Etiket arşivi: Av. Hüseyin ÖZBEK

Arayı bulurken yitirilen adalet

Arayı bulurken yitirilen adalet

Av. HÜSEYİN ÖZBEK
Türkiye Barolar Birliği Başkan Yardımcısı
Cumhuriyet, 31.3.19

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

  • İş yükü, uzayan davalar, kadro eksikliği ve diğer mazeretler, hukukun ve yargının kamusal alan dışına çıkarılmasını hiçbir şekilde mazur gösteremez.

Mülkün temelinin adalet olduğunu devlet fel­sefesi yapmış bir ge­lenekten geliyoruz.

Mahke­me kadıya mülk değildir’ sözü de aynı gelenek ve algının so­nucudur.

Sürekli olanın yar­gı ve hukuk, dönemsel ola­nın yargıç olduğunu anlatmak için kullanılır. Devlete güven­le yargıya ve hukuka güven bileşik kaplar gibidir. Hukuk ve yargıya güvensizlik gerçek­te devlete güvensizlik anlamı­na gelmektedir. 
Türk halkı dava konusu yap­tığı hukuksal ihtilafın devle­tin yargıcı tarafından mahke­mece çözümlenmesini ister. Her dereceden yargı organları­nın kamusal güvencesi altında adil sonuç bekler. Yargı önüne ‘hak’ aramak için gidilir, mah­kemeden adil yargılama sonu­cu ortaya çıkacak ‘hakkın tes­lim edilmesi’ istenir. Bu ne­denle, mülke olan güvenin sarsılmadan sürdürülebilmesi için yargılama faaliyetinin ka­musallığını ve tarafsızlığını yi­tirmemesi, zayıfı kollayan ka­musal güven alanının dışına çıkarılmaması zorunludur.

Bahane olamaz
İş yükü, uzayan davalar, kadro eksikliği ve öbür ma­zeretler, hukukun ve yargı­nın kamusal alan dışına çıka­rılmasını hiçbir biçimde mazur gösteremez. Zayıfın ve haklı­nın arkasında hissetmek iste­diği devletin yargı alanını bo­şaltmasının, halkın gönül def­terinden silinmesine neden olacağı bilinmelidir. 
Yargısal terminolojide;

‘hak, yükümlülük, borç, hukuk ve adalet’ gibi hukuk kavramla­rının yerini;
‘ihtiyaç, menfa­at, risk, taviz, kazanım’ gibi ti­cari kavramların almış olması,

yapılmak istenenleri fazlasıyla açıklamaktadır. Gerçek amaç ile anlatılanlar birbirinden ol­dukça farklıdır. Çok övülen ve yargısal mucize olarak takdim edilen uygulamanın kısa vade­li sonuçları, ortada ekonomik liberalizmin hukuk ve yargısal yansımasından başka bir şey olmadığını göstermektedir. 
Liberal kapitalizmin piya­sa ekonomisini, her derde der­man postmodern Lokman He­kim reçetesi olarak kutsayan­lar, kamusal yargıya da aynı tasfiyeci mantıkla yaklaşmak­tadırlar. Uzayan yargı, geci­ken adaletin sorumlusu olarak devleti gösterenler, yargının özelleştirilmesini mutluluk
re­çetesi olarak sunmaktadırlar. 

Yoğun bir kampanyanın ar­dından yakın geçmişte uygu­lamaya sokulan, ‘6325 sayı­lı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’na bi­raz daha yakından bakalım. Tarafların arabulucu gözeti­mindeki ilk buluşmasında, ka­musal yargıda yıllarca süre­cek ihtilafın çözüleceğini vaze­derken, her ay bordrosuna im­za attığı devleti kötüleyen yar­gı bürokratlarının söyledikle­rinin gerçekliğini tarafsız bir gözle inceleyelim.

İş uyuşmazlıklarında başla­yıp, ticari uyuşmazlıklarla de­vam eden, aile hukukundan kaynaklanan uyuşmazlıkların dahil edilmesiyle genişleme­si öngörülen arabuluculuk, ilk kez gündeme getirilirken ih­tiyari olacağı söylenmişti. Ya­ni her iki tarafın istemesi du­rumunda mahkeme öncesi bir ara istasyon olacağı açıklan­mıştı. Kısa zamanda hem kap­samının genişletilmesi, hem de isteğe bağlı olmaktan çıka­rılarak dava şartı zorunlu ara­buluculuk haline getirilmesi­nin nedenleri üzerinde iyi dü­şünülmelidir.

Rakamların dediği!
Arabuluculuk uygulaması­nın olağanüstü başarısının en çok iş uyuşmazlıklarında gö­rülmesi, kapsam genişletilme­sine bu başarının dayanak ya­pılmak istenmesi nasıl değer­lendirilmelidir? Arabuluculu­ğun zorunlu dava şartına dö­nüştürülmesinden önce 2017 yılında 210 bin iş davası açıl­mış iken, 2018 yılında 92 bin­de kalması arabuluculuk yan­lıları açısından ikna edici bir oran olarak ileri sürülmekte­dir. Yine arabuluculuk aşama­sında çözümlendiği için yargı­ya intikal etmeyen 238 bin iş uyuşmazlığının, iş mahkeme­lerini ciddi ölçüde rahatlatma­sı sistemin başarısı olarak gös­terilmektedir.

Ve sorulması gereken
Kamusal yargının hantallığı, kamusal adaletin tarafları tat­minden (!) uzak olması, arabu­luculuğun kısa sürede sonuç vermesinin avantajları, dema­gojik yorumlu istatistiklerle güçlendirilmeye çalışılmakta­dır. Arabulucuya giden işçi – iş­veren uyuşmazlıklarında so­rulması gereken anlaşıp-anla­şamama oranı değildir. Arabu­lucu masasından hangi tara­fın kazançlı kalktığıdır! Sorul­ması gereken, işçinin kamusal yargılama sonucu alabileceği­nin yüzde kaçını alabildiği hu­susudur. Sorulması gereken, ilk derece ve Yargıtay aşama­sında işçi yanlısı uygulama ve içtihatlardan yakınan işveren­lerin, arabuluculuk kurumuna yönelik olağandışı övgülerinin nedenidir. 
Sorulması gereken, hangi ta­rafın arabulucu masasından kazançla kalkarken, hangi ta­rafın masanın sürekli yitireni olduğudur. Sorulması gereken,yurttaşların kamusal yargı önünde çözülmesini iste­diği hukuksal anlaşmazlıkların, ülkeyi yönetenlerce bir an önce kur­tulmak istenen ağır bagaj ola­rak görülüp görülmediğidir.
Sorulması gereken, kamu­sal yargı ve kamusal hukukun yerini piyasa hukuku alırken, kamu kurumsallığının ve ça­lışma barışının nasıl sağlana­bileceğidir.
========================
Dostlar,

Aşağıdaki sözler TOBB başkanı R. Hisarcıklıoğlu‘nun :

  • “Büyük sıkıntı yaşadığımız bir başka alan, yargı sistemiydi. Özellikle iş mahkemelerindeki davalarda işveren %99 haksız çıkıyordu. Bunu değiştirmek üzere, zorunlu arabuluculuk sisteminin uygulamaya alınmasını sağladık. Aylar, hatta yıllar süren davalar, artık günler-haftalar içinde çözülüyor. Bu vesileyle, bizlere her zaman destek olan sayın cumhurbaşkanımıza, başbakanımıza, bakanlarımıza ve Meclis’imize, bizimle birlikte çalışan, emek veren bürokratlarımıza, camiamız adına teşekkür ediyorum.”

Sorunu sitemizde daha önce işlemiştik,, Lütfen tıklayınız ve ayrıntıları okuyunuz..

TOBB başkanı ‘engel kaldırmış’: Davalarda haksız çıkıyorduk…

Sermaye, ülkenin yargısını da nasıl kendi çıkarlarına pervasızca alet etmekte!..

Yukarıda erişkesini (linkini) verdiğimiz dosyada şu soruyu sorarak konuyu irdelemiştik :

  • YEREL – KÜRESEL SERMAYENİN EMEK DÜŞMANLIĞI AYNI İLKELLİĞİYLE SÜRDÜRÜLEBİLİR Mİ??

Okunmasını dileriz..

AKP = RTE’nin emek – sermaye ekseninde konumunu kanıtlayan somut bir olgudur..

Sevgi ve saygı ile. 02 Nisan 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

15 TEMMUZ PARALEL İHANET NOTLARI

15 TEMMUZ PARALEL İHANET NOTLARI

Av. Hüseyin ÖZBEK

1) Paralel İhanet Şebekesi, uzun yıllar siyasi  iktidarların himayesine mazhar olarak palazlanmıştır.

2) İlkokulu dışarıdan bitiren Paralel İhanetin başı, Türk halkına,  asrın en büyük din alimi bir hayırsever  olarak tanıtılmış, hiçbir çıkar peşinde olmayan idealist  HİZMET ADAMI olarak parlatılmıştır.

3) Siyaset ve iş dünyasında hak etmediği ilgi ve iltifatlara boğulan Fetullah’a, dar gelirli ailelerin zeki çocukları eti de, beyni de, şuuru ve ruhu da senin denilerek ışıkevlerinde (Beyin Yıkanan Zehirevleri ) teslim edilmiştir.

4) Türkiye’nin hasımlarının  5. kolu olma görevi verilen millet ve devlet düşmanı din maskeli paralel ihanet şebekesi bu süreçte kutsallaştırılmış ve dokunulmazlaştırılmıştır.

5) Paralel İhanetin başı,  ekonomik ve siyasal  dinamikler tarafından  HİZMET HAREKETİ olarak takdir ve taltif edilirken, ihaneti teşhis edip tedbir alınmasını isteyen, emniyet, yargı ve kamu görevlileri, tabir caizse (AS deyim yerinde ise) analarından doğduklarına pişman edilmiş, sürüm sürüm süründürülmüştür.

6) Paralel İhanetin yurt dışındaki okulları için, yakın dönemin başbakanları ve Cumhurbaşkanları tarafından, mevkidaşlarına tavsiye mektupları yazılmış, o ülkelerdeki Türk Büyükelçilerine Hizmet Hareketine yardımcı olmaları için talimat verilmiştir! (AS: Abdullah Gül vd.!)

7) Namuslu, vatansever  emniyetçilerin ve namuslu savcıların çabasıyla yargı önüne çıkarılan Fetullah’a kimlerin sahip çıkıp aklanmasını sağladıklaŕı, o emniyetçi, savcı ve hakimlerin başlarına neler geldiğini merak edenler kolaylıkla ögrenebilirler.

8) Değerli hukukçu Mehmet Emin Değer, 20 yıl önce  paralel ihaneti teşhir eden BİR CUMHURİYET DÜŞMANININ PORTRESİ kitabını yazarken,  Cumhurun başındakilerin aymazlığını tarih hiç kuşkusuz not edecektir.

9) Fetullahçı şebekeyi tüm ayrıntılarıyla tespit ve teşhir edip, KÖSTEBEK adını verdiği eserini basma aşamasına  geldiğinde  18 Aralık 2002’de evinin önünde şehit  edilen aziz kardeşim Dr. Necip Hablemitoğlu‘nun ardından “Oh oldu, iyi oldu” anlamında yazılar döktüren, yorumlar yapan FETÖ’severlerin şimdilerde Fetösavar ayaklarına yatmalarını da tarih hiç kuşkusuz layık olduğu biçimde kaydedecektir!

10) Türk devlet geleneği ve Cumhuriyetin milli yol haritası terk edilip, sureti haktan görünen kimi din baronlarına yol verildiğinde,  ortada ne devlet ne milli kurum hiçbir şeyin ayakta kalamayacağını 15 Temmuz Paralel kalkışması bir kez daha göstermiştir.

11) Din ve inancın, Türk Milletini bir araya getiren, ortak bir gelecek inşası konusunda müşterek payda oluşturan deger olmaktan çıkarılıp, adı ne olursa olsun, herhangi bir cemaatin tekeline verildiğinde yeni 15 Temmuzların kaçınılmaz olacağı bunca acı dersten sonra iyice anlaşılmalıdır.

BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI KEMAL BEY’İN İDAMI

Mütareke İstanbul’unun Paralel Yargısı DİVAN-I HARBİ ÖRFİ
BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI KEMAL BEY’İN İDAMI


Av. Hüseyin Özbek
Türkiye Barolar Birliği Başkan Yardımcısı

Bir Mütareke Yargıcı Portresi: Nemrut Mustafa Paşa

Mütareke döneminde birden fazla sıkıyönetim mahkemesi faaliyet göstermiştir. Dersaadet Divan-ı Harbi Örfisi veya 1.Nolu Mahkeme diye anılan, İttihat ve Terakki mensuplarını yargılayan mahkeme reisliğine Mahmut Hayret Paşa’nın istifası üzerine Mustafa Nazım Paşa atanır. Üyeler, Mirliva Zeki Paşa, Mirliva Mustafa Paşa, Mirliva Ali Nazım Paşa, Mirliva Recep Ferdi Bey’den oluşmaktadır. İngilizleri memnun etme ve bütün taleplerini, ülkesine ihanet pahasına ziyadesiyle karşılamayı siyasetinin temeli yapan Damat Ferit Hükümetinin teşkil ettiği mahkemenin adil bir yargılama yapması mümkün değildi. Mahkeme Başkanı Mustafa Nazım Paşa’nın 4 ay reislik yaptıktan sonra üçüncü Damat Ferit Paşa hükümetinde Harbiye Nazırlığına atanması mahkeme ile siyasi iktidar arasındaki ilişkinin derecesini gösterir çarpıcı bir örnektir. Erzurum Kongresi esnasında 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir’ den Mustafa Kemal’in tutuklanmasını isteyen bu Nazım Paşa’dır. Bu mahkemenin üyelerinden halkın Nemrut adını taktığı Mirliva Mustafa Paşa (Kürt Mustafa Paşa) sanıklara karşı ön yargılı davranıp savunma haklarını kısıtlamasıyla, düzmece belgeler üretmesiyle, yalancı tanıkları yönlendirmesiyle ibretlik bir örnektir. Üyesi olduğu mahkeme, yargılananlardan sabık İttihatçı iktidarın şeyhülislamı Musa Kazım Efendi’ye idam yerine 15 yıl kürek cezası verince böyle bir şahıs için ne yargılama yapmaya ne de Kanun-u Esasi’ye uymaya gerek olmadığı, sorgusuz sualsiz idamı gerektiğine ilişkin beyanıyla, kürek cezasına ilişkin kararı idam şerhiyle imzalaması okurlarımıza yeterli fikir verecektir.

İngiliz güdümlü Yargının Masum Kurbanı: Kemal Bey

Divan-ı Harbi Örfi’nin ilk yargılaması Yozgat davasıdır. 1915 Ermeni Tehciri uygulamasından sorumlu tutulan Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili Kemal Bey’in 2 Şubat 1919’da başlayan yargılaması 8 Nisan 1919’da idam hükmüyle sonuçlanır. Düzmece tanıkların yönlendirilmesinde, sanığa savunma olanağı tanınmamasında üye Nemrut Mustafa Paşa’nın çabaları dikkat çekicidir. 10 Nisan 1919’da Beyazıt meydanında cezanın infazından önce Kemal Bey halka seslenir: “Sevgili vatandaşlarım; ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim, vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben masumum. Son sözüm bu gün de bu olacaktır, yarın da bu olacaktır. Yabancı devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adalet!” Kemal Beyin cansız cesedi darağacında sallanırken Taşnakçı Ermeniler sehpa önünde sevinç gösterilerinde bulunmaktadırlar.

Şehitlere “Köpek Ölüsü” diyen alçak

Mustafa Paşa’nın 26 Ağustos 1919’da ilk dönem mahkeme üyeliğinin sona ermesiyle Damat Ferit tarafından ödüllendirilerek 25 Eylül 1919’da tayin edildiği Bursa Valiliğinden onuncu gününde kovulma nedeni hayli ilginçtir! Valilik makamında yaptığı konuşmada; “1. Dünya savaşında şehit düşen Türk askerlerinin meşru olmayan bir savaşta hayatlarını kaybetmeleri nedeniyle bırakın şehit olmayı, köpek ölüsünden farkları bulunmadığını” söylediğini duyan halk,  Vilayet konağına dayanınca Bursa’yı apar topar terk ederek soluğu İstanbul’da alır!  Ermeni Tehciri sorumlularının bir an önce cezalandırılması için sürekli hükümeti sıkıştıran İngiliz Yüksek Komiser Vekili Amiral Webb’e, Damat Ferit’in; ” Şimdi güvendiğim yeni bir mahkeme kurdurdum” sözünü boşuna söylemediği kısa zamanda ortaya çıkar: 16 Nisan 1920’de Damat Ferit mahkeme başkanlığına gerçekten de güvendiği birini, Nemrut Mustafa Paşayı tayin etmiştir. Damat Ferit hükümetlerinin özelliği medrese Kürt ittifakını iktidara getirmesidir. Ayan Meclisi ve bürokrasiye Kürt Teali -yükselme- Cemiyeti ve Teal-i İslam Cemiyeti mensuplarını doldurmuştur. Medreseyi Şeyhülislam Mustafa Sabri, Kürtçü kümelenmeyi Ayan üyesi Seyit Abdülkadir temsil etmektedir. II. Abdülhamit döneminde Hariciye Nazırlığı ve Şura-yı Devlet Reisliği görevlerinde bulunan Kürt Sait Paşa’ nın ve 15 Mayıs 1919’da İzmir valisi olarak, halka Yunan işgaline direnmemeyi telkin eden Kambur İzzet’in kardeşiyle evli olan Nemrut Mustafa Paşa, mütareke döneminde olsun, Yüz ellilik olarak yurt dışındaki sürgün döneminde olsun, üyesi olduğu Kürdistan Teali Cemiyeti ile aynı doğrultuda davranmıştır. İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’un; “Bu Kürt önderi iyi yönetilirse, Irak’ taki İngiliz yetkililerine yararlı olabilir” dediği Nemrut Mustafa’ nın,  Emin Ali Bedirhan ve İngiliz Muhibleri Cemiyeti Başkanı Sait Molla ile birlikte İngiliz Yüksek Komiserliği görevlilerinden Andrew Ryan’ı ziyaret edip, İngiliz Mandaterliği altında Kürtlere özerklik isteminde bulunduğunu okurlarımıza hatırlatmakla yetinelim. (S.R .Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı)

Milli Mücadeleye Karşı Damat Ferit’in Hukuk Silahı

23 Nisan 1920’de kabul edilen bir kararname ile Divan-ı Harbi Örfilerin görev alanı genişletilir. Tehcir davalarına ek olarak memleketin iç ve dış güvenliğini bozanların da Divan-ı Harbi Örfi mahkemelerinin yargı yetkisinde olduğu belirtilir. Kararname doğrultusundaki çalışmalar asıl amacın ne olduğunu kısa sürede göstermeye başlar: 14 Mayıs 1920’de Mustafa Kemal Paşa, Kara Vasıf Bey, Ali Fuad Bey, Alfred Rüstem Bey, Dr. Adnan Bey ve Halide Edip Hanım, Nemrut Mustafa Paşa başkanlığındaki mahkeme tarafından; “Kuva-yı Milliye adı altında fitne ve fesat tertip ettikleri, halktan zorla para aldıkları, asker topladıkları için” gıyaben idama mahkum edilirler. Karar padişah tarafından onaylanır, 24 Mayıs 1920 tarihli Takvim-i Vekayi’de (Resmi Gazete) yayınlanır. Mahkeme 19 Haziran 1921 tarihine kadar Kuva-yı Milliye nedeniyle 823 kişiye çeşitli cezalar verir.

Paralel Yargının bir başka cinayeti: Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey

Sadrazamın güvenli mahkemenin reisliğine atadığı Nemrut Mustafa, Damat Ferit’in güvenini boşa çıkarmaz: Ermeni Tehciri nedeniyle yargılanan Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey’i idam etmeyi kafasına koymuş olan Nemrut Mustafa, ortada delil, tanık olmayınca yaratmaya girişir. 29-30 Nisan 1920 tarihlerinde Serbesti ve Peyam-ı Sabah gibi mütareke matbuatına verdiği ilanlarla tanık arama çabaları, tanık temini ve mahkemeye celbinde Patrikhane ile giriştiği yakın işbirliği sonuçta meyvelerini verir. Nusret Bey’ in savunmaları ve ileri sürdüğü deliller dikkate alınmaz. Aslında delil sunma ve savunma yapmasına olanak ta tanınmaz. 24 Haziran 1920’de yargılama sona erer. Başkan ve üyelerden  Kaymakam  Fettah Bey idam kararında ısrar ederler. Diğer üyeler Recep Paşa, Recep Bey ve Ferhat Bey ise 15 yıl kürek cezası isteminde bulunurlar. Üçte iki çoğunluk kararına göre 4 Temmuz 1920 tarihli kararla sanık 15 yıl kürek cezasına mahkum edilmiş ve ilam imzalanmıştır. Nusret Bey, Mustafa Paşa’nın kendisine olan düşmanlığının Ergani’de görev yaparken zararlı çalışmalarını gördüğü Kürt Muhadenat Cemiyeti’ni kapatmış olmasından kaynaklandığını yakınlarına söylemiştir. Nusret Bey’i idam etme ısrarından vazgeçmeyen Nemrut Mustafa mahkeme üyelerinden Ferhat Bey’i; “Sen bizim işimize engel oluyorsun, seninle teşrik-i mesai edemeyiz” diyerek üyelikten çıkarıp yerine Miralay Niyazi Bey’i tayin ettirir. Patrikhane aracılığıyla yeni yalancı tanıklar bulur. Daha önce kürek cezası için imza koyan Recep Paşa ile Recep Bey’e de etki ederek kararını idamdan yana değiştirir. Sonuçta bir suç nedeniyle ortaya iki karar çıkar ! O günlerde aralarında Nusret Bey’in de bulunduğu Tehcir sanıklarını Malta Adasına götürmek için Bekirağa Bölüğüne gelen İngiliz subayına; “Hepsini götürünüz, Divan-ı Harb adına rica ediyorum. Nusret’i bırakınız. Çünkü onun idamı tasdike gitti. Yarın ya da öbür gün idam edeceğiz” diyerek engeller. Bu hukuk faciası sonucu Nusret Bey 5 Ağustos 1920 de Sevr Antlaşması’ndan 5 gün önce idam edilir!

Bağımsız Yargının Kaynağı Bağımsızlıktır

Mütareke İstanbul’undaki Tehcir Yargılamaları kuşkusuz daha uzun incelemelerin konusudur. İşgal altındaki bir ülkenin işgalci işbirlikçisi yönetimince oluşturulan mahkemelerindeki adil olmayan yargılamalar, yargı tarihimizin utanç sayfaları olarak yerini almıştır. Ankara’nın yürüttüğü bağımsızlık savaşı Mütareke tutsaklarının da, Malta tutsaklarının da özgürlüğünün yolunu açmıştır. Divan-ı Harbi Örfiler, bağımsız yargı için önce bağımsız bir ülke, bağımsız bir ulus olmak gerektiğinin, bunun dışındakilerin sömürge yargısı olacağının acı örnekleri olarak bu gün için de isteyenler için gerekli derslerle doludur.

Kaynakça
1) Tehcir Yargılamalar› : Osman Selim Kocahanoğlu – Temel Yayınları
2) Bilal Şimir : Malta Sürgünleri – Bilgi Yayınevi
3) Dr. Feridun Ata : Süleymaniyeli Nemrut Mustafa
=====================================
Dostumuz,

Değerli hukukçu ve araştırmacı – yazar Sayın Av. Hüseyin Özbek‘in önemli bir yazsını daha site okurlarımızla paylaşmak istiyoruz.. Kendisine teşekkür ederiz..

Boğazlıyan Kaymakamı yurtsever insanımız Kemal Bey’in anısını saygı ile selamlıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 11 Nisan 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

SEN ÇÜRÜMENİN RESMİNİ YAPABİLİR MİSİN ABİDİN ?

SEN ÇÜRÜMENİN RESMİNİ
YAPABİLİR MİSİN ABİDİN ?

Av. Hüseyin Özbek
İstanbul Barosu Önceki Gn. Sekr.

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır.)

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mütareke İstanbul’undaki çürümeyi Sodom ve Gomore romanında işler. İstanbul sokaklarında İngiliz, Fransız askerleri devriye gezmekte, işgalci çizmeleri her gün Arnavut kaldırımlarıyla birlikte halkın onurunu da çiğnemektedir. Yenilginin utancı ve umutsuzluk bir karabasan gibi Dersaadet’e çökmüşken, vatansız elitler hiç vakit kaybetmeden işgali kazanca dönüştürecek işbirliğine başlamışlardır!

Mütareke İstanbul’unda Boğaz’ın iki yakasındaki yalıların, kasırların, köşklerin ayrıcalıklı sakinleri için uğruna ölünecek bir vatan yoktur. Sadece her dönem tabi olunacak velinimet,  kazanılacak servet, edinilecek makamlar vardır. İstanbul’un vatansız kreması, işgalci subayları yalılarında ağırlamak, onur konuğu olarak başköşeye oturtmak, bırakın selamlığı, haremlerini de açmak için birbirleriyle kıyasıya rekabet halindedirler. İşgalcilere sunulan hizmet, yapılan işbirliği, siyasi ve ahlaki düşkünlük karşılıksız kalmamakta, kendilerine servet olarak geri dönmektedir.

Ahlaksızlık, düşkünlük, geleceğe güvensizlik, toplumsal çöküşü, manevi yıkımı inanılmaz ölçüde artırmakta, ihanet, işbirliği, karaborsa, rüşvet, fuhuş, uyuşturucu, her türlü sefahat  İstanbul’u geçmişin Sodom ve Gomore’sine dönüştürmektedir. Bütün bu olumsuzluklar içinde vicdan sahibi, vatan duygusunu ve onurunu yitirmemiş, Esir Şehir’ de kurtuluşun kıvılcımını yakmaya çalışan bir avuç insan, zifiri karanlıkta boğulan toplumun umut ışıklarıdır.

Yazarlar, yaşadıkları dönemlerin sosyolojik, psiko-kültürel fotoğrafçıları gibidirler. Yaşanılan sürecin bireysel ve toplumsal tomografisini gelecek kuşaklara sanat prizmasından aktaran soylu insanlardır. Kalemini ve yeteneğini dönemin efendilerinin buyruğuna verenler elbette ki bu tanımın dışındadırlar. Onlar, sermayenin dolma kalemliğine soyunarak iktidar sahiplerinin mızrağı olmayı tercih etmişlerdir. Biz, mazlumların savunma kalkanı olan erdemli insanlardan bahsediyoruz.

Karl Marx, emeğin sömürüsüne işçinin ürettiği artık değere el koymaya dayalı kapitalist sistemde her şeyin meta olduğunu söylemişti. Ürettiğine yabancılaşan işçinin yarattığı artık değerin kapitalistin sermayesine dönüşmesi, üretim araçlarının mülkiyetinin üretenin değil sermayedarın elinde bulunması Marksist Kuramın temelini oluşturur. Kurama göre kar dürtüsü, her türlü insani ve ahlaki zenginliği yok etmekte,
kapitalist sistemin değerleri insanlığın evrensel değerlerini ortadan kaldırmaktadır.

Asr-ı Saadet, Hz.Muhammed döneminde yaşanan İslam anlamında kullanılır. Mutluluk Çağı olarak tanımlanan bu zaman kesitinde toplumsal düzenin iman, inanç, hak ve hakkaniyet üzerinde seyrettiği kabul edilir. İslam’ın tebliğ ve kurumsallaşma dönemi uygulaması her zaman ve dönem için değişmez model olarak düşünülür. Özlem duyulan ve değişmez yönetim sistemi olarak kabul gören Asr-ı Saadet günümüzde sıkça gündeme getirilmekte ve tüm sorunların bu modelin esas alınmasıyla çözümlenebileceği hararetle savunulmaktadır.

Sözün burasında işin esasına dönüp sormanın zamanıdır: İktidara ve güce ulaşmak için dinin metalaştırıldığı bir dönemi Asr-ı Saadet olarak kabul etmek doğru mudur? Günümüz Türkiye’si, bu sorunun 15 yıllık uygulamasının test edilmesi ve somut sonuçlarının ortaya çıkması  açısından çarpıcı verilere sahiptir. Türkiye, dinin siyasal ve ekonomik gücün kaldıracına, dönemsel çıkarların zırhına dönüştürülmesi halinde ortaya Asr-ı  Saadet yerine Asr-ı Rezaletten başka bir şeyin çıkmayacağını göstermesi açısından araştırmacılar için laboratuvar ülke özelliğini taşımaktadır.

Teolojik alandan, ideolojik alana geçişle birlikte metalaştırılan din, egemenlerin belirlediği yoz sistemin sorunsuz sürdürülebilmesinin dayanağına dönüşmektedir. Bir başka söylemle ezilenlerin ezenlere, yönetilenlerin yönetenlere itaat etmesinin teolojik dayanağına dönüştürülen bir din algısıyla sömürünün sonsuza kadar sorunsuz sürdürülebilmesi mümkün hale gelmektedir. Kısacası dinin bireylerin inanç ve iman dünyasının dışına çıkarılarak, siyasi iktidarın çıkarları doğrultusunda  ekonomik  ilişkilerin, toplumsal hayatın yeniden tanziminin payandası yapılması durumunda yozlaşma ve çürümenin kaçınılmaz hale geldiği görülmektedir.

Ekonomik ve toplumsal sistemin dümeninde bulunan iktidar sahiplerince yeniden kurgulanan biçimiyle dinselleşme, çürüme ve yozlaşmadan başka bir sonuç vermemektedir. Evlerde bulunan para sayma makinelerinin, ayakkabı kutularının, izah edilemeyen servet patlamalarının, kaynağı belirsiz Karunlaşmanın tetiklediği çürüme, ahlaki çöküşü baş döndürücü hale getirmektedir.

Bu durumda ortaya mutluluğun resmi yerine çürümenin altı dokuzluk fotoğrafı çıkmaktadır. Sokulduğumuz post-modern Sodom ve Gomore girdabından bir an önce kurtulamazsak, tarih her zaman olduğu gibi  yine tekerrür edecektir.
===============================
Dostlar,

Sn. Av. Hüseyin Özbek, İstanbul Barosu’nun önceki genel yazmanıdır (sekreter).
Başkan Sn. Ümit Kocasakal ile çalışmış ve son derece üretken, başarılı olmuştur.

Sn. Özbek çok nitelikli bir aydındır, yazardır. Makalelerinin tadına doyum olmaz. Sitemizde daha önce de pek çok yazısını yayımladık. Bu da öncekiler gibi öğretici:

  • … ezilenlerin ezenlere, yönetilenlerin yönetenlere itaat etmesinin teolojik dayanağına dönüştürülen bir din algısı..

AKP – RTE ile 15 yılda gelinen yer burası ve dur – durak da yoktur..
“Dininizi ve kininizi eksik etmeyin” talimatı bizzat Erdoğan’ındır..

Türkiye insanı, “tek adam” rejiminin dinci faşizme koşan rap raplarını duymaktadır.
16 Nisan 2017 halkoylaması bu bağlamda kritik bir kırılma noktasıdır. İktidarın cebir ve hilesi ile dayatılan, YSK verisiyle sözde resmileştirilen % 49 ama gerçekte dünya alemin çok iyi bildiği gibi en az %55 düzeyinde insanımız egemenliği tek adama devretmeye karşıdır. 25 milyonu aşkın “hayır” cı bu kitle, “evet” çi kitleden çok daha eğitimlidir, kentsel bölge insanlarıdır. AKP, az eğitimli ve yoksul bırakılmış, mütedeyyin insanlarımızı istismar ederek ayakta kalmaya çabalamaktadır. Görünen o ki, AKP – RTE’nin ayağının altından zemin artık kaymaktadır. Zaman aleyhe akmaktadır. Bir de %15 dolayında, 8 milyonu bulan kitle vardır ki halkoylamasında oy kullanmayan; bunların da büyük kesimi AKP – RTE yandaşı değildir.

Şimdi temel sorun, bu “HAYIR Bileşenlerini” canlı ve bir arada tutarak, hatta büyüterek seçime hazırlamaktır. Bu siyaset mühendisliğini Türkiye başaracak birikime sahiptir. CHP, eleştirileri dikkate alacak ve bu süreçte akıllıca “beyin – omurga” işlevi görecektir.

Sevgi ve saygı ile. 09 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

İstanbul Barosu’nun yeni başkanı Av. Mehmet Durakoğlu oldu

logo_istanbul_barosu

İstanbul Barosu’nun yeni başkanı
Av. Mehmet Durakoğlu oldu

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)
İstanbul Barosu Genel Kurulu’nda başkanlık seçimi bugün gerçekleşti. Sandıkların % 97’si açıldı. Buna göre Mehmet Durakoğlu Baro’nun yeni başkanı oldu.
TBMM Başkanı İsmail Kahraman, oy kullanmasının ardından avukatlar tarafından protesto edildi. Avukatlar

* “Hırsız, katil AKP” sloganları attı.

[Haber görseli]

Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilen başkanlık yarışında, bugün saat 09.00 itibariyle oy verme işlemi başladı. Toplam 92 sandığın kurulduğu merkezde, başkanlık için yarışan 5 aday oylarını kullandı. Yeniden aday olmayan Ümit Kocasakal’ın da hazır bulunduğu seçimde, avukatların oy verme işlemi akşam saatlerinde sona erdi. Sandıkların % 97’si açıldı. Buna göre “Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu” nun adayı Mehmet Durakoğlu Baro’nun yeni başkanı oldu.

İstanbul Barosu Başkanlık seçiminde, 36 483 üye seçmenden 23 921’i oy kullandı. Seçimde, 13 019 oy alan Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu adayı avukat Mehmet Durakoğlu 1. oldu. Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar Grubu adayı Several Ballıkaya Çelik 3 423 oy ile 2., Hukukun Üstünlüğü Platformu adayı Mehmet Sarı 3 040 oy ile 3., Avukat Hakları Grubu adayı Ömer Kavili 2 740 oy ile 4. ve İstanbul Milliyetçi Avukatlar Grubu adayı Ali Rıza Kaplan da 1 699 oy ile 5. oldu.

Oyların sayımı sırasında ise bir grubun slogan attığı duyuldu. Salonda bulunan bir başka grup buna tekpi gösterince arbede yaşandı.

Av. Durakoğlu’ndan ilk açıklama

Seçimlerin sonuçlanmasının ardından açıklama yapan Mehmet Durakoğlu şu ifadeleri kullandı;

“İstanbul Barosu’nda yaşanan seçim yarışı sonucu itibariyle çizginin başarısıdır. İstanbul Barosu’da aydınlanma devriminin temsilcileri kazanmıştır. Bu çizgi, özellikle Türkiye’de yaşanan siyasal konjonktür itibariyle bize yaşatılanlara yaptığımız direnmenin ifadesidir. Biz öncelikle yargı bağımsızlığının olmadığı hukuk devleti olmayı beceremediğimiz, hukukun üstünlüğünü içimize sindiremediğimiz için bu mücadeleyi başlattık. Bunu yaparken çok daha önemlisi avukata dokunduk, savunma hakkının kutsallığını savunurken meslektaşlarımızın mutlu olmasını temin edecek somut işler yaptık. O teminatı vermeye çalışacağız. Aynı çizgide devam edeceğiz. En küçük değişiklik olmayacaktır. Herkes bunu bilmeli. Şu anda kazandığımız zaferlerin başarısıyla kibirlenmeden bir hizmetin inancın sonucu olarak gerçekleştirdiğimizi bilerek yürüteceğiz. Hukuk devleti olabilmemizin mücadelesidir. Avukatların gerçekten avukatlık yapabilecekleri bir Türkiye yaratabilmektir mücadelemiz. Asla Atatürkçülüğümüzden bir adım sapmayacağız. Mücadeleyi devam ettireceğiz.”

5 ADAY YARIŞTI

Mevcut başkan Ümit Kocasakal’ın aday olmadığı başkanlık yarışında, ilk gün konuşmalar yapıldı. Başkanlık yarışına Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu’ndan Mehmet Durakoğlu, Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar’dan Several Ballıkaya Çelik, İstanbul Milliyetçi Avukatlar Grubu’dan Ali Rıza Kaplan, Hukukun Üstünlüğü Platformu’ndan Mehmet Sarı ve Avukat Hakları Grubu’ndan Ömer Kavilli aday oldu.

[Haber görseli]

AVUKATLARDAN İSMAİL KAHRAMAN’A TEPKİ

TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın oy kullanmasının ardından Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar grubu üyesi bir grup avukat, Kahraman’a slogan atarak tepki gösterdi. Kahraman oy kullanmasının ardından Haliç Kongre Merkezi’nden ayrılırken Hukukun Üstünlüğü Platformu üyesi avukatlar da Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar grubu üyesi avukatlara karşı tepki gösterdi. Avukatlar “Hırsız, katil AKP” sloganları attı. İki grup avukat arasında yaşanan gerginlik karşılıklı sloganlarla da uzun süre devam etti. Gruplar arasındaki gerginlik diğer avukatların araya girmesi ile son buldu.

[Haber görseli]

ÜMİT KOCASAKAL DA OY KULLANDI

İstanbul Barosu Genel Kurulu’nda başkanlık seçimi akşam saatlerinde sona erdi. Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilen başkanlık yarışında CHP İstanbul Milletvekili ve Av. Mahmut Tanal ile yeniden aday olmayan Ümit Kocasakal da oy kullandı.

“ONLAR BENİM İLKELERİME GELECEK…”

Toplam 92 sandığın kurulduğu merkezde, başkanlık için yarışan 5 adayın oy kullanmasının ardından Ümit Kocasakal CHP’li vekil Mahmut Tanal da oylarını kullandı, fotoğraf çekildi. Fotoğraf çekiminin ardından Kocasakal,

  • “Ben ilkelerimden taviz vererek onlara yaklaşmam. Onlar benim ilkelerime gelecek çünkü benim ilkelerim de değil Atatürk’ün ilkeleri dedi.

Ardından Kocasakal 17 numaralı sandıkta oyunu kullandı.

“ADALETİN, HUKUKUN EGEMEN OLMASI DİLEĞİYLE…”

Kullanmış olduğu oyunun demokrasi getirmesini dilediğini belirten Mahmut Tanal ise,

“Ülkede adaletin, hukukun egemen olması dileğiyle oyumu kullanıyorum” diye konuştu.
(ttp://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/620089/istanbul_Barosu_nun_yeni_baskani_Mehmet_Durakoglu_oldu.html ve
http://www.istanbulbarosu.org.tr/Detail.aspCatID=1&SubCatID=1&ID=11813&des=ISTANBUL-BAROSU%92NDA-DURAKOGLU-DONEMI; 23.10.2016
=========================================
Dostlar,

İstanbul Barosu son 3 dönemdir (6 yıl), efsaneleşen bir Başkan, Ceza ve Ceza Usul Hukuku Doçenti, Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Sayın Doç. Dr. Ümit KOCASAKAL önderliğinde ülkemizde demokrasi ve insan hakları savaşımında kritik görevler üstlendi. Bu arada profesörlük çalışmaları aksadı.. 2005’te Doçent olmuştu, olağan koşullarda 5 yıl içinde profesörlüğe yükseltilmek için gereken bilimsel çalışmaları tamamlayabilirdi ama, büyük bir özveri ile son 6 yılını İstanbul Barosuna ve ülkemizin Aydınlanmasına sundu..

Kendisine ve takımına (ekibine) Türkiye olarak çok şey borçluyuz..

Yarattığı gelenekten geri dönüş olanağı yoktur…

Bayrak ve hedefler daha da ileri, yükseğe taşınacaktır..

İstanbul Barosu, ülkemizin demokratikleşme savaşımında bir kutup yıldızı olarak parlayacak ve yol gösterecektir.

Baronun genel sekreteri bilge ve filozof insan Av. Hüseyin Özbek beyefendinin sesiz ama çok değerli katkılarını da şükranla anmak borcumuzdur.

Yeni seçilen takım daha da iyisini ve fazlasını yapacaktır, eminiz.

Son birkaç onyıldır Türkiye’de şahlanan gericilik ve karşıdevrim mutlaka püskürtülecek ve ülkemiz, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün aydınlık çağdaşlaşma hedefine yürüyecektir.

Öbür meslek odalarında, bu arada bizim de üyesi olduğumuz TTB’de (Türk Tabipleri Birliği) de benzer ulusalcı – ATATÜRKÇÜ gelişmeleri görmeyi gönülden arzuluyoruz..

Dr. Ahmet SALTIK
AÜTF Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ÜÇÜNCÜ BALKAN BOZGUNU DAYATMASINA HAYIR

ÜÇÜNCÜ BALKAN BOZGUNU DAYATMASINA HAYIR

Av._Huseyin_Ozbek
Av. Hüseyin Özbek
28 Temmuz 2016

(AS : Bizim katkılarımız yazının altındadır..)

Türk Askeri tarihinin en büyük yenilgisi hiç kuşkusuz Balkan Bozgunudur. 2. Viyana kuşatmasında yaşanan 1683 bozgunu ile 1877-78 Rus savaşında (AS: 93 Harbi) Kafkas ve Tuna Cephesinin çöküşüyle payitahtın neredeyse elden çıkacak duruma gelmesi diğer büyük yenilgilerdir. 1683 bozgununun ardından hemen pes etmeyen Osmanlı imparatorluğunun çabaları nafiledir. On altı yıl süren ölüm kalım savaşı da kaybedilecektir. 1699’da imzalanan Karlofça Anlaşması Orta Avrupa’daki Türk üstünlüğünün kesin olarak son bulmasının belgesidir.
1877 – 78 Türk – Rus Savaşı ise Kafkas hattında ve Balkan coğrafyasındaki Türk askeri varlığını ve siyasal egemenliğini yok derecesine indirecektir. Tuna cephesinin çöküşünün ardından Edirne’nin düşüşü ile Çarlık Ordularına Osmanlı payitahtının kapıları ardına kadar açılır. Ayastefanos’ta (Yeşilköy) dayatılan koşullar son derece ağır hükümler içermektedir. İngiltere’nin Hindistan yolunun Rus tehdidi altına girmesi endişesi ve Prusya’nın çıkar hesapları doğrultusunda düzenlenen Berlin Konferansında kısmen hafifletilen hükümler sonrası, Ruslar İstanbul’u terk edecektir.
Balkan Bozgununun (1912) öbürlerinden farkı, yenilginin askeri alanla sınırlı kalmayıp, Batı karşısındaki inançsal, kültürel, askeri üstünlük algısının ortadan kalkması, yenilgi ve yok oluş duygusunun toplumu teslim almasıdır. Sırp, Bulgar, Karadağ, Yunan bağlaşıkları karşısında uğranılan askeri yenilgi gerçekten yüz kızartıcıdır. Yüzyıllardır her büyük seferde Orduyu Hümayun’un yer götürmez askerle gidip, zaferle dönüşüne kuşaklar boyu tanıklık etmiş, serhat türküleriyle, akıncı destanlarıyla büyümüş Rumeli ahalisinin görüp de inanamadığı şey, üniformalı kaçkınların, ordu artıklarının, bağlaşıkların üniformalı vahşilerin önünden ardına bakmadan kaçmasıdır.
Osmanlının fetih ve batıya doğru yayılması temelinde uygulanan iskan politikasıyla Anadolu’dan göçürülen Yörüklerle Türkleştirilen 500 yıllık vatan, birkaç ayda elden çıkmıştır. Osmanlının, Anadolu kadar Türk Rumeli’si göz açıp kapayıncaya dek yitirilmiştir. Evladı Fatihan’ca vatan bilinmiş, camileriyle, türbeleriyle, hanları, hamamları, şehirleri, çarşıları, bedestenleriyle Türkleştirilmiş coğrafyada acımasız bir etnik temizlik uygulanmaktadır. Bir yandan demografik kırım yapılırken öbür yandan 500 yıllık egemenliğin her türlü kültürel mirası acımasızca tahrip edilmektedir.
Balkanlardan Edirne’ye, Edirne’den İstanbul’a uzanan, cami avlularından sokaklara, meydanlara taşan perişan yığınlar, savaşın ve yenilginin, uğranılan facianın büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. Ordudaki alaylı mektepli, İttihatçı, İtilafçı çekişmesinin, hiyerarşik disiplini yok eden kutuplaşmanın acı sonuçları Vatan kaybı olarak ortaya çıkmıştır. Balkan Savaşı halkın orduya, askere yönelik güven duygusunu sıfırlamış, halkın kolektif psikolojisinde yenilgi ve yok oluş duygusuna, milli ruhta çöküntüye yol açmıştır. Halk yenilginin sorumlusu olarak Orduyu, özellikle de zabitanı (subaylar) görmektedir. Tarihte ilk kez halk Orduya karşı güven duygusunu yitirmiş, adeta sırtını dönmüştür.
Zafer günlerinin gurur simgesi üniforma, yenilgi ve çöküş günlerinin nefret objesine dönüşmüştür. Subaylar üniforma ile sokağa çıkamaz hale gelmişlerdir. Yenilginin utancı altında ezilmekte, atalarının sefer ve zafer yollarından yüz geri kaçışın ezikliği altında yüzlerini yerden kaldıramamaktadırlar.
Türk subayını ve Mehmetleri bu utançtan Çanakkale kurtaracaktır. Balkan yenilgisinden dersler çıkarılmış, yeteneksiz, birikimsiz, çağın gerektirdiği askerlik sanatını içselleştirememiş ögeler tasfiye edilmiştir. Ordunun eğitim anlayışında, savaş stratejisinde ciddi değişikliklere gidilmiş, yetenekli, genç subaylara rütbelerinin üstünde birliklere komuta etme olanağı verilmiştir.
1. Dünya Savaşının patladığı 1914 yılında İtilaf güçleri Türklere Balkan Bozgunun daha ağırını yaşatacaklarından emindirler. 1915 başlarında Türklerin işini bitirip saf dışı bırakacaklarını düşünmektedirler. Sabah girecekleri Çanakkale Boğazını aşıp akşama Osmanlı başkentine- ulaşmanın girmenin düşünü kurmaktadırlar. Kibirli hasımlarına hem denizden hem karadan yol vermeyecek olan Mehmetler, Balkan utancını Çanakkale’de sebil edecekleri kanlarıyla temizleyecektir. Payitaht kurtulmuş, mağrur düşmanın zafer umudu Boğazın serin sularına gömülmüştür. Çanakkale zaferiyle birlikte üniforma yeniden Türk Ordusu imparatorluğun birbirinden binlerce km uzak cephelerinde büyük harbin 4 yıl daha uzamasına yol açacaktır. Milletin gurur simgesidir. Türk milletinin güvenini yeniden kazanan, duasını ve desteğini alan Büyük Harbin sonucunda Ekonomik kaynakları sıfırlanan, yarım milyon askerini değişik cephelerde şehit, bir o kadarını da esir veren, 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesiyle kaderi galiplerin insafına bırakılan bir millettin yırtıp attığı idam fermanından bahsediyoruz.
Öldüğüne hükmedilen, emperyalistlerin terekesini pay edip defin merasimine hazırlandıkları bir milletin yeniden Bismillah’la 3,5 yıl daha savaşabilmesinin sırrı yine Çanakkale’dir. Ezineli Yahya Çavuş’un, Edremit’li Koca Seyit’in, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal’in, Sarıkamış’ın buzullarından Arabistan’ın çöllerine ayak basmadık yer bırakmayan Mehmetlerin al kanlarını, terlerini taşıyan üniformanın Türk milletinin gözünde niçin alelade bir kumaş parçası olmadığı üzerinde düşünülmelidir. Üniforma Türk Milletinin derin bilinçaltında Ergenekon’dan Malazgirt’e, Mohaç’tan Viyana’ya, Trablusgarp’ten Sakarya’ya, Kocatepe’den Kıbrıs’a binlerce yıllık öyküsü olarak kayıtlıdır. Nüfus kütüğünde adı ne olursa olsun, üniformanın içinde Mehmetleşen Anadolu çocuklarının manevi zırhıdır, o kutsal ocağın simgesidir. Bundan dolayıdır ki milletin gözünde mübarektir.
Yakın geçmişte yaşanan Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk vb. paralel ihanetin araçsallaştırdığı ve silaha dönüştürdüğü yargı üzerinden Orduya İkinci Balkan Bozgunu dayatmasıydı. Hakim savcı cübbesi giydirilmiş cemaat kumpanyasının düzenlediği yargı komedyası ile Türk Ordusuna karargahta teslim koşulları dayatılmıştı. Yargı üzerinde gerçekleştirilecek tasfiye ile Cumhuriyet’in, Türk milletinin bekasının güvencesi Ordunun yerine İmamın Ordusu ikame edilecekti. Atatürk, Cumhuriyet, Kıbrıs, ulusal bütünlük, devletin bekası, milletin bağımsızlığı gibi ağır bagajlardan kurtarılmış (!) Ordunun yerine konacak üniformalı şakirtler ile operasyon tereyağdan kıl çeker gibi tamamlanacaktı.

  • 15 Temmuz Kalkışması, Silivri sürecinde yarım kalan operasyonun
    çok daha geniş kapsamlı olarak olarak yürürlüğe konulmasıydı.
    Pensilvanya İmamının intikamı olarak tasarlanmıştı. 
    Taktik olarak
    siyasal iktidarı hedef almakla birlikte stratejik hedef Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesiydi.

Ordunun, Cemaat radyasyonunun henüz zehirleyemediği milli ögeleri başta olmak üzere, halk tarafından püskürtülmüştür. Tarihçiler ileride bu süreci imanı ve inancı milli kimlikle birleştiren, inanç aidiyeti ile ulusal aidiyeti ayrışmaz bir alaşım haline getiren Türk Müslümanlığı yerine vatansız, bayraksız, milletsiz, emperyalizmin buyruğunda sürüleşme reçetesinin bir ülkeyi ne hale getirebileceğinin ibretlik örneği olarak kaydedeceklerdir.
Paralel ihanetin, milli devlet duyarlılığı ve hukuk meşruiyeti içinde hesabının sorulması zorunludur. Başta siyasi iktidar olmak üzere herkesin, Cumhuriyetin kuruluş kodlarının ve milli devlet duyarlılığının terk edilerek, askeri ve sivil bürokrasinin, devlet kurumlarının cemaatler koalisyonuna, tarikatlar konsorsiyumuna teslim edilmesi durumunda yaşanılması kaçınılmaz olan bu trajediden ders almaları gerekmektedir.
Kendi dönemlerinde yaşanan Silviri faciasının siyasal sorumluluğunu omuzlarında taşıyan bir iktidarın kandırılmışlık bahanesiyle minder dışına kaçışı ne kadar inandırıcı değilse, bir yandan milli orduya kumpas kurulmasından yakınıp öbür yandan Cemaat darbesinin tozu dumanı arasında tüm sorumluluğu Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurumsallığına yükleme cinliği de o denli inandırıcı değildir. Yine bir yandan Ordudaki paralelcilerin ayıklanacağından dem vurup öbür yandan Orduyu tümüyle demokrasi karşıtı bir cürüm kurumu olarak yaftalama sakilliği o denli dikkat çekicidir.
Siyasal iktidarın Cumhuriyetin ulus devlet, üniter yapı temelindeki kuruluş felsefesiyle, çağdaş dünyadan yana temel tercihiyle, laiklik ilkesiyle, genel merkezlerine bina boyunda posterini astığı Atatürk’le olan temel uyuşmazlığını sonlandırıp sonlandırmadığının turnusol kağıdı, kışla önlerindeki çöp kamyonlarıdır.
Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmış paralel şebekenin Cumhuriyete başkaldırısı bertaraf edildiği halde kışla önlerinden çekilmeyen çöp kamyonları tanklara karşı etkili olamasa da, Ordunun küçük düşürülmesine fazlasıyla yetmektedir. Darbe bahanesiyle laik demokratik rejimin, bağımsızlığın güvencesi, halkın peygamber ocağı bildiği bir kurumun itibarsızlaştırılmasına ve tasfiyesine yönelik sinsi hesabın gerçekleşmesi durumunda Türkiye Cumhuriyeti diye bir devletin ayakta kalamayacağı, Türk milletinin özgür bir ulus olarak varlığını sürdürmeyeceği bilinmelidir.
Paralel kalkışmanın radyoaktif serpintisi geçmeden, at izi it izine karışmışken, Türk Silahlı Kuvvetlerine dayatılan Üçüncü Balkan Bozgunu şartnamesinin gerçekleşmesi durumunda, sabah-akşam verilen salaların aslında Türk milletinin toplu intiharının ilanı olduğu bir an önce anlaşılmalıdır.

============================

Dostlar,

İstanbul Barosu’nun Genel Sekreteri, seçkin aydın Av. Hüseyin Özbek‘in bu yazısı, “15 Temmuz 2016” nın son derece yerinde bir irdelemesidir. Dikkatle okunmalı ve iktidardakilerce serinkanlılık asla elden bırakmadan,  kesinkes HUKUK DEVLETİ sınırları içinde kalınmalıdır.

TSK üzerindeki uygulmaların amacını aştığı çook kanısındayız. Kara, Hava, Deniz ve Kuvvet Komutanlıklarının Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması (Jandarma Genel Komutanlığı önceki gün İçişleri Bakanlığı’na bağlanmıştı zaten!) pek çok bakımdan sakıncalıdır ve burada durulmayacaktır. Genelkurmay Başkanı’nın Başbakan’a karşı sorumlu olduğu Anayasa kuralı (md. 117/4) olmasaydı, sanırız Genelkurmay da Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanarak, uzun yıllardır “özlenen çözüm“e ulaşmış olacaktır. Bu çook gecikmiş heves, -muhalefet ikna edilebilirse- “sınırlı” Anayasa değişikliği sonrasına ertelenmiş gözüküyor.

Öte yandan, Anayasa’nın 117. maddesinin 3. fıkrası aşağıdaki gibidir :

  • Genelkurmay Başkanı; Silahlı Kuvvetlerin komutanı olup, savaşta Başkomutanlık görevlerini Cumhurbaşkanlığı namına yerine getirir.

Son OHAL Yasa Gücünde Kararnamesi ile  3 Kuvvet Komutanlığı (Kara, Deniz, Hava) Genelkurmay’dan koparılmış ve Mili Savunma Bakanlığına bağlanmıştır. Söz konusu OHAL Kararnamesi ile “doğrudan” Milli Savunma Bakanından emir alacakları ve bu emirlerin başkaca bir makam tarafından (Genelkurmay Başkanlığı’nın kastedildiği çok açık) onanmasına gerek olmadan “derhal” yerine getirileceği düzenlenmiştir. Bu durumda Genelkurmay Başkanı’nın altı boşaltılmış, yetkileri alınmıştır. 669 sayılı OHAL Yasa Gücünde Kararnamesinin 33. maddesinde yer verilen aşağıdaki fıkranın hiçbir anlamı olmayacaktır.

  • Genelkurmay Başkanı Silahlı Kuvvetlerin komutanıdır.”Bu düzenleme açıkça, yukarıya aktarılan Anayasa md. 117/2’ye aykırıdır.

Ciddi yönetsel kargaşa kaynağıdır ve TSK’nın emir – komuta zinciri kırılmıştır. Bu hatadan hızla dönülmesi gerekmektedir.

Eğer Genelkurmay Başkanı’nın hala Ordu’nun Komutanı olduğu savlanacaksa, bu, getirilen OHAL Kararnamaesi düzenlemesi ile en azından şekil bakımımdan (çünkü 31.7.2016 tarih ve  669 sayılı bu son OHAL Kararnamesi AÇIKÇA ANAYASAYA AYKIRIDIR!) olanaklı değildir. Ayrıca, bu sav doğru olsa bile, Yönetim bilimi katmanlanma (hiyerarşi) ilkelerine açıkça aykırıdır; çünkü bu Kuvvet Komutanları Milli Savunma Bakanlığına bağlıdırlar ve bu Bakanın vereceği emirleri başkaca hiçbir makamın onayı gerekmeden derhal uygulayacaklardır. Bu durumda Genelkurmay Başkanı Kuvvet komutanarının hiyeraşik amiri olmaktan çıkarılmıştır. Türkiye’nin Genelkurmay Başkanlığı makamı, Anayasaya aykırı olarak boşaltılmış, işlevsizleştirilmiştir.. Bu makam sembolik bir düzeye indirgenmiş ve dünyada örneği görülmeyen bir modelle TSK yönetimi 2 başlı duruma getirilmiştir.

TSK bir daha darbe yapmasın” diye yol açıkarak, bir an için içtenlikli olunduğunu varsaysak bile, 669 sayılı OHAL YGK’sı ile çok ileri gidilmiş, Anayasa açıkça çiğnemiş ve TSK, ciddi potansiyel çatışmaların, ağır emir- komuta zinciri zaafının içine itilmiştir. Bu hatadan hızla geri dönülmelidir.

Ve Türkiye’ye çok önemli bir soru : Anayasa md. 148/1, OHAL YGK’lerinin (KHK) Anayasa Mahkemesi önünde Anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceği belirtilmektedir.. Oysa bu OHAL YGK’leri açık açık anayasayı çiğnemektedir. 669 sayılı OHAL YGK’sında daha pek çok Anayasa ihlali vardır. Örn. biri de Milli Savunma Üniversitesidir.. Bakanlığa bağlı üniversite dünyanın neresinde vardır? Bu düzenleme de Anaysa md. 130’a aykkırıdır. Anayasa md. 132’de yazan “Türk Silahlı Kuvvetleri ve emniyet teşkilatına bağlı yükseköğretim kurumları özel kanunlarının hükümlerine tabidir.” düzenlemesi Üniversiteleri içermez. Onlar kendine özgü yüksek öğrenim kurumları olabilirler ama evrensel anlamda ve Anaysanın 130. maddesinde tanımlanan özerk bilim kurumları olamazlar..

*****

OHAL bitince (3 ay, 6 ay??……) Türkiye bu kez de OHAL YGK’ları ile yaratılan hukuk yıkımını mı onarmaya çalışacaktır yıllarca?? Zaman akacak ve pek çok hakkın geri verimi olanaklı olmayabilecektir..

4 OHAL Kararnamesi ile ülkemizde hukuk devletinin kalıntıları hemen hemen ortadan kaldırılmıştır.

Gerekçesi ve amacı ne olursa olsun, yapılanlar bir boyutu ile de Türkiye’ye dönük RTE – AKP darbesidir. Bu olgu kesin, net ve ibretliktir.

Bir yararı olur mu çoook kuşkuluyuz ama yine de yazalım..

Bir kez ve bin kez daha : HUKUK DEVLETİ’ne sona dek saygı ve bağlılık!

Gün olur, her-ke-se ama her – ke – se gerek olur..

Sevgi ve saygı ile.
31 Temmuz 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

CHP’NİN YERİNE TAKLİDİ Mİ KONDU??

CHP’NİN YERİNE TAKLİDİ Mİ KONDU??

portresi

 

Av. Hüseyin Özbek

 

Cumhuriyet Halk Partisi’nin 32. Kurultayı bana Nazım Hikmet’in 1928’de kaleme aldığı
“Jokond ile Siyau” şiirini hatırlattı. Jokond’un girizgahına kulak verelim:

leonardo nam
nakkaşı dehrin
meşhur jokond’u
basmıştır kadem
rahı firare
ve firariden
boşalan yere
taklidi kondu.

Rönesans’ın dahi ressamı, heykeltraşı, mimarı Leonardo Da Vinci’nin  La Jakond (Mona Lisa) tablosu asırlardır birçok şaire, sanatçıya ilham vermiştir. Nazım’ın fantastik-politik eserinde, teşhir edildiği Louvre Müzesi’nden,  Siyau’nun peşine takılıp  dünyanın öte ucuna, Çini Maçine kadar giden Jokond’u orada bırakıp biz CHP’ye dönelim.

CHP’nin hangi umarsız sevdaların ardından hangi bilinmezlere, gidilip dönülmezlere savruluşuna bakalım. Kurtuluşun ve yeniden kuruluşun öncülerince temeli atılan, yazılımı yüklenen, ülke kurtarıp devlet kuran partinin küresel radyasyona, etnik virüse maruz kaldığında belleğini nasıl yitirdiğine bakalım.

CHP’nin parti felsefesi, politik koordinatlarıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kodlarının örtüşmesi tarihsel bir olgudur. CHP’nin politik pusulası ve gelecek tasarımı kuruluş felsefesinden ayrı düşünülemez. Olması gereken de budur. Onun geleceğe yönelik iddiası aynı zamanda mazideki var oluş nedenidir.

Liberal süflorlerin, küresel akıl hocalarının, tekelci sermayenin dolma kalemlerinin yıllardır CHP’ye politik geçmişini, varlık nedenini inkara yönelik tavsiyelerinin gerçekte intihara teşvik olduğu bilinmelidir. CHP en kötü koşullarda  % 25’lerden aşağı düşmeyen politik tabanı tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin sigortası, rejimin politik kalkanı olarak görüldüğü için desteklenmektedir.

Modern Türkiye’nin siyasal yazılımının, devlet modelinin, gelecek tasarımının CHP ile özdeşleşiyor olması devlet açısından güçlü bir siyasal dayanak, halk açısından ise rejimin sigortası anlamına gelmektedir.

Ulus devletin ulusal partisi CHP’nin eko-politik dümenine Kemal Derviş’in  kadın modeli Selin Sayek Böke’nin geçirilmiş olması üzerinde düşünülmelidir.  Bu CHP açısından bellek kaybından da öte bir şeydir.

Kurultay tornasından çıkan Yeni CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesinin ön koşulunun Cumhuriyeti kuran partinin tasfiyesi olduğunu bilen üst iradenin başarısı olarak değerlendirilmelidir.

CHP, 32. Kurultayla 92 yıllık politik kimliğini hükümsüz hale getirmiştir.

Kurultay sonucu ortaya çıkan tablo geçmişten günümüze uzanan siyasal kimliğin, neredeyse 100 yıllık Cumhuriyetle özdeşleşen onurlu mirasın reddi anlamına gelmektedir.

Bu güne kadar muhalefette olmasına rağmen –rejimi tasfiyeye niyetlenenler üzerinde oy oranının çok üstündeki caydırıcılığı nedeniyle-  Türkiye’nin etnik ve mezhepsel temelde ayrışmasının, Ortadoğu bataklığına sürüklenmesinin önünde siyasal set olagelmiş CHP’nin içine düşürüldüğü durum geçekten hazindir. Partide etnik ve mezhep kotalarının, alt kimlik gettolarının, küresel dükalıkların oluşturulması Cumhuriyeti kuran partinin siyasal hüviyetini kaybetmesinin doğal sonuçları olarak görülmelidir.

Atatürk’ün siyasal emaneti olan CHP’yi ulus devletin, üniter yapının, çağdaş uygarlığın politik sigortası olan gören milyonlara yaşanılan süreçte büyük sorumluluk düşmektedir. CHP yalnız CHP’lilerin mülkiyetinde değildir. Onu öbür partilerden ayıran en büyük özelliği, devleti kuran kadroların kurduğu parti olması nedeniyle her yurttaşın hissedarı, paydaşı olduğu bir siyasal miras olarak görülmesindendir.

=======================================

Dostlar,

Dostumuz Sayın Av. Hüseyin Özbek‘in yazısını yaklaşık 1 ay beklettik.. (22 Ocak 2016).

Bu gün yayımlamak istedik…

Bu gün ilginç bir gün..
28 Şubat 1997 Bildirisi’nin 19. yılı..
AKP’liler hop oturup hop kalkıyorlar..
Eteklerinde ne taş kaldı ise boşaltma ve mağduru sonuna dek oynama (istismar etme!) için
bir fırsat daha…

Tayyip beyin hiiiiç olanlardan ders alacağı yok..

Hala, hiç çekinmeden ayrımcı bir dil kullanıyor, Artvin – Cerattepe direnişini sergileyen yurttaşlara “Bunlaaaar…” diye başlayarak “.. yavru Gezi’ci..” diye avazının çıktığı ölçüde bağırıyor..
Toplumdaki kutuplaşmayı hiç ürkmeden körüklüyor..
Bu gerilimden medet umuyor.. Gündemle tehlikeli biçimde oynuyor..
İnsanları aşağılayarak suç işliyor!..
Oysa Artvin – Cerattepe’de yargı kararlarına uyulmasını isteyen yiğit insanlarımız,
Anayasa md. 56’da yer alan haklarını kullanıyor ve görevlerini yapıyorlar..
Konuyu sitemizin manşetinde yer alan bir yazı ile irdelemiştik.. Bakılsın dileriz..
(ARTVIN_CERATTEPE_DIRENISININ_DUSUNDURDUKLERI)

ANAYASA madde 56 – Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidirDevlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak…. 

Bu zalim kuşatma ve saldırı yetmiyor, bir de Emineanım çullanıyor Cumhuriyete..
Ölçüsüz, hesapsız, özensiz, vicdansız, acımasız, vefasız ve tarihin gerçeğine kökten aykırı..

Cumhuriyet’e musallat olmuşların önümüze yığdığı muazzam enkaz büyürken;
Atatürk’ün en büyük yapıtlarından olan Cumhuriyet’in temel güvencelerinden CHP
hızla kendini toplamalı ve toplumsal muhalefeti ayağa kaldırmalıdır..

Mehmet Akif‘in buyurduğu üzere,

.. bu hayasız akın artık durdurulmalıdır..

Kanımıza dokunuyor… çoook ama çok gücümüze gidiyor.. dayanma gücümüzü aşıyor artık.

Demokrasi bu değil, demokrasinin nimetlerinden yararlanarak onu yıkma hakkı var mı?
Ayrıca yığınları tahrik etmenin anlamı ne? Neyin peşindesiniz siz??
Halkı sokağa dökmek, sonra da sınırsız şiddet mi uygulamak istiyorsunuz??

Nereye, nereye, nereye? Muradınız ne??
Bir an önce despotik rejime geçerek yargılanmaktan kurtulmak mı??
Korkarız bu muradınıza erişemeyeceksiniz..
Her – kes yaptığının hesabını verecek.. Er ya da geç..

Sevgi ve saygı ile.
28 Şubat 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

GÜLE GÜLE ÇAĞDAŞ NASREDDİN HOCA


GÜLE GÜLE ÇAĞDAŞ NASREDDİN HOCA

portresi

 

Av. Hüseyin Özbek
(İstanbul Barosu Genel Yazmanı)
 

Geleneksel Türk mizahının son büyük temsilcisini uğurladık. Hayal perdesinin Karagöz’ü, Ortaoyunun Kavuklu’su, masal dünyamızın Keloğlan’ı, kolektif dehamızın simgesi
Hoca Nasreddin’i geçmişten günümüze taşıyan o büyük sanatçı artık yaşamıyor!

Mizah egemenler karşısında ezilen halkın kimi kez savunma kalkanı, kimi kez de saldırı mızrağı olur. Halkın ortak dehasının, kolektif yaratıcılığının, derin bilinçaltının, geçmişi geleceğe taşıyan ortak kültürünün çok önemli bir ögesidir.

Levent Kırca, Türk halkının kolektif mizah kodlarını, neye gülüp neye ağladığını,
neyi benimseyip neyi dışladığını bilen adamdı. Geleneğin günümüzdeki kopyacısı olmanın
çok ötesindeydi. Geleneği günümüze taşıyıp, çağdaş ölçülerde yeniden üreten,
harmanlayan adamdı.

Hayal perdesinden aramıza fırlayıverip, hepimizin ortasında seyirlik oyununu icra etmeye başlayınca Karagöz Kavuklu’ya, Hacivat Pişekar’a dönüşür. Patavatsız Kavuklu ile
dişi konuşan Pişekar’dan oluşan iki ana karakterin sentezinden ise Levent Kırca çıkar!

Anadolu’nun en ücra köyünden, metropol kentlere dek her hanenin kapısından teklifsiz giriveren bu sevimli adamı halkımız yıllarca gönlünün baş köşesine konuk etti. Yıllar boyu haftanın
tez bitip, Olacak O Kadar programının yeni bölümünün ekrana gelmesini iple çeker oldu.

Halkın karşılıksız gönülden sevgisini kazanmak kolay değildir. Batı’nın stand up’ının,
kakara kikirisinin, sabun köpüğü gibi sığ esprilerin, yapıldığı an uçuveren, akılda kalmayan taklit şovların dışında bir adamdı. Halkın ne istediği bilen halk adamı, halkın sanatçısıydı.

Mizah yaptığını sanan kimi sanatçı karikatürleri gibi gülme efektlerine ihtiyacı yoktu.
Şekli şemali, vücut dili, bakışı, yüzünü kullanması, sanat dehasıyla birleşen mimikleriyle doğuştan gelen mizah dehası bizleri kahkahadan kırmaya fazlasıyla yetiyordu.

Levent Kırca’yla birlikte Çağdaş Hoca Nasreddinimizi, Kavuklumuzu, sevimli Karagözümüzü yitidik. Hepimizin başı sağ olsun!
Güle güle Nasreddin Hoca,
Güle güle Kavuklu!
Güle güle Keloğlan!
(16 Ekim 2015)

====================================

Dostlar,

Levent Kırca üstadı birkaç günde anıp unutmayalım diye,
Sayın Av. Hüseyin Özbek dostumuzun güzelim yazısını biraz geciktirerek sunuyoruz..

LEVENT_KIRCA'nin_OLUMU-1_12EKIM2015

O’nu –Levent Kırca‘yı elbette!- daha şimdiden özledik..
Yeri dolmaz ama bu kadim Anadolu halkı da bir çaresine bakar..

Sevgi ve saygı ile.
28 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

BENİ BURAYA GÖMÜN OĞLUM ÜŞÜR

BENİ BURAYA GÖMÜN OĞLUM ÜŞÜR

portresi

 

Av. Hüseyin Özbek

 

Rahmine düşen evlatla birlikte 9 ay 10 gün tek bedende iki can taşır ana. Gün güne ulandıkça canından can, kanından kan verdiği büyür içerde. Gelecek olanın muştusudur an be an büyüyen karın. Kem azarın, kem nazarın uzanamadığı korunaklı dünyadan fani dünyaya tek adımlık yolculuk az gittik uz gittik örneği aylar sürer. Konuğuyla hane sahibinin başkasının anlamayacağı bir dille halleşmesiyle geçer zaman.  Her tekmesi, her dönüşü kalemsiz kağıtsız sevgi mektubu, ana ben buradayım çığlığıdır içeriden.  Konuk gelen eve kut gelir demiş atalar. Ocakta köz söylenecek söz bitince başköşeden doğrulan konuğu kapıya kadar uğurlar ev sahibi.  Ananın hane sahipliği dersen ömür boyudur.  İçerdeki konuğu ilk haneden uğurlayıp ikincisine, ömür boyu konaklayacağı başköşeye, sıcacık sinesine buyur eder.

Gün tamam olup dünyaya göz açtığında verildiği kucağın ten kokusunu, ter kokusunu bir daha unutamaz bebe. Ana sütünün, ana teninin, ana terinin doyumsuz kokusu yaşam boyu bir özlem iksiri gibi burnunda tüter. Ömür boyu sürecek koklaşmada ananın kısmetine düşense, içerdeyken duyumsadığı insanı hazdan mest eden evlat kokusudur.

Mustafa, Kısmet Ananın peş peşe gelen 6 kısmetinden ilki olarak dünyaya göz açtığında da aynısı oldu. Yaradan’ın kısmetini kundaklayıp verdiklerinde sinesine basıp bir iyice kokladı. Ömür boyu unutamayacağı, milyonların içinde gözü kapalı bulacağı oğul kokusunu hazla içine çekti.

At ayağı çabuk ozan dili çevik olur demiş Korkut Ata. Mustafa’yı ana sinesinde bırakıp biz haberi babadan verelim. Artvin’in el atsan bulutlara değecek Şavşat yaylasının çocuğu Adnan Turanlı da ekmeğin peşinden gurbeti mesken edenlerden oldu. Polisliği seçti. Yüce Tanrının karşısına çıkardığı Kısmet’i kısmet bilip nikahı kıydı. İki canla başlayıp, yıl yıla ulandıkça kervana katılan 6 evlatlık göç katarıyla ilden ile konup göçerken yel gibi geçti zaman. Gençlik baharım, memuriyet yazım, emeklilik sonbaharım deyip dilekçesini verdi. Sivilleri çekip üniformayı naftalinlerken teni yüzülürmüşçesine tarifsiz bir acı duydu. Çoluk çocuğa görünmeden arada bir gardırobun dibindeki beylik elbiseye dokunup okşaması bugüne dek oğul – uşaktan gizlediği tek sırrı oldu.

Toroslar kadimden beri Yörük yaylağıdır. Baharda çıktıkları yaylalardan ilk kırağı düşüp kış ayağını uzatırken Çukurova’ya inerler. Turanlıların ki de Yörük işi gibi oldu. O il senin bu bel benim konup göçmenin encamında son eğleğimiz burası deyip Adana’yı seçtiler. Bundan sonra konup göçenin, il gezenin dönüp geleceği yer burası olsun deyip yurtluk edindiler. Kalan ömür huzur içinde geçsin  dileğiyle Çukurova ilçesi Huzur Mahallesi dediler.

Toroslarda, Çukurda atının ayağının değmediği yer kalmayan Karacaoğlan; “Yiğit yiğide yad olmaz, iyilerde ham süt olmaz” der. Biz ana sinesinde bıraktığımız Mustafa’ya dönelim. Kısmet ananın helal sütüyle serpilip levent endam bir yiğit olan Mustafa da baba mesleği deyip polisliği seçti. Özel harekatçı oldu. Karakolun yüzü soğuk olur denir. Mustafa sıcak yüzünü gösterdi yolu düşenlere.

Kaderin sillesini yemişlere bir sille de bizden olsun demedi. Kiminin karnını doyurdu, kiminin ardında durdu. Diyarbakırlı Müslim gibi kimilerine de ayağından çıkarıp postalını verdi. Ele verileni el bilir, başkasına söylenmez. Söylenirse tek anaya söylenir. Kola kucağa sığmayan Mıstığını kundak bebesi gibi sevip koklarken laf çalımında ağzından aldı bir keresinde. Ver elli bir evlat bağışlayan Tanrıya el açıp şükretti Kısmet Turanlı.

Dünyada mekan ahirette iman demişler. Polis babanın emekli ikramiyesi yetmedi. Mustafa, siz güle güle oturun bana yeter deyip bankada bir tomar kağıdın altına bastı imzayı.  Yıllarca maaşından kesilecek borç yükünün altına girerken tek dileği oldu bacısından. Anam atam otursun da varsın hiç görmemiş olayım dediği evin içinden dışından fotoğrafını istedi.

Mustafa’nın baş göz olmasını tez geçelim. Erken kalkan yol alır, erken evlenen döl alır deyip Mustafa’yı Ayşe Öğretmenle tez elden nikahlayıp yuvadan uçurdular. Birlikte yürüyecekleri uzun gurbet yolculuğuna duayla uğurladılar. Diyarbakır’dan sonra kim bilir daha kaç il, kaç karakol gezecekti babası gibi üniformayı naftalinleyip kaldırıncaya dek.

Huzurevlerindeki huzurlu yuvadaki 3 yıldır sarılıp sinesine yatamadığı anasının, elini öpemediği babasının yan yana fotoğrafları derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi aşıp Diyarbakır’ı buldu.  Başköşeden kendisine gel gel eden Kısmet Ananın, Adnan babanın arasındaymış gibi bir duyguya kapıldı bakarken. Bir dünya üstüne gelse kendisini koruyacak ana kucağının, baba gölgesinin verdiği güven duygusunun tarifsiz sarhoşluğu uzun süre devam etti.

Huzurlu evdeki huzursuzluk PKK’nın son dönem saldırılarıyla başladı. Bölücü örgütün saldırılarıyla verilen her şehitte içine bir köz düştü Kısmet Ananın. Oğul yitirmiş ana acısını duydu.  Al bayraklı her tabutla acı daha da büyüdü. İçinde Diyarbakır geçen her kelimenin ardından Mustafa Turanlı adını beklemeye başladı. İçini oyan, gece uykularına ket vuran endişesini komşularıyla da paylaştı. Mustafa’sının kara haberinden 2 gece önce rüyasında evlerinin yıkılıp yere geçtiğini görünce; “gitti oğul, gitti kuzum” diye dövünmeye başladı.

Kara haber tez ulaşır. Mustafa’nın ata yurdu Şavşat’ın Yazı Köyünde verilen salasının ardından amcalar, yeğenler durmak olmaz deyip ülkenin kuzeyinden güneyine Anka kuşu misali uçtular. Şehidin salından tutmaya yetiştiler. Dileyip gidemeyen tekmil Yavuzköylüler de al bayraklar elde Şavşat’a kadar yürüdüler.

Diyarbakır’ın Sur ilçesinde hendek kazıp yol kesen katillerin 6 Eylül 2015 günü attıkları pusu, Kısmet Ana’nın öpmeye koklamaya kıyamadığı ilk kısmetinin yanında bir can daha aldı. Kayseri’li Muzaffer Can Ersoy kalleş tuzağının ikinci şehidi oldu. Sur’da, Cizre’de, Silvan’daki hendeklere vurulan kazmaların saplarının Avrupa’ya, Atlantik ötesine kadar uzandığını Kısmet Ana nereden bilsin? Oğlunun canını aldıranların Türk milletinin toptan gömüleceği derin hendeği kazmadan geri durmamaya yeminli olduklarını kısmetsiz analara kim söyleyecek? Mustafa’nın kanlılarının, geçen yüzyılda Basra’da, Bağdat’ta, Musul’da, Sina’da, Şam’da bıraktığımız Mustafaların da kanlıları olduğunu kim deyiverecek? İslam Peygamberiyle müşriklerin Hendek Savaşı’ndan daha zorlusunun Mehmetlere kurulduğunu hangi babayiğit ortaya  döküverecek?

Hasılı kelam (AS: sözün özü) Mustafa’nın yazgısında sağlığında göremediği baba ocağına al bayraklı tabutla helallik almaya gelmek varmış. Turanlı ailesi salasını duyanın uzaktan yakından akın ettiği hanelerinin kapısında karşıladılar ilk göz ağrılarını. Kat be kat helal ettiler kendilerinden yana ne varsa. Kısmet ana seslendi tabuttaki oğulcuğuna : 

“Mustafam evi merak ediyordun, gelip göremedin. Yavrum şimdi gel gör. Üç senedir seni hiç göremedim. Bir kere göğsüme yataydın. Bir kerecik daha kokunu duyaydım kuzum!”

Bacısı Gül Turanlı, ayrılmak istemedi bir türlü tabutta yatandan. Kabullenmek istemedi, konduramadı ağabeyine ölümü. Son bir umutla teselli etmeye çalışan polislere yalvardı tabutun başında; “Bakın, belki nefes alıyordur, belki o değildir.”

Birlikte yaşanacak uzun yıllara ilişkin karşılıklı verilen sözlerin, kendilerinden başkasının bilemeyeceği masum sırların ortağı Ayşe Turanlı son yolculukta da yalnız bırakmadı eşini. Daha doğmamış çocukların, yaşanmamış anıların, görülmemiş, gidilmemiş yerlerin önüne kazılan hendeğin birbirinden ayırdığı çiftin Buruk mezarlığına dek süren yolculuğun bitiminde tutamadı kendini; “Mustafa’mı aldılar, sana nasıl kıydılar, senin yerin orası mı? ” sözleriyle ağıta başladı.

Evladı ilk gören de son gören de anadır. Ana karnı yana karnı diye boşuna dememişler. Türkiye’yi Kars’tan İskenderun Körfezine uzanacak kanlı hendekte boğmanın sinsi hesabını yapanların kıydıkları oğlun acısı gün be gün büyüyecek, daha derine işleyecek. Yitirdikleri evladın teninin, terinin kokusunu duyumsayacaklar her an. Gündüz hayallerinde gece düşlerinde karnında, kucağında gibi sıcaklığını hissedecekler yitip giden evlatların.

Kısmet Ana Buruk Şehitliğinde üzeri topraklanıp al bayrakla örtülen oğul mezarının başına usulca çömeldi. Mustafa’nın toprağını avuçlarına alıp bir iyice kokladı. Aşağıdaki oğuldan bir ses, bir nefes, bir koku bekledi besbelli. Mustafa’sını içine alıp gizleyen, gittikçe soğuyan kara toprağı ısıtmak istedi bir an. Küreklerindeki son toprakları sıyıran mezarcılara, çevredekilere yalvardı kısık sesiyle;

“Beni buraya gömün, oğlum üşür.”

Beni burada bıraksalar oğlumla koyun koyuna diye geçirdi içinden. Sarıp sarmalasam eski günlerdeki gibi. Ana oğul kıyamete dek koyun koyuna yatsak, Mustafa’m da hiç üşümese, mahşere dek oğul kokusuyla mest olsam diye düşündü. Olmayacağını bilse de yanına uzanıvereceği oğulcuğuyla gece gökyüzünü, gündüz yeryüzünü seyranla geçecek ikinci bir yaşam diledi Tanrı’dan. (9 Eylül 2015)

===============================

Dostlar..

Ülkemiz kan deryasına döndü / döndürüldü.. Hiçbir şey rastlantı değil..
Önce bunu saptayalım..
Sorumlular ise hala iş başında ve 7 Haziran seçim sonuçlarını beğenmeyerek ülkeyi zorla 1 Kasım yineleme (tekrar) seçimine sürüklüyorlar..

Halkı kendilerince kanlı terörle terbiye edip – korkutarak utanmadan 400 vekil istiyorlar!

Ölçüsüz siyasal hırslar ve işlenen ağır suçların korkusu sağduyuyu kökten alıp gitmiş.

Kör politikalarla, Suriye’de seçimle gelmiş Devlet Başkanı Esat’ı BOP eşbaşkanlığı misyou ile devirmeye kalkanlar hüsrana uğradı ve “Geçiş dönemi de olsa Esat’la devam edilebilir” demeye başladılar 180 derece çark ederek.. Sahibinin sesi gibi; önce ABD dışbakanı, ardından Fransa dışbakanı Fabius, sonra Merkel ve İngiltere bu tümceyi kurdular, sonra da bizimki..

4 yıldır Suriye’de vargücüyle iç savaş kışkırtan AKP politikaları bu ülkeyi ateşe verdiler.
Ama komşuda yangının Türkiye’ye bulaşmayacağını sanma aymazlığına düştüler. 2 milyonu aşkın Suriyeli gariban – çaresiz göçmen, milyarlarca dolar yersiz harcama, duran dış ticaret, hayvancılık, tarım, petrol boru hatları, bölgedeki kamu – özel yatırımlar… ve 20 Temmuz 2015 günü Suruç’ta çakılan işaret fişeği ile 32 masum can yitiği ile Türkiye’de yangının başlatılması! 2 ayı aşan yoğun – kahırlı zamanda sayıları 120’yi bulan şehit, sayısı bilinmeyen korucu yitikleri, sivil yitikler vd. dinsel bayramda bile durmayan / durdurul(a)mayan şehitler..

Bunlara ek, dünyada örneği görülmemiş 9 günlük dinsel bayram kepazeliği.. 116 ölüm,
834 yaralı.. kanyollarında (siz hala karayolları mı diyorsunuz??) verdiğimiz “kurban” lar.. (sabaha dek daha da artacaktır ne yazık ki!)

Bunca kötü yönetim Türkiye’nin başına, Yaşar Nuri hocaya göre 1071’den beri gelmedi!

Yetenekli ve insan duyarlığı ile yoğrulmuş yazar Sayın Av. Hüseyin Özbek (İstanbul Barosu Genel Yazmanı), bir edebiyatçı ustalığı ile Türkiye’nin dramını işliyor, tarihe not düşüyor :

  • BENİ BURAYA GÖMÜN OĞLUM ÜŞÜR..

Bu kanlı siyaset hesabı artık sürdürülemez..
Türkiye bu kez Batı’nın maşa örgütü PKK’yı artık halletmelidir.
Ortada “terör örgütü” falan yok..

Terörü araç olarak kullanan,
Türkiye’yi bölmek isteyen silahlı bir taşeron örgüt var karşımızda 30+ yıldır.

Adını doğru koyalım.. AKP’nin başlattığı – başlatmak zorunda kaldığı PKK ile çatışma konjonktüreldir, içtenlikli değildir ve sürdürülebilir de değildir. Yitirdiği seçimi kazanmak içindir. CHP ve MHP’den ulusalcı oyları çelmek, HDP’den de oy çalmak, becerebilirse
baraj altına itmektir. Hepsi ama hepsi 276 vekil içindir.. Olabilirse daha çoğu elbette..

1 Kasım 2015 seçiminde AKP iktidara gelirse, bu göstermelik PKK – HDP çatışması duracaktır.
Hele AKP – HDP ortaklığı olursa, 24 saat içinde yeniden “AÇILIM” süreci başlatılacaktır;
AKP-RTE’ye de Başkanlık rüşveti ile.. AKP – CHP koalisyon fikri şimdeden işlenmeye başlanmıştır. Bu takdirde de “AÇILIM” a yeniden dönüş olsa olsa AKP – HDP hükümetinin yapacağından 24 saat gecikir!

KURTULUŞ bu düzen – sistem partilerinde değil!..
Devrimci – ulusalcı bir siyasal kadronun iktidar olmasındadır..
Velev ki, CHP yeniden Kemalist köklerine dönmesin??..

*****
Kısmet ana, evladın belki mezarında üşüyordur.. ama bilesin ki milyonların yüreği de yangın yeridir. Bu ateş, önüne konan tüm engelleri kavurup atacak ve ülkemizi esenliğe taşıyacaktır.

Sevgi ve saygı ile.
27 Eylül 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

BİLİNÇ KAYBI YA DA MANKURTLAŞMAK

Cengiz Aytmatov’un Anısına Saygıyla

BİLİNÇ KAYBI YA DA MANKURTLAŞMAK

portresi

Av. Hüseyin Özbek
13 Haziran 2008

 

Cengiz Aytmatov yalnızca Kırgızlar’ın değil, tüm Türk Dünyası’nın büyük yazarlarındandır. Roman ve öykülerinin konusu, insan tipleri bize hiç de yabancı gelmez. Orta Asya bozkırlarında geçen olayları kolayca Anadolu’ya uyarlayabiliriz. Roman tiplerini mutlaka çevrenizdeki insanlara benzeteceksiniz. Anlatım, tarzı da size yabancı gelmeyecektir.

Aytmatov’un eserleri “milli olunmadan, evrensel olunamayacağının” somut örnekleridir. Aytmatov’un eserleri okuyana dost evinde geleneksel yemeklerle ağırlanan konuğun duyduğu hazzı verir.

12 Eylül öncesinde sosyalist adayının eline tutuşturulan listedeki, “Felsefenin Temel İlkeleri, Sosyalizmin Alfabesi kitaplarının yanına Aytmatov’dan Cemile, Beyaz Gemi, Kopar Zincirlerini Gül Sarı, Toprak Ana da mutlaka eklenirdi. Yine Sol dergilerde Aytmatov’un adı sık sık görülürdü. Bizim konjonktür devrimcisi kimi üstatların ve cemaatlerinin Türk milletiyle bağlantıyı  kesip, gemilerini ABD ve AB limanına bağlayalı beri Aytmatov’u da gönül defterin- den sildikleri görülüyor.

Aytmatov’un tüm dünyada büyük tartışmalar yaratan siyasal ve sosyolojik terminolojiye “Mankurt ve Mankurtlaşmak” kavramını sokan romanına sözü getirelim: Roman, Cem Yayınevince, “Gün Uzar Yüzyıl Olur”, Ötüken Yayınevince “Gün Olur Asra Bedel” adıyla Türkçe’ye çevrildi. Sovyet döneminde romana konulamayan bir bölüm de, Ötüken Yayınevi’nce “Cengiz Han’a Küsen Bulut” adıyla çevirdi.

Roman Kazakistan’ın kuş uçmaz kervan geçmez, Sarıözek bozkırındaki bir demiryolu istasyonunda görevli 2. Dünya Savaşı gazisi Yedigey’in bir günlük yaşamını anlatır. Geriye gidişlerle yüzlerce sayfalık romana dönüşen bu asra bedel günde, Yedigey’in anılarına, geçmişine, iç dünyasına yolculuk vardır. Yedigey, Stalin döneminin sert uygulamalarına, acımasız tasfiyelere toplu katliamlara tanık olmuş, feleğin çemberinden geçmiş, sosyalist ama Türklüğünü, ulusal köklerini unutmamış bir tip olarak sunulur.

Romandaki uzun günde Yedigey’in vefat eden arkadaşı, Kazangap defnedilecektir. Şehirde yaşayan oğlu Sabitcan cenaze töreninin biran önce bitmesini ve şehre dönmeyi düşünmektedir. Kökenini, ulusal bilincini yitirmiş, Ruslaşmaya çalışan bir tip olarak romanda sunulur. Yediğey, arkadaşı Kazangap’ın Türklerce kutsal kabul edilen Nayman Ana Gömütlüğü’ne gömülmesini istemektedir. Nayman Ana Gömütlüğü’nün de bulunduğu alan yasak bölgedir. Çünkü, Rus uzay istasyonu vardır. Cenaze ile birlikte gömütlüğe yaklaşan Yediğey’in başında bulunduğu grubu Rus askerleri engeller. Yediğey askerlerin komutanının Kırgız olduğunu öğrenince sevinir. Heyecanla subaya Kırgızca, derdini anlatmaya çalışır. Subayın yanıtı kamçı gibi Yediğey’in yüzünde şaklar: “Yoldaş Rusça konuş!” Yediğey içinden “Bu da Sabitcan gibi Mankurtlaşmış” diye düşünür.

Uzay Üssünün yakınına, tel örgülerin dışına cenaze defnedilir. Yediğey, bildiği kadarıyla imamlık yapar, cenaze namazını kıldırır.

Şimdi gelelim romanın tezi, “Mankurt” ve “Mankurtlaşma”ya:

“Çok eski dönemlerde Kırgızların ve öbür Türk boylarının komşusu olan Juan Juanlar tutsak aldıkları savaş tutsaklarının saçlarını usturayla kazıdıktan sonra kafalarına yaş deve derisinden bir başlık geçirip çöle salarlar. Çöl sıcağında geçen süre içinde kuruyan deve derisi tutsağın kafasını mengene gibi sıkar. Korkunç acılar verir. Saçlar, kuruyan deve derisinden başlığın etkisiyle kafatasına doğru gelişir. Tutsakların birçoğu korkunç acılara ve kızgın çöle dayanamaz, ölürler. Yaşayanlar ise bilinçlerini yitirirler. Bellekleri sıfırlanır silinir. Geçmişlerini, ailesini, obasını ulusal köklerini unutur. Benliklerini yitirirler. Bu, kafası boş, bedenleri sağlam tutsaklar efendilerine köle itaatiyle bağlanırlar. En ağır işlerde çalıştırılırlar. Deve çobanı olurlar. Onlar artık, birer Mankurt olmuştur. Kırgızlar arasında bir ermiş olarak kabul edilen Nayman Ana, eski çağlarda oğlu tutsak düşen, Mankurtlaşan bir kadındır. Nayman Ana, uzun bir arayıştan sonra tutsak oğlunun izini bulur. Çölde ona geçmişini anımsatmaya çalışır. Ana sıcaklığını kullanarak kendine gelmesi için çabalar. Ne yapsa boşunadır. Çünkü Mankurtluğun dönüşü olanaklı değildir. Mankurt oğlu sonunda anasını oklar, öldürür. Nayman Ana’nın defnedildiği yer tüm Kırgızlarca kutsal bir ziyaret yeri olarak kabul edilir. Efsanesi de kuşaktan kuşağa günümüze ulaşır.”

Sovyet döneminde rejimin baskısıyla Kırgız ve Türk mitolojisinden, Türkistan tarihinden, Manas Destanı’ndan alıntılar, göndermeler ve mecazlarla Aytmatov Türk ulusunun Mankurtlaşmaması için savaşır. O adeta, Mankurt oğlunu ana sıcaklığıyla geçmişine köklerine çağıran, el uzatan çağdaş Nayman Ana’dır.

Ulusundan, milli köklerinden, Türklük ekseninden uzaklaşan, Mankurtlaşan Türk Solunun trajedisini hep birlikte acı ile seyrediyoruz. Mangalda köz, Mecliste söz bırakmayan, ABD’ye, zamanın AET’sine, 6. Filoya karşı çıkanlardan bazılarının devrimci geçmişlerine kalın bir çizik atıp, fonlu sivil toplumculuğa geçişle birlikte nasıl AB ve ABD yardakçılarına dönüştüğünü ibretle izliyoruz.

Karabudun, Türk halkı, tarihsel süreç içinde uzun ince bir yolda onur ve tevekkülle yürürken, halka tepeden bakan elitin, seçkinlerin Çinciliği, Acemciliği, Bedeviciliği, asriliği günümüzde ulusundan, Türklüğünden utanan derin bir aşağılık duygusu içinde sömürge aydını olarak devam etmektedir. Ulusundan utanan, “Maganda, Hanzo” tiplemeleri ile onu aşağılayan aydın taklitlerinin hapsolduğu küçük dünyaları ile Türk ulusunun ufukları aşan gönül dünyası hiçbir zaman barışık olmadı.

Büyük yazar Ömer Seyfettin’in Efruz’u, Aytmatov’un Mankurt’u, Orta Oyunu’ndaki Osmanlı züppesi, Frenk mukallidi, Çelebi’si Türk milletinin tarih boyunca tiksinti ve nefretini üzerine çekmiştir.

Sol, Mankurtluktan, Efruzluktan arınmak kurtulmak istiyorsa, ulusal kökleriyle ulusal motifleriyle kısacası Türk milletiyle buluşmak ve barışmak zorundadır. Başka türlüsü utanç verici bir sömürge aydınları kulübü olmaya mahkumdur.

==============================

Dostlar,

Bu yazı, Sayın Av. Hüseyin ÖZBEK‘in (İstanbu Barosu Genel Yazmanı) son birkaç günde yer verdiğimiz 3. yazısı oluyor..

MANKURTLAŞMAK…

Bilindiği gibi birkaç gün önce Bay RTE İstanbul’da düzenlenen “Teröre Hayır” (!?) mitinginde bu sözcüğü kullandı.. Ne denli yerinde, ne denli tarihsel bağlamında, ne denli bilgiye dayalı ??

Site okurlarımızın takdirine..

Teşekkürler Sayın Özbek.. 7 yıl önce bu kavramı işlediğiniz için..

Sevgi ve saygı ile.
24 Eylül 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com