Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Yakın geçmişte öğrencimiz olan bir hekimden uyarılar… SAĞLIKTA ALARM

Yakın geçmişte öğrencimiz olan bir hekimden uyarılar…

SAĞLIKTA ALARM

6 yıllık pratisyen hekimim. Mesleğe zorunlu hizmetimi yaptığım küçük, şirin bir ilçede başladım.
Çalıkuşu edasıyla acil serviste, köy evlerine giderek.. şifa dağıtmaya çalıştım.
Beyaz önlüğün hakkını vermek ve şifa dağıtmak en büyük güdü (motivasyon) kaynağımdı.
İlçe halkının sevgisi ve saygısı ise bu güdülenmemi (motivasyonumu) sürdüren güçtü.
Zaman geçti daha büyük bir kente taşındım. Bu değişiklik açıkçası bana pek iyi gelmedi. Mesleksel kaygılarım başladı, birlikte de bunaltı (anksiyete) sorunlarım.

Bu konuda yalnız olmadığımı, görevdeki binlerce doktora, yurt dışına giden binlerce doktora baktığımda görüyorum.

Peki neler oluyor sağlık sektöründe ?

  • Niye bir yığın hekim isyan ediyor, ülkemizi terk ediyor?

Hasta yoğunuluğu

Özel sektöre geçen doktorlarla birlikte kamuda doktor başına düşen hasta sayısı arttı.
Ve daha da önemlisi ülkemizde koruyucu sağlık hizmetleri ve Birinci Basamak sağlık merkezlerinin öneminin anlaşılmaması üzerine hastanelere özellikle acil servislere yüksek oranda hasta başvurusu var.

  • Polikliniklerde bir günde bakılan hasta sayısı 100’ü, acil servislerde de 1000’i aştı!

Parasal sıkıntı

Böylesine yoğun çalışma ortamı içinde çalışan doktorların önceki zamanları da pek rahat değil. Bulundukları konuma gelebilmek için en az 10 yıl eğitim almaktalar. Sonrasında da yoğun bir çalışma ortamında gece gündüz demeden, tatil zamanları fark etmeksizin hasta bakmaktalar.

  • Böylesine yoğun ve nitelikli emeğin karşılığı daha farklı olmalı.

Sağlıkta şiddet

Ne yazık ki haberlerde, her geçen gün artan sağlıkta şiddet olayları görmekteyiz.
Bu konuda ciddi adımlar gerçekten atılıyor mu?

  • Can tehlikesi ile çalışmanın ne olduğu hissedilip anlaşılabiliyor mu?

Hastanelerde neden güvenlik amaçlı X ışını aygıtı hala yok?

Ve yasal yaptırımlar neden gelmiyor?

Fiziksel şiddet dışında da hakaret ve tehdit gibi durumlarda hekimler “beyaz kod” verebilmekteler.

  • Peki beyaz kodun ardından açılan davalar neden sonuçsuz kalıyor?

Doktor göçü

Bu koşullara dayanamayan doktorların çoğu özel sektöre geçmekte veya yurt dışına gitmekte. Sonuçta hastaneler doktorsuz kalmakta. Bunun sonucunda ne olacak biliyor musunuz? Böyle giderse devlet hastaneleri iyice yetersizleşecek ve sağlıkta daha da yaygın özelleştirilmeye gidilecek!
***
Bu ülke hepimizin…

  • Sosyal devletin olmazsa olmazlarından olan kamusal sağlık hizmeti yurttaşın elinden alınmamalıdır, en temel ve vazgeçilmez insan hakkıdır
  • Tüm Yurttaşlar ücretsiz ve nitelikli olarak sağlık hizmetlerine erişmelidir.

Onun için, alarm vermekte olan sağlık sisteminde

  • Hızla sosyal-kamusal, bilimsel, halktan yana reformlar yapılmalıdır.

Not : Genç meslektaşımızın adı bizde saklıdır. (Dr. Ahmet SALTIK)

Finans kapital partisi: AKP

Mehmet Ali Güller
Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet, 20.8.22


AKP bir halk partisi değildir, mali sermaye (finans kapital) partisidir.

Yani AKP fiilen kapitalizmin en sömürücü kanadının siyasetteki temsilcisidir.

14 Ekim 2021’de bu köşede, “Mali sermaye partisi: AKP” başlığıyla konuyu incelemiştik. Önceki gün Merkez Bankası’nın politika faizini bir puan daha düşürerek % 13’e indirmesiyle, AKP’nin bu özelliği daha da netleşti.

KUR KORUMALI MEVDUAT SOYGUNU

AKP’nin kur korumalı mevduat projesi, pratikte Hazine’den bankacılık sistemine para transferiydi (aktarimiydi). % 17 faiz getirili sistem özetle şöyleydi: Parası olan bankaya para yatıracak, o paraya % 14 faizi banka, kalan % 3’ü Hazine verecekti. Eğer dövizin yükselişi bunun üzerindeyse o fark da Hazine’den ödenecekti.

Hazine kim? Hazine’nin esas omurgasını “ücretli çalışanlar” oluşturuyor. Ücretli çalışanların da yarısı asgari ücretli. Yani bankaya yatıracak parası olanın faizini, bankaya yatıracak parası olmayan ödüyor özetle. Robin Hood’un fakirden alıp zengine vermesi kısaca…

Saray faizi 1 puan düşürünce kur korumalı mevduatta tablo şöyle olacak: Bankanın vereceği faiz %14’ten %13’e düşecek, ücretli çalışanın vergisiyle oluşan Hazine’nin ekleyeceği faiz %3’ten %4’e yükselecek. Yani Hazine’den para transferi artacak.

%13’LE PARA TOPLA, %40’LA SAT

Mali sermaye (finans kapital), yani bankalar salt böyle mi kazanıyor? Hayır.

Asıl vurgun şöyle işliyor: Bankalar AKP’nin kur korumalı mevduat kıyağıyla, ağırlıklı olarak orta sınıftan paraları %13 faizle topluyor. Sonra o paraları sanayiciye % 40-45 faizle kredi olarak veriyor. Aradaki farkla da bankalar, yani mali sermaye, daha da büyüyor.

Bu arada bankalar yurtdışından, Londra’dan, New York’tan kredi alıp Türk sanayicisine yine yüksek faizle veriyor. Böylece Türkiye’deki bankacılığın topladığı sermaye, fiilen uluslararası sermayeye kazanca dönüşüyor.

  • Nitekim Türkiye bankacılık sektörünün yarısından fazlası artık yabancı.

Dolayısıyla AKP’nin ekonomi-politiği, bankacılığı, New York bankerlerini, Londra tefecilerini beslemiş oluyor.

BANKALAR KÂR REKORU KIRIYOR

Sayılarla anlatalım: Şu anda bankacılık sektörünün yaklaşık 3.3 trilyon liralık “TL mevduatı” var. Bunun yaklaşık %36’sı AKP’nin kur korumalı mevduatlarından oluşuyor. Yani 1 trilyon liradan fazlası. Dolayısıyla bu büyüklükteki paraya faizi Hazine, yani ücretli çalışanlar ödüyor.

Bankaların ise ağzı kulaklarında. Kârlılık rekoru üstüne rekor kırıyorlar. Bankalar birleşip parti kursa AKP’nin kazandırdığından daha fazlasını kazandıramaz!

Kur korumalı mevduatın ilan edildiği 21 Aralık 2021’den 18 Ağustos 2022’ye kadar olan dönemde sınai endeksi %42, BIST100 %58 artarken bankacılık endeksi %82 yükselmiş (Yalçın Karatepe, “İktidar kimi sübvanse ediyor?”, BirGün, 19.8.2022).

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) açıklamasına göre bankalar kur korumalı mevduat ile kârlarını katlıyor:

Örneğin “Bankacılık sektörü net kârı nisan ayı sonu itibarıyla (AS : nisan ayı sonunda), geçen yılın aynı ayına göre yaklaşık 5’e katlanarak 98.2 milyar TL oldu. Geçen yıl bankaların net karı 20.7 milyar TL idi.” (Dünya, 3.6.2022).

Örneğin “bankacılık sektörünün haziran sonu itibarıyla (AS:haziran sonunda) ilk 6 ay dönem net kârı 169 milyar 145 milyon lira oldu”. (Cumhuriyet, 4.8.2022)

ASGARİ ÜCRETLİDEN SANAYİCİYE HERKES KAYBEDİYOR

Kısacası, AKP ile bankalar yani mali sermaye / finans kapital çok mutlu. Finans kapital kârına bakar; parlamenter rejim yıkılmış mı, tek adam rejimi mi var, eğitim imam hatipleşmiş mi, pazarda domates kaç lira olmuş, işçi ücreti ne kadar yükselmiş, işsizlik artmış mı, umurunda olmaz…

Sonuç olarak                 :

  • Finans kapital ve onun siyasal temsilcisi AKP karşısında,
    asgari ücretliden sanayiciye dek tüm sınıflar yitiriyor.
  • Kuşkusuz en çok yitiren en alttakiler.

Sağlık dikiş tutmuyor

GÜNCEL19.08.22, BİRGÜN

Yeni düzenlemeler yapıldıkça başka sorunlar ortaya çıkıyor. Geçtiğimiz hafta çıkan ek ödeme yönetmeliği Sağlık Bakanı tarafından çok iddialı biçimde sunuldu, ileride şöyle denecekmiş: “Bir gün bir yönetmelik okuduk. Türkiye’de doktor olmanın anlamı değişti.

İnanılır gibi değil, Sağlık Bakanlığı, “taban ödemesi” adı altında bir miktar döner sermaye ödemesiyle Türkiye’de hekimliğin anlamını değiştirdiğini ilan ediyor. Dahası bunun bir “Beyaz Reform” olduğunu anlatıyor. Yıllardır döner sermaye ödemesi alamayan yüzbinlerce sağlık çalışanının yalnızca bir bölümüne değişen miktarlarda yapılacak bir ödemeden söz ediyoruz. Durumu biraz olsun rahatlayanlar olacaktır ama sağlıkta biriken devasa sorunlara bakınca, Beyaz Reform olarak tanıtılabilecek nesi var, belli değil.

Sağlık Bakanı yönetmeliği şöyle duyuruyor: “Kitap gibi sağlam yönetmelik! Tıkla oku”. Zamanın ruhu mu demeli, Yönetmelik bir halkla ilişkiler, PR çalışması haline geliyor.

FİŞİ ÇEKİLEN NE?

Sağlık Bakanı “Bir süredir bitkisel yaşamda olan Performans Sistemi’nin fişi çekildi” diyor. Oysa “bitkisel hayatta” dediği performans sistemi, iktidarın bir süredir dillendirmekten vazgeçtiği, vaktiyle üzerine makaleler yazıp dünyaya örnek gösterdiği Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın ana ögelerinden biriydi.

Aslına bakarsanız performans mantığından vazgeçildiği yok, mesai içi ve dışı çok çalıştırıp puan toplatmaya yönelik çaba sürüyor. Yalnız adı değişip “teşvik ek ödemesi” olmuş.

Yönetmeliğe titizlikle konan tanımlara bakınız: Bireysel hedef katsayısı, hizmet etkinlik katsayısı, hizmet verimlilik katsayısı, kurum hedef katsayısı, teşvik ek ödemesi dönem ek ödeme katsayısı, kaynak kullanım verimliliği, finansal sürdürülebilirlik, kurum hedeflerine ulaşma…

  • Her biri devlet hastanesinin bir işletmeye dönüşmesinin kanıtlarıdır.

Yıllardır Türkiye’de sağlık bu mantıkla yönetiliyor ancak işlerin iyi gitmediği, yurttaşlara yaramadığı belirginleşiyor.

Yönetmelik salt devlet hastanelerinde çalışanların bir bölümünü kapsıyor. Farklı kurumlarda hekimler, sağlık çalışanları devre dışı. Değişik meslek kümelerine yapılan ödemeler yeni huzursuzluk kaynağı oluşturuyor; memurlar, hemşireler, eczacılar mutsuz.

ÇOK ÇALIŞ Kİ TEŞVİK ALASIN

Artırımlı ücret alacak personelin tanımına bakınız: “Mesaisini tamamlayan, 32 saat ve üzeri nöbet tutan ve karşılığında izin kullanmayan personel”. İşte hekimlere, sağlıkçılara “hayatınız değişecek” diye sunulan budur.

Yönetmelik kendince kurallar, katsayılar, tanımlar getirmede eşsiz (!).

Ücretiniz kesilmeden yıllık izin kullanma hakkınız 12 gün, rapor hakkınız 7 gün olarak tanımlanıyor. Zaten hekimler döner sermaye alamayacakları için yıllardır izinlerini kullanamıyorlar, sıkıntının büyüyeceği görülüyor. Dinlenme hakkına bir saldırı da oradan geliyor.

Sağlık Bakanlığı hizmetten ne anladığını “doğrudan gelir getiren faaliyet” olarak ortaya koyup, koruyucu sağlık hizmetlerini ve temel bilimleri değerli görmediğini bir kez daha gösteriyor.

  • Sistem çok hastalık, çok muayene, çok ameliyat ve tıbbi işlem, nihayet çok puan denklemi üzerine kurulu.

Sıkıntıları Sağlık Bakanı’nın da kısa sürede fark ettiğini şu ifadesinden anlıyoruz:

  • “Yönetmelik geri bildirimlere göre düzenlenebilen esnek kurgusu sayesinde mevcut veya doğabilecek pek çok sorunu çözme iradesi veriyor.”

Buradan bir slogan da üretilmiş durumda: “Beyaz reform yeni bir statüko değildir, sürekli reformdur”.

Yönetmelik iktidarın sağlığa bakışını gösteriyor. Hekimlere, sağlık çalışanlarına güvenceli, emekliliklerine yansıyacak, hakkaniyetli ödeme sistemi getirmemekte ısrar ediyorlar. Sürekli yeni tanımlar, karmaşık formüller, ödemelerde kaydırmalarla günü kurtarmaya, sağlık çalışanlarında oluşan huzursuzluğu yatıştırmaya çalışıyorlar. Şiddet, iş yükünün fazlalığı bezdirmiş durumda. Yurttaşlar ise bir türlü randevu alamamak, gereksinim duyduğu sağlık hizmetine erişememek nedeniyle bunaldı.

İçtenlikten uzak her düzenleme, birlikte başka sorunlara yol açıyor.

  • Sağlık sistemi alarm veriyor,
  • yeniden bilimsel, akılcı ve sağlık hakkını gözeten biçimde ele almak gerekiyor.

Öğretmen ve doktor kıyımı

Dr. Niyazi ALTUNYA

Cumhuriyet, 19.08.2022

 

Son yıllarda doktor ve öbür sağlık çalışanlarımıza saldırılar giderek arttı. Konya’da Dr. Ekrem Karakaya’nın öldürülmesi ve bir imamın, doktor ve sağlık çalışanlarını hedef göstermesi bardağı taşırdı.

SALDIRILAR

Saldırılar beni, mesleğim gereği geçmişteki öğretmen kıyımına aldı götürdü. Bunlardan ilki, 1925 başlarında doğuda Şeyh Sait ayaklanmasını hükümete haber veren öğretmen Zeki Dündar’ın, isyancı çapulcularca bir atın kuyruğuna bağlanarak sürütülüp parçalanmasıdır. İkincisi de 1930 sonlarında, Menemen’de yedek subay öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın “Şeriat isteriz” diyen esrarkeş bir güruh tarafından bağ bıçağı ile başının kesilip bir sırığa asılmasıdır. Genç Cumhuriyet yönetimi bunların hesabını görmüştür.

1961 yılında “silahlı beş canavarın” bir kadın öğretmeni kaçırıp tecavüz ettikleri haberi yayıldı. Dönemin İçişleri ve Milli Eğitim Bakanları bu tür olayların “pek nadir ve münferit” olduğunu belirtip geçiştirdiler.

TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt, 12 Mart 1971 darbesinden sonra tutuklu iken kaleme aldığı savunmasında, iki ayda öğretmenlere yönelik 29 saldırı olayını sıralamıştır. Bunlar arasında birçok yaralama, sarkıntılık, bir öğretmenin başına katran dökülüp yular takılarak sürüklenmesi, bir öğretmenin kulağının, bir başkasının cinsel organının kesilmesi de var.

TÖS’ün, 7-9 Temmuz 1969 tarihlerinde Kayseri’de topladığı genel kurula katılan 800 öğretmen, toplantının yapıldığı sinema salonunda çapulcuların saldırısına uğradı. Saldırganlarca gece toplantının yapılacağı Alemdar Sineması’na benzin bidonları ve gazlı paçavralar yerleştirilip ertesi gün ateşe verildi. Her zaman vızır vızır dolaşan güvenlik görevlileri olay sırasında toz olmuştu. Vali, Emniyet müdürü, jandarma komutanı da yerinde yoktu.

Genel Başkan Fakir Baykurt’un, bir biçimde askeri birliğe ulaşması sonucunda komutan, öğretmenleri garnizona aldırmış, askeri araçlarla Ankara’ya götürülmek üzere Kırşehir’e göndermiştir.

BARBARLIĞI YENECEĞİZ

Fakir Baykurt’un, İçişleri bakanına 8 Ağustos1969 tarihinde gönderdiği ayrıntılı raporda, sorumlu tutulan 22 kişinin adı verilmektedir. Bunlar arasında iki milletvekili, vali, jandarma komutanı, Emniyetçiler, imamlar da vardır. Olayın kışkırtıcılarından bir milletvekili, TÖS’lü öğretmenlere öfkesini, “Türk milleti (…) şahlanacak (…) Moskof uşaklarını [TÖS’lü öğretmenleri] köpekler gibi gebertip yok edecektir” diye kusmuştur.

1976-77’de TÖB-DER’in basına verdiği bilgilere göre, Şubat-Haziran 1975 arasında 200 öğretmene saldırılıp bunların 20’si komalık edilmiş, 5 bin öğretmen görev yerlerinden başka yerlere sürülmüş, 50 öğretmenin görevine son verilmiştir. Temmuz 1976 – Temmuz 1978 arasında da öğretmenlere 144 saldırı olmuş, 37 öğretmen öldürülmüştür. Öğretmenlere saldırılar durmamış, 1984’ten sonra PKK’li katiller Güneydoğu’da 500’den fazla öğretmeni katletmiştir.

Doktor ve sağlıkçı kıyımına dönersek… Sahne aynı, katiller ve destekçileri de aynıdır. Caniler neredeyse her gün doktorları, hemşireleri, özellikle kadınları öldürüyor. Tarihsel süreçte biz öğretmenler, sağlıkçı kardeşlerle hep aynı yazgıyı paylaştık. Ama

  • Barbarlığı bilimin ve eğitimin gücüyle, birlikte yeneceğiz!…

DÜNYANIN YENİ EKONOMİK DÜZENİ…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

 

Dünyanın yeni ekonomik düzeni katıksız ve koşulsuz neo-liberal SERBEST PİYASA DÜZENİDİR.

Peki, serbest piyasa düzeni nedir?

  • Emperyalist-kapitalist sermaye sınıfının devleti ve devlet denetleme aygıtlarını her açıdan olabildiğnce DEVRE DIŞI bırakması;
  • yani sermayenin devlet denetiminden KURTARILMASI;
  • İşçi- emekçi sınıfının da, siyasal ve mesleksel açılardan, örgütsüz bırakılarak, yalnızca ekonomik girdi (ucuz emek!) olarak değerlendirilip
  • küresel ve yerli sermayenin insaf (!) ve vicdanına (!) terk edilmesidir.

Bu nedenle:

  • Baba devlet, ulus devlet ve sosyal devlet zihniyetinin tuzla buz edilmesi demektir.
  • Yeni dünya düzeniölen ölür, kalan sağlar bizimdir; ya da altta kalanın canı çıksın” düzenidir.
  • Bu emperyalist ve kapitalist yeni dünya düzeninin, aşırı ve sürekli kâr hırsı dışında, hiçbir insancıl, adalet, ahlak ya da etik kaygısı yoktur.

Kol saati

GÜNCEL19.08.2022, BİRGÜN

Uzun yıllar önce, sanırım 1993’te zamanın Başbakanı Süleyman Demirel ile Körfez ülkelerini ve Suudi Arabistan’ı kapsayan uzunca bir resmi ziyaretler turuna muhabir olarak katılmıştım. O zamanlar BBC Radyosu’nda çalışıyordum. Bugünlerde de aynı adet var mı, bilmiyorum. Bu tür üst düzey ziyaretlerde, başta konuk ülke lideri olmak üzere, maiyetindekilere ve ziyarete katılanlara (bürokrat, iş insanı, gazeteci, her düzeyde görevli eleman) muhtemelen konumlarına göre farklı, çeşitli, görece değerli armağanlar sunuluyordu.

Körfez emirliklerinden birinde, Bahreyn’de, oradan ayrılacağımız gün otel odalarımıza bırakılmış, şık kutular içinde kol saatleri bulduk. Dünyaca ünlü bir markanın ürünü olan saatlerin kadranında Emir’in logosu/imzası vardı.

Çok geçmeden kapım çalındı. Gelen bir otel görevlisi, saatleri odalara kendisinin dağıttığını, mümkünse benimkini satın almak istediğini söyledi. «Ne kadar para isterseniz öderim» diye adeta yalvarmasından, ülke “Reis”inin imzasını taşıyan saatlerin ne kadar önemli ve belki de “Kapıları açmaya yarayabilecek kıymetli bir anahtar” niteliğinde olduğunu anladım. Tabii ki satmadım. Hatta BBC’nin etik kuralları gereği bu hediyeyi “Kendim bile kabul edip etmemem konusunda” rehberlik aldım. Sonuçta bende durur hâlâ, bu saat.

Bu durumun benzerine başka ülkelerde de tanık olmuştum. “Tek Adam”da simgelenen rejimlerde bu tür şeylerin tipik olduğu bilinir.

Bu sabah medyada gördüğüm bir haber nedeniyle hatırladım olayı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin 21’inci kuruluş yıldönümü münasebetiyle kendi imzasını ve Cumhurbaşkanlığı forsunu ihtiva eden saatler yaptırmış. Partililere (hangi kademede bilmiyorum) dağıtılırmış bu armağanlar. Bir tür “Sadakat Nişanı” (giderayak gerekti sanıyorum) niteliğinde sanırım.

Parti yıldönümü ile Cumhurbaşkanlığı forsunun aynı bağlamda kullanılması çarpıklığını, bu iş için harcanan paranın kimin kesesinden (muhtemelen milletin) çıkacağı tartışmasını da bir yana koyuyorum.

Ama gerçekten de, yazıya “Bahreyn Emirliği”nde yaşadığım anekdotla girmemin vesilesi oldu bu haber.

Bu sabah gazetemiz BirGün’ün manşetine baktığımda gördüğüm “Seçime kadar ülke kalmaz!” başlığının içime doldurduğu tarifsiz acıyı da katmerledi bu haber. Türkiye’nin en büyük kentinin ikinci havalimanının, konuk bir devlet başkanının ziyareti sırasında satışının gündeme geldiği haberi ile üst üste oturdu yüreğimin üstüne.

Sadece benim de değil, 86 milyonun yüreklerinin üstüne oturan, ekonomik, siyasi ve vicdani yıkımın acısı ile aynı tavada kavruldu adeta.

Bir yanda, bir market zincirinde, sadece birkaç üründe yapıldığı rivayet edilen 1 (yazı ile bir) TL’lik bir indirim için bile neredeyse sevindirik olan bir halkın çektiği çile. Bir yanda (yine BirGün’ün birinci sayfasında) ana muhalefet liderinin duyurduğu “5’li Çete’nin, elde ettikleri muazzam serveti İngiltere ve ABD’ye kaçırmakta olduğu” haberi. Bir yanda “Akkuyu’ya, ortak – mortak ayaklarında Ruslar’ın nasıl çöktüğünün” öyküsü. Yine aynı birinci sayfadan Büyük Marmara Depremi’nin 23’ncü yıldönümünde, aradan geçen sürede neredeyse hiçbir şey yapılmamış olmasının yarattığı derin hayal kırıklığı, Suriye ile ve İsrail ile yeniden yakınlaşma haberlerinin yarattığı kafa karışıklığı ve sorular…

Güzel ülkemin son 20 yılda bu parti ve lideri ile getirildiği durumun, yaratılan devasa enkazın tablosunun üzerine bu “Kol Saati” görüntüsü hiç iyi gelmedi.

Pazar yerlerinde, akşam vakitleri kıyıda köşede çürük çarık sebze ayıklayan emeklinin, evine bir lokma ekmeği zor götüren emekçinin, hukuksuzluğun adaletsizliğin kol gezdiği mahkemelerde adalet arayan, cezaevlerinde tahliye bekleyen mahkûmların, en temel hakları olan eğitim ve sağlığa erişimde güçlük çeken on milyonlarca insanın, yarınından umutsuz on milyonlarca gencin, intiharın eşiğine sürüklenmiş yüzbinlerce kart ve kredi borçlusunun, tarihi boyutta baskılara direnmeye çalışan ve boğazlanmaya çalışılan bağımsız medyanın ve daha nicelerinin suratlarına karşı yapılmış bir “Kol saati hareketi” (sokak argosuna vakıf olanlar bilir) gibi geldi o “logolu-forslu-reis imzalı” saat fotoğrafı.

Öylece bakakaldım.

Bu hakareti hak etmediğimiz gerçeğini vurgulamak için…

Kayda geçsin.

Ulusal kimliğe sahip çıkmak

İletişim - Prof. Dr. Can CEYLANProf. Dr. Can CEYLAN

Cumhuriyet,

19 Ağustos 2022

Gün geçmiyor ki ulusalcılık kavramı ırkçılık, faşistlik olarak yaftalanmasın; gündem ulusalcılık kara propagandasıyla  bulandırılmasın.

Emperyalist algı mühendisliğinin tezgâhında bölücü sinsi planların yontulduğuna tanıklık etmekten içimiz kalkıyor artık. Farklı etnik ve mezhepsel kimliklerin birlikte yaşadığı uluslar, her zaman emperyalist baronların iştahını kabartmıştır yakın tarihe bakıldığında.

Bir ulus olmak, ulusal bir kimlik kazanmak, en büyük tehlike olarak görülmüştür. Başka bir deyişle ulusalcı bütünsel yapılanmanın o ülkeyi güçlendireceği, o ülke için zararlı olmayacağı ne denli kesinse, emperyalizm için kabul edilebilir olmayacağı da o denli açık ve nettir.

Tehlike, ulusal kimliğe sahip çıkıp kenetlenmek midir? Yoksa “Senin hakların verilmiyor”, “Bağımsız olmak, federasyon kurmak senin en doğal hakkın” kaşımalarıyla o ulusu bölmek midir asıl tehlike?

Dün ülkemizde “komünist” avına, “Alevi” avına, “terörist” avına, “laikçi” avına çıkanların kışkırtıcıları kimlerse, bugün ulusalcı avı başlatanların kaşıyıcıları da onlardır, aynı emperyalist güç odaklarıdır.

  • Öyleyse en öncelikli çözüm yolu, ayrılıkçılık senaryolarının reddedilip zengin mozaiğin tüm unsurlarının birlik beraberlik içinde olması, kutuplaşmaların önlenmesidir.

Kısacası hem evrensel değerleri özümsemek hem de ulusalcı olmak mümkündür.

Elbette emperyalist güçlerin oyununa gelinmez, aklın ve bilimin yol göstericiliğinden sapılmazsa…

TÜRKİYE’nin DEPREM SORUNU

Prof. Dr. D. Ali ERCAN
Çekirdek Fiziği Uzmanı
ADD Bilim Kurulu Başkanı
E. Savunma Sanayi Müsteşarı

Değerli arkadaşlar,

Türkiye, yer kabuğunu (litosfer) oluşturan büyük plakaların arasına sıkışmış küçük Anadolu plakası üzerindeki konumu nedeniyle, sürekli deprem olgusuyla karşı karşıya olan bir Ülkedir. Son yüz yılda Türkiye’de deprem nedeniyle ölenlerin sayısı 75 binin üzerindedir. En son 17 Ağustos 1999 Gölcük / Adapazarı depreminde resmi verilerle20 bine yakın insan ölmüştü.

Türkiye nüfusunun %40 kadarı aktif fay hatları üzerindeki yerleşim bölgelerinde yaşıyor. Sıcak su kaynaklarının bulunduğu bölgeler antik zamanlardan beri yerleşim için tercih edilmiştir; ne var ki bu sıcak sular fay kırıklarının bulunduğu yerlerdedir genelde. Dolayısıyla, Depremle yaşamayı öğrenmek gerekiyor.
***
Tüm Dünya’da yılda ortalama 20 bin dolayında deprem oluyor, ancak bunların çoğu hissedilmeyecek derecede (3 ve daha küçük şiddette) küçük depremler. Gerçekten büyük, “doğal afet” görülebilecek şiddetteki depremler enderdir. Son 40 yılda, tüm Dünyada 32 kez 8 ve daha yukarı şiddette büyük deprem oluştu. 7-8 arası şiddetteki deprem sayısı yılda ortalama 14 olmuş; özetle Dünyada meydana gelen depremlerin binde 998’i 6’dan küçük şiddetteki sarsıntılardır. Ancak ne var ki, geri kalmış Ülkelerde, Türkiye’de olduğu gibi, çarpık yapılaşma ve inşaat teknolojisinin geriliğinden, 5-6 şiddetindeki depremler bile büyük felaketlere (yıkımlara) yol açabiliyor.

Depremin şiddeti

Amerikalı deprem bilimci Carl H. Richter adına tanımlanan Richter şiddet ölçeğine göre, M şiddetindeki bir depremde açığa çıkan enerji miktarı [101,5xM] kg TNT patlamasında açığa çıkan enerjiye eşittir (1 kg TNT patlamasında ortaya çıkan enerji 4,2 MJ). Bu tanıma göre 6 şiddetindeki bir depremde 1 milyon ton TNT patlamasına eşdeğer bir enerji çıkıyor. M Şiddetindeki bir deprem, 2 birim küçük şiddeti olan bir depremin bin katına karşılık geliyor demektir; örneğin, 8 şiddetindeki bir deprem 6 şiddetindeki bir depremin 1000 katı güçlüdür.

Aşağıdaki tabloda, son yüzyılda Türkiye’de Kuzey Anadolu Fay hattı KAF üzerinde oluşmuş, şiddeti 7’den büyük depremler ve yaklaşık ölüm sayıları veriliyor :

YIL ŞİDDET YÜZEY MERKEZİ ÖLÜM (bin)

1912 7,3 Tekirdağ 0,2

1939 7,8 Erzincan 33

1942 7,0 Tokat 3

1943 7,4 Ladik-Samsun 4

1944 7,5 Gerede 4

1953 7,2 Yenice-Çanakkale 0,3

1957 7,1 Abant-Bolu 0,1

1999 7,6 İzmit 17

1999 7,2 Düzce 0,9

“Kuzey Anadolu Fay hattı üzerinde M>7 şiddetinde bir deprem olasılığı yıllık 1/40’tır.” diyebiliriz.

image.png

Haritada Anadolu plakasını çevreleyen Fay hatları kırmızı çizgilerle, Plakaların hareket yönleri ok işareti ile gösteriliyor. Afrika ve Arabistan plakaları kuzeye doğru hareket ederken, Avrasya plakası Doğuya doğru hareket ediyor. Bu büyük kuvvetlerin bileşkesi küçük Anadolu plakasını yılda 2-2,5 cm hızla Batıya doğru sürüklüyor.

Depremler, hareket halindeki plak sınırının temas alanındaki engellerde biriken gerilimin bir anlık kırılmasıyla meydana gelen enerji boşalımlarıdır. 100-200 km kalınlığındaki yer kabuğunun fay hatlarındaki kırılımlarla ortaya çıkan “toplam enerji miktarına göre depremlerin şiddeti” tanımlanıyor.

Aslında deprem enerjisinin büyük kesimi, yaklaşık %90’ı plakalar arası sürtünmede “ısı” olarak yiterken, yalnızca %10’u mekanik enerji olarak çıkıyor ve yer kabuğunda sarsıntılara (depremlere) neden oluyor; ayrıca bu kinetik enerji aradaki uzaklığa göre de sönümleniyor (azalıyor); ortamın jeolojik yapısına göre, kabaca her 10-15 km’de Kinetik enerji yarı değerine düşüyor diyebiliriz. Örneğin İstanbul’da meydana gelen M=7,2 büyüklüğündeki bir deprem 350 km ötedeki Ankara’da yaklaşık 3 şiddetinde hissedilir.

Bu Faylar üzerindeki kırılımlar genelde 5-35 km derinliklerde meydana gelir. Kırılımın bulunduğu noktanın (hypocentre) yer yüzeyindeki izdüşümüne yüzey merkezi (epicentre) denir. Denizlerin tabanında meydana gelen depremlerde ise, kinetik enerji devasa su kütlelerinin hareketine yol açıyor… TSUNAMİ denen bu dev dalgaların yüksekliği 2-20 metre, hızları 300-900 km/saat olabiliyor.
***
Marmara Deprem senaryosu :

Adapazarı Depreminden sonra, Kuzey Anadolu Fay hattı üzerinde M>7 şiddetinde bir deprem gün sayıyor diyebiliriz… Marmara Denizinden geçen Fay hattı üzerinde meydana gelmesi olası M>7 şiddetinde bir Depremin, km2’de, ~10 bin kişinin yaşadığı Mega kent İstanbul’a etkisi ne olur?

  1. En kötümser felaket senaryosuna göre

[merkez üssü 30 km yakınlıkta, kış aylarında, gece] meydana gelecek bir depremde, 2-3 milyon insanın yaşadığı İstanbul Marmara kıyı şeridinde yıkılabilecek binalar* altında 100 bin dolayında can yitimi olabilir.

  1. En iyimser senaryoya göre

Deprem, merkez üssü İstanbul’dan epey uzakta ve gündüz meydana gelir; bu durumda belki Çorlu ve Tekirdağ görece daha çok etkilenecek ve Depremin İstanbul’a etkisi, İzmit-Gölcük depreminde olduğu gibi, önemsenmeyecek derecede küçük olacaktır.

Herhalde İstanbul’u bekleyen sahne, büyük olasılıkla bu iki uç tablonun arasında bir yerdedir. Umarız yetkililer gerekli önlemleri almışlardır. æ
_____________
* M>7 büyüklüğündeki bir depremde ortaya çıkan enerji yaklaşık 32 milyon ton TNT enerjisidir kadardır (32 Megaton atom bombası) Bu enerjinin 80’de birini yıkıcı güç olarak alsak, bina başına 4 ton TNT hesabıyla, yaklaşık 100 bin binayı yıkacak bir güçtür.

Serdar Koç şiiri : SAKARYA HATTI

Dr. Serdar Koç

SAKARYA HATTI

 

“Çok dövüşler olur kimseler bilmez”
Köroğlu

-I-
ağır
ağır
ovaya akşam çöktü

yağmur indi
sis
çöktü…

deprem çadırlarını
battaniyeleri
giysilerimizi
aşarak

kemiklerimize kadar
işleyen
benliği kilitleyen
küflü
ıslak bir soğuk

soğuk
soğuk…

1999 eylül ekim
kasım
aralık…

-II-
mümkün olsaydı eğer
zamanı almak geriye
onyedi ağustos saat 03:02 öncesine

o mutlu doğum günü pastasına
huzurlu ev içi sohbetlerine
mutfağa, tuvalete, banyoya, yatak odalarına
sıcak yataklarımıza, sıcak bedenlerimize

kahvehanelere, meyhanelere, hastanelere
cami avlularına, fabrika önlerine, tarlalara
kışlalara, okullara, hapishanelere…
çay bahçelerine, deniz kenarlarına, bulvarlara
yollara, köprülere…

mümkün olsaydı eğer zamanı almak geriye
onyedi ağustos saat 03:02 öncesine

o kahredici gurbetinde gözlerinin ölseydim
ah ölebilseydim orda öylece sonsuza değin

titreyen yer
titreyen ev, titreyen ağaç, titreyen yüreğim aşkına

mümkün olsaydı eğer…

Serdar Koç
(Aralık 1999, Ankara)

Can / Çiğdem / Hakan / Mine / Mücella / Osman / Tayfun

GÜNCEL18.08.2022, BİRGÜN

“Sonuç olarak, anayasal düzeni ülke genelinde korumayı amaçlayan eylemler dizisinin kalbi olan Gezi, demokrasinin post-modern mantığı olarak, PBDBY tarafından yeniden başlatılan bilgi kirliliği ile örtülemez ve kaçak Saray güdümündeki yargıçlarla yaptırıma tabi tutulamaz.

O. Kavala, C. Atalay, M. Yapıcı, T. Kahraman, Ç. Mater, H. Altınay, M. Özerdem’in bir an önce özgürlüklerine kavuşması dileğiyle Türkiye’ye gelecek olsun!” ( İ. Kaboğlu, “Anayasal ve siyasal açıdan Gezi”, Politikyol, 1 Mayıs).

2013

Ülke/insan ve siyasal iktidar sıralamasında devlet, yaşam kaynağı olan yeryüzü parçası üzerinde hak özneleri olarak insanların gerçekleştirdiği bir siyasal örgütlenmedir.

Varlık nedeni, ‘ ülkeyi ve toplumu korumak’:

Ülke ve çevre için, önlemek/korumak/geliştirmek,

İnsan hakları için, saygı göstermek/korumak/geliştirmek.

Bu yükümlülükler dizisi, Anayasa güvencesi altında.

“Gezi’de AVM yapılacak” diyen ve özellikle 2011 seçimleri ardından hemen her istediğini yaptıran (Cemaat’in her istediğini de veren) Başbakan’ın öznel tasarrufları, ikili ihlaller zinciri oluşturuyordu:

-Ülke, çevre, tarihsel ve kültürel değerler;

-İnsan hakları; yaşam tarzından demokratik hak ve özgürlüklere kadar.

Dengeli ve sağlıklı çevre için Devlet’in ‘önleme, koruma ve geliştirme’ yükümlülüğü, yurttaşlar için ödev-hak ikilemine dönüşmekte. Bu anayasal güvence, yurttaşlara ve sivil toplum örgütlerine, doğayı bozucu etkinliklere karşı çıkma olanağı tanır; bu eylemlere karşı kolluk güçleri, “kamu düzeni” adına zor kullanamaz. Zira yurttaşların, çevresel ve kentsel kamu düzeni adına koruduğu, toplum yararını aşarak gelecek kuşakları da kapsayan ülkesel kamu yararıdır. (AS: Anayasa md. 56/2)

Gezi Parkı’nda Topçu Kışlası kamuflajı ile bir AVM yapımının ilk adımı olan ağaçların sökülmesine gösterilen ve çığ gibi büyüyen tepki, siyasal krizleri kendi varlığını sürdürme aracı olarak gören AKP’nin Anayasa dışı yönetimine karşı demokrasinin post-modern mantığı ile verilen toplumsal yanıttı.

Kente karşı işlenmekte olan suçları önlemek için kitlelerin siyasal ayrışmaları aşarak, ülkesel anayasal düzeni toplumsal sahiplenme idi. Daha somut deyişle, siyasal aktörlerin anayasa dışı söylem-işlem ve eylemlerine karşı toplumun anayasa yoluyla tarihsel-kültürel-doğal ortak yaşam alanlarını koruması ve yaşam tarzına müdahaleyi reddetmesi idi.

Belli siyasal akımlara, toplumsal grup ve katmanlara indirgenemeyecek çok geniş yelpazeli ülke genelindeki toplu hareket, lideri olmayan eylemler zinciri olup, toplumbilim ve siyaset bilimi verilerine göre, böyle kendiliğinden ve çok yönlü çoğulcu bir toplu eylem bir kişi öncülüğünde gerçekeşemez.

2022

Bu nedenle Gezi kararları, adil yargılanma hakkının zincirleme ihlalleri ötesinde, demokratik hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı kurallarını hiçe sayan siyasal kurgu ürünüdür.

İktidar bekasına yönelik toplu siyasal davalardan, artık, “kandırıldık, bu bir kumpastı” vb. bahanelerle sıyrılma olanağı da yok. Ne var ki, hukuk işletilemediği için, -Gezi tutsaklarından bir danışma birimi olan MGK üzerinden Ahmet Çörekçi ve arkadaşlarına, seçilmişler Selçuk Mızraklı’dan Selahattin Demirtaş’a- çok sayıda tutuklu için tek umut ışığı, seçimlerde siyasal iktidarın eldeğiştirmesi.

Bu konuda, ‘hak, hukuk ve adalet’ öncüsü CHP, tarihsel sorumluluk üstlenmiş durumda. Bu adaletsizlik sarmalı, 6’lı Masa gündeminin de merkezinde yer almalı.

Bilinmelidir ki, saltanatları için diktikleri kaçak saraylar yanında, demokratik toplumu sönümlendirmek için kullandıkları Adalet Saray’ları ile yarattıkları hukuk enkazları, demokratik Cumhuriyetçilere ağır sorumluluklar yüklüyor.

RG’de yayımlanan kamu arazilerini satış kararları ile Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY),

  • Beştepe Sarayı’nı, ‘Türkiye ülkesini satış ofisi’ ne dönüştürdü:
  • anayasal düzeni ihlalde süreklilik!

Bu nedenle, Türkiye ve Türkiye Devleti için, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının uyanıklığı, her zamankinden çok daha yaşamsal!