Devleti yönetmeyi halkla birlikte yaparsanız, ülkenin dış politikadaki önemli değişiklikleri, halk adına yapacağınız büyük harcamaları, büyük yatırımları, vergileri, zamları, çevre ile ilgili önemli olayları halkla paylaşırsanız yönetim döneminizi rahat geçirirsiniz.
Ülke tarihine de görevini gereği gibi yapmış insanlar olarak geçersiniz.
Bu yöntem aynı zamanda sizin bilgili, dürüst, şeffaf, karşı fikre saygılı ve özgüveni olan biri olduğunuzun belirlenmesidir.
Erdoğan gibi, halkı kör-sağır olarak kabul eder, her şeyi “ben bilirim” mantığıyla yapmaya kalkarsanız, hem kendinizi hem de ülkenizi rezil edersiniz!
Ülke nüfusunun, %35’inin ancak yardımlarla ayakta durabildiğini görürsünüz!
2022’de 3,7 milyon Hane’ye patates-soğan yardımı yapmak zorunda kalırsınız!
Çöl Bedevilerinin önünde para için diz çökmek zorunda kalırsınız…
Aziz Türk Milleti;
Yolsuzluk, ekonomik sıkıntı, makamlara torpille, kopya ile intihal ile gelmek dünyanın her ülkesinde olabilir. Çoğu ülkeler bunları araştırır bulur, basın araştırır ve toplumdaki sosyal ahlakı çökertecek bu kişiler derhal uzaklaştırılır.
Fakat bir nokta vardır ki, o nokta geçildiğinde artık, HIRSIZLAR – SAHTEKÂRLAR uzaklaştırılamaz. Aksine hırsız olmayan namuslu insanlar, AHLAKSIZLARIN hışmına uğrar. Bu duruma kimse ses çıkarmamaya, kanıksamaya, olağan görmeğe başlar! İşte KRİTİK NOKTA budur.
Artık ahlaksız değil, AHLAKSIZA AHLAKSIZ diyen insanlar cezalandırılır.
Ülkede ne adalet ne de kamu güvenlik teşkilatı kaldı.
Herkes silahlı! Dükkan basıp, infaz yapanlar tomarla!
Bizzat devletin kendisi AKBELEN ORMANLARINDA Anayasayı, İnsan Haklarını çiğniyor, velinimeti vatandaşını copluyor.
Jandarma denen silahlı güvenlik gücü, halkını ezen ama
kaçak sığınmacıları görmeyen çete elemanı gibi olmuş.
İnsafsız zamlar yaşamı çekilmez hale getirmiş.
Bundan bir adım sonrası kargaşadır, kaostur.
Aziz Türk Milleti;
Ekonomi kötüleştikçe, AKP içte ve dışta yiyeceği baskılara dayanamaz hale geldikçe “Patronlarının-Emperyalistlerin ”YENİ SİVİL ANAYASA” yalanını Türk Milletinin önüne getirecektir. Hiç lafı uzatmadan, gerçekleri, Türk Milletinin yapması gerekeni yazıyoruz :
“Yeni Sivil Anayasa” adı altında yapılmak istenecek şey,
T.C. Devletini ve Türk Milletini YOK ETMEKTİR!
Sıfırdan bir devlet kurmak ve millet yaratmak, sığınmacı sosuna bulaştırılmış bir Ortadoğu ülkesi yaratmaktır.
Onlarca yıldır bu konuyu sinsi-sinsi pişirip hazırladılar. Bu planın arkasındaki güç yine ve yeniden Emperyalist Devletlerdir.
Lozan’ı yıkıp, Sevr’i getirmektir!
Bu, Türk Milleti tarafından asla kabul edilemez…
Dostunuzu-düşmanınızı, yıllarca oy verdiğiniz içerdeki işbirlikçilerin gerçek yüzlerini göreceğiniz, bir sınav olacaktır bu olay. İnanıyorum ki, Türk Güvenlik Güçleri ve Türk Ordusu, Türk Milletinin ve Anayasamızın kendilerine emanet ettiği gibi Atatürk’ün ve Laik Cumhuriyetin yanında olacaktır.
AKP-MHP-HİZBULLAH-YRP-BBP-Paraya tapan Kürtçü Bölücüler Tarikatlar-Cemaatler ve El-Kaide türevleri, T.C. Devletini bir Federal Ümmet Devletine dönüştürecek “Yeni Sivil Anayasayı” bize dayatacaklar.
“Diyanet Akademisi‘ne” oy veren, Türban olayını hiç gerek yokken hortlatanlar, tarikat ve cemaatlere kol kanat gerenler, kripto FETÖ’cular, Sadi-i Nursi’yi önder olarak tanıyanlar, Menzilcilerin ayağına resmi arabayla gidenler, 38 dinciyi MV diye TBMM’ye sokanlar, 6’lı Ganyancılar yani, CHP-İYİ-SP-DEVA-GELECEK-DP-İş Alemi- Yandaş ve Satılmış Medya ne yapacaklar göreceğiz…
Yeni Sivil Anayasa dayatması Türklere,
Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Atatürk’e karşı savaş ilanıdır.
Türk Milletinin bu vahşi saldırıya karşı, kaynağını Anayasanın Başlangıç kısmından
ve ilgili maddelerinden alan direnme hakkı vardır.
Çünkü bu, Türk’ün var oluş veya yok oluş savaşıdır.
Bu direniş, Türk’ün anasının ak sütü gibi, her Türk’e haktır ve helaldir…
1979 yılında M. Külünk ile birlikte yaptığın eylemlerden bilirim.
Arapları, Ermenileri, Rumları, Türk Milletinden daha çok sevmenden bilirim.
Yahudilerden “Cesaret Madalyası” alan ilk Başbakan olmandan bilirim.
22 İslam Ülkesini parçalayacak, milyonlarca Müslümanı öldürecek işgal sürecine, on binlerce Müslüman kadına tecavüz eden ABD Askerleri için “Sağ Salim Ülkenize Dönün” diye dua etmenden ve “Eşbaşkan” olmandan bilirim.
Ben seni yıllar öncesinden bilirim!
Karpuz gibi dışının yeşil, içinin kan kırmızısı olduğunu bilirim.
Avrupa’daki camilerde gariban Müslümanlardan para toplamandan, El-Kaide Liderinin dizinin dibine çökmenden, Bosna’ya yardım paralarından, Mercimek’ten, Darçın’dan, Marmara Gemisinden, Deniz Feneri e.V adlı yüzyılın yardım soygunundan, Ofer’den, Yasin El-Kadı’dan, SBK’dan,
Reza Zarrab’tan, tek yüzükten, Gri Listeden, yurt dışı yatırımlardan bilirim!
Her şeyini bilmesine bilirim de, bunu yapacağını bilemedim, yine şaşırttın beni!
Çok sayıda ölüme neden olan bir deprem felaketi sonucu,
Depremzede insanları, benden- benden değil diye ayıran bir yönetici dünyanın
hiçbir ülkesinde görülmemiştir.
Yamyamlar diyarında bile!
Sen, kendi partinden olan Belediye Başkanlarını telefon ile arıyor ve yardım gönderiyorsun.
Fakat deprem felaketine uğramış illerin senin partinden olmayan Belediye Başkanlarını aramıyorsun! Üstelik görevden almaya kalkıyorsun!
Devletin tüm olanaklarını kendi insanlarına veriyorsun, sana muhalif (karşıt) olanlara hem yardım etmiyorsun, hem de devlet gücüyle tehdit ediyorsun!
Dünyada, ölümde-depremde- felaketlerde, kendi toplumunu ayrıştıran bir siyasetçi, şimdiye dek görünmemiştir. Taa ki sana kadar!
Bu kadar “Kara Yürekli”, “Kendi insanlarına düşman” olduğunu ben bile bilememişim!
Aramaya, geçmiş olsun demeye tenezzül etmediğin şehirlerde, sana oy vermiş insanları da
yok mu saydın?
Senin bu ayrımcılığın yüzünden, sana oy vermeyen vatandaşlarımızdan birinin ölümünün sorumluluğunu alabilecek misin?
Yazık sana! Bu ömrü boşuna yaşamışsın. Kötü anılacaksın.
DOĞRU Parti senin adını-resmini tüm devlet dairelerinden kaldıracak, bilesin…
Suriye Dışişleri Bakanı Faysal Mikdad, ikili ilişkilerin eski haline dönebilmesi için “Türkiye’nin, Suriye’deki “radikal gruplara desteğini” durdurmasıyla, Suriye-Türkiye ilişkilerinin “eski haline dönebileceğini” öne sürdü.
Türkiye-Suriye ilişkilerinde normalleşme haberleri gündemde yerini korurken, Suriye Dışişleri Bakanı Faysal Mikdad‘tan Türkiye‘ye yönelik dikkat çekici bir mesaj geldi.
Mikdad, Türkiye’nin,Suriye‘ye yönelik “düşmanca” tutumuna son vermesi ve “radikal gruplara desteğini” durdurmasıyla, Suriye-Türkiye ilişkilerinin “eski haline dönebileceğini” öne sürdü.
Mikdad, “Türkiye ile her zaman iyi ve normal ilişkiler kurmaya hazırız; ancak ulusal egemenlik çıkarlarımızı görmezden gelerek, Suriye’nin kuzeyinde suyu keserek ve insanları bombalayarak değil” dedi.
Mikdad, Türkiye’ye “ön koşullar” dayatmadıklarını, “Suriye topraklarındaki eylemlerini durdurmasını” istemenin, ilişkileri normalleştirebilmek adına “doğal bir istem” olduğunu dile getirdi.
Mikdad ayrıca, “Herhangi bir tartışmanın temel dayanağı olmalıdır. Bu yüzden sorunları çözmek için karşı taraftan buna yönelik bir çözüm gelmediğinde, topraklarımdaki işgalciyle nasıl bir anlaşmaya varabilirim?“ diye konuştu.
‘FEDAKARLIK YAPMIŞTIK’
Faysal Mikdad, Türkiye’nin, İdlib’den “derhal ve tümüyle” çekilmesi ve bölgedeki “gruplara desteğini durdurması” gerektiğini savunarak,
“Türkiye’nin işgali ne kadar sürerse sürsün, ABD’nin, Irak ve Afganistan işgaliyle aynı akıbete uğrayacak” ifadelerini kullandı.
Mikdad, Türkiye’nin, şu anda Suriye’nin kuzeyinde sivillere yönelik “yeni yerleşim yerleri kurduğunu” ifade ederek, bunun BM ve uluslararası hukukta “kabul edilemez olduğunu” ve bir “savaş suçu“ olduğunu öne sürdü.
Mikdad, ülkesinin, geçtiğimiz yıllarda Türkiye ile “iyi ilişkiler kurmaya niyetlendiğini” belirterek, “2009-2010 arasında ilişkiler mükemmeldi ve ilişkilerimizi güçlendirmek için bazen çıkarlarımıza uymayan adımlar bile attık, fedakarlık yaptık” dedi.
SURİYELİLERE ‘ÜLKENİZE GERİ DÖNÜN’ ÇAĞRISI
Mikdad, Türkiye ile ilişkilerdeki sorunun başlama noktalarına işaret ederek
“Aramızdaki sorunlar, Türkiye’nin, Suriye’nin içişlerine müdahale etmesi ve
dünyanın dört bir yanından Türkiye toprakları üzerinden Suriye’ye akın eden ve insanlarını öldürüp ülkemizin altyapısını tahrip eden IŞİD’li teröristleri desteklemesiyle başladı“ dedi.
Mikdad ayrıca, yerinden edilen ve göç eden Suriyelilere seslenerek, ülkelerine “geri dönmeleri” için çağrıda bulundu.
BM GENEL KURULU’NDA DA TÜRKİYE’YE DEĞİNDİ
Faysal Mikdad, New York’taki BM Genel Kurulu’nun 77. oturumunda yaptığı konuşmada, Suriye’deki herhangi bir “yasa dışı” askeri varlığın “koşulsuz” olarak sona ermesi gerektiğini söyledi.
Mikdad, “Suriye topraklarındaki herhangi bir yasadışı askeri varlık, uluslararası hukuk ve BM Sözleşmesi’ne aykırıdır, derhal ve koşulsuz olarak sona ermesi gerekir.“ dedi.
Mikdad, Rusya, İran ve Türkiye arasında gerçekleşen Astana görüşmelerine de destek verdiklerini belirterek, “Türkiye, Astana’daki yükümlülüklerine uymamaya devam ederse, ne yazık ki tüm değerlendirme ve sonuçlar kağıt üzerinde kalacak” dedi.
‘İŞGALCİLERE GÜVENMEYİN’
Mikdad, Suriye’de ABD desteğindeki YPG/PKK‘lı teröristlere seslenerek, “Sponsorlarının ördüğü illüzyonların etkisi altında yaşayan ayrılıkçı milisler, yabancı işgalciye güvenmeyi bırakmalıdır. Anavatanının yanında olmayanın, bir vatanı da yoktur“ ifadelerini kullandı.
Mikdad ayrıca,
İsrail‘in terör örgütü El Kaide ve IŞİD gibi örgütleri “desteklediğini”ileri sürerek,
İsrail’in, Suriye topraklarında “barış ve güvenliği tehdit eden yeni saldırılar gerçekleştirmeye devam ettiğini” söyledi.
Prof. Dr. Maraş, siyasal İslamcılar için her yolun mübah olduğunu söyledi: ‘Soru çalmayı doğal görüyorlar’
Prof. Dr. İbrahim Maraş, siyasal İslam konusunda uyararak “İslamcı STK’lerdeki devlete rakip olmaktan çok devletin yanında görünme dönüşümü kimseyi aldatmamalı. Her zaman ikinci bir ajandaları var. Bu ajandanın ilk maddesi, mevcut düzeni yıkıp yerine kendi kafalarındaki şeriat düzenini getirmek” dedi.
İlahiyatçı Prof. Dr. İbrahim Maraş, siyasal İslamın geçmişini, Türkiye’deki durumunu, özelliklerini, amaçlarını ve ideolojik konumlarını Cumhuriyet’e anlattı.
Özellikle Türkiye’de, siyasal İslamın Türk kelimesine, millet kavramına, milli marşa, bayrağa ve devlete bütünüyle düşman olduğunu vurgulayan Maraş,
“Onlara göre ‘devrim’ için her şey mübah; soru çalmak, kadrolaşmak, torpil, hırsızlık, İslam davasının muzafferiyeti için doğal ve gerekli” dedi.
Maraş,
Siyasal İslamı, “tercümelerden doğmuş; gerçekçilikten, gelenekten, derinlikli düşünceden ve yaşamdan kopuk; tepkisel, devrimci, tektipçi, sosyal değişimi reddeden ve ötekileştirmeye dayalı ideolojik ve siyasi temelli ütopik bir hareket” olarak nitelendirdi.
Maraş,
“Düşünsel veya sosyal bir hareket değil, çünkü ideolojik ve siyasi yapısı onu daha selefi ve radikal bir çizgiye itmiş ve toplumsal yönü gözükse de topluma tektip, zamana, mekâna ve olgusal duruma göre değişmeyen ve sloganik bir ‘sözde İslami’ anlayışı dikte ettirme üzerine şekillenmiştir” dedi.
“DİKTATÖRLÜĞE MEYİLLi”
“İslamcılık, Türkiye’de ve dünyada, 18. yüzyılın son çeyreğinden başlatılsa da bu kesinlikle doğru değil. Türkiye’de İslamcılık, 1960’lardan itibaren başladı” diyen Maraş, “Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya atılmış fikirler, kesinlikle İslamcılık değil. Bu dönemde kullanılan tabir, siyasi olmayan bir ittihad-ı İslam, İslamlaşma fikridir. Ana hareket noktası da akılcı ve bilimi reddetmeyen bir din olarak inanılan İslamın ana kaynaklarına, gelenekteki yorum zenginliğine dönerek ve aynı zamanda Batı medeniyetinden de faydalanılarak yeni bir medeniyet inşa etme düşüncesidir.” ifadelerini kullandı.
Siyasal İslamcılığın ise “kendi dışındakini dönüştürmeyi, buyurganlığı, ötekini tanımlamayı ifade ettiğini” aktaran Maraş, “1960 sonrası günümüze kadar gelen İslamcılık, toptancı ve aspirinci bir yapıdadır. Batı’yı neredeyse toptan bir reddedişe dayanır” diye konuştu.
Siyasal İslam’ın ortaya çıkışında “sağlıklı modernleşememiş muhafazakâr toplulukların, sözde dine sığınma hastalığının etkili olduğunu” kaydeden Maraş, “Bu yönüyle İslamcılığın çıkış nedenlerinden biri, kendilerini zihnen ve ilmen yenileyemeyenlerin çaresizlik ve sömürgecilik karşısında ortaya attıkları bir ütopyadır. Yani özellikle taşralı gençlerin, şehirlerde kendi metaevrenine, gettosuna çekilip acılarıyla başbaşa kalma anlayışıdır. Ezildiğine inanan bu arabesk yapı, fırsat bulduğunda ezmeye, acılarının kinini almaya, kinini din edinmeye, dolayısıyla da adaletsizliğe, şiddete ve diktatörlüğe meyillidir. Bunun en önemli sebebi, hayallerinden sıyrılıp gücü elde ettiklerinde zihinlerindeki İslamileştirmeyi hızlandırma isteğidir” diye konuştu.
Maraş, siyasal İslamcıların önemli bir kesimi için tekil (üniter) devlet ve millet gibi kavramların “şirk ve küfür” olarak değerlendirildiğini, bu nedenle bu yapıların “etnik ayrıştırmacı ve bölücü hareketlere yakın durduğunu” da vurguladı.
“TASAVVUFİ ANLAYIŞ”
Bu nedenle bu tür bölücü yapıların “İslamcılık” söylemi altında gizlenebildiği uyarısında bulunan Prof. Maraş,
“Bugünkü tarikat ve cemaatler, tasavvufi görünümlü olsalar da düşünce tarihindeki tasavvufi anlayışla herhangi bir alakaları kalmamıştır.
Çoğu tipik bir İslamcı hareket olarak sahne almaktadır.
Son zamanlarda İslamcılığın, bilhassa gençler arasında Selefilik ve Vahhabiliğe doğru bir eğilime yol açtığı da görülmektedir.
Bu yönelişte ülkemizdeki sığınmacıların ve bilhassa Sakarya, Trabzon ve Rize’ye konuşlanmış dış destekli Vahhabi-Selefi grupların da ciddi bir etkisi var” ifadelerini kullandı.
“KADIN ÖTEKİLEŞTİRİLİYOR”
İslamcılık deneyimi Türkiye’den eski olan bazı ülkelerdeki grupların çöktüğünü ve çıkmaz sokağa girdiğini, Türkiye’de de benzer bir durum olduğunu aktaran Maraş,
“İslamcılar, yönetimi üstlendiklerinde hayatın gerçekleriyle, devletle, demokrasiyle, büyük maddi imkânlar ve büyük hırsızlıklarla, ahlaksızlıklarla ve bunun meşrulaştırılmasıyla yüz yüze geldi. Bu da insaflı ve aklı başında az sayıdaki İslamcıda, İslami devrimin değil insani ve ahlaki devrimin yapılması gerektiği düşüncesini uyandırdı. Bana göre hiçbir İslamcı hareket ve dini grup, İslamcılık ve bilhassa dinin siyasetle eşitlenmesi sarmalından kurtulamaz.
Çünkü İslam dünyasındaki asırlardır kronik bir hastalık halini alan; aklı, bilimi, ahlakı, devlet yapısını dışlayan ve dini; geleneğe, nassa, sabit hükümlere, yorumlara, ideolojiye hapseden, cinsiyet ayrımcılığına ve kadın ötekileştirmesine dayalı yanlış bir İslam anlayışı var.
Bundan sıyrılabilmek için ciddi bir zihniyet yenileşmesi gerekli. Bu yenileşme olmadan İslamcılık, Taliban, IŞİD, el-Kaide, Boko Haram vb. hareketlerden asla kurtulamayız” dedi.
“TÜRKLÜĞE DÜŞMANLAR”
Maraş, Sovyet tehlikesine karşın desteklenmenin de siyasal İslamı besleyen kaynaklardan olduğunu söylerken “İslamcılar içinde ağırlıklı olarak yalnızca Türkiye’deki İslamcılar, Türk kelimesine, millet kavramına, milli marşa, bayrağa ve devlete bütünüyle düşmandır. Çocuklarına bile Türkçe ad vermezler. Halbuki Türkiye dışındaki İslamcılar, çoğunlukla, daha milli bir çizgidedir.” ifadelerini kullandı. Maraş,
Siyasal İslamın, özellikle Türkiye açısından “her türlü devlet, millet, vatandaşlık, bayrak ve vatan gibi kavramların reddine dayandığını”, aynı zamanda
“kendi hayal evrenlerinde kurulduğunu, bu düşüncenin de takiyyenin caiz olduğu inancına götürdüğünü” aktardı.
“SORU ÇALMAK, TORPİL MÜBAHTIR”
Maraş, şunları kaydetti:
“Yani ‘devrim’ için her şey mubahtır.
Soru çalmak, kadrolaşmak, torpil, hırsızlık, İslam davasının muzafferiyeti için doğal ve gereklidir.
Bu açıdan parti, STK, vakıf, okul ve benzeri bütün teşkilatlanmaları, sadece öyle görünmek için yapıyorlar. Bunlar sadece hedefe giden yolda basit araçlardır.
Son yıllarda İslamcı STK’lerdeki devlete rakip olmaktan çok devletin yanında görünme dönüşümü kimseyi aldatmamalı. Her zaman 2. bir ajandaları vardır. Bu ajandanın ilk maddesi, mevcut düzeni yıkıp yerine kendi kafalarındaki şeriat düzenini getirmektir.
Devlette kendilerine bir alan açılınca orayı gettolaştırıp başkalarına imkân tanımayacak hale getirmeye çalışırlar. Çünkü kendileri gibi ‘Müslümanca’ düşünenler bir yerlere gelirse hayallerindeki İslami düzeni kurabileceklerdir.
Halbuki şeriat, hukuk ve adalet demektir. Ama onlar için şeriat, zihinlerinde kurguladıkları veya bağlı oldukları mezheplerin ayet ve hadislerden çıkardıkları anlamların, özellikle de bunların yüzyıllar önceki toplum şartlarına göre yapılan yorumlarının, sabit bir hakikat olarak, aynen bugün için de tekrar edilmesidir.
İslamcı için din siyasettir, siyaset de dindir.
İslamcıların hemen hepsinin üzerinde durduğu belli başlı kavram ikileştirmeleri şunlar: Cahiliye toplumu / Müslüman toplum, darül-harp / darül-İslam, tağut idaresi (demokrasi) / İslami idare, beşeri sistem / İslami sistem, resmi İslam / sivil İslam, ehli dünya / öncü nesil veya altın nesil, tevhit /şirk, modernleşme / İslami uyanış.”
“TUTARLI YAKLAŞIM DEĞİL”
Siyasal İslamcıların, İslamcılığı geçmişle ilişkilendirmeye çalıştığını, ilk nedenin ise “yeni ortaya çıkmış, kimlik ve aidiyet sorunu yaşayan bir hareketi geçmişle ilişkilendirerek bizatihi İslamcıların kendilerine tarihsel meşruiyet sağlama gayreti” olduğunu aktaran Maraş, şunları kaydetti:
“İkinci sebep ise İslamcılık hakkındaki kıymetli çalışmalarıyla yakından tanınan İsmail Kara’nın ve onun gibi düşünenlerin, kendi gelenekçi düşünce çizgisinden kaynaklanan sebeplerle İslamcılığı bütün tecdit, ıslah ve yenileşme hareketlerini kapsayacak şekilde genelleştirme çabasıdır. Bu görüş, birçok İslamcının kabul ettiği bir düşüncedir. İsmail Kara’nın bu zorlama tanımı, oldukça gelenekçi ve yenilik karşıtı bir düşünce çizgisine sahip olmasından kaynaklanmaktadır. O, İslamcılığa eleştirel baksa da her türlü yenileşme hareketini İslamcılık olarak adlandırmak suretiyle İslamcıların tarihsel meşruiyet arayışlarına bir nevi haklılık kazandırmakta ve böylece İslamcılığı 18. yüzyılın son çeyreğindeki yenileşme hareketlerinden başlatmış olmaktadır. Bu yaklaşım tutarlı bir yaklaşım değil, kendi içinde çelişkiler barındırıyor. Hatta Sayın Kara, akıl-vahiy uzlaşmasının bile İslam’ın özünde olmayıp sonradan, yani ilk felsefi tercüme hareketleri döneminde sokulduğunu söyleyip, bunu da İslamcılığın fikri olarak sunmaktadır. Bu da tümüyle yanlıştır. Bunu kabul edecek olursak, başta Farabi olmak üzere akılcı, yenilikçi ve bilginin evrenselliğine inanan birçok İslam düşünürünün İslamcı olması gerekiyor ve aynı zamanda İslam medeniyeti diye bir şeyi ve bilginin, hakikatin ve İslam’ın evrenselliğini yok saymanız gerekiyor. Son olarak ilginç bir şey daha ilave etmem gerekir. Gerçekte İslamcı olmayan ama İslam dünyasının dertleriyle meşgul olan bir kısım aydın, İslamcılığın ideolojik cazibesinden veya ne olduğunun karıştırılmasından dolayı kendisini İslamcı zannediyor.”
Bilindiği üzere ülkemiz son zamanlarda hızlanarak artan Afgan göçü ile birlikte büyük bir düzensiz göç sorunuyla karşı karşıya.
Afganistan’da 1990’lardan bu yana süregelen çatışmalar ve bunun sonucunda ortaya çıkan iç karışıklık 2000’lerin başından itibaren (bu yana) bölgede yaşayan Afganların ülkelerini terk etmesine yol açtı. 2001’de Amerika’nın El Kaide’yle mücadeleyi bahane ederek Afganistan’a müdahale etmesi sonrası ülkeden göç edenlerin sayısı artarak devam etmiş, 2021’de Taliban’ın Afganistan’da egemenliğini ilan etmesi sonucu doruk noktasına ulaşmıştır. Afganlar bu süreçte Pakistan ve İran başta olmak üzere Türkiye, Tacikistan, Özbekistan gibi ülkelere göç etmiştir ve bu göç günümüzde de sürmektedir.
HUKUKSAL DURUM
Türkiye özellikle Suriye iç savaşının başlangıcıyla birlikte (2011) büyük bir sığınmacı problemiyle karşılaşmış, bu süreçte Suriye’den Türkiye’ye daha önce benzeri görülmemiş büyüklükte bir göç gerçekleşmiştir. Göç İdaresi Başkanlığı tarafından 21 Nisan 2022’de açıklanan verilere göre Türkiye’de kayıt altına alınmış geçici koruma statüsündeki Suriyeli sayısı toplam 3.7 milyon-dur. Bu kişiler, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 91. maddesi ve Geçici Koruma Yönetmeliği gereğince “Geçici koruma statüsündedir”.
Bu statü, YUKK’nin 91. maddesine göre kitlesel olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına gelen ve uluslararası koruma talebi bireysel olarak değerlendirmeye alınamayan yabancıların uluslararası koruma ihtiyacının sağlanması için acil çözümler bulmak üzere geliştirilen korumayı ifade etmektedir. Bu düzenleme, Suriyelilerin durumu özelinde uluslararası hukuktan bağımsız olarak oluşturulmuş bir iç hukuk düzenlemesidir. Bu düzenlemeyle Suriyeli sığınmacılar kayıt altına alınmış ve kendilerine geçici bir kimlik kartı verilmiştir.
Afganistan’dan ülkemize gelenlerin durumu ise Suriyeli sığınmacılardan farklıdır. Bu kişilerin büyük bölümü kayıt dışı ve hukuki statüsü bulunmayan düzensiz (kaçak) göçmenlerdir ve bu kişiler için uluslararası koruma süreci başlatılması da hukuken mümkün değildir.
‘KAÇAK GİRİŞ’
Bunun sebebi Türkiye’nin taraf olduğu Cenevre Sözleşmesi ve YUKK’de bulunan düzenlemelerdir. YUKK’nin 74. maddesi,
“Başvuru sahibinin, sözleşmeye uygun korumayla sonuçlanabilecek bir uluslararası koruma başvurusu yaptığı veya başvurma imkânının olduğu güvenli üçüncü bir ülkeden geldiğinin ortaya çıkması durumunda başvuru kabul edilemez olarak değerlendirilir ve güvenli üçüncü ülkeye gönderilmesi için işlemler başlatılır” demektedir.
Afganistan’dan gelenler Türkiye’ye gelmek için yine Cenevre Sözleşmesi’ne taraf ülkelerden olan İran’dan geçmekte ve buradan Türkiye’ye varmaktadır. Dolayısıyla bu kişilerin İran’da uluslararası korumaya başvurma imkânı (olanağı) bulunmaktayken bu sürecin işletilmeden Türkiye’ye giriş yapmaları “kaçak giriştir”. Türkiye’nin, sınırlarından kaçak giren bu kişiler için uygulayabileceği bir koruma statüsü bulunmamakla birlikte, YUKK’nin 74. maddesi bu durumda uygulanması gereken hukuksal işlemi açıkça göstermektedir.
SINIR DIŞI EDİLMELİLER
Türkiye’de Afganistan’dan gelerek ülkeye kaçak giriş yapan yaklaşık 1 milyon düzensiz göçmenin bulunduğu tahmin edilmekte ve bu sayı giderek artmaktadır.
Bu aşamada, tehlikenin başka bir boyutuna dikkat çekmek için Afganistan’dan gelen kişilerin, Suriye’den gelen sığınmacılardan farklı olarak geçmişte ülkesinde savaşmış olan savaşçılar olduklarını ve daha siyasi nedenlerle Afganistan’dan kaçtıklarını belirtmekte fayda var. Bu durum ülkemiz için hem bugünümüzü hem de yarınımızı tehdit eden büyük bir güvenlik sorunudur.
Bütün bunlar göz önüne alındığında;
– sınırlarımızdaki kaçak göçmen geçişine karşı bir an önce gereken tedbirler alınmalı ve
– ülkemize kaçak giriş yapanlar için YUKK’nin 74. maddesi işletilerek bu kişiler sınır dışı edilmelidir!
Rifat Serdaroğlu DOĞRU Parti Genel Başkanı
16 Şubat 2022
TÜRK MİLLETİ AKP’Yİ AFFETMEYECEK
AKP, Siyasetteki ahlakı bitirdi!
AKP dönemini izleyen gençlerimiz, siyasetin çalmak, soymak, rüşvet almak, haksız yere zengin olmak diye zannediyorlar! AKP’den sadece bunu gördüler!
AKP, en büyük ihaneti İslam’a yaptı;
Barışa, sevgiye, kardeşliğe, güzel ahlaka, bilim ve akla çok önem veren İslam Dinine, AKP hırsızlık yaparak, devleti soyarak, hırsızları ve soyguncuları yargıdan kaçırarak, en büyük kötülüğü yaptı. Gençlerimiz artık Cuma günleri dahi camiye gitmez oldu!
AKP, Sığınmacılar belasını başımıza sardı;
AKP önderliği, BOP Eşbaşkanlığı görevini üstlenerek ve bununla gurur duyarak, çok iyi ilişkiler kurduğumuz Suriye ile aramızın açılmasına sebep oldu. Sınırlarımızı kasten açık tutarak, El-Kaide militanlarının Suriye’ye serbestçe girip çıkmasına ve sığınmacıların ordular halinde vatanımıza girmesine izin verdi. Çocuklarımıza sağlık-beslenme-eğitim olarak gitmesi gereken milyarlarca dolar, “Vatanını korumaktan kaçan” sığınmacılara verildi, verilmeye devam ediliyor!
AKP, Geleceğimizi de yedi, bitirdi; Cumhuriyetin tüm eserlerini sattı. Ülke borcunu tam dörde katladı.
İngiliz tefecilerine ülkeyi soydurdu. Hazine garantili işlerle, ancak önümüzdeki 20-25 yılda ödeyebileceğimiz borca soktu!
Peki, Türk Milleti kendisine bu kötülükleri yapan AKP’yi affetmeyecek de, sığınmacılar belasını başımıza saran AKP artığı Davutoğlu ile başta TELEKOM olmak üzere Cumhuriyetin tüm fabrikalarını iki-üç yıllık gelirleri karşılığına satan Babacan’ı affedecek mi? Elbette ki affetmeyecek!
Aziz Türk Milleti;
DOĞRU Parti olarak bizim kişilerle işimiz olmaz. Hele Türk’e, Türklüğe düşman olanlarla hiç işimiz olmaz. Bizler bugünkü DOĞRU davranışımızla uyarı görevimizi yerine getiriyoruz. CHP’ye ve İYİ Partiye
“Yapmayın, böyle devam ederseniz, ülkeyi CIA uşağı FETÖ’nun kucağına tekrar atarsınız, oyuna geliyorsunuz” diyoruz!
İster anlarlar, anlamazlarsa da sonucuna katlanırlar!
Dostum, Yüksek İslam Enstitüsü Mezunu İlahiyatçı yazar ve DOĞRU Parti Genel Başkan Yardımcısı Sayın Sedat Şenermen’ın gönderdiği bir bilgiyi paylaşmak isterim;
“Kur’an’da İslam’ın şartı sadece beş değildir. Kur’an’daki tüm hüküm içeren ayetlerin her biri İslam’ın şartıdır. Bunlar, Allah’ın emir ve yasaklarının tamamıdır, ki beş yüz’e yakındır. Düşmanı tanımak, ona boyun eğmemek, onunla işbirliği yapmamak farzdır, İslam’ın şartıdır. Allah, insan ve cin şeytanlarının, insanın ve insanlığın yeminli düşmanı olduğunu belirtiyor. Bireysel ya da bölgesel veya küresel şeytanlara boyun eğmemek hem İslam’ın hem imanın şartıdır.
Türk Milletine, Türk Devletine, onu Cumhuriyet değerleri üzerinden oluşturan Atatürk’e düşmanlık edenler, ülkemizin devletimizin milletimizin gizli-açık tüm düşmanlarına hizmet edenlerdir. Cumhuriyetin kurucu değerlerine bakmak gerekiyor. Bunlar Rahmani mi, şeytani mi?
Rahmani ise, ki hiç şüphesiz ki öyledir, bu değerleri yıkmaya çalışanlar kimlere hizmet etmiş oluyorlar?”
Görüldüğü üzere, Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmak, hem insan olarak hem de inanan biri olarak bizlerin görevidir…
Milli Andımız da bizler için vazgeçmeyeceğimiz değerimizdir, Atatürk’ün Türk Milletine armağanıdır!
Davutoğlu ve Babacan ikilisinin bu konudaki görüşü şudur;
“Andımız uygulaması,1930’lu yılların otoriter zihniyetinin (Atatürk Dönemini kastediyor) bir ürünüdür. Vesayetçi sistem (Cumhuriyet Dönemine diyor) ve zihniyetle yürütülen mücadele çerçevesinde, 2013 yılında pedagoji ’ye aykırı bulunarak kaldırılmıştır!”
İşte AKP larvaları! Bu iki kafa “Milli Andımızın” okunmasını pedagoji ‘ye aykırı bulur ama 4-6 yaşındaki bebelere Arapça Kur’an ezberletmeyi, onları birer Taliban Militanı gibi yetiştirmeyi pedagoji’ ye uygun bulurlar…
Dünyayı çiftliği olarak gören emperyalizm özelinde ABD, gezegenimizin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini belirleyip onlara el koymakla yetinmez, özellikle Latin Amerika ve Ortadoğu’da kullanışlı siyasetçi keşfi de yapıp gerekirse darbeyle iktidara taşır. Türkiye için Erdoğan’ın seçilmesini ve partisinin kurdurulmasını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Çünkü Erdoğan, söyledikleri ile yaptıkları tutarlı, Batı’nın emperyal hesapları ile de örtüşen “davası”nın gözü pek bir mücahididir.
Sözünü açık, özünü gizli tuttuğu davası,
Atatürk’ün modern ve laik devletini şeriat devletine dönüştürmektir.
“Demokrasi bizi istediğimiz durağa götüren tramvaydır, halk isterse laiklik elbette kaldırılır, hem Müslüman hem laik olunmaz” ifadeleri, İhvancı pusulanın yönünü çok net gösterir.
(Hafızı kelam ve ilahiyat eğitimliyim. En deruni duygularım ve tüm benliğimle Müslüman, sapına kadar da laikim).
Laisizmin inançlarla barışık olduğunu anlayabilmek için özgür düşünebilme yetisine sahip olmak gerekir.
İLK HEDEF ATATÜRK
Siyasi İslamın, tarikat ve cemaatlerin Atatürk’e duydukları bitmeyen kin, Ata’nın, yüzyıllardır saf ve eğitimsiz müminlerin beynine attıkları kördüğümü ve akıllarını bloke eden kemendi kudretli kılıcı ile kesip Anadolu halkını Kuran İslamı ile aracısız buluşturmasındandır.
Çarpık akidelerine göre “Laik devletle ve kurucusu ile boğazlaşmak Allah yolunda cihattır”. IŞİD, Taliban, El Kaide ve Boko Haram da bu “itikattan” beslenir.
Başımızdaki belanın özeti, Kurtuluş Savaşı’na karşı savaş açanların torunları ile o kutsal savaşta şehit düşenlerin torunlarının bugün de “Cumhuriyet mi, şeriat mı” kavgası
veriyor olmalarıdır.
Bekamızı doğrudan ilgilendiren bu saflaşmada, ihanet piyasası hain sıkıntısı çekmiyor. Hemşerim Seyrani, sanki bugünler için yazmış:
Devlet İskender Paşa, İsmail Ağa, Menzil ve Süleymancılar arasında paylaştırıldı.
İktidarı temsil edenlerin de zaten bu cemaatlerin kravatlıları olduğu dikkate alınırsa,
laik Cumhuriyetin “tarikatlar devleti”ne dönüştürüldüğünet olarak görülür.
Bunların medreseleri ülkeyi bir ağ gibi sardı, vali ve kaymakamlar emre amade.
“Milli”liği adında kalan, sözde laik eğitim, dinci tarikatların sarmalında ve skolastik odakların kucağında. Atatürk’ün “irfanı hür, vicdanı hür nesiller” hedefi yerini, irfanı karartılmak, vicdanı köreltilmek istenen yeni bir gençlik profiline bırakmıştır.
Eğitimdeki tahribat vahimden de öte bir faciaya dönüşmüştür.
Ceylan derisi koltuklarda oturan, ofisi, şoförü ve çalışma kadrosu bulunan Vekiller, İstiklal Savaşı’nda derme çatma sandalye ve sıralarda oturan, han köşelerinde geceleyen, zeytin-peynire talim eden Vekillere gıpta ediyorlar. Çünkü Kurtuluş Savaşı’nı milli irade temelinde yürüten Mutafa Kemal, cephedeki en kritik gelişmeleri çok değer verdiği Meclis ve Vekillerle paylaşıyordu.
Erdoğan’ın devleti çürütme yöntemlerinden biri olan ucube sistemi, Gazi Meclis’i işlevsiz, vekilleri de işsiz ve yetkisiz bıraktı.
VE YARGI
Partili Cumhurbaşkanı, TSK’deki bir etkinlikten sonra, adli yıl açılışında da laik hukuku imana getirmek için, Ali Erbaş Hoca’nın mübarek nefesi ile yargının kalbini ve ruhunu hafifçe yelpazeletti!
Saray’dan “Atatürk’ün de Meclis’i dua ile açtığı” duyuruldu ama Mustafa Kemal’in gizli niyeti laik Cumhuriyetti, Saray’ın gizli niyeti ise bunu ortadan kaldırmaktır.
“Eylemler niyetlerle ölçülür” (hadis). Afro-Amerikalıların özgürlük simgesi Martin Luther King, yüz binlere hitaben yaptığı konuşmada “Bir hayalim var” demişti.
Benim de bir hayalim var: “Sayın Cumhurbaşkanı, laik yargının açılışında dini tören yapılamaz” diyebilecek Yargıtay başkanı ve ABD’de olduğu gibi “Ben cumhurbaşkanından önce anayasaya bağlıyım” diyebilecek komutan.
Eğitimden sonra Atatürk’ün ordusunu ve yargıyı da selefi İslam’a açma niyetleri, Türkiye’yi sonu karanlık büyük belaların girdabına çekebilir.
Son tahlilde;
– partisinin hedefine ulaşabilmesi ve iktidarını koruyabilmesi,
– siyasi, sosyal ve hukuki meşruiyet koşullarında yapılacak seçimle asla mümkün görünmediği için,
– Erdoğan, bilinen siyaset mühendisliğiyle çaresizlikler içinde çare arıyor.
Eyy Fani Badem;
Bu güne kadar ne elde etiyseniz, hangi makama geldiyseniz “Demokratik Rejim” ve Türk Milletinin hoşgörüsü sayesinde oldu.
Fakat geldiğiniz günden beri sizi yücelten demokrasiyi, özgürlükleri yıkmak için çalışıyorsunuz. Tıpkı kendisini doğuran anasının rahmini bıçaklayan “Katil Bebek Chucky (Çaki)” gibi…
Ülkedeki gelir dağılımındaki eşitsizliği, fukaralığı, üzerine din sosu da ilave ederek, kendilerini sistem dışına itilmiş hisseden kitleleri aldatıp, ABD desteğiyle peşinize taktınız ve bu kesimi sürekli olarak hem istismar ettiniz hem de oy ambarı olarak kullandınız!
22 yaşında, “Milli Görüş” yani “Siyasal İslam” temsilcisi MSP’nin İstanbul İl Gençlik Kolu Başkanı seçildiniz. 1978’ de “Akıncılar” adıyla gençlik örgütü kurdunuz. Metin Külünk ile birlikte, gençleri eğitim için İran’a gönderdiniz.
6 Eylül 1980’de 26 yaşında iken, Konya’da düzenlediğiniz “Kudüs’ü Kurtarma Mitinginde” Hilafet Sancağı açtınız ve İstiklal Marşımız okunurken yere oturarak protesto ettiniz.
31 yaşında, El-Kaide lideri-uyuşturucu Baronu Gülbettin Hikmetyar’ın dizinin dibinde oturdunuz!
Siyaset basamaklarında yükselirken çeşitli tarikat ve cemaatlere destek verdiniz.
2002 yılından itibaren FETÖ Silahlı Terör örgütünü devletimizin en hassas birimlerine soktunuz.
İslam adının, terörle birlikte anılmasını sağlayan Mısır’daki İhvan terör örgütüne destek verdiniz. Ardından Suriye’ye göndermek üzere, çok sayıda El-Kaide ve türevlerinden oluşan terör örgütlerini ülkemizde topladınız.
Bu kafa kesici sapıkları savaştırdınız, tedavilerini ücretsiz olarak Türkiye’de yaptırdınız. Bu pislikleri Libya’ya da gönderdiniz. Hala oradalar ve maaş alıyorlar!
Tüm bunları açık-açık yaptınız ve üstelik çok zengin olduğunuz iddia ediliyor!
Kıbrıs’a gittiniz ve şu sözleri sarf ettiniz; “Türkiye’nin, Taliban inancıyla alakalı ters bir yanı yok!”
Eyy Fani Badem;
Makamınız ne olursa olsun, tüm Türk Milletinin inancını değerlendirmek gibi ne bir yetkiniz, ne de bir bilginiz var. İslam’da bir ruhban sınıfı mı yaratmaya çalışıyorsunuz? Siz kimsiniz ki, benim inancım hakkında karar verebiliyorsunuz? Yetinmediniz, Türk Milletinin inancını Taliban denen sapık katillerin inancı ile bir tutuyorsunuz? İnançlarımız arasında nasıl ters bir yan yok?
Bakın Taliban denen sapıklar Afganistan’da neler yaptı?
-Kadınların çalışması, kız çocuklarının okula gitmesi ve eğitimi yasaklandı.
-Bütün okullar medreseye döndürüldü. -Kadınlara peçe, erkeklere takke ve sakal zorunluluğu getirildi.
-Yüzü görünen kadınlar kırbaçlandı.
-Televizyonlar kapatıldı. Fotoğraf, görsel yayın ve müzik yasaklandı. -Tüm bilgisayarlar TV olarak kabul edilip parçalandı. -Erkeklere en yakın camide 5 vakit namaz kılma mecburiyeti getirildi.
-İdamlar ve el kesmeler, Cuma namazından sonra halkın iştirakiyle yapıldı.
-Yapılan kötülükleri ve işkenceleri burada anlatamam. Yürek dayanamaz!
Şimdi bizim inanışımızın bu sapıkların inancı ile ne ilgisi var, söyler misiniz?
Ama, sizin inancınız ile Taliban inancı uyum içinde ise
onu da açıkça söyleyin.
Çünkü çok tehlikeli bir noktadasınız. Bundan sonra bir adım daha giderseniz, akıl sağlığınız hakkında ciddi şüpheler oluşacaktır…
Yetti artık, inanın yetti…
Sağlık ve başarı dileklerimle 22 Temmuz 2021
Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı
Türkiye’de aydınlanmaya yönelik post-modern eleştiri, akıl ve bilim karşıtı gerici bir saldırıydı. Oysa, kapitalizm aşılmadan gerçek anlamda modernite de aşılamaz. Bu nedenle moderniteyi aşma yeteneğine sahip biricik eleştiri hâlâ Marksizmdir.
Bilindiği gibi, son dönemde adeta Ortaçağ medreselerinden fırlamış gibi kimi ilahiyatçılar insanları ve özel yaşam alanlarını tehdit eden fetvalar vermeye başladılar. Toplumun İslam aklının mühürlendiği, içtihad kapısının kapatıldığı ve bugünkü bütün arızaların kaynağı olan 10 ve 11. yüzyıla iade edilme girişimi hızlandı.
Yalova Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan bir ilahiyatçı, Prof. Abubekir Sifil, gazeteci Yılmaz Özdil ve Cüneyt Akman’ın cenazelerinin camilere alınmamasını istedi… Bir başka ilahiyatçı Ebubekir Sofuoğlu da ilahiyatlar ve o yetmiyormuş gibi yeni kurulan İslami ilimler fakülteleri dışındaki bütün üniversiteleri “fuhuş yuvası” ilan etti.
Peki, ülke buraya nasıl geldi? Bu çevreler büyük ve 300 yıllık aydınlanma geleneği olan bir ülkeye nasıl el koydular? Bunu düşündüm. Yanıtı basit aslında… Bunun nedeni sosyalizmden büyük vazgeçiştir. Liberal ideolojik hegemonya inşa eden ağırlığını dönek solcuların ve liberal solcuların oluşturduğu liberaller ile yeni gericiliğin kültürel-felsefi bakımdan önünü açan, “bütün kötülüklerin kaynağı” sanmak gibi bir aptallıkla saldırdıkları moderniteyi güya aşmak için Ortaçağ değerler dünyasına ve teolojik literatüre büyük kapı aralayıp, meşruiyet alanı tanıdılar.
Oysa, modernite ve aydınlanmaya yönelik eleştiri, akıl ve bilim karşıtı gerici bir saldırıydı. Ortaçağ dünyasını yeniden üretmeyi hedefliyordu. Ancak IŞİD, El Kaide, El Nusra gibi örgütleri üretebilir, en iyi olasılıkla İhvan-ı Müslümin hareketini iktidara taşıyabilirdi. Kaldı ki, İhvan, bütün radikal İslamcı hareketlerin fideliklerinden biriydi. AKP bile neredeyse öyle oldu.
O nedenle bu yazıda liberalizm, post-modernizm, yeni gericilik ve yeni ortaçağ üzerinde biraz durmakta yarar görüyorum. Bu hikâye, liberallerin, aptal entelektüellerin ve akademisyenlerin dramıdır. Günahları ve ihanetleri büyüktü, insanlığa maliyetleri ise çok ağır oldu.
Şimdi olaya biraz yakından bakalım. Halen Covid-19 tanısı nedeniyle hastanede tedavi gördüğüm için, kaçınılmaz olarak bu yazıyı hazırlarken biraz zorlanıyorum. Tedavi seansları çalışmayı sürekli kesintiye uğratıyor. O nedenle, sürdürmek istediğim bu tartışmaya sağlam bir zemin oluşturmak için aşağıdaki bölümleri, daha önce yayımlanan kimi çalışmalarımdan ve kitaplarımdan yararlanarak hazırladım. Ancak, ortaya yine de özgün bir makale çıktığını söyleyebilirim.
GERİCİLİĞE MEŞRUİYET ÜRETME AYMAZLIĞI
Bir sınıf olarak burjuvazi ve bir sistem olarak kapitalizm tarihsel ömrünü doldurmasına karşın, siyasal, ekonomik ve toplumsal varlığını sürdürmektedir.
İşçi sınıfı ve insanlık politik bir eylemle kapitalizmi aşana kadar da varlığını sürdürmeye devam edecektir. Ancak dünyanın içinden geçtiği bu tarihsel dönemeçte önemli bir farklılık vardır; burjuvazi artık kendi varlığını ve egemenliğini ahlaki ve siyasal bakımdan da açıklama yeteneğini yitirmiştir.
Bir başka anlatımla, liberallerin tersine bütün iddialarına karşın, bir sınıf olarak burjuvazi tarihsel meşruiyetini tüketmiştir.
Kapitalizm artık bütün insanlığın ve gezegenin geleceğini tehdit etmektedir.
Durum böyle olunca burjuvazi varlığını ve egemenliğini sürdürebilmek için yeniden meşruiyet üretmek ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Bu nedenle, dünyada koronavirüs ile en başarılı şekilde mücadele eden ülkenin yoksul Vietnam olması hiç tesadüfi değildir.
Kaba bir çıkarsama yapma tehlikesini göze alarak denilebilir ki, post-modernizm son analizde bu meşruiyet oluşturma ihtiyacının bir ürünüdür.
Toplumlar çözüldükçe, özgürlük anlayışı da cemaatlerin, aşiretlerin, mezheplerin, dinsel ve etnik toplulukların serbestisine indirgeniyor. Modernitenin bir ürünü olan “vatandaşlık” bağı ve hukuku bile tasfiye edilmek isteniyor. Durum böyle olunca tuhaf bir hal yaşanıyor ve salt “vatandaşlık” hukukunu savunmak bile bugün neredeyse tek başına ilerici bir tutum haline geliyor.
PRE-MODERNİTEYİ POST-MODERNİTE SANMAK
Post-modernistlerin, liberallerin ve muhafazakârların aydınlanma ve modernite eleştirisi, tarihselciliğin ve toplumsal ilerleme fikrinin reddine dayandığı için, bu tarihsel dönemi aşma dinamiği taşımıyor. Son çözümlemede, mevcut olana, kurulu düzenin mutlaklığına insanlığı ikna etmek ve bir önceki çağın zihniyet dünyasını devralarak kapitalizmi tahkim etmek amacını taşıyor.
Bu anlamda, serbest piyasa düzenini açık ya da örtük şekilde uygarlığın son aşaması olarak kabul ettikleri için, kapitalizmi aşmaya yönelik her girişimi de bu anlayışın mantıki sonucu olarak “totaliter projeler” diye mahkûm etmeye çalışıyorlar. İktisadi planda ultra liberal bir tutuma, siyasal ve felsefi planda radikal ve gerici bir modernite ve aydınlanma eleştirisi eşlik ediyor.
Post-modernistler, aydınlanma ve modernite geleneğine karşı çıkarken, epistemolojik olarak aklın ve bilimin belirleyici konumunu reddediyorlar. Yeni gericiliğin temelini de işte bu yaklaşım, iddia, teori oluşturuyor. Bu görüş aydınlanmaya direnen Ortaçağ kilisesinin ve medrese İslamı’nın tezidir. Tıpkı teolojik ve dinci yaklaşımların ana tezinde olduğu gibi, Aydınlanma geleneğinin tersine, insan aklının sınırlılığına işaret ederek, aklın ve bilimin evreni, doğayı, toplumları ve tarihi tam olarak açıklamaya yetmediğini ileri sürüyorlar. Böylece dinsel dogmalar ve teolojik literatürü bilimle aynı düzeye yükseltmeyi deniyorlar.
MODERNİTE DEVRİMCİDİR!
Toplumsal ilerleme anlayışına, tarihselciliğe ve “büyük anlatılar” dedikleri ideolojilere karşı çıkan post-modernistler dolayısıyla sınıf mücadelelerinin, kapsayıcı toplum modellerinin, ideolojilerin ve nihayet bilimin de sonunun geldiğini iddia ettiler. Tarihselciliğin reddi, insanlığın bugünüyle geçmişi ve geleceği arasındaki bağı da kopardı. Geriye tayin edici olarak “bugün ve şimdi olan” kaldı.
Post-modernistler de toplumu maddi temellerinden bağımsız, her şeyi kapsayan kültürel bir olgu olarak ele aldı ve daha da önemlisi, kapitalizm yokmuş gibi davrandı. Toplumu, ekonomik süreçlerden ve sınıf mücadelelerinden bağımsız, geleneklerin ve yerel kültürlerin belirlediği tüketim ve yaşam tarzı kalıpları içinde değerlendirmeye başladı.
Oysa insanlık, modernitenin doğuşuyla sınıf mücadelesi verdiğinin de bilincine ulaştı. İnsan aklı kilisenin baskısından kurtularak özgürleşti, bilimi esas alan bir yaşam kurmanın kapılarını açtı. Bunun bir adı da, liberallerin uzun süre, siyasal İslamcılarla birlikte zavallıca alay ettikleri laiklikti. Laiklik iktidarın göklerden yeryüzüne indirilmesiydi. Devletin ve iktidarın kaynağını tanrısal değil, toplumsal alana taşımaktı.
Oysa insanlar laikliği tarihsel bir kazanım olarak insanlığın büyük yürüyüşünün tarihsel birikimi içine alınca, aklı ve bilimi özgürleştirince tarihin, toplumların, ekonominin, siyasetin yasalarını bulmaya felsefe ve bilimin gücünü hayata ve doğaya aktarmaya, dahası bütün bu temel alanlarda mücadelenin araçlarını geliştirmeye başladı.
İNSANI GELECEKSİZLEŞTİRMEK!
Aslında toplumların post-endüstriyel, kültürlerin de post-modern çağa girdikleri yönündeki iddianın ciddi hiçbir temeli yoktu. Önemli hiçbir analize dayanmıyordu. Sadece bir görüş olarak öne sürülüyor ve o kadar sık tekrar ediliyordu ki, reel sosyalizmin çözülmesinin de etkisiyle entelektüel planda neredeyse genel bir kabule dönüşmüştü. Dışında kaldınız mı mahalleden kovuluyordunuz.
Post-modernistler, toplumları maddi temelleri olmayan kültürel bir kategori, hatta ideolojik bir formasyon olarak değerlendirdi. Bu yaklaşımın kaçınılmaz sonucu olarak modernizm ile kapitalizm arasındaki bağı da koparıyorlardı. Böylece insanlığı da geleceksizleştirmeye, onu tarihi yapan bir özne olmaktan çıkarmaya başladılar.
Dolayısıyla post-modernizm, esas olarak bir Marksizm eleştirisiydi. Ancak, bu tavrını genel olarak modernite eleştirisi içinde gizledi. Sosyalizmi ve sosyalist kuramı, tıpkı faşizm gibi modernitenin bir ürünü ve totalitarizmin bir türü olarak göstermeye kalktı. Onlara göre bir çağ ve tarihsel evre olarak modernite kapanmıştı. Dolayısıyla moderniteyle birlikte onun ürünü olan Marksizmin çağı da kapanmıştı. İnanılmaz ama tez bu kadar basitti.
Bu tez, hiçbir bilimsel ve tarihsel temele dayanmıyordu, sınıfsal bağlamından koparılmış bir iddia olarak ortaya atılmıştı o kadar. Marksizm ve sosyalizm de “büyük anlatılar” arasında en gelişkin ve sistematik örnek olduğu için, kapitalizm aklanırken, esas olarak ve utanmazca teolojik bir sosyalizm eleştirisi yapıldı.
Oysa, kapitalizm aşılmadan gerçek anlamda modernitenin aşılması da mümkün değildir.
Bu nedenle -liberaller kusura bakmasınlar ama- moderniteye yönelik ve onu aşma yeteneğine sahip biricik eleştiri hâlâ Marksizmdir. İroniye bakın ki, bu anlamda Marksizm, tarihin ilk ve en tutarlı post-modern akımıdır.
Bugünkü cehennemin yollarını döşeyen asıl akım, işte bu yeni gerici yıkıcı ideolojik akımdı. Şimdi, başta liberaller olmak üzere o cehennemin ateşinde kendileri de yanıyor.
============================= Dostlar,
Gazeteci – yazar, akademisyen – Sosyoloji Doktoru dostumuz Sn. Merdan Yanardağ, bilindiği ve kendisinin de bu yazının girişinde belirttiği üzere, KOVİT-19 tanısıyla hastanede yatmakta. Ancak, tüm olanaklarını, bedensel – mental gücünü kullanarak, zorlayarak Aydın sorumluluğunun gereklerini gene de yerine getirmeye çabalamakta. Hafta içi akşam saat 20:00’de başlayan 18 + 18 dakika programına hastane odasından katkı vermekte günceli izleyerek. Cuma gecesi 5. Boyut oturumunu yönetmedi, hekimlerin dinlenmesi önerisiyle.
Hafta sonu ise gene “iş başında” idi ve okuduğunuz çok nitelikli ve derinlikli kuramsal politik irdelemesini (siyasal analizini) haftalık olarak yazmakta olduğu BİRGÜN Gazetesine ve okuyucularına ulaştırdı.
Böylesi bir çaba ancak alkış ve teşekkürle karşılanabilir, biz de öyle yapıyoruz.
Diliyor ve umuyoruz ki, Dr. Merdan Yanardağ KOVİT-19 hastalığını da geçmişte aştığı pek çok yaman badire gibi geride bırakmasını bilecek ve yiğit – harman yüreğiyle Türkiye Aydınlanmasına paha biçilmez değerde kuramsal ve eylemli katkılarını sürdürecektir.
Sevgi ve saygı ile. 21 Aralık 2020, Ankara
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye) www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik twitter @profsaltik
Ahlakın tarihi dinin tarihinden daha eskidir. Ancak dinlerin de bir ahlak anlayışı vardır. Dinler de insanlara merhametli olmayı, vicdanlı olmayı, adil olmayı öğütlerler. Ancak nasıl oluyorsa, din adına hareket ettiğini iddia eden bazı odaklar, ahlakı yerle bir ediyorlar, her türlü merhametsizliği, vicdansızlığı ve zulmü gerçekleştiriyorlar, insanları katlediyorlar.
Ortaçağda haçlı seferlerinde yaklaşık 2 milyon insan katledildi.
Yine aynı çağda Avrupa’da, yaklaşık 35 bin kadın, cadı ve büyücü olduğu iddiasıyla yakıldı.
Avrupa’da 1618- 1648 yılları arasında gerçekleşen 30 yıl savaşlarında, yaklaşık 7 milyon insan öldürüldü. Ortaçağdan sonra Fransa’daki mezhep savaşlarında yaklaşık 3 milyon insan katledildi.
1960’lı yıllarda Nijerya iç savaşında yaklaşık 2 milyon insan, 1980’lerde ve 1990’larda Sudan iç savaşında yaklaşık 1.5 milyon insan, 1970’li ve 1980’li yıllarda Lübnan iç savaşında yaklaşık 200 bin insan öldürüldü. 1980’li yıllarda İran’da yaklaşık 8 bin kişi idam edildi. 2000’li ve 2010’lu yıllarda El Kaide, Taliban, El Nusra, IŞİD gibi terör örgütleri 10 bini aşkın insanı katletti.
Türkiye’de 1970’li yıllarda Çorum ve Maraş olaylarında, 1990’lı yıllarda Sivas olaylarında yüzü aşkın insan katledildi. Yine Türkiye’de 1990’lı yıllarda, – Turan Dursun, – Muammer Aksoy, – Bahriye Üçok, – Ahmet Taner Kışlalı ve – Uğur Mumcu..
gibi gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, siyasetçiler öldürüldü.
Geçen hafta Yeni Zelanda’da yaşanan katliam da bu büyük tablonun bir parçasıdır.
İnsanlar yüzlerce yıldır, Hıristiyanlık adına, Müslümanlık adına, Musevilik adına, Katoliklik adına, Ortodoksluk adına, Protestanlık adına, Sünnilik adına, Şiilik adına birbirlerini katlediyorlar. Oysa Tevrat’ta, İncil’de ve Kuran’da insanların canını almanın, bir insanı öldürmenin büyük bir günah olduğu, bunun Tanrı’nın buyruklarına aykırı olduğu, bunu yapanların Tanrı tarafından öte dünyada sonsuz bir acıyla, yani cehennem azabıyla cezalandırılacağı belirtiliyor.
Yaşananlar karşısında sorulması gereken sorular şunlardır:
Din adına bu kadar çok vahşet neden gerçekleştirilmektedir?
Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar, neden din adına dine aykırı hareketler içinde yer almaktadırlar? Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar neden
merhamet, vicdan, sevgi ve adalet
duygusundan yoksun bir biçimde yaşamaktadırlar? Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar neden ahlaklı olmayı bir türlü becerememektedirler?
Bu vahşetlerin sorumlusu dinler midir, yoksa dini kullanan siyasetçiler midir?
Din üzerinden öfke, kin ve nefret duygularını teşvik eden siyasetçilerin ve yöneticilerin bu vahşetlerin ve katliamların yaşanmasındaki rolü nedir? Din adına şiddet ve terör eylemi yapanlar bu cesareti nereden almaktadırlar? Bu eylemleri yapanların esin kaynağı nedir?
Laiklik ilkesinin bireysel, toplumsal ve siyasal bağlamda içselleştirilmediği ve özümsenmediği bir ortamda din ve mezhep adına yapılan katliamlar önlenebilir mi?
Din ve mezhep üzerinden siyaset yapmak, insanların bütünleşmesi yerine, farklı dinlerden, mezheplerden ve dünya görüşlerinden olan insanların kutuplaşmasına ve önünde sonunda bir çatışma kültürünün içinde yer almasına yol açmaz mı?
Bu soruların sorulmadığı ve bu sorulara yanıtların aranmadığı bir ortamda söylenen tüm sözler boş laftan ibarettir. Yöneticiler, siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler, televizyoncular boş işlerle uğraşacaklarına, biraz da bunlarla uğraşsalar, insanlığa büyük bir katkı yapmış olurlar.
Ama bunu yapabilmek için de akılla birlikte, bir ahlak ve erdem anlayışına, bir vicdan, merhamet ve adalet duygusuna, bir insan sevgisine gereksinim vardır.