Etiket arşivi: Berlin Konferansı

ÜÇÜNCÜ BALKAN BOZGUNU DAYATMASINA HAYIR

ÜÇÜNCÜ BALKAN BOZGUNU DAYATMASINA HAYIR

Av._Huseyin_Ozbek
Av. Hüseyin Özbek
28 Temmuz 2016

(AS : Bizim katkılarımız yazının altındadır..)

Türk Askeri tarihinin en büyük yenilgisi hiç kuşkusuz Balkan Bozgunudur. 2. Viyana kuşatmasında yaşanan 1683 bozgunu ile 1877-78 Rus savaşında (AS: 93 Harbi) Kafkas ve Tuna Cephesinin çöküşüyle payitahtın neredeyse elden çıkacak duruma gelmesi diğer büyük yenilgilerdir. 1683 bozgununun ardından hemen pes etmeyen Osmanlı imparatorluğunun çabaları nafiledir. On altı yıl süren ölüm kalım savaşı da kaybedilecektir. 1699’da imzalanan Karlofça Anlaşması Orta Avrupa’daki Türk üstünlüğünün kesin olarak son bulmasının belgesidir.
1877 – 78 Türk – Rus Savaşı ise Kafkas hattında ve Balkan coğrafyasındaki Türk askeri varlığını ve siyasal egemenliğini yok derecesine indirecektir. Tuna cephesinin çöküşünün ardından Edirne’nin düşüşü ile Çarlık Ordularına Osmanlı payitahtının kapıları ardına kadar açılır. Ayastefanos’ta (Yeşilköy) dayatılan koşullar son derece ağır hükümler içermektedir. İngiltere’nin Hindistan yolunun Rus tehdidi altına girmesi endişesi ve Prusya’nın çıkar hesapları doğrultusunda düzenlenen Berlin Konferansında kısmen hafifletilen hükümler sonrası, Ruslar İstanbul’u terk edecektir.
Balkan Bozgununun (1912) öbürlerinden farkı, yenilginin askeri alanla sınırlı kalmayıp, Batı karşısındaki inançsal, kültürel, askeri üstünlük algısının ortadan kalkması, yenilgi ve yok oluş duygusunun toplumu teslim almasıdır. Sırp, Bulgar, Karadağ, Yunan bağlaşıkları karşısında uğranılan askeri yenilgi gerçekten yüz kızartıcıdır. Yüzyıllardır her büyük seferde Orduyu Hümayun’un yer götürmez askerle gidip, zaferle dönüşüne kuşaklar boyu tanıklık etmiş, serhat türküleriyle, akıncı destanlarıyla büyümüş Rumeli ahalisinin görüp de inanamadığı şey, üniformalı kaçkınların, ordu artıklarının, bağlaşıkların üniformalı vahşilerin önünden ardına bakmadan kaçmasıdır.
Osmanlının fetih ve batıya doğru yayılması temelinde uygulanan iskan politikasıyla Anadolu’dan göçürülen Yörüklerle Türkleştirilen 500 yıllık vatan, birkaç ayda elden çıkmıştır. Osmanlının, Anadolu kadar Türk Rumeli’si göz açıp kapayıncaya dek yitirilmiştir. Evladı Fatihan’ca vatan bilinmiş, camileriyle, türbeleriyle, hanları, hamamları, şehirleri, çarşıları, bedestenleriyle Türkleştirilmiş coğrafyada acımasız bir etnik temizlik uygulanmaktadır. Bir yandan demografik kırım yapılırken öbür yandan 500 yıllık egemenliğin her türlü kültürel mirası acımasızca tahrip edilmektedir.
Balkanlardan Edirne’ye, Edirne’den İstanbul’a uzanan, cami avlularından sokaklara, meydanlara taşan perişan yığınlar, savaşın ve yenilginin, uğranılan facianın büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. Ordudaki alaylı mektepli, İttihatçı, İtilafçı çekişmesinin, hiyerarşik disiplini yok eden kutuplaşmanın acı sonuçları Vatan kaybı olarak ortaya çıkmıştır. Balkan Savaşı halkın orduya, askere yönelik güven duygusunu sıfırlamış, halkın kolektif psikolojisinde yenilgi ve yok oluş duygusuna, milli ruhta çöküntüye yol açmıştır. Halk yenilginin sorumlusu olarak Orduyu, özellikle de zabitanı (subaylar) görmektedir. Tarihte ilk kez halk Orduya karşı güven duygusunu yitirmiş, adeta sırtını dönmüştür.
Zafer günlerinin gurur simgesi üniforma, yenilgi ve çöküş günlerinin nefret objesine dönüşmüştür. Subaylar üniforma ile sokağa çıkamaz hale gelmişlerdir. Yenilginin utancı altında ezilmekte, atalarının sefer ve zafer yollarından yüz geri kaçışın ezikliği altında yüzlerini yerden kaldıramamaktadırlar.
Türk subayını ve Mehmetleri bu utançtan Çanakkale kurtaracaktır. Balkan yenilgisinden dersler çıkarılmış, yeteneksiz, birikimsiz, çağın gerektirdiği askerlik sanatını içselleştirememiş ögeler tasfiye edilmiştir. Ordunun eğitim anlayışında, savaş stratejisinde ciddi değişikliklere gidilmiş, yetenekli, genç subaylara rütbelerinin üstünde birliklere komuta etme olanağı verilmiştir.
1. Dünya Savaşının patladığı 1914 yılında İtilaf güçleri Türklere Balkan Bozgunun daha ağırını yaşatacaklarından emindirler. 1915 başlarında Türklerin işini bitirip saf dışı bırakacaklarını düşünmektedirler. Sabah girecekleri Çanakkale Boğazını aşıp akşama Osmanlı başkentine- ulaşmanın girmenin düşünü kurmaktadırlar. Kibirli hasımlarına hem denizden hem karadan yol vermeyecek olan Mehmetler, Balkan utancını Çanakkale’de sebil edecekleri kanlarıyla temizleyecektir. Payitaht kurtulmuş, mağrur düşmanın zafer umudu Boğazın serin sularına gömülmüştür. Çanakkale zaferiyle birlikte üniforma yeniden Türk Ordusu imparatorluğun birbirinden binlerce km uzak cephelerinde büyük harbin 4 yıl daha uzamasına yol açacaktır. Milletin gurur simgesidir. Türk milletinin güvenini yeniden kazanan, duasını ve desteğini alan Büyük Harbin sonucunda Ekonomik kaynakları sıfırlanan, yarım milyon askerini değişik cephelerde şehit, bir o kadarını da esir veren, 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesiyle kaderi galiplerin insafına bırakılan bir millettin yırtıp attığı idam fermanından bahsediyoruz.
Öldüğüne hükmedilen, emperyalistlerin terekesini pay edip defin merasimine hazırlandıkları bir milletin yeniden Bismillah’la 3,5 yıl daha savaşabilmesinin sırrı yine Çanakkale’dir. Ezineli Yahya Çavuş’un, Edremit’li Koca Seyit’in, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal’in, Sarıkamış’ın buzullarından Arabistan’ın çöllerine ayak basmadık yer bırakmayan Mehmetlerin al kanlarını, terlerini taşıyan üniformanın Türk milletinin gözünde niçin alelade bir kumaş parçası olmadığı üzerinde düşünülmelidir. Üniforma Türk Milletinin derin bilinçaltında Ergenekon’dan Malazgirt’e, Mohaç’tan Viyana’ya, Trablusgarp’ten Sakarya’ya, Kocatepe’den Kıbrıs’a binlerce yıllık öyküsü olarak kayıtlıdır. Nüfus kütüğünde adı ne olursa olsun, üniformanın içinde Mehmetleşen Anadolu çocuklarının manevi zırhıdır, o kutsal ocağın simgesidir. Bundan dolayıdır ki milletin gözünde mübarektir.
Yakın geçmişte yaşanan Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk vb. paralel ihanetin araçsallaştırdığı ve silaha dönüştürdüğü yargı üzerinden Orduya İkinci Balkan Bozgunu dayatmasıydı. Hakim savcı cübbesi giydirilmiş cemaat kumpanyasının düzenlediği yargı komedyası ile Türk Ordusuna karargahta teslim koşulları dayatılmıştı. Yargı üzerinde gerçekleştirilecek tasfiye ile Cumhuriyet’in, Türk milletinin bekasının güvencesi Ordunun yerine İmamın Ordusu ikame edilecekti. Atatürk, Cumhuriyet, Kıbrıs, ulusal bütünlük, devletin bekası, milletin bağımsızlığı gibi ağır bagajlardan kurtarılmış (!) Ordunun yerine konacak üniformalı şakirtler ile operasyon tereyağdan kıl çeker gibi tamamlanacaktı.

  • 15 Temmuz Kalkışması, Silivri sürecinde yarım kalan operasyonun
    çok daha geniş kapsamlı olarak olarak yürürlüğe konulmasıydı.
    Pensilvanya İmamının intikamı olarak tasarlanmıştı. 
    Taktik olarak
    siyasal iktidarı hedef almakla birlikte stratejik hedef Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesiydi.

Ordunun, Cemaat radyasyonunun henüz zehirleyemediği milli ögeleri başta olmak üzere, halk tarafından püskürtülmüştür. Tarihçiler ileride bu süreci imanı ve inancı milli kimlikle birleştiren, inanç aidiyeti ile ulusal aidiyeti ayrışmaz bir alaşım haline getiren Türk Müslümanlığı yerine vatansız, bayraksız, milletsiz, emperyalizmin buyruğunda sürüleşme reçetesinin bir ülkeyi ne hale getirebileceğinin ibretlik örneği olarak kaydedeceklerdir.
Paralel ihanetin, milli devlet duyarlılığı ve hukuk meşruiyeti içinde hesabının sorulması zorunludur. Başta siyasi iktidar olmak üzere herkesin, Cumhuriyetin kuruluş kodlarının ve milli devlet duyarlılığının terk edilerek, askeri ve sivil bürokrasinin, devlet kurumlarının cemaatler koalisyonuna, tarikatlar konsorsiyumuna teslim edilmesi durumunda yaşanılması kaçınılmaz olan bu trajediden ders almaları gerekmektedir.
Kendi dönemlerinde yaşanan Silviri faciasının siyasal sorumluluğunu omuzlarında taşıyan bir iktidarın kandırılmışlık bahanesiyle minder dışına kaçışı ne kadar inandırıcı değilse, bir yandan milli orduya kumpas kurulmasından yakınıp öbür yandan Cemaat darbesinin tozu dumanı arasında tüm sorumluluğu Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurumsallığına yükleme cinliği de o denli inandırıcı değildir. Yine bir yandan Ordudaki paralelcilerin ayıklanacağından dem vurup öbür yandan Orduyu tümüyle demokrasi karşıtı bir cürüm kurumu olarak yaftalama sakilliği o denli dikkat çekicidir.
Siyasal iktidarın Cumhuriyetin ulus devlet, üniter yapı temelindeki kuruluş felsefesiyle, çağdaş dünyadan yana temel tercihiyle, laiklik ilkesiyle, genel merkezlerine bina boyunda posterini astığı Atatürk’le olan temel uyuşmazlığını sonlandırıp sonlandırmadığının turnusol kağıdı, kışla önlerindeki çöp kamyonlarıdır.
Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmış paralel şebekenin Cumhuriyete başkaldırısı bertaraf edildiği halde kışla önlerinden çekilmeyen çöp kamyonları tanklara karşı etkili olamasa da, Ordunun küçük düşürülmesine fazlasıyla yetmektedir. Darbe bahanesiyle laik demokratik rejimin, bağımsızlığın güvencesi, halkın peygamber ocağı bildiği bir kurumun itibarsızlaştırılmasına ve tasfiyesine yönelik sinsi hesabın gerçekleşmesi durumunda Türkiye Cumhuriyeti diye bir devletin ayakta kalamayacağı, Türk milletinin özgür bir ulus olarak varlığını sürdürmeyeceği bilinmelidir.
Paralel kalkışmanın radyoaktif serpintisi geçmeden, at izi it izine karışmışken, Türk Silahlı Kuvvetlerine dayatılan Üçüncü Balkan Bozgunu şartnamesinin gerçekleşmesi durumunda, sabah-akşam verilen salaların aslında Türk milletinin toplu intiharının ilanı olduğu bir an önce anlaşılmalıdır.

============================

Dostlar,

İstanbul Barosu’nun Genel Sekreteri, seçkin aydın Av. Hüseyin Özbek‘in bu yazısı, “15 Temmuz 2016” nın son derece yerinde bir irdelemesidir. Dikkatle okunmalı ve iktidardakilerce serinkanlılık asla elden bırakmadan,  kesinkes HUKUK DEVLETİ sınırları içinde kalınmalıdır.

TSK üzerindeki uygulmaların amacını aştığı çook kanısındayız. Kara, Hava, Deniz ve Kuvvet Komutanlıklarının Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması (Jandarma Genel Komutanlığı önceki gün İçişleri Bakanlığı’na bağlanmıştı zaten!) pek çok bakımdan sakıncalıdır ve burada durulmayacaktır. Genelkurmay Başkanı’nın Başbakan’a karşı sorumlu olduğu Anayasa kuralı (md. 117/4) olmasaydı, sanırız Genelkurmay da Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanarak, uzun yıllardır “özlenen çözüm“e ulaşmış olacaktır. Bu çook gecikmiş heves, -muhalefet ikna edilebilirse- “sınırlı” Anayasa değişikliği sonrasına ertelenmiş gözüküyor.

Öte yandan, Anayasa’nın 117. maddesinin 3. fıkrası aşağıdaki gibidir :

  • Genelkurmay Başkanı; Silahlı Kuvvetlerin komutanı olup, savaşta Başkomutanlık görevlerini Cumhurbaşkanlığı namına yerine getirir.

Son OHAL Yasa Gücünde Kararnamesi ile  3 Kuvvet Komutanlığı (Kara, Deniz, Hava) Genelkurmay’dan koparılmış ve Mili Savunma Bakanlığına bağlanmıştır. Söz konusu OHAL Kararnamesi ile “doğrudan” Milli Savunma Bakanından emir alacakları ve bu emirlerin başkaca bir makam tarafından (Genelkurmay Başkanlığı’nın kastedildiği çok açık) onanmasına gerek olmadan “derhal” yerine getirileceği düzenlenmiştir. Bu durumda Genelkurmay Başkanı’nın altı boşaltılmış, yetkileri alınmıştır. 669 sayılı OHAL Yasa Gücünde Kararnamesinin 33. maddesinde yer verilen aşağıdaki fıkranın hiçbir anlamı olmayacaktır.

  • Genelkurmay Başkanı Silahlı Kuvvetlerin komutanıdır.”Bu düzenleme açıkça, yukarıya aktarılan Anayasa md. 117/2’ye aykırıdır.

Ciddi yönetsel kargaşa kaynağıdır ve TSK’nın emir – komuta zinciri kırılmıştır. Bu hatadan hızla dönülmesi gerekmektedir.

Eğer Genelkurmay Başkanı’nın hala Ordu’nun Komutanı olduğu savlanacaksa, bu, getirilen OHAL Kararnamaesi düzenlemesi ile en azından şekil bakımımdan (çünkü 31.7.2016 tarih ve  669 sayılı bu son OHAL Kararnamesi AÇIKÇA ANAYASAYA AYKIRIDIR!) olanaklı değildir. Ayrıca, bu sav doğru olsa bile, Yönetim bilimi katmanlanma (hiyerarşi) ilkelerine açıkça aykırıdır; çünkü bu Kuvvet Komutanları Milli Savunma Bakanlığına bağlıdırlar ve bu Bakanın vereceği emirleri başkaca hiçbir makamın onayı gerekmeden derhal uygulayacaklardır. Bu durumda Genelkurmay Başkanı Kuvvet komutanarının hiyeraşik amiri olmaktan çıkarılmıştır. Türkiye’nin Genelkurmay Başkanlığı makamı, Anayasaya aykırı olarak boşaltılmış, işlevsizleştirilmiştir.. Bu makam sembolik bir düzeye indirgenmiş ve dünyada örneği görülmeyen bir modelle TSK yönetimi 2 başlı duruma getirilmiştir.

TSK bir daha darbe yapmasın” diye yol açıkarak, bir an için içtenlikli olunduğunu varsaysak bile, 669 sayılı OHAL YGK’sı ile çok ileri gidilmiş, Anayasa açıkça çiğnemiş ve TSK, ciddi potansiyel çatışmaların, ağır emir- komuta zinciri zaafının içine itilmiştir. Bu hatadan hızla geri dönülmelidir.

Ve Türkiye’ye çok önemli bir soru : Anayasa md. 148/1, OHAL YGK’lerinin (KHK) Anayasa Mahkemesi önünde Anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceği belirtilmektedir.. Oysa bu OHAL YGK’leri açık açık anayasayı çiğnemektedir. 669 sayılı OHAL YGK’sında daha pek çok Anayasa ihlali vardır. Örn. biri de Milli Savunma Üniversitesidir.. Bakanlığa bağlı üniversite dünyanın neresinde vardır? Bu düzenleme de Anaysa md. 130’a aykkırıdır. Anayasa md. 132’de yazan “Türk Silahlı Kuvvetleri ve emniyet teşkilatına bağlı yükseköğretim kurumları özel kanunlarının hükümlerine tabidir.” düzenlemesi Üniversiteleri içermez. Onlar kendine özgü yüksek öğrenim kurumları olabilirler ama evrensel anlamda ve Anaysanın 130. maddesinde tanımlanan özerk bilim kurumları olamazlar..

*****

OHAL bitince (3 ay, 6 ay??……) Türkiye bu kez de OHAL YGK’ları ile yaratılan hukuk yıkımını mı onarmaya çalışacaktır yıllarca?? Zaman akacak ve pek çok hakkın geri verimi olanaklı olmayabilecektir..

4 OHAL Kararnamesi ile ülkemizde hukuk devletinin kalıntıları hemen hemen ortadan kaldırılmıştır.

Gerekçesi ve amacı ne olursa olsun, yapılanlar bir boyutu ile de Türkiye’ye dönük RTE – AKP darbesidir. Bu olgu kesin, net ve ibretliktir.

Bir yararı olur mu çoook kuşkuluyuz ama yine de yazalım..

Bir kez ve bin kez daha : HUKUK DEVLETİ’ne sona dek saygı ve bağlılık!

Gün olur, her-ke-se ama her – ke – se gerek olur..

Sevgi ve saygı ile.
31 Temmuz 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com