Etiket arşivi: M. Kemal ATATÜRK

İSLAM ÜLKELERİNİN TEMEL YAŞAM FELSEFESİNDEKİ İKİRCİKLİ – DUALİST YAPININ NEDENLERİ NEREDEN KAYNAKLANMAKTADIR?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

İslam ülkelerinde, ilk yıllar dışında, Emevi zihniyeti ile birlikte, tarih boyunca, her zaman ikircikli (düalist) bir siyaset ve yaşam felsefesi egemen olmuştur.

1- Yönetici ya da iktidar sahibi olanların temel siyaseti ve yaklaşımı daima (sürekli), süresiz olarak iktidarda kalmak ve sınırsız ekonomik zenginlik ve çıkarcılıktır. Batılılar buna “homo-economicus” yani kendini her koşulda çıkarına göre proglanlamış insan tipi demektedir.

2- Yöneticiler ve onların işbirlikçilerinin (çoğu vicdan yoksunu ulema, tarikat ve cemaat önderlerinin) dışında kalan halkın temel yaşam felsefesi ise ahiretteki cehennem korkusu ve karşı konulamaz bir tutkuya dönüştürülmüş bir cennet özlemi ile yaşamaktır. Yani halkın temel yaşam felsefesi ise dünyalıktan vazgeçirilmiş bir ahiret severliktir (AS: homo ahreticus!). İsterseniz siz buna “Homo ahreticus” da diyebilirsiniz. Genelde iktidar gücünü elinde bulunduran yöneticiler, dünya malı ve saltanat, halk ise ahiret ve cennet için yaşamaya odaklanmıştır. Dinin güzel ahlak ve adalet öğretisinin aksine, Sistem hep böyle kurgulanmış ve böyle uygulanagelmiştir.

Yönetici sınıf ve halk arasındaki bu ikircikli ya da düalist, çifte standartlı yaşam felsefesi nasıl oluşuyor diye soracak olursanız şunlar söylenebilir :

a- İslam ülkelerindeki muktedirler (yönetici sınıf) ve işbirlikçilerinin yaşam felsefesi tartışmasız Homo-economicus’tur. Homo- economicus Batılı ve çıkarcı bir insan tanımıdır. Kapitalist değerler sistemidir. Materyalisttir. İslamla, islamın dayanışmacı, özverili ve paylaşımcı bir insan tipi ile hiçbir ilişkisi yoktur (AS: Bu görüşe katılamıyoruz. İslam, fitre-zekat ile yoksulluğu meşrulaştırıyor ve sürekli kılıyor. Oysa toplumcu – kamucu sistemlerle yoksulluk neredeyse yok edilebilir..). Dünya nimetlerini son kertesine dek sömürerek yaşama anlayışıdır.

b- Halkın yaşam biçimi ise tümüyle öbür dünyaya, ahirette yer ve makam kazanmaya yöneliktir. İnsanların yaşam anlayışı ve toplumun değerler dizelgesi genelde “Homo- ahreticus“tur. Yönetici sınıfa karşı, Doğu tarzı (biçimi), sarsılmaz ve geri alınamaz bir biat, sadakat, kanaatkârlık, itaatkârlık ve kadercilikle donatılmıştır. Halk için yaşamın temel dürtüsü, siyasal iktidara gönüllü ya da zoraki kulluk etmeye, cehennemden kurtulup ebedi (sonsuz) cennet yaşamını hak edebilmeye programlanmıştır.

Peki bu saltanat sahibi yönetici sınıfa ayrı, ama halka tam bunun zıddı olarak ayrı bir değerler dizelgesi nasıl sağlanmaktadır?

Yanıtı çok basittir (yalındır). Halkın yönetimden nemalanan kimi dinbaz ulema ve yine kimi tarikat ve cemaat dinbazları tarafından islamın temel ahlak ve adalet öğretilerinin ters yüz edilerek, ahlaklı ve adaletli bir yaşam yerine yalnızca inanç ve ibadeti (tapınmayı) kutsayan, fakat ahlakı ve adaleti hiçe sayan ya da görmezden gelen bir din ve inanç anlayışının, cehaletin de yardımıyla sürekli olarak şırınga edilip halkın ikna edilmesidir. Yani sürekli olarak cehaletin korunması ve din(!) satışıdır. Bu durum, tarihsel olarak miras kalan ve cahil bırakan aldatıcı bir kısır döngüdür ve ne yazık günümüzde de sürmektedir.

Tarihsel ve sosyolojik olarak, genelde İslam devletlerinde, siyasal iktidardakileri kayıran, ikircikli, yani çifte standartlı, yönetici sınıfı bir bakıma ahlak, adalet ve hukuktan muaf (bağışık) sayan bir dinsel(!) anlayış vardır. Bu açıdan, “din avam-(cahiller) içindir, havas- (seçkinler) için değildir.” diyen ulema kisveli kimi din bilginleri(!) bile vardır.

Buna karşın, tarihsel, dinsel, kültürel ve siyasal olarak, İslamı daha çok ahlak, adalet ve sevgi olarak benimseyen farklı dinsel yorum sahiplerini de kafir, sapkın ya da zındık olarak ilan edip dışlayan ve çoğu zaman da ölüme mahkum eden bir fetva ve ferman zihniyeti hep olagelmiştir.

M. Kemal Atatürk‘ün kurmuş olduğu demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel öğretisi de asla dine karşı çıkmak değildir. Tersine, toplumdaki cehaleti, dini ve dinsel değerler sistemini kendi saltanatları ve çıkarları için araçsallaştırarak sürekli olarak sömüren dinbazların saltanatına son vermektir. Talkını (telkini) başkalarına verip salkımı yutanların oyun tezgahını bozmaktır. M .Kemal Atatürk, hanedan ve kimi kişilere tanınan tüm hukuksal ve siyasal ayrıcalıkları yok edip, ayrıksız (istisnasız) her bireye anayasa ve yasalar karşısında eşit haklar ve sorumluluklar getirmiştir.

Batılılar, Hıristiyan Kilisesini (Papalığı) ve ruhban sınıfını dünya işlerinin dışında bırakıp laikleşerek, eleştirel akla ve çağdaş deneysel bilime sarılarak ekonomik refaha (gönence), demokrasiye, hukuk devletine, temel evrensel insan haklarına ve adalete ulaşabilmişlerdir. Darısı İslam toplumlarının hepsinin başına olsun.

ÇAĞIMIZDA DİNLER YA DA DİN BENZERİ DUYGULAR NİÇİN SİYASETE ALET EDİLİR?

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Dincilik, ırkçılık, mezhepçilik, tarikatçılık, cemaatcılık, bölgecilik, cinsiyetçilik… gibi olgular ve duyguların gündelik siyasete alet edilmesinin temelinde, iktidar partileri için, kendi partilerinin toplumun tümüne sundukları toplam ekonomik, hukuksal, sosyal… kamusal hizmetlerin yetersiz ve adaletsizliği vardır. Muhalefet partileri açısından da halkın gerçek temel gereksinmelerini karşılayabilecek inandırıcı, çözüm üretici ve tatmin edici (doyurucu) yeterli ve etkin bir program üretememelerinden kaynaklanmaktadır.

Kısacası siyaset dinciliği ya da dinin siyasete alet edilmesi çağımızın ahlak ya da siyasal etik kurallarından sapmadır. Etik dışı kolaycılıktır. Ana nedeni toplumsal sorunlara tutarlı, etkin ve yeterli politika üretimindeki eksiklik, yetersizlik ve tutarsızlıklardır. Kamusal ve insani mal ve hizmet yetersizliklerinin karşılanabilmesi, toplumsal adalet ve barışın gerçekleştirilmesi yerine, başta dinsel duygular olmak üzere, kutsalların araçsallaştırılarak beyinlerin yıkanabilmesi ve siyasal tercihleri değiştirme isteği içindir.

Devleti sultan, din ve siyaset üçgeni ile yönetme ve halkı baskılayıp denetleme biçimleri, teokratik feodal tarım toplumlarından kalan kolaycı ve çağımıza göre, çoktan geride kalması gereken yanlış ve çağ dışı alışkanlıklardır. Çağdaş anayasal hukuk devletlerinde yeri yoktur, olmamalıdır.

Ekonomi, üretim, istidam, paylaşım, eğitim, sağlık, teknoloji, hukuk, adalet, demokrasi, kültür, sanat, iç ve dış toplumsal güvenlik, kardeşlik, sevgi, barış… vb. alanlarda yeterli ve etkin politikalar, kurumlar, araçlar ve inandırıcı davranış ve uygulamalar üretemeyen partiler ve siyasetçilerin akıl, bilim ve teknik projeler yoluyla toplumu ikna etmek yerine, halkın çoğunluk kesiminin manevi inançlarını harekete geçirip aklın ve toplumsal gerçek gereksinmelerin arka plana (düzleme) itilerek duygusal yakınlık kurma yoluyla, partisine ve kendisine zahmetsiz, mali- teknik kaynaksız, çıkar sağlama isteğidir.

Bir toplumda dinsel, feodal, cemaat kültürü ne denli baskın ve yaygın; ayrıca kentleşme, kentlileşme, doğru bireyselleşme, özgürleşme, insan hakları, hukuk, demokrasi kültürü ne denli zayıf, aklın ve bilimin egemenliği de ne denli az gelişmişse, siyasal dincilik ya da siyasal ve ekonomik kazançlar için dinsel duyguların araçsallaştırılması bir o denli güçlüdür.

Dinler, her türlü inançlar ve din benzeri toplumsal kutsal duyguları, siyasetçilerce araçsallaştırmaktan kurtarmanın anahtarı da, özü ve sözü ile benimsenmiş demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin yani yürürlükteki anayasamızın hükümlerine birebir uymaktır.

  • Ayrıca dini dünyevileştirip siyasetin aracı yapmanın en büyük zararı da doğrudan dinin kendisinedir.

Dinin dünya işlerine, siyasete, çıkarcılığa alet edilmesi halkın dini inancını zayıflatır ve dine olan toplumsal saygıyı azaltır.

Bir önemli konu da Türkiye’nin mevcut (varolan) sosyolojik yapısıyla ilgilidir. Osmanlı İmparatorluğu çok dinli, çok etnikli ve çok dilli bir yapıya sahipti. Türkiye’nin sosyo-kültürel ve etnik yapısı Osmanlı İmparatorluğu’nun somut tarihsel ve kültürel mirasıdır (kalıtıdır).
Mikro ölçekte de olsa, halkımız yine çok dinli, çok mezhepli, çok etnikli ve çok dilli yapısını korumayı sürdürmektedir.

Din ve etnisite üzerinden siyaset yapmak ya da dini siyasete alet etmek bazı (kimi) dinsel ve etnik grupları (kümeleri) kayırmak, kimilerini de arka düzleme itip başından ayrımcılık yapmayı kabullenmek anlamına gelir. Böyle bir siyaset biçimi ayrımsız olarak tüm yurttaşların, anayasamızca belirlenen yasalar önünde eşitlik ve laiklik ilkelerine terstir. Üstelik çağdaş demokrasilerin temel ilkelerine de uymaz.

Sosyolojik açıdan, konumuzun başka bir yönüne daha açıklık getirmek gereklidir. Bir toplumdaki adaletsizlik, haksızlık ve kayırmacılıklara olan inançlar arttıkça çeşitli etnik ve dinsel kümeler arasındaki huzursuzluk, gerilim ve çatışma eğilimleri yükselir. Bu tür gelişmeler de siyasal iktidarların yönetim biçimini sertleşme ve otoriterleşme sarmalına sokar. Her yeni siyasal sertleşme yeni toplumsal gerilimlere, her yeni gerilim de yeni siyasal sertleşmelere ve daha katı otoriterleşmelere neden olur. Demokrasiler erozyona uğrama sürecine girer.

Kıssadan hisse :

Siyasetçilerin, siyasal etik dışı olarak, siyaseti din ve devlet işlerine bulaştırmalarının, ilahi, manevi duyguları kötüye kullanılmalarının önlenebilmesi için halkın, gerçekçi ve bilimsel bir eğitimle, siyasal kültür alanında, yeterli bir bilinç düzeyine ulaşmasını gerektirmektedir.

Temel ve kalıcı çözüm; Ulusal Kahramanımız ve Ulu Önderimiz M. Kemal Atatürk‘ün akla, bilime, laikliğe, demokratik cumhuriyete, sosyal devlete ve ayrımsız olarak yurttaşların eşitliğine yürekten inanma ve gereğini yerine getirmeye bağlıdır.

Türkiye’de; din ve din benzeri kutsalları siyaset aracı yapmayacak, toplumun acil (ivedi), ekonomik, hukuksal ve sosyal… sorunlarına odaklanarak; kanaat, yazgı ve sabır önerileri yerine; gerçekçi yeterli ve kalıcı çözüm üretecek, laik, güçlü ve uzun ömürlü, ancak dürüst seçimle gelip yine dürüst seçimle gidecek, halkın tercihleri ve oylarına saygılı bir iktidara ivedilikle gereksinmesi vardır.

  • Oylar kullanılırken;
  • Eski alışkanlıkları ve korku kültürünü geride bırakıp, çok bilinçli ve dikkatli olmak gerekir.

MARŞ MARŞ, YERLERİNİZE!

MARŞ MARŞ, YERLERİNİZE!

Mustafa Aydınlı - BiyografyaMustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Ayasofya’daki ilk cuma hutbesinde

  • “Vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar” sözleri ile ad vermeden Atatürk’e lanet okudu!

Birlik ve beraberliğe, en çok gereksinimimiz olduğu şu günlerde, dinin sevgi ve hoşgörüye dayalı iletilerini vermesi gerekirken; Vatanın kurtarıcısı ve Cumhuriyetin kurucusu M. Kemal Atatürk’e lanet okumak ülkede infial / isyan yaratmıştır.

İstanbul 4 yıl, 10 ay, 23 gün İngiliz işgalinde kalmış (13 Kasım 1918, 6 Ekim 1923), kentin anahtarını İngilizlere Padişah Vahdettin teslim etmişti. İstanbul’u da, Ayasofya’yı da işgalden kurtaran Mustafa Kemal, Diyaneti kuran da O! Ali Erbaş da oturduğu koltuğu O’na borçlu. Ayrıca Murat Bardakçı’nın açıklamalarına, göre vakfiyede öyle bir metin de yok.

Bir din adamı neden yalan söyler? Neden gerçekleri çarpıtır? Neden kurucusuna ve kurtarıcısına hakaret eder? Çok düşündürücü değil mi? Bu tutum nankörlük değil de nedir? Peki, İslam inancında nankörlüğe yer var mıdır, nankörlük eden “neye uğrar” ??!! Dahası ahlak dışı bir davranış değil midir bu iftira; özünde İslam dini “iyi – güzel ahlak” odaklı değil midir??

Mustafa Kemal’in bir bölüm sözde din adamlarınca saldırıya uğraması ilk değil. Şeyhülislam ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti, İslam Teali Cemiyeti’nin kurucusu Mustafa Sabri, Mustafa kemal Paşa hakkında idam fermanını kaleme alan kişi ve Sevr’in imzalanması için özel çaba harcadı.

  • “Mustafa Kemal ve Ankara hükümeti kahpedir… Kudurmuş haydutlar, caniler…
    Eyy Allah’tan korkmayan, eyy peygamberden haya etmeyen mahluklar… Bunların dinsizlik derecesi tasavvur edilemez, cenabı hakkın gazabı ve laneti bunların üzerine olsun… Yunanlara fazla zayiat verdirmek bizim için hayırlı ve menfaatli olamaz, İngilizleri kızdırırız, İngiliz gibi muazzam devlete karşı katiyen kazanma ihtimali yoktur… Yunan ordusu halifenin ordusudur, asıl kafası koparılacak mahlukat Ankara’dadır..”

Fesli Kadir Mısıroğlu da “Keşke Yunan galip gelse” diyenlerdendi. Belli ki Ali Erbaş da bunlardan el almış.

Yurtsever din bilgileri de var elbette, Ankara Müftüsü Rıfat Börekci ilk Diyanet İşleri başkanı idi. Günümüzün aydın din bilginlerinden Sayın Cemil Kılıç gibi. Kılıç, attığı bir tivitte şöyle diyor :

  • “İnsanlığın dincilere tutsak düşen dinlerden çektiği nedir Allah aşkına?
  • Tıpkı Muaviye’nin cami kürsülerinden Ehlibeyte lanet okutması gibi,
    bu gün de kürsülerden Cumhuriyet’in kurucusuna ad vermeden lanet okunuyor.
  • Unutma! Bu gün minberden isim vermeden Kadir Mısıroğlu’na rahmet,
    Atatürk’e de lanet okundu.
  • Bu gün Atatürk’ün kurduğu devletin bir memuru, Atatürk’e lanet okudu.
  • Susanın kanı kurusun.”
    Can Yücel ; “Bana ‘Şiirlerinde küfretme.’ diyorlar usulsüz. Ulan nasıl anlatayım bu kadar o….. çocuğunu küfürsüz?” demektedir.

Neyzen Tevfik ise bir şiirinde;

Ben sana _ok demem,
_oklar duyar ar eder.
Bir zerren düşse _oka,
Onu da mundar eder..

diye başlayan ancak 2. dörtlüğünü buraya almaktan bizim de “hâyâ” edeceğimiz dizelerle içinden taşan ölçüsüz ve haklı isyanı dile getirir..

Geldiğimiz yer tam da burasıdır ve halkın duyarlığı, sinir uçları ile neden bilerek ve isteyerek, adeta kör kör gözüm parmağına oynanır; anlamak ve anlatmak olanak dışıdır!
Anlaşılan AKP = RTE “gidici” olduğunu kesin ve net olarak görmektedir.. Bu çöküşü geciktirme  derdindedir. Kısa günün kârı yanı sıra, ehh, bir miktar daha kutuplaşma ve tabanını bir arada tutma çırpınışı..
Yalnızca batmıyorlar, insanlık tarihinde utanca da boğuluyorlar..
****
Edebiyat dersinde öğretmen yazılı yoklama yapıyor, öğrenci noktalama işaretlerini nereye koyacağını bilmiyor. Kompozisyon bitince tüm noktalama işaretlerini en sona yazıyor ve “Marş marş yerlerinize” diyor.

Biz de Can Yücel ve Neyzen Tevfik’in sözlerini nereye koyacağımızı bilmiyoruz,
nereye yakışıyorsanız oraya, marş marş yerlerinize diyoruz.
=============================

Dostlar,

Biz de dökelim içimizi                       :

1. Ali Erbaş adlı DİB Devlet Memuru, tüm ulusumuzdan ve Yüce ATATÜRK’ün
aziiiiiiiiiiiiiz anısından açıkça özür dilemelidir.
2. Ali Erbaş adlı DİB Devlet Memuru, derhal görevinden istifa etmelidir.
3. Ali Erbaş adlı DİB Devlet Memuru hakkında derhal, halkı kin ve düşmanlığa teşvikten ve Atatürk Hakkında Yasayı çiğnemekten adli işlem / ceza kovuşturması başlatılmalıdır.
4. Ali Erbaş adlı DİB Devlet Memuru hakkında derhal 657 s. yasa kapsamında disiplin soruşturması başlatılmalı ve hak ettiği en ağız ceza, DEVLET MEMURLUĞUNDAN ÇIKARMA yaptırımı uygulanmalıdır.
5. Ali Erbaş adlı DİB Devlet Memuru, AKP = RTE / Partili Cumhurbaşkanı tarafından görevinden azledilmeli ve Erdoğan da halktan ve Atatürk’ten özür dilemelidir.
6. Ali Erbaş adlı DİB Devlet Memurunun söz konusu konuşması YOK HÜKMÜNDE SAYILMALI, yerine Büyük ATATÜRK’e açık şükran ve minneti de ifade eden yeni bir metin tarih kaydına geçirilmelidir.

Sevgi ve saygı ile. 26 Temmuz 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

 

DİL DEVRİMİ ve SONUÇLARI


Dostlar
,

81. Dil Bayramı haftası kapsamında, dostumuz, Dil Derneği üyesi
Sayın Fethi Karaduman‘ın bir yazısını paylaşalım. (Görseli biz ekledik)

Sevgi ve saygı ile.
30.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================

Ata_ve_Inonu_Kayseri'de

DİL DEVRİMİ

Fethi Karaduman

“Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun her gün yeni gerçekleri aydınlatan ağırbaşlı ve sürekli çalışmalarını övgü ile belirtmek isterim. Bu iki ulusal kurum tarihimizin ve dilimizin karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini,
dünya kültüründeki analıklarını, çürütülmez bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusu için değil ve fakat bütün bilim dünyası için dikkat ve uyanışa
yol açan kutsal bir ödev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim.”

M. Kemal Atatürk (1936)

Her alanda olduğu gibi, dil konusu da köklü bir biçimde Cumhuriyet döneminde
ele alınır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk; ulusun çağdaş uygarlık yönünde hızla ilerlemesini sağlayacak yenilikleri gerçekleştirirken,
Dil Devrimini de bu sürecin ayrılmaz bir parçası olarak uygulamaya koyar.

Dil Devrimi; yüzyıllardır yabancı dillerin egemenliği altında öz benliğini yitirmiş olan Türkçeyi bağımsızlığına kavuşturarak, gizilgücünü (potansiyelini) ortaya çıkarmayı ve geliştirip yükseltmeyi amaçlar. Bu kapsamda, ulusal kimliğin bir parçası, insan kişiliğinin aynası olan dilin; özleşmesi, arınması ve zenginleşmesini sağlamak önemli bir görev olarak yükümlenilir.

Ulusal kültürün de ana öğelerinden olan dilin, yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılarak, ulusal bir nitelik kazanması; Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesinin, laikliğin yerleştirilmesinin ve uluslaşma sürecinin de bir uzantısıdır. Bu nedenle, Cumhuriyet’in ilk yıllarında eğitimden başlayarak ekonomik alandan, dinsel alana dek her yönde, ulusal dile yönelinir. Bu amaçla toplumsal yaşamın her alanında gerçekleştirilen her köklü değişiklik, dilsel alanı da kapsar. 

Eğitim alanında, Türkçenin güçlendirilmesine yönelik çalışmalarda;
3 Mart 1924 günü çıkarılan Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası
önemli bir dönüm noktası olur. Aktarmacılığa dayalı medrese okullarının yerine, bilime dayalı eğitim veren çağdaş eğitim kurumlarının oluşturulması süreci, bu yasa ile başlar. Eğitimdeki çok başlılık ortadan kaldırılır.

10 Nisan 1926 günlü 805 Sayılı Yasa ile ekonomi ile ilgili kuruluşlarda bile Türkçe kullanılması zorunluluğu getirilmiştir. Bütün bu yenilikler, Dil Devrimi ile doğrudan bağlantılı olan ve hazırlık evresini oluşturan önemli değişiklikler olarak uygulamaya konulur.

Dil devrimine ön hazırlık sayılabilecek bu çalışmaların ardından öncelikle yazı değişikliğini gerçekleştirmek için, 23 Mayıs 1928 günü “Dil Heyeti” kurulur.
Yeni bir abecenin hazırlanması ve dilin özleşmesi çalışmalarını başlatacak olan bu kurulda üç milletvekili ve üç dil uzmanı görevlendirilir.

Dil Encümeni ya da Alfabe Encümeni adıyla anılan bu kurul, yeni abecenin
kabul edilmesinin ardından, 5 Aralık 1928 günü Bakanlar Kurulu kararı ile Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak Dil Devrimine katkı vermeyi sürdürülür. Üye sayısı artırılarak desteklenen bu kurul, 25 bin sözcüklü bir Yazım Kılavuzu hazırlar. Ayrıca Sözlük ve Dilbilgisi kitapları yayınlar. 

Atatürk, dilin ulusallaşması, zenginleştirilmesi ve yabancı dillerin egemenliğinden kurtarılması ülküsünü 2 Eylül 1930 günü şu sözlerle dile getirir:

“Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusallık duygusunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Topluma ulus, yurt ve tarih bilinci kazandırmak, Dil Devrimine halkın da katılımını sağlamak için, Atatürk öncülüğünde 15 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti,
12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulur.

Gelişmiş tüm uluslar dillerini de özleştirmişlerdir. Kendi köklerine, kaynaklarına dayanarak öz varlıklarını zenginleştirmişlerdir. Yaratıcı düşüncenin ve ulusal kültürün gelişmesi, dilin öz benliğine kavuşmasıyla ivme kazanır.

*****

Dil Devrimi’nin Sonuçları

  • Bağımsızlığın, laikliğin, ulusal birliğin temeli olan unsurlardan birisi daha gerçekleştirilmiştir.
  • Ümmet toplumu dizgesinin (sisteminin) ürünü olan Arap yazısı ve Osmanlıcanın yerine Türkçenin geçmesi, uluslaşma ile birlikte laik Cumhuriyette özgür düşünen yurttaşların yaratılması sürecini başlatmıştır.
  • Bilim ve sanat dili olarak kullanılabilecek düzeye ulaşan Türk dili, iletişimin ve eğitimin önemli aracı durumuna gelmiştir.
  • Ulusal kültürün oluşması ve gelişmesi de, dilin ulusal yapılanmasıyla olanaklı kılınmıştır.
  • Yöneten, yönetilen arasında oluşan dil uçurumu giderilmiştir. Konuşma ve yazı dili arasındaki ayırımın kalkması, uzun erimde demokrasinin gelişmesine katkıda bulunmuştur.
  • Dilin özleşmesiyle; düşüncede açıklık, anlamda, anlatımda, bilgiyi iletmede kolaylık sağlanmıştır. Bu doğrultuda dil asıl işlevine kavuşmuştur.
  • Dilin anlatım işlevselliği kazanması, eğitim ve öğretimin yaygınlaşarak halka kolaylıkla ulaşmasını sağlamıştır.
  • Osmanlıcanın yerine Türkçenin geçmesi, kökleri bilinen terim ve sözcüklerin kolaylıkla algılanmasının yolunu açmıştır. Böylelikle soyut kavramların, düşüncede çağrışımlar oluşturarak somutlaşması, eğitime bilinç boyutunu kazandırmıştır.

Yine, beyinlerde açık bir biçimde belirginleşen, canlanan terimlerle, anlamada ve düşüncede kolaylık sağlanırken,  bu terimlerin ezberlenmek zorunda kalınmaksızın anlayarak öğrenilmesi ile usa (akla) dayanan eğitimin yolu açılmıştır. Böylece de oluşturulan çağdaş eğitim kurumlarında, medreselere özgü ezbercilik yöntemine
son verilmiştir.

Çağdaş eğitim kurumlarının bilime ve usa dayandırılması bir zorunluluktur. Eğitimin aracı olan dil de, bu yapılanmayı sağlayacak zincirin önemli halkalarından birisidir.

Dil Devrimi, Mustafa Kemal Atatürk’ün ulusunu iyi tanıyan, ne denli sağduyulu bir önder olduğunu kanıtlayan, Türkçe üzerindeki boyunduruğu kaldıran görkemli bir devrimdir.

Dil Devriminin kökleşmesi için büyük uğraşılar veren Atatürk, bedensel varlığının aramızdan ayrılışından on gün önce 1 Kasım 1938 günü,  Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarını överek, bu kurumun önemini bir kez daha vurgular:

  • Türk Dil Kurumu, en güzel ve verimli bir iş olarak türlü bilimlerle ilgili
    Türkçe terimleri saptar ve böylece dilimiz yabancı dillerin etkisinden kurtulması yolunda köklü adımlar atar. Bu yıl okullarımızda öğretimin
    Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasına kültür hayatımız için önemli bir olay olarak belirtmek isterim.”

Halkın inancını kullanarak, akıl ve bilimden uzaklaşmasını isteyenler, Harf ve
Dil Devrimini karalamışlardır. Cumhuriyet karşıtlığından çıkar sağlayanlar Atatürk Devrimi’nin her aşamasında olduğu gibi Harf ve Dil Devrimine de karşı çıkmışlardır, çıkmayı da sürdürmektedirler.

ATATÜRK DEVRİMİ – Fethi Karaduman
TWİTTER: Fethi Karaduman2

Lozan’ın Geniş Olarak Değerlendirilmesi


Lozan’ın Geniş Olarak Değerlendirilmesi

 

 

Ertuğrul GEZENOĞLU

24 Temmuz bize başlangıçta 3 önemli olayı anımsatıyor;

1. Lozan Antlaşması
2. Sendikal hakların kabulü
3. Basından sansürün kaldırılması

Ama bugün 3 önemli konunun da sıkıntılarının olduğunu tespit etmekteyiz.
Basın sansürünün kaldırılması bugün sözde kalmıştır. Basın bugün hiçbir sivil iktidar döneminde olmadığı kadar baskı altındadır. Bu baskıya direnen yazılı ve görsel
basın da verilen para cezaları ile çökertilmek istenmektedir.

Sendikal haklara gelince, özellikle 1980 sonrası gerek askeri dönemde, gerekse
Özal döneminde adeta yangından mal kaçırırcasına yapılan özelleştirmelerle taşeronlaşma başlamış, son dönemlerde ayyuka çıkan özelleştirme ve taşeronlaşma ile sendikal haklar artık adeta son dönemlerini yaşar hale gelmiştir. Zamanında özelleştirmelere yeterince demokratik tepkiyi göstermeyen sözüm ona sendikalar bugün o günlerin cezasını çekmektedirler.

Lozan Antlaşması hep ülkenin tapu senedi olarak görülmektedir.
Gerçekten emperyalizme hiç unutamayacağı bir şamar indiren M. Kemal ATATÜRK ve O’nu hiç terk etmeyen İsmet İNÖNÜ, Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferini Lozan ile emperyalistlere kabul ettirerek taçlandırmışlardır.

Fakat bugün Lozan’ı destekleyen Kabotaj ve Montrö Antlaşmalarının delinme aşamasına geldiğini görüyoruz. Lozan’ın delinmesi konusunda başka bir tehlike de Suriye ile olan geldiğimiz noktadır. Çünkü bu ülke ile çıkacak olan bir savaş,
Lozan’ı delecektir.

Karadeniz’e yabancı savaş gemilerinin giriş ve çıkışı ile Montrö Antlaşması’nın ihlali halinde Lozan’ın delinmesi riski vardır. ABD bunu zaman zaman zorlamaktadır.
Bunu önleyen deniz subaylarımız bugün bedel ödemektedirler.

Kabotaj ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kara, hava ve denizde ulusal altyapı-yatırım ve ulaşım hakkı demektir. Ama son zamanlardaki otoyolların, limanların, havaalanlarının özelleştirmeleri ve bunların özellikle yabancılara verilmesi aslında kabotaj yasasının amacını yok etmektedir.

Ayrıca bölgesel özerklik talebi ve devamında ülkeden kopmalara neden olabilecek gelişmelere imkan veren İkiz Sözleşmelerin 2003’te Meclis’te onaylanması,
bir anlamda Lozan’ı tartışmalı hale getirebilecektir.

Tahkim Yasası ve Anayasanın 90. md. si de Lozan’da elde ettiğimiz ulusumuzun
kendi yasalarıyla yönetilmesi hakkının kullanılmasında önemli engeldir.
Bizim Anayasamızda olmasa da, uluslararası sözleşmenin geçerli olması,
yabancı yatırımcıyla olan anlaşmazlıkların uluslararası mahkemelerde çözümlenmesi, yasal ve mali yönden adeta birer kapitülasyon olarak değerlendirilebilir.

Yabancıya toprak satışı, maden yasası, petrol yasası gibi yasaların
Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferi sonrası Lozan’da elde ettiğimiz ulusal varlıklarımızın
bırakın özelleştirilmesini; yabancıya ülkenin toprağının ve kaynaklarının hükümranlığının devredilmesi kaygısını taşımamıza neden olmaktadır.

Tarımda ve tohumda olan sıkıntılar, HES’ler ekolojik dengeleri bozmaktadır.
Tohumda dışa bağımlılığın ne akla hizmet olduğunu anlamak mümkün değildir.

  • Vakıflar Yasası’na göre de Lozan’da elde edilen birçok hakkımız tartışmalı hale gelmektedir.
Sonunda Heybeliada Ruhban Okulu‘nun açılması ve
İstanbul’da Ekümenik Patriklik oluşması ihtimali ciddi olarak rahatsızlık yaratmaktadır.

ABD ve NATO’yla yapılan anlaşmalar askeri yönden bağımlı hale getirildiğimiz sıkıntısı yaratmaktadır. Bu düşüncenin önemli oranda gerçeklik payı vardır.

Şimdi tüm bunları dikkate alırsak Lozan’ı ne denli hak ederek ve nasıl kutlayacağız?

Bu durumda Lozan’ı kutlamak mı yoksa yeniden inşa etmek mi gerekiyor ?

Baskı altındaki merkez medyanın bu konuları bizim endişelerimizi taşıyanlarla değil, aksine endişelerimizi artıranlarla, kamuoyu yaratacak kişilerle konuşup tartışması nedeniyle ulusalcılık adeta öcü gibi gösterilmektedir.

  • Oysa ulusalcılık ırkçılık değildir;
    Atatürk milliyetçiliğinin tam bağımsızlık ilkesi ışığında;
    halkçı-toplumcu-sosyal-laik-hukuk devletinde yaşama isteğidir.
Bugün ülkemiz ekonomik anlamda dışa bağımlıdır. Ekonomik bağımlılık her alanda (askeri-siyasi-kültür-sanat-medya-tarım-borsa-banka-sigortacılık vb.) bağımlılığı da getirmektedir. Birçok stratejik KİT’lerin yanında özel şirketler de yabancıların eline geçmektedir. (Tekel-Telekom-Petkim-Kipa-Migros vb.)

Eğitim konusu da çok tartışmalı hale gelmiştir. Eğitimde çağdışı düşünceleri
eyleme dönüştürülmek istenirken, sık sık yapılan değişiklikler öğrencileri adeta deneme tahtasına çevirmektedir. Dolayısıyla çağdaş ve verimli bir eğitim verilmediğinden yetiştirilen kuşakların kafası çok karışık olmakta, geleceğe güvenle bakmamaktadırlar.

Çıkış yolu yok mu ?

Yeter, içimizi kararttın! Diyebilirsiniz. Elbette çıkış yolu var. Atatürkçülerin yapılacak seçimlerde iktidara gelmek için halka bıkmadan, usanmadan gerçekleri anlatması,
halkı direnen medyaya yönlendirmesi gerekmektedir. İktidara gelince de doğru bir programla bahsettiğimiz tüm bu yasaları iptal ederek Tam Bağımsız Türkiye için özveri ile gece-gündüz çalışmaktır. Çaresiz değiliz, üstelik şimdi 90’ların gençleri de yanımızda. Yaş ortalamamız epeyce düştü, yani dinozor değiliz artık.

Bayrak gençlere geçince Atatürk’ün Cumhuriyeti’nin emin ellerde olduğunu düşünmek bizlerin çok çok mutlu ve umutlu olmamızı sağlıyor.

Geçen yazımda da bitirişte yazdığımı yazarak bitiriyorum.

Sağolun, varolun gençler.

YAŞASIN ATATÜRK GENÇLİĞİ!

Saygılarımla…