği ve kendisinin de bu yazının girişinde belirttiği üzere, KOVİT-19 tanısıyla hastanede yatmakta. Ancak, tüm olanaklarını, bedensel – mental gücünü kullanarak, zorlayarak Aydın sorumluluğunun gereklerini gene de yerine getirmeye çabalamakta. Hafta içi akşam saat 20:00’de başlayan 18 + 18 dakika programına hastane odasından katkı vermekte günceli izleyerek. Cuma gecesi 5. Boyut oturumunu yönetmedi, hekimlerin dinlenmesi önerisiyle.
Hafta sonu ise gene “iş başında” idi ve okuduğunuz çok nitelikli ve derinlikli kuramsal politik irdelemesini (siyasal analizini) haftalık olarak yazmakta olduğu BİRGÜN Gazetesine ve okuyucularına ulaştırdı.
Böylesi bir çaba ancak alkış ve teşekkürle karşılanabilir, biz de öyle yapıyoruz.
Diliyor ve umuyoruz ki, Dr. Merdan Yanardağ KOVİT-19 hastalığını da geçmişte aştığı pek çok yaman badire gibi geride bırakmasını bilecek ve yiğit – harman yüreğiyle Türkiye Aydınlanmasına paha biçilmez değerde kuramsal ve eylemli katkılarını sürdürecektir.

Sevgi ve saygı ile. 21 Aralık 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

 

 

Tabipler Birliği’nin yeni başkanına kumpas mağdurlarından tepki… “Yazık olur”

Tabipler Birliği’nin yeni başkanına kumpas mağdurlarından tepki… “Yazık olur”

Şebnem Korur Fincancı’nın TTB Başkanı olmasına, Ergenekon ve Balyoz kumpaslarının mağdurları tepki gösterdi.

  
28.09.2020, https://odatv4.com/yazik-olur-28092016_m.html
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konsey seçimlerinde, “Etkin Demokratik TTB” grubu seçimi kazandı. Şebnem Korur Fincancı başkan seçildi.

Fincancı, “TTB bu döneme tek yürek olarak girmeli. Biz özgür ve bağımsız bir örgütüz hep öyle kaldık, böyle de devam edeceğiz” demişti.

Fincancı’nın TTB Başkanı olmasıyla birlikte yeni bir tartışma başladı.

Şebnem Korur Fincancı, Balyoz ve Ergenekon kumpaslarına verdiği destekle biliniyor. Fincancı, Ergenekon davasının müdahilleri arasında yer alıyor.

TEPKİ GÖSTERDİLER

Ergenekon kumpasında sanık olanlar, Fincancı’nın TTB’nin Başkanı olmasına tepki gösterdiler.

Tepki gösteren isimler arasında Ergenekon sanıklarından CHP İzmir Milletvekili Mehmet Ali Çelebi, Evlatlarımızın katili Öcalan’a özgürlük isteyen, yetmez ama evetçi, dilinden insan hakları ifadesini düşürmeyip benim de yargılandığım kumpas dava Ergenekon’da müdahil olan Şebnem Korur Fincancı’yı Başkan seçen Türk Tabipleri Birliğini tebrik ediyorum.” ifadelerini kullandı.

“BU BÜYÜK VE ÖNEMLİ MESLEK BİRLİĞİNE YAZIK OLUR”

Gazeteci Merdan Yanardağ ise, tepkisini “Bugünkü cehennemin yolunu döşeyen, AKP-Cemaat koalisyonuna “Yetmez Ama Evet” diyen liberal solculardan Şebnem Korur Fincancı’nın Türk Tabipleri Birliği’nin yeni başkanı olacağı söyleniyor.. Umarım doğru değildir. Yoksa bu büyük ve önemli meslek birliğine yazık olur!” ifadeleriyle dile getirdi.

Gazeteci Adnan Bulut ise tepkisini şöyle dile getirdi:

“32 yıllık gazeteciyim. Resmi verileri hep Türk Tabipleri Birliği üzerinden sağlama yaparak değerlendirirdim. Şebnem Korur Fincancı yönetimindeki TTB’ye asla güvenmem, referans almam. Yetmez ama evetçi Fincancı’nın on binlerce doktorun katılmadığı seçimde oturduğu koltuk şaibelidir.

Bu sonuca en çok Tayyip Erdoğan sevinmiştir. Artık TTB’yi yatırır kaldırır pataklar. Oy vermeye gitmeyip TTB’yi “yetmez ama evetçi” Fincancı’ya teslim eden tuzu kuru doktorlara da yazıklar olsun. Meslek örgütünüz çok tartışmalı, ihanet odaklarıyla işbirlikçi Fincancı’ya teslim.”

“TIBBİYE BU UTANCI HAK ETMİYOR”

Deniz Yıldırım da tepki gösteren isimler arasında:

“FETÖ’nün kumpaslarında görev alan Fincancı, TTB’nin başkanı olmuş. Tıbbiye bu utancı haketmiyor.”

Emekli Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Adil Serdar Saçan da “Birileri TTB’ye operasyon çekmiş. Fincancı açık bir provokatördür” dedi.

“KOVİD SÜRECİNİN MEHMETÇİK ÖZVERİSİNDEKİ DOKTORLARIMIZA YAZIK”

Balyoz kumpası sanıkları arasında olan emekli Kurmay Albay Mustafa Önsel de tepkisini şöyle dile getirdi:

“Maalesef doktorlarımızın çok büyük kısmı seçime katılmıyor. Sonra bu Türkiye karşıtı kafa %10-15 katılımla kazanıyor! Nasıl bir ülkedeyiz? İhanet bu kadar arsız, saldırgan ve pervasız olur da karşı durulmaz mı? YAZIK!

Bu kadının kim olduğuna bakın, nasıl patlamaya hazır bir bombanın TTB’nin başına getirildiğini anlarsınız! Yazık yahu şu ülkeye… Ötesi Kovid sürecinin Mehmetçik özverisindeki doktorlarımıza yazık!”

Odatv.com

Ayasofya kararının şifreleri

Ayasofya kararının şifreleri

Merdan Yanardağ

Merdan Yanardağ
11 Temmuz 2020,
https://tele1.com.tr/ayasofya-kararinin-sifreleri-188249/

Sözü dolandırmadan hemen belirtelim; Ayasofya Müzesi’nin yeniden camiye dönüştürülmesi basit ve sembolik bir gelişme değildir. Cumhuriyet ve onun kurucularıyla açıkça hesaplaşma amacı güden, ciddi siyasal sonuçlar doğuracak rövanşist (intikamcı) bir tarihsel hamledir. Cumhuriyetin değerlerine karşı açık bir saldırıdır. Erdoğan’ın Danıştay kararının hemen ardından yaptığı konuşma da, bu bakımdan alınan karar kadar önem taşıyor. Çünkü, AKP lideri konuşmasında Cumhuriyete ve onun kurucu kadrosuna ağır bir dille yüklenirken, Mustafa Kemal’e de ilk kez ve açıkça hakaret ediyor. Cumhuriyetin kurucusunu, “tarihe ihanet” etmekle suçluyor. Bu durum cumhuriyet tarihinde bir ilk oluyor.

Atatürk’ü seven ve ona değer veren milyonlarca cumhuriyet yurttaşında da hakarete uğradığı duygusunu yaratan bu vahim konuşmanın içeriğine geleceğiz. Ancak önce, Ayasofya kararının üzerinde çok çalışıldığı (!) anlaşılan şifrelerine kısaca göz atalım.

Danıştay kararını saat 14.53’de açıklıyor, yani İstanbul’un fetih tarihine gönderme yapılıyor. Acayip zekice bir buluş! Erdoğan konuşmasını ise aynı gün tam 20.53’de yapıyor; bu da fetihin 600’üncü yıl dönümüne işaret ediyor. İnsan bu ince planlama karşısında şaşırıp kalıyor. Asıl önemli şifre ise, Ayasofya’nın 24 Temmuz günü kılınacak cuma namazı ile ibadete açılmasına karar verilerek oluşturuluyor. Çünkü bu tarih, hem Abdülhamit saltanatına son veren 1908 Hürriyet Devrimi’nin (II. Meşrutiyet) hem de Cumhuriyetin kuruluş senedi olan Lozan Antlaşması’nın yıl dönümü oluyor. Böylece, Osmanlı-Türk aydınlanma hareketi ve onun bir devamı olan Cumhuriyet’ten rövanşın alındığı simgelenmek isteniyor.

İnsanın bu “parlak” şifreler karşısında içinden şapka çıkarası (fes mi desek) geliyor.
***
Danıştay’ın gerekçeli kararı, Cumhuriyetin hukuksal temellerinin imha edilmesi anlamına geliyor. Çünkü Danıştay kararını, Ayasofya’nın fetih yoluyla Sultan II. Mehmet’in özel mülkü haline geldiği gibi, bugünün kamu hukuku bakımından anlam taşımayan tuhaf bir gerekçeye dayandırıyor. Yani bir “mülk” kavramından yola çıkıyor. Ardından, bu mülkün vakfedilerek cami şeklinde toplumun hizmetine verildiği ifade ediliyor. Fatih tarafından hazırlandığı belirtilen vakfiye de -ki doğruluğu tartışmalıdır- bu kararın gerekçeleri arasında sayılıyor. Ayasofya’nın, “fetih yoluyla padişahın mülkü haline geldiği” şeklindeki, Ortaçağ Osmanlı hukukuna yapılan bu gönderme, bir kamu davasında ilk kez yapılıyor. Böylece, kamu davalarında Cumhuriyet öncesi hukuku esas almanın da kapısı açılıyor.

Danıştay’ın gerekçesinde, “Vakıf senedindeki cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır. Kadimden beri korunan Vakfa ait taşınmaz ve hakların, istifadesine bırakıldığı toplum tarafından kullanılmasına engel olunamaz” denilerek, Ortaçağa ait bir mülkiyet hukuku, açıkça Cumhuriyet hukukunun ve devrim yasalarının önüne geçiriliyor.
***
Söz konusu Danıştay gerekçesiyle Cumhuriyet döneminin bütün kararlarının da yok hükmünde sayılmasının önü açılıyor. Örneğin, millete devredilen Osmanoğulları’na ait bütün mülkün de bu ailenin mirasçılarına iade edilmesi bile olanaklı hale geliyor. Öyle ki, bu gerekçeyle Cumhuriyetin kendisinin iptal edilmesinin de zemini yaratılıyor. Diğer taraftan, hümanistik ve evrensel ölçüde barışçı bir yaklaşımla Ayasofya’yı müze haline getiren, altında Mustafa Kemal’in imzasının da bulunduğu 1934 Bakanlar Kurulu Kararnamesi’nin bir devrim yasası niteliği bulunuyor. Başka bir ifadeyle, önceki dönemin hukukunun yıkılması, yeni bir kurucu irade ve yeni bir yasal düzen devreye giriyor. Dolayısıyla bu imza ve karar ortadan kaldırılarak, gerçekte Cumhuriyetin hukuksal temelinde büyük bir gedik açılıyor.

Osmanlı hukukuna göre; sadece vakfedilen camiler ve araziler değil, ülkenin bütün toprakları Allah adına padişahın mülkü, üzerinde yaşayan insanlar da onun kulu sayılıyor. Cumhuriyet, padişahın mülkü olan toprakları vatan, üzerinde yaşayan kullarını da vatandaş haline getiriyor. Cumhuriyet bu nedenle bir devrim niteliği taşıyor. Ve öyle anlaşılıyor ki, aynı nedenle de dinci gericiliğin tükenmek bilmeyen kininin hedefi oluyor.
***
Ayasofya’nın yeniden cami yapılma sürecinin dikkat çeken, ama üzerinde pek durulmayan bir başka boyut daha bulunuyor. Bütün yukarıdan konuşmalara, gürültülü açıklamalara ve gösterişli tören hazırlıklarına karşın, Erdoğan’ın, bir cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkararak Ayasofya’yı cami yapabileceği halde, bundan özenle kaçındığı anlaşılıyor. Yani operasyonun siyasal sorumluluğunu almıyor. Bütün sorumluluk Danıştay’a yüklenmiş görünüyor. Erdoğan, arkasına tartışmalı da olsa bir mahkeme kararını almakta yarar görüyor.

Erdoğan’ın konuşmasının en önemli boyutunu ise, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, işi Cumhuriyeti kuranlara, milli mücadele kahramanlarına resmen hakaret etmeye kadar vardırması oluşturuyor. Örneği görülmemiş bir tutumla, Cumhuriyetin kurucu liderine, Ayasofya’nın bulunduğu kenti düşman işgalinden kurtaran Mustafa Kemal’e -dolaylı da olsa- “hain” diyor. Bu akıl almaz tutumun ve sözlerin bazı siyasal sonuçlar yaratması ise kaçınılmaz görünüyor. Çünkü, bu konuşma ile Türkiye, bir süredir beklenen yeni ve çatışmacı bir döneme giriyor.

Bütün bu gelişmelere karşın muhalefet susuyor. İslamcı hareket ise, olağan şartlarda, geri dönüşü olmayan şekilde mevziler kazanmaya, toplumu parçalamaya ve birbirine karşı düşmanlaştırmaya devam ediyor. Bu siyasal boşluk nedeniyle, birçok yönüyle razı olmadığımız Cumhuriyeti ve bir parçası olduğumuz insanlığın ilerici tarihsel kazanımlarını savunmak da bize düşüyor. Haydi hayırlısı…
=======================

Not :  Bu çok başarılı irdelemesi için Sn. Merdan Yanardağ’ı kutluyor ve yazının içeriğini biz de paylaşıyoruz. Dr. Ahmet SALTIK

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 1 Temmuz 2020

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 1 Temmuz 2020

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

Haftanın tüm iğneleri, gazetecilik mesleğini yaptıkları için tutuklanan ve hüküm giymediği halde tecrit edilenlerde sorumluğu olanlara…

TAKSİ

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin altı bin taksi kiralama teklifi UKOME kararıyla kabul edilmeyerek komisyona havale edildi.

Vatandaşın iyi hizmet alması değil, taksi plakasından kazanç sağlanması bakımından iyi olmuş…

ATIŞ

Nagehan Alçı, Barolara kayıt şartı dünyada sadece Türkiye’de iddiasını ortaya attı.

Atar…

BENZETME

Zonguldak Pusula  Gazetesi sahibi Ali Rıza Tığ, Kız Meslek Teknik Lisesi’ne genelev benzetmesi yaptı.

Benzetme yetenek ister…

ÖZGÜRLÜK

Almanya İçişleri Bakanı Seehofer, Tageszeitung gazetesinde polislere yönelik aşağılayıcı ifadelere yer veren gazeteci hakkında suç duyurusunda bulunacağını açıkladı.

Basın özgürlüğü ile ilgili yoğun tartışmalar ve kendisine yönelik sert tepkilerin ardından geri adım attı. Alman Bakan Türkiye’yi nasıl kıskanmasın, gazeteci şimdi içerdeydi…

BEYİN

E. Tümg. Ahmet Yavuz’a birisi ”az beyinli” demiş.

O’nun beyninin azından pek çok beyinsize yetecek kadar beyin çıkar da artar…

EŞLİK

AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin,

  • Türkiye’de kadınların %70’i de yoktu, hiçbir mesleği olamıyordu, üniversiteye gidemiyordu, milletvekili bile olamıyordu. Önemli bazı isimlerin eşi bile olamıyordunuz, dedi.

Ben de anımsıyorum, önemli kişiler AKP’den önce bekardı, ya da eşleri kadın değildi…

SUÇLU

Bülent Arınç FETÖ konusunda;

  • Eğer bizi aldatmışlarsa, bizi yanıltmışlarsa bu suç bizim değil. Biz bu faaliyetleri sezseydik kafalarını ezerdik, dedi.

Devlet adamlığı bahane üretme yeri değildir…

ŞEHİT

Kocaeli Devlet Hastanesi’nde çalışan bir şoför tartıştığı şehit kardeşine, ”Benim için mi şehit oldu?” demiş.

Elbette onun için değil, vatanını milletini sevenler için şehit oldu…

GÖLGE

TBB Başkanı Metin Feyzioğlu, Ankara’ya sokulmayan baro başkanlarının yanına bir gün sonra gitti. Baro başkanları da ona arkalarını dönerek,”gölge etme” dediler.

Işığı kesersen ..öt görürsün…

OY

Erdoğan’ın YKS’ye girecek adaylarla yaptığı canlı yayına öğrenciler ‘OY MOY YOK SİZE’ yorumları yağdırınca yayın yoruma kapatıldı.

Yağcılığa açık, eleştiriye kapalı cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi…

BEĞEN/ME

Erdoğan’ın gençlere yönelik videosuna 11 bin beğeni gelirken 114 bin beğenmeme (dislike) geldi.

Uçak inişte…

EKONOMİ

Dünyanın 4. Büyük ekonomisi olan Almanya’da nüfusun %45’i hiçbir dine inanmıyor.

RTE İslam ekonomisi ile ilk 10’a gireceğimizi açıklamıştı.

Ekonomi dinle kandırılmıyor…

EBUBEKİR

Ülke TV’de 50 kişinin öldürülme tehdidine 10 gün sessiz kalan RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin TELE 1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ‘ın Osmanlı padişahı 2. Abdülhamit hakkındaki sözleri üzerin gece yarısı soruşturma başlattığını açıkladı.

Sahibini sesi…

SAYGI

Kurtuluş Savaşı’nın unutulmaz kahramanlarından Albay Reşat Çiğiltepe‘nin adının verildiği Mamak’taki ortaokula Milli Eğitim Vakfı’na bağışta bulunan Turhan Polat’ın ismi verildi.

Tarihine, atalarına saygısı olmayan MEB’lığından ne bekleyebiliriz?…

GERÇEK

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis, Türkiye ile anlaşmazlıkları konusunda “Askeri bir çözüm yoluna gitmek Kıbrıs Helenizminin sonu olur” dedi.

Acı ama…

İÇTEN

RTEnin eski danışmanı ve metin yazarı Aydın Ünal,

  • Her türlü çirkinliğini, yanlışını örtmek isteyen Kudüs’ten girip başörtüsünden çıkıyor. Her eleştiri, “hain”, “din düşmanı”, “siyonist”, “Fetöcü” yaftasıyla püskürtülüyor.

Kuldan utanılmıyor tamam da, Allah’tan da korkulmuyor, dedi.

İçeriden ve içten gelen ses…

VATAN

Yunanistan Cumhurbaşkanı Katerina Sakellaropulu ilk ziyaretini Aydın ilimize bağlı Eşek Adası’na yaptı. Türk jetleri ancak bir gün sonra ada üzerinde uçtu.

“Vatan savaşı” yapılır, vatan toprağı hariç…

DEVLET

İran, General Kasımi’nin öldürülmesi olayında  “cinayet ve terör” suçlamasıyla ABD Başkanı Donald Trump hakkında tutuklama kararı çıkardı.

Altı okkalık devlet…

KAYGI

Ekonomik durumun kaygı verici olduğunu söyleyen ve AKP’nin ilk beş yıldan sonraki uygulamalarını eleştiren Abdullah Gül’e, AKP’li M. Metiner, FETÖ’nün önünü açmakla suçlayarak, ”Asıl kaygı verici olan sensin sen!”dedi.

Beraber yürüdüler, beraber büyüdüler, beraber büyüttüler, çıkarlar çatıştı ayrı düştüler, döğüşmekteler…

ÇOKLU

Aydınlık, AKP’nin baroları bölmeyi içeren “çoklu baro” yasasını hazırlayan AKP Grup Başkanvekili Avukat Cahit Özkan’ın Abdullah Gül dönemindeki DDK raporundan yararlandığını belirterek “Çoklu baroda Gül izi “ yazdı.

Yasada ısrar eden Erdoğan, “fikrimiz iktidarda” diyen Vatan Partisi,

Anlayamadık kim kimden şikayetçi?…

DİKKAT

Bahçeli, Türköne ilgili ikinci açıklamasında,

  • Biz suçsuz demedik, beraatini istemedik. Dikkatlice yeniden yargılansın dedik, ifadelerini kullandı.

Herkes mi dikkatlice ikinci kez yargılanmalı, yoksa sadece eş-dost mu?..

OLASILIK

Milli Piyango’nun 20 gün arayla yapılan Sayısal çekilişinde çıkan beş numara birbirinin aynısı oldu. CHP’li vekil Yavuzyılmaz, “Bu 3.5 trilyonda bir ihtimal” dedi.

Şansı şansa bırakmazlar…

 

TELE1 TV: Hakkımızda

Tele1

TELE1 TV: Hakkımızda

Türkiye’de yaygın izleyiciye ulaşan toplumcu, laik, cumhuriyetçi, aydınlanmacı, demokratik, bağımsız ve bu çerçevede nitelikli ve muhalif bir televizyon kanalı uzun süredir yok. Bu alanda büyük bir boşluk var.

Bir dönemin bazı muhalif kanallarının -yayınları bir dizi eksiklik ve sorun içerse de- bıraktığı büyük boşluk olduğu gibi duruyor. Çünkü cumhuriyetçi ve toplumcu bir anlayışla muhalif çizgi izleyen kimi televizyon kanalları ya kapatıldı ya da mali ambargolar (fiili reklam ambargosu) altında yayınını sürdüremez duruma düşerek alanı terk etti. Bazıları ise, muhalif ya da solcu olmayı yayıncılık yapmak için yeterli görüp, gazeteciliğin ve televizyon yayıncılığının profesyonel bir iş olduğunu atladıkları gibi, etik değerler ve ilkelere de özen göstermedikleri için başarısızlığa uğradı.

Bugün halen yayınını sürdüren kimi kanallar ise ne yazık ki ihtiyacı karşılamaktan uzaktır.

Özetle, Türkiye’de bugün gerçek gazetecilik ve objektif habercilik alanı, biraz indirgeyerek ifade edersek ülkenin temelini oluşturan cumhuriyetçilik, kamuculuk ve laiklik ilkelerine bağlı profesyonel yayıncılık sahası neredeyse boş durumdadır. Büyük bir izleyici kitlesi kendi televizyonunu beklemektedir.

Okuma alışkanlığının (okuma-yazma bilmemek değil, okuma alışkanlığı/sürekliliği) yüksek olmadığı, sözlü kültürün halen etkin ve yaygın olduğu, dolayısıyla insanların gündelik yaşamlarının önemli bir bölümünü televizyon karşısında geçirdiği ülkemizde –ki Türkiye, kişi başına günde 5 saat televizyon izleme oranıyla dünyada birincidir- gerçeğe ve bilgiye bağlı bir televizyon yayıncılığına olan yaşamsal ihtiyaç ortadadır.

* * *

Ülkenin ve halkın geleceği için, bu yüz kızartıcı medya ortamında bir özgürlük ve onur penceresi açmak gazetecilik mesleğinin namus borcudur.

İşte TELE 1 kanalı, ülkemizin, toplumumuzun, insanlığın bu yaşamsal ihtiyacına yanıt vermek iddiasıyla yayın hayatına başlıyor. Gerçeğin karartıldığı, doğrunun eğilip büküldüğü, halkın haber alma ve gerçeği öğrenme özgürlüğünün yok edildiği bir medya ortamında, TELE 1, bütün ülkenin sesi ve vicdanı olmaya adaydır.

Elbette biz bu kalpsiz dünyada bütün acıları dindirebileceğimiz iddiasında değiliz. Ancak, toplumun sorunlarına sahip çıkarak, gerçeğin peşinden koşarak, halk adına kamusal denetim görevimizi yerine getirerek sevinçlerimizi çoğaltacak bir rol oynayabiliriz.

Bu perspektifle, bir haber ve kültür kanalı olarak konumlanan TELE 1, sadece iç ve dış siyasal olaylar ve gelişmelerle ilgilenen, salt tartışma ve haber programları yapan bir kanal olmayacak. Eğlenceli olmayı da yayın çizgisinin tamamlayıcısı olarak gören, kültür ve sanata yer veren, yaşamın bütün renklerini ekranlarına taşıyan bir anlayışı benimseyecektir. Örneğin magazin, spor, sağlık, sinema, belgesel ve vasatı aşan eğlence programları da yapacağız.

Cumhuriyetin başlangıç ilkelerine bağlı, halkçı ve başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan bir yayıncılık çizgisi izleyeceğiz. Türkiye’de 21. Yüzyılın televizyonunu yaratacağız.

TELE 1 yayınları, tamamen profesyonel ve deneyimli bir kadro tarafından, ve fakat amatör bir ruh ve özveriyle gerçekleştirilecektir.

* * *

Çığırtkan, ucuz, kaba ve itici bir muhalefet tarzı ve yayın üslubundan kaçınacağız. Eleştiri ve hakaret arasındaki farka özen gösterecek, aradaki çizgiyi net şekilde çekeceğiz. Bu anlamda hiçbir felsefi tercihi, dini inancı, siyasal tavrı aşağılamayacak ve hakaret edilmesine izin vermeyeceğiz. Saygı sınırlarını, eleştirdiğimiz kesimler ve karşıtlarımız söz konusu olsa bile aşmayacak, aşılmasını da kabul etmeyeceğiz.

Gerçeğe, habere ve bilgiye dayalı profesyonel yayıncılığı esas alan bir çizgi izleyeceğiz. Bilimin yol göstericiliğini esas alacağız. Türkiye’nin birliğini, bütünlüğünü, demokrasiyi, özgürlük ve eşitlik ilkesini, bağımsızlığı ve kamuculuğu savunacağız. Terörün ve darbelerin karşısında olacağız.

* * *

Programlarımız geniş bir izleyici yelpazesini kucaklayacak şekilde oluşturacağız. Türkiye’nin, merkezi dahil çok büyük bölümüne seslenecek ve her kesimle iletişim kuracağız. Kucaklayıcı ve hoşgörülü olacağız.

TELE 1, Türkiye’nin televizyonu olacak. Unutulan, ihanete uğrayan, düşen gazeteciliği ve televizyon yayıncılığını yeniden ayağa kaldıracağız. Başka bir dünyanın ve haberciliğin mümkün olduğunu dosta düşmana göstereceğiz. Yandaş ve kendisine “merkez medya” adını takan “yanaşma” medyanın egemenliğine son vereceğiz.

Bu yolculukta ihtiyacımız olan tek şey izleyicilerimizin ve halkın desteğidir. Bu desteği esirgemeyeceklerini umuyoruz.

Türkiye’nin yolunu aydınlatacağız!

AKP İKTİDARININ SONU MU??

AKP İKTİDARININ SONU MU??

Merdan YANARDAĞ
ABC Gazetesi (14.5.19)

Hiç kuşku yok ki, Erdoğan-AKP iktidarı 31 Mart seçimlerinde ağır bir yenilgiye uğradı. Kendisine yönelik toplumsal tepkinin büyüklüğünü ve oy yitiğinin derinliğini göremeyen AKP iktidarı, bu kez durumu telafi edecek bir tezgah kuramadı. Daha doğrusu, yaptığı hazırlık (sandık oyunu) yeterli olmadı. Bu yenilgi, zaten 2015’ten bu yana bir tür yapay denge üzerinde duran iktidar blokunda çözülme sürecini başlattı. MHP ile kurulan ittifakın da bu çözülme sürecini durdurmak bir yana, hızlandırdığı bile söylenebilir.

İşte, AKP-MHP blokunun Yüksek Seçim Kurulu (YSK) eliyle hukuku ve yasaları çiğneyerek İstanbul seçimlerini iptal ettirmesi, bu çözülme sürecini durdurma ve belki de tersine çevirme çabasından başka şey değildir. Düşük yoğunluklu da olsa İslami bir rejim kurmaya çalışan, ancak bunu tam olarak başaramayan Erdoğan-AKP iktidarının başka bir seçeneği de yoktur. Durdukları ya da yenilgiyi kabul ettikleri anda düşeceklerini biliyorlar. Siyaset sosyolojisinin yasasıdır bu.

Gel gelelim, 23 Haziran’da yenilenecek İstanbul seçimini kazansa bile, bu durum AKP iktidarının içine girdiği çözülme sürecini durduracak gibi görünmüyor. Çünkü toplum, bu seçimin adil ve dürüst biçimde yapıldığına hiçbir zaman inanmayacak. Bu nedenle söz konusu “başarı” AKP için, Romalıların antik çağda Kartaca karşısında kazandığı Pirus zaferi gibi, yenilgiden daha beter bir “galibiyet” anlamına gelecek.

Kaldı ki, gerici faşist AKP-MHP bloku, 23 Haziran’da bir kez daha yenilgiye uğratılabilir. Kazanmak kolay değil ama gereği yapılırsa olanaklıdır. Bu yazıda hem söz konusu gereğin ne olduğunu hem de AKP iktidarının içine girdiği çözülme sürecini ve nedenlerini analiz etmeye çalışacağım.

AKP’NİN TARİHSEL ÖMRÜ

Tarihsel ömrünü dolduran Erdoğan-AKP iktidarı, her yolu ve yöntemi deneyerek siyasal ömrünü uzatmaya çalışıyor. Son 4 yıldır bunu başarmış da görünüyor. Ancak, Erdoğan yönetiminin toplumdan tazelenmiş bir ideolojik ve siyasal rıza üretme yeteneğini artık yitirdiğini saptamak gerekiyor. Fethullahçı Çete ve sağlı sollu liberallerle kurduğu ittifakın dağılması, işini daha da zorlaştırıyor.

Durum böyle olunca, AKP’nin elinde, daha önce de sıkça kullandığı hile, tehdit, baskı ve zor yöntemlerine başvurmaktan başka bir araç kalmıyor. Üstelik, kurulan yağma düzeni nedeniyle kamu kaynakları tükendiği için, eskisi gibi rant dağıtma olanağı da bulunmuyor.

  • Bütün enerjisini ve dikkatini rejimi değiştirmeye ayıran Erdoğan-AKP iktidarı,
    ülkeyi yıkıcı bir ekonomik krizin içine sürüklemiş durumda.

Bu nedenle, AKP’nin 23 Haziran seçimlerini kazansa bile, yeniden ekonomik istikrarı sağlaması ve görece “refah” üretmesi çok zor görünüyor.

FRAKSİYON PARTİSİ

Dikkat çekilmesi gereken başka bir önemli gelişme de şudur:

Erdoğan-AKP iktidarı, klasik burjuva iktidarlarının temel özelliği olan, egemen sınıf ve güçlerin ortak çıkarlarını temsil etme özelliğini de artık yitirmiş durumdadır. Daha doğrusu, kendi dar ideolojik hedeflerine kilitlenen AKP yönetimi, bu temsiliyete olanak sağlayan bütün ortak zeminleri imha etti. AKP, artık egemen sınıf ve güçler içinde yalnızca bir kliğin, dar bir fraksiyonun partisi ve iktidarıdır.

Emperyalizmin bir iç olgu olduğu gerçeğini aklımızda tutarak belirtirsek eğer;

  • ABD ve Batı daha önce bölgedeki bütün kirli işlerini gördürdüğü AKP iktidarını gözden çıkarmış görünüyor. Kendi dar İslamcı programını yaşama geçirmeye yönelen AKP liderliğini, öngörülemez, iki yüzlü ve güvenilmez buluyor. AKP, onlar için artık kullanışlı bir araç olmaktan çıkmış durumda.

Batıcı İstanbul burjuvazisinin de, başlangıçta emekçiler aleyhindeki bütün ayıplı işlerini yaptırdığı AKP iktidarını terk ettiği anlaşılıyor. Ancak, “işin bitti artık evine git, medresene dön” dedikleri İslamcı kadro, “hayır şimdi sıra bizde” diyor. Yakın geçmişte muhalefet çevrelerinin de etkili bir seçenek yaratamadığı anımsanırsa, günümüzdeki siyasal krizin kaynağının esas olarak bu gerilim alanında yattığı söylenebilir. TÜSİAD’ın İstanbul seçimlerinin iptal edilmesini açıkça eleştirmesi ve Ekrem İmamoğlu’na -dolaylı da olsa- destek vermesinin nedeni budur.

Sonuç olarak; AKP iktidarı artık ülkeyi eskisi gibi yönetme yeteneğini yitiriyor. Erdoğan, bu nedenle sürekli olarak kutuplaştırıcı ve kendi cephesini konsolide edecek bir gerilim siyaseti izliyor. Ancak, bu siyaset tarzı eskisi gibi başarılı olamıyor. Çözülme sürecini durduramıyor. Erdoğan’ın Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray gibi köklü kulüpleri ve taraftarlarını suçlamasının da, daha önce politik tartışmalara pek girmeyen sanatçıların neredeyse bir dalga halinde AKP iktidarını eleştirmeye yönelmesinin de anlamı budur.

İSLAMCI-MUHAFAZAKAR OLİGARŞİ

Türkiye, İslamcı entelijensiya ve muhafazakar-dinci yeni zenginlerden oluşan oligarşik bir grubun eline geçti. AKP iktidarı da, bu İslamcı-muhafazakar oligarşinin, siyasal gücü elinde tutan dar bir azınlığın temsilcisidir. Çünkü, geleneksel iktidar blokunu (emperyalizm, cumhuriyetçi/batıcı sermaye, yüksek bürokrasi, askerler, büyük toprak sahipleri vb.) dağıtan AKP iktidarı, yeni bir iktidar bileşimi oluşturamadı. Boşluk sürüyor.

AKP, İslamcı-muhafazakâr sermaye çevrelerinin tümünü temsil etme yeteneğini bile yitirdi. (Fethullahçı sermayenin tasfiyesi.) Toplumsal desteği hangi düzeyde olursa olsun -ki en önemli gücü budur- Erdoğan artık yalnızdır. AKP, tıpkı amblemindeki ampul gibi tavanda asılı ve altı boş durumdadır.

İKİNCİ KEZ YENMEK MÜMKÜN MÜ?

İstanbul seçimleri, daha şimdiden Erdoğan-AKP iktidarı için bir referanduma dönüştü. Muhalefetin adayı Ekrem İmamoğlu çevresinde oluşan ve isabetli şekilde “İstanbul ittifakı” adı verilen demokrasi cephesinin, gerici faşist AKP-MHP blokunu ikinci kez yenilgiye uğratması mümkün.

  • Bugün demokratik ve tarihsel sorumluluk, gerici-faşist hareketin ülkeye el koyma hamlesini durdurmaktır.

Entelektüel, ideolojik ve ahlaki insiyatifi yeniden ele geçirmektir. Bunun başarılabileceği 31 Mart 2019 seçimlerinde gördük. Öte yandan, yaratılan mağduriyet nedeniyle Ekrem İmamoğlu’na yönelik toplumsal sempati ve ilginin arttığı görüşünden hareketle -ki bu bir gerçektir- O’nun mutlaka kazanacağın düşünmek, hele hele en az %55-60 oranında oy alacağını sanmak büyük yanılgı olacaktır. Kazanmak garanti değildir.

Bu nedenle, yapılması gereken şey, 31 Mart seçimlerine göre daha çok çalışmak ve cumhuriyetçi – demokratik cepheyi genişletmektir. Yeni bir hesaplaşmaya hazırlamaktır. Sandıklara, oylara ve halkın iradesine örgütlü şekilde sahip çıkmaktır. Ve nihayet, eğer sokakta bir şiddet dalgası yaratılmak istenirse, bu girişime karşı kararlı bir mücadeleyi göze almaktır.

Toplumun %50’sinden çoğunun bütün baskı, tehdit ve kuşatma girişimlerine karşın AKP iktidarına teslim olmadığını ve direnme yolunu seçtiğini unutmamak gerekiyor.

Bir olgu niteliğindeki bu durumun ülkenin en büyük şansı ve en önemli muhalefet zemini / dinamiği olduğunu saptayabiliriz.

Ve son bir not; bütün demokratik ve yasal yollar tüketilmeden, toplumların devrimci bir seçenek ve yol için ikna edilmesi, imkansız değilse bile çok zordur.

AKP iktidarı çözülürken

Merdan Yanardağ
ABC Gazetesi, 5.4.19
AKP bu kez başaramadı. Türkiye’nin ilerici, demokratik ve aydınlanmacı güçleri ise kazandı. İslamcı parti ve iktidar için artık durdurulamayacak bir çözülme süreci başladı. AKP, bu yerel seçimlerde büyük bir toplumsal tepkinin biriktiğini göremedi. Dolayısıyla AKP liderliği, yaşanacak oy kaybının tahminlerin üzerinde bir derinliğe sahip olduğunu da anlayamadı. Hazırlıkları yetersiz kaldı. Daha da önemlisi, muhalif ve demokratik güçler, ilk kez sandıklarda sıkı bir denetim kurdu. Seçimlerin yerel nitelikte olmasının da yarattığı bir denetim olanaklarıyla, hile ve sahtekarlığa izin verilmedi.

Ortaya çıkan tabloyu, yaşanan sadece ekonomik krize bağlamak klasik ve kolaycı değerlendirme olacaktır. Kuşkusuz bu durumda ekonomik krizin çok önemli bir etkisi var. Ancak, tek başına ekonomik kriz etkeni, bu sonucu açıklamak için yeterli değil. Çünkü toplum, aynı zamanda Cumhuriyetin kazanımlarına yönelik, ifrata vardırılan (uçlara savrulan) sistematik saldırıya da “dur” dedi.

AKP iktidarı ve islamcı hareket ülkenin 200 yılı aşan modernleşme birikimini ve aydınlanma geleneğini hafife aldı. Cumhuriyetin temsil ve ima ettiği değerlerin büyük ölçüde içselleştirildiği olgusunu göremedi. Sürekli tekrarlanarak, muhafazakar çevrelerde genel bir kabule dönüşen Cumhuriyetin bir “seçkinler rejimi” olduğu şeklindeki hipotezinin yanlışlandığını anlayamadı. Dolayısıyla, Cumhuriyetin gerçekte büyük bir toplumsal desteğe sahip olduğunu da göremedi. Kendisine konjonktürel nedenlerle verilen oyların tamamını ise, büyük hata yaparak islamcı haneye yazdı.

Bu yanılgının bedeli ağır oldu. Türkiye’yi dinci bir diktatörlük rejimine sürükleyen AKP iktidarı derin bir yara aldı.  Devletin bütün olanaklarını kullanmasına, örneği görülmemiş bir medya kuşatmasına, baskı ve şantaj sarmalına karşın, yenilgiye uğrayan Erdoğan yönetimi şaşkın. Bütün kazanımlarını kaybetmenin eşiğine geldikleri duygusuyla paniğe kapılan ve merkezi iktidarı kaybetme riskinin büyüdüğünü gören İslamcı hareket, bu nedenle İstanbul’u bırakmak istemiyor. İstanbul’u kaybetmenin, bütün Türkiye’yi kaybetmenin başlangıcı olacağını biliyor.
* * *
AKP siyasal faaliyetlerinin büyük bölümünü, dinci vakıf ve örgütleri, kadro kaynaklarını mali olarak geniş ölçüde İstanbul Belediyesi’nin olanakları üzerinden destekliyor. Durum böyle olunca, bu kaynakların kaybedilmesini göze alamıyor. Daha da önemlisi, geniş kapsamlı bir hesap sorma dalgasının merkezi iktidarı da sarsacağını görüyor. Bu nedenle İstanbul’u vermemek için, her şeyi göze alarak, siyasal ahlaksızlığın her türünü deneyerek direniyorlar.

Öyle ki, yandaş medya ve İslamcı yazarlar, 31 Mart seçimlerini akıl almaz bir yaklaşımla “darbe” diye nitelendiriyor. Böylece, dünyada ilk kez bir seçim için ciddi ciddi “darbe” değerlendirmesi yapılıyor. Gerici basına bakılırsa, Fethullahçı Çete, PKK ve diğer “terör” örgütleri, başta CHP olmak üzere muhalefet partileri ile anlaşarak, 15 Temmuz 2016 darbe girişimini tamamlayacak bir hamle yapmış durumda. Bu deli saçması görüşlerin ciddi bir eda ve “derin” bilgilere sahip olunduğu izlenimi yaratılarak ortaya atılması, şeriatçı hareketin çok korkuttuğunu göstermesi bakımından önem taşıyor.

Bu nedenle, yerel iktidarı vermemek için her şeyi göze alacaklarından kuşku yok. Dolayısıyla, omurgasını AKP-MHP koalisyonunun oluşturduğu dinci-faşizan blokun, seçim sonuçlarını değiştirme girişimlerini ciddiye almak gerekiyor. Eğer tehditlere boyun eğilir ve deli saçması da olsa, “darbe” suçlaması üzerinden başlatılacak bir operasyon dalgasına direnilmez ise, ülkenin sonucu kestirilemeyecek bir gerilim ve çatışma ortamına sürüklenmesi kaçınılmaz görünüyor.
* * *
Artık hiçbir girişimin AKP iktidarının çöküşünü durduramayacağı kesindir. Bundan sonra AKP, Türkiye’yi 31 Mart öncesinde olduğu gibi yönetemeyecek, bu da açıktır. İktidar gücünü hızla kaybedecek ve ülke en geç iki yıl içinde seçime gidecektir. Çünkü tablo nettir;  toplum, gericiliğe ve faşizme “dur” dedi. Bu seçimin en kısa ve doğru yorumu budur. Dolayısıyla bu durumun, merkezi iktidarı da içine alacak siyasal sonuçları olacaktır. Esas olarak, iktidar ve servetten daha çok pay isteyen taşra sermayesine dayalı AKP’nin, kendisini çok özel koşullarda iktidara taşıyan bu özelliği, bugün artık onun için bir sorun kaynağı haline geldi. Çünkü, merkez sağın çöküşünden sonra söz konusu kesimlerin islamcı bir çizgiye kayması, onlara kısa vadede iktidar kapılarını açsa da orta-uzun vadede bütün kazanımlarını yitirebilecekleri riskleri de yaratıyordu. Bunun için, söz konusu kesimlerin AKP’den yavaş yavaş uzaklaşarak yeniden merkez sağ partilere yönelmesi kaçınılmaz görünüyor. Kazanımlarını korumanın başka bir yolu da bulunmuyor. Gerçekte bir cemaatler koalisyonu ve çıkar ittifakından ibaret olan AKP örgütlerinde böyle bir kaçış ve çözülme, hızlı bir çöküş olasılığını da içinde taşıyor.
* * *
Gerçekte, yaklaşık 4 yıldır tarihsel ömrünü tamamlayan Erdoğan-AKP iktidarı, bütün gücüyle siyasal ömrünü uzatmaya çalışıyor. Ne yazık ki, yakın zamana kadar bunu bir ölçüde başardığı da söylenebilir. Çünkü islamcı iktidar gücünü önemli ölçüde, devlet aygıtını elinde tutmaktan, belli bir ölçekte konsolide ettiği kitle tabanından ve daha çok da muhalefetin, dağınıklığı, güçsüzlüğü ve siyasetsizliğinden alıyordu. İşte bu tablo 31 Mart seçimlerinde değişti. Bir ucunda merkez sağın, ekseninde merkez solun, diğer ucunda da Kürt siyasal hareketi ve sosyalistlerin bulunduğu geniş bir demokrasi bloku oluştu. Toplumdaki direniş eğilimi güçlendi ve gelecek umudu tazelendi. Bu gelişme önemli ve yeni bir başlangıçtır. O nedenle, tehdit ve zorla zaferi çalma girişimlerine, bedeli ne olursa olsun izin verilmemelidir.

Unutmamak gerekiyor ki, Erdoğan’ı ve AKP’yi iktidara getiren bütün iç ve dış dinamikler köklü şekilde değişmiş durumda. Ortaçağın karanlığı dışında insanlığa bir gelecek ufku sunamayan siyasal islam, bütün dünyada iflas ederek yüz kızartıcı şekilde çöktü. Köklü bir aydınlanma ve modernleşme geleneği olan Türkiye’de a-tipik durum oluşturan AKP iktidarının bu nesnel gerçekliğe ve eğilime artık daha fazla direnmesi mümkün görünmüyor. Tersi bir gelişme, bütün ülkenin çürüyerek çökmesi demektir. O nedenle, ülkenin bu kader eşiğinde kararlı bir liderlik ve cesaret gerekiyor.

Tele1 televizyonuna RTÜK cezasını kınıyoruz..

Tele1 televizyonunda yayınlanan “18 Dakika” programında Kaşıkçı cinayetine ilişkin yapılan eleştirilere ise RTÜK tarafından idari para cezası verildi

Washington Post yazarı, Suudi Arabistan vatandaşı gazeteci Cemal Kaşıkçı, 2 Ekim’de, girdiği Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğundan bir daha çıkamamış dünya gündemine oturan Kaşıkçı cinayeti Suudi Arabistan tarafından itiraf edilmişti. Muhalefet de “3. dünya ülkelerinin Türkiye’de infaz yapabildiğini” söyleyerek iktidarı eleştirmişti.

Kitap seti sipariş et Tele 1’e destek ol

İzleyici sponsoru ol destek ver

ABC gazetesi ve TELE1 televizyonu Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ ile Prof. Dr. Emre Kongar’ın yorumladığı “18 Dakika” programında Cemal Kaşıkçı cinayetine ilişkin yapılan eleştiriler “suç” sayıldı ve Tele1 televizyonuna 6112 sayılı “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkındaki Kanun’un 8. maddesinde yer alan “İnsan onuruna ve özel hayatın gizliliğine saygılı olma ilkesine aykırı olamaz, kişi ya da kuruluşları eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü, aşağılayıcı veya iftira niteliğinde ifadeler içeremez” hükmünün ihlali sebebiyle idari para cezası verildi.

Merdan Yanardağ’dan tepki:

‘AKP’NİN DIŞ POLİTİKASINA AYKIRI YAYINLAR YAPTIK, YAPAĞACAĞIZ’

“RTÜK, Tele 1’e “C. Kaşıkçı cinayetine ilişkin, Türkiye’nin milli politikalarına aykırı, eleştiri sınırlarını aşan yorumları” nedeniyle para cezası vermiş. Biz Türkiye’nin değil, AKP iktidarının dış politikasına aykırı yayınlar yaptık, yapmayı da sürdüreceğiz.AKP, Türkiye değildir.

Cezalarla Tele 1’i susturamayacaksınız!
Bir destek de sen ver…

=================================================
Dostlar,

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu için

“İspat etmezse şerefsizdir ve alçaktır
FETÖ’cülerle beraber işbirliğinin bedelini ödeyecektir…
Bir çirkefle karşı karşıyayız…
Cumhurbaşkanının veya yakınlarının paralarının olduğunu ispat etmezse, biz onun boğazına ne takacağız o görecek, hangi çıngırakları takacağız
Bir düzenbaz söz konusudur…
Bu adam edepsiz siyaset yapıyor…
Türkiye böyle bir sahtekâr görmemiştir…”

diyen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi.

AİHM KARARINA ATIF

Hürriyet Gazetesi’nden Mesut Hasan Benli’nin haberine göreSavcılığın kararında, AİHM içtihatlarına atıf yapılarak Soylu’nun sözlerinin, ifade özgürlüğü ve eleştiri hakkı kapsamında olduğu savunuldu. Kararda özetle şöyle denildi:

  • “Fikirlerin serbestçe dile getirilmediği toplumlarda kamusal sorunlar hakkında sağlıklı bilgi edinmek ve çözüme ulaşmak mümkün değildir. Bireylerin bakış açılarına hoşgörülü yaklaşmak, demokratik siyasi sistemin önemli bir bileşenidir. AİHM, ifade özgürlüğünün herkes için değerli olmakla birlikte siyasi partiler ve faal üyeleri için özel bir önem taşıdığını belirtmiştir.
  • Politik tartışmalar esnasında politikacılara yöneltilmiş eleştiriler söz konusu olduğunda, saldırgan sözcükler kullanılması, sert eleştiriler yapılması ve kaba cümleler kurulması beklenebilir bir şeydir ve AİHM daha fazla hoşgörü gösterir. AİHM daha ileri bir kabul ile bilgi ve kanaatleri açıklama özgürlüğünün bir ölçüde abartmayı hatta kışkırtmaya başvurmayı da içerdiğini savunmuştur.”

Bakan Soylu’nun 11 Aralık 2017’de katıldığı bir televizyon programında sarf ettiği sözlerin ardından Kılıçdaroğlu’nun avukatı Celal Çelik, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştu.
****
AKP iktidarı 31 Mart 2019 yerel seçimleri yaklaşırken panik içinde. Eridiğini görüyor..
Bir yandan kendi yarattığı yapısal ağır ekonomik bunalımı ile boğuşuyor, bir yandan da korku – baskı – yıldırma ile karşıtı toplum kesimlerini sindirmek istiyor.

Bu yol çıkmaz sokaktır. İnat ve ısrar edilirse açık faşizme sürüklenir ülke ve

  • AKP = Erdoğan’ın sonu da tarihteki tüm faşist rejimler gibi olur.. er ya da geç..

RTÜK, toplumu daha da gerecek bu adaletsiz kararını geri almalı ve cezayı kaldırmalıdır. TELE1’in bu cezayı haketmediği, RTÜK’ün hangi dürtülerle (saiklerle) davrandığı kamuoyunca iyi bilinmektedir..

TELE1’i tümüyle hukuk içinde buluyor ve desteklemeyi sürdürüyoruz.

RTÜK üyeleri hakkında görevlerini kötüye kullanmaktan kamu davası açılmalıdır.

  • Biz cezayı onaylayan RTÜK üyeleri hakkında buradam SUÇ DUYURUSU YAPIYORUZ.

Başta Erdoğan, tüm AKP’li ve AKP’cileri, ülkemizin selameti adına sağduyuya çağırıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 07 Aralık 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Yeni çıkış hattı cumhuriyetçi cephedir!

Yeni çıkış hattı cumhuriyetçi cephedir!

Merdan YANARDAĞMerdan YANARDAĞ
merdanyanardag@abcgazetesi.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye, yeni bir rejim inşa etmeye yönelen siyasal islamcı gücün karşı devrimci hamlesi ile bu saldırıya karşı koymaya ve kazanımlarını savunmaya çalışan dağınık toplumsal direniş odaklarının yarattığı gerilim ikliminde sarsılıyor. Ülke, tarihsel yönünü yeniden belirleyeceği bir yol ayrımına doğru gidiyor. Bütün uzlaşma zeminlerinin imha edildiği bu süreçte, sert bir çatışma ve kırılmanın yaşanması kaçınılmaz görünüyor.

AKP, bazı liberallerin ve parti yöneticilerinin ileri sürdüğü gibi, ne akademik ne ideolojik ne de siyasal anlamda muhafazakâr / merkez sağ bir siyasal hareket değildi, hiç olmadı da. AKP, esas olarak rejimle çatışan, onu köklü bir şekilde değiştirmeyi hedefleyen dinci/mezhepçi, yani siyasal islamcı bir partiydi. Takiyeci AKP liderliği ve liberallerin perdelediği bu gerçek görüldüğünde çok geç kalınmıştı.

Türkiye gericiliği ne yapmak istediğini biliyor, siyasal islamcılar programını uyguluyor. Buna karşılık, ülkenin ilerici, cumhuriyetçi, sol, laiklikten yana güçleri bu saldırıyı karşılayacak bir cephe ve programdan henüz yoksun görünüyor. CHP’nin başlattığı Adalet yürüyüşü, mitingi ve kurultayının böyle bir ihtiyaca yanıt vermeye çalıştığı anlaşılıyor.

Ancak, bir yandan solun ve sosyalist hareketin yeterince dikkate alınmadığı, diğer taraftan solun ve sosyalist hareketin de anlaşılamaz bir aymazlıkla kayıtsız kaldığı bu girişimin, böyle kaldığı sürece başarılı olması çok zor görünüyor. Çünkü, bugün için tek çıkış hattı olduğunu söyleyebileceğimiz cumhuriyetçi bir cephenin dinamosu ve militan gücünü ancak solun oluşturabileceğini görmek gerekiyor.
* * *
Yaklaşık 70 yıla yayılan karşı devrim, siyasal islamcıların talepleri ile emperyalizmin bölgesel ve küresel ihtiyaçlarının örtüştüğü bir tarihsel kesitte başarıya ulaştı. İktidarı eline geçiren siyasal islamcı AKP, önüne gelen fırsatı utanç verici yöntemlerle değerlendirerek, zaten içi boşaltılmış ve bir kabuğa dönüşmüş 1923 Cumhuriyetini emperyalizmle işbirliği içinde yıktı.

Dünyada, kapitalist pazarın bütünleşmesinin önündeki en büyük engeli oluşturan Sosyalist Blokun çözülmesinin ardından, sıra, daha geçirgen olsa da sermayenin serbest dolaşımını sınırlayan ulusal devletlerin yıkımına gelmişti. Türkiye’de, Kemalist bağımsızlıkçı çizgileri silikleşse de Cumhuriyetin yıkılması, Avrupa’da Yugoslavya’nın parçalanması, Ortadoğu’da (buna Müslüman coğrafyası da diyebiliriz) Cumhuriyet Türkiyesi modelini izleyen seküler ya da yarı laik ulusal devletlerin imhası ve nihayet Latin Amerika’da Bolivarcı rejimlerin tasfiye edilmesi gibi hedefler, bu küresel siyaset planlamasının köşe taşlarını oluşturdu.

Türkiye’de 15-20 Temmuz darbe sürecinin mekaniği içinde, Cumhuriyet’e son darbe vurulup, düşük yoğunluklu da olsa bir dinci/mezhepçi devletin kuruluşu için radikal adımların atılmaya başladığı tarihsel dönemeçte, dünyada da köklü bir değişim yaşanıyordu. Başta ABD olmak üzere, Batı’nın (emperyalizmin) siyasal islamla giriştiği işbirliği, o kirli dans büyük bir başarısızlık ve fiyaskoyla sonuçlanıyordu. Emperyalizmin, küresel sermayenin serbest dolaşımının önündeki ulusal (buna ulusalcı da diyebiliriz) devletleri ve ideolojik direniş hatlarını yıkmak için başlattığı bu işbirliği, dönüp kendisini vuran bir silaha dönüşmüştü.
* * *
Başta bölgemiz olmak üzere dünyada siyasal islamcılık iflas ediyor, 21. yüzyılda IŞİD ve El Kaide anlayışı dışında insanlığa bir gelecek ufku sunamayan Ortaçağ artığı bir gücün bütün insanlık için tehdit oluşturduğu dramatik şekilde görülüyor. Siyasal islamcı hareket içindeki “en iyi seçenek” diye sunulmaya çalışılan İhvan (Müslüman Kardeşler) hareketinin de özünde IŞİD ya da El Kaide’den farklı olmadığı anlaşılıyor.

Çok açık ki, ılmlısıyla radikaliyle siyasal islamcılık çöktü. Bu çöküş kaçınılmazdı. Çünkü 11. yüzyılda teolojik temelleri atılan ve Emevi rejimi tarafından kurumsallaştırılan bugünkü egemen Sünni İslam anlayışı (Muaviye ideolojisi) kendi Ortaçağını aşamadı. İslamın uzayan bu Ortaçağı, günümüzde bütün Müslüman halkları sefalet, cehalet, yıkım, ilkellik, zavallılık, kan ve gözyaşı içinde boğuyor.

Doğu’nun parlayan yıldızı ve İslam dünyasında Ortaçağı aşan tek örnek durumundaki modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılarak, yerine bir din devletinin kurulmaya çalışılması, söz konusu zavallılığı daha da derinleştirecek gibi görünüyor. Çünkü, imam hatipçi anlayışı temel eğitim sistemi haline getiren; akla, bilime ve seküler hukuka dayalı kamu düzenini tasfiye eden AKP, ülkeyi bir din toplumu olarak yeniden inşa etmeyi hedefliyor. Ülke hızla Pakistanlaşıyor.
* * *
Bugün Türkiye’nin tarihsel ilerleme yatağının dışına çıktığını tespit edebiliriz. Ülke, Ortaçağa iade edilme girişimiyle karşı karşıya. Ancak, ortada çok önemli bir sorun var; Erdoğan ve militan İslamcı ekibi, eski rejimi, cumhuriyeti yıktı yıkmasına ama, yerine kendi rejimini, islamo-faşist bir düzeni henüz kuramadı.

Diğer taraftan, bu girişime karşı büyük bir toplumsal direniş şekilleniyor. Daha önce liberallerin desteğiyle bu direniş refleksini kıran AKP, artık bu yeteneğini de yitirmiş görünüyor. Cumhuriyet Mitingleri, ulusal bayramlarda yapılan büyük laiklik gösterileri, Gezi/Haziran direnişi, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra yapılan 24 Temmuz Taksim mitingi, 13 Haziran Adalet Yürüyüşü, 9 Temmuz büyük Maltepe Mitingi ve Adalet Kurultayı gelişen bu direniş dinamiğinin kilometre taşlarını oluşturuyor.

Erdoğan-AKP iktidarı, inşa etmeye çalıştığı yeni rejim konusunda siyasal zor ya da toplumsal rızaya dayalı bir mutabakat da oluşturabilmiş değil. Tam tersine, kurmaya çalıştıkları yeni rejimi hukuksal bakımdan güvenceye de alamadılar. Öyle ki, yeni rejimin hukuksal temelini oluşturacak Anaya değişikliklerini yapmak üzere düzenledikleri 16 Nisan Referandumu da bir yenilgiye işaret ediyordu. Çünkü, 1,5 milyon sahte oya karşın ancak burun farkıyla kazanılan bir referendumdu ve bu yanıyla bir ‘Pirus zaferi’ bile değildi.

Şimdi ortada tanımsız, anayasasız, tarihsel referansları belirsiz, üzerinde mutabakat sağlanmamış bir devlet ve iktidar var. Türkiye tam anlamıyla hem bir iktidar boşluğu hem de bir iktidarın tek elde toplanmaya başladığı bir diktaya sürüklenme süreci yaşıyor. Devleti bir arada tutan, üzerinde anlaşma sağlanmış zeminlerin olmadığı bir dönemden geçiliyor.
* * *
Erdoğan, AKP ve siyasal islamcı hareket cumhuriyeti yıktı ve fakat yeni bir kurucu iradeyi güçlü şekilde ortaya koyamadı. Çünkü, Erdoğan ve AKP’yi iktidara taşıyan iç ve dış dinamikler köklü bir şekilde değişti. Örneğin Batının siyasal islamla bağını kestiği bir konjonktürde (toplu durum) AKP iktidarı, dinci/mezhepçi bir rejim kurma ısrarı nedeniyle Batı’dan dışlandı. Suriye’de ağır bir yenilgiye uğradı ve dünyada yalnızlaştı… AKP, Türkiye’de cami cemaatinin bir bölümü dışında toplumun bütün kesimleriyle çatışmaya girişti. Hala belli bir güç olan kitle tabanını bir yana bırakırsak eğer, servetten ve iktidardan daha çok pay almaya çalışan yağmacı çevreler dışında anlamlı bir desteği kalmadı.

Daha da önemlisi, iktidar gücünü elinde tutmasına karşın, yeni bir rejim kuruculuğu için gereken birikime, donanıma, görgüye, bilgiye, tarihsel referanslara ve güce sahip olmayan bir kadronun, bir kurucu irade oluşturması da son derece zordu. Nitekim öyle de oldu. Diğer taraftan, Erdoğan ve siyasal İslamcı ekibi, Türkiye’nin aydınlanma ve modernleşme birikimini hafife aldı. Bu ülkenin ilerici ve devrimci geleneğini dikkate almadan atılacak her radikal adımın, toplumun işleyiş yasalarına, tarihin mantığına ve insanın doğasına karşı bir savaş, üstelik kazanılması imkânsız bir savaş olduğunu anlayamadılar.

Türkiye’yi yeniden aydınlığa çıkaracak, Ortaçağın saldırısını püskürtecek ve dinci gericiliği bir daha tarih sahnesine çıkamayacak derinlikte yenilgiye uğratacak bir siyasal inisiyatifin alınması için bütün koşullar uygun. Bugünkü krizi çözecek, toplumu yeniden birleştirecek ve ileriye taşıyacak kurucu irade, ancak, tarihin çağrısına uygun devrimci bir atılımla mümkün..

Bu anlamda, temelini emekçilerin oluşturduğu geniş bir ilerici-cumhuriyetçi cephe ve tarihin çağrısına uygun bir program oluşturulması için her şey hazır. Böyle bir cephe zaten yaşamın içinde fiilen oluşuyor. Sol, böyle bir cephenin kurulması ve programının oluşturulması sürecine etkin şekilde katılmalıdır. Böyle bir cephenin başarılı olması, hedeflerini gerçekleştirmesi de solun oynayacağı etkin role bağlıdır. Sosyalist hareket, laiklik ve Cumhuriyet mücadelesine abdestinden emin olarak, ‘amasız – fakatsız’ bir şekilde katılmadığı taktirde tarihin dışına düşecektir. (http://www.abcgazetesi.com/yeni-cikis-hatti-cumhuriyetci-cephedir-8014yy.htm, 01.09.17)
=============================================
Dostlar,

Sayın Merdan Yanardağ’ın bu çok önemli ve değerli irdelemesini büyük ölçüde paylaşıyoruz..

Katılmadığımız, katılamadığımız, katılmamızın olanaksız olduğu önerme;

  • Erdoğan ve militan İslamcı ekibi, eski rejimi, cumhuriyeti yıktı…

belirlemesidir. Büyük ATATÜRK‘ün kutsal ve biricik emaneti Türkiye Cumhuriyeti,
O’nun 1926 İzmir öldürü (suikast) girişimi sonrasında üstüne basa basa vurguladığı üzere;

  • Benim naçiz bedenim elbet bir gün toprak olacaktır
    ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır..”

Bu söylem, biz Kemalistlerin şaşmaz mottosudur ve temel moral – motivasyon kaynağıdır. Türkiye Cumhuriyeti, özellikle son 15 yılda AKP = RTE‘nin Batı emperyalizmi ve kimi İslam ülkelerinin de desteği ile islamcı – gerici saldırısı yüzünden önemli ölçüde yara almıştır.
Ancak bu ”örselenme – zedelenme” mutlaka onarılacak, lanetli – meş’um parantez de kapatılacaktır.

21. yy’ın şafağında Türkiye’nin aydınlanmacı – devrimci dinamikleri ve birikimine ek olarak küresel topludurum da (konjonktür) –zorunlu olmamak üzere– ilkel ve artık tarihsellikle sakat (malul) aşamaya gelmiş dinci – gerici kuşatmayı yarmaya elverir konum ve güçtedir.

Türkiye’nin sağlıklı – zinde güçleri, bir kez daha, 1920’lerde olduğu gibi ULUSAL BİRLİK – KOALİSYON ile yüz yıl sonra yinelenen ”yedi düvel” (Küreselleşen emperyalistler!) rövanşını ver-me-ye-cek-tir!

Atatürk’ün partisi CHP, –yer yer yalpalasa da– son çözümlemede tarihsel görevini bir kez daha, kadim Anadolu halkı ile başaracaktır. Bu başarı Cumhuriyet için, tarihin akışında çooook uzun dönemlere (belki de sonsuzluğa!) uzanan ciddi bir bağışıklık da sağlayacaktır..

Devrimciliğin mayasında hep ama hep emperyalizmi yenme inanç, tutku ve kararlılığı olmuştur.

Böylece biline..

Sevgi ve saygı ile. 08 Eylül 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com