Etiket arşivi: Dr. Ahmet Saltık www.ahmetsaltik.net

Kürt ateşe sürülüyor; Ayyıldız kuşatılıyor!

Kürt ateşe sürülüyor; Ayyıldız kuşatılıyor!

Dostlar,

Çalışkan, üretken, yurtsever arkadaşımız Serdar Bolat,
Nevruz kutlamalarının ardından 24 Mart 2014 günü aşağıdaki kapsamlı iletiyi paylaşmıştı.. Aradan 2,5 ay geçti.. Geldiğimiz yer ortada..

İbretle okunmalı ve artık bu apaçık bölücü kalkışmaya bir son verilmeli..

Bölünme süreci durdurulmalı,

Bölünme süreci artık durdurulmalı;

Bölünme süreci hemen dur-du-rul-ma-lı-!

Sevgi ve saygı ile.
7 Haziran 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

From: Serdar Bolat

Sent: Sunday, March 24, 2013 12:49 PM
Subject: (oybirligi) Kürt ateşe sürülüyor
Kürt ateşe sürülüyor
+++++++++++++++++
Ali Serdar Bolat

24 Mart 2013

22 Mart günlü Aydınlık’ın manşet ve ana başlıkları:
Kürt ateşe sürülüyor, Ayyıldız kuşatılıyor.

Başbakan’ın “Diyarbakır’ı BOP’un merkezi yapma” rüyası Nevruz’da prova edildi.
Öcalan’ın mesajından “Kürtleri savaşa sürme” çıktı.
Ankara’da ise polis Türk bayraklı yurtseverleri kuşattı.
Amerikan rüyası gerçekleşiyor
“Silahları bırakın” demedi.
Öcalan “yeni anayasa”yı tarif etti (Mehmet Faraç yazdı)

Aydınlık, 22 Mart 2013
İçişleri Bakanı laf olsun diye “Öcalan posteri açmak suçtur” demişti.
Hem Öcalan posteri açıldı, hem de PKK, HPG (PKK’nın sözde ordusu), KCK ve BDP flamaları…
Poster ve flama bir yana, “silah bırakacak, sınır dışına çıkacak” denen PKK teröristleri dağdan silahları ile inerek Diyarbakır’daki kürsünün güvenliğini sağladılar,
Lice’de açıkça PKK olarak kutlama yaptılar.

PKK Diyarbakır’da kürsüde
PKK Lice’de
19 Mayısları, 23 Nisanları, 29 Ekimleri Türk bayrakları ile kutlamak, 10 Kasımları anmak kararname çıkararak, polis zoru ile önlenmeye çalışılırken, Öcalan posterli,
PKK bayraklı, terörist destekli gösteriler serbestti.

Çünkü Atatürkçüler, yurtseverler AKP hükümetine karşı idiler, PKK ise AKP hükümetine karşı değildi, hükümeti yıkmak istemiyordu. Ayrıca PKK sayesinde barış gelecek, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye topraklarımıza katılacaktı.
Bölünme provası haline dönüşen mitingde okunan mektubunda Öcalan “çekilin” dedi ama “silahları bırakın” demedi.
Çekilmek bir yana, PKK, dağ kıyafetleri içinde silahlı olarak şehire indi.
Tayyip Bey, Diyarbakır mitinginde Öcalan posterleri, PKK bayrakları açılmasından, asılmasından rahatsız olmamıştı. Türk bayrağının olmamasından yakınması ise,
Türk bayrağı ile PKK flamasını eşit düzeyde gördüğü ve öyle görülmesini istediği anlamına gelir.
PKK ve Öcalan posterlerinin asıldığı bir alana Türk bayrağının da asılması isteği
başka türlü yorumlanamaz.
Aslında Öcalan, çekilmenin başlaması için bir tarih vermedi.
Çekilme ile ilgili sözleri, aynen şöyle:

“Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına
 gelinmiştir.”
Öcalan, “çekilin” diyerek Amerika’nın Kürtlere biçtiği rolü tebliğ etti:
Araya Türkmenleri Asuriler ve Arapları da katarak laf kalabalığına getirip,
Misak-ı Milli’ye aykırı olarak Kürtlerin parçalandığını söyledi. Yeniden birleşmek zamanıydı. 
Irak ve Suriye Kürt bölgelerini o devletlerden kopararak Türkiye’ye bağlamak, bu suretle Misak-ı Milli’yi Türkiye-Kürdistan federasyonu şeklinde gerçekleştirmek şeklindeki Amerikan rüyası gerçekleştirilecekti.
Daha sonra sıra İran’ın parçalanıp oradaki Kürt bölgesinin de federasyona
dahil edilmesine ve bir sonraki aşamada 4 parçanın birlik halinde Büyük Kürdistan
adı altında Türkiye’den ayrılmasına gelecekti.
Bu plan için Kürtler Suriye ve Irak’ın üzerine sürülecekti. Dolayısıyla PKK’nın “silah bırakması” diye bir şey yoktu.
Zaten PKK, ilerde Kürt devletinin silahlı kuvvetleri görevini görecekti. Hiçbir şekilde PKK’nın silah bırakması söz konusu olamaz.
Bundan dolayı silahlarını bırakıp değil, silahları ile beraber yurt dışına çıkacaklardır. Ne kadarının çıkacağı, ne kadarının eylemsiz olarak içerde kalacağı belli değil. Duran Kalkan “Kimin ülkesinden kimi kovuyorsunuz” demişti bir ay kadar önce.
Öcalan’ın mektubunda konu çok açık olarak yazılmış. Okuyalım:
“Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor.
Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor”
artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.
Öcalan, “silahlı süreç bitmiştir” demiyor. Ne diyor?  “Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor”  diyor.
“Silahlı unsurlar” silah bırakmayacak, sadece sınır ötesine çekilecek,
silahlı bir şekilde bekleyecek.
Silahlı güçler, Kandil’de, bu siyasi, sosyal ve ekonomik sürecin AKP’nin söz verdiği şekilde yürüyüp yürümediğini denetleyecek. AKP su koyverirse silahlı güçlerin tekrar ülkeye girmesi ve terörist eylemlere kaldıkları devam etmesi engellenemez.
Süreci en tepeden Amerika kontrol ediyor. “Anlık istihbarat” onlarda.
Demokratik siyaset sürecine silahlı direniş yolu ile ulaştıklarını söylüyor. Tekrar okuyalım: “Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor. Çok açık: Bugünkü kazanımlarını silahla elde ettiklerini söylüyor. İstekleri yerine getirildiği müddetçe silah kullanmak zaten akla aykırıdır. Terör amaç değil, bir araçtır. Clausewitz’in dediği gibi, savaş, siyasetin silahla devam ettirilmesidir. Siyaset tıkanınca silah devreye girer. Türkiye en baştan “Demek toprak istiyorsun, al sana Hakkari’yi Şırnak’ı Diyarbakır’ı falan vereyim çek git” dese idi, PKK terör falan yapmazdı. Şimdi sınır dışından AKP’nin söz verdiği özerkliği, ana dilde eğitimi, Kuzey Irak’la ekonomik bütünleşmeyi falan gözleyecek. AKP, söz verdiği her şeyi bu silah tehdidi altında yapmaya mecbur. İşte Amerika’nın Büyük Ortadoğu projesi bizi bu noktaya getirdi.
Mitingdeki bir afiş konuyu özetliyor:
“Başkanım, barışa da savaşa da hazırız”
Şu sözlerle de kazanımların silahla elde edildiğini tekrar vurguluyor:
“…köleliğe karşı bireysel isyanımla başlayan bu mücadele her türlü dayatmaya karşı bir bilinci, bir anlayışı, bir ruhu oluşturmayı amaçlıyordu. Bugün görüyorum ki, bu haykırış bir noktaya ulaşmıştır…….   Bugün artık yeni bir Türkiye’ye, yeni bir Ortadoğu’ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz. “
Yeni Türkiye, yani AKP’nin bizi içine soktuğu bu durum, Öcalan’ın başlattığı isyanla mümkün olmuştur.
Bütün bu sözler, bir zafer ilanıdır. Yandaş yalakaların “PKK yenildi, başarı kazanamayacağını gördü, onun için silah bırakıyor. Bu, AKP’nin başarısıdır” iddialarının havada kaldığının en bariz göstergesidir.
Adamın isteklerini tek tek yerine getiriyorsun. ABD talimatı ile birlikte Anayasa yapıyorsun. Yenilen tarafla oturup anayasa yapılır, her isteği yerine getirilir mi?
Öcalan’ın mektubundaki en çarpıcı bölümlerden biri de, süreci Milli Kurtuluş Savaşımız ile kıyaslaması. Aynen şöyle diyor:
“Tıpkı yakın tarihte Misak-ı Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş savaşı’nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz.”
Yani Türkiye Batı emperyalizminden nasıl kurtuldu ise, Kürdistan da Türkiye emperyalizminden aynı şekilde kurtulacak. PKK’nın Türkiye’yi emperyalist, Kürdistan’ı ise Türkiye’nin sömürgesi olarak gören “sömürge teorisi”ni hatırlayalım.
Milletvekili Aysel Tuğluk Şırnak’ta şöyle dedi:

  • “Kürdistan’ı kuruncaya kadar mücadelemiz devam edecektir. Şehitlerimize sözümüz budur.” 

Murat Karayılan Kandil’den Aysel Tuğluk’a yanıt verdi:
“Eğer egemen devletler hazırsa biz de barışçıl yollarla Kürdistan’ı özgürleştirmeye hazırız. Herkes bilmeli ki PKK savaşa da, barışa da hazırdır.
Bu bir mücadele sürecidir, Önderliğimiz bu yeni süreçte
Kürt sorununun ‘tüm parçalarda’ çözümünü istiyor
.

2013 yılı ya savaşla, ya barışla çözüm yılı olacak
 
(Tüm parçalar demekle Türkiye, İran, Irak ve Suriye Kürt bölgelerini kastediyor)

Diyarbakır’da Nevruz sloganı    :  
“Başur Azad’e, Rojava Azad’e, İsal we Serok ve Bakur Azad bibin.
(Güney Kürdistan (Kuzey Irak) özgür, Suriye Kürdistanı (Rojava) özgür,
bu yıl Başkan Apo ve Kuzey de (Türkiye Kürdistanı) özgür olacak)

Her şey tabak gibi ortada.

  • Türkiye’nin karpuz gibi ortadan ikiye bölünmesi kutlanıyor
    “Nevruz” bahanesi altında.

“Barış geliyor” diye millet morfinleniyor. “Kan duracak, analar ağlamayacak” ninnileri ile uyutuluyoruz.

********
********

Öcalan’ın mektubunun tam metni: 

MAZLUMLARIN ÖZGÜRLÜK NEWROZU KUTLU OLSUN

Selam olsun bu uyanış, canlanış ve diriliş günü olan Newrozu en geniş katılım ve ittifakla kutlayan Ortadoğu ve Orta Asya halklarına…

Selam olsun yeni bir dönemin miladı ve gün ışığı olan Newrozu büyük bir coşkuyla ve demokratik bir hoşgörüyle kutlayan kardeş halklara…
Selam olsun demokratik hakları özgürlük ve eşitliği rehber edinen bu büyük yolun yolcularına…

Zağros ve Toros dağ eteklerinden, Fırat ve Dicle nehir vadilerine; kutsal Mezopotamya ve Anadolu topraklarından tarım, köy ve şehir uygarlıklarına ANAlık eden halkların en eskilerinden olan Kürtler sizlere selam olsun…

Binlerce yıllık bu büyük medeniyeti farklı ırklarla, dinlerle, mezheplerle kardeşçe ve dostça birlikte yaşayan, birlikte inşa eden Kürtler için Dicle ile Fırat, Sakarya ve Meriç’in kardeşidir. Ağrı ve Cudi Dağı, Kaçkar ve Erciyes’in dostudur. Halay ve Delilo, Horon ve Zeybek’le hısım-akrabadır.

Bu büyük medeniyet bu kardeş topluluklar, siyasi baskılarla harici müdahalelerle grupsal çıkarlarla birbirlerine düşürülmeye çalışılmış hakkı, hukuku, eşitliği ve özgürlüğü esas almayan düzenler inşa edilmeye çalışılmıştır.
Son iki yüz yıllık fetih savaşları batılı emperyalist müdahaleler baskıcı ve inkarcı anlayışlar, Arabi, Türki, Farisi, Kürdi toplulukları ulus devletçiklere, sanal sınırlara suni problemlere gark etmeye çalışmıştır.

Sömürü rejimleri, baskıcı ve inkarcı anlayışlar artık miadını doldurmuştur. Ortadoğu ve Orta Asya halkları artık uyanıyor. Kendine ve aslına dönüyor. Birbirlerine karşı kışkırtıcı ve köreltici savaşlara ve çatışmalara dur diyor.

Newroz ateşiyle yüreği tutuşan, meydanları hınca hınç dolduran yüz binler, milyonlar artık barış diyor, kardeşlik diyor, çözüm istiyor.

İçinde doğduğumuz çaresizliğe, bilgisizliğe, köleliğe karşı bireysel isyanımla başlayan bu mücadele her türlü dayatmaya karşı bir bilinci, bir anlayışı, bir ruhu oluşturmayı amaçlıyordu.

Bugün görüyorum ki, bu haykırış bir noktaya ulaşmıştır.

Bizim kavgamız hiçbir ırka, dine, mezhebe veya gruba karşı olmamıştır, olamaz. Bizim kavgamız ezilmişliğe, bilgisizliğe, haksızlığa, geri bırakılmışlığa her türlü baskı ve ezilmeye karşı olmuştur.

Bugün artık yeni bir Türkiye’ye, yeni bir Ortadoğu’ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz.

Çağrımı bağrına basan gençler, mesajımı yüreğine katan yüce kadınlar, söylemlerimi baş-göz üstüne diyerek kabul eden dostlar, sesime kulak kesilen insanlar;

Bugün yeni bir dönem başlıyor.

Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor.

Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor.

Biz, onlarca yılımızı bu halk için feda ettik, büyük bedeller ödedik. Bu fedakarlıkların, bu mücadelelerin hiçbiri boşa gitmedi. Kürtler özbenliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı.

“Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun” noktasına geldik. Yok sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürdüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor.

Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.

Yüreğini bana açan, bu davaya inanan herkesin sürecin hassasiyetlerini sonuna kadar gözeteceğine inanıyorum.

Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır.

Etnik ve tek uluslu coğrafyalar oluşturmak, bizim aslımızı ve özümüzü inkar eden modernitenin hedeflediği insanlık dışı bir imalattır.

Kürdistan ve Anadolu tarihine yaraşır şekilde tüm halkların ve Kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşması için herkese büyük sorumluluk düşüyor. Bu Newroz münasebetiyle en az Kürtler kadar Ermenileri, Türkmenleri,

Asurları, Arapları ve diğer halk topluluklarını da yakılan ateşten kaynaklı özgürlük ve eşitlik ışıklarını, kendi öz eşitlik ve özgürlük ışıkları olarak görmeye ve yaşamaya çağırıyorum.

Saygı değer Türkiye halkı;

Bugün kadim Anadolu’yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır.

Gerçek anlamında, bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.

Kapitalist Moderniteye dayalı son yüzyılın baskı, imha ve asimilasyon politikaları; halkı bağlamayan dar bir seçkinci iktidar elitinin, tüm tarihi ve de kardeşlik hukukunu inkar eden çabalarını ifade etmektedir. Günümüzde artık tarihe ve kardeşlik hukukuna ters düştüğü iyice açığa çıkan bu zulüm cenderesinden ortaklaşa çıkış yapmak için hepimizin Ortadoğu’nun temel iki stratejik gücü olarak kendi öz kültür ve uygarlıklarına uygun şekilde demokratik modernitemizi inşa etmeye çağırıyorum.

Zaman ihtilafın, çatışmanın, birbirlerini horlamanın değil, ittifakın, birlikteliğin, kucaklaşma ve helalleşmenin zamanıdır.

Çanakkale’de omuz omuza şehit düşen Türkler ve Kürtler; Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yapmışlar, 1920 meclisini birlikte açmışlardır.

Ortak geçmişimizin önümüze koyduğu gerçek; ortak geleceğimizi de birlikte kurmamız gerektiğidir. TBMM’nin kuruluşundaki ruh, bugün de yeni dönemi aydınlatmaktadır.

Tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini; en eski sömürge ve ezilen sınıf olan kadınları, ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini, işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dıştalanan herkesi çıkışın yeni seçeneği olan Demokratik Modernite Sistemi’nde yer tutmaya, zihniyet ve formunu kazanmaya çağırıyorum.

Ortadoğu ve Orta Asya kendi öz tarihine uygun, bir çağdaş modernite ve demokratik düzen aramaktadır. Herkesin özgürce ve kardeşçe bir arada yaşayacağı yeni bir model arayışı, ekmek ve su kadar nesnel bir ihtiyaç haline gelmiştir.

Bu modele yine Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının, ondaki kültür ve zamanın öncülük etmesi, onu inşa etmesi kaçınılmazdır.

Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı’nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz.

Son doksan yılın tüm hata, eksiklik ve yanlışlıklarına rağmen bir kez daha yanımıza, mağdur edilmiş, büyük felaketlere uğramış halkları, sınıfları ve kültürleri de alarak bir model inşa etmeye çalışıyoruz. Tüm bu kesimleri; eşitlikçi, özgür ve demokratik ifade tarzının örgütlenmesini gerçekleştirmeye çağırıyorum.

Misak-i Milli’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap Cumhuriyeti’nde ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir “Milli Dayanışma ve Barış Konferansı” temelinde kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağırıyorum.

Bu toprakların tarihselliğinde önemli bir yer tutan “BİZ” kavramının genişliği ve kapsayıcılığı dar, seçkinci iktidar elitleri eliyle “TEK”e indirgenmiştir. “BİZ” kavramına eski ruhunu ve pratiğini vermenin zamanıdır.

Bizi bölmek ve çatıştırmak isteyenlere karşı bütünleşeceğiz. Ayrıştırmak isteyenlere karşı birleşeceğiz.

Zamanın ruhunu okuyamayanlar, tarihin çöp sepetine giderler. Suyun akışına direnenler, uçuruma sürüklenirler.

Bölge halkları yeni şafakların doğuşuna şahitlik etmektedir. Savaşlardan, çatışmalardan, bölünmelerden yorgun düşen Ortadoğu halkları artık kökleri üzerinden yeniden doğmak, omuz omuza ağaya kalkmak istiyor.

Bu Newroz hepimize yeni bir müjdedir.

Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in mesajlarındaki hakikatler, bugün yeni müjdelerle hayata geçiyor, insanoğlu kaybettiklerini geri kazanmaya çalışıyor.

Batının çağdaş uygarlık değerlerini toptan inkar etmiyoruz.

Ondaki aydınlanmacı, eşit, özgür ve demokratik değerleri alıyor kendi varlık değerlerimizle, evrensel yaşam forumlarımızla sentezleyerek yaşamlaştırıyoruz.

Yeni mücadelenin zemini fikir, ideoloji ve demokratik siyasettir, büyük bir demokratik hamle başlatmaktır.

Selam olsun bu sürece güç verenlere, demokratik-barış çözümünü destekleyenlere!

Selam olsun halkların kardeşliği, eşitliği ve demokratik özgürlüğü için sorumluluk üstlenenlere!

,Yaşasın Newroz, yaşasın halkların kardeşliği!

İmralı Cezaevi, 21 Mart 2013

Abdullah ÖCALAN.”

Amerikan Ressamlarından Çocuk Tabloları..

Dostlar,

Amerikan Ressamlarından Çocuk Tabloları..

Nefis…

Fon müziği eşliğinde izlemek için lütfen tıklar mısınız aşağıdaki erişkeyi (linki) ?

CHILDHOOD_PAINTINGS_AMERICAN_PAINTER_MARK_ELIOT_LOVETT

Sevgi ve saygıyla
03.6.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

TMMOB’den Basın Açıklaması ve Düşündürdükleri..


TMMOB’den Basın Açıklaması ve Düşündürdükleri..

Dostlar,

SOMA MADEN KATLİAMI ve KÜRESEL EMPERYALİZMİN MAŞASI İKTİDARLAR

TMMOB Maden Mühendileri Odası‘nın yukarıdaki açıklamasına biz de katılıyoruz.

Yeraltı maden işletmesi dahil, yıllarca işyeri hekimliği yapmış, 37 yıldır işçi sağlığı – güvenliği, meslek hastalıkları ile uğraşan bir hekim – bir uygulamacı ve akademisyen olarak yazılanların doğru olduğunu “içeriden biri” olarak çok iyi biliyoruz..

  • Sorun; ölçüsüz ve hızla kâr hırsının türevidir.

Bu riskli işletmede kömür çıkarımı Devletçe ertelenebilirdi.

Ülkedeki öbür kaynakları (rezervler) tüketildikten sonraya ertelenebilirdi.

Çünkü daha önce burada çalışılmış ve “yanar ocak” (gizli yangınlı) olarak tanımlanmıştı. Yani Ocak’ta sürekli olarak içten içe kömür yangını vardı ve büyük bir özenle
denetim altında tutulması, özel önlemlerle izlenip denetim altında tutulması zorunluydu. Elbette ek bir maliyetle.. Isı ölçümleri, COx (karbon monoksit ve öbür karbon oksitleri), CH4 (metan) ölçümleri.. gibi. Gerektiğinde yerel yangını soğutma,
söndürme girişimleri gibi.. Tahkimatın ahşap değil çelik konstrüksiyon yapılması gibi..
Özellikle havalandırma sisteminin kusursuz ve mükemmel kurgulanması.. gibi.

Bu sahayı işletmeye alan Park Grubu, söz konusu riski ve maliyeti göze alamayarak çekilmiş, TKİ bu kez ihalesiz olarak sahayı şimdiki Soma Holding’e vermişti.
Bu Holding gözünü karartarak, TKİ’ye tonu 30 Dolardan ham kömür vermeyi üstlenmişti. 15 milyon ton kömür kaynağı (rezervi) kestirilmekteydi ve şirket “bir an önce” TKİ’ye yüklenimini gerçekleştirmek için saldırgan (agressif) üretime geçti.

Teknik önlemler yetersiz, teknik donanım ve işçiler aşırı zorlanarak, uzun çalıştırılarak, eğitim ve uzmanlaşma ile denetim göstermelik kılınarak, sendikasız, iş güvencesiz….
öngörülen 1,5 milyon ton / yıl üretim yerine neredeyse 2’ye katlanan üretim rakamları..

Şirketin, TKİ’nin kârı ve arada dönen “komisyonların” bedeli, şimdilik 301 “can” dır!
Bir de sadaka kültürü ile yıllardır “bedava” kömür dağıtılan milyonların suskunluğu – küntlüğü!

 

Devletin de göz yumaması..

Bunca neden yetmez mi??

Gerekli önlemleri yerinde ve zamanında almayarak bu toplu cinayete
neden olanları lanetliyoruz bir kez daha!

Onlar ki; küresel emperyalizmin eli kanlı taşeronlarıdır.

Halkımız ve her-kes çok iyi kavramalıdır ki, bu yürek yakan tablonun
temel nedeni küreselleşen emperyalizm = KüreselleşTİRmedir!..

Ara ve son nedenler türevdir.
Tanıyı doğru koymak zorunludur.

  • Ve Türkiye’de Küresel emperyalizmin iktidara getirdiği
    bir siyasal kadro işbaşındadır. 

Başbakan R.T. Erdoğan, “Bu işin fıtratında var..” diyerek
apaçık din sömürgenliği yapmakta ve kesin siyasal sorumluluğunu ve suçunu saklamak istemektedir. Bir yığın yandaş da bu yolda “hizmete” koyulmuştur!
Bu durum mide bulandırıcı ve utanç vericidir.

Küresel sermaye, eline geçirdiği hükümetler eliyle artık halkından,
bunca adaletsiz – eşitsiz – ağır ve hizmete dönüşmeyen vergiye ek olarak yepyeni 2 vergi türü daha dayatmaktadır :

1. KAN VERGİSİ!
2. CAN VERGİSİ !

Çare, sermayeden yana siyasal kadroları hızla tasfiye etmek ve halkın iktidarını kurmaktır!

Haydi Türkiye, sen de iş başına!

Sevgi ve saygıyla
18.5.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===========================================

TMMOB’den Basın Açıklaması


TMMOB Maden Mühendisleri Odası, 13 Mayıs 2014’te Soma’da yaşanan facia ile ilgili olarak yaptıkları incelemeler sonrası değerlendirmelerini
15 Mayıs 2014’te düzenlenen bir basın toplantısı ile kamuoyuyla paylaştı.

TMMOB‘de düzenlenen basın toplantısına TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
Mehmet Soğancı, Maden Mühendisleri Odası Başkanı Ayhan Yüksel,
Maden MO II. Başkanı Can Doğan, Yazman Üye Necmi Ergin, YK Üyesi
Emra Ergüzeloğlu Karataş ve Maden Mühendisleri Odası Eski Başkanı
Mehmet Torun katıldı.

YAŞADIKLARIMIZ KÖMÜR KARASI KADAR KARA GÜNLERDİR

Kamuoyuna;

Ruhsat hukuku Türkiye Kömür İşletmelerine (TKİ) ait olan Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. tarafından hizmet alım yolu ile işletilen Manisa İli Soma İlçesi Eynez bölgesinde bulunan yeraltı kömür ocağında, 13 Mayıs 2014 Salı günü saat 15:10 dolayında meydana gelen olay sonucunda aralarında 5 maden mühendisi meslektaşımızın da bulunduğu yüzlerce maden emekçisinin yaşamını yitirdiği bir facia yaşanmıştır.

Ülke olarak acımız çok büyüktür. Bu kazada yaşamlarını yitirenleri saygıyla anıyor, ailelerine, yakınlarına ve ülkemize başsağlığı, yaralı olarak kurtulan canlarımıza
acil şifalar diliyoruz.

Odamız uzmanları tarafından faciayla ilgili olarak yapılan saptamalar
aşağıda maddeler halinde belirtilmektedir.

-Kazanın meydana geldiği yer altı kömür ocağında 3 vardiya halinde çalışma yapılmaktadır.
-Vardiyalarda yaklaşık 800 işçi ve toplamda da yaklaşık 3.000 işçi çalışmaktadır.
-Kazanın olduğu 13.05.2014 günü 08:00/16:00 vardiyasında yaklaşık
787 işçi çalışmakta olup, bu işçilerin yaklaşık 440‘ı yeraltında tertip edilmişlerdir.
-Ocakta göçertmeli ve dönümlü uzun ayak yöntemi ile üretim yapılmaktadır.
Faciayı tetikleyen yangın ocak hava girişinde meydana gelmiştir.
-Kurulumuzca yangını tetikleyen neden olarak kamuoyuna duyurulan
trafo patlamasının doğru olmadığı belirlenmiştir.

  • Ölümlerin büyük bölümü, kömürün oksidasyonu (AS: yanması) nedeniyle çıkan karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu oluşmuştur.

Ocak havalandırması mekanik havalandırma ile sağlanmaktadır.
-Facia sonrası kurtarma operasyonunda ciddi bir organizasyon bozukluğu yaşanmış ve bununla ilgili olarak Odamız müdahalede bulunmuş,
gerekli düzenlemeler yapılmıştır.
-İşveren şirket, ruhsat sahibi ve ilgili Devlet kurumları tarafından etkin denetimler sağlanamamış ve gerekli sonuçlar elde edilememiştir.
6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu‘nun, işçi ölümlerinin,
meslek hastalıklarının önlenmesinde tek başına yeterli olmadığı bu facia ile
bir kez açığa çıkmış ve bu facia, fiili olarak yasanın iflasının kanıtı olmuştur.
Facianın gerçekleştiği işyerinde çalışan meslektaşlarımızın olay öncesinde,
yoğun çabalarıyla tüm zorunluluklar yerine getirilmiş ve yasal uygunluk sağlanmıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu Müfettişlerinin kısa bir süre önce yaptıkları denetim bunu göstermektedir.
– Madenciliği, mühendisliğin bilim ve tekniğinden uzaklaştıran ve mühendisi işverenin insafına bırakan yanlış madencilik politikalarıdır. Odamızın 2010 yılında hazırlamış olduğu ‘Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporu‘‘nda Soma Havzasına ilişkin belirlemeler yapılmış ve burada bir facia yaşanabileceği belirtilmiştir.

  • Ancak işçi ölümlerinin asıl nedeni, mevzuatın yetersizliği değil,
    neoliberal devlet politikalarıdır.

80‘li yılların başından başlayarak uygulamaya konulan
– özelleştirme,
– taşeronlaşma,
– rodövans vb.
– neoliberal politikalar ve uygulamaları;

kamu madenciliğini küçültmüş, kamu kurum ve kuruluşlarında uzun yıllar sonucu
elde edilmiş olan madencilik bilgi ve deneyim birikimini dağıtmıştır.

Yoğun birikim ve deneyime sahip olan kurum ve kuruluşlar yerine üretimin, teknik
ve altyapı olarak yetersiz, deneyim ve uzmanlaşmanın olmadığı kişi ve şirketlere bırakılması; buna ek olarak kamusal denetimin de yeterli ve etkin bir biçimde yapılamaması, iş cinayetlerinin ve ölümlerin katlanarak artmasına
neden olmuştur.

Kamu yararı gözetmeksizin daha çok kâr hırsı ile yapılan üretim zorlamaları,
uzun çalışma süreleri, sağlıksız çalışma ve barınma koşulları,
çalışanların sosyoekonomik durumları bu faciaların oluşmasına katkı koymuştur.

Yaşadığımız son olay bunu bize bir kez daha göstermiştir.
Karadon, Kozlu, Elbistan ve son olarak Soma maden faciaları,
emekçilerin yaşamının piyasanın insafına bırakılamayacağının kanıtıdır.

– Hükümet yetkililerinin, ocakta henüz süren yangın söndürülmeden ve arama-kurtarma çalışmaları sürerken, “bu işin fıtratında vardır” söylemleri,
bilimin ve tekniğin karşısında aldıkları konumu özetlemekte olup,

  • Hükümet sorumluluk ilkeleri gereği derhal istifa etmelidir.

Bu faciada yaşamını yitiren tüm maden emekçilerini ve meslektaşlarımızı
saygıyla anıyor, yakınlarına ve tüm maden emekçilerine başsağlığı diliyoruz.

TMMOB
Maden Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu

=============================================

TMMOB Maden Mühendileri Odası’nın yukarıdaki açıklamasına biz de katılıyoruz.

Yeraltı maden işletmesi dahil, yıllarca işyeri hekimliği yapmış, 37 yıldır işçi sağlığı – güvenliği, meslek hastalıkları ile uğraşan bir hekim – bir uygulamacı ve akademiyen olarak yazılanların doğru olduğunu “içeriden biri” olarak çok iyi biliyoruz..

UZAK DA OLSA BİR UMUT VAR


Dostlar,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘dan iyimserlik ve oldukça yüksek bedellerini “dengeli” olarak irdeleyen bir öngörü (prediction) yazısı aldık..

Ali hocaya göre, “UZAK DA OLSA BİR UMUT VAR” dır..
Bu “Uzak Umut “22. yy. başına sarkacaktır.
4 – 5 kuşak sonra ve günümüz Dünya nüfusunun 2/3’ünün şöyle veya böyle
“telef” olmasıyla!..

Doğallıkla temel varsayım;

  • Dünyanın savunma tepkisinin (refleksinin) yeryüzünde yaşamı sürdürme doğrultusunda utku kazanacağına dayalı.

Ya tersi olursa?? Gezegende uygarlık – yaşam hazin biçimde acılar içinde bitecektir.

– Tüm Çevrebilimciler (Ekolog – Ekolojistler) Dünyanın yüksleme ve durgunluk     ;    aşamasının ardından “çökme” evresinde olduğunda düşünbirliği içinde (hemfikir).

En başta gelen çözümlerden biri HER AİLEYE 1 ÇOCUK!

Ve “yaşamın tüm alanlarında en üst tasarruf düzeyinde yaşamak..”

  • Gelecek kuşakların yaşam hakkını çalmayı durdurmak zorundayız..

Büyük ATATÜRK‘ün diyalektik – bilimsel öngörüsünü de hiç ustan çıkarmadan :

  • “Sömürgecilik ve yayılmacılık (emperyalizm) yeryüzünden yok olacak ve yerlerine uluslararasında hiçbir renk, din ve ırk ayrıcalığı gözetmeyen yeni bir işbirliği ve uyum çağı egemen olacaktır.”


Sevgi ve saygı ile.
11 Mayıs 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

UZAK DA OLSA BİR UMUT VAR

Portresi_gulumseyen

 

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

… ama mutluluk döneminin doğumu çok acılı olacak..

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, artık her önüne gelen, her eli kalem tutan, her mikrofonu veya kamerayı önünde bulan hemen her konuda bilir-bilmez yazıyor, çiziyor, konuşuyor. Eskilerin deyimiyle “ahkâm” kesiyor. Büyük bir bataklıktaki milyonlarca kurbağa sesinin yarattığı curcunaya çok benziyor Bilişim Dünyamız; gürültülü bir kakafoni, iğrenç  bir bilgi kirliliğinden başka bir şey değil… Aslına bakarsanız Dünyadaki genel durum da bizdekinden pek farklı değil…

Bilerek – bilmeyerek yaratılan bu sisli ortam, aslında oltanın ucuna takılmış informasyon (reklam!?) kurtçuklarıyla dolu “bir avlan ortamı” dır; kafası bulandırılmış, pusulası şaşırtılmış yığınlara yönelik sürüm, satış, siyaset, sömürü alanıdır.

“Küresel liberal ekonomik sistem” bu minval üzere, kendine özgü bir mantıkla işlemektedir; bu mantığa göre, ne olursa olsun, tekerlek dönmeli,

  • üretim-paylaşım-tüketim sarmalındaki bireyin beyni,
    Din-Siyaset-Ticaret kafesinde 
    tutulmalıdır.

Birey doğumundan ölümüne değin “müşteri”dir ve öyle kalmalıdır; bebek müşteridir, çocuk müşteridir, kadın müşteridir, öğrenci müşteridir, hasta müşteridir,
emekli müşteridir, inanan müşteridir vs…

Ve birey-müşteri son çözümlemede aldığından daha çoğunu vermiş olarak
sahneden ayrılmalıdır (AS: Artı değerine sermaye el koyabilmelidir!).
Anlamsız ve gereksiz olsa da, Doğanın yıkımına mal olsa da,
bir şekilde üretim sürdürülmeli, haksız ve dengesiz paylaşımla gerginleştirilmiş toplumlar savurgan tüketim döngüsünde tutulmalıdır…

Peki, Gezegenimiz üzerinde, doğayla çelişkili bu gidiş daha ne denli sürer dersiniz?  

“Hep böyle gider; çünkü insanlar aslında gerçek bilgi aranışında değil,
teselli beklentisindeler; bilgi edinmek değil, teselli bulmak istiyorlar; coşku, heyecan arıyorlar, alkışlamak istiyorlar.. Bilgi edinmek ise zor, zahmetli ve sıkıntılı bir iştir;
o nedenle insanlık alışkanlıklarına bağlılığı sürdürecek, topluma nesnel bilgi verenler değil, sosyal ortamda ve medyada eğlendiren, gaz veren, umut ticareti yapan insanlar, teselli eden kaynaklar (yani tuzaklar) tercih edilecektir…..”
  diyebilirsiniz. 

Ama unutmayalım, son sözü doğa yasaları söyler;

  • Doğa yasalarıyla çelişkili sosyal yasalar sürgit egemen olamazlar.

Varolan gidişin çok uzun süreceği kuşkuludur. En geç bu yüzyılın ortalarına doğru Petrolün eko-teknik anlamda bittiği, dolayısıyla, enerji bunalımıyla tetiklenmiş küresel ekonomik bunalım(lar)ın, çöküntünün baş gösterdiği, bir yandan da nüfusun 10 milyara doğru tırmandığı karmaşık (kaotik) bir durumu düşünün. Üstüne üstlük, kaçınılmaz
hızlı iklim değişikliğinin neden olacağı olumsuz çevre etkilerini düşünün.

Sosyal yapı büyük acılarla kökünden değiştirecek ve

  • Tapınılagelen küresel kapitalist paradigma,
    bu Yüzyılın sonunda çökecektir
    .

Kapitalist sistemin uydurup dillere doladığı “Sürdürülebilir kalkınma” saçmalığı terk edilerek, “sürdürülebilir yaşam” aranışına geçilecektir.

22. yüzyıla insanlık büyük bir kıyımdan arta kalan oldukça azalmış, (2-3 milyarlık)
bir nüfusla ve epey yıpranmış olarak, ama kesinlikle çok daha deneyim kazanmış, aydınlanmış ve beynindeki binlerce yıllık cenderelerden kurtulmuş olarak girecektir.

22. Yüzyıl, Gezegenimizde bilimin gerçekten egemen olduğu, küresel sosyal barışın etkin olarak korunduğu yepyeni, mutlu bir sürecin başlangıcı olabilir; bedeli çok ağır olsa da.

Ermeni Soykırımı ve Başbakan Erdoğan’ın Taziye İletisi

Dostlar,

Geçtiğimiz hafta Ankara Barosu konferans salonunda SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI temalı bir açıkoturum düzenlendi :

  • TARİHİN VİCDANINI SIZLATAN ERMENİ SOYKIRIMI YALANI…

Başbakan R.T. Erdoğan‘ın 23 Nisan 2014 günü, tam da Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızda, 1915’teki Ermeni tehciri ölümleri için taziye iletisini irdelemek asıl amaçtı. Cumhuriyet Kadınları Derneği toplantının ev sahibi idi ve
Başkan Sn. Canan Arıtman panelin yöneticisi idi. Uzmanlar gerçekleri açıkladılar..
Rus arşivlerinde yıllarca araştırma yapan ve binlerce belgeyi inceleyen genç bilim insanı Mehmet Perinçek de.. Bizzat dönemin Ermenistan Başbakanı Kaçaznuni’nin Türklerin soykırım yapmadığını itiraf eden metinlerini ortaya çıkaran genç Mehmet Perinçek de.. (İstanbul Üniversitesi’nde araştırma görevlisi kadrosunda
doktora öğrenciliğine hukuksuz olarak son verilmiştir ve dava yönetsel yargıdadır..
Türkiye ne güzel kendi ayağına kurşun sıkıyor değil mi??)

Bu toplantıda, deneyimli ve yurtsever diplomat (Em. Büyükelçi, Dışişleri Bakanlığı
eski müsteşarı ve CHP eski milletvekili) Sayın Onur ÖYMEN çok değerli katkılar verdi. Her zamanki çalışkanlığı ile söylediklerini özetle yazarak paylaştı.

Ülkemizin gündeminin neredeyse saatlik elatmalarla (manüplasyon) yönlendirildiği ortamda bu oyuna gelmemek üzere, Sn. Öymen’in iletisini paylaşalım..
Söyledikleri gerçekten çok önemli..

Teşekkürler Sn. Öymen.

Sevgi ve saygı ile.
3 Mayıs 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================================

Ermeni Soykırımı ve Başbakan Erdoğan’ın Taziye İletisi

Portresi_gulumseyenOnur Öymen

Dün akşam (28.4.14) Ankara’da Canan Arıtman’ın
Genel Başkanı olduğu Cumhuriyet Kadınları Derneği’nin düzenlediği toplantıda Mehmet Perinçek, Em. Büyükelçi Alev Kılıç ve Azerbaycanlı milletvekili ve yazar Sabir Rüstemhanlı’yla birlikte katıldığımız Ermeni soykırımı iddialarıyla ilgili toplantıda özetle şunları söyledim:

-Ermeni sorununun başlangıcında Rus ordularının ülkemizin doğusundaki toprakları istila… girişimlerine Ermeni çetelerinin verdiği destek yatar. 19. yüzyılın 2. yarısından başlayarak Ermeni çetelerinin saldırıları sonucunda 500,000’den çok vatandaşımız yaşamını yitirmiştir. Çatışmalar sırasında veya salgın hastalık gibi nedenlerle çok sayıda Ermeni de ölmüştür.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, o devirde yaşananların ortaya çıkartılması için tarafların arşivlerini açmalarını ve Türk ve Ermenilerden oluşan bir tarihçiler Komisyonu kurulmasını önermiştir.

-O tarihlerde yaşananların uluslararası hukuk açısından soykırım sayılamayacağı,
1985 yılında ünlü tarihçilerin Amerikan basınında yayınlanan açıklamalarında
ifade edilmiştir.

  • Son olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Doğu Perinçek’in açtığı davada bu olayların soykırım sayılamayacağı yolunda bir karar almıştır.

-Eğer İsviçre Hükümeti bu karara 3 aylık süre içinde itiraz etmeseydi karar kesinleşecekti. Ancak süre bitmeden İsviçre itirazda bulundu ve kararın AHİM’in
bütün yargıçlarının katılacağı genel kuruluna havalesini istedi.

-Ermeni kuruluşlarının ve belki de bazı devletlerin İsviçre’ye böyle bir başvuruda bulunması için telkinlerde bulunduğu anlaşılmaktadır.

-Tam bu sırada Başbakan Erdoğan’ın 9 dilde yaptığı, tehcir olayının insanlık dışı
sonuçlarından söz eden ve Ermenilere taziyede bulunan açıklaması Ermenilere
ve onu destekleyen ülkelere can suyu vermiştir.

-Zira İsviçre Hükümeti’nin başvurusunun Üst Kurula havale edilip edilmeyeceği konusunda karar verecek olan 5 kişilik yargıçlar kurulu, öncelikle AHİM kararından sonra bu kararın değiştirilmesine yol açabilecek yeni bir ögenin ortaya çıkıp çıkmadığını araştıracaktır.

-İsviçre’nin ve başta Fransa olmak üzere Ermeni tezlerini destekleyen ülkelerin ve
Ermeni kuruluşlarının işte Başbakanın bu açıklamasındaki ifadeleri Türkiye’nin geçmişteki sorumluluğunu dolaylı (zımnen) kabul eden sözler olarak kullanmaya çalışmaları olasıdır.

-Eğer Başbakanın tam bu sırada böyle bir açıklama yapmasını öneren devletler olmuşsa, onların esas amacının bu açıklamayı AHİM Üst Kurulunu Ermeniler lehinde karar almaya yönlendirmek olması olasılığı güçlüdür.

-AHİM kararını veren 7 yargıçtan 2’sinin aleyhte oy kullandığı düşünülürse,
AHİM Üst Kurulunda bu görüşte olan başka yargıçların da çıkabileceği düşünülmelidir. Bütün bu gelişmeler, Perinçek davasının kesinleşme aşamasında güçlüklerle karşılaşabileceğimizi göstermektedir.

-Yabancı devletlerin Türkiye’ye Kıbrıs, Ermeni sorunu, PKK’yla görüşmeler gibi konularda öteden beri karşılık beklemeden tek yanlı jestlerde bulunmasını telkin ettikleri bilinmektedir.

  • Oysa tek taraflı jest veya ödün diplomasinin alfabesine aykırıdır.

Ermenistan Cumhurbaşkanı veya Başbakanı Ermenilerin öldürdüğü 500,000 Türk için taziyede bulunmuş mudur? ASALA’nın öldürdüğü diplomatlarımızın ailelerine taziyede bulunmuş mudur? Hocalı’da öldürülen Azerilerin ailelerine taziyede bulunmuş mudur?

Kıbrıs’lı Rum liderler Muratağa, Atlılar ve Sandallar köylerinde katledilen Türkler için taziyede bulunmuş mudur?

Onlardan böyle bir taziyede bulunmalarını isteyen çıkmış mıdır?

-Kuşkusuz insancıl duygular herkesin gönlünde olmalıdır ama dış politikada insancıl duyguları ön plana çıkartma çabası içine girerek aleyhimizde yürütülen tertiplere, istemeyerek de olsa, zemin hazırlamak doğru bir yaklaşım değildir.

-Bu olasılığı göz önünde bulundurmadan salt dünyaya insancıl ve alicenap bir ülke görüntüsü vermek amacıyla yapılan bu açıklama bindiğimiz dalı kesme sonucu verebilir.

Köy Enstitüleri’nin kuruluşu videosu


Dostlar
,

Köy Enstitüleri’nin kuruluşu hakkında Sn. Canerhan Tipi kaynaklı bir videoyu paylaşmak istiyoruz.

İzlenmesini öneriyoruz..

Teşekkürler değerli Tipi..

https://vimeo.com/91948614

Sevgi ve saygı ile.
18 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TÜRK GENÇLİĞİ ATATÜRK’ÜN YOLUNDAN GİTMELİDİR…


Dostlar
,

İzmir’den yurtsever Atatürkçü dostumuz, Tarihbilimci Prof. Dr. Kemal Arı‘nın
“çok etkileyici” (very impressive!) bir makalesini paylaşmak istiyoruz..

Yazı yumuşak yumuşak yatağında akıyor ve sizi de debisine çekiyor..
Arada sarsıcı – silkeleyici ara sonuçlara varıyor ve altını çiziyorsunuz.

Sevecen ama bilimsel akılcılığın ödün vermez ilkeleriyle tarihsel irdeleme devam ediyor ve deterministik bilimsel sonuçlara varıyor.. Ötekileştirme yok, dışlama yok, ırkçılık yok; tersine kucaklama ve kaynaştırma, emperyalizme karşı dayanışmacı bütünleştirme çağrısı var..

Kimliksizleştirme tuzağına kadife eldivenli demir yumrukla tarihsel gerekçeli red var;
ama ulusal bilinçle kenetlenerek barış ve gönenç içinde uygarlaşma,
Batı ile yarışma var..

Kutsal emanetin gerçek sahipleri gençliğe odaklanma, tarihsel misyonun yaşamsallığını vurgulama ve Ata’nın gençliğe güvenini yineleyerek gençlere bilimsel – akılcı eğitim dileği var.. Dar siyasal kalıplara onları alet etmeye ise kesin bir karşı duruş..

Bir Tarihbilimci, böylesine mi ussal (rasyonel) ve işlevsel çıkış reçetesi verebilir
duvara dayandırılmış bir topluma??
Gerçekte soluk soluğa kaygıyla ama, bilimsel yöntemin vazgeçilmez serinkanlılığı, ağırbaşlılığı ve olmazsa olmaz umuduyla…

Bravo sevgili kardeşim Prof. Kemal Arı!

Sevgi ve saygı ile.
10 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

TÜRK GENÇLİĞİ ATATÜRK’ÜN YOLUNDAN GİTMELİDİR…
(-Türk Gençliği Bakışlarını Engin Maviliklere Çevirmelidir!)

Prof. Dr. Kemal Arı 

portresijpg

Türk Devrimi başarıya ulaştı mı ulaşmadı mı tartışmaları yapılıyordu bu ülkede bir zamanlar…

Öyle ki, yerli düşün insanları yanında yabancılar da bu konularda yazar çizer;
Türk Devrimi ile Türk Ulusu’nun yarattığı olağanüstü dönüşüme bakarak,
ilk kez İslam Dünyası’nda Türklerin demokrasi kültürünü benimsemiş bir topluluk olarak,
Doğunun yazgısını değiştirdiği söylenir dururdu…

1970’li yılların düşün önderlerinin genel olarak üzerinde durdukları kavram “Batılılaşmak” tı… Batılılaşmak, çağdaşlaşmak kavramı ile eş anlamlı görülürken; kimileri de geleneksel değerlere vurgu yaparak, Batılılaşmak kavramını daha geniş bir çerçevede ele alıyordu. Bunlar kültürü daha dar bir çerçevede ele alarak, Batılılaşmayı çağdaşlaşmak kavramından ayırırlardı. Oysa birinci düşüncede olanlar, Batılılaşma kavramında bir coğrafyayı ifade etmediklerini, Batı’nın Aydınlanma kültürünün altını çizmeye çalıştıklarını belirtirlerdi. Türkiye’de öyle ya da böyle bu tür konularda entellektüel düzeyde yorum yapan bir aydın-elit zümreyi yaratabilmişti bu toplum. Dolayısıyla, Türk Devrimi’nin kuramsal yönden irdelenmesinin en canlı örnekleri,
bir on yıl öncesinde başlamış olmasına karşın, en çok bu yıllarda verildi…

Sonra başka kuramcılar ortaya çıktı yerli ve yabancı…
Onlar, dünyada değişen koşullara koşut olarak, Türkiye’nin geleneksel çağdaşlaşma çizgisinden hareket ederek, kendi içinde bir evrilişin gerekli olduğunu savunuyorlardı. Çünkü artık Soğuk Savaş döneminde özellikle ABD’nin bölgede müdahalesi
çok daha etkiliydi…

SSCB ile ABD arasındaki gerilim; gelişen sanayilere koşut olarak enerji havzalarında güç gösterisine neden olmuştu. Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesinden sonra ABD bölge ülkeleriyle çok daha içli dışlı olmaya başlamıştı.
Kendisi şimdi bölgeye yeni bir düzen vermeye çalışıyor; ancak bölgede istediği gibi
at koşturabilmek için, tam bağımsızlık ilkesinden hareket eden ulusal yapıları güçlenen devletlerden pek hoşlanmıyordu. Çünkü bu düşünceleri savunan ülkelerle işbirliği yapmasının güçlükleri vardı. Özellikle Türkiye’de ve Mısır’da kimi milliyetçi akımların ve bu etkiyle kendini ifade eden kesimlerin yurtsever duruşu, ABD’nin
hiç hoşuna gitmiyordu. Mısır’daki toplumsal yapının daha yüzeysel bir milliyetçi temele dayandığı, onun azıcık kazınıp altına inildiğinde, şeriatçı eğilimlerin sırıtıp durduğu görülüyordu. Çünkü Mısır hiçbir zaman gerçek anlamda laik olamamıştı.
Bunu başarabildiği ölçüde, Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’si başarmıştı ve
Türk toplumunda bu mayanın büyük ölçüde tuttuğu görülüyordu.

  • Hem yurtsever, hem laik; hem akılcı ve bilimsel düşünceden yana olan kitleler, emperyalizm için kuşkusuz büyük bir engel oluşturuyordu.

Böylece bu tarihlerden sonra, Çağdaşlaşma ve Batılılaşma kavramlarında bir
algı değişimi yaşanmaya başlandı. 12 Eylül 1980 öncesinde başlayan aydın kıyımı, 12 Eylül sonrasında da hunharca sürdü.

  • Hedef alınan aydınlar bağımsızlıkçı ve Atatürkçü kimliği güçlü olan kişiliklerdi.
  • Aydınlarını yitiren Türk toplumu, bu emperyalist güdümünde gelişen düşüncelere karşı da savunmasız duruma gelmişti.

Örnek mi?

Prometheus’un yazgısı...
Ne yapmıştı?
Zeus, Olimpos’ta yaşayan büyük tanrıydı. Yoksul kitleleri düşündüğü yoktu.
O’nun derdi, o tanrıça, bu tanrıça; bir anlamda zevk-i safa idi. Ancak toplum, karanlıklar içinde ve soğuktan tir tir titrer bir durumdaydı. Prometheus daha fazla buna dayanamadı. Çıktı Olimpos’a ve Zeus’un tekelinde olan ateş ve ışığı çaldı. Sonra bunları topluma götürdü. Ortalık aydınlandı; soğuk yerini ılıman bir sıcaklığa bıraktı. Ancak Zeus o denli öfkelenmişti ki; Prometheus’u yakalattı ve bir kayalığa bağlattı. Bir kartala da buyruğunu verdi: Kartal, her gün gidiyor; şeytan azapta gerektir diye Prometheus’un ciğerinden bir parçayı koparıyordu.

Böylece Prometheus öldü.
Ancak O’nun cesaretiyle bir kez toplum ışığı ve aydınlığı tanımıştı.

  • Türk Ulusu da Mustafa Kemal Atatürk ile Aydınlanmanın
    gür ışığı ve sıcaklığıyla tanıştı.

Aydınlar; topluma o ışığı aktaran birer ateş böceği gibi karanlıkların üzerine serpilmişlerdi.. Ancak karanlıktan hoşlanan karanlık ruhlu emperyalizm,
Türk toplumunu yeniden tutsak kılmak için, birer birer onun aydınlarını katletmekten
geri durmadı.

Yazık, çok yazık!

Tıpkı Prometheus gibi; Muammer Aksoy’lar, Uğur Mumcu’lar,
Ahmet Taner Kışlalalı’lar; daha önceleri de Cavit Orhan Tütengil’ler;
derken Bahriye Üçok’lar ve daha kimler, kimler bu canavarın kurbanı oldular.

Şimdi düşünmek gerekiyor: Türkiye’de şu an, on-yirmi tane Uğur Mumcu olsa ve
bunlar, şu anda yine toplumun yüzünün akı olan gerçek aydınlara eklenseler;
Türkiye nasıl bir Türkiye olurdu?

Düşünmeye değmez mi?

Aydınlarını yitiren toplumlar, karanlıklarda debelenen ve yolunu şaşıran kervanların durumuna düşer ve her an ona haramilerin saldırması an meselesidir.

Devam edelim; Türkiye’de ne oldu?

Bu dönem aşılınca; çoğulcu ve ileri demokrasi söylemi altında, özellikle laiklik kavramı sulandırılarak; dini argümanlarla siyaset yapan oluşumların önü 12 Eylül dönemiyle birlikte sonuna dek açıldı. 12 Eylül’ün baş aktörü Kenan Evren gittiği her yerde Kuran’dan ayetlerle ve kimi dini referanslarla mitingler düzenliyor; ilk kez dindar bir gençlik yetiştirmenin gerekliliğini, sol düşünceye karşı savaşımda önemli gördüğünü açıkça beyan ediyordu. Oluşan bu iklim, aşama aşama bugünü hazırladı.

Bugün, kuşkusuz dünün sonucudur.
Ve gelecekte bugünün de yeni sonuçlarını bu toplum yaşayacak…
Ancak, yine de anımsatmadan edemeyiz:

  • Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde ve kendi geleceğini yeniden kurgulamada, Atatürkçülük’ten başka çözüm yolu yoktur.
  • Çünkü Atatürkçülük bağımsızlık, özgürlük ve ulusal devlet yanlısı
    bir dünya görüşüdür. Laiktir ve seküler yaşam biçimini toplum için öngörür.
  • Aklı ve bilimi rehber edinir…

Aydınlanma kültürünün bir uzantısı olarak, Anadolu’da yeşermiş özgürlükçü ve bağımsızlıkçı bir hareket olmakla birlikte, yine Batı kültürünün ortaya çıkardığı emperyalizm karşıtı bir duruşla varlığını ortaya koyar…

Bugün Türkiye için en büyük tehlikenin

– ayrılıkçı siyasal oluşumlar,
– terör ve dinci dikta özlemleri

olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyle ki; Türkiye’nin ulusçu tepkileri
son yıllarda iyice örselenmiş; kimi masallarla sanki toplum bütünüyle uyutulmuş gibidir.

Bu gidişin sonu, açıkça kimliksizliktir. Ulus gerçeğini reddeden bir siyasal yaşamın
ve toplumsal örgütlenme modelinin, laik düşünceli bir yurttaş tipi yaratamayacağı için, gerçek bir demokrasiyi içselleştirmesi de olanaksızdır.

O nedenle; hiçbir siyasal kutuplaşmaya girmeden

  • Türkiye gerçeklerle yüzleşmeli
  • Ve ulusal kimlik, tam bağımsızlık, laiklik ve özgürlükçü çağdaşlaşma modellerini yeniden tartışmalıdır.

Yoksa; verili durum, bir sürüklenişten başka bir şey değildir. Denetimsiz sürüklenişin sonu, bir engele toslamak ve çarpışın şiddetine göre belki de un ufak olmaktır.
Bu yönden bakıldığında, temel ilkelerini yitirmiş; örneğin ulusal kimliğinden uzaklaşmış
bir Türkiye’nin ne iç ne de dış politikada geleceğini hayra alamet görmek,
nasıl olanaklı olabilir?

Düşünebiliyor musunuz; millet var, bu milletin adı yok;
yine millet var, bu milletin milli dış politikası yok…

Bu iki yokluk, bir tek var olanı, yani Ulus/ Millet gerçeğini de yok eder.

Bu ise bütünüyle kimliksizliktir.

Biz Türk’üz…

Irkçılığı reddeder ve kendini bu duyguda bütünleşmiş herkesi Türk sayarız…
Üreten, ürettiğinden çoğunu tüketmeyen; tasarruf düşüncesini geliştirmiş, birey kimliğini güçlendirmiş; aklı ve bilimi önemseyen, doğayı, toplumsal yaşantıyı ve dünyayı
buna göre yorumlayan; Aydınlanma kültürünü tanıyan, ama kendi tarihini ve
öz kimliğini de içselleştirip benimsemiş kuşaklar yetiştirmek zorundayız.

Gençliğimizi hiçbir zaman biri ya da birilerinin siyasal saplantılarının kurbanı yapamayız.
Gençlik, bugünden geleceğe uzanan gür filizlerimiz olmak zorundadır.
Onlar yönünü ufka yöneltmelidir; göğün maviliğine ve enginliğine;
ağacın köklerine ve toprağın içindeki karanlıklara değil…

“O partinin gençliği, bu partinin gençliği, şu cemaatin ya da şu etnik kökenin gençliği!” sözlerinin hiçbirine katılmıyorum…
Türkiye’de tek bir gençlik vardır: O da; Türk Gençliği’dir…
Bunun evelemesi gevelemesi olamaz…

  • Türkiye hukukun üstünlüğüne inanan, yönünü demokratik Batı dünyasına çevirmiş; tekil (üniter) devlet yapısını korumak zorunluluğu içinde olan; bu gerekliliği yerine getiremezse, parçalanmanın eşiğine yuvarlanma tehlikesi bulunan bir ülkedir.

Bu kavramlarla nasıl oynanabilir ve bu tehlikelerin önü, “ileri demokrasi masalları” ile açılabilir? Bu ateşle oynamak kadar tehlikeli bir şeydir.

Türk gençliği ise, bütün çağdaş ve ileri düşünce ve teknoloji ile donatılmalıdır.
Beyinler, palangalarla sarmalanmış biçimde geleceği kurgulayamazlar….
Onu besleyen, akılcı yaklaşımlar, bilim ve özgür düşüncedir…

O tarikata itaat, bu cemaatin irşadına göre hareket…
Akılcı ve bilimsel düşünceyi ilke edinmiş körpe beyinler,
bu kalıplara girmeye nasıl zorlanabilir?
Çünkü dünya bir yarış içindedir.
Dünya toplumları bilimde, teknolojide yarışarak geleceklerini oluştururken;
dogmalarla körpecik beyinleri tam bir uyuşukluk içine itilmeye çalışılan gençliğimizin, öteki ülke kuşaklarıyla yarışması nasıl olanaklı olabilir?

Türkiye’yi seviyoruz.
Biz bir ulusuz…
Bağımsızlıkçı ve özgürlükçüyüz…
O halde gençlik, siyasal ereklerin aracı olamaz.

  • Açın gençliğin önünü!

Çünkü genç demek, gelecek demektir. Ona ancak çağdaş, özgürlükçü, bağımsızlık; kendi toplumsal değerleriyle de çelişmeyen duruş sahibi bir kimlik yakışır…
Bu özelliklerse Atatürk’ün bizlere bıraktığı mirasta fazlasıyla var…

  • Her şey bizde, bizim özümüzde iken,
    başka şeylerde arayışta olmanın hiçbir anlamı yok… (Nisan 2014)

AVUKATLAR GÜNÜ MESAJI


Dostlar
,

Dün, 5 Nisan, “AVUKATLAR GÜNÜ” ydü.
Biz 4/5 Nisan gecesi CEVİZKABUĞU programında Sn. Hulki Cevizoğlu‘nun konuğu idik ve Yeni AKİT Gazetesi İmtiyaz Sahibi Sn F. Uğurlu ile
YEREL SEÇİM SONUÇLARINI tartışmakta idik.

Bu program bu gece 22:30 sonrasında yinelenecek..

Gecenin çok ilerleyen saatlerinde otelimize gelebilmiş ve birkaç saat uykudan sonra Ankara’ya dönüşe geçmiştik. O yorgunluk içinde atladık..

Tüm Avukat dostlarımızdan, başta Avukat kızkardeşimizden bağış diliyoruz..
Günleri kutlu ve mutlu olsun dileriz.
Ülkemizin şu çoooook zor günlerinde onlara çok gereksinimimiz var..
Her şey gönüllerince olsun ve hakka –  adalete – hukuk devletine hizmet eden
tüm dürüst ve yürekli avukatlara bizden de selam olsun..

Gazi Üniv. den Öğr. Gör dostumuz Nurullah AYDIN bizim düşüncelerimizi de
kağıda dökmüş sağolsun.. Yazısını paylaşalım teşekkür ederek..

Sevgi ve saygı ile.
6 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

Bu gece, CEVİZKABUĞU Programındaki programımız yinelenecek..
Sokak TV, 22:30 sonrası..
Konu YEREL SEÇİMLER..
Bilgi ve ilginize sunarız.

==============================================

AVUKATLAR GÜNÜ MESAJI

portresi

 

Nurullah AYDIN
5 Nisan 2014, ANKARA

 

 

Türkiye kaos içinde ama çoğu farkında değil.
Devlet kavramının altüst edilişi,
Ülkenin yeraltı yerüstü kaynaklarının yabancıların eline geçişi,
Zengin yoksul/fakir farkının artması,
Tarafsızlık ve yansızlığın terkedilmesi,
Millet kavramının azınlık radikal dinci zihniyetin inancı düşüncesi imiş gibi yansıtılması,

Hukukun, adaletin katledilmesi.

Ayrımcılığın ve nefret söyleminin egemen duruma geldiği, bir dönemde, aydınların hukukçuların görevi, öbür meslek kümelerine göre daha da önem kazanmaktadır.

Halk derin bir uyku içindedir. Rahat, huzurlu memnun.
Olup bitenleri görememenin, uyandırılacağını düşünememenin keyfini sürüyor. Saadetin hep böyle devam etmesini, hiç uyandırılmamasını ister.
Ama bir gün gelecek, uyandırılacaklar. 

Biliyorum; halk okumayı, düşünmeyi sevmiyor. Düşünürse rahatının kaçmasından korkuyor. Mücadeleden ürküyor. Öylesine ürküyor ki; sizin için yapılan mücadelelerle ilgisinin olmadığını, göstermek ihtiyacını duyuyor.

Ülkenin birçok sorunu var. Şer güçler, sayılamayacak kadar çok. Diken üzerinde. Fakat halk dikenli bir yolda ayağını yaralamadan yürümenin, mümkün olmayacağını unutuyor. 

Tehlikeyi görünce, korkulu bir rüya görürmüşçesine sırtını dönüyor.
Yeni ve eskisinden daha derin bir uykuya dalıyor.

Hiçbir feryat halkı uyandıramıyor; tehlikeyi anlamasını temin edemiyor.

Yaklaşan düşmanın, ara sıra yumruğunu yiyor; hassas bir yerinize iğne batırılmış gibi şöyle bir sıçrıyor; şaşkın şaşkın bakıyor ve sonra da başını yastığa gömüyor. 

Nasıl mı? Türkiye’de, Siyasetin Yargı’yı Kuşatmasından öte;
Yargı’nın Siyaset tarafından teslim alınması ve yapılandırılması
gerçeğiyle karşı karşıyayız.
 

Yargı dahil olmak üzere, devletin ve toplumun kurumları,
köhnemiş çağdışı zihniyete sahip olanların birimi durumuna dönüştürülmüştür.
 

Siyasete tabi olan Yargı kimliği sergileniyor. Belli zihniyete sahip kişilerce
devlet bünyesinde oluşturulan Yargı’nın dramatik bir örneği ortaya konulmuştur.
Yargı, siyaset iç içedir, birbirine şirin görünme yarışı içine girmişlerdir.
 

Uygulamalarla; yasama, yürütme ve yargı arasındaki danışıklı ilişki, bağımsız ve
tarafsız Yargı anlayışıyla bağdaşmayan ögeler bütün gerçekliğiyle ortaya çıkmaktadır.
 

Türkiye; kin, nefret ve öfke ile intikam diye sayıklayan, dini istismar eden,
adaleti katleden bir kesimle karşı karşıyadır.
 

Üstünlerin Hukukunu gerçekleştirmenin hazzıyla birbirlerini kutlayanlar artmaktadır. Devlet nüfuzunun kötüye kullanılması suretiyle oluşan böyle bir tablodan demokrasi, insan hakları, kamu hizmeti verimliliği ve toplumsal barışın çıkmayacağı açıktır. 

Türkiye, hukuku askıya alan bu ilişkiye mahkûm olmayacaktır.
Kendisini kuşatan yapıyı kıracak ve Hukuk Devletini yeniden inşa edecektir.
 

İnanıyor ve umut ediyorum ki;

Ülke sathında kamu gücünün kötüye kullanılmasıyla oluşturulmuş çıkar ilişkilerine girmeden ve tenezzül etmeden; 

Sivil Toplumun sesi olacaklardır.
Mağdurların hak ve hukukuna sahip çıkacaklardır.
Çevre katliamına karşı çıkacaklardır.
Yaratılan korku ve baskı iklimine karşı haykıracaklardır.
Hukuktan yana, adaletten yana, haktan yana olacaklardır.
Üstünlerin hukukunun temsilcisi olmayacaklardır.
Güçsüzlerin, mazlumların ve mağdurların sesi olacaklardır. 

Bu gerçekler ortamında Türk Milleti’nin avukatlarının avukatlar gününü kutlarım.

TÜRK ULUSU İÇİN TEK SIĞINAK; ATATÜRK’TÜR

Dostlar,

9 Eylül Üniversitesinden dostumuz Devrim Tarihi uzmanı sevgili Prof. Kemal Arı, bir tarih bilimci olarak ne denli içtenlikle ve ustaca Atatürk sevgisini işlemiş..
Yumuşacık ama kararlı, bilimsel ama sevecen, soyut ama iyi somutlanmış..

Evet.. Atatürk’ten başka çözüm yolumuz yok!

Sevgi ve saygı ile.
11 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

TÜRK ULUSU İÇİN TEK SIĞINAK; ATATÜRK’TÜR…
(O olmazsa Türkiye olmaz…)

portresijpg

Prof. Dr. Kemal ARI

 

 

Bu söz, bir anda çok çarpıcı gelebilir.
Kimileri; “Bu kadar mı?” diye sorabilir…
Evet, bu kadar…
Bu kadar önemli, gerekli ve olmazsa olmaz koşuldur bu.
Oldukça açıkça ilan ediyorum:

  • Atatürk ve onun temel düşünceleri olmazsa;
    yaşama ve uygulama olanağı bulunmazsa, Türkiye olmaz…”

Bu sözleri, belli bir bilinçle; yaptığım zihin egzersizleriyle; tarihten edindiğim deneyimlerle sezinliyorum da, ondan bu kadar açık konuşuyorum.

Atatürk ne istiyordu?

O’nun düşünce dünyasında ve öğretisinde neler vardı? Bunların belli başlılarını ele alalım da; beni bu noktaya götüren temel etkenleri daha yakından tanımaya çalışalım:

Bilime karşı olabilir misiniz?
Bilimsel düşünceye ve onu oluşturan temel yasalara?

  • Atatürk, bilimi ve bilimsel düşünceyi
    en temel yol gösterici olarak
    kabul eder.

Bilime önem vermeyen bir toplumun, günümüz dünyasında yaşama şansı
olabilir mi? Uygar bir ulus olacaksak bilimi önemseyeceğiz. Ancak bu bilim
aynı zamanda akılcı ve insanlığın ortak yararına olmalı. Bilimsel olan her şey akılcı olmayabilir. O nedenle Atatürk, “akıl” ve “bilim” sözcüklerini yan yana kullanmıştır.

Bilimsel düşünce, laik ve seküler yönetim ve yaşam biçimlerinde gelişir.
Bu gerçekliği yadsıyıp görmezden gelebilir misiniz?

Atatürk’ün düşünce dünyasında laiklik ve seküler yaşam biçimi, en önemli noktalardan biridir.

  • Laiklik, aklın ve bilimin önünü sonuna dek açan yasaları oluşturur.

Değişik dinsel  uygular ve dogmalar altında özgürce inandığını yaşayan insanları, grupları ve farklı düşüncede olanları birleştiren, bir araya getiren; ortak paydada buluşturan tek olgu, laikliktir.

Üstelik laiklik, inançların da güvencesidir.
Yasalar laik olmalıdır. Laik olmayan yasalar, dinsel hükümler içereceğine göre; onların ne çağdaş yasalar olduğu pozitif hukuk açısından söylenebilir ne de
bu tür yasalar, toplumda pek çok farklı inançtan ve mezhepten insanlar ve kesimler olduğuna göre; onları eşitleyen ilkeleri getirebilir. Bütün bunları sağlayan, devletin laik sistemi ve toplumun seküler yapısıdır. Yoksa devlete, devletin işleyişine, gündelik yaşamın her alanına cemaatler, tarikatlar, mezhepler ve başka dinsel örgütlenmeler hakim olmaya çalışır ve toplum bir anarşinin içine yuvarlanır. Hukuk, modern ve pozitif hukuk olmaktan uzaklaşır ve bu yapıdan demokrasi çıkmaz.

Atatürkçülük yurtseverliktir…

Bunun tersi düşünülebilir mi?
Hiçbir tarih bilinci ve bir millete bağlılık duygusu olan kişinin, yurtsever olmadığı düşünülemez. Yurt, yalnız üzerinde yaşadığımız toprak değil; bizi var eden
en kutsal değerler bütünüdür. Yurdunu seven insan, onun değerini bilir ve onu yüceltmeye çalışır. Bu duygu, ulus kimliğini pekiştirir. Yayılmacı politikaların
aleti olmuş imparatorluk duygusunun yerini ulus devlet duygusu alır.

Ulusun tanımından doğan en temel kavramlar, bu yapıdan beslenir ve
modern bireyi, ulusu ve ulusal egemenliği yaratır.

Ulusal egemenlik ise modern demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur.
Üstelik pozitif hukuku yaratan en temel değerdir.

3- Barışa, hümanizmaya ve evrensel etik değerlere karşı mısınız?

Atatürk, yurtta olduğu gibi, dünyada da barışı savunur. Savaşların sona ermesini, ezenlerin ezilenler üzerindeki emperyalist duygularına son verilmesini ister. Hümanizmaya, yani insan sevgisine sonuna kadar düşünce dünyası açıktır.
İnsanı sevmek, insanlığı sevmektir. Bu ise evrensel ahlaka, insani değerlere olan bağlılığı yanında getirir. Ulusal düşünceye sahip olmak, evrensel ilkelerle çelişmez. Çünkü ulus, modern dünyanın uygar bir toplumu olan; ancak tarihten
ve yurt sevgisinden gıdasını alan bir yapı olarak görülür. Bu nedenle;
kendi öz değerlerini yitirmeden, ancak onları daha da geliştirerek,
insanlığın ortak değerlerine katkıyı öngörür…

Ve Atatürk, birlik ve bütünlüğün güvencesidir.

Çünkü O, Anadolu sathında yaşayan her kişiyi, aynı köke bağlı gür damarlar olarak görür. Onlar arasında ayrılıklar olduğunu ileri sürmek ve bunları körüklemeyi, geçmişte düşmanla işbirliği yapmış emperyalistlerin oyunlarından farklı görmez… Bu nedenle Türk Ulusu’na, emperyalizme karşı güçlü olabilmek için bu ilkeler çerçevesinde, ulusal birlik ve bütünlük duygusuna sonuna dek
bağlı kalmayı öğütler…

Şimdi bir sonuca gelelim:

Kuşkusuz, bu sayılanlara pek çok şey eklenebilir. O’nun halkçılığı, devletçiliği; cumhuriyetçiliği ve daha pek çok görüşü bu genel başlık içinde işlenebilir.
Kimi zaman tarihe tersine bakmak, doğruları görmek için bizim için gerekli olabilir.
Bir empati yapmayı, bir şeyin tersi yerine kendimizi koyarak, olana o cepheden bakmayı denemek, olumsuzlukları görmek için büyük ve somut kanıtlar
ortaya sunar:

Şöyle düşünelim?

Atatürk ve O’nun temel düşünceleri uygulama olanağı bulmazsa ne olurdu?
Bunu daha da somutlaştıralım:

Atatürkçülük;
– akılcı düşünce ve bilim,
– laik-seküler yaşam,
– ulus devlet ve ulusun egemenliğine dayanan cumhuriyet;
– yurda olan bağlılık, birlik ve bütünlük duygusu ve yurtseverlik;
– en aşağı yedi bin yıllık tarihe bağlılık duygusu;
– bireye bir kimlik, özgüven ve yurttaş olma yolunu açan …

bir aydınlanma hareketi olarak tanımlanabileceğine;
ve onca şeyden sonra, bütün bu yapılanlara karşın, toplumsal olarak geldiğimiz yere bakarak; bir de bunlar olmasaydı; ne olurdu hiç düşündük mü?

Kul olarak kalsaydık ve birey oluşumunu tamamlayamasaydık;
Emperyalizme ulusal başkaldırışı gerçekleştiremeseydik;
Laik yaşamı kurgulayıp uygulamaya koyamasaydık;
Ulus kimliğini geliştiremeyip, ümmet ruhu içinde ulusal kimlikten uzak yaşasaydık;
Kendi tarihimize, dilimize, bizi biz yapan temel değerlere sahip çıkamasaydık;
Aklı öne alan, bilimi önemseyen açılımlar yapamasaydık;
Yarım da kalsa, sonu getirilememiş olsa da;
“Bir Türk Aydınlanması”nı hiç ama hiç tanımasaydık…

Örneğin kadınlara haklarını vermeseydik, yazı devrimini gerçekleştiremeseydik; modern kurumları, meclisi ve yargı organlarını yaratamasaydık ve hala bir sultana kulluk görevini yerine getirir durumda kalıverseydik…

Bütün bunlara karşın, bugün bile onca ağır sorunumuz varken, bir de bunlar olmasaydı, hiç düşündük mü?

Atatürk, büyük adamdır.

Türklerin tarihini, gittiği karanlık yoldan aydınlık yola çevirmiş önemli bir tarihsel kişiliktir. Emperyalizme karşı, ulusal kimlikle ilk başkaldırıştır. Geri kalmış bir toplumu aydınlanmanın değerleriyle birleştirmiş büyük bir aydınlanmacıdır.

Yurtseverlik düşüncesini gönüllere işleyen büyük bir kahramandır.
O olmazsa Türkiye olmaz…
Artık bunu bir anlayabilsek!
Bir inebilsek O’nun düşünce temellerine!
Ve oradan almamız gereken gıdayı bir alabilsek…
Ah, bir başarabilsek bunu…

Ama her felaket, her kötülük, her kötüye gidiş, kişiye olduğu gibi toplumlara da
iyi olanı yeniden tanıma olanağı sunar…
Bugün;

Türk Ulusu, Atatürk’ün tek ve en gerçek sığınak olduğunu anlamıştır.

O, en sıkışık zamanlarımızda başımızı sokacağımız büyük yurt ve bayrak sevgisinin ta kendisidir de ondan.

Atatürk’ten başka çözüm yolumuz yok.

Bunu artık biliyor ve çok daha derinden ulusça hissediyoruz… (10.3.14)

Fethullah Gülen 35 yıldır CIA’den maaş alıyor!

 

Fethullah Gülen 35 yıldır CIA’den maaş alıyor!

Yorumların dayandığı kaynaklar, yorumların hemen yanındadır.
Yorumların sahiplerini bilmiyorum.
Ancak söylenenlerin doğru olduğunu biliyorum.

Oraj POYRAZ 

 

Fethullah Gülen 35 yıldır CIA’den Maaş alıyor!

Said-i Nursi müritliğiyle Erzurum’dan yola çıkan gezici vaiz Fethullah Gülen’i,
New York-Vatikan-Kudüs’e uçuran süpürgenin bir CIA imalatı olduğunu saptıyoruz.
Said-i Nursi, Yüzyılın başında İngiliz emperyalizminin İslam coğrafyasında
egemenlik kurmak için kurduğu Nakşibendî tarikatının bir şeyhiydi.

  • Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışında işgalci güçlerle işbirliği nedeniyle
    mahkûm oldu,
  • Atatürk döneminde yasaklıydı ama Türkiye NATO’ya girdikten sonra
    Nur tarikatını kurdu.

ABD yönetimi, NATO vasıtasıyla, üye ülkelerde ve çevre ülkelerde “komünizmle mücadele” adı altında doğrudan kendisinin hükmettiği paralel örgütler kurdu.
1991 yılında İtalya’da bütün NATO üyesi ülkelerde kurulduğu açığa çıkan örgüte
Gladyo adı verildi. Oysa kendi kaynaklarında bu örgütlere “SüperNATO” adı veriliyor.
Türkiye’deki SüperNATO örgütlenmesi, istihbarat örgütleri içinden doğdu,
sonra Türkiye’nin bütün yönetimine egemen hale getirildi.

  • 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980′deki Amerikancı askeri darbeleri
    Türkiye’deki SüperNATO örgütü yaptı ve iktidara geldi.
  • Türkiye’deki parlamenter yapı da tümüyle SüperNATO’nun güdümüne girdi.

Fethullah Süper NATO’nun Çocuğu

Fethullah Gülen, bugün dört kıtada faaliyet yürüten şeriatçı örgütünün temelini, SüperNATO’nun ilk sivil örgütlenmelerinden olan Komünizmle Mücadele Derneği sayesinde atıyor. İlk şubesini 1954′te İzmir’de açan bu dernek, Türkiye’de şeriatçı sağcı militanların eğitim üssü. Gülen, Komünizmle Mücadele Derneği’nin ikinci şubesini de memleketi Erzurum’da açtırdığını “Küçük Dünyam” isimli kitapta övünerek açıklıyor.

“Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne dek yalnızca İzmir’de vardı. İkincisi Erzurum’da bizim çabalarımızla açıldı. Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık.
Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençleri Caferiye Camii önünde topladık.
Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti.”
 (Latif Erdoğan, Küçük Dünyam, AD Yayınları, İstanbul, 1995, s. 78.)

Gülen, örgütünün inşasına Nurcu kamplarıyla başladı

Burada sahip olduğu en önemli araç, İzmir Kestanepazarı’nda kurduğu
“İmam Hatip ve İlahiyat’a Öğrenci Yetiştirme Derneği”ydi.
O sırada, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden yetişenler de
“komando kamplarını” kuruyordu.
İlginç olan, her iki kampın da aynı mekânlarda düzenlenmesidir.
Eğitmenleri de aynıdır; ABD’nin Türkiye’nin NATO üyeliği için koşul olarak kurdurduğu, parasını verdiği, eğitici yolladığı Gladyo.
Şeriatçı Nur şakirtlerinin de, faşist ideolojiyi takip eden “Komandolar”ın da
efendileri aynıdır: SüperNATO.

Belletmen olduğu Kestanepazarı yurdunda, gündüz yaramazlık yapanları akşam falakaya çeken Gülen’in bugün hükmettiği güç, Genelkurmay Başkanlığı tarafından 1998 başında hazırlanan bir raporda şöyle sıralanmaktadır:

  • Yurtiçinde

    85 vakıf,
    18 dernek,
    89 özel okul,
    207 şirket,
    373 dershane,
    yaklaşık 500 öğrenci yurdu ve
    biri İngilizce yayımlanan 14 dergi,
    15 ülkede yayımlanan 300 bin tirajlı Zaman gazetesi,
    ulusal düzeyde yayın yapan iki radyo
    ve uluslararası yayın yapan Samanyolu televizyonu;

    yurtdışında6 üniversite ve yüksekokul,
    236 lise,
    2 ilkokul,
    8 dil ve bilgisayar merkezi,
    6 üniversiteye hazırlık kursu ve
    21 öğrenci yurdu olmak üzere

    toplam 279 eğitim kuruluşu” bulunmaktadır.

(Batı Çalışma Grubu tarafından hazırlanan Bilgi Notu, syf. 4 ve 5.)

Amerikancı Liderler sayesinde Fethullah Gülen’in ABD ile kurduğu köprü hep işlektir.
Gülen, yükselişindeki büyük basamakları Amerikancı liderlere borçludur.
Örgütün kuruluşuna harç koyan, 1960′lı yıllarda dönemin uzun süre başbakanlık yapan Süleyman Demirel’dir.

Gülen, uluslararası ölçekte faaliyetini, ABD’nin Türkiye’de en güçlü olduğu yılda, 1980′de başlatmıştır. Devletin içindeki kaynakları o denli sağlamdır ki, askeri müdahale yapıldığı 12 Eylül’den bir gün sonra 13 Eylül 1980′de, hakkındaki operasyon emrini öğrenip kaçabilmiştir.

12 Eylül yönetimi, bir yandan aranıyor iken
O’nu Çanakkale Merkez Vaizliği’ne atamıştır.

12 Eylül döneminde örgütlenme faaliyetleri katlanarak devam etmiştir.
Gülen örgütüne sıçramayı yaptıran, 1986′da yakalanmışken O’nu İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı kuvvetlerinin elinden alan dönemin başbakanı Turgut Özal’dır.
Gülen, en büyük gelişmeyi, ABD vatandaşlığı ve CIA görevliliği Genelkurmay
Askeri Mahkemesi’nce soruşturulan Tansu Çiller’in başbakan olduğu 1993-97 arasında yaptı.

Gülen, Çiller iktidarında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin terfi ve tayinlerine bile müdahale edecek güce ulaşmıştı. Fethullah Gülen, bir orgeneralin kuvvet komutanı olarak atanmaması için hangi girişimlerde bulunduğunu bizzat kendisi 10 Ekim 1995′te
basın toplantısında açıklamıştı.

Reagan’ın Demokrasi Projesi ve Ulusal Demokrasi Vakfı

Fethullah Gülen örgütünün sıçrama yapmasıyla, ABD’nin dünyadaki etkinliğinin artması arasında bir paralellik bulunuyor.
Gülen örgütü, ABD’de Reagan iktidarında, Sovyetler’i çözmek amacıyla yürütülen
ve 1981′de resmileşen “Demokrasi” projesinin bir ürünü olarak serpiliyor.
Demokrasi projesi, 1970′li yıllarda, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin belirlediği
Yeşil Kuşak politikasının bir üst aşamaya çıkarılmış hali.
ABD’nin Çelik Çekirdeği, bir yandan en katı Amerikancı askeri diktatörlükleri ayakta tutarken, bir yandan da örgütlediği CIA muhalefetine “insan hakları ve demokrasi” görevi veriyordu.

“İnsan hakları”ndan kasıt, tabii ki etnik, dinsel ve kültürel haklardı.

Dünyanın her yanını saran din ve mezhep savaşları, mikro milliyetçiliğin kışkırtılmasıyla milyonların canına mal olan milli boğazlaşmalar, bu projenin eseridir.
Bu projeyi yürütmek için bir de örgüt kuruldu.

  • National Endowment for Democracy. (NED)
  • Yani Demokrasi Vakfı.

Kısa adıyla NED diye anılan vakfın, CIA’dan daha etkin bir örgüt olduğu
Newsweek dergisi tarafından teslim ediliyor.

ABD’nin “Project Democracy” si İslam ülkelerinde “ılımlı İslam”ın geliştirilmesi olarak piyasaya sürüldü.
Ilımlı İslam ideolojisiyle, hem “dinler arası diyalog” için zemin oluşturuluyordu,
hem de ABD’nin laiklik zemininde yükselen ulusal devletleri tahrip etmesinin aracı olarak işlev görüyordu.

“Ilımlı” sözcüğü, İslam fundemantalizminde bir ılımlılık değildi. Şeriatın koyu iktidarı için mücadele eden Ilımlı İslamcı örgütler, ABD yönetimine ve politikalarına karşı  “ılımlı” olmalıydı!

Pentagon tarafından İslam coğrafyasında “ılımlı İslam” hareketinin önderi olarak sayılan Gülen, kendi cemaatine ait Zaman gazetesinin 4 Eylül 1997 tarihli sayısında yayımlanan açıklamalarında, Batı ile ilişkiler hakkında şu değerlendirmeleri yaptı:

“İnanmış bir insanın Batı karşısında, Batı’yla entegrasyon karşısında, Amerika’yla entegrasyon karşısında olması katiyen düşünülemez” (Zaman gazetesi, 4 Eylül 1997)

Gladyo’nun Rolü

Gülen örgütü, 12 Eylül Amerikancı askeri darbesinin “Türk İslam sentezi”ni
resmi kültür politikası olarak benimsediği, tarikatların”sivil toplum örgütü” olarak kutsandığı, yeşil sermayenin önünün dizginsiz açıldığı koşullarda gelişti.

Gülen örgütünün gelişmesi, yalnızca bu iklimin dolaysız sonucu değil.
Devlet içinde örgütlenen Amerikancı paralel devletin doğrudan bir müdahalesi var.
Gülen’in Ege Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı’nca yakalanmasına karşın aynı gün serbest bırakılmasıyla, cezaevindeki ülkücü gençlerin gruplar halinde Fethullah Gülen örgütüne intisap etmeleri aynı döneme rastlıyor.

Gülen’in, Gladyo’nun tetikçileri Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı’larla ilişkisi de 1980′li yılların sonunda örülüyor. 1980 öncesinde MHP’ye bağlı Ülkü Ocakları Derneği’nin Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Çatlı’nın 1996 yılında Türkiye’de
büyük yankılara yol açan bir trafik kazasında üst düzey bir emniyet mensubuyla birlikte ölmesiyle, Özel Harp Dairesi’nin yetiştirdiği Gladyo tetikçilerini kamuoyu önüne çıkarmıştı.

Gülen, bu yıllarda cezaevinde mağdur durumdaki sahipsiz ülkücülere
büyük maddi yardımlarda bulunuyor. Komünizmle Mücadele Derneği’yle
Fethullah Gülen’in ikinci kucaklaşması bu döneme denk düşüyor.
MHP’nin ikiye bölünmesi, Muhsin Yazıcıoğlu’ni kurmasında da Fethullah Gülen’in belirleyici rolü saptanıyor.

Büyük Birlik Partisi’nin militanları 1990 sonrasındaki bütün uluslararası etnik terör eylemlerinde rol alıyor: Bosna’da, Çeçenistan’da, Gürcistan’da, Azerbaycan’da, Keşmir’de ve Sincian’daki şeriatçı terör militanlarının kaynağı Büyük Birlik Partisi oluyor.

Moon Tarikatı ve Fethullah Gülen

Fethullah Gülen’in CIA ile ilişkilerini sürdürmede en önemli örtülerinden biri,
Dinlerarası Diyalog oldu. Bu örtü de bir ABD üretimi. 1950′lerden başlayarak
dünyanın efendiliğine soyunan ABD, kıtalararası imparatorluğunu sürdürmek için,
her kıtasal din içinde kendisine bağlı bir tarikat örgütledi.
Bu tarikatların hepsinin söylemi aynı: Dinlerarası diyalog.

CIA denetiminde yürütülen bu faaliyetin ilk başarılı örneği Moon tarikatı.
1951′de Kore’yi işgal eden ABD, Güney Kore’yi sömürgeleştirirken
bir de Hıristiyan tarikatı kurdu ve

  • Güney Kore nüfusunun % 40′ı Budistlikten vazgeçip Hıristiyan oldu. 

Bu başarıdaki en önemli pay, bilinen adıyla Moon tarikatının.
Resmi adıyla anarsak; Birleştirme Kilisesi.

CIA’nın kurduğu Kore CIA’nın Washington temsilcisi Albay Bo Hi Pak da,
Moon tarikatının en güçlü adı. CIA, Moon tarikatını kullanarak Dünya Anti Komünist Ligi’ni örgütledi. Türkiye’de kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri de,
Dünya Anti Komünist Ligi’nin uzantıları.

Moon tarikatı, 1978′de, ABD’de bir Kongre soruşturmasına uğradıysa da
etkisini yitirmedi. Reagan döneminde Irangate skandalında boy gösterdiğini görüyoruz.
George W. Bush iktidarında Moon tarikatının sahibi olduğu Washington Times gazetesi, neo-konservatizm ve ABD saldırganlığının başlıca araçlarından biri oldu.

Fethullah Gülen’in Türkiye’de yayınlanan Zaman gazetesi ile Washington Times arasında sıkı işbirliği artarak sürüyor.

İsrail ile İlişkinin Ayırt Ediciliği

  • Moon tarikatının, Latin Amerika’daki askeri diktatörlüklerle,
    İsrail üzerinden kurduğu uyuşturucu ve terör bağı dikkat çekici.

Fethullah Gülen’in İsrail ile yakın ilişkisi de O’nun en ayırt edici özelliği.
Körfez Savaşı’nda, Irak yönetiminin İsrail’e attığı Scud füzesi üzerine İstanbul’da verdiği vaaz ve döktüğü göz yaşları ve ettiği bedduaların kaseti, İslamcılar tarafından
elden ele dolaştırılıyor.

İsrail ile ilişki, ABD açısından kilit öneme sahip.

Graham Fuller’in İslamcı hareketi konu alan Kuşatılanlar kitabında, İslamcı hareketlerin Batı ile entegrasyon için yapması gerekenlerin başında İsrail ile iyi ilişki geliyor.
(G. Fuller, I.O. Lesser, Kuşatılanlar, Sabah Kitapları, İstanbul, 1996, syf.126.)

Gülen’in İslamcı kitleleri kendisinden soğutma tehlikesine karşın, Kudüs Başhahamı ile yakın ilişkisi ve Fethullahçıların işadamları derneği İŞHAD’ın İsrail’le bağları,
bu politikanın gereği olarak kuruluyor.

“Abramowitz’le Beni Kasım Gülek Tanıştırdı”

Moon tarikatı ile Fethullah Örgütü arasındaki bağ, hedef benzerliğinden ibaret değil.
Organik ilişki var. Moon tarikatının Türkiye halifesi, Cumhuriyet Halk Partisi eski
Genel Sekreterlerinden Kasım Gülek ile Fethullah Gülen’in dostluğu artık saklanmıyor Gülen’in reklamını değişik yayın organlarında yapan yazar Hulusi Turgut,
21 Ocak 1998 tarihli Yeni Yüzyıl’da bu ilişkiyi şöyle anlatıyor:

“Kasım Gülek, Fethullah Gülen’le çok iyi dostluk ilişkileri içinde bulundu.
Gülen, Kasım Gülek’le sık sık görüşürdü.
Vefatı üzerine bu eski dostunun cenaze namazını kıldırmıştı.
Fethullah Gülen’e sorduk:

‘Amerika, sizlerle ilgili referansı merhum Kasım Gülek’ten mi aldı?’
Gülen bu konuda şunları söyledi: ‘Kasım Gülek beyin baldızı Amerika’daydı.
Yani Pentagon’la irtibatları vardı.
Eğer kendisine değişik patformlardan, Beyaz Saray’dan sormuşlarsa
‘Bunlar nedir?’ diye, o da ‘Endişe edilecek bir şey yoktur’ demiştir, referans vermiştir”
(Yeni Yüzyıl gazetesi, 21 Ocak 1998)

Gülen, 1 Eylül 1997 tarihli Zaman gazetesinde bu ilişkiyi şöyle açıklıyor:
“ABD’de görüştüğüm insanlardan biri Abramowitz’di.
O, Türkiye’de bir zaman elçi olarak kalmıştı.
Müşterek dostumuz Kasım Gülek Bey vardı.
O’nun vasıtasıyla gıyaben O’nu tanıyorduk…

Türkiye, şimdiye dek çok ölüm-kalım krizlerine maruz kalmıştır.
Bunu isterseniz bir kriz sayın ama bu millet bunu aşar dedim.
Hatta bu ses, imkânı varsa Beyaz Saray’a kadar, Kongre’ye kadar, Pentagon’a kadar götürülmeli dedim” (Zaman gazetesi, 1 Eylül 1997)

Gülen, 1992 yılında ABD’ye gittiğinde, Kasım Gülek’in, Pentagon’da albay olarak görev yapan, sonra şüpheli bir şekilde ölen baldızı aracılığıyla Pentagon ve CIA yönetimi ile ilişkiye geçtiğini de anlatıyor.

Moon tarikatı ile Fethullah Gülen’i birleştiren bir başka ad; Gladyo’nun tetikçisi
Abdullah Çatlı. Çatlı, 1981 yılında Dünya Anti Komünist Ligi’nin toplantısına katılıyor.
1992′de Gülen’i ABD’de havaalanında karşılayan da Abdullah Çatlı.

====================================

Dostlar,

Sayın Oraj Poyraz‘a bu önemli yazı için teşekkür ederiz..

Türkiye’nin bu iğrenç ilişkileri tasfiye etmesi, saydam bir demokratik rejim olması gerek.
Temel insan hak ve özgürlükleri ekseninde,
Kemalist bir çağdaşlaşma ideolojisiyle..

İlk adım ise NATO’dan çekilmek..

Sevgi ve saygı ile.
3 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net