Etiket arşivi: evrim

İKİLİ HUKUK SİSTEMİ

Naci BEŞTEPE
(E) Tümgeneral

Hiranur Vakfı adı ile kamufle edilmiş tarikatta yaşanan olay gündemimize oturdu. SP lideri Karamollaoğlu’na göre gündemde kalmaması gerekirmiş. Molla soyu olunca bakışının öyle olması doğal. Bana göre ise bu konu gündemden hiç düşmemeli. Çünkü kabul edilebilir, yenir-yutulur yanı yok.

Bizi insanlığımızdan, milliyetimizden, dinimizden utandırıyor. Herkes de çok iyi biliyor ki;

  • Bir kereden bir şey olmaz!
  • Ailenin iç işidir!
  • İnançlı insan yapmaz!
  • Dinimizde yeri vardır.
  • Peygamber efendimiz de Hz. Aişe ile dokuz yaşındayken birlikte olmuştu!…

Gibi ortaçağ dönemi anlayışı söylemlerle geçiştirilecek bir olgu değildir çocuğun cinsel / nitelikli cinsel istismarı.

İNSANLIK

İnsanlık var oluştan beri sürekli Evrim geçirmektedir. Evrim, yaşamın her alanında olmaktadır.
Beslenme, barınma, tıp, tarım, ticaret, eğitim-öğretim, spor vb.
Aklımıza ne gelirse, nasıl sınıflandırırsak sınıflandıralım, her alanda.
Dinsel inanç ve ibadette de.

İki bin yıl öncenin yaşam koşullarındaki düşünce ve davranış hala aynı kalabilir mi?

Hala o dönemdeki davranışları irdelemeden sürdürmek istemeyi yobazlık-gericilik-tutuculuk diye tanımlamak yanlış mıdır?

İnsan olarak öbür canlılardan farkımız aklımız ve gelişmemiz değil midir?

İnsanı öbür canlılardan ayırt etme konusunda değerli sanatçı, Vefalı ağabeyim Müjdat Gezen’in sosyal medyadaki şu sözlerine hak vermemek olası mı?

    • Siz hiç kuzu ile çiftleşmeye kalkan bir koç,
    • Buzağıya musallat olan bir boğa,
    • Civcivi kovalayan bir horoz,
    • Minik yavrulara tecavüz eden kedi veya köpek gördünüz mü?
    • Göremezsiniz!
    • Onun için sapıklara HAYVAN demeyin!

İnsanlığımızdan utandırıyor derken bir açıdan bunu ifade etmeye çalışmıştım.

DİN KURALLARI – TOPLUMSAL KURALLAR

Toplumların yönetimi konusunda din adamları ile devlet adamları (kilise-kral) yıllarca çatışmıştır. Sonuçta din ile devlet işlerinin ayrıldığı seküler düzen çağdaş uygarlığın seçimi olmuştur. Ortaçağ tutkunları bunu dinsizlik olarak algılamaya ve/veya öyle göstermeye devam ederler. Hangi yöntemin (kurallar bütününün) insanlığı refaha (gönence), huzura (erince) götürdüğünün tartışma götürmeyeceği açıktır.
Dünya haritasına bakıp ülkelerin durumunu görmek yeterlidir.

Türkiye Cumhuriyeti de bu konuda kararını vermiş, anayasa ve yasalarla toplumsal yaşamı düzenlemiştir.

Medeni Yasa yürürlüktedir.

Vakıf-Dernek diye adlandırılarak yasaların çevresinden dolanan tarikat ve cemaatler
Resmen yasaktır.

İktidar, yasaklanan yapıları her konuda desteklemekte, üye bağışları ile yürütülmesi gereken vakıflara devlet hazinesinden milyarlarca lira akıtmaktadır.

Tüzüğünde “6 Ok“u benimsemiş ana muhalefet partisi ise “dinsiz demesinler fobisi” ve “her kesimden oy alalım kolaycılığı”nın da etkisiyle laikliğe karşı yapılanlara sessiz kalmakta
hatta türban konusunda olduğu gibi kimi konularda onlardan farklı davranmamaktadır.

Sözde sosyalist/devrimci Vatan Partisi ve lideri D. Perinçek’in, erken yaşta evlilik ve İstanbul Sözleşmesi konusundaki tutumu ise yürekler acısıdır.

Adam gibi ses veren tek parti lideri Doğru Parti Genel Başkanı Rifat Serdaroğlu olmuşltur.

Hiranur Vakfı’nda gelişen çocuğun nitelikli cinsel istismarı olayında da toplumu yönlendirenler yanlış içindedir.

Siyasetçi, toplumbilimci, sosyal hizmetler yetkilisi, din görevlisi, medya mensubu, sade vatandaş her kesimde çoğunluğun dikkatinden kaçan temel yanlış; medeni hukuk ile şeriat hukukunun birlikte ele alınması, bazen (kimi kez) karşılaştırılması, bazen (kimi kez) karıştırılmasıdır.

Şu kesin yargı göz ardı edilmemelidir:

  • Türkiye Cumhuriyeti’nde toplumsal yaşam seküler yasalarla düzenlenmiştir.

Medeni yasalar din kurallarına göre düzenlenmemiştir, düzenlenemez.

Dinsel kurallar (şeriat) da toplumsal / kamusal) yaşamı düzenleyemez.
Kendi sınırları içinde hareket etmek zorundadır.

Karıştırmayalım. Karışmasına izin vermeyelim.
Lütfen İran’daki gelişmeleri gözden kaçırmayınız.

İnsanın kökeni, nereden geldik sorusuna Nobel

Orhan Bursalı
Orhan Bursalı

obursali@cumhuriyet.com.tr 
04 Ekim 2022, Cumhuriyet

İnsanlığın en merak ettiği konuların başında kendi soyunun kökeni geliyor: Nereden geliyoruz, nasıl biz olduk, bizden önceki benzerlerimiz var mıydı, varsa onlar kimlerdi, bizlerle onlar arasında akrabalık ilişkileri neydi, peki onlar neden yok oldular, yoksa aramızda yaşayanları var mı, birbirimize ne kadar benziyoruz, onları biz mi yok ettik… Sonu gelmez sorular.

Bilim insanları bu soruları büyük ölçüde yanıtladılar. Afrika’da, Avrupa’da, Asya’da arkeolog ve eski canlı bilimcilerin yüzyıldan fazla süren fosil avcılığı sonucu, insanların yakın atalarının kemiklerini bulması ile ilk adımlar atılmıştı. Kafatası ve diğer iskelet kemikleriyle bugünkü insanların karşılaştırmalı çok derin çok yönlü çok disiplinli araştırmaları, farklılıkları ortaya koydu. Evet benzerlerimiz vardı, bunlar bize benziyordu adeta biz gibiydiler ama ‘homo sapiens’ten ayrıydılar.

KUZENLERİMİZİ BİZ Mİ YOK ETTİK?

Çok sayıda yakın akrabamız ortaya çıkarıldı. En yakın akrabamız ise Neandertal insanıydı. Bir akrabamız daha vardı: Denisovan insanı. (Daha çok var da şimdilik konu dışı)

Neandertal insanı Afrika dışında gelişmiş, Avrupa ve Batı Asya’ya yayılmıştı. 400.000 – 30.000 yılları arasında yaşadılar.

Homo sapiens, yani bizler ise Afrika’da ortaya çıktık, 300.000 yıl öncesinde.. 70.000 yıl önce Afrika’dan çıkıp Orta Doğu’ya göç etti, oradan Anadolu yollarından Avrupa’ya ve Asya’ya yayıldı. (Bugün yeryüzünü istila etmiş durumdayız.)

Yani bizler Neandertal soyuyla uzun yıllar benzer coğrafyayı demek ki ortalama 40 bin yıl paylaşmışız.

HAYATINI (YAŞAMINI) BUNA ADADI

Genç bir adam, İsveç kökenli Svante Pääbo daha doktora öğrencisiyken kim bu Neandertaller ve bizlerle ilişkisi nedir sorusunun peşine düştü.

Ömrünü buna harcadı denebilir.

Soyu tükenmiş Neandertallerin bulunan kemiklerinden genomunu, yani genetik yapısını çıkardı (2010). Bu on yıllar alan olağanüstü bir çalışmanın ürünüydü. Bunun için yeni analiz yöntemleri geliştirdi.

Bizlerle Neandertallerin genetik yapılarını karşılaştırdı: Karışmışız, beraber olmuşuz çocuklarımız olmuş…

Bugün çeşitli coğrafyalarda yaşayan çağdaş insanların genomunda, %1-4 arası Neandertal var!

Sonra bir büyük keşif daha yaptı: Sibirya’da bir mağarada kuzenimiz Denisova insanı! 40 bin yıllık parmak kemiğinden elde edilen DNA analizi, Denisovaların Neandertal ve bizlerden farklı olduğunu gösterdi. 

Denisovalarla Güneydoğu Asya’da yaşayan Homo sapiensler arasında da gen alışverişi olmuştu. Bu bölgelerdeki insanların genomunda Denisova kökeni ise %6’ya dek varıyordu.

EN İSTİLACI (Yayılmacı) TÜR BİZİZ

Nobel Ödül komitesi (kurulu) diyor ki:

  • “Svante Pääbo’nun keşifleri sayesinde artık soyu tükenmiş akrabalarımızdan gelen arkaik gen dizilerinin günümüz insanının fizyolojisini etkilediğini anlıyoruz. Mesela, yüksek irtifada hayatta kalma avantajı sağlayan ve günümüz Tibetlileri arasında yaygın olan EPAS1 geni, Denisova versiyonudur. Farklı enfeksiyon türlerine karşı bağışıklık tepkimiz Neandertal genleri sayesindedir.”

Tek başına Nobel’i alan bilimcimiz, tüm bu çalışmaları sonucu paleogenomik bilim disiplinini kurmuş oldu. Yani şimdi yaşamda olmayan kuzenlerimizin genlerini araştıran disiplin.

Neandertal ve Denisovaların neden ve nasıl yok oldukları ve homo sapiens’in nasıl ve neden yeryüzünde tek kaldığı, aralarındaki savaş ve birliktelikler apayrı bir maceradır (serüvendir).

Şüphesiz (kuşkusuz), akıl, beceri ve yetenek konusunda farklılıklar bizi en istilacı (yayılmacı) tür yaptı.

Homo sapiens’in nereye doğru evrildiği ve gelecek yüzyıllarda daha üstün bir türün çıkıp çıkmayacağı ise bilimin spekülatif yönünü oluşturur ve bilimkurgulara bol senaryolar sunar.

Evrimi beklemeden, bugün

  • Bilim, insan genomuyla istediği gibi oynayarak yeni insan tipleri yaratmaya doğru da gidiyor!

Bir yandan da yapay zekâ insanları oluşturmaya çalışıyoruz!

Ama insan soyunun macerası (serüveni) her şeyi yok ederek sürüyor.

ZİHNİYET DEVRİMİ NEDİR?

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
31.05.2021

Vatandaş soruyor:

  • “Hocam zihniyet devrimi nedir; çok kısa olarak zihniyet devriminden ne anlamalıyız?”

    Ben de çok kısa olarak anlatmaya çalışayım.

Önce zihniyet nedir?

Zihniyet: evreni, dünyayı, doğayı, dini, ahlakı töreleri, insanı, aileyi, toplumu, devleti, ekonomiyi, çalışmayı, yönetimi, hukuku, siyaseti, kültürü, sanatı, eğitimi, doğruyu, yanlışı, iyiyi kötüyü… kısacası “a”dan ” z” ye, doğumdan ölüme yaşamın her alanını algılama ve uygulamaya (pratiğe) aktarmadaki tutum ve davranışlarımızdır.

Hemen belirtelim ki; toplumların zihniyetleri sabit değil, dinamik (AS: devingen) ve değişken bir süreçtir. Çoğu zaman, bu zihniyetler, kendi tarihsel akış süreci içinde yavaşça, yani “evrim” yoluyla; kimi kez de dışardan gelen müdahalelerle hızlandırılmış olarak, yani “devrim” yoluyla değişime uğrarlar. Bir cümle ile söylemek gerekirse zihniyet; en geniş anlamıyla, evreni, dünyayı, doğayı ve yaşamı algılama, değerlendirme ve uygulama biçimidir.

Peki zihniyet değişimi nedir?

Zihniyet değişimi; birey, toplum ve devletin paradigma değiştirmesi anlamına gelir. Eski klasik algılama, değerlendirme ve uygulamadaki tüm tutum ve davranışlarını geride bırakarak evreni dünyayı, doğayı, insanı, toplumu, devleti… her alanda ve her şeyi yeni bir bakış açısı ile yeniden algılama ve yeniden değerlendirme demektir.

Örneğin Batılılar, teokrasiye ve feodaliteye dayalı bir Tanrı, din, ahiret, töre, büyü ve dogmalardan oluşan bir evren, dünya, doğa, insan, toplum, devlet ve yaşam algısını terk edip onun yerine insan merkezli, akla, bilime, deneyler ve gözlemlere dayalı yeni bir paradigma seçmişlerdir.

Batı uygarlığı da bu yeni paradigma üzerinden gelişip serpilmiştir.

Geri kalmış toplumların yaptıkları ise, başta İslam ülkeleri olmak üzere, geleneksel, teokratik feodal paradigmalarını terk edip çağdaş bir paradigma benimsemeden, yani zihniyetlerini değiştirip akıl ve bilim rotasına girmeden değişme ve gelişmeye çalışmalarıdır. Doğal olarak bu olanaklı değildir.

Kıssadan hisse; Atatürk ve devrimlerine karşı çıkmak, akıl ve bilim merkezli çağdaş paradigmayı terk edip yeniden feodal teokratik paradigmaya geri dönmek demektir. Yani arabayı geri vitese takıp ileri gitmeyi ummak gibi bir saçma davranıştır.

EVRİMİN GÖRKEMLİ GÖSTERİSİ

EVRİMİN GÖRKEMLİ GÖSTERİSİ

Dr. Ceyhun Balcı

Covid-19 Küresel Salgını aklın ve bilimin rehberliğinin önemini anımsatması bakımından önemli ders verdi. Her düşünceden, inançtan ve eğilimden olup can derdine düşenlerin akla ve bilime kulak vermeye zorunlu olmaları kuşkusuz değerli bir gelişme.

Çokça sorulan bir sorudur!

Özellikle de, evrimi küçümseyenler, böyle bir şeyin gerçek olamayacağını savlayanlar için kendilerini kurtarma sorusudur!

Her ne kadar bilimin dinle bir derdi yoksa da dincilerin bilimle derdi olduğu muhakkaktır.

Soruya dönersek!

Gelişmiş canlı insan ya da ona eşdeğer gelişmişlikteki bir başka canlıdaki evrimi gözlemlemeye yaşam süremiz yetmez. Hatta, kuşaklar boyunca süren evrime tanıklık için en azından yüzbinlerce yıl gerekir.

İşte bu ayrıntıdan güç alan çok bilmiş dinciler ya da evrim karşıtları kendilerince karşıtlarını zor durumda bırakacak soruyu patlatırlar.

“Evrimle ilgili örnek verir misiniz?”

Tek hücreli canlılar ya da virüsler gibi hücresel canlı bile olmayanların evrimi ilk akla gelen örneklerdir. İnsan yaşamı bu ve benzeri canlılardaki evrimleşmeleri gözlemeye fazlasıyla yetse de gözle görülmeyen, elle tutulmayan bu canlılarla ilgili örnekler de evrim karşıtlarını doyurmaya yetmez çoğu kez.

Covid-19’un etkeni olan virüs yarasadaki yaşamını bir yana bırakıp insana geçerek evrim gerçeğini gözümüzün içine soktu.

Mutasyon geçirerek evrimleşti. Ne ki, bu evrimleşme virüsün yararına insanın zararınaydı. Unutulmamalı! Canlıların evrimi hemen değişmez şekilde kendi yararlarına olmayabilir. Bugün yeryüzünün egemeni olan insanın da mükemmel sayılamayacak pek çok evrimsel değişim gösterdiği bir gerçektir.

Şimdilerde ne aşısı ne ilâcı olan virüsten beklentimiz kendisi zararına, insan yararına mutasyonla evrimleşerek başımıza dert olmaktan uzaklaşması biricik umudumuzdur.

Başka deyişle, evrimleşerek bizi hastalandıran mikroorganizmanın yine evrimleşerek bizi hastalandırmaktan vazgeçmesini diliyoruz. Elbette, virüs ne bizim çektiklerimizin farkında ne de bizi duymakta!

Gerçekte virüsün tek derdi kendi yaşamını sürdürmek! Bunu başardığı sürece kendisini yaşatacak, bizi ise şanslıysak hastalandırmakla yetinecek! Daha kötüsü ölümümüze yol açacak. Virüsün bizi öldürmesi virüs açısından başarılı bir eylem gibi görünse de; yaşamını sürdürmek için bir başka insan bulma zahmetine de girmesi anlamına gelecek!

Korku yaratan, ürküten ve sonu ölümle bitebilen bu yolda biz insanların önemli bölümünün evrimin görkemli gösterisini fark etme gibi bir seçeneği yok.

Çinliler yarasa yemeseydi türünden yerlerde sürünen bir söylentiye kulak asan insanlığın evrim gerçeğiyle tanışma fırsatıdır aynı zamanda Covid-19 küresel salgını!

Bilim için de fırsat doğmuştur böylelikle!

Ancak, bu fırsatı dinle hesaplaşmak için değil de çok daha akılcı kullanmak gerekir.

Bir de bilimin ve evrimin görkemli gösterisinden kaynaklı fırsat kullanılırken BİLİMCİLİK sapkınlığına düşülmemelidir.

Unutulmamalıdır ki; toplumların kültürel eğilimleri bir olayla farklılaşma gösterecek denli köksüz değildir. Buna karşılık, Covid-19 küresel salgını kültürel düzlemde iz bırakacak boyutta etkiye sahiptir.

Nanometrik bir protein sarmalının yarattığı onca olumsuzluğa karşılık bırakacağı derin iz olduğunu da görmezden gelmemek gerek. Bu izi olumluya dönüştürmek de bilimciler başta olmak üzere akıl ve bilimin yol göstericiliğini rehber edinmişlerin elindedir.

Dinciliğin karşısına dikilirken dinciliğin hatasına düşmeden akıllıca davranmakta sayısız yarar var!

Tersi durumda bağnazlık duvarına çarpmak kaçınılmaz olur!

Okuduğunuz yazının esin kaynağını aşağıdaki bağlantıdan okumanız dileğiyle.

Karantina ve sonrası Türk toplumu… Bilim, din ve kültür çelişir mi?

Prof. Dr. Ali Nihat Bozcuk’u yitirdik…


Prof. Dr. Ali Nihat Bozcuk’u yitirdik…

Dostlar,

Ağabeyimiz, Hacettepe Tıp’tan hocamız, ADD’den dava arkadaşımız, dostumuz,
örnek hümanist insan ve yurtsever, katıksız Atatürkçü, seçkin Biyolog, bilim insanı….

Sevgin (aziz) Prof. Dr. Ali Nihat Bozcuk‘u yitirmiş olmanın derin acısı içindeyiz..
Üyesi olduğu Ulusal Eğitim Derneği ve yazarlarından olduğu Öğretmen Dünyası Dergisi aşağıdaki iletiyi paylaşıyor… Fotoğrafları da biz ekledik.. 2 foto bizim arşivimizden.
30 Mayıs 2009’da Ulusal Eğitim Derneği’nde bizim ricamız ile “EVRİM” konusunda
konferans verirken çekmiştik.

Bu konferansın power point yansılarını web sitemizde daha önce paylaşmıştık :

http://ahmetsaltik.net/2012/06/27/evrim-kurami-the-theory-of-evolution-prof-dr-a-nihat-bozcuk/

O sunu sırasında ses kaydı da almıştık… (yaklaşık 50 MB)
Ancak sitemize birkaç kez denememize karşın yükleyemedik..
Olasılıkla web siremizin dosya büyüklüğü sınırı sorunu olmalı..

Bir kez daha söyleyelim ki, Charles Darwin’in EVRİM Kuramı insan soyunun maymundan geldiğini savlamıyor (iddia etmiyor)..

EVRİM Kuramı İnsanın ve Maymunun “ortak atadan” geldiğini ileri sürüyor ve
tüm bilimsel kanıtlar bu savı destekliyor..

Öyle ki, Katolik Kilisesi bile giderek bu Evrim tezine yaklaşıyor! Türkiye’de kimi takma adlarla Evrim karşıtı bir yığın safsata yazanların kulakları çınlasın..
Bilerek ve kasten çarpıtıyor ve insanlığın aydınlanmasını engellemeye çabalıyorlar..
Nereye dek??
Gün gelecek, Bilimin gür ışığı onları da aydınlatacak..
****

Prof. Nihat Bozcuk Yerinin doldurulması öyle zor, öyle zor ki…

Başta ailesi, tüm sevenlerine ve ülkemize başsağlığı diliyoruz..

Sevgi ve saygı ile,
22.02.2015

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

portresi1

Hacettepe Üniversitesinden emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Nihat Bozcuk‘u
21 Şubat 2015 günü yitirdik.
 

portresi2

Naaşı, 23 Şubat Pazartesi günü önce saat 10.00’da Hacettepe Üniversitesi
Beytepe Yerleşkesi Biyoloji Bölümünde düzenlenecek törenden sonra
öğle namazında Karşıyaka mezarlığında toprağa verilecektir.
Evrim Konf. Ulusal Eğ Drn. Mayıs 2009-1jpg(30 Mayıs 2009’da Ulusal Eğitm Derneği’mde bizim ricamızla
EVRİM konferansını sunarken; Ahmet Saltık arşivi)
 
Ailesinin, sevenlerinin başı sağ olsun.
 
Evrim Konf. Ulusal Eğ Drn. Mayıs 2009-2
(30 Mayıs 2009’da Ulusal Eğitm Derneği’mde bizim ricamızla
EVRİM konferansını sunarken; Ahmet Saltık arşivi)
ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ – ÖĞRETMEN DÜNYASI DERGİSİ 

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamız yine çook hoş bir derleme göndermiş..

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ.. 

Paylaşalım ve yepyeni bilgiler edinelim.

Sn. Ercan’a da teşekkürlerimizle..

Değerli yazısına bir tümce ile katkı vermek isteriz :

  • “Kalıcı ve evrensel bir barış, ancak sosyal adalet temelinde kurulabilir.”
    Filadelfiya Bildirgesi -1944

Sevgi ve saygı ile.
25.8.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

======================================

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ
Ali_Ercan_portresi
Prof. Dr. D. Ali Ercan
Satır içi resim 1

Hitler faşizminin 1939 yılında Polonya’yı işgal ederek 2. Dünya Paylaşım Savaşını başlattığı tarih olan 1 Eylül “dünya barış günü” olarak kutlanıyordu; ancak SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra BM kararı ile Birleşmiş Milletler
Genel Kurulunun açılış günü olan 21 Eylül “Uluslararası Barış Günü” ilan edildi.
Her 21 Eylül’de, Birleşmiş Milletler Merkezinde, Savaşlardaki insani kıyımın anısına Japonya tarafından yaptırılmış olan “Barış Çanı”, 21 Eylül “Uluslararası
Barış Günü”
 çalınıyor. Bu çan, dünyanın tüm ülkelerinden çocukların bağışladıkları
bozuk paralardan üretilmiş.

Çanın üzerine, 世界絶対平和萬歳 (“Çok Yaşa Mutlak Barış”) sözleri var..

New York’ta Birleşmiş Milletler binası önündeki Barış çanı

Satır içi resim 2

1 Eylül ya da  21 Eylül, fark etmez, yılda yalnızca bir gün bile olsa, barışı anmak
insanlık için bir gelişim sayılmalı; çünkü başta su, hava ve toprak olmak üzere yaşamın tüm gerekli altyapısı geriye dönüşsüz bir bozulum içinde. Sınırlı dünya nimetlerinin
adil olmayan paylaşımı da insanlar arasında sürekli artan bir gerilim yaratmaya ve gizli/açık mücadele veya savaş nedeni olmaya devam ediyor. Öte yandan müthiş bir hızla üremeye devam eden insanlık, gezegeni yalnızca kendi türü için değil, öbür bütün canlı türleri için de yaşanamaz duruma getiren olumsuz davranışlarını pervasızca, sorumsuzca sürdürüyor.

Özetle; bu gezegen üzerinde yaşam savaşımı gittikçe zorlaşıyor.
Peki bu durumda Japon Çanının üzerinde yazılı  “mutlak barış” nasıl gerçekleşecek?

Pek net olarak tasarlanamayan “Barış” kavramı çok daha somut görüntüsüyle “Savaş” diye bildiğimiz olgunun antitezidir. Bir başka anlatım ile (iki sistem (örn. iki ulus) arasındaki çıkar dengesinin kurulduğu, korunduğu duruma “barış durumu” diyoruz.  Dengesizliğin sürdüğü, çıkarlar çatışmasının öldürücü silahlarla sürdürülmesi ise “savaş durumunu” temsil ediyor. Ancak, uluslararası “şerefli ve adil barış” “her ne pahasına olursa olsun, yeter ki çatışma olmasın” mantığı ile, bireysel özgürlükler ve
ulusal bağımsızlıktan ödün verilerek oluşturulacak yapay bir sessizlik ortamı da değildir.

Tarihte savaşlar, devletlerin veya siyasal örgütlenmelerin aralarında çözümleyemedikleri anlaşmazlıkları güce ve şiddete dayanarak çözmek girişimleri olarak karşımıza çıkıyor. Savaş ve Politika arasındaki ilişkiye de­ğinen ve savaşı “siyasal bir araç” olarak gören  Prusyalı devlet adamı General Karl von Clausewitz‘e göre, “savaş, (uluslararası)
politikanın  bir başka biçimde sürmesidir.” 

İnsanlık tarihi boyunca savaş, top­lumlar arasındaki bunalımlarda sonuç ala­bilmek için
“en son başvurulan yol” olmuştur. Ancak  çağımızın yönetsel paradigması olan “Demokrasi”nin (kötü) ürünü birtakım yeteneksiz, aferist (işgüzar, işbirlikçi), opportünist (fırsatçı), egoist (bencil), popülist (halk yalakası) sıradan insanların hemen bütün ülkelerde politik güçleri ellerine geçirmesiyle, anlaşmazlıkların çözümünde
kaba güç kullanımı, yani “savaş” neredeyse ilk seçenek haline gelmeye başlamıştır.

İster lanetlensin, ister kutsansın, Savaş bir ölüm makinesidir. 1. Dünya Paylaşım Savaşında yaklaşık 10 milyon,  2. Dünya Paylaşım Savaşında 50 milyon insan yaşamını yitirmiştir. Bunların yarısı sivil insanlardı. Çanakkale Savunmasında İngiliz ve Fransız   Donanmalarının 2-3 nükleer bomba eşdeğerindeki bombardımanları altında ölen askerlerimizin sayısı 200 bin dolayındadır. Osmanlı ordusunun 1913-18 arası bütün cephelerde yitirdiği asker sayısı 1 milyona yakındır. O zamanlar toplam nüfusun 12 milyon olduğunu düşünecek olursak, Anadolu’da 18-28 yaş arası erkeklerin 6’da 1’i savaşlarda ölmüş demektir. Büyük Atatürk,

  • “Ülkeyi ve Ulusu Savunmak zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir.”
    demiştir.

Tarihte doğrudan askerlerin ve orduların hedef olduğu savaşlar, günümüzde daha çok sivil halkı ve çocukları hedef almaktadır. Askerden çok siviller ölmekte, çevre ve yaşam kaynakları büyük yıkıma uğramaktadır. ABD’nin Irak seferinde ölen yaklaşık 10 bin Amerikan askerine ve 50 bin Iraklı askere karşın, ölen Iraklı sivillerin sayısı 200 binin üzerindedir. Bundan sonra da nerede ve nasıl olursa olsun meydana gelecek
“sıcak” savaşlarda askerlerin 5-10 katı sayıda siviller ölecektir.

  • Yani çağımızın Savaşları, gerçekten masum insanları hedef alan bir cinayettir.

Doğada tüm canlıların yaşam savaşımında (mücadelesinde) sınırlı yaşam kaynaklarına sahip olmak, yarışın temel gerekçesidir.*

Bunların başında yaşam alanı olan topraklar, ardından sular geliyor.. Çağımızda bunlara enerji kaynakları, ve endüstrinin temel girdileri olan madenler de eklendi. Her ne olursa olsun çıkar çatışmalarının temel nedeni aşırı nüfustur. Dünya nüfusu bugün 7 milyarı aşmış ve her gün 200 bin kişi artmaktadır. (Doğanların ve ölenlerin farkı. Kara bir mizah ama, teşbihte hata olmaz, günde 2 atom bombası atılsa insanlığın nüfusu ancak sabit kalacak) Türkiye’nin nüfusu da her gün 3 bin artmaktadır.

Yalnızca nüfus artmakla kalmıyor, aynı zamanda dünyaya egemen serbest piyasa ekonomisinin dayatması ve yönlendirmesiyle savurganlık ve adam başına tüketim oranları da artıyor. Öte yandan, yaklaşık 1 milyar insan açlık çekiyor, her 10 kişiden biri yeterli temiz suya erişemiyor. Türkiye’de resmi rakamlara göre nüfusun %5’i
(benim hesaplarıma göre bunun iki katı!) açlık sınırında yaşıyor.
Tüm bu olumsuzlukları gidermenin yolu, yani

  • gerçek barışa giden yol; öncelikle nüfusun azaltılmasından geçiyor.

Bugün Çin’de olduğu gibi tüm dünyada ciddi olarak,

  • “Kadın başına bir çocuk!”

uygulamasına geçilse, belki 22. yüzyılın ortalarında, bu gezegenin gerçekten taşıyabileceği bir düzeye, 1-2 milyar düzeyine inilmiş olur. Aksi takdirde doğa kendi dayatmasını zaten acımasızca uygulayacak, olumsuz iklim koşullarından kaynaklanan kuraklıklar, susuzluk, açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle insanlığın çok büyük bir bölümü kıyıma uğrayacaktır.

İnsanların kendi aralarında olması gereken barıştan çok daha önemlisi,
doğa ile barışık yaşamanın gerekliliği de acı bir ders olarak öğrenilecektir.

Eğer insanlık, hem kendi türünün ve de öbür canlı türlerinin sonunu bir an önce getirmek istemiyorsa, aptalca üretim, haksız paylaşım ve savurgan tüketim sarmalından (şeytan üçgeninden) kurtulmalı, kulaklara çok hoş gelen bir saçmalığı, kapitalizmin uydurması olan “sürdürülebilir kalkınmak” saçmalığını terk ederek, ortak gezegenimiz üzerinde “sürdürülebilir yaşam biçimi” aranışında olmalıdır ve bu temel üzerinde
yeni bir ortak kültürü mutlaka geliştirmelidir; Amaç her şeyden önce

  • mutfak ve lavabo arasında biyolojik atık borusu halinden kurtulmak,

doğayla, evrenle barışık ve tüm insanlıkla uyumlu yaşamın yollarını bulmak olmalı,
amaç “insani gelişim” olmalıdır.

Birleşmiş Milletler tarafından Gelir, gelir dağılımı, eğitim, bilim, teknoloji ve sanatsal üretim ve sağlık etmenleri göz önüne alınarak yapılan bir değerlendirmeye göre ortalama insani gelişmişlik sıralamasında Türkiye maalesef  (HDI 0,70) puvanıyla dünyada 90.. sıradadır.
(90-100 arasında değişiyor)
 

Dünyada şimdiye dek hep “si vis pacem para bellum” felsefesiyle hareket edildi;
yani “barış istiyorsan savaşa hazır ol” dendi.  Ancak “si vis pacem, para justitiam” demek yani “Barış istiyorsan adalete, adil olmaya hazır ol” demek,
bence
çok daha yerinde olurdu; ama, bunun için de bir paradigma değişikliği gerekli; egemenlerin hukuku yerine küresel adaleti ve küresel barışı sağlayacak evrensel akılcı hukukun egemenliğine geçiş gereklidir. İnsanlık, her şey çok geç olmadan,
bunu becerecek olgunluğa erişebilir mi? temel soru(n) budur.

Tarih boyunca bilimin ve bilge kişilerin uyarıları ve yönlendirmelerine karşın ilkel içgüdüsel davranışları sergilemeyi sürdüren insanlığın genel gidişatına ve gelinen noktaya bakılırsa, savaş maalesef bir realite barış ise bir hayal olarak düşünülebilir; ancak gerçek insanlık idealini yaşatmak isteyenler her şeye karşın bu hayalin gerçekleşmesi için, gerçek barış için, mutlak barış için aydınlatmaya, uyarmaya, ve “barışçıl mücadele”ye devam etmeliler.

“Yurtta barış, Dünyada barış” diyen “Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir” diyen büyük önder  Atatürk’ün yolundan gidenlere de bu yaraşır. æ
_______________________________

Thomas Malthus.jpg

T.R. Malthus 

Çarpıcı bilimsel düşünceleriyle çağının entellektüellerini etkileyen ingiliz ekonomisti Thomas R. Malthus’un (1766-1834) doğada aritmetik dizi ile artan besin kaynaklarının geometrik dizi ile artan tüketici nüfusuyla aynı oranda çoğalmadığı
ve bu nedenle “besin kaynakları için sürekli ve acımasız bir kavganın doğal olduğu” yönündeki tezi, özellikle Charles Darwin (1809-1882) ve Alfred Russel Wallace
(1823-1913) gibi 
“evrim” biyologlarının geliştirdiği “doğal seçilim kuramı
 için esin kaynağı olmuştur.

C. Darwin  ve  A. R. Wallace 

  Dosya:Alfred Russel Wallace.jpg

Evrim, Beyin Yaşımız ve…

Evrim, Beyin Yaşımız ve…

Dostlar
,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamız aşağıdaki iletiyi paylaştı..
Sayı oyununda, yetkin bir matematikçi olan Sn. Ercan’ın “beyin yaşı” kronolojik yaşının yarısı çıkmış.. ve Ali hoca esprisini patlatmış :

  • Demek ki beynimin yarısını kullanıyorum..

Biz de yanıtlayalım :

1. Gerçekte insanlar beyin kaynaklarının (potansiyelinin) çok küçük bir bölümünü (<%10) kullanmaktalar. Bu bağlamda siz yarıya yaklaşıyorsanız bu “Evrim” ötesi bir durum.

2. Daha klasik bir itiraz : “İşleyen demir ışıldar”.. Keşe tüm insanlarımız sizin gibi “sorgulayan aklı” kullanabilme becerisi kazandıran bir eğitim alabilseydi.

3. Böylesine “iyi” bir beynin uluslararası topluma ağır sorumlulukları var.
Önce kendi toplumundan başlayarak.. Hele hele Türkiye’nin bu çoooooook zor -ama mutlaka geçecek- dönemlerinde..

Teşekkür ederiz Ali hocaya ve akıl sağlığının bir bütün olduğunu, bir hekim dostu olarak bilgisine sunmak isteriz.

  • Bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam iyilik durumu..

DSÖ’nün (Dünya Sağlık Örgütü) tanımı 1947’den beri böyle.

Üstelik Türkiye’yi de bağlamakta.
Çünkü Türkiye o tarihte DSÖ’ye üye oldu; üyeliğin yolu da, DSÖ Ana Sözleşmesi‘ne göre, DSÖ Ana Sözleşmesi’ni yasal metin olarak kabul etmekti. (Anaysa md. 90/son)

Türkiye bu yasal işlemi o yıl (1947), 5062 sayılı yasa ile tamamladı.

Daha sonra aynı tanım, şanlı 27 Mayıs Devrimcilerinin ülkemize armağanı olan
224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Yasa‘da de yer aldı.
(Şimdilerde bu yasa AKP’nin kökü dışarıda SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM masallarıyla tar-u mar edlmiş durumda..)

Sevgi ve saygı ile.
14.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

Değerli arkadaşlar,

Portresi_gulumseyen

Aşağıdaki erişkeye (A. Saltık : Ali hoca sağolsun, “link” yerine bizim önerimiz olan bu sözcüğü kullanıyor..) tıklayarak,
Sayı oyununa girin. Bu bir dikkat oyunu.

Start’a basarak oyunu başlatın. Ekranda bir saniye gösterilen ve sonra silinen rakamları verilen süre içinde küçükten büyüğe doğru tıklayabilirseniz puvan alıyorsunuz;
sonuç size “beyin yaşınızı” verecek. Benimki 35 çıktı…
(demek ki beynimi %50 kullanmamışım..  :))   æ

Not : Bunu insansı maymunlar (A. Saltık : Hominoid’ler)
12 sayıya dek hatasız (!) yapabiliyorlarmış. 
 
SÖZ MAYMUNDAN AÇILMIŞKEN…
 
Değerli arkadaşlar,  

Aşağıdaki Tabloda Toplumlarda Evrim gerçeğinin kabul ediliş oranları bazı Batı Ülkelerine göre sıralanmış. Türkiye ve ABD sonlarda.  (Japonya’da %80 üzerinde) Türkiye’de “Evrim gerçektir” diyenler %25 oranındaymış (şaşırdım doğrusu,
ben %20’yi geçmez düşüncesindeydim.) Halkımızın yarısı Evrimi reddediyor;
kalan %25’i ise arada kalmış. Aslında siyasal tabloya da uygun bir sonuç bence.. æ

Ataol BEHRAMOĞLU : “Yukarıdaki Allah”…

Ataol BEHRAMOĞLU
file:/Users/apple/Desktop/1412%20pazar/indd/14PD02/%2014%20NISAN%202013:KELLE%20FOTOLAR:DATAOL.jpg

“Yukarıdaki Allah”…

Sesin tınısındaki ikiyüzlülük, riya; şivedeki lumpen bozulma hâlâ kulaklarımda…

Konuştukları neydi, bilmiyorum. Yanımdan geçen ya da yanlarından geçtiğim iki kişiden birinin, galiba daha hırpani kılıklısının söylediği sözlerin bir bölümü çarpmıştı kulağıma…

Bedenini yere doğru eğip başını hafiften göğe doğru kaldırarak kurduğu cümlenin
ilk sözcükleri şöyleydi: “Yukarıdaki gurban olduğum Allah…”

Bu sözlerde beni tedirgin eden şey neydi? İçerik mi? Söyleyen kişinin sesinin tınısından, söyleyiş biçiminden taşan riya mı? Bu sözlerin bir sokak konuşmasında uluorta söylenişi mi? Sanırım hepsi birden… Ama yine de içerikten çok, söyleyişteki tonlama…

Tanrı kavramının böylesine ayağa düşürülmüş olması….

Diyelim ki yine bir halk insanı, bir haksızlığı dile getirerek ilenirken, dertlenirken, sayısız kez tanık olduğumuz böyle bir cümle kurmuş olsun… Yine tedirgin olur daha da çok üzülürdüm. Ama bu kez tedirginlik ya da üzüntümün nedeni, biçim değil, içerik olurdu.
Haksızlıklara karşı çıkmanın yolu onları Tanrı’ya havale etmek değil, onlara karşı savaşmak olduğundan…

***

İnsanlar uğradıkları ya da tanık oldukları haksızlıkların giderilmesini, cezalandırılmasını Tanrı’ya havale ederken bunu çaresizlik, bilinçsizlik gibi nedenlerle yaparlar…
Burada irdelemek istediğim konu bu değil… Yukarıdaki örnekle anlatmak istediğim, özellikle son zamanlarda, Tanrı’yla, dinle, bu türden kutsallıklarla ilgili konuların ve sözlerin tam anlamıyla ayağa düşürülmüş olması…

Günlük yaşam konuşmalarımızda “şükür”den, “kısmet”ten, “Allah’ın izniyle”den, “yukarıdaki Allah”tan geçilmez oldu… Birkaç gün önce İstanbul trafiğiyle boğuşarak havaalanına ulaşmaya çalışırken içinde bulunduğum otobüsün sürücüsü ve yakın koltuklardaki birkaç yolcu, ağız birliği etmişçesine, Allah’ın izniyle, Allah kısmet ederse, evvel Allah inşallah, kısmetse, alana zamanında ulaşacağımızı söylüyorlardı….

Konuşmalarda trafiğin neden bu duruma gelmiş olduğuna, nasıl çözümlenebileceğine ilişkin tek bir sözcük, bir düşünce kırıntısı yoktu…

***

Allah yukarıda mı, aşağıda mı, güneşin çevresinde dönüp duran gezegenimizin yukarısı nere, aşağısı nere?

Yerçekimi sayesinde ayaklarıyla yere çakılı olan bizler, gezegenimizle birlikte dönmekteyken hangi durumlardan geçmekteyiz?

Bu durumda bazen yukarıdaki Allah tepemizin altında mı kalıyor?
Kapı komşusundan söz eder gibi yukarıdaki Allah’tan söz eden insanlarımızla
böyle şeyler konuşmanın bir yararı olmayacağı gibi başınız derde de girebilir…
Bu insanlar, sadece, sıradan yurttaşlarımız mı?
Bir gazete haberinden öğrendiğimize göre, birkaç hafta önce bir öğrenci yurdunun açılışı için bir üniversiteye giden Gençlik ve Spor Bakanı sıfatlı kişi, “Evrim” konusunda uygulanmaya başlanan sansüre ilişkin olarak kendisine soru yönelten öğrenciyi
şöyle yanıtlıyor:

  • “Evrimi tabii ki sansürleyeceğim. Sen evrime mi inanıyorsun?
    Maymundan mı geldin? Yukarıda Allah var.”

Maymundan gelmedik belki… Fakat bütün bir toplumca maymun türünden
daha aşağılara doğru yol almakta olduğumuzda kuşku yok…

ataolb@cumhuriyet.com.tr, 14.4.13

Sayın Behramolu’na katkı :

Charles Darwin‘in “Evrim Kuramı”;

  • insanların maymun soyundan geldiğini savlamıyor

Charles Darwin‘in “Evrim Kuramı”;

  • İnsan ve maymunun “ortak ata”dan geldiklerini,
    “atalarının ortak” olduğunu savlıyor.

Charles Darwin‘in “Evrim Kuramı”;

  • İnsan ve maymun türü, “ortak atadan” evrimleşerek farklılaşmışlardır.. diyor.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 16.4.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 

 

Kanuni Sultan Süleyman; bir dizinin öğrettikleri..

Dostlar,

Prof. Ali Demirsoy hocamızı tanımayan yoktur..

Hacettepe’de 34 yaşında Biyoloji Profesörü oldu ve 67 yaşının sonuna dek olan ömrünün yarısını, hakkını fazlasıyla verdiği bu ünvanla yaşadı..
Türk üniversitelerinin en kıdemli profesörü nitemini de uzun yıllar taşıdı..

Bize başlıca EVRİM‘i anlattı.. Ciltlerce kitaplarını yazdı.

Onlarca – yüzlerce uzman yetiştirdi.. Geçen yıl yaş haddinden emekli oldu.

O, tam bir Cumhuriyet aydını oldu.
Ülkesinin temel sorunlarına hep sahip çıktı ve son derece üretken, yol gösteren, derinlikli yazılar yazdı. Rehberi; Mustafa Kemal’in bilimsel akılcılığı idi çünkü..

Bu sitede hocanın zaman zaman makalelerine yer verdik, vereceğiz.
Üretiminin sürmesini dileriz elbette..

Bir tanesi de, bize de lütfedip yeni yolladığı Kanuni Sultan Süleymen dizisi hk.

Kendisi bir takdim notu koymuş :

Değerli Kardeşlerim,

“Aslında Muhteşem Yüzyıl dizisi, 1500’lü yılları anlatıyor görünse de dikkatle izlenip yorumlandığında günümüzü anlattığını hemen anlayabiliriz. Değişen şeyler kıyafetler ve kişilerin adları. Bir kısmımızın
bu diziye neden çok sert tepki gösterdiğini dikkatle izlediğinizde hemen anlayacaksınız. Kanuni Sultan Süleyman olarak tanıtılan padişahımızın kanunlarının sadece karşıtları ve halk için olduğunu, kendine sıra gelince hiç birinin işlemediğini görürsünüz. Okursanız günümüze benzerliğini anlayacaksınız…”

Sevgilerimle.
23.1.13

Ali Demirsoy

Ali hocanın değerli makalesini pdf olarak okumak için tıklamanız dileğiyle..

ali_demirsoy_portresi

Kanuni_Sultan_Suleyman_dizisinin_ogrettikleri_23.1.13

Beyninize sağlık Demirsoy hocam..

Sevgi ve saygı ile.
25.1.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net