Etiket arşivi: Mustafa Kemal Atatürk

ŞİİR KÖŞESİ : 9 EYLÜL

ŞİİR KÖŞESİ…

9 EYLÜL

Sen “9 EYLÜL” dersin iki kelime
Ben değişen yazgı anlarım, ÖZGÜRLÜK anlarım,
BAĞIMSIZLIK,
Sen “İZMİR” dersin iki hece
Ben sevinçten ağlarım
Tarihin başı mı dönmüş, şimşek hızıyla geldiklerinde?
Şaşırmış mı toprak,
Ayakları yere değmeyen atlar geçerken?
Önce deniz mi görmüş, kavruk yüzlü neferleri?

BUGÜN 9 EYLÜL


Tam sırasıdır canlandırmanın hatıraları..

Sen “9 EYLÜL” dersin iki kelime
Ben ONURLU bir HALK anlarım,
Rüzgarın çevirdiği sayfa anlarım
Sen “İZMİR” dersin iki Hece
Ben SAYGIYLA ayağa kalkarım..

Haluk IŞIK
Haluk Işık - Yazarlar - Doğrudan ve halktan yana!

*****
İzmir’imizin kurtuluş günü kutlu olsunn..
Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına şükranla
Emanet korunacak ve Cumhuriyet sonsuza dek yaşayacaktır..🙏🏻🇹🇷🇹🇷

ATATÜRK DUMLUPINAR’DA NEDEN AKDENİZ’İ HEDEF GÖSTERDİ ?

ATATÜRK DUMLUPINAR’DA NEDEN AKDENİZ’İ HEDEF GÖSTERDİ ?

Lütfü Kırayoğlu
(Elk. Müh. – İTÜ)

“Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” Mustafa Kemal Atatürk’ün bu tarihi emrinin sonuçlarını görmek istemeyenler, bu emir cümlesi üzerinden yapay tartışmalar yaratarak büyük ve kutsal zaferi küçümseme çabasına girişiyorlar.

Öncelikle bilgisizlikten kaynaklanan bir tarih hatasını düzeltelim. Yazılarında “tarihçi” sıfatını kullananlar da dahil, pek çok yazar bu ünlü emrin tarihini yanlış kullanıyor. Bazıları Büyük Taarruzun başladığı 26 Ağustos 1922 tarihini işaret ederken, bazıları da 30 Ağustos 1922 tarihini işaret ediyor. Bu ünlü emir 1 Eylül 1922 günü Mustafa Kemal Paşa tarafından bozguna uğrayan işgalcileri kovalamak üzere Dumlupınar Karargahı’nda verilmiştir. Kütahya ilinin bu şirin ilçesinin meydanına ünlü heykeltıraş Yavuz Görey tarafından yapılan anıttaki kabartma ile de süvarilerin hücumu ölümsüzleştirilmiştir.

Büyük komutanın bu kesin komutu çevresinde estirilen bir başka fırtına ise “Mustafa Kemal Paşa, ordulara Akdeniz hedefi göstermiş, ordular bu emre uymayarak Akdeniz yerine Ege’ye gitmişler” şeklindeki alaycı değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmeyi yapanlar arasında birtakım solculara da ne yazık ki rastlanmaktadır. Bu kişilerin; ne tarih, ne coğrafya, ne askerlik bilgileri vardır, ne de yaşadıkları toprakla ilgili en küçük arazi bilgileri vardır. Hatta bunların ilkokul seviyesinde tarih, coğrafya bilgileri olduğu bile uşkuludur.

Anadolu topraklarına 15 Mayıs 1919 günü İzmir rıhtımından çıkan Yunan birlikleri, İzmir limanını bir ikmal kapısı olarak kullanmışlar ve Büyük Zafer’den sonra yine aynı limandan Akdeniz’e dökülmüşlerdir. Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan bütün değerlendirmelerde İzmir limanı bir Akdeniz limanıdır ve Atatürk’ün kendi elinden çıkan Nutuk adlı eserinde de İzmir Akdeniz limanı olarak geçmektedir. Her şeyden önce kaba bir araştırma ile yüzyıllar boyunca Osmanlıların “Ege denizi” kavramını hiç kullanmadıklarını görürüz. Bu iç deniz çoğunlukla Bahr-i Sefid (Beyaz Deniz-Akdeniz) olarak tanımlanmış, çok ayrıntı verilmek istendiğinde de Adalar denizi, Fransızlar tarafından Meydan Larousse’da da belirtildiği gibi Archipelago (takımadalar denizi) olarak tanımlanmış, Lozan Antlaşmasında da Akdeniz olarak kayıtlara geçmiştir. Şimdilerde yaygın olarak Mediterranean Sea olarak haritalarda görülmektedir. Ege denizi kavramı 1930’lu yıllardan sonra Türkçe atlaslara girmeye başlamıştır. Bu konuda Emekli Tümgeneral Cevat Ülkekul’un değerli bir araştırması bulunmaktadır.

Atatürk Nutuk’ta Büyük Zafer’i anlattığı bölümde;

  • … ordularımız İzmir rıhtımında, ilk verdiğim hedefe, Akdeniz’e ulaşmış bulunuyorlardı.” dedikten sonra devamında “Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ile ondan sonra düşman ordusunu büsbütün yok eden ya da tutsak eden ve kılıç artıklarını Akdeniz’e, Marmara’ya döken savaşlarımızı açıklamak ve nitelemek için söz söylemeyi gerekli görmem” demektedir.

İşgalcileri kovalayan kuvvetlerimizin bir bölümü İzmir’e ulaşırken, bir bölümü de onları Bandırma ve Mudanya’da denize dökmüştür. O dönemlerde yetişenler arasında Ege Denizi kavramı yoktur.

Bazı “solcularımıza” Ataürk’ü ve Ulusal Kurtuluş Savaşımızı yeniden öğreten büyük ozan Nazım Hikmet de Kuvay-ı Milliye Destanı adlı çarpıcı yapıtında İzmir rıhtımını Akdeniz olarak tanımladığı dizelerinde şöyle demektedir:

“…
Sonra, 9 Eylül’de İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer
Yanan şehrin kızıltısı içinde gelip öfkeden, sevinçten,
Ümitten ağlıya ağlıya,
Güney’den Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i”

Görüldüğü gibi yaklaşık aynı dönemlerde Osmanlı kültürü ile yetişen Nazım Hikmet de İzmir Limanı’ndan görülen denizi bizim yeni Osmanlıcıların aksine Akdeniz olarak kabul etmektedir.

1922 yılında, Mustafa Kemal Paşa gibi bir askerin bugünkü harita bilgimizle Akdeniz olarak bilinen Anadolu’nun Güney sahillerini ordulara ilk hedef olarak göstermesinin hiçbir değeri ve anlamı da yoktur. Mondros Antlaşması hükümlerine göre bugün bilinen adıyla Akdeniz sahillerini Muğla’dan Antalya Körfezi’ne kadar işgal eden İtalyanlar, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının başarılı diplomatik girişimleri sonucu savaş dışı bırakılmış, Türk Ordusu’nun Güneye yani bugün bildiğimiz adıyla Akdeniz’e gitmesine gerek de kalmamıştır. Üstelik en küçük arazi bilgisine sahip bir asker bile, Anadolu’nun güney sahillerinde denize paralel olarak uzanan ve Afyon yöresinden sonra en az 5 sıra oluşturan dağlar silsilesini aşmanın güçlüğünü bilir. Türk Ordusu, Başkomutanı’nın büyük emrini aldıktan sonra denize dik olarak ulaşan dağların aralarından İzmir yönünde girdiği her yeri yakıp yıkan işgalcileri kovalayarak bu büyük buyruğu (emri) aldıktan yalnızca dokuz gün sonra İzmir’de Akdeniz’e ulaşmıştır.

Bugünün teknolojisiyle, ithal malı rahat ayakkabılarıyla, sırtında herhangi bir yükü olmadan Dumlupınar’dan İzmir Rıhtımı’na dokuz günde ulaşabilecek babayiğit sporcu var mı? Elde silah, sırtta çanta, ayağında doğru dürüst ayakkabısı, postalı olmadan, tuzaklanmış arazide savaşarak, yakılmış arazinin içinden yaralarına aldırmadan, yanıbaşında vurulan silah arkadaşının düşüp ölümünü görmezden gelip, belki de birazdan kendisinin de düşüp şehit olacağını bilerek, komutanının verdiği emre uygun, uçarcasına Akdeniz’e doğru koşan kahraman Mehmetçiklerimizin büyük zaferini küçümseyip alay ederek ünlü olamazsınız.

Tarih sizi değil, bize bu güzel toprakları armağan eden Mustafa Kemal Paşa ile silah ve dava  arkadaşlarını yazacak, sizler unutulacaksınız!

Ulusal bağımsızlığımızı kazandığımız bu büyük zaferi bizlere ve tarihe armağan eden Mustafa Kemal Atatürk, silah – dava arkadaşları ve şehitlerimizi bir kez daha minnet ve saygıyla anıyoruz.

 ÇEVRE FELAKETİ YAŞIYORUZ!!!

 ÇEVRE FELAKETİ YAŞIYORUZ!!!

Prof. Dr. Mehmet Ali
Cerrahpaşa Tıp Fak. E. Öğretim Üyesi

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

“Bir şahsın yaşadıkça memnun ve mutlu olması için lazım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmasıdır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK

İBB, 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde, Üsküdar Vapur İskelesi yanında su altı temizliği yaparak, denizlerin kirliliği konusuna dikkat çekti. Otomobil lastiğinden motosiklete, cep telefonundan plastik eşyalara kadar su altından çıkan atıklar görenleri şaşırttı.

Değerli arkadaşlar,

Güzel ülkemizde ve dünyamızda; küresel sermaye ve AB-D emperyalizminin çıkarları yüzünden, oluşan doğa katliamı nedeniyle sağlıklı ve mutlu yaşamımız giderek tehlikeye düşmektedir. Bizden sonraki kuşaklara daha riskli ve kirli bir dünya bırakmamız söz konusu.

Pek çok gelişmiş ülkede toplum, yaşanan çevre felaketlerine karşı hem siyasal hem de sivil toplumsal örgütleri ile gereken tepkilerini çok güzel ortaya koymaktadır. Ne yazık ki güzel ülkemizde siyasal yaşam kısırlaştı ve yalnızca dinsel siyasete veya etnik kimliğe dayalı duruma geldi. Çağdaş demokrasilerde olduğu gibi ülkemizde yaşanan çevre kirliliğine ve halk sağlığına karşı duyarlı bir siyaset ve siyasal güç söz konusu değil.

Oysa dünyamızda ve güzel ülkemizde her yıl yinelenen ve yıllardır süren çevre sorunlarımızı dile getirmemiz ve hep birlikte çözümler aramamız gerekir. Örneğin;

  • EKOLOJİK TARIM DOYURUR!!! Salgın elbette geçecek ama bekleyen daha ciddi sorunlar var. İklim krizi, çevre kirliliği ve ormansızlaşma, doğal varlıklara yönelik tahribat sonunda hepimizi, tüketimlerimizi azaltmaya ve yaşamımızı sadeleşme yönünde dönüşmeye zorlayacaktır. (24.4.2020-Cumhuriyet).
  • ÇERNOBİL DERS OLMADI! Facianın üzerinden 34 yıl geçmesine karşın nükleer inat sürüyor. Ülkemizde Sinop ve Akkuyu da yapılacak olan nükleer santraller, ülkemiz için de bir felaket olabilir. (27.4.2020-Cumhuriyet).
  • NÜKLEER SİLAHLAR: Denemeler iklimi de bombalamış. 1950’li ve 1960’lı yıllarda yapılan nükleer silah denemeleri yüzünden üst atmosfer tabakasına muazzam miktarda radyoaktif parçacıklar savrulmuştu. Böylece bulut yoğunluğu, yağışlar, elektrik yükü ve havada yıllarca süren radyoaktif kirlenmeler olduğu belirlenmiş. (28.6.2020-Cumhuriyet).
  • MERA ALANINA SİYANÜRLÜ ATIK DEPOLAMA TESİSİ: Kayyım sessiz sedasız izin aldı. Eskişehir, Sivrihisar Kaymaz mahallesine 1 km uzaklıkta yaklaşık 40 hektar alana 1 milyon 750 bin m3 hacımlı (AS: oylumlu) 2. bir Siyanür atık depolama barajı yapılıyor. Kaymaz mahallesinden geçen diri fay hattı nedeniyle bu baraj taşma, çökme ve yarılma ihtimali ile içme- kullanma su kaynakları için büyük tehlike oluşturmaktadır. (11.5.2020-Cumhuriyet).
  • İKİNCİ HASANKEYF OLMASIN İSYANI. Tunçeli’nin Mazgirt ilçesinde İndere bölgesi 1. Derece Sit alanında 10 hektarlık alana taşocağı açılacak (12.7.2020-Cumhuriyet).
  • TAŞOCAĞI ŞİRKETİ 3 KAT ARTIŞ İSTEDİ: Bergama’da vahşi madencilik isyanı. İzmir’in Bergama ilçesinde bulunan taş ocağı işletme arazisi 25 hektardan 75 hektara çıkarılacakmış. 390 bin ton olan işletme hacmı, 1 milyon 920 bin tona çıkarılacak olan alanda yine büyük bir ağaç kesimi olacakmış (19.7.2020-Cumhuriyet).
  • 70 HES DURDU: Katliam önlendi. Derelerin Kardeşliği Platformu açıklamasına göre, bugüne dek bölge sakinleriyle (AS: yerleşikleri) birlikte verilen mücadele sonucunda 70 HES inşaası durdurulmuş. Böylece Doğu Karadeniz bölgesinde olası sel ve heyelan katliamların önlenebileceğini belirtildi. (26.7.2020-Cumhuriyet).
  • MADEN ŞİRKETİ HALA KAZDAĞLARI’NDA: Vicdan nöbeti bir yaşında. Kanadalı şirket Alamos Gold’un yerli iştiraki (AS: katılımcı) Doğu Biga Madencilik A.Ş. tarafından Çanakkale’nin tek içme suyu kaynağı olan Atikhisar Barajına yakın bir bölgede yapılmak istenen “Kirazlı Altın Madeni Projesi”ne karşı başlatılan “Su ve Vicdan Nöbeti” bugün 1. yılını dolduruyor. (26.7.2020-Cumhuriyet).
  • BİR AYDA 1244 FUTBOL SAHASI KADAR ORMAN YANARAK KÜL OLDU. Habertürk’ten Emrah Doğru’nun haberine göre sadece (AS: yalnızca) son bir ayda, yani 20 Temmuz ile 20 Ağustos tarihleri arasında Türkiye’nin 503 noktasında orman yangını yaşandı. Orman Genel Müdürlüğünden alınan bilgilere göre salt son bir ayda Türkiye’nin cennet ormanlarından 1344 hektarı, yani 1244 futbol sahası büyüklüğünde alan kül oldu. (20.8.2020-Habertürk).
  • ORMANSIZLAŞMA ve TÜRLERİN YOK OLUŞLARI PANDEMİLERİ NASIL ETKİLİYOR? Londra Üniversitesi Çevrebilim uzmanlarının yaptığı araştırmada: 6 Kıtada yaklaşık 6800 ekolojik topluluğun incelenmesi ile kimi canlı türleri yeryüzünden yok olurken, sıçanlar ve yarasalar gibi yaşamlarını sürdürebilen türler insanlara da sıçrayabilen patojenlere ev sahipliği yapıyormuş (16.8.2020-Cumhuriyet).
    ***
    Değerli arkadaşlar,

Yukarıda sıralamaya çalıştığım, ülkemizdeki çevre felaketlerine karşı halkımızın, sizlerin, STK’ların, tüm yöneticilerimiz ve danışmanlarının, umarım dikkatini çekebilirim ve de gereken önlemleri de zamanında ve hep birlikte alırız.

Özellikle orman yıkımı ve çevre kirliliği için alınması gereken önlemler ne denli gecikirse, olası çözümlerin de o denli zorlaştığı sonucunu, bilgilerinize sunmak isterim. Aksi halde dünyamızı ve onun en güzel ülkesinin doğal yaşam olanaklarını göz göre göre yitireceğiz.

Ayrıca güzel ülkemiz, AB-D emperyalizminin organize ettiği projeler nedeniyle iç ve dış güvenlik açısından oldukça kötü günler yaşıyor. Her gün saygıdeğer canlarımızı yitiriyoruz. Bu terör kaosunun sürmesi durumunda, ekonomik sıkıntılarımız da artacaktır ve artmaya başladı. Yıllardır uyguladıkları emperyalist projeler ile bizleri, birbirimize düşman edenler ise zil çalıp oynuyor. Bu tuzaktan en kısa sürede çıkmayı umut ediyorum.

Sevgi ve saygılarımla (20.8.2020)
=============================
Dostlar,

ÇEVRESEL YIKIM, MASUM KURBANLAR VE İKTİDARIN SORUMLULUĞU

Meslektaşımız Biyofizik uzmanı Prof. Körpınar hep yurt ve çevre sorunlarına odaklı akla ve duygulara birlikte seslenen güzel yazılar yazar, biz de olanak ölçüsünde bu sitede yer veririz.

Yukarıdaki yazı, özellikle, küresel ölçekte yaşanan KOVİT-19 salgınının (=pandemi) ağır çevresel yıkımla açık – net ilişkisini sorgulaması bakımından çok önemli..

Dikkat buyurulsun; 21. yy’ın şafağında, daha ilk 20 yılda birkaç salgın yaşadık, yaşamaktayız..
Kolera salgınları artık sıradan ve yaygın. Ebola, MERS, Kuş Gribi, Domuz Gribi, SARS ve sonki SARS – Cov2..

Hiç düşünüldü mü acaba, salgınlar arası süre neden çooook kısaldı?
Hiç sorgulandı mı acaba, 20 yılda 6 salgın ne anlama geliyor?
Hiç irdelendi mi acaba; Ay’a, Mars’a giden uygarlık neden 8 aydır son salgınla başedemedi?
Hiç hesap edilir mi acaba yaşanan salgın nereye varır / varacak
Ve de haydi bunu da önümüzdeki birkaç yılda aştık; bir sonraki ne zaman ve nasıl gelecek?
Ya da KOVİT-19 salgını sürerken bir başka salgın üstüne eklenebilir mi?
Örn. sonbaharda Grip / İnfluenza salgını ya da bir başkası??
Ya da kıtlık / açlık, birkaç bölgede büyük ölçekli depremler, doğal afetler??

Örn. Türkiye’de İstanbul – Marmara bölgesinde M 7+ şiddetinde bir deprem.. KOVİT-19 salgını ile savaşım sürerken???!!!
****
Devlet yönetimi, tüm bunları öngörmek ve seçenekli afet – olağanüstü durum planları hazırlamak ve en az zararla böylesi bunalımları aşmak demektir; öngörü, ufuk ister.
Ancak AKP’li CB Erdoğan, dün sanal ortamda bir “trafo” açılışı yapmıştır (bu düzeye inildi gösterişli açılışlarda..) Türkiye’de nerede dev kamu ihalesi varsa, her nasılsa üstünde kalan 5 büyük / yandaş / halis – muhlis…. şirketten birinin K_ _ _ _ n reklamının arka fonda olduğu bir açılış.. Erdoğan sanki sanal oturumun yönlendiricisi (moderatörü) idi aynı zamanda. İlgililere söz verirken kendince genel sözcükler kullanarak alana ne denli uzak / yabancı olduğu da ortaya koydu. Bir kamu yatırımı değildi, yandaş bir şirket güneş enerjisinden yararlanarak elektrik enerjisi üretmek üzere Konya’da tarıma elverişsiz alanda solar kollektör paneller yerleştirmişti. Ürettiği elektrik enerjisini, elektrik enerjisinin dağıtımını üstlenen bir başka şirkete satacaktı. Görüldüğü gibi ülkemizde elektrik enerjisi üretimi de (EÜAŞ) ve dağtımı da (EDAŞ’ler) özelleştirilmiş, dev AŞ’ler tekelinde ve Erdoğan, kendisini Türkiye AŞ’nin CEO’su olarak en tepede konumlandırdığından, ilgili şirketin apaçık reklamını yapmaktan çekinmemişti.

Ülkemizin “hal-i pür melal”i işte böyle..
Erdoğan kuşkusuz haksız rekabete razı olmayacak ve benzer durumda çağrı yapan başkaca şirketlerin de –artık hangi boyuta dek inilecekse– tesis açılış, yenileme, kapasite artırımı vb. çağrılarına yanıt verecektir.

Aynı gün Sağlık Bakanı / Sekreteri Dr. Koca, Türkiye’de 1303 yani COVİT-19 hastası ve 23 ölüm duyurmuştur.. Tabii artık bu rakamları kaç ile çarpacaksanız; kahvelerde, evlerde, sokakta 1-10 arası katsayı toto konuşulduğuna çoğu insan tanıktır. AKP iktidarı, salgın sorumluları ve Bilimsel Danışma Kurulu’nun gerçekte danışılmayan “mış” gibi yapılan üyeleri, bu gerçekliğin ne denli ayırdında, bilemiyoruz..

Bu gün konuştuğumuz büyük ölçekli bir turizmci, bu sezondan 3,5 milyar $ bile gelmeyeceğini söyledi. Geçen yıl 35-40 milyar $ girdi sağlanmıştı ve bu yılın saf umutları 50 milyar $’ ayarlı idi. Üstelik turistik işletmelere ek yükümlülükler getirildi; sağlık çalışanı olacak, PCR+ çıkan “konuk” (müşteri!) otelde tek kişilik odada yalıtılacak, bakımı verilecek, ücret de alınmayacak.. Bölgeden personel ilanları ulaşıyor bu bağlamda ancak çoğu işletme de kapatıyor, erken kapatacak, açacak iken açmayacak olanlar var..

Varsayalım ki 3,5 milyar $ brüt girdi sağlandı. Acaba, ölçüsüz – kuralsız ve erken açılan turizm sektörü yüzünden FAZLADAN KAÇ İNSANIMIZ ÖLDÜ??

Bu sorunun yanıtı bilimsel olarak verilebilir; Epidemiyolojik bilimsel kurallara uygun Filyasyon (kaynağını bulma) çalışması yapılıyor olsa idi.. Tümü ile kurallı olmasa da yine de bir çıkarım yapılabilir.. Muhalefet bu bağlamda bir soru önergesi verir mi acaba? İktidar gereğince yanıtlar mı acaba?

Dolayısıyla 1 Temmuz – 20 Ağustos arasında resmi kayıtlara göre KOVİT-19’dan ölen insanlarımızın diyelim yarısı Turizm sektörü yüzünden ise ve bu rakam 460/2=230 dolayında ise 3,5 milyar $ brüt turizm girdisi (net geliri değil!) uğruna 230 insanımızın (salt resmi veriler!) yaşam hakkının feda edildiği çıkarımı yapılabilir mi??

Böylesi bir siyasal tercih olabilir mi ve hangi iktidar buna cesaret edebilir?
Herhalde demokratik hukuk devletinin egemen olduğu, yasama organının siyasal iktidarı denetleyip – dengelediği, İdarenin yargısal denetiminin işlediği, basının özgür olduğu bir ülkede..

Bunların hangisi Türkiye’de var???

Dolayısıyla, değil böylesine akılları dürtücü – zıplatıcı sorular sormak; akıl yürütmek bile zinhar tehlikelidir. İktidarın ücretli profesyonel tirolleri hemen sanal ortam da linç başlatır ve “işaret” bekleyen kimi yargı yetkilileri harekete geçebilirler..

Ne çare ki;

  • MASUM İNSANLAR, ÖNLENEBİLECEK İKEN ÖLMEKTEDİR iktidarın siyasal tercihleri yüzünden!!
  • Üstelik neden ve nasıl olduğunu bile anlamadan.. Kader, talih, kısmet, Allah’tan, ecel!!??…
  • Susmak ne mümkün; dilsiz şeytandır bu çıplak ve yürek yakan tabloyu görüp de susan!
  • Yapıp – ettikleriyle ya da tersiyle bu kırımdan sorumlu olanların aynaya bakması nasıl sağlanabilecektir? Siyasal muhalefet nasıl bunca felç olabilir??
  • Bir iktidarın en başat görevi yurttaşların yaşam hakkını korumak değildir de nedir?
  • Bunu bile beceremeyip, gerçekte bilinçli siyasal tercihleriyle (S. Bakanı Koca’nın, “..bu tabloyu öngörmüştük” hazin ve çok acı itirafı) masum insanların yaşam haklarını 3,5 Dolara feda edebilen bir siyasal kadronun zerrece meşruiyetinden söz edilebilir mi tarih sahnesinde??!
    • Durdurun Türkiye’yi, uzaya- sonsuzluğa karışmak istiyorum; orada “katiller, katil iktidar… diye haykırabilmek istiyorum..

Sevgi, saygı ve DERİN ACI ile. 20 Ağustos 2020, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı Uzmanı, Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com

 

 

 

2020 model siyaset

Zafer Arapkirli
14 Ağustos 2020, Cumhuriyet

Neden yapılır siyaset?
Ya da şöyle sorayım:

İnsanlar neden örgütlü bir yapı içinde, mesela dernek, parti vs. kurup siyasete girerler? Fikirlerini ve programlarını iktidara taşımak için değil mi?

Yani, özellikle bir “dava”, program ve tüzük etrafında toplanıp ülke çapında örgütlenen siyasi partileri, “gayri resmi baskı gruplarından, lobilerden” ayıran en önemli özellik nedir?

İktidara gelebilmek için milletin oylarını alıp seçim kazanmak değil mi?

Bugün Türkiye’nin siyaset sahnesine baktığımızda ise yukarıda saydığım bu temel doğruların inkârı anlamına gelecek bir tavır içinde olduklarını görüyoruz.

Daha açık ve net, kıvırmadan, eğip bükmeden yazayım: İstisnasız tüm partiler, kendi başarıları ile iktidara gelmek (ya da AKP özelinde iktidarda kalmak) için değil, amiyane ama gerçekçi bir tabirle “başkalarının çuvallaması” için mümkün olan herkesle işbirliği içine girip mücadele etmek şeklinde bir politika izliyor.

Yalan mı?

İktidar partisi AKP’den (ve küçük ortağından) başlayalım:

Bütün umutlarını bağladıkları 2 siyasetçiye bakar mısınız?

Biri, geçen haftaki yazımda bir hayli cömert davranıp “tek bir cümle” ayırmaya ancak tenezzül edebildiğim “Artık, kapasitesi-alım gücü, hırsının gerisine düşmüş ve artık adeta İtalyan Lireti hükmünde” bir eski muhalif milletvekili. Diğeri, bir siyasetçiye yapılabilecek en ağır ithamların ve bir kadına yapılabilecek en aşağılık, en adice saldırıların hedefi yaptıkları halde tekrar (ve özür bile dilemeden) kendilerince “yeniden itibar lütfedip” cepheye katmak istedikleri bir siyasi parti lideri.

Böyle mi muhafaza edeceksiniz koltuğu? Unutun. Tek başına bu iki tarihi “gaf” niteliğindeki çaresiz girişiminiz bile “çürümenin, yok olmuşluğun” ifadesi değil mi?

Ana muhalefete bakalım:

Siyaseti, sadece iki “sözüm ona ilke” temelinde yaptıkları apaçık ortada…

Biri, “Nasıl Olsa Gidiciler Abi. Oturup çürümelerini izleyelim yeter” zihniyeti.

Diğeri ise “Bunları götürmek için kiminle olsa işbirliği yaparız” anlayışı. Bu uğurda, iktidardaki yıkıcı (ATATÜRK Cumhuriyeti’nin tüm temellerine dinamit koyup yıkan) zihniyetin tasarım ve icra ekibinde bulunan ama EgoKoltuk-Rant-Çıkar kavgası sonucu aynı ekibin dışına itilmiş (vagondan atılmak diyorlar) çapsız, müflis ve ne idüğü gayet açıkça belli bayat ve kokuşmuş siyasetçilerle kol kola girmeyi bile mideleri kaldıracak görülüyor.

Demokrasinin D’si ile ilgileri olmadığını, tüm siyasi hayatları boyunca ispatlamış bu insanlarla bırakın ittifak yapmayı, aynı binada tesadüfen bile bulunmamaları, tam tersine emekçi ve ezilen-horlanan kitleleri temsil edenlerle kol kola girmeleri gerekirken, nerelere savruluyorlar.

Bu mu yani?

Böyle mi iktidar olacak, böyle mi kitlelerin taleplerine karşılık vereceksiniz?

Güldürmeyin insanı.

Vandallıkta zirveye doğru

Bugün, ülkenin tüm tarihi ve kültürel zenginliklerine zarar vermekten kaçınmıyorlar. Hatta bu anlamda, IŞİD’e ve yüzyıllar boyu benzeri “vandallık” örneklerine imza atanlara rahmet okutuyorlar.

Tarihin en eski yerleşim birimlerinden biri olan ve başka bir ülke topraklarında bulunsa, her yıl on milyonlarca turisti tek başına çekebilecek Hasankeyf’e yaptıkları ortada.

İstanbul’un surlarına, tarihi çeşmelerine, camilerine, adeta bir “Açık Hava Arkeoloji Müzesi” niteliğindeki bu canım kente verdikleri zararı artık bilmeyen, duymayan kalmadı.

Neredeyse 1500 yıllık bir mabedi, müze olarak korumaya ve Türkiye’nin bir numaralı turistik ilgi noktası yapmaya yönelik Mustafa Kemal ATATÜRK imzalı kararı çiğneyip, hatta bu karara insafsızca “ihanet” damgası vurup kılıçla daldıkları Ayasofya’ya yaptıkları, asla affedilecek bir muamele değil.

Daha birkaç gün önce, yine yaklaşık 1500 yıllık bir tarihi esere, İstanbul’un simgelerinden, gözbebeği bir eser konumundaki Galata Kulesi’ne, ellerinde “hilti” (kırıcı-delici ağır matkap makineleri) ile dalmaları karşısında, insan diyecek bir şey bulamıyor.

Tarihin her döneminde insanlık yani kültür, bilim ve sanat düşmanlarının; geçmişte “haçlılar”ın, Timurlenk’in fillerinin, Afganistan’da Taliban’ın, Suriye’de ve Irak’ta IŞİD ve El Kaide ve türü sapık, örümcek beyinli insanlık düşmanı akımların yaptıklarını kopya etmek kimseye yarar sağlamaz.

Sadece, bundan sonraki yüzyıllarda lanetle, nefretle ve iğrenilerek anılırsınız.

AYASOFYA’NIN KARA YAZGISI                               

Ertan URUNGA
E. Yargıç Albay, Antalya

Ayasofya, Ayasofya olalı böyle zulüm görmemiştir! Talihsiz ve dilsiz Ayasofya, eski adıyla Hagia Sofya (Kutsal Bilgelik)’nın tarihsel süreç içinde başına gelenlere serencamına bir göz atarsak eğer; bu yargıya varmamızın nedeni anlaşılacaktır.

Bilindiği üzere Ayasofya, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü dönemde İmparator 1. Justinianus tarafından MS. (532-537) yılları arasında ve zamanına göre kısa sayılan Beş Yıl içinde Patrik Katedrali olarak yapılmış ve yaklaşık Bin Yıl (Milenyum) boyunca, amacına uygun biçimde kullanılmıştır. Sessiz ve sakin geçen bu süreçten sonra Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmed-2’nin 29.05.1453 tarihinde Bizans’ı fethetmesiyle birlikte, zamanın en büyük yapısı ve Hıristiyanlığın da simgesi olan bu Kilisenin Cami’ye çevrilmesi, Fatih’in şanına ve Ehli İslam’ın inancına yaraştığı söylenemez sanırız.

Fatih Ne Yaptı?                                                                                                           

Hak dini İslam’ı benimsemiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun, her alanda büyük başarılar elde edip gücünün doruğa tırmandığı bir dönemde, Hıristiyan aleminin başkenti sayılan ve son derecede korunaklı bir konumda bulunan Bizans’ı, tüm engelleri de aşarak; dayanıklı surları yıkarak, gemileri tepelerden yürüterek, zincirleri kırarak   fethetmek başarısını gösteren Fatih’in, başka bir dinin kutsalı sayılan ibadet yerini camiye çevirme nedenini, kimi tarihçilerin ileri sürdüğü gibi bir ‘güç, gövde gösterisi’ olduğunu söyleyerek basite indirgemek olası değildir.   

Çünkü İslamiyet’in doğuşundan sonra, Osmanlı egemenliği altında bulunan Türk yurdu Anadolu ile çevre ülkelerde yayılmasının önüne geçmek için 1096 yılında Papa 2. Urbanus ve keşiş Pierre L’Hermit’in, bağnaz Katolik – Ortodoks Avrupa halklarını kışkırtmasıyla başlayan ve aralıklarla 176 yıl süren Haçlı Seferleri sırasında, başta Kudüs olmak üzere işgal edilen komşu ülkelerdeki İslam’a ait cami, mescit gibi kutsal yerlerin kiliseye dönüştürülmesi; din duygularını incitici böylesi uygulamaların zaman içinde olağanlaşmasının, İslam dünyasında haklı  infiale neden olduğunun kabulü, tarihsel gerçeklere uygun düşecektir sanırız. 

Bu tarihsel gerçeklik karşısında, Bizans’ı ele geçirmekle gücünü fazlasıyla kanıtlamış olan Fatih’in, Ayasofya’yı Cami’ye çevirmekteki amacının da ‘güç gösterisi’ yapmak değil; ancak Haçlıların işgal ettiği yerlerde Camileri kiliseye çevirme fırsatçılığına karşı bir ‘misilleme’ olduğunu söylemenin, akla uygun ve gerçekçi bir yaklaşım olacağı anlaşılmakta ise de Tarihçiler buna ne der bilmem!

Osmanlı Döneminde Ayasofya                                                                       

Sonradan mimari, sanatsal ve tarihsel özellikleriyle öne çıkan Ayasofya’nın, saçı başı yolunarak; heykeller sökülüp freskler (yaş sıva üzerine yapılan duvar resmi) ve mozaikler sıvanarak, tuğladan bir minare bir de beyaz mermerden mihrap eklenerek Camiye çevrilmesinden sonra, yaklaşık Beş Yüzyıl boyunca Osmanlı halkının (tebaasının) ibadet yeri olarak kullanılmış; iç isyanlar ve depremlerde meydana gelen kubbe ve duvar hasarları, sonradan Mimar Sinan tarafından onarılmış ve bir daha da büyük çapta bir onarım görmemiştir.

Ancak 1914- 1918 yılları arasında meydana gelen 1. Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken; ayakta kalmayı başaran Ayasofya’nın yazgısını da etkileyecek önemli bir gelişme olmuş; Osmanlının külleri arasından bir güneş gibi yükselen çağdaş Türkiye Cumhuriyeti 29.10.1923 tarihinde kurulmuştur. 

Çünkü Ayasofya, 1991 yılından itibaren Müslüman yurttaşlarca Cami olarak kullanıldığı, resmî bir imamının da bulunduğu gibi dünyada da Türk ulusunun Lozan’da elde ettiği egemenlik hakkını, bugüne kadar Antlaşmayı imzalamadığı için tanımayan ABD dışında, başkaca bir devletin bulunmadığı da bilinmektedir.

Cumhuriyet ve Ayasofya

Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulup yeni bir dönemin başlaması üzerine, yaşama geçirilen devrimlerle birlikte yabancı ülkelerin Ayasofya’ya ilgisi de artmıştır. 1929 yılı haziran ayında dünyanın önde gelen zenginlerinden sekiz Amerikalı iş adamının İstanbul’a gelip, Bizans yapıtlarının onarılarak insanlığa kazandırılması amacıyla Bizans Enstitüsünü kurmalarından iki yıl sonraki 07.06.1931 tarihinde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Joseph C. GREW’in de araya girmesiyle Ayasofya’nın üzerleri sıvanarak kapatılmış olan fresk ve mozaiklerin ortaya çıkarılmasına Cumhuriyet hükümetince izin verilmiştir.

03.02.1932 tarihinde Ayasofya’nın yeniden gün ışığına çıkarılan eski çehresine ve özgün kimliğine kavuşmasından sonra, uzun yıllar iki değişik dinin kutsal yeri, mabedi olarak kullanılması, iki büyük İmparatorluğun yapıtlarının da bulunması karşısında, değişen çağdaş anlayışa (konjonktüre) göre kilise ya da cami olarak kalmasının uygun olmayacağı gözetilerek, yeni kurulan TC. Devletinin barışçıl ve insancıl ilkeleri doğrultusunda, Ayasofya’nın insanlığın “ortak tarihsel mirası” olarak kabul edilmesinin doğru ve uygun olacağı görüşü benimsenmiştir.

Kaldı ki Osmanlı devletinin inkırazından (çöküntüye uğramasından) sonra, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarında, bu görüşe aykırı bir kuralın bulunmadığının anlaşılması üzerine, kurucu önder ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün buyruğu üzerine çıkarılan 24.11. 1934 tarih ve 2/1589 sayılı Kararname ile Müze olarak kullanılmasına karar verilmiştir.           

Bu akılcı, barışçı, insancıl olduğu kadar, Atatürk’ün devrimci karakteriyle de bağdaşan Karar, hiç kuşku yok ki kuruluş aşamasında başlatılan aydınlanma/çağdaşlaşma hareketinin bir sonucudur. Ne var ki bağnaz ve gerici odaklar, 80 yıldan beri Ayasofya’yı karşıdevrim hareketinin bir simgesi olarak kullanmışlar ve hala da kullanmaktalar!..

Bu anıtsal yapı, 01.02.1935 tarihinde insanlığın ortak tarihsel mirası olarak her dinden ve soydan insanın ziyaretine açılmış, birkaç gün sonra da Atatürk tarafından ziyaret edilmekle, yeni bir dönem başlamıştır.

Ne var ki bu kez de kararın çağdaş, insancıl ve evrensel boyutlarını idrak edemeyip, durumdan rahatsız olan siyasal İslamcı, gerici ve mukaddesatçı çevrelerin aralıklarla günümüze kadar süren tepkileri nedeniyle yeniden karanlığa bürünmüştür, talihsiz Ayasofya!

İnsanlık Sorunu

Burada yeri gelmişken şunu da belirtelim ki siyasal İslamcıların öteden beri dillerine doladıkları gibi ‘Ayasofya’nın sonsuza kadar cami olarak kalması’ Fatih Sultan Mehmet Han’ın, Fatih Vakfiyesinde (Vakıf Belgesi/Senedi) de yer alan vasiyeti olduğu ve bunun asla değiştirilemeyeceğini ısrarla ileri sürerken, yine ayni belgede yer aldığı söylenen Osmanlı devleti çöktüğünde vakfın mütevellisinin (yönetiminden sorumlu olanın) kurulacak yeni devletin yöneteni olacağına her nedense bir yanıt ver(e)medikleri gibi 1. Dünya Savaşı sonunda yenik düşerek, bütün varlığı ve birikimi (müktesebatı) ile tarihe gömülen Osmanlı devleti yasalarının da artık hukuken bir hükmü kalmadığı halde, Fatih’in vasiyetinden, vakfiyesinden  söz edilerek tartışılması hukuksal bir gaf olmaktan öte, tam bir rezalettir skandaldır.   

Geçenlerde Danıştay’ın siyasallaşan yargıçlarınca, çağdaş Cumhuriyet hukuku açıkça dışlanarak verilen 10.07.2020 tarihli Karardan sonra, zaten TC. Devletinin egemenliği altında bulunan ve 86 Yıl önce kurucu önder Atatürk’ün buyruğu üzerine müzeye çevrilen Ayasofya’yı yeniden fethedip, egemenliğin de yeniden kazanılmasıyla (!) bütün sorunların üstesinden gelindiği algısı yaratılarak, içine düştükleri aymazlığın ayırdına bile varamadıkları karanlık bir döneme girilmiştir.

Oysa Hıristiyan dünyasının simgesi sayılan Ayasofya, Türkiye’de devrim karşıtı siyasal İslamcı, mukaddesatçı odaklarca öteden beri ileri sürüldüğü gibi bir dinsel inanç ve ibadet özgürlüğü ya da ulusal egemenlik sorunu değil; ancak ahde vefa ve insanlık sorunu olarak, yeniden karşımıza çıkmıştır bugün.

Burada bir parantez açıp, şunu belirtelim ki bu yazımızın amacı; demokratik, laik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş yasalarına göre karar vermekle yükümlü olduğu halde, padişah fermanlarıyla yönetilen ve artık tarihte kalan Osmanlı İmparatorluğu’nun -çağının diğer devletlere göre ileri düzeyde de olsa- bağlı olduğu dinin uhrevi kurallarını öne çıkararak, Cumhuriyet hukukunu dışlayan; ayrıca davacının yetkisizliği, hak düşürücü süre, daha önce kesin hükmün (kaziyeyi muhkemenin) varlığı gibi davanın esasına girmeden reddedilmesini gerektiren yöntem (usul) kurallarını da bugüne kadar sadece Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarında gördüğümüz bir umarsızlıkla yok sayan ve bu nedenle de yok hükmünde (keenlemyekun) bulunduğu açık seçik anlaşılan Danıştay Kararını eleştirerek zaman yitirmek olmayıp, ancak bu kararın kesinleşmesi ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler bağlamında yaratacağı olası sakıncalarını değerli okurlarla paylaşmaktan ibarettir.

Bilindiği üzere yüce önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, 24.11.1934 tarihinde o eşsiz sezişi ve öngörüsü ile Ayasofya’yı Camiden müzeye çevirmekle, o günkü genel koşullar/konjonktür içinde en doğru kararı verdiğini; ancak sonradan gelen iktidarların ya siyasal getiri (rant) sağlamak ya da zora düştüklerinde gündem değiştirmek için Ayasofya üzerinden Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı yaparak, bu kez ahde vefa ve insanlık sorunu yarattıkları anlaşılmaktadır.

Dünya Mirası Ayasofya(*)

İnsanlığın karşılaştığı dünyanın en büyük yıkımların/felaketlerin başında yer alan 2. Dünya savaşı, milyonlarca insanın ölümüne, insanlığın geleceği için büyük önem taşıyan tarihsel ve kültürel varlıkların da yok olmasına neden olmuştur.

Bu durumu gözeten ve üye ülkeler de elde kalan tarihsel ve kültürel varlıkları ‘dünya mirası’ kabul edip koruma altına alındığı ve geleceğe taşımak amacıyla 1945 yılında UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) kuruduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’nin de kurucuları arasında bulunduğu bu örgütün Kuruluş Sözleşmesi, 20.05.1946 tarihinde çıkarılan 4895 sayılı yasa ile onanmıştır. Böylece sevgili Atamızın On yıl önce Ayasofya için yaşama geçirdiği düşünceleri, çağdaş ülkelerce de benimsenerek dünyayı sarmış oldu. 

 Türkiye, bu örgüte danışmanlık yapan ve kökü 1964 yılına kadar giden İCOMOS (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi) olarak anılan UNESCO için raporlar, bildiriler hazırlayan profesyonel bir örgüt daha var ki o da tarihsel ve kültürel varlıkların “Dünya Mirası Listesine” alınması gibi uzmanlık gerektiren teknik konularda danışmanlık yapmaktadır.

Yine UNESCO tarafından 1972 yılında kabul edilen Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme de Türkiye tarafından 14.04.1982 tarih ve 2658 sayılı yasa ile uygun bulmuştur. Bu sözleşme ile taraf devletler, dünyanın tarihi, kültürel ve doğal mirasını korumayı, bunları gelecek kuşaklara oldukları gibi bırakmayı, ‘Üstün Evrensel Değer’in korunmasını kabul ve taahhüt ederler.

Benzer örgütlerin, Avrupa’da da bulunduğu ve Türkiye’nin üyesi olduğu, bunların son derecede geniş ve ayrıntılı düzenlemelerle, dünya kültür ve doğal varlıklarını korumak için üye devletlere kimi yükümlülükler getirdiği gözetildiğinde, 1985 yılından beri müze olarak Dünya Mirası Listesinde yer alan Ayasofya’nın camiye çevrilmesi yüzünden, listeden çıkarılması durumunda, ne yazık ki Türkiye’nin zarara uğraması bir yana, Balkanlar’da bulunan Camilere misilleme yapılmasının da  gündemden hiç düşmeyeceğini söyleyebiliriz.     (Uzmanından daha geniş bilgiye aşağıdaki link/erişke’den ulaşabilirsiniz)

Zafer Dedikleri…

Ancak Türkiye’de din bekçiliğine soyunan devrim karşıtlarınca, Ayasofya’nın cami yapılmasını egemenlik hakkının bir gereği sayıp bunu her fırsatta siyasal iktidarlara, onlar da devlet olanaklarını kullanarak vesayeti altına aldıkları yargı erki dahil, bütün bir topluma dayatarak geçtiğimiz günlerde Danıştay kararının kesinleşmesi bile beklenmeden, ivecenlikle Camiye çevrilmesi için Diyanete devredildiği ve buna da ‘zafer’ dedikleri, esefle ve şaşkınlıkla görülmüştür.

Bu çakma zaferin, Türk ulusunun istilacı devletlere karşı giriştiği Kurtuluş savaşı sonunda düşmanı denize dökerek kazanması üzerine, savaşa katılan taraf devletlerce 24.07.1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın 97. Yıldönümüne isabet eden, 24 Temmuz Cuma günü törenlerle, şölenlerle, toplu namazlarla kutlanacağını medyadan öğreniyoruz. Tesadüfün güzelliğine bakın!

Anlaşılan o ki, o gün hem bağımsızlığı ve egemenliği resmen kazandığımız günün 97. Yıldönümünü, hem de Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilip ibadete açılmasıyla egemenliği yeniden kazandığımızı günü kutlayacağız! O zaman sormazlar mı adama, “Türk ulusu, direnerek ya da savaşarak kazandığı egemenliğini hangi savaşta kaybetti de neyi kazanacak” diye?

Karşıdevrim Hareketi

Bu durum da gösteriyor ki bağımsızlık ve egemenlik, bir Kilise/Müze’nin camiye dönüştürülmesi ya da bir caminin Kilise/Müze’ye çevrilmesi gibi basit yönetsel uygulamalarla değil; ancak direnerek veya savaşarak kazanılır ya da kaybedilir. Kaynağı da iç hukukta anayasalar, dış hukukta uluslararası antlaşmalardır.

Atatürk’ün Ayasofya’yı müze yapmasıyla “…milletin egemenliğini çiğneyerek millete ihanet ettiğini…” hiç utanmadan dile getiren siyasal İslamcılar; devlet geleneğinde yeri olmayan bu salvolarından vazgeçerler mi bilinmez ama, Ayasofya’nın camiye çevrilmesiyle egemenliği yeniden kazandıkları düşü ile kutlamaya hazırlandıkları 24.07.2020 tarihinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin şanlı Tarihine ‘Karşıdevrim Hareketi’ olarak geçeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Çünkü Türkiye’de Ayasofya’yı camiye çevirmesini bilen siyasal iktidarın, bunun bir karşı devrim hareketi olduğunu bilmediği söylenemez; söylense de kabul görmez.

SONUÇ : Biz de o gün, Lozan Barış Anlaşması’nın 97. Yıldönümünü kutlamak ve yüce önder Atatürk ve silah arkadaşlarını her yıl daha da artan özlem ve saygıyla anıp, şükranlarımızı sunmak için bayraklarımızla yine alanlarda olacağız elbet!

Ancak bu arada olur ya, egemenliğimizi yeniden kaybedebiliriz diye, başımızı göğe erdiren günü şimdiden kutlayalım: Lozan Barış Antlaşması’nın 97. Yılı Türk Ulusuna Kutlu Olsun! Yaşasın Tam Bağımsız ve Egemen Türkiye Cumhuriyeti!

(*) https://www.turkishnews.com/tr/content/2020/06/10/yasofya-muzesinin-statusunu-degistirilmesi-pulat-tacar/

Ben ‘Devlet’im!

Ben ‘Devlet’im!

Zafer ARAPKİRLİ
Cumhuriyet, 31 Temmuz 2020

Sen benim kim olduğumu biliyor musun?

Ben “Devlet”in üniforma içindeki hükmi şahsiyetiyim.

Adım polis, jandarma, bekçi, başkan koruması, hatta filanca mektebin ya da holdingin güvenlik görevlisi filan. Belimdeki silahın ve copun ruhsatını kim verdi biliyor musun? Oyarım adamı!

Arkamda kapı gibi Reis ve Saray ve Parti (tam da, bu yazdığım sırada-yanlışlık olmasın) iradesi.

Kimlik sorarım. Yok öyle, “ben baro başkanıyım” diye efelenmek filan.

Alayına sorarım. Feriştah olsan sorarım.

“Feriştah” dediysem… Tabii, “bir iki istisna” var.

Ülkeyi yöneten iradenin kapıkulunun kapısının kolunun vidası bile olsan, yemez kimlik filan sormak.

“Alayına” dediysem de o kadar uzun boylu değil. Gelir gırtlağıma sarılıverirler.

Mesela, gelir “Yüksek İrade”nin kıytırık bir ilçe başkanı. İlkokul çocukları gibi dizer bizi arkadaşlarımla. Esas duruşta beklerim. Suratımıza tükürükler saçarak, küfürler, hakaretler ederek hesap sorar. Tokatlar icabında. Haddimizi bildirir. O zaman, ne belimdeki silahın ne göğsümdeki rozetin hükmü kalır. “Muktedir Parti İradesi” her şeyin üzerine çıkıverir.

“Devlet” o sırada, odur. Ben değil.

Ama, başkalarına, “Ben ‘Devlet’im ulan!..” diyebilirim, en yüksek perdeden sesimle bağırarak.

Benden habersiz öyle sokaklara filan çıkıp slogan atamazsın. Pankart, döviz dağıtamazsın. Yok efendim “insan hakkı, kadın hakkı, çocuk hakkı, hayvan hakkı, cinsiyet eşitliği, sömürüye karşı” bilmem ne…

Oyarım lan adamı, kabak gibi!..

Saçından tutar sürüklerim yerlerde. Yersin tekmeyi oturursun. Bir de otobüsün içinde tepinirim üzerinde. İçeride olacakları zaten tahmin edersin.

Mesela anayasaya ve yasalara aykırı bir şekilde şeriat isteyenlerin, bu ülkenin kurucu önderi Mustafa Kemal ATATÜRK’e hakaret edenlere bir şey yapmam. Yapamam. Yaparsam başıma iş gelir. Benim “Devlet”liğim oraya kadar. Oyarlar beni o zaman.

“Ben ‘Devlet’im…” dediysem de, o kadar uzun boylu değil.
****

İkinci Yüzyıl Bildirgesi

Geçen hafta sonu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 37. olağan kurultayındaydık. Pandemi koşullarında biraz “sinirleri ve heyecanı alınmış” bir kurultaydı. Tartışmasız ve rekabetsiz genel başkan seçimi ile “biraz tartışmalı ve biraz heyecanlı” ama beni pek ilgilendirmediği için üzerinde durmayacağım parti meclisi seçiminin dışındaki gelişmelerle ilgiliyim, her zamanki gibi.

CHP, bir kurultayını daha “kim olduğunu, ne olduğunu, nerede durduğunu, nereye gittiğini, neyi temsil ettiğini” bilemeyen bir siyasi teşekkül olarak geçirdi.

Kurultayda Genel Başkan Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun okuyup delegelere tasdik ettirdiği “İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi” adlı metin, 18 yıldır AKP-FETÖ-MHP ittifakının yıkmaya uğraştığı ATATÜRK Cumhuriyeti’ni küllerinden ve enkazından, ülkeyi yeniden ve demokratik bir ruhla yeniden imar etmek” açısından heyecan vericiydi. Özellikle parlamenter rejime dönüş ve “özgürlüklerin geri alınması” vurgusu ile bugünkü rejimin ruhunun “zıddı” muhteviyatı ile güzel ve anlamlı bir çıkış. Sayın Kılıçdaroğlu’nun daha önceki başka “maddeler halindeki” manifesto niteliğindeki çağrıları ile de uyumlu.

Ancak…

Gelin görün ki;

  1. a) CHP’nin kendini parti olarak nereye konuşlandırdığını bilmeden (net biçimde saptamadan) bu bildirgenin hayata geçirilebilirliği,
  2. b) Kılıçdaroğlu’nun, bildirgeyi sunarken kullandığı“Dostlarımızla beraber” ifadesinde kastedilen dostların muğlaklığı, içerikteki “heyecanın gazını” bir anda söndürüyordu. (Ekonomik yıkımın mimarlarından Babacan mı? Dış Politikadaki felaketin senaristi Davutoğlu mu?)

CHP’nin kendisini “Solda” yani emekten, alın terinden, yoksul ve itilip kakılan kitlelerden yana konuşlandırmadan bu “hoş” metinleri delegelere el kaldırtıp oylatması ne kadar anlamlı?

Ayrıca CHP’nin, ATATÜRK Cumhuriyeti’nin temellerine, en başta da laikliğe ve bizzat Mustafa Kemal’in manevi şahsiyetine yapılan alçakça saldırılar karşısında Anayasa Mahkemesi’nden bir sokak öteye gidemeyen “teslimiyetçi” ruhunu gördükçe, bu sorunun yanıtı maalesef kolay değil.

Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü ve 31 Mart’taki (2019) oy torbalarının üzerinde sabahlayan gençlerin dinamik ruhu ile çelişen bir şekilde “Kitlesel muhalefet”ten kaçan anlaşılmaz bir “Bizi sokağa çekmek istiyorlar” pasifizmine teslim olmuş hali, maalesef umutları kırmakta.

Sokağı bir “Umacı” olarak gören, meydanı ATATÜRK ve Cumhuriyet düşmanı, halk düşmanı “Yandaş çetelere” terk eden bir ruh hali, “İkinci Yüzyıl”a umutla bakmamızın önüne kapkara boyanmış koca bir duvar örüyor.

Türkiye Barolar Birliği’nden Diyanet İşleri Başkanı’na istifa çağrısı

Türkiye Barolar Birliği’nden
Diyanet İşleri Başkanı’na istifa çağrısı

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a cuma günü okuduğu hutbeden dolayı tepkiler devam ediyor. Türkiya Barolar Birliği de Erbaş’ı Atatürk’e yönelik sözlerinden dolayı istifaya çağırdı.

Ayasofya'da kılıçla cuma hutbesi okuyan Diyanet Başkanı, Atatürk'ü ...

İstifa çağrısında

  • “Diyanet İşleri Başkanı’nın, oturduğu makamı borçlu olduğu Mustafa Kemal Atatürk’e karşı, gizli ajandasına dayalı sözler sarf etmesi asla kabul edilemez” ifadeleri kullanıldı.

TBB’den yapılan açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

“Mustafa Kemal Atatürk, Padişahın mülkü sayılan ülkede, O’nun kulu olarak yaşayan insanlarımızı yaptığı devrimlerle özgür yurttaşlar haline getiren kurucu liderdir.

Diyanet İşleri Başkanı’nın, oturduğu makamı borçlu olduğu Mustafa Kemal Atatürk’e karşı, gizli ajandasına dayalı sözler sarf etmesi asla kabul edilemez.

Layık olmadıkları halde bu tür makamları işgal edenlerin kutsal din duygularını gizli ajandaları dogrultusunda kullanmalarının hiç kuşkusuz başka örnekleri de olmuştur.

  • Cumhuriyet sayesinde oturdukları koltuklardan Atatürk’e ve Cumhuriyet’e saldırılar yapanları tarih affetmeyecektir.
Ali Erbaş’tan ‘Atatürk’e lanet’ yanıtı: “Geçmişi değil, bundan sonrasını kastettim”

TBB yönetimi olarak Diyanet İşleri Başkanını, Atatürk’ü kastederek söylediği kabul edilemez sözleri sebebiyle kınıyor, Türk Milletinden acilen özür dilemesini ve istifa etmesini bekliyoruz.

Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu

Osmanlı hukuku, Cumhuriyet hukukunu geçersiz hale getirdi

Prof. Günday: “Osmanlı hukuku, Cumhuriyet hukukunu geçersiz hale getirdi

İdare Hukuku uzmanı Prof. Dr. Metin Günday, Danıştay’ın Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesine ilişkin Bakanlar Kurulu kararını iptal etmesinin hukuka aykırı olduğunu söyledi. Günday, “Osmanlı hukukunun Cumhuriyet hukukunu geçersiz hale getirmesi söz konusu” dedi. Günday, Osmanlı’da mülkün padişaha ait olduğuna dikkat çekerek “Herhangi bir padişahtan mirasçı çıksa ve belli bir yerin kendisine miras olarak kaldığını söylese.. Böyle şeyler de yaşanabilir o zaman??” uyarısında bulundu.

Zeynep KAPLAN – SÖZCÜ,

KURALLAR HİÇE SAYILDI

1934 tarihli kararnamenin iptal edilmesini SÖZCÜ’ye değerlendiren Günday şöyle konuştu:

* Osmanlı Hukuku Cumhuriyet hukukunu geçersiz hale getirmesi söz konusu. Bu davanın esasıyla ilgili bir bölüm var; öncelikle bu dava açıldığında usulüne uygun açılmış mı? Süresinde açılmış mı? Önce buna bakılması lazım, böyle bir dava dinlenebilir mi? Danıştay’ın buna bakması lazım. Buna bakmışlar, halletmişler mi?

* İşin teknik kısmına girmeye gerek yok ama İdari Yargılama Usulü Kanununun 7. maddesinin 4. fıkrası var ve deniyor ki; bir dava süresinde açılmalı. Bu dava dava süresinde açılmadı ve bu dava dinlenemez yani.

* 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararı yargı önüne getirilemez. Mahkemenin bunu bu açıdan reddetmesi lazım ama etmiyor. Yargılama usulü kuralları hiçe sayılmıştır burada.

NEDEN ŞİMDİ ALINDI?

Kararın 2 önemli yönü olduğuna dikkat çeken Günday şöyle konuştu:

* 2000 yılına kadar geliyoruz o tarihten itibaren de AKP iktidarda, o tarihten itibaren bir Bakanlar Kurulu kararı niye alınmamış? İlk akla gelen soru bu çünkü kararın alınmasından sonra bir bayram havası oluştu, bu karar coşkuyla karşılandı.

* Halkın bu kadar coşkuyla beklediği bir karar, bir Bakanlar Kurulu kararı alınabilirdi. Sayın Recep Tayyip Erdoğan da Başbakandı o zaman. Derlerdi ki, 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını yürürlükten kaldırdık denirdi.

* Bunun yapılmasını yapılmamasını tartışmıyorum ben şimdi. Uzun zamandır özellikle dindar kesimin istediği bir şeydi Ayasofya’nın yeniden cami statüsüne geçmesi ama şimdi görüyoruz ki herkes istiyormuş.

ESKİ KARARA VURGU

Günday şöyle devam etti:

* Sonrasında bir dernek tarafından dava açıldı, başbakanlığa başvuruda da bulunmuş Ayasofya’nın cami statüsüne geçirilmesi için. Buna başvuruya verilen kararda olunmayacağı söylenmiş çünkü 1934 tarihli bir Bakanlar Kurulu Kararı var.
* O dava bitmiş karar kesinleşmiş hatta Atatürk’ün imzası sahteydi gibi gerekçeler de ortaya atıldı ama bu dava reddedildi. Daha önce de aynı davayı reddeden Danıştay 10. Dairesi bu kez oybirliği ile ve 5 Yüksek İdare Yargıcının imzasıyla 1934 yılında Bakanlar Kurulu Kararının iptali kararı verildi ve Ayasofya’nın tamamının cami olarak açılmasının önü açılmış oldu.

BİR MİRASÇI ÇIKSA…

Metin Günday sözlerini şöyle tamamladı:

* Atatürk‘ün imzasının bulunduğu bir yığın Bakanlar Kurulu Kararı var o dönemde çıkan. O zaman bugün için o kararlardan rahatsızlık duyanlar da bu kararların kaldırılması için idareye başvuru yaparsa sorusu geliyor aklımıza.
* Sonuçta Fatih Sultan Mehmet bir padişah ve bütün monarşilerde mülk sultana aittir zaten. Herhangi bir padişahtan mirasçı çıksa ve belli bir yerin kendisine miras olarak kaldığını söylese?? Böyle şeyler de yaşanabilir o zaman.
* İşin vahameti  2 boyutlu… İlk olarak yargılama usulü hiçe sayılmıştır. İkincisi ise yargılama usulü hiçe sayılıp dinleniyor dava ve Cumhuriyet hukuku yerine Osmanlı hukukunu getiriyor.
* Yani laik Cumhuriyet hukuku yerine Osmanlı hukukunu getiriyor ve işin vahim tarafı bu ve bu yolu açabilir ve en azından açılmıştır. Bundan sonra ne olur bilemeyiz ama durum bu.

80 yıl önceki karar davaya konu edilip, iptal edilemez, hukuka aykırıdır

Ayasofya kararını Prof. Dr. Metin Günday değerlendirdi: 80 yıl önceki karar davaya konu edilip, iptal edilemez, hukuka aykırıdır

AYASOFYATelif hakkı AFP
İdare Hukuku uzmanı Prof. Dr. Metin Günday, Danıştay’ın Ayasofya’ nın müzeye dönüştürülmesine ilişkin Bakanlar Kurulu kararının iptali yönündeki kararının hukuka aykırı olduğunu söyledi. BBC Türkçe’nin konuyla ilgili sorularını yanıtlayan Günday, kararın hem usul hem de esas açısından hukuka aykırı nitelik taşıdığını belirtti.

Günday, “Bu kararın üzerinden 80 yıla yakın zaman geçmiş. 80 yıl sonra idari bir davaya konu edilip iptal edilemez. Bu yönü yanlış. Usul yönünden yanlış bir durum söz konusu.” dedi. Danıştay 10’uncu Dairesi, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti. Kararın hemen ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ayasofya’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’na devrini ve ibadete açılmasını öngören Cumhurbaşkanlığı Kararı’nı imzaladı. Karar, Resmi Gazete’de yayımlandı.

metin gundayTelif hakkıTWITTER.COM/METİNGNDAY
Image caption
İdare Hukuku uzmanı Prof. Dr. Metin Günday


‘Osmanlı hukuku Cumhuriyet hukukun
un yerine geçti’

Günday, bu kararın bir anlamda Osmanlı hukukunu Cumhuriyet hukukun yerine geçirdiğini ifade ederek, şunları söyledi:

“Bu karar, bir nevi Osmanlı hukukunu Cumhuriyet hukukunun yerine geçiriyor. Kararı, Fatih Sultan Mehmet Han’a ait vakıf senedine istinaden alıyor. Bu, 1470’li yıllarda düzenlenmiş bir vakıf senedi. Sonra Cumhuriyet idaresi kuruldu. Bu açıdan da bence tartışma götürecek bir karar ve hukuka aykırılık taşıyor.”

Günday, 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının böyle bir davaya konu edilmesinin mümkün olmadığını belirterek, Danıştay’ın başından bu davayı reddetmiş olması gerektiğini ifade etti ve şu örneği verdi:

“Osmanlı döneminde zaten bütün ülke, padişahın mülkiyeti altında. O zaman bir kişi de kalkıp ‘ben Abdülhamit Han’ın mirasçısıyım, Topkapı Sarayı bana aittir’ derse, mahkeme mülkiyet hakkı çerçevesinde bunu haklı görecek mi?”

Danıştay’ın kararının gerekçesi ne?

Danıştay, konuyla ilgili kararının gerekçesinde Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı’nın mülkiyetinde olduğunu ve bu nedenle de vakıf senedindeki niteliği ile kullanım amacının değiştirilemeyeceğine hükmetti;

“Ayasofya’nın, statüsü muhafaza edilerek hukuk düzenimizle güvence altına alınan, özel hukuk tüzel kişiliğini haiz mazbut vakıf niteliğindeki Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı’nın mülkiyetinde olduğu,

“Ayasofya’nın, vakfedenin iradesi gereği sürekli şekilde cami olarak kullanılması için toplumun hizmetine sunulduğu, bedelsiz olarak kamunun istifadesine terk edilmesi yönüyle hayrat taşınmaz niteliği taşıdığı, tapu belgesinde de cami vasfı ile tescilli bulunduğu,

“Vakıf senedinin, hukuk kuralı etki, değer ve gücünde olduğu, vakfedilen taşınmazın vakıf senedindeki niteliğinin ve kullanım amacının değiştirilemeyeceği;

“Devletin, vakıf varlığının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasını sağlama yönünde pozitif yükümlülüğü, vakıf mal ve hakları ile ilgili olarak vakfedenin iradesini ortadan kaldıracak şekilde müdahalede bulunmama yönünde de negatif yükümlülüğünün bulunduğu kuşkusuzdur.”

Danıştay, 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının altında yer alan Mustafa Kemal Atatürk imzasının sahte olduğuna ilişkin itiraza ilişkin ise imzanın incelenmesine gerek olmadığına hükmetti.

Örümcek Kafalılar Sizi

Örümcek Kafalılar Sizi

Bu yazının kökten dinciler ile ilgili olduğunu mu düşündünüz? Yoksa muhafazakarlar ile ilgili olduğunu mu? Veya yaşlı insanlarla? Hayır, bu yazı sizinle ilgili.

Bu yoruma ‘yok canım, benimle ne alakası var’ dediyseniz, tam isabet, sizinle ilgiLİ demektir. ‘Hadi, canım’ deyip sonra ‘acaba benimle ilgili olabilir mi?’ diye şüpheye düştü iseniz, siz daha iyi durumdasınız demektir.

Neden ‘örümcek kafalı’ terimi? Kullanılmayan, işlemeyen her varlık (ev, dolap, makine, mağara…) örümcek ağları ile kaplanır. Bir zihnin kullanılmadığının anlatmak için de bu benzetme kullanılagelmiştir: örümcek ağları ile kaplı bir zihin; hareket etmeyen, kullanılmayan, içinde çalışma olmayan…

Peki zihnin kullanılmaması ne getirir? Tabii ki sabit fikirleri. Çünkü hareketsiz, kullanılmayan bir zihin yeni düşünce üretmeyecektir. Yani ‘örümcek kafalı’ olmanın göstergesi sabit fikirdir. Hani şu, konuşursunuz, anlatırsınız, açıklarsınız ama bir arpa boyu yol alamazsınız ya… İşte onlar örümcek kafalıdır; kımıldamazlar.

Konuştuğunuz her insan sizde küçük veya büyük yeni fikirler oluşturmuyorsa, uzun bir tartışmanın sonunda fikriniz yerinden milim kıpırdamadı ise, en azından karşınızdaki kişinin düşüncelerini savunurken nasıl bir mantık kurduğunu anlayamadıysanız (onun düşüncelerini kabul etmek zorunda değilsiniz, nedenlerini anlamanız yeterlidir), o zaman siz de sabit fikirlisiniz ve kapalı tuttuğunuz zihninizi işletmiyorsunuz demektir.

Açık fikirli olmak, herkes ile hemfikir olmak, her konuşma sonrası fikirlerini değiştirmek değildir. Ama herkesin farklı olan tecrübelerinden kendi tecrübelerine ekleme yapabilmektir. Öğrenmek, yeni düşünce ve bilgileri incelemek, faydalı olanları kendi düşüncelerine eklemek, önceden sahip olamadığınız yeni bakış açılarını keşfetmek, yeni yaklaşımları anlamak, insanların düşünce ve inançlarının temelini anlamak, kendini geliştirmektir. Tıpkı, büyük insan Atatürk’ün, vatan savaşını kazandıktan, yeni Türkiye’nin kurucusu olduktan sonra, cumhuriyete liderlik ederken akşam sofralarında yaptığı gibi; yeni düşünceleri dinlemek, anlamak ve kendini geliştirmektir açık fikirli olmak. O zaman zihniniz örümcek ağları ile kaplanmaz.

Türk halkının, belki de dünya genelinin bir sorunu, işini eline alınca kendini öğrenmeye kapatmaktır. Yani, çoğu insan için eğitim – öğrenim iş edinmek, işini yapabilmek içindir. Örneğin bir kişi, öğretmen oldu, atandı mı, kendini öğrenmeye kapatır. Eğitim hayatı bitmiştir, diplomasını almıştır, artık öğreneceğini öğrenmiştir. Hani derler ya, ‘dervişin fikri neyse zikri o olur’ diye, sadece sözlerimiz değil, davranış ve tutumlarımız da kararlarımızdan etkilenir. Örneğin ‘ben artık oldum, öğreneceğimi öğrendim’ dediğiniz noktada, bu irade ile zihniniz kendini öğrenmeye kapatır. Sabit fikirli olur ve mezun olduğunuz bilgi seviyesinde kalırsınız. Oysa öğrenmek hayat boyu devam eder. Bu durumun bilincinde olup kendimizi öğrenmeye açık tutabilirsek gelişimimiz devam eder ve zamanı yakalayabiliriz. Teknolojik bilgiler, insan hayatları, kültürler, sosyal gelişmeler, ekonomi, tarım, enerji kaynakları, kullandığımız araçlar… her şey ama her şey değişirken biz değişmeyen zihinlerle, örümcek ağlarının içinde kalamayız. Kalıyor isek geri kalıyoruz demektir. O yüzden ‘örümcek kafalı’ ile ‘geri kafalı’ bazen eş anlamlı algılanır. (“Yerinde duran, geriye gidiyor demektir…” –Mustafa Kemal Atatürk)

Bir başka konu da insanlar ile konuşmalarınızda onları ne kadar dinlediğiniz ile ilgili. Kendini öğrenmeye ve yeniliklere kapatan zihniyet dinlemez. Onun bilgisi kesin bilgidir, o zaten ‘olmuş’tur, o her zaman en iyisini bilir, karşısındaki zaten yanlıştır, hatalıdır, kandırılmıştır veya çıkarcı, kötü niyetlidir. Ondan iyi kimse bilemez, her zaman her koşulda o doğrudur, haklıdır. Tanıdık geldi mi?

Bu insanlar dinlemezler. Dinlemedikleri için anlamazlar, öğrenmezler, gelişmezler. Kısacası nerede duruyorlar ise orada kalırlar. Onlarla konuşmaya çalışmak boşunadır, zaman kaybıdır. Siz anlatırsınız, onlar dinlemezler, düşünceleri de bir arpa boyu yol gitmez. Aşağıda birkaç söz paylaştım, konuya ilişkin. ‘Cahil’ yerine ‘sabit fikirli’yi ekleyin (ki bence yakın anlamlılar), durum açıklığa kavuşur:

“Cahil insan her sözünde kendini aklar, alim insan her sözünde kendini yoklar” – Anonim

“Aptala nasihat etmek, cahil ile tartışmak, ikiyüzlü ile dost olmak boşunadır” – Anonim

“Bir delil ile kırk alimi yendim, kırk delil ile bir cahili yenemedim” – Mevlana

Size kırk delil getirilmesine rağmen fikrinizi değiştirmiyor, sabit fikrinizde inat ediyorsanız, kusura bakmayın ‘örümcek kafalı’sınız demektir. Bir delil ile oturup düşünüyor iseniz kendinizi geliştiriyor, zihninizi kullanıyorsunuz demektir. Sonuçta o bir delil ile öğrenip gelişiyorsanız, düşüncelerinize yeni düşünceler katıyor iseniz, yanlış anlama veya bilgilerinizi düzeltiyor iseniz siz açık fikirlisiniz demektir.

Açık fikirlilik ikide bir düşüncelerini başkalarına göre değiştirmek değildir. Sağlam temel üzerine yeni katlar, bilgi ve tecrübeler eklemek demektir. Mesela, ‘Köy Enstitüleri’ fikri Atatürk’e ait değildir, onun dinleyip hak verdiği bir eğitimciye aittir. ‘Devletçilik’ Mahmut Esat Bozkurt’un düşüncesidir. Daha nice düşünceyi Mustafa Kemal çevresindeki insanları dinleyerek veya kitaplar okuyarak, onların tecrübelerini kendi tecrübelerine katarak edinmiştir. Açık fikirlilik budur işte.

‘Yok canım, ben gayet açık fikirliyim!’ diyorsanız, size bundan beş sene önceki siz ile şimdi ki siz arasında fark var mı diye sormam gerekir. Yok mu? O zaman sandığınız kadar açık fikirli değilsiniz. Veya bir sohbette hep siz mi haklı çıkıyorsunuz? Nasıl oluyor bu? Yoksa siz mi kendinizi hep haklı görüyorsunuz? Hiç mi bilgi eksiğiniz, yanlış anlamanız, hatalı sözünüz yok? Konuştuğunuz kişiler hep mi yanlış? Onların yaşları, tecrübeleri, akılları yok mu? Neden farklı bir düşünceyi bu kadar ısrarla savunuyorlar? Onlar kandırılmış mı? Cahil mi? Fanatik mi? Yoksa onların da kendi düşüncelerini savunacak anlamlı nedenleri olabilir mi? Sizin duymayı ret ettiğiniz nedenleri, açıklamaları, bilgileri olabilir mi? Onları savundukları düşünceye ulaştıran kendi mantıkları olabilir mi? Dinlediniz mi onları? Düşündünüz mü söyledikleri üzerine?

Evet ise, tebrik ederim, zihin tıkır tıkır işliyor.

Hayır ise, en azından bana kulak verin ve daha iyi olmak için gelişmeye kendinizi açın. Dinleyin, anlamaya çalışın, üzerinde düşünün. Yine de kendi düşünceniz en iyisi ise tabii ki değiştirmeyin düşüncenizi. Ama başkalarının sözlerinin içerisinde varsa haklı yanlar, o haklı, doğru, yeni düşünceleri alın, ilerletin kendinizi, öğrenin, gelişin.

Yoksa, “Düşünmeyen beyinler, düşüncesizlere esir olmaktan öteye gidemezler.”
(Mustafa Kemal Atatürk)