Kategori arşivi: Hekim Saltık

ŞEHİR HASTANELERİ : KİMLER NASIL KAZANIYOR ?

TÜRK SİYASET ve GÜVENLİK AKADEMİSİ
SAĞLIK DOSYASI :

ŞEHİR HASTANELERİ : KİMLER NASIL KAZANIYOR ?

http://haber.sol.org.tr/emek-sermaye/sehir-hastaneleri-kimler-nasil-kazaniyor-240260 10.4.19

ŞEHİR HASTANELERİ : KİMLER NASIL KAZANIYOR ?

Şehir Hastaneleriyle 2002-17 döneminde yapılan özelleştirmelerle sermaye aktarılan kaynağın en kötümser tahminle 1/4’ü kadar yeni bir aktarım yapılacağı tahmin ediliyor. AKP yandaşı sermaye gruplarının yanında, geleneksel sermaye grupları uluslararası sermaye ve finans tekellerinin de ihya olduğu görülüyor. Bir ucunda Dünya Bankası tasarımının durduğu model General Electric Siemens gibi ‘sağlık teknolojisi’ tekellerinin kısa sürede büyük kazançlar elde etmesini sağlarken Rönesans, Akfen, IC İçtaş, Türkerler, GAMA’nın yanı sıra Fransız ve İtalyan taahhüt şirketleri de kazanıyor.

Kamu planlarına göre 43 bin yataklı 30 şehir hastanesi yapılacak. Yatırım tutarı için 11 milyar, devletin 25 yıllık işletme dönemi boyunca ödeyeceği kira bedeli olarak da 31 milyar $ öngörülüyor. Sözleşmeler kamuya açık değil. Ancak model dikkate alındığında şehir hastanelerinin hem yapım hem de işletme sürecinde üç önemli kazanan grup olduğu görülüyor. İlki yüklenici firma olarak adlandırılan hastanelerin yapımını ve işletilmesini üstlenen gruplar. İkinci grupta bir bölümü aynı zamanda bu yüklenici gruplarla ortaklık yapan “sağlık teknolojileri çözüm ortakları” yer alıyor. Üçüncü grup ise esas olarak bir tür “finansman modeli” söz konusu olduğu için bankalar. Tabii bu üçlüye irili ufaklı danışmanlar, taşeron inşaat firmaları, sağlık hizmeti sağlayıcıları gibi ekler de yapılabilir.

Yatırım tutarının yıllık kira ödemelerinde içerildiğini varsayarak 31 milyar $ dikkate alındığında bu hacmin bir alt sınırı ifade ettiğini 30 şehir hastanesiyle hem sağlık alanı hem de öbür tamamlayıcı hizmetler ticari faaliyetler göz önünde bulundurulduğunda özel sektör için çok daha büyük bir pasta yaratıldığını söylemek mümkün. Şehir merkezinden taşınacak hastanelerin bırakacağı boşluğu değerlendirecek özel sektör sağlık kuruluşlarının açacağı daha küçük çaplı hastaneler poliklinik hizmetleri vb. de bu hacme eklenmeli. Tüm bunlar dikkate alındığında 25 yıllık dönemde sermayeye 35-50 milyar dolar aralığında bir toplam gelir yaratıldığını söylemek mümkün. Ki bu tutar çok kaba bir hesaplamayla 2000’lerin çok büyük çaplı özelleştirmelerinin neredeyse dörtte birine denk gelen bir büyüklük.

PASTA BÜYÜK: ‘YANDAŞLAR’ KAZANIYOR AMA ULUSLARARASI SERMAYE DE İHYA OLUYOR

Peki bu büyük pastadan kimler pay alıyor?

İhalesi yapılmış inşaatı tamamlanmış ya da tamamlanmak üzere olan 21 hastanenin yüklenici firmalarına bakıldığında birkaç grubun öne çıktığı görülüyor. Çeçen ailesinin IC İçtaş’ının “kardeş” kuruluşu CCN Holding Putin-Erdoğan arasında “denge bulucu” kimliğiyle de bilinen Erman Ilıcak’ın Rönesans Holding’i AKP iktidarının ilk dönem özelleştirmelerinin “jokerleri”nden Akfen Holding tam anlamıyla bir AKP dönemi “yükseleni” YDA İnşaat ve içinde AKP dönemi “yükseleni” Türkerler geleneksel taahhüt sermayesinin tipik temsilcisi GAMA ve uluslararası teknoloji tekeli General Electric’i barındırdığı için bir tür “üçü bir arada” olan Türkerler-GAMA-GE ortaklığı.

Otel gibi” hastane boyutu öne çıkmakla birlikte Türkiye’de yapılan bugüne kadarki “ticari bina” standartlarının ötesinde teknik standartlara ihtiyaç duyulduğu bu nedenle teknik şartnamede yeterlilikleri yerine getirmek amacıyla grupların yabancı ortaklar da edindikleri görülüyor. Sonunda bugüne dek yapılan hastanelerdekinden daha fazla sayıda hastaya hizmet verecek ameliyathaneler, laboratuvarlar, görüntüleme birimleriyle kompleks bir sanayi tesisine yaklaşan Meridiam Astaldi INSO Sistemi gibi ortaklar Fransız ve İtalyan ortaklar hijyen standartlarıyla teknik yeterlilik ölçütlerini karşılamak özel önem arz ediyor. GAMA Rönesans gibi grupların yurt dışı proje deneyimlerinin bu ölçütleri karşılamaya yeterli olduğu kestirilmekle birlikte “hastane spesifik” tecrübe açısından özellikle de uygulama deneyimlerinden yararlanmak danışmanlık desteği için bu tür ortaklar da dahil edilmiş durumda. Örneğin Astaldi İtalya’nın Toscana bölgesinde yer alan ve kamu-özel işbirliği modeliyle yapılmış orta ölçekli dört hastanede yüklenici firma olarak yer almış. (Astaldi aynı zamanda IC İçtaş’la birlikte 3. Boğaz Köprüsü’nün de yüklenici firması. )

Projelerle ilgili en net noktalardan biri tüm taraflar için proje yapımı ve proje finansmanından “kazanıldığı”. 2000’li yılların HES ağırlıklı enerji projeleriyle şehir hastaneleri arasında hem model hem de yükleniciler açısından büyük benzerlikler var. Enerji projelerinde kamu alım garantileriyle “şişirilen” yatırım tutarlarıyla büyük kazançlar sağlandı. HES yatırımlarında kabaca % 40’lık bölüm makine-ekipmandan oluşuyordu ve Türkiye’nin toplam 70 milyar dolarlık enerji yatırımının 25-30 milyar dolarlık bölümünün General Electric, Siemens, Alstom gibi enerji ekipmanları üreticilerine doğrudan transfer anlamına geldiği söylenebilir. Şehir Hastaneleri yatırımlarına bakarken de son derece pahalı MR cihazlarının yedekleri gibi zorunluluklar da dikkate alındığında 11 milyar dolarlık yatırımda teçhizat payının yüzde 30’lara ulaşacağı ve yine esas olarak General Electric ve Siemens’in medikal cihaz bölümlerinin ana “ortak” olarak öne çıktığı görülüyor. Nitekim GE Sağlık’ın doğrudan ortak olduğu hastaneler ve “çözüm ortağı” olarak işbirliği yaptığı hastanelere ilişkin açıkladığı sözleşme rakamları da bu oranı doğruluyor. GE Sağlık’ın iki hastaneyle imzaladığını açıkladığı anlaşmaların tutarı toplam proje bedelinin % 15’ine yaklaşıyor. Bu anlaşmaların tüm ekipmanı (AS: donanımı) kapsamadığı hem görüntüleme laboratuvar aygıtları sarf malzemeleri hem de ameliyathaneler başta olmak üzere donanım için gerekli malzeme eklendiğinde bu oranın çok daha yüksek olacağı açık. Bir de tabii 25 yıl boyunca tüm donanımların bakım onarımları ve yenileme ihtiyacı da dikkate alınmalı.

İŞİN MİMARLARI: ULUSLARARASI FİNANS KURULUŞLARI

Kamu-özel işbirliği modelinin mimarı Dünya Bankası. Özellikle 2008 krizi sonrası global (AS: küresel) ölçekte altyapı yatırımlarına uzun vadeli yatırımlara özel sektörün daha çok dahil edilmesine yönelik çalışmalar yapan Dünya Bankası Türkiye’deSağlıkta Dönüşüm Programı” ve 2000’lerin enerji yatırımlarının da mimarıydı. Hem Şehir Hastaneleri hem de son dönemin “mega projeleri”nde hem finansman modeli hem de bu projelere doğrudan finansman katkısında en iştahlısı IBRD olmak üzere Dünya Bankası’nın özel sektör finansmanı yapan kolu IFC Avrupa Yatırım Bankası gibi kuruluşlar rol üstlendi. Arada siyasal ve ekonomik belirsizlikler nedeniyle yaşanan teklemelerde kamu bankaları geçmişe göre daha çok devreye girse de özellikle Şehir Hastaneleri özelinde sayılan uluslararası finansal kurumlar ve özel sektör bankalarının istekli olduğu görülüyor. Giderlerinin %70’e yakını yerli girdilerden oluşan bir yatırımda “Avroya endeksli” gelir garantisinin bankaların iştahını kabartmaması mümkün değil. Son birkaç aydaki gelişmelerle su yüzüne çıkan tüm risklere karşın.

YÜKLENİCİLER’: İNŞAAT ENERJİ TURİZMDEN SONRA SIRA SAĞLIKTA

Rönesans Holding: Önce Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, sonra Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile yakın ilişkileriyle bilinen Erman Ilıcak’ın ana hissedarı olduğu Rönesans Holding SSCB’nin çözülüş sürecinin ardından Rusya’ya erken giren gruplardan. Konut, alışveriş merkezi, otel gibi işlerle Rusya’da belli bir ölçeğe ulaştıktan sonra Türkiye’de enerji otel alışveriş merkezi yatırımlarına yönelen Rönesans ENR adlı kuruluşun yaptığı En Büyük Uluslararası Taahhüt firmaları sıralamasında ilk sıralarda yer alan Türk taahhüt firmalarından. Fransız Meridiam ortaklığıyla dört Şehir Hastanesi’nin yapımını üstlenen Rönesans, 4 milyar $ dolayında yatırım yaparken, 25 yıl boyunca yalnızca kira geliri olarak 10 milyar $’ın üzerinde kazanacak. Ek hizmetler ticari alan gelirleri ve öbür“dışsallıklar”ın yaratacağı gelirleri tam olarak hesaplamak güç. Ancak 4 milyar $’lık yatırımla yıllık 500-750 milyon $ aralığında bir gelir sağlanacağı yatırımın % 75-80’inin Hazine garantili finansmanla karşılanıyor. Grubun Rusya dahil tüm cirosunun 3 milyar $ dolayında olduğu belirtiliyor. Şehir Hastanelerinden çok büyük bir katkı sağlandığı açık.

CCN Holding: IC İçtaş’ın kurucusu ve ana hissedarı İbrahim Çeçen’in oğlu Murat Çeçen’in sahibi olduğu CCN Holding IC İçtaş’ın “kardeş” kuruluşu. AKP döneminin hızlı büyüyenleri arasında yer alan IC İçtaş, Limak, Kolin Cengiz gibi gruplarla benzerlik gösteren AKP öncesinde kamu ihalelerinde yerel ağırlığı bulunan bir grup. Ancak 2000’li yıllardaki özelleştirmeler ve ulaştırma projelerinde elde edilen imtiyazlarla büyük bir sıçrama yaşayan grup Astaldi ile birlikte 3. Köprü yapımını üstlendi. CCN Holding’in üstlendiği ilk açılan Şehir Hastanesi olan Mersin ve Ankara Bilkent’in yatırım tutarı 1 5 milyar $ dolayında 25 yıllık kira ödemesi de 4 milyar $ dolayında estiriliyor. AKP iktidarı döneminde Antalya Havaalanı başta olmak üzere havalimanı işletmeciliği, liman marina işletmeciliği, enerji ve turizm yatırımlarıyla büyüyen grubun cirosu 1 5-2 milyar $ aralığında ve Şehir Hastanelerinden gelen katkının yine çok yüksek olacağı görülüyor.

Akfen Holding: Akfen Holding’in patronu Hamdi Akın AKP iktidarının ilk döneminde “erken inananlar”dan biri olarak en çok yarar sağlayanlardan biri oldu. İstanbul Atatürk Havalimanı’nı işleten TAV’ın, Doğramacıların Tepe Holding’i ile birlikte ortağı olan Akfen Holding, TAV’ın yurt dışı açılımlarının yanı sıra tek başına enerji turizm ve liman işletmeciliğinde AKP dönemi yaratılan fırsatlardan yararlandı. Uluslararası sermayeyle ilişkileri güçlü olan Akın’ın en büyük atılımı Türkiye’nin en büyük limanlarından biri olan Mersin Limanı’nı özelleştirmeden Singapur’lu PSA ile alması oldu. Birkaç yıl içinde yük hacmini iki katına çıkaran ve çok yüksek karlılıkla çalışan liman satın alma bedelini birkaç yılda ödedi. Akfen ayrıca global otel zinciri Accor ile şehir oteli yatırımları yaptı ve tabii olmazsa olmaz enerji yatırımları. Akfen Holding’in yüklenici firma rolünü üstlendiği Isparta, Tekirdağ, Eskişehir Şehir Hastanelerinin toplam yatırım tutarı 1 2 milyar $ dolayında ve 25 yıl için kira ödemesinin 2 milyar $’ın üzerinde olacağı kestiriliyor.

Türkerler – GAMA – GE Sağlık: Kocaeli ve İzmir Bayraklı Şehir Hastaneleri üstlenen ortaklıkta GE Sağlık’ın payı % 5. Ancak projeden kazancının ortaklık payının çok üzerinde olacağı kertiriliyor. Türkerler yerel sayılabilecek bir inşaat firmasıyken önce TMSF tarafından satılan Uzanlara ait eski kamu işletmesi çimento fabrikalarının satışında öne çıktı. Ardından ulaştırma projeleri enerji projeleri yatırım projeleri pek çok alana girdi. GAMA, Enka, Tekfen gibi şirketlerle birlikte Türkiye dışında en çok iş üstlenen mühendislik açısından güçlü özellikle enerji ve sanayi tesislerinde uzmanlaşmış bir grup. Doğrudan AKP bağlantılı bir grup olmamakla birlikte teknik avantajıyla da önemli ölçüde enerji yatırım yapan gruplardan. GE Sağlık uluslararası tekelin sağlık teknolojileri alanında uzmanlaşmış kolu. Hem doğrudan olduğu Şehir Hastaneleri hem de öbür Şehir Hastanelerinde makine-ekipman tedariğinden en büyük payı alması bekleniyor. Türkerler-GAMA- GE Sağlık ortaklığının üstlendiği iki hastanenin yatırım tutarı 1 milyar $’ı 25 yıl için kira ödemesinin de 2 milyar $’ı aşacağı kestiriliyor.

YDA İnşaat: Dört Şehir Hastanesinin İtalyan ortağıyla birlikte yüklenicisi olan firma AKP döneminde inşaat enerji ve turizmle yükselen gruplardan. 1 3 milyar $ yatırım karşılığında 25 yıllık kira ödemesi 3 75 milyar $ dolayında öngörülüyor.

SAĞLIK BAKANLIĞI BÜTÇESİNDEN AYRILAN PAY

Sağlık Bakanlığı Şehir Hastanelerine 2018 bütçesinden 2 544 317 000 TL ayırmış durumda. Bütçe kestirimlerine göre bu maliyet önümüzdeki iki yılda sekize katlanacak. Sağlık Bakanlığı bütçesinden kira bedeli’’ olarak 1 274 684 000 TL ödenek ayırırken otopark, market, kantin, laboratuvar, temizlik gibi giderleri içeren “hizmet bedeline” de 1 269 633 000 TL ödenek ayırdı. Şehir Hastanelerinin tümü bittiğinde toplam kira bedelinin yıllık 5 milyar TL olacağı öngörülüyor. Sağlık Bakanlığı’nın bütçesinde; şehir hastanelerinin kira ve hizmet bedeli olarak 2019 yılı için toplam 6 118 481 000 TL, 2020 yılı için de 10 452 256 000 TL kestirilen bütçe belirlendi.

Sözleşmeler « ticari sır » olarak saklandığı için Şehir Hastanelerinin yükümlülükleri nasıl işleyeceği de sır. Ama daha önemlisi bu hastanelerde nasıl bir istihdam modelinin ve emek rejiminin uygulanacağı açıklanmıyor ve örneğin kapatılan hastanelerden gelen sağlık çalışanlarının ve özellikle taşeron işçilerin akıbetinin ne olacağı da belirsizliğini koruyor.

TBMM’YE VERİLEN ÖNERGELERDEKİ SORULAR

Şehir Hastaneleri için muhalefet partileri ve Türk Tabipleri Birliği tarafından verilen önergelerde şu sorular soruldu:

  • Kamu Özel Ortaklığı ile ihale edilip yapımına başlanan ve yapımı biten kaç Şehir Hastanesi vardır?
  • Bu hastaneler hangi ilde kaç yatak kapasitesine sahiptir?
  • Yapımı süren ya da yapılan hangi ildeki Şehir Hastaneleri, hangi şirketlere, hangi bedel karşılığında ihale edilmiştir?
  • İhale aşamasında olan ve ihaleye çıkarılması planlanan hangi ilde kaç Şehir Hastanesi vardır?
  • Kamu Özel Ortaklığı ile yapımı biten sağlık kuruluşlarına Sağlık Bakanlığınca her biri için kaç TL kira bedeli ödenmektedir?
  • Kamu Özel Ortaklığı ile yapımı biten ya da süren hangi ildeki hangi sağlık kuruluşuna yüzde kaç doluluk garantisi verilmiştir?
  • Açılan Şehir Hastanelerinin aylar itibarı ile doluluk oranları nedir?
  • Yapılan anlaşma gereği doluluk oranının karşılanmadığı Şehir Hastanelerine bütçeden aktarılacak tutar kaç TL’dir?
  • Şehir Hastanesi yapılması gerekçesiyle hangi illerde hangi devlet hastaneleri kapatılmıştır? Kapatılan bu hastanelerin yatak kapasiteleri ve doluluk oranları nedir?
  • Şehir Hastanelerinin olduğu illerde kapatılacak olan hastanelerin çalışan personellerinin akıbeti ne olacaktır?
  • Yapımı devam eden ya da tamamlanan şehir hastanelerine personel alımı nasıl yapılacaktır?
  • Bugüne dek yapılan ihale bedellerinde yer alan kira miktarlarına bakıldığında kamu bütçesinden ödenecek 3 yıllık kiralarla bu hastanelerin bazılarının maliyetinin karşılanabileceği, 25 yılda ödenecek kira toplamı ile de aynı çapta 5-6 hastanenin yapılabileceği saptanmıştır. Neden bu yol tercih edilmemiştir?
  • Birden çok ihale alan şirketlerin toplam yatırım tutarına ilişkin gerekli öz sermayeleri var mıdır? Hangi ihale için ne kadar kredi kullanacaklar? Kredileri hangi kuruluşlardan alacaklar?
  • Şehir hastanesi ihalelerinde ihale aşamalarında sürekli şirket değişikliği yapılmasının nedeni nedir?
  • İhalelerde şirketler değiştirilirken ön yeterlik tarihi bakımından mesleksel teknik yeterlik koşulları ile öz sermayelerinin miktarı ve SGK primi ile vergi borcu olup olmadığı denetimi yapılmış mıdır?
  • Birden çok şehir hastanesi ihalesi alan şirketler aynı alt işverenler ile mi ihaleye katılmıştır? Böyle ise farklı bölgelerdeki hastanelerin hizmetlerinin aksamadan yürütülmesi güvence altına alınmış mıdır?

SONUÇ

Bir soru cümlesiyle bitirelim:

  • Şehir Hastanelerinin bir yıllık kirasıyla 150 yataklı 64 hastane yapabiliyorsak,
    neden 25 yıl boyunca kira ödeyelim ?

MÜLKİYE’de BİR TIBBİYELİNİN ARDINDAN TIBBİYELİ BİR MÜLKİYELİNİN DİZELERİDİR…

MÜLKİYE’de BİR TIBBİYELİNİN ARDINDAN TIBBİYELİ BİR MÜLKİYELİNİN DİZELERİDİR…


Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Mülkiyeliler Birliği Üyesi, www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

Sevgili dostumuz Prof. Dr. Gürhan Fişek‘i yitireli 2 yıl oldu. 30 Mart 2019 günü Çankaya Çağdaş Sanatlar Merkezinde anması vardı. Ne yazık ki, çooook istediğimiz ve planladığımız halde katılamamanın üzüntüsü içindeyiz. O’nu sonsuzluğa uğurladığımızın 1. yılında yazdığımız aşağıdaki yazıyı da yayınlama olanağı bulamamıştık.

Daha çok gecikmeden bir vefa borcu olarak paylaşmak istiyoruz. Yazımız 11 sayfa. Bu nedenle girişi, ortalardan bir paragrafı ve bağlayan dizelerimizi 3 paragraf olarak aşağıda veriyoruz. Tüm metne pdf olarak erişmek için lütfen tıklayınız (0,25 MB)

MULKIYE’de_BIR_TIBBIYELININ_ARDINDAN_TIBBIYELI_BIR_MULKIYELININ_DIZELERIDIR

Sevgi ve saygı ile. 10 Nisan 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

===========================================

Giriş : 1970’li yıllar

1971’de Hacettepe’de Tıp Eğitimine başladığımızda, Toplum Hekimliği Bölümü Başkanı Prof. Dr. H. Nusret Fişek’i tanıma şansımız oldu. Daha ilk yılda 96 saat gibi oldukça uzun bir süre Toplum Hekimliği (sonra Halk Sağlığı) dersleri almıştık. Bu derslere doğrudan Nusret Hocamız da giriyordu. Örn. Sosyal Tıp.. bu derslerinden beynimize mıh gibi çakılan sözleri oldu. Hastalık ile Yoksulluk arasında önemli bağlar olduğunu, hatta bu ilişkilerin neden – sonuç ilişkisi düzeyinde olduğunu vurguluyordu Nusret Hoca. Yoksulların daha çok hastalandığının, hastalandıklarında daha da yoksullaştıklarının altını çiziyordu. Hastalık – Yoksulluk ilişkisinin cehennemi bir kısır döngü yarattığını… yüreklerimize dokunarak, örneklerle aktarıyordu. Bu bağlamda eklediği 2 önemli gerçek daha vardı:
…………
…………
*****
Hep aykırı oldum, … hep… hep… yıkılmadım!

Gürhan kendisine hep şu soruyu sormuştur :

  • Bir avuç için mi sağlık, herkes için mi sağlık?

Yanıtını da kestirmeden, yalın ve etkili olarak gene kendisi vermiştir :

  • Seçiminiz “Bir avuç için sağlık olacaksa o zaman para işin içine giriyor..

Dolayısıyla Gürhan hoca seçimini 2. den yana yaptı : HERKES İÇİN SAĞLIK[1]

Babasından da, ağabeyinden de böyle öğrenmişti. Yukarıda da vurguladığımız üzere HÜTF’de Toplum Hekimliği rüzgârları etkin ve güçlü eserken, İstanbul Tıp’tan sınıf arkadaşı ikili, Fişek – Doğramacı hocalar arasına henüz anlaşıl(a)mayan (?!) soğukluklar girmeden önce, HÜTF 3 ana Bölüm’den oluşuyordu : Temel Tıp Bilimleri, Klinik Tıp Bilimleri ve Toplum Hekimliği Bölümü.[2]
1982 sonrası 12 Eylül rejiminde Doğramacı YÖK Başkanı yapılınca “mevsim değişmiş, sonbahar olmuştu” ve HÜTF’de Toplum Hekimliği Bölümü’nün 15 yılı, 1982’de tamamlanmıştı; bu bir Milat idi ve Gürhan başka zeminlerde savaşımı yeğ tutmuş, böyle davranmak durumunda kalmıştı.

[1] 14 Mayıs 2014 günü, bizim çalıştığımız Ankara Üniv. Tıp Fak. de bir derse kendisini konuk ettiğimizde..
[2] Oysa günümüzde Halk Sağlığı, Tıp Fakültelerinde 40 dolayında Anabilim Dalından biri…
*******

Bağlamak gerekirse…

Hastalığının ilerlediği yıllarda bile, O’nu tekerlekli sandalyede (babası gibi![1]) Nusret Fişek’in
ölüm yıldönümlerinde 3 Kasım anmalarında Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezinde görüyorduk. Hiçbir şey belli etmemeye çabalıyor, tüm vakarıyla çaba gösteriyordu. SBF’deki görevinden, yaş haddini doldurmadan, sağlık engeli nedeniyle erken emekli olmuştu.

14 Ocak 2017’de O’nu sonsuzluğa uğurladık.. Anababası ve ağabeyinin ardından…
Sevgili eşi Oya, oğlu Doruk ve biz dostları, bıraktığı yerden savaşımını ve eylemini sürdüreceğiz.

Özellikle Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi – Enstitüsü – Vakfının yaşaması, yaşatılması ve üretimini – hizmetlerini sürdürmesi gerek.. ÇALIŞMA ORTAMI adlı bilimsel – hakemli derginin de yayın yaşamına devam etmesi gerek.

  • Emekten yana konum alma ve Büyük Atatürk’ten nöbet devri Anadolu Aydınlanması – Rönesansı’nın sürdürülmesi için boynumuzun borcu bu edimler..

Hatıran, cömert, özverili ve nitelikli emeğin ve benzersiz üretimlerinin – eserlerinin önünde
saygı ve şükran ile eğiliyorum kardeşim Gürhan..

Beni Tıbbiyeli – Mülkiyeli olarak yalnız koyup çoook erken gittin; aşk olsun sana!

[1] Kasım 1988’de 2. Ulusal Halk Sağlığı Kongresi için Antalya’da idik ve Nusret Hocamız TTB Başkanı – Kongre Başkanı olarak aramızda ama prostat kanseri metastazları nedeniyle tekerlekli sandalyede idi. İstiklal Marşı için sandalyesinde iken ayağa kalkmaya çalışmış, bu kez kolunda kırık oluşmuştu!…

HASUDER : 7 Nisan 2019 Dünya Sağlık Günü – SAĞLIK HAKTIR

SAĞLIK HAKTIR,
BİRİNCİ BASAMAK SAĞLIK YAPILANMASI
BU HAKKI SAĞLAYABİLMENİN TEMELİDİR

Sağlık bir insan hakkıdır, herkes kendisi ve ailesinin sağlığı ile ilgilenebilmek için gereken bilgi ve hizmetlere sahip olmalıdır.

Tüm insanların gerek duydukları yerde ve maddi sıkıntısı olmadan nitelikli sağlık hizmetlerine erişebilme hakkı vardır.

Dünyadaki insanların en az yarısı gerek duydukları sağlık hizmetini alamıyor.

Bu kapsamda Birinci Basamak sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2019 Dünya Sağlık Günü mesajları da Birinci Basamak sağlık hizmetlerinin önemi ve güçlü olması gerekliliği üzerine kurulmuştur.

Birinci Basamak sağlık hizmetleri hastalıkların tedavisi ve rehabilitasyonu, sağlık sorunları için kişiye ve çevreye yönelik koruyucu hizmetlerinin yanı sıra öbür bakım düzeyleriyle eşgüdüm gibi hizmetler de içinde olmak üzere yaşamımızdaki sağlık gereksiniminin çoğunu kapsamaktadır.

Bu kapsamda Sağlık Bakanlığı’nın Birinci Basamakta çalışan sağlık personeline hak ettikleri değeri verebilmesi de Birinci Bbasamak sağlık hizmetlerinin güç kazanmasında büyük önem taşır. Bilindiği gibi ülkemizde Birinci Basamak Sağlık Sistemi yapılanmasında 694 sayılı KHK sonrası, mevcut İlçe Sağlık Müdürlüğü Personeli ve işleri ile Toplum Sağlığı Merkezi Personeli ve işleri, İlçe Sağlık Müdürlükleri çatısı altında birleşmişti. Ancak son günlerde kimi ilçelerde, kadrosu Toplum Sağlığı Merkezi’nde olan personelin kurumun kapatılması neden gösterilerek hastanelere atamasının yapıldığı öğrenilmiştir.

HASUDER olarak; İlçe Sağlık Müdürlükleri’ndeki yeni iş tanımının göz önünde bulundurulmadan kadrosu Toplum Sağlığı Merkezi olan personelin hastanelere atanmasının yanlış olduğunu, bu uygulamadan geri dönülmemesinin Birinci Basamak sağlık hizmetlerinin işleyişinde aksamalara yol açacağını düşündüğümüzü vurgulamak istiyoruz.

Sağlık haktır, bu hakkı sağlayabilmenin temelini, gereksinim duyulan sağlık hizmetine erişim kolaylığı ile güçlü Birinci Basamak sağlık hizmetleri oluşturmaktadır. Bu alanda yıllarca emek veren deneyimli sağlık personelinin özverili katkısı olmadan bu hedefe ulaşmak olanaklı değildir.
*****

HASUDER Bulaşıcı Olmayan Hastalıklar Çalışma Grubu adına Uzm. Dr. F. Yeşim Karakoç tarafından hazırlanmıştır.

AYRAÇ Dergisi sayı 4 – 2019; Türkiye’de Aydın Hekim Olmak : Prof. Dr. Ahmet SALTIK ile Ropörtaj

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi D4 Öğrencilerinin çıkardığı AYRAÇ dergisi ile söyleşi..


Dostlar,

AÜTF (Ankara Üniv. Tıp Fak.) D4 öğrencilerimizden Güler Gözüdeli ve Mehmet Dinçay Yar 28.12.2018’de bizimle bir söyleşi yaptılar (aşağıdaki fotoğrafta AÜTF’deki odamızda Dinçay ile). Çıkarmakta oldukları AYRAÇ adlı derginin 4. sayısında, 2019 başında yayınladılar. Dergi satışını olumsuz etkilememesi bakımından birkaç ay erteledikten sonra bu söyleşiyi paylaşmak istiyoruz..

Bu gün 7 Nisan 2019..
Dünya Sağlık Örgütü 72 yaşını bitirdi..
Bir hekim, koruyucu hekimlik Halk Sağlığı / Toplum Hekimliği alanında uzmanlaşmış ve yaşamını bu alana adamış bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak, bu söyleşinin ve vermeye çalıştığımız iletisinin Ulusumuza bir “çam sakızı – çoban armağanı” olarak kabulünü dileriz.

Asla unutulmasın ki, Sağlık doğuştan kazanılmış bir insanlık hakkıdır!

Bizler, piyasalaştırılmış sağlık hizmetlerinin sömürülerek aşağılanan “müşterisi” olmayı reddediyoruz!

Sosyal devlet sorumluluğu ile herkese eşit ve nitelikli, kamusal, önceliği kesin olarak koruyucu sağlık hizmetlerine veren bir sağlık sistemi hepimizin hakkıdır.

Yine unutulmasın, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtarıcısı ve kurucusu eşsiz önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün sözleri ve buyruğu herkese rehber olmalıdır :

    • Devlet olma savındaki siyasal kuruluşların EN BİRİNCİ görevi halkın sağlığıdır!

Öğretim üyeliğinde 31 yılı tamamlamış olmanın gururu ve süren – artan sorumluluğu ile..

Sevgi ve saygı ile. 07 Nisan 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

================================================
Söyleşinin başlığı aşağıdaki gibi :

  • Türkiye’de Aydın Hekim Olmak :
    Prof. Dr. Ahmet SALTIK ile Röportaj

Ocak 2019, sayı 4 Güler Gözüdeli ve Mehmet Dinçay Yar

Ayraç: Kendi sözlerinizle akademisyen nedir, aydın nedir tanımlayabilir misiniz? Akademisyen ne yaparsa aydın tutum (tavır) sergilemiş olur?

Ahmet Saltık: Bu sorunuzdan anladığım ölçüde her akademisyen aydın olamayabiliyor gibi bir çıkarımınız var. Bu varsayım üzerinden gidersek gerçekten de aydın olmak bambaşka bir şey. Gelişmekte olan ülkelerde ateşten gömlek!

Akademisyen o ülkenin yasal yapısına göre birtakım akademik unvanları alabilmek için bilimsel gereklilikleri yerine getiren, bildiri sunan, makale – tez yazan, sınavlar geçen kişidir.

Akademisyen unvanını kazanmak a fortiori (zorunlu) olarak aydın olmanızı sağlamaz. Aydın olmanın ilk koşulu, salt kendi beklentileriyle uğraşmayıp yaşadığı çağda, coğrafyada, giderek tüm dünyada insanlara karşı sorumluluk duymaktır. Bu sorumluluğun gereği olarak daha gönençli, mutlu, adaletli, barışçı… bir toplum düzeni kurmak için gözlemcilik eder ve çaba içinde olur aydın (filantropik insan aşaması).

İkinci koşul “aklını inançtan – bilimi dinsel takıntılardan özgürleştirmek“tir. Aydınlanma’nın evrensel tanımı budur. Bu, akademisyenin inançsız olması anlamına gelmez ancak laboratuvarın, kütüphanenin ve ders vereceği amfinin.. kapısında tüm inançlarını dışarıda bırakmalıdır. Bilimsel bilginin ve akıl yürütme sürecinin önüne hiçbir önkoşul koymamalıdır. Somut örnek vermek gerekirse Nobel Tıp ödüllü Prof. Aziz Sancar Hocamız

  • “Ben Evrime de Tanrı’ya da inanıyorum. Evrim bilimsel bir gerçektir.” sözlerini etmişti.

Ama günümüzde Türkiye ve Dünya’da giderek tırmandırılan post-modern öğretiler; toplumsal yaşamı dünyevi – laik olmaktan çıkarıp dincileştirme çıkmazına sokuyor. Bu da doğru değil, örneğin Türkiye’de çok farklı inanç kesimleri ve heterojenlik varken, şu veya bu toplum kesiminin seçimlerini bir başka kesime dayatmak akılcı, adaletli ve olanaklı değil. Dolayısıyla aydın, günümüzde laik – seküler bir yaşamdan yana olmak zorundadır; kendi inançlarını iç dünyasında elbette ki saygınlıkla, dinginlikle yaşayabilir. Buna engel olunmaması da seküler düzenin gereğidir.

Özetlemek gerekirse aydının etnisite, inanç temelli çatışmaları kökten çözecek biçimde seküler (laik) tutum alması beklenir. İnsanlar hem akademinin getirdiği bilgi ve beceriye sahip olur hem de aydın tutum alırsa, uygarlığın daha az sancı ile gelişimine çok büyük katkı sunarlar kanısındayım.

Ayraç: Tıpta Halk Sağlığı Uzmanlığınızın üzerine 2016’da SBF – Mülkiye’de Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi bölümünden de diploma aldınız. Türkiye’deki tek Tıbbiyeli ve Mülkiyeli’siniz. Bu iki okulu da seçmenizin nedenini öğrenmek istiyoruz.

Ahmet Saltık: Annem ev kadını, babam küçük bir memurdu. Bu nedenle beni entellektüel olarak geliştirici bir ortamda büyüdüm diyemem ancak zor yaşam koşullarının bende uyandırdığı sorumluluk bilinci, bir şeyler yapmam gerektiğini düşündürdü. Van Atatürk Lisesini hiçbir dersane, laboratuvar, deney.. görmeden bitirip 1971’de Hacettepe Tıp’ı kazandım. 2 yıl okuduktan sonra ailem İstanbul’da olduğu ve Ankara’da maddi olarak sıkıntı çektiğim için İstanbul Tıp Fakültesi’ne geçtim ve okuduğum yıllar harçlığımı çıkarmak için çalıştım. Türk Tıp Derneği üyelerinden ödentileri topluyordum ve % 20’sini bana veriyorlardı. 4. sınıfta İstanbul Hukuk Fakültesi’nden Prof. Edip Çelik Hoca Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi dersimize girdi. Edip Hoca çok karizmatikti, beni çok etkiledi, hukuka ilgimi uyandırdı. Aynı zamanda hukuk da okumak istedim ama tıp fakültesini bırakamazdım. Sınava girerek hukuk fakültesine de kayıt yaptırdım Tıbbın son 2, hukukun ilk 2 yılını orada tamamlamış oldum. Ancak sonraki yıllarda hukuku bitirmek olanaklı olmadı.

Anadolu’da bir yıl çalıştıktan sonra Hacettepe’ye dönüp Toplum Hekimliği dalında uzmanlık eğitimine başladım. Bu kararımda, 1. sınıfta Sosyal Tıp derslerimize giren Prof. Nusret Fişek’in 1971-72’de bende bıraktığı derin etki vardır. Uzmanlık eğitimim sürerken Türkiye’nin örgütlenme ve politik yapısına, kamu yönetimine ilgim büyüdü; bu nedenle Siyasal Bilgilerin Hukuk okumaya göre daha uygun olacağını düşündüm. Ankara SBF’yi kazandım ancak uzmanlık eğitimi bitince Ankara dışına gitmem gerektiğinden bu Okulu bitiremedim. 2011’de Af Yasasıyla Mülkiye’ye kaydımı yeniledim. Ak saçlarımla, çocuğum yaşındaki gençlerin ara-sında çok sınırlı sayıda derse katılarak 4 yıllık lisans eğitimimi tamamladım. Bu eğitimin beni çok olgunlaştırdığını ve tamamladığını düşünüyorum. Son olarak da Sağlık Hukuku alanında master (yüksek lisans) yaptım (2018).

Ayraç: 2 fakülte bitirdiniz ve her dakikanızda okuyorsunuz. Bizim kuşağımızın “Tıp okuyorum başka bir şeye zaman bulamıyorum” içerikli kendini sınırlandıran bir kaygısı var. Bu konu hakkında biz genç meslektaşlarınıza bir öneride bulunmak ister misiniz?

Ahmet Saltık: Tavsiye etmek hakkım yok belki ancak deneyimlerimi paylaşıp yüksek sesle düşüncelerimi söyleyebilirim. Bu noktada aklıma zaman yönetimi geliyor ki günümüzde Bilgi’nin elektronik ortamda olması sayesinde zaman yönetimi çok daha kolay. Örneğin yü-rürken, dolmuşta.. cep telefonumdan okuma olanağı bulabiliyorum önceki yıllarda yürürken kitap –  gazete – dergi okurdum. Bir tıp öğrencisinin bu fakülteye girmesi, yüksek zeka düzeyini kanıtlar dolayısıyla tıp eğitimi yanında güzel sanatlara, başkaca ilgilere zaman ayırması olanaklıdır. Ne olur; biraz daha az uyur ve zamanınızı daha iyi yönetirsiniz.

Ayraç: Sağlık Hukuku yüksek lisansınızdan söz etmiştiniz hocam, bu çabanızı anlatır mısınız?

Ahmet Saltık: Anayasa Mahkemesi, Kasım 2015’te “Ben çocuklarıma aşı yaptırmak istemiyorum” içerikli 2 bireysel başvuruyu “Evet, yaptırmayabilirsiniz” yönünde onaylayan kararlar aldı ne yazık ki. Ben Toplum Hekimiyim, temel görevim daha sağlıklı bir topluma erişmeyi sağlamak; ancak aşı yapılmayan toplumda bu olası değildir. Bu sorunu incelemek istedim ve Sağlık Hukuku master programına kayıt oldum, bir tez yazdım:

  • Anayasa Mahkemesi’nin Zorunlu Aşı Uygulamasının Yasal Düzenleme Bulunmaması Gerekçesiyle Hak İhlali Olduğuna İlişkin Bireysel Başvurular Üzerine Verdiği Kararların Değerlendirilmesi” tıp ve hukuk alanlarının ara kesitinde oldu.

    Eğer SBF eğitimim olmasaydı bu konunun sağlık hukuku boyutunu irdelemekte zorluk çekebilirdim. Umarım Sağlık Bakanlığı daha çok gecikmeden yasal düzenleme yaparak çocukluk aşılarını zorunlu kılar ve hem etik hem de bilimsel açıdan savunulması olanaksız
    bu karar düzeltilir.

Ayrıca İstanbul Hukuk kaydımı da 2018 af yasasıyla yeniledim ve şu anda Ankara Hukuk Fakültesinde öğrenciyim, çok sınırlı sayıda da olsa lisans eğitimi derslerine gidiyorum. Emekliliğime az kaldı, umarım daha az yoğun bir yüküm söz konusu olunca sağlık hakkını hem tıbbi hem de hukuksal bağlamda yazmak, kitap, makale.. üretmek, savunmak isterim. Bundan sonraki yıllar için de tasarımım böyle.

Ayraç: Türkiye’de hekim olmanın özellikle aydın bir hekim olmanın sorumluluğu ve karşılaşılan zorluklar nedir?

Ahmet Saltık: Zor bir konum ve rol bu. Daha dün TTB Merkez Konseyi üyesi meslektaşları-mız Ankara 32. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandı. Yargılamanın gerekçesi “Savaş Bir Halk Sağlığı Sorunudur” tümcesi oldu. Ben dün web sitemde de yazdım, bu sözü yineliyorum.. dedim. Savaş bir Halk Sağlığı sorunudur; çünkü bu net bir bilimsel gerçektir. Türkiye’de bir biçimde kimi hukuk insanlarının bunu suç olarak görmeye çalışmaları hatta mahkemelerden suç işlendiği yönünde karar çıkması, hatta bu kararların üst yargı organlarında onaylanmış olması bile yalın bilimsel gerçekliği değiştirmez. Bu suç değildir bilimsel gerçekliktir. Bunu söylemek bir aydın tutumudur ve yükümüdür, altında başka şey aramak bilimsel akılcılıkla örtüşmüyor. Meslektaşlarımızın aklanacağını düşünüyorum. En son AİHM’ye gittiğinde kesin olarak – daha önce verilmiş benzer kararlar var– döneceğini düşünüyorum.

Ben hekimim, öncelikli görevim insanı –sağlıklı– yaşatmak!

Kadim Hipokrat’tan beri Hekimler buna yemin eder. Savaşlar insan sağlığını, gönencini en çok olumsuz etkileyen olgudur. Gencecik insanlar ölüyor, engelli kalıyor. Çok tipik örnek bizim Kurtuluş Savaşımız, ne denli çok yitik verdik; ancak Kurtuluş Savaşımız bütünüyle meşru bir savaştı. Çünkü Batı emperyalizmi tarafından işgal edilmişlik ve parçalanmışlığa başkaldırmamamız düşünülemezdi. Bunu yaptık, kanımızla canımızla milyonlarca yitik (şehit) vererek özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı kazandık. Bunun tersini düşünmek bile istemiyorum, dolayısıyla Büyük Atatürk’ün sözüyle bağlarsam;

  • Savaş bir milletin yaşamı tehlikeye girmedikçe cinayettir.”

buyurmuştu. Ben de aynı şeyi yineliyorum. Savaş, insanımızın yaşamı tehlikeye girmedikçe cinayettir. Dolayısıyla Türk insanının yaşamının tehlikeye girdiğini, Türkiye’yi savaşa sokmak isteyenler veya bu söylemi suç olarak öne sürenlerin tezlerini kanıtlaması gerekir. Neden Türkiye insanının yaşamı tehlikeye girmiştir, kamuoyunda yaygın bir ortak kanı oluşmalıdır. Bu kanı oluşmadığı ve paylaşılmadığı takdirde elbette itiraz edenler de olacaktır ki demokratik bir rejimde bunu da hoşgörüyle karşılamak zorunludur.

Aydın tutumuna başka bir örnek daha vermek isterim. 80’li yıllarda Hacettepe’de Nusret Fişek Hocamız, Türkiye’de modern Halk Sağlığını kuran, beni de bu alana yönlendiren bilge insan, 80’li yıllarda idam sırasında hekimlerin bulunmaması gerektiğini savunmuştu. Yasalarımız idam edilecek kişinin hekimce muayene edilmesini ve “İdama elverişlidir, idamına tıbbi bir engel yoktur.” (!) içerikli  rapor verilmesini öngörüyordu! Arkasından idam edilen kişinin muayenesini yapması ve “Öldü.” raporu düzenlemesi isteniyordu! Bu uygulama, bizim bir numaralı meslek ilkemiz olan “İnsanı yaşatmak” buyruğuna aykırı düştüğü için, Nusret hoca da bir aydın tutumu sergileyerek hekimlerin bu görevlere katılmaması gerektiğini bildirmişti. Bu sırada Nusret Hoca TTB (Türk Tabipleri Birliği) başkanı idi. O dönemde ne yazık ki yargılandılar ve aklandılar. Günümüzde hiçbir hekim arkadaşımızın böyle bir “görevi” (!) yok; çünkü bunlar aydın tutumuyla savaşımlarla kazanılmıştır. Son olarak bu bağlamda aydın hekimin her durumda yaşam hakkını savunması gerektiğini düşünüyorum.

  • Sağlık hizmetlerinin piyasaya konu hizmetler değil, devletin yükümlülüğü altında herkese doğuştan kazanılmış bir hak olarak sunulması gerektiğini savunur aydın hekim.

O halde Türkiye’de aydın sorumluluğu, sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılmasına açık, net, köktenci bir tutum almayı gerektirir. Benim tıpta Toplum Hekimliği uzmanlık alanını seçişim de bundandır. Yapıp ettiklerimiz, yalnız varsıl kişilerin değil, tüm toplumun sağlık haklarını savunmayı gerektirir. Ve dahası, bu hizmetin insanlar hastalanmadan önce yapılması ilkesine dayanır.

21. yy’da aydın hekim, hasta – hekim ilişkisini ticarileştirmeyen, giderek en sağlıklı topluma erişmenin kolektif çabası içinde olan hekimdir diye düşünüyorum.

Ayraç: Son olarak öğrencilik yaşamınızı merak ediyoruz hocam, biraz anlatabilir misiniz?

Ahmet Saltık: Hacettepe Tıp 1. sınıfta, Tuzluçayır’da ailemle bir gecekonduda kalıyorduk.
2. yıl ailem İstanbul’a gitti ben yurtta kalmak zorundaydım. Babam beni polis yurduna yerleştirdi. Burası polis çocuklarının ve polis akademisinde okuyan öğrencilerin kaldığı bir yerdi. Bir apartman dairesi salonunda 8 ranzada 16 kişi kalıyorduk ve sigara da içiliyordu o zaman. Küçük bir çalışma salonumuz vardı oraya taşınırdım hep. Bu koşullarda Hacettepe 2. sınıfta, ağır derslerime çalışma ortamı bulamadım.

Dönemin başbakanı Ferit Melen Van milletvekili ve Başbakandı. Ben de Van Lisesini birincilikle bitirmiştim. Bir tıp öğrencisi olarak gittim, kapısını çaldım. Beni kabul etti ve yurt koşullarımın iyi olmadığını, özel yurtlara paramın yetmediğini, Vehbi Koç Öğrenci Yurdunu istediğimi aktardım. 2. yarıyılda Vehbi Koç Yurdunda kalmama karşın, maddi olarak zorlandığım için, yatay geçişle ailemin yanına, İstanbul’a gitmek zorunda kaldım.

Üniversitede okurken çalıştım. Genel cerrahi hocamız Prof. Ünal Değerli’ye gitmiştim “Hocam geçim sıkıntım var, ne yapabilirim?” diye. Kendisi Türk Tıp Derneği’nin başkanıydı, bana derneğin ödentilerini toplama görevi (işi) verdi. Hiç unutmuyorum, yıllık ödenti 150 TL idi, bunun 30 lirasını bana veriyorlardı. Zaman zaman tüm gün derse gidemediğim oluyordu sabah çıkıyordum, tüm İstanbul’da derneğe üye hekimlerin yanlarına gidiyordum. Böylelikle tıp eğitimimi tamamladım.

Bir de tıp eğitimi hakkında öğrencilerime sürekli önerim; klasik kaynak kitapları izlemeleridir. Ders notları ile asla yetinmeyip İngilizce textbook okumalarıdır. Derslere de olanak  ölçüsünde girmelerini öneririm; çünkü ben çalışmaktan dolayı derslere istediğim oranda giremedim tıp eğitimimin son yıllarında. 40 yıl sonra, katıldığım derslerden belleğimde yer edinen çokça şey varken, katılamadıklarımda yeterince iz yok. Kalıcı öğrenme sağlamak bakımından derse devam, hocayla etkileşim ve meslektaşlarla tartışmanın çok verimli ve gerekli olduğu kanısındayım.

Van Lisesinin son sınıfında biz 3 arkadaştık ve ağır koşulları görmüştük. Olağanüstü çalışmaz-sak hiçbir çıkışımızın olmadığını kavramıştık. Üçümüz de tıbbiyeye girdik. Vahit Özmen bugün İstanbul Tıpta genel cerrahi hocasıdır. Ahmet Arvas Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde sosyal pediatri hocasıdır. Dolayısıyla azmedilirse birçok şeyin başarılabileceği inancını taşıyorum.

Son tümcem şöyle olsun: Bu söyleşiyi siz istediniz; ben, kendimden söz etmekten utanan bir terbiye aldım. Anlattıklarımın yalnızca bir insanın deneyimleri, zor koşulları, neler başarabileceği olarak görülmesini dilerim.

İşte SOSYAL DEVLET, böylesi derin eşitsizlikleri kaldırmak içindir. Türkiye’de ve dünyada bunun için çaba göstermeliyiz.

  • Adil, eşitlikçi, barışçı, seküler (laik), insan onuruna dayanan, bilimsel, demokratik – hukuk temelli, sömürüsüz ama dayanışmacı bir toplum, devlet ve giderek dünya..

Bu söyleşi için AYRAÇ’a ve size çok çok teşekkür ederim.
***

 

 

 

 

 

IŞIK KİRLİLİĞİ

IŞIK KİRLİLİĞİ

(Ankara Üniv. Tıp Fak. Dekanlığın  istemi üzerine hazırladığımız raporu paylaşalım istedik.. Biraz da iktidar blokunun yerel seçim sonuçlarına kabul edilemez ablukasının yarattığı karmaşa ve gerilimi yumuşatma amacıyla..)

Işık kirliliği (light pollution, photo pollution), aynı zamanda foto-kirlilik olarak da bilinir, gece ortamında insan kaynaklı (antropojenik) ışığın varlığıdır. Işığın aşırı, yanlış yönlendirilmiş veya rahatsız edici kullanımıyla daha da kötüleşir, ancak dikkatli kullanılan ışık bile doğal koşulları değiştirir.

Kentleşmenin, sağlık aleyhine olabilen önemli bir yan etkisidir. Ekosistemleri ve estetik ortamları bozduğu ileri sürülmektedir. Sokak ışıklarının ve öbür insan yapımı kaynakların neden olduğu, gökyüzünün doğal döngülerini bozucu olan ve yıldızların ve gezegenlerin gözlenmesini engelleyen gece gökyüzünün parlaması olarak da tanımlanmaktadır.

Birçok gökbilimci (astronom) için ışık kirliliği bir felaket olarak nitelenmektedir. Nitekim Ege Üniversitesi gözlemevi, ışık kirliliği nedeniyle Torosların tepelerinde bir başka yere taşınmak zorunda kalmıştır.

Gece fotoğrafları ve video çekimlerinde de görüntü niteliğini iyileştirmek için ışık filtreleri kullanma zorunluğu doğmuştur. Sorun, daha çok gelişmiş ülkelerde ve kentsel alanda söz konusudur. Dünya ışık haritasına bakıldığında, uzaydan çekilen fotoğraflarda batı Avrupa, İskandinav ülkeleri, ABD’nin özellikle Batı Eyaletleri, Kaliforniya ve dünyanım büyük metropol kentlerinin özellikle sorun kaynağı olduğu görülmektedir.

world light map ile ilgili görsel sonucu

Kimi yeraltı karayolu geçiş ve tünellerinde de aşırı aydınlatmaya gidildiği, deyim uygun ise “ameliyathane ortamı” düzeyinde aydınlatma yapıldığı izlenmektedir. Bu durum, insan gözünün yeter hızla (mili saniyeler içinde) ışık – karanlık uyumu yeteneğini zorlayarak kazalara bile yol açabilecektir. Bu bakımdan olağan aydınlatma düzeyi aşılmamalı ve aşırıya kaçılmamalıdır.

Yüz yıldan daha az bir zaman önce herkes harika bir yıldızlı gece gökyüzüne bakıp görebilirdi. Şimdi, dünya genelinde milyonlarca çocuk yaşadıkları Samanyolu’nu asla deneyimleyemiyor. Yapay ışığın geceleri artan ve yaygın kullanımı yalnızca evren görüşümüzü bozmakla kalmaz, aynı zamanda çevremizi, güvenliğimizi, enerji tüketimimizi ve sağlığımızı olumsuz yönde etkiler.

Birçoğumuz hava, su ve toprak kirliliğini biliyoruz, ancak ışığın da bir kirletici olabileceği son zamanlarda ayrımsanmaktadır. Yapay ışığın uygunsuz veya aşırı kullanılması ışık kirliliği olarak bilinir. İnsanlar, vahşi yaşam ve iklim için ciddi çevresel sonuçlar doğurabilir. Işık kirliliğinin bileşenleri şunlardır:

Parlama (Glare), görsel rahatsızlığa neden olan aşırı parlaklık. Gökyüzü parlaması (Skyglow); yaşam alanlarında gece gökyüzünün aydınlatılması

Işık geçmesi (Light trespass), ışığın amaçlanmadığı veya gerekmediği yere düşmesi.
Dağınıklık (Clutter bright); parlak, kafa karıştırıcı ve aşırı ışık kaynakları kümelenmeleri.

Hafif kirlilik, endüstriyel yaşamın bir yan etkisidir. Kaynakları bina dış ve iç aydınlatma, reklam, ticari mülkler, ofisler, fabrikalar, sokak lambaları ve ışıklı spor salonları, eğlence alanlarıdır.

Geceleri kullanılan dış mekan aydınlatmaları ya yetersiz, ya aşırı parlak, iyi hedeflenmemiş, yanlış yansıyan ve birçok durumda da tümüyle gereksizdir. Bu ışık kaynakları ve elde etmek için kullanılan elektrik enerjisi, insanların aydınlatılmasını istenen gerçek nesnelere ve alanlara odaklanmak yerine, gökyüzüne yansıyarak boşa harcanmaktadır.

Işık Kirliliği Ne Denli Olumsuzdur?

Dünya’nın ışıkla kirletilen gökyüzü altında yaşamak zorunda kalması, uluslararası bir endişe kaynağı olmaya başlamıştır. Kentsel ya da uzantısı bölgelerde yaşayanların, bu tür kirliliği gece dışarı çıkıp gökyüzüne bakmalarıyla kolaylıkla kavramaları olanaklıdır.

2016 çığır açan “Yapay Gece Gökyüzü Parlaklığı Dünya Atlası” na göre, dünya nüfusunun % 80’i doğal gökyüzü ışığında yaşıyor. Oysa ABD ve Avrupa’da halkın %99’unun ışık kirlenmesi olmaksızın doğal bir gece geçirmesi neredeyse olanaksızlaşmıştır!

Aynı zamanda büyük bir enerji israfı boyutu ısrarla vurgulanmalıdır. Küresel ısınma ve iklim değişikliği çok ciddi boyutlardadır. Son zamanlarda aydınlatmada kullanılan ampullerde teknolojik iyileştirmelerle enerji verimliliği epey iyileştirilmiş ve aydınlatma amaçlı enerjinin ısı enerjisine dönüşerek israf edilmesi epey azaltılmıştır. Ancak yine de, özellikle kapalı yerlerde, mağaza ve vitrinlerinde, AVM’lerde aşırı aydınlatman nedenli ısı enerjisi yitimi ve ortamda sıcaklık artışı önemsenmesi gereken bir sorundur.

Işık Kirliliğinin Etkileri

Dört milyar yıl boyunca, Dünya’da yaşam salt Güneş, Ay ve yıldızların aydınlatmasıyla oluşan aydınlık ve karanlık ritminde vardı. Şimdi, yapay ışıklar karanlığı bastırıyor ve kentler geceleri ışıl ışıl, doğal gündüz-gece düzeni bozuluyor ve doğanın duyarlı dengesini değiştiriyor. Bu ilham verici doğal kaynağın yitirilmesinin olumsuz etkileri somut görünmeyebilir. Ancak artan kanıtlar, parıldayan gece gökyüzünün doğrudan ve dolaylı ölçülebilir olumsuz etkileri dikkate alınmalıdır.

Doğal bir mehtap ve yakamozların ressam ve ozanlara sanatsal yapıtları için esin kaynağı olması önemsiz midir? Ayrıca doğal dengeler açısından bitki, hayvanlar, entomoloj, dünyasının… ışık kirliliğinden ne yönde etkilendiğinin araştırılmasına gereksinim vardır.

Çocuklar için vurgulamak gerekir ki, büyüme hormonu Melatonin, salt tam gece karanlığında üretilmektedir.

Tavuk – piliç üretim çiftliklerinde yapay aydınlatma ile hayvanların yumurtlama dahil, biyolojik döngülerine müdahale edilebilmektedir.

İstenmeyen etkiler

  • Artan enerji tüketimi
  • Ekosistemi ve doğal yaşamı bozma
  • İnsan sağlığına zararları
  • Suç ve güvenliğe olumsuz etkiler

Hafif kirlilik herkesi etkiler. Bereket, ışık kirliliği ile ilgili duyarlık sevindirici biçimde artmakta.
Artan sayıda bilim adamı, çevresel örgütlenmeler ve sivil toplum, doğal geceleri yeniden canlandırmak için harekete geçiyor.

Herkes yerel, ulusal ve uluslararası ölçekte ışık kirliliğiyle savaşım için işleyen çözümler üretebilir..

Işık kirliliği, öbür birçok kirlilik türünden farklı olarak, geri dönüşümlüdür ve herkes, tersine süreç için katkı verebilir. Gerekli eylemler için yalnızca ışık kirliliğinin bir sorun olduğunun ayrımında olmak yeterli değildir; geceleri ev ve işyerlerinden yayılan ışığı en aza indirerek başlanmalıdır.
Bu basit adımları izleyerek bunu yapabilirsiniz.

Öneriler :

Salt gereksinim olduğunda, yerde ve yeter düzeyde aydınlatma kullanılmalıdır. Güvenlik endişesi varsa, hareket detektörü ışıkları ve zamanlayıcılar takılarak aralıklı (interval) aydınlatma yapılabilir.

Tüm dış ve iç mekan ışıkları optimal düzeye getirilmeli ve o düzeyde korunmalıdır.

Kapalı mekanlarda perde, panjur vb. araçlar günışığından en çok yararlanmayı engellememelidir.

Kent mimarisinde birbirinin doğal aydınlanmasını (güneş almasını) olanaklı kılacak 3 boyutlu kurgu özenle sağlanmalıdır.

Bina pencereleri uygun yüzey büyüklüğü ve gün ışığını en çok, en uzun süre alabilecek biçimde konumlandırılmalıdır.

İşyerlerinde, konutlarda, otellerde, eğlence yerlerinde.. açık alanlarda aydınlatma renk, şiddet, açı ve süresi bakımından standartlar oluşturulmalı, var olan standartlara uyulmalı, uyulmasının sağlanması için kamusal ve sivil toplumun katılımcı denetimi, yaptırımları sağlanmalıdır.

Aydınlatma standartları

Yayınlanan çok sayıda ulusal ve uluslararası aydınlanma standardı, çeşitli ülkeler ve ülke içi kurumlarca kullanılmaktadır.

TSE Gebze Elektroteknik Laboratuvarı (Aydınlatma Bölümü)

Lamba, balast, armatür ve lamba yol vericileri gibi aydınlatma donanımlarının testleri, elektriksel ve fotometrik ölçümleri; otomotiv aydınlatmasında kullanılan far, sinyal lambası, fren lambası, park lambası, reflektörler vb. ürünlerin testleri yapılabilmektedir. Yapılan Testler:

  • TS EN 60921, TS EN 60923, TS EN 60925, TS EN 60927, TS EN 60929, TS EN 61347-2 serisi standartlara göre balastların ve lamba yol vericilerin testleri
  • TS EN 60598 serisi standardlara göre aydınlatma armatürlerinin testleri
  • Enkandesen, fluoresan, kendinden balastlı, sodyum buharlı, civa buharlı lambaların ve
    taşıt lambalarının elektriksel, fotometrik ölçümleri ve ömür deneyleri
  • Trafik sinyal sistemlerinin deneyleri

Ulusal Mevzuat

GENEL AYDINLATMA YÖNETMELİĞİ (RG 27.07.2013, sayı 28720)

Söz konusu Yönetmelik yaklaşık 5,5 yıl önce çıkarılmıştır ve yürütülmesinden Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı sorumludur. 26 madde, geçici maddeler ve ekleri ile yeterli sayılabilecek düzeydedir. İlgili kurumsal yanların, örn. TOBB, TMMOB, TTB.. sorumluluk üstlenmesi ve toplumsal duyarlık yaratılması ile sorunun çözülmesinde anlamlı adımlar atılabileceği düşünülmektedir.

Küresel ölçekte ise Dünya Sağlık Örgütü başta olmak üzere UNEP, FAO, UNICEF, bilimsel kurumlar (OSHA, NIOSH) ve giderek BM öncülüğünde etkili diplomatik girişimlere gereksinim olduğu açıktır.

Saygı ile. 07 Mart 2019, Ankara.

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı

10 soruda sosyal güvenlik sisteminin gelir-gider dengesini kim bozdu?

10 soruda sosyal güvenlik sisteminin gelir-gider dengesini kim bozdu?

DR. ERGÜN DEMİR
DR. GÜRAY KILIÇ

Her seçim döneminde, iktidar sahipleri Sosyal Güvenlik Kurumunu (SGK) “kim batırdı, zarar ettirdi, açık verdirdi vs.’’ söylemlerle siyasi propagandaya malzeme yapıyor, yaşanan sorunları ve kendi sorumluluklarını gizlemek için de siyasi popülizm yaparak siyasetçileri seçim meydanlarında yuhalatıyor. Oysa sosyal güvenlik; yoksulluk, işsizlik, gelecekle ilgili ekonomik belirsizlik, yaşlılık ve hastalık gibi sosyal tehlikelerin ortaya çıkaracağı olumsuzlukları hafifletmeyi ya da yok etmeyi sağlayan önlemleri içerir.

Soru 1) “Kar zarar, batırdı, açık verdi” gibi söylemleri şirket yöneticileri sık kullanıyor. Sosyal güvenlik sistemi bir şirket yönetimi midirki kâr ya da zarar etsin?

Sosyal güvenlik, Birleşmiş Milletler tarafından 1948 yılında temel insan hakkı olarak ilan edilmiştir. Asgari çerçevesi de ILO sözleşmesi ile çizilmiş ve Avrupa Sosyal Şartı ile standartları belirlenmiştir. 1952 yılında 35. Uluslararası Çalışma Konferansı’nda kabul edilen Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına İlişkin 102 Sayılı Sözleşme ile hastalık, işsizlik, yaşlılık, iş kazası ve meslek hastalığı, analık, sakatlık, ölüm, aile ödenekleri sosyal güvenlik sistemlerinin kapsamına alacağı riskler olarak belirlenmiş. Dünyadaki bütün sosyal güvenlik sistemleri 102 sayılı sözleşmeyi model kabul eder. Türkiye de bu sözleşmeyi 29 Temmuz 1971’de 1451 Sayılı Kanun’la kabul etti.

Anayasanın 60’ıncı maddesinde Sosyal Güvenlik Hakkı; ‘’Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar’’ hükmü yer alır. Çağdaş dünyada bütün ülkeler sosyal güvenliği devletler için bir kamu görevi, kişiler içinse bir hak olarak tanımlanır.

Soru 2) Sosyal güvenlik sisteminin gelir ve giderlerini ağırlıklı olarak hangi kalemler oluşturuyor?

Sosyal güvenlik sisteminin finansmanı SGK tarafından oluşturulur. SGK; en yüksek bütçeli kurumlardan biri olup, en önemli gelir kalemlerini çalışanlar ve işverenler tarafından ödenen primler (sosyal sigorta ve genel sağlık sigortası prim gelirleri) ve devlet katkısı oluştururken, giderlerinin en önemli kısmını ise emekli aylık ve ödenekler ile sağlık harcamaları oluşturur. Sosyal Güvenlik Kurumu, sigortalılarına sunduğu sağlık hizmeti için Genel Sağlık Sigortası (GSS) fon gelirinden, emekli aylık ve ödenekleri için ise sosyal sigorta fon gelirinden ödeme yapar. GSS fon gelirleri giderlerini karşılarken, sosyal sigorta fon gelirleri ise giderlerini karşılayamaz ve ’açık’ verir.

Soru 3) Dönemin AKP hükümeti ’sosyal güvenlik reformunu’, bütçeden karşılanan “sosyal güvenlik açıklarını” kapatma gerekçesine dayandırmaktaydı. Sonraki AKP Hükümetleri döneminde Sosyal Güvenlik Kurumunun açıkları kapatıldı mı?

Sayıştay Başkanlığının SGK denetim raporlarında, Kurumun ‘mali rapor ve tablolarına’ doğru ve güvenilir değildir tespitine ve hükümetin sanal iyilik hali oluşturmak için verileri makyajlamasına karşın;

Seçim malzemesi yapılan Sosyal Güvenlik Kurumu’nun AKP dönemi gelir- gider dengesi

 

Sosyal güvenlik ‘açıkları’  konusunda tam bir bilgi kirliliği yaşanmakta, gerçekler tersyüz ediliyor ve çarpıtılıyor.

SGK’nın resmi verilerinde de görülüyor ki; AKP Hükümetleri döneminde (2003-18) SGK’nın gelir- gideri arasındaki dengesizlik kronik hale gelmiş ve parmak hesabı ile toplam 317,9 milyar TL ‘açık’ oluşmuştur.

Soru 4) AKP, 10 yılda  ‘açıkları, kara delikleri’ kapatacak bir genel müdür bulamamış mıdır?

Herhangi bir devletin hangi ölçüde sosyal olduğu belirlenirken, o devletin gayrisafi yurtiçi hâsılanın [GYH] ne kadarlık bölümünü sosyal programlar için kullandığı dikkate alınır.

  • Hiçbir sosyal devlet bütçeden sosyal güvenliğe aktarılan kaynakları ‘açık’ ve ‘kara delik’ olarak nitelendiremez.

Sosyal güvenlik sistemini şirket gibi gören iktidar sahipleri seçim dönemlerinde birden sosyal devleti hatırlayıp sosyal harcamalarla ilgili gazete ilanları veriyor ve böylece sanal bir iyilik hali oluşturmaya çalışıyor. Kurumun mali bütçesindeki bu ’açıktan’ genel müdürler değil, uygulanan politikalar ve bu politikaları hayata geçirmeye çalışan hükümetler sorumludur. 17 yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarının bilgisini becerisini ortaya koyup, açıkları kapatacak, bu sıkıntıları çözecek yönetici bulamadığı görülmekte.

Soru 5) Gelir – Gider dengesinin bozulmasının en önemli nedenleri nelerdir? 

İşsizlik oranın yüksekliği: Bu oran genelde %13,5, genç nüfusta (15-24 yaş) ise %24,5
Aktif/pasif oranı düşüklüğü:1.86
Kayıt dışı istihdam oranın yüksekliği: %33,4
İşgücüne katılım oranının düşüklüğü: % 52,4
İstihdam oranının düşüklüğü: % 45,4.
Siyasi müdahaleler, denetim yetersizliği, prim tahsilâtı oranlarının yetersiz olması, prim afları.

Sisteminin “aktüeryal dengesi sağlanmış, mali açıdan sürdürülebilir ” haline gelmesi yaşanan bu sorunların minimalize edilmesi ile gerçekleşir. Siyasi popülist söylemler ve genel müdürler üzerinden gelir gider dengesi düzelseydi 17 yıldır neden düzeltemediniz diye sorarlar?

Soru 6) Sosyal Güvenlik Kurumuna bütçe transferi ne kadar yapılmakta ve bütçe transferi hangi kalemleri içeriyor?

AKP iktidarının sosyal güvenlik sisteminde yaptığı ‘reform’a karşın bütçe transferleri bırakın azaltmayı her yıl artmakta. SGK’ya yapılan bütçe transferleri içerisinde açık finansmanı, devlet katkısı, ek ödeme, faturalı ödemeler, teşvikler ve ödeme gücü olmayanların GSS katkısı olmak üzere 6 kalem transfer bulunmakta. 2017 yılında kuruma yapılan 128,1 milyar TL bütçe transferinin dağılımı; devlet katkısı 51,7 –açık finansmanı 25,2 – Teşvikler 24,2 – faturalı ödemeler 11,2 – ek ödeme 7,9 – ödeme gücü olmayanların GSS primi 7,7 milyar TL şeklinde olmuş.

Gelir-gider dengesi, aktif-pasif oranı, sosyal güvenlik açığının GSYH’ye oranı gibi temel göstergeler sistemin sürdürebilirliği için her yıl takip edilmesi gereken ve sonuçlarının izlenmesi gereken aktüeryal hesaplardır.

Soru 7)  SGK’nın mali rapor ve tabloları güvenilir mi? Hangi kurum raporunda SGK’nın mali rapor ve tablolarının doğru ve güvenilir olmadığı tespiti yer almaktadır?

Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı’nın açıklamalarına bakılırsa SGK ‘‘yurt dışında büyük hayranlık uyandıran ve Batı Avrupa ülkelerinin bile erişemediği’’ bir kurumdur. Oysa Sayıştay Başkanlığının SGK denetim raporlarında, Kurumun   “mali rapor ve tablolarına” 2012 yılında olumsuz denetim görüşü verilmiş, 2014 – 2017 yılları arasında ise doğru ve güvenilir bilgi içermediğine dair tespit raporda yer almıştır. Yani Avrupa’nın kıskandığı ve imrendiği SGK’nın mali rapor ve tabloları aşağıda göreceğiniz gibi doğru ve güvenilir değil. 

Soru 8) Meydanlarda AKP Genel Başkanı’nın söylediği SGK ile ilgili iddiaları ile Sosyal Güvenlik Kurumu’nun resmi verilerindeki gerçekler nelerdir?

SSK’nın tüm taşınır taşınmaz mallarına, gayrimenkullerine el konularak geçtikleri ve kamuoyuna o dönem ‘açık’ ve ‘kara delik’leri kapatıyoruz, devrim yaptık diye sundukları prime dayalı Sosyal Güvenlik Sistemi’nin geçmişten daha fazla ‘açıkla’ yönetildiği görülmektedir.

AKP GENEL BAŞKANI’NIN İDDİALARI:

  • SSK’yı Kılıçdaroğlu batırdı(!). Bilgisini becerisini konuşturup bu sıkıntıları çözemeyen bir bürokrattı. Kar eden kurumu borç batağına sokup öyle gitti,
  • Görev yaptığı 1992 – 1999 yılları arasında kurum 2 milyar TL açık verdi.
  • Sosyal Güvenlik Kurumu, AKP ile altın çağını yaşıyor.

SOSYAL GÜVENLİK KURUMUNUN RESMİ VERİLERİNDEKİ GERÇEKLER:

  • Tartışma, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun gelir-gider dengesi üzerine ise SGK’nın 2003-2018 yıllarında, parmak hesabı ile toplam 317,9 milyar TL ‘açığı’ var.
  • O zaman bu hesaba göre açık 159 kat artmış.
  • AKP’nin 17 yıldır bu ‘açıkları’ kapatacak bürokratı henüz bulamadığı görülüyor!
  • Asıl üzerinde konuşulması gereken konu sosyal devlet olmalı.
  • Kurumun giderleri gelirlerini aşmış ise sosyal devlet ilkesi gereği bu açık olarak değerlendirilemez.
Soru 9) Neden  “sosyal devlet” konuşulup tartışılmıyor? 

Sistemi bu hale getiren AKP iktidarı kendi sorumluluklarını gizlemek ve sosyal devleti konuşmamak için SGK’yı seçimlerde siyasi malzeme yapıyor ve siyasetçileri meydanlarda yuhalatıyor. Herhangi bir devletin hangi ölçüde sosyal olduğu belirlenirken, o devletin gayrisafi yurtiçi hâsılanın [GYH] ne kadarlık bölümünü sosyal programlar için kullandığı dikkate alınır, sosyal harcamaların düzeyi [GYH’ ye oranı] ne kadar yükselmiş ise sosyal devlet olma yolunda o kadar mesafe kat edilmiş kabul edilir.

Ülkemizi yönetenler hariç, hiçbir ülke sosyal güvenlik sistemini bir şirket yönetimi olarak görmüyor. Hükümetin görevi sosyal güvenlik hakkının korunması ve bu hakkın güçlendirilmesine yönelik tedbirler ve kararlar almaktır.

Soru 10) Kriz dönemlerinde sosyal güvenliğe ihtiyaç artarken, iktidar yeni ekonomik programda 2019 yılında sosyal güvenlikte 10,1 milyar TL tasarruf yapılacağını açıkladı. Sosyal güvenlikte bu tasarruf nasıl yapılacak?

Artan işsizlik ve yoksulluk karşısında sosyal korumaya olan gereksinim artarken ve krizin etkilerini hafifletmek için sosyal harcamaların arttırılması gerekirken seçimlerden sonra tasarruf yapılacağı ilan edildi. Sosyal Güvenlik Kurumu, emekli aylıklarını ve sağlık harcamalarını ödemekle yükümlü iken peki nelerden tasarruf yapacak? Öyle anlaşılıyor ki tasarruf kıdem tazminatı ile emekli maaşlarının ödenmesinde ve vatandaşların sağlık hizmetinden yararlanmasında kısıtlamalar getirilmesi şeklinde olacak. Kriz zamanlarında bütçe disiplini gerekçesi ile uygulanan kemer sıkma politikası sonucu sosyal güvenlik harcamalarının arttırılması gerekirken azaltılması; ülkelerin krizden çıkmasını kolaylaştırmak yerine zorlaştırmakta ve daha derin bir kriz ortamına girmesine neden olmakta. Bu nedenle ekonomik kriz dönemlerinde krizin etkilerini hafifletmek için harcamaların arttırılması gerekir. Bu durum tarihsel olarak sosyal güvenliğin ortaya çıkışı ile de uyumludur. Çünkü aslen sosyal güvenlik ihtiyacı derin ekonomik krizler sonucu ortaya çıkmış bir olgudur.

Kaynaklar

  • SGK Aylık İstatistik Bültenleri 2018 Aralık Mali istatistikler Tablo 31 SGK Toplam Gelir ve Gider, Tablo 35 Bütçe Transferleri Konsolide http://www.sgk.gov.tr/wps/portal/sgk/tr/kurumsal/istatistik/aylik_istatistik_bilgileri (Erişim 20.03.2019)
  • T.C. Sayıştay Başkanlığı, Sosyal Güvenlik Kurumu 2012 Sayıştay Denetim Raporu. Eylül 2013, Ankara. (S.22) 2017 Sayıştay Denetim Raporu. Eylül 2018,Ankara.(S.20)
  • AKP Gene Başkanı Erdoğan’ın Eyüp Sultan Mitingi 5.3.2019 ‘ Bu zatı dönemin hükümeti SSK’nın başına getirdi. Yöneticiden beklenen, bilgisini becerisini konuşturup bu sıkıntıları çözmesi beklenir. Bu zat, SSK’yı kar eden kurumu borç batağına sokup öyle gitti ‘’açıklaması.https://www.youtube.com/watch?v=BmShP_CFnM0

Dev şirkete kansere sebep olduğu gerekçesiyle 80 milyon dolar ceza!

Dev şirkete kansere sebep olduğu gerekçesiyle 80 milyon dolar ceza!

Bayer AG Monsanto Roundup tarım lacı nedeniyle lenf kanserine yakalanan 70 yaşındaki Edwin Hardeman’ın açtığı dava ile 80 milyon $ cezaya mahkum edildi.
cumhuriyet.com.tr, 29 Mart 2019

[Haber görseli]

ABD’nn California eyaletinde tarım ilacı üretcisi olan Monsanto, Türkiye’de de kullanılan Roundup ismli ilacının kansere neden olduğu gerekçesiyle 80 milyon $ tazminat ödemeye mahkum edildi.

The Guardian’da yer alan habere göre; Round up ilacının kansere yol açmada önemli bir etmen olduğunu ve şirketin sorumlu olduğunu belirleyen San Francsco Yüksek Mahkemesi jüriisi, Monsanto’yu 80 milyon $ cezaya çarptırdı.Davacı 70 yaşındaki Edwin Hardeman’ın yabanıl otla mücadelede 25 yıl boyunca Roundup kullandığı kaydedilmişti. Jüri, Roundup tarım ilacının Non-Hodgkin (lenfatk sisteminin kötü huylu bir hastalığı) lenfomaya neden olmasında önemli bir etmen olduğunu açıkladı.

Jüri, Roundup’ın tasarımının kusurlu olduğuna, üründe yeterli kanser uyarısı bulunmadığına ve Monsanto’nun Edwin Hardeman’ı non-hodgkn lenfoma riskine karşı uyarı konusunda ihmallerinin olduğu kararını verdi. 80 mliyon $ tazminat ödemeye mahkum edilen firma, davayı temyize
götüreceklerini açıkladı. ABD’de Roundup’ın kansere neden olduğu iddiasıyla 9 binden çok benzer dava olduğu açıklandı.

289 MİLYON DOLAR ÖDEMEYE MAHKUM EDİLMİŞTİ
Monsanto, California eyaletinde şirketn yaban otları için kullanılan ilaçlarındaki
glifosat maddesi yüzünden kansere yakalandığını söyleyen başka bir kişiye de 289
milyon $ tazminat ödemeye mahkum edilmişti.

Eski bir okul bahçıvanı olan Dewayne Johnson, yıllar boyunca yaban otlar için Ranger Pro türü ilaçlar kullanmış ve 2014’te lenf kanserne yakalandığını söyleyerek şirkete dava açmıştı. Jüri, Monsanto’nun Türkiye’de de satılan Roundup ve Ranger Pro adlı ilaçlarının kansere yol açtığını bilmesine karşın
tüketicleri uyarmadığına hükmetmişti.

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ YEREL YÖNETİMLER BİLDİRGESİ

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ YEREL YÖNETİMLER BİLDİRGESİ

SAĞLIKLI TOPLUM İÇİN SAĞLIKLI YAŞAM ALANLARINA ve SAĞLIKLI TOPLUMU ÖNCELEYEN YEREL YÖNETİMLERE GEREKSİNİMİMİZ VAR

Yaşam koşullarının gerek bireysel, gerek toplumsal sağlığın en önemli belirleyicisi olduğu geçmişten bu güne dek bilinen, bilimsel olarak da ifade edilen bir gerçektir. Günümüze dek ulaşmış kanıtlar tarihe iz bırakmış medeniyetlerin sağlıklı yaşam koşullarına sahip olduklarını, bu koşulları yitirdiklerinde bu uygarlıkların ortadan kaybolduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü, bir toplumda sağlık düzeyinin, %5’inin genetik özellikler, %10’unun sağlık hizmetleri, %30’unun davranışsal etmenler tarafından belirlenmesine karşın, yaşam koşullarının sağlık düzeyinin %55’ini belirlediğini ifade etmektedir. Başka bir deyişle, kişilerin yaşadığı çevre ve sosyal koşulların olumlu olması, toplumsal dayanışma, barış ve huzur gibi sağlığı doğrudan ve dolaylı etkileyen özelliklerin varlığı birey ve toplum sağlığını sürdürme ve geliştirme açısından oldukça önemlidir. Sözü edilen yaşam koşullarının önemli bir bölümü, yerel yönetimlerin görev ve sorumluluk alanına girmektedir. Bu nedenle bizler hekimlik uygulamalarımız sırasında bireyin ve toplumun sağlığını olumsuz etkilediğini düşündüğümüz, yerel yönetimlerin görev yetki ve sorumluluk alanına giren kimi temel konulara ilişkin gözlemlerimizi ve belirlemelerimizi yaklaşan yerel seçimler öncesinde kamuoyuyla paylaşmak isteriz.

Su yaşamın kaynağıdır! 

Sağlıklı su can verirken sağlıksız su hasta eder, hatta öldürür. Şebeke suyunun gerek kimyasal gerekse mikrobiyolojik olarak sağlıksız olması önemli bir halk sağlığı sorunudur. Şebeke suyuna güvenmeme durumu şebeke suyunu kullanmak yerine ambalajlı suların tüketimine neden olmaktadır ki, ambalajlı sular da hijyenik açıdan tartışmalı olmasının yanında getirdiği önemli boyuttaki maddi yük ve ambalaj atıkları kaynaklı çevre kirliliği gibi önemli maliyetlere yol açmaktadır. Yerel yönetimlerin en önemli sorumluluğu, hizmet verdiği bölgede, sağlıklı su temin edilmesini sağlamaktır. Bu amaçla yerel yönetimlerin sağlıklı su temini, su havzalarının korunması, yapılaşmasına izin verilmemesi, şebeke ve isale hatlarının iyileştirilmesi gibi yaşamsal konuları öncelemeleri gerektiğinin bir kez daha altını çizmek isteriz.

Sağlıklı hava solumak sağlığı korur ve geliştirirken, kirli hava solumak kanser dahil pek çok hastalığa neden olur. Dünya Sağlık Örgütü dış ortam hava kirliliğinin ölümlere neden olduğunu, kirli hava içindeki partikül (AS: parçacık) maddeleri solumanın kansere yol açtığını ifade etmektedir. Bu nedenle, yerel yönetimlerin yerleşim yerlerinde hava kirliliğine neden olabilecek yapı ve oluşumları engellemesinin yanında; yerleşim yerlerinin doğal havalandırmasını, rüzgar alışını etkileyecek yapılara da izin vermeme yönünde tavır alması gerektiğini vurgulamak isteriz. Ülkemizin pek çok büyük kentinde hem kentsel dönüşüm projeleri ile hem de afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi ile yoğun biçimde bina yıkımı olmaktadır. Bu yıkımlar sırasında çıkan toz, yakında bulunan kişiler için sağlığı tehdit eden özelliklere sahiptir. Çünkü, özellikle eski binaların yapımında kullanılan asbest başta olmak üzere pek çok kanserojen, ağır metal vb. zehirli maddeler yıkımlar sırasında açığa çıkmaktadır. Ortaya çıkan tozlardan özellikle çok ufak boyutta (AS: çaplı) olanlar (≤PM2.5 mikron) kan dolaşımına geçerek tüm vücudu etkilemekte, kalp-damar hastalıklarından nörolojik hastalıklara dek pek çok sağlık sorununa neden olabilmektedir. Bu kirlilik özellikle anne karnındaki bebekleri ve çocukları etkilemekte, onlarda ciddi hastalıklara yol açmakta, kronik hastalığı olanların hastalıklarının ağırlaşmasına neden olmaktadır.

Bu yıkımlar, yalnızca hava kirliliğine değil bireyin ve toplumun sağlığını etkileyen başka sorunlara da neden olmaktadır. Örneğin yıkım alanlarına yeni ve daha çok bina, konut, dükkan vb. yapılar inşa edilmekte, bu durum da yaşam alanlarındaki nüfus ve trafik yükünü artırarak motorlu araç kaynaklı hava kirliliği, gürültü kirliliği gibi başka tehlikeleri ortaya çıkarmaktadır. Daha çok kent merkezleri olan bu alanlar, özellikle yaşlı nüfusun sağlığını olumsuz etkilemekte, yaşlılar ya dışarı çıkamaz ya da o çevrede yaşayamaz duruma gelmektedir. Yaşlıların evden çıkamaz duruma gelmeleri ya da alışkın oldukları yaşam alanlarından uzaklaşmak zorunda kalmaları fizyolojik olarak kabul edilen yaşlılık sürecini hızlandırarak bedensel ve zihinsel sağlığı kötü etkilemektedir. Obezite, kronik hastalıklar, kas-iskelet sistemi sorunları, senil demans (yaşlılığa bağlı bunama) daha erken ortaya çıkıp daha hızlı ilerlemektedir.

Günümüzün en önemli sorunlarından biri olan stres, özellikle kent yaşamı ile artan bir özellik göstermektedir. Kentlerde trafik sıkışıklığı, trafikten kaynaklanan gürültü, ulaşım için harcanan zaman ve bu sıradaki konforsuzluk gibi ulaşımla ilgili sorunlar kişilerde stresi artıran etmenlerdir. Yerel yönetimlerden, trafikte geçirilen sürenin azaltılması, ekonomik ve rahat yolculuk yapılması yanında yürüme ve bisiklete binme olanaklarının yaratılması için çalışmalar yapması beklenmektedir.

Yerel yönetimlerin başta kentlerde yürütülen projeler nedeniyle olmak üzere azalan doğal yeşil alanları korumak gibi sorumlulukları vardır. Çünkü doğal yeşil alanlar salt bitki, ağaç demek değildir; o iklime ve çevreye uygun içinde barındırdığı her türlü canlı varlığıyla birlikte yaşayan bir ekosistemdir. Olması gereken orman, çalı, maki vb. tüm yeşil alanların doğallığıyla korunması yönünde irade açıklamaktır. Doğalı bozup yerine yapılan yapay yeşil alanlar, parklar, bahçeler görece göze güzel görünmekle birlikte biyoçeşitliliğin azalması, ekosistemin bozulması anlamına gelmektedir. Sağlıklı toplumu önceleyen yerel yönetimlerin esas sorumluluğu kesilen ağaçların yerine on kat da olsa yenilerinin dikilmesi değil, doğanın korunması olmalıdır.

Bir başka önemli sorun da vatandaşa tarladan, otlaktan sofraya sağlıklı-güvenli gıda sunumunun sağlanmasıdır. Gıdaların sağlıklı olmayan ortamlarda hazırlanması, sunumu ve satışı ölçüsünde, tarımsal alanların, meraların, ormanlıkların yapılaşmaya açılması da önemli bir sorundur. Gelinen noktada herkes sağlıklı olmak için sağlıklı gıda tüketmekten söz etmekte ama bu sağlıklı gıdaya nasıl ulaşılacağı bilinmemektedir. Sağlıklı gıda için sağlıklı tarım ve hayvancılığın yapılabileceği alanlara, bahçelere, otlak ve meralara gereksinim vardır, bu alanlar her türlü kirlilikten uzak tutulmalı, yapılaşmaya kapalı olmalıdır. Yerel yönetimlerin iyi tarım ve iyi hayvancılık uygulamaları ile ürünlerin halka sağlıklı, güvenli ve uygun fiyatlı koşullarda ulaşımının sağlanması yönünde plan, proje, uygulama ve denetimlerini gerçekleştirmesi gereklidir.

Yerel yönetimler, her türlü atığın geri dönüşümü için doğa dostu etkili sistemler kurmalı, kurulmasını desteklemelidir.

Yerel yönetimler her türlü afete karşı hazırlıklarını yapmalı ve bu planları halk ile paylaşmalıdır.

Sağlığın geliştirilmesinde fiziksel egzersiz ve spor önemlidir. Buna karşın bu alanlarda sosyoekonomik ve cinsiyet eşitsizliğinin önemli boyutta yaşandığı gözlenmektedir. Yerel yönetimlerin bir görevi de eşitsizlikleri ortadan kaldıracak planlama ve uygulamayı yaşama geçirmesi, herkesin bu olanaklara güvenli ve koşulsuz erişimlerinin sağlanmasıdır. Kadınların güvenli bir biçimde kamusal alanlarda (toplu ulaşım, park, çarşı, sokak vb.) bulunabilmesi için yerel yönetimler gereken tüm önlemleri almalıdır. Kadınların gerek fiziksel hareket gerekse sosyal etkinlik nedeniyle kamusal alanlarda özgür ve güvenli olmaları, kadın sağlığı açısından önemli bir koşul ve gerekliliktir.

  • Modern kentler, kadınlar, çocuklar, engelliler, yaşlılar için güvenli, toplumsal gereksinimlerin karşılandığı engelsiz kentlerdir.

Yerel yönetimlerin kentleri, yapılaşmayı, yeşil alanları tasarlarken kaldırım yüksekliği ve genişliğinden toplu taşıma araçlarına, sosyal iletişim platformlarından istemlerin özgürce ve demokratik ortam ve koşullarda ifade etmelerine olanak tanımalarına dek geniş yelpazede tüm gereksinimleri düzenleyecek yapı ve yapılanmaları sağlaması gereklidir. Ayrıca yerel yönetimlerden Türkiye’nin önemli bir kadın sorunu olan kadına yönelik şiddetin önlenmesine katkı sağlayacak, şiddete maruz kalan kadınların gereksinimlerine yanıt verecek kurum ve yapılanmaları sağlaması beklenmektedir.

Yönetim, önceden belirlenmiş amaç ve hedeflere en kısa sürede (AS: ve en ekonomik biçimde) ulaşmak için eldeki kaynakları, insan gücünü, parayı ve zamanı doğru kullanma bilimidir. Sağlığı önceleyen yerel yönetimler ise ellerindeki kaynakları bu yönde kullanmayı seçen yönetimlerdir. Özetle, bireyin ve toplumun sağlığını gözeten, sağlığı doğrudan ve dolaylı etkileyecek etmenleri bilen ve onları halkın sağlığını koruyacak ve geliştirecek yönde geliştiren; saydam, denetime açık, toplumun katılımını sağlayan bir anlayış ile kültürel mirası ve tarihi dokuyu koruyarak çalışan yerel yönetimler 21. yüzyıl Türkiye’sine yaraşır yerel yönetimlerdir.

Yerel seçimlerin demokratik bir ortamda gerçekleşmesi ve halkın politik tercihine saygı gösterilmesi demokrasi ve özgürlüklerin olduğu ölçüde sağlıklı bir toplumun da olmazsa olmazıdır.

Saygılarımızla, 25 Mart 2019

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi

Hekimlerin 100. Yıl Bildirgesi : YÜZ YILLIK BAŞLANGIÇ MÜCADELEYE DEVAM!

Hekimlerin 100. Yıl Bildirgesi
YÜZ YILLIK BAŞLANGIÇ
MÜCADELEYE DEVAM!

Bundan yüz yıl önce, 14 Mart 1919’da İstanbul’da tıbbiyeliler Osmanlı’da modern tıp eğitiminin başlangıcını, Tıphane-i Amire’nin 92. kuruluş yıldönümünü kutlamak için  bir toplantı düzenleyerek emperyalist işgale karşı tepkilerini dile getirmişlerdi.

Tıbbiyelilerin bu mücadelenin meşalesini ilk yakanlardan olmaları tesadüf değildi. İstibdat Rejimine karşı mücadelenin ilk tohumları da Tıbbiyede atılmış, nitekim bu nedenle II. Abdülhamit tarafından Sirkeci’deki Demirkapı Kışlası’ndan Asya yakasına “taşınmış”tı. Buna rağmen “Hürriyet, Müsavat, Adalet, Uhuvvet!” (Özgürlük, Eşitlik, Adalet, Kardeşlik!) sloganlarıyla ilan edilen II. Meşrutiyet’in de en ön saflarında tıbbiyeliler yer almışlardı.

O günlerden bu yana bu ülkede hekimler her zaman ülke sorunlarına duyarlı; her zaman bilimden, aydınlanmadan, laiklikten; her zaman bağımsızlıktan, barıştan ve özgürlükten yana oldular.

Hiçbir şeye sessiz kalmadılar. Bulaşıcı hastalıklara karşı nefer, deprem mağdurlarına şifa oldular. Doğanın talanına, nükleer belasına karşı durdular. Her zaman iyi hekimlik ve insan haklarından yana oldular. Savaşların halk sağlığı sorunu olduğunu söylemekten, etik ve deontolojik değerleri korumaktan vazgeçmediler. Sağlıkta yaşanan sorun ve yetersizliklerin ülkedeki yönetim anlayışından, önceliklerinden, tercihlerinden ayrı düşünülemeyeceğini savundular.

Köklerimiz ise çok daha derindedir.

Tıbbın kurucuları İstanköy’lü Hipokrates’ten, Bergama’lı Galenos’dan bu yana burada, bu topraklardayız.

Hayata ve topluma adanmış bir mesleğin onurlu üyeleri olarak emeğimizle, bilgimizle, uzun yıllar süren eğitim ve mesleki deneyimlerimize dayalı birikimimizle insanlara hizmet veriyoruz.

Senenin 365 günü icap nöbetçisi bir uzman hekim, sabaha kadar ameliyat yapan bir cerrah, yılda binlerce hasta muayene eden bir dahiliyeci, hayata anne karnından itibaren eşlik eden bir nisaiyeci, yitirdiği hastasının ardından “Kızamık ağıdı” yakan bir çocuk doktoru, ömrü narkoz koklamakla geçen bir anestezist, her ambulans sesinde yerinden fırlayan bir acilci, petri kutuları arasında bir mikrobiyolog, formaldehit kokuları arasında bir patolog, her türlü hastalıkla tek başına başa çıkmaya çalışan bir kasaba doktoru, kimselerin

gitmek istemediği bir köy sağlık ocağında yalnız başına bir genel pratisyen, yirmi dört saat uykusuz geçen nöbet ertesinde vizite hazırlanan bir asistan, aile sağlığı birimine hapsedilmiş bir aile hekimi,   meslek hayatının başlangıcında güvenlik soruşturmasına takılan bir genç hekim, KHK’yla anabilim dalından ve öğrencilerinden koparılmış bir akademisyen, işte ve evde çifte mesai yükünü taşıyan bir kadın hekim.

Her şeyden ve herkesten çok; doğumdan ölüme insanın en çıplak hallerine şahitlik ediyor, en çaresiz anlarında yardımına koşuyor, güçsüzlerin gücü, çaresizlerin çaresi olmak, ölümle ve hastalıklarla mücadele etmek, sağlık ve şifa dağıtmak için çalışıyoruz.

Yılda 720 milyon muayene, 14 milyon yatan hasta, 5 milyon ameliyat, 1,3 milyon doğum gerçekleştiriyoruz.

Saatlerdir sancılar içinde kıvranan bir hastanın rahatlaması, dünyaya gözlerini yeni açan bir bebeğin ağlaması, günlerdir ateşler içinde yanan bir çocuğun gülümsemesi,  yirmi dört saattir komadaki bir hastanın gözlerini açması, yaşlı bir teyzenin, amcanın avucumuza bıraktığı şükran dokunuşu, kaza mahallinden hastaneye yetiştirdiğimiz acil vakanın yaşama tutunması,  en yorgun anımızda bile ayakta kalmamıza, her şeye yeniden başlamamıza yetiyor.

Bizi asıl yoranlar; mesleğimizin itibarsızlaştırılması, emeğimizin ucuzlatılması, kötü çalışma ortamları, ağır çalışma koşulları, parça başı işleme dayalı ücretlendirme, piyasanın vahşi koşullarına terk edilen, ticarileşmiş sağlık hizmetleri, kışkırtılmış talep, kışkırtılmış şiddet ve sevgisiz, hürmetsiz, değer bilmez sağlık yöneticileri.

Yüz yıl önceki tıbbiyeliler, kökleri 19. Yüzyılın ortalarına dayanan örgütlenme bilincine sahiptiler ve işgale karşı tepkilerini Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin öncülüğünde gerçekleştirmişlerdi.

Bizler de kökleri 1929’da Etıbba Odaları ile atılan 90 yıllık tabip odalarımız ve Türk Tabipleri Birliği’nin öncülüğünde, yüz yıl önce olduğu gibi bugün de ülkemize, mesleğimize ve geleceğimize sahip çıkıyoruz.

Mesleki itibarımızı korumanın, haklarımızı savunmanın, sorunlarımızın çözümünün ancak ve ancak meslek örgütümüzle ve örgütlü mücadelemizle olacağını biliyoruz.

  • Asla ve kat’a yılmıyoruz, bıkmıyoruz, korkmuyoruz!

Geçmişimizden aldığımız güçle ve geleceğe olan inancımızla mücadeleye devam!

17 Mart 2019
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ

14 MART TIP HAFTASI’NDA SAĞLIK ÇALIŞANLARININ DURUMU

13.3.2019
BASIN AÇIKLAMASI

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ (TTB)
SAĞLIK VE SOSYAL HİZMET EMEKÇİLERİ SENDİKASI (SES)
DEVRİMCİ SAĞLIK İŞ SENDİKASI (Dev-Sağlık İş)
TÜM RADYOLOJİ TEKNİSYENLER VE TEKNİKERLERİ DERNEĞİ (TÜM-RAD DER)
SOSYAL HİZMET UZMANLARI DERNEĞİ (SHUDER)
TÜRKİYE PSİKOLOGLAR DERNEĞİ (TPD)

14 MART TIP HAFTASI’NDA SAĞLIK ÇALIŞANLARININ DURUMU

İnsanın yarasını saran acısını dindiren, yaşama, sevdiklerine kavuşturan sağlık alanındaki tüm çalışanların Tıp Bayramını kutlarız. Sağlık çalışanlarının mücadele günü 14 Mart Tıp Haftasında sağlık alanının giderek derinleşen yoğun sorunlarıyla birlikte karşınızdayız.

Sağlıkta dönüşüm programıyla birlikte katmerlenen sorunlarımız,
cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte çözüm mekanizmalarını kaybettiğimiz bir sürece girdi.

Şehir hastanelerinin açılmaya başlaması yeni sorunları beraberinde getirdi; her birimiz nerede çalışacağımızı, nasıl çalışacağımızı bilmeden, geleceğimizin ne olacağını bilemeden çalışmaktayız. Bu belirsizlik ne yazık ki, müdahale edemediğimiz etmekte geciktiğimiz bir süreç yaratıyor. Sonuç ise ne yazık ki yıllarca emek verdiği sağlık kuruluşundan ayrılma, işsiz kalan sağlık çalışanları, gittikleri şehir hastanelerinde işlerini yapamayan laboratuvar teknisyenleri, fizyoterapistler, röntgen teknisyenleri olmakta. Şehir hastanesinin devasa büyüklüğü içinde sürekli göz altında tutulduğumuz  alanları, bitmeyen koridorları çalışırken her birimizi birbirinden uzaklaştırıyor, yalnızlaştırıyor.  Çıkmaz gibi görünen bu süreci değiştirmek hepimiz için çalışılır hale getirmek  meslek örgütlerimiz, birlikler, sendikalar, derneklerle mümkün olacak.  Bu dönem çalışandan yana, haklarımızdan yana olan örgütlerimizin güçlenmesi ve güçlü bir biçimde taleplerimizi dile getirmesi ve mücadelemizi birleştirmemizle aşılacak.

Olağanüstü hal döneminde yüz binden fazla kamu emekçisinin ihraç edilmesine neden olan düzenlemeler, üç yıl daha yürürlükte kalarak iş güvencemizi ortadan kaldırmaktadır. Sağlık alanında yönetim kadrosu dışında gerekmeyen güvenlik soruşturmaları ise kurum değiştirirken iş güvencesini ortadan kaldırırken işsiz pek çok meslektaşımızın kamuda istihdamını engellemektedir. Üzülerek nitelikli pek çok meslektaşımızın Türkiye dışına göçüne tanık olmaktayız. Türkiye dışına beyin göçünü engellemek üzere getirilmiş mecburi hizmet uygulamalarının şimdi kendilerinin beyin göçüne neden olması kabul edilemez. Bu düzenlemeler derhal kaldırılmalı,

  • haklarında yargılanma ile kesinleşmiş suç bulunmamış kamudan ihraç edilen sağlık çalışanları işlerine dönmelidir.

Çalışanların talepleri dikkate alınmadan tek taraflı belirlenen ücret politikaları maaşlarımızın giderek erimesine yol açmıştır. Ekonomik krizin etkisiyle giderek artan enflasyonun çok altında yapılan zamlar maaşlarımızı küçültmüştür. Maaşlarımızın daha büyük bir bölümünü oluşturan performansa dayalı ek ödemeler ise krizden ve şehir hastaneleri sürecinden etkilenen en düzensiz ödeme kalemini oluşturmaktadır. Sağlık hizmetini metalaştırarak alınıp satılan bir mala dönüştüren döner sermaye uygulamaları ve tamamlayıcısı olan performansa dayalı ödeme sistemi, sağlık hizmetinin bir ekip tarafından üretildiğini görmemektedir. Performans ödemesinin aylık gelirin önemli bir kısmını oluşturması ve ancak tam ay çalışıldığında ödenmesi, kesintilerin anlamsız biçimde çalışılmayan günler üzerinden değil üç günün üzerindeki izin ve istirahat kullanımlarında tamamen kesilmesi  hakkımız olan izinleri kullanmamızı ve hasta olduğumuzda gerekli şekilde istirahat etmemizi engellemektedir. Bunlar ve daha birçok nedenle sağlık alanında döner sermaye ve performans sistemi kaldırılmalıdır. Eğer döner sermaye olacaksa performansa dayalı ek ödeme toplam ücretin %20’sinden fazla olmamalıdır. Göstergeler yeniden üniversite mezunu çalışanların hepsi için 3600’den başlayacak şekilde yeniden düzenlenmelidir.

  • Emekliliğe yansıyacak, güvenceli, görev tanımına, liyakat ve kariyere uygun bir ücretlendirme politikası izlenmelidir.

Sağlık çalışanları ve sağlık çalışanı emeklilerinin ücretleri, şu anda aldıklarının iki katından az olmayacak şekilde düzenlenmelidir.

Aynı işyerinde aynı mesleği farklı statülerde yapmaya bağlı olarak farklı haklar bize dayatılmaktadır. İzin gün sayısından iş güvencesine, ücretlere uzanan bu eşitsizlikler en iyi, haklarda eşitlenme sağlanarak düzeltilmelidir.

Nitelik değil nicelik hedefleyen döner sermaye/ performans uygulamaları sağlık hizmetinin ve sağlık kuruluşunun amacından sapmasına yol açarak iyileşmeyi değil döner sermaye gelirlerinin artmasını sağlayacak biçimde yönetilmesine yol açmaktadır. Bilimsel tıbbın temel hastalık yok hasta vardır yaklaşımı teşhis tedavi paketleriyle ortadan kaldırılmıştır. Meslek bağımsızlığımızı ortadan kaldıran bu yaklaşım ne yazık ki hastalarımızın sorunlarının tam çözülememesine yol açarak hastaların fiziksel, ruhsal, sosyal iyilik haline ulaşmalarını engellemektedir. Bu durumun yarattığı en önemli sorun şiddettir.

Her yıl on binden fazla sağlık çalışanı sözel ya da fiziksel şiddete uğramaktadır. Şiddet öldürücü boyutlara ulaşmış; pek çok sağlık çalışanı öldürülmüş ve yaralanmıştır. Çoğumuzun hasta ve yakını ile yüz yüze çalıştığı iş yerlerimizin bu kadar güvensiz olmasını kabul etmiyoruz. Bu nedenle TTB tarafından meclise sunulan sağlıkta şiddeti önleme yasası gecikmeksizin çıkarılmalıdır.[1]

Yıllardır sağlık emek ve meslek örgütlerinin gerekçelerini de sunarak, yapılan işin yıpratıcılığa göre düzenlenmiş fiili hizmet tazminatı kanun teklifi görmezden gelinerek 3 Ağustos tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanan 7146 sayılı kanunla  31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 40 ıncı maddesinin ikinci fıkrasında yer alan tabloya yapılan eklemeyle “insan sağlığıyla ilgili işlerde çalışanlara yıllık 60 gün olmak üzere yıpranma payı” düzenlemesi yapılmıştır. Çok yetersiz olan bu düzenleme sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin tümünü kapsamamaktadır, geçmiş çalışma yıllarımızı kapsamamaktadır, özelde çalışanları kapsamamaktadır. Fiili çalışma koşuluna bağlanmıştır, yıllık izinlerimiz, hafta sonu tatillerimiz, dinlenme hakkımız gasp edilmektedir. Topladığımız imzalarla da belirttiğimiz gibi sağlık ve sosyal hizmet işkolunda çalışan tüm emekçilerin dahil edildiği, geçmiş çalışma yıllarını kapsayan, fiili çalışma süresi koşulunu kaldıran, yeni bir fiili hizmet yasası yapılmalıdır.

[1] Yasa tasarısı: Sağlık çalışanlarına yönelik olarak gerçekleştirilen şiddet suçlarının mutlak cezalandırılacağı düşüncesinin yerleştirilmesi ve önleyicilik açısından, Türk Ceza Kanunu’na; “1) Sağlık kuruluşlarında çalışan sağlık personeline karşı, sağlık hizmeti sunumu esnasında veya verilen sağlık hizmetinden kaynaklanan nedenlerle cebir, şiddet veya tehdit kullanan kişi,
iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
2) Bu fiiller sonucu sağlık hizmeti kesintiye uğramış ise yukarıdaki fıkraya göre belirlenen ceza yarı oranında artırılır.” hükmünün eklenmesini içerir.