Kategori arşivi: Hekim Saltık

Her yıl 1.5 milyon kişi aşılanmadığı için ölüyor

Her yıl 1.5 milyon kişi aşılanmadığı için ölüyor


Konuk Yazar: Kayıhan Pala – Prof.Dr.,
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı
BİRGÜN, 
04.09.2018

Aşılar, belirli bir hastalığa karşı bağışıklığı geliştiren biyolojik ürünlerdir. Bir aşı tipik olarak, hastalığa neden olan mikroorganizmayı andıran bir maddeyi içerir ve genellikle mikrobun, toksinlerinin veya yüzey proteinlerinin zayıflatılmış veya öldürülmüş formlarından elde edilir. Aşılama ile kişinin etkenle karşılaşarak vücudunun bağışıklık oluşturması ama bu sırada hastalığa yakalanmaması istenir.

Bir aşının geliştirilmesi yıllarca sürer. Süreç ilk olarak laboratuvar koşullarında yapılan araştırmalar ile başlar, daha sonra klinik çalışmalar ile devam eder. Aşının etkinliğinin ve güvenliğinin sınandığı çalışmaların olumlu sonuçlanması halinde aşı üreticisi lisans almak üzere başvuruda bulunabilir.

Kızamık aşısı 20.4 milyon hayat kurtardı
Aşılar, küçük çocuklarda hastalık yükünü önemli ölçüde azaltan ve milyonlarca ölümü önleyen güvenli, etkili ve düşük maliyetli bir sağlık müdahalesidir. Kızamık, çocuk felci, difteri, tetanoz, boğmaca, B tipi grip hastalığı (Haemophilius influenzae tip B), streptokok pnömonisi ve rotavirüs kaynaklı diyare gibi bazı ölümcül çocukluk hastalıkları için etkinliği gösterilmiş aşılar mevcut. Bu aşılar sayesinde çocuklar hastalıktan ve ölümden korunabiliyor. 2000-2016 yılları arasında yalnızca kızamık aşısı ile bütün dünyada 20,4 milyon kişinin yaşamını yitirmesinin önüne geçildi.

26 hastalıktan korunmak mümkün
Bugün 26 hastalığa karşı aşı ile korunmak olanaklıyken, dünyada her yıl yaklaşık 1,5 milyon kişi aşı ile önlenebilir hastalıklar nedeniyle yaşamını yitiriyor.

Risk altındaki kişilerin aşılanmasıyla toplumun söz konusu bulaşıcı hastalıktan korunması ve hastalığın kontrolünün sağlanması olanaklı. Aşılar toplum düzeyinde salgınları önleyebileceği gibi, hastalıkların hiç görülmemesini ya da çiçek hastalığında olduğu gibi hastalık etkeninin kökünün kazınmasını da sağlayabilir. Bilindiği gibi çiçek hastalığı, variola virüsünün neden olduğu akut bulaşıcı bir hastalıktır. İnsanlık tarafından bilinen dünyanın en yıkıcı hastalıklarından biriydi. Yalnızca 20. yüzyılda 300 milyon kişinin çiçek hastalığı nedeniyle yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor. Bilinen en son olgu 1977’de Somali’de gözlendi. Dünya Sağlık Örgütü’nün başlattığı küresel bir bağışıklama kampanyasının ardından 1980’de ortadan kaldırıldı.

Toplumda çeşitli nedenlerle aşılan(a)mayan kişiler bulunmakta. Bunlar doğuştan bağışıklık sistemi hastalığı olan çocuklar, bazı hastalıkların tedavisi nedeniyle bağışıklık sistemi bozulmuş olan hastalar, ağır beslenme bozukluğu olan çocuklar, sağlık hizmetlerine erişemeyenler ve anababaları tarafından aşı olmaları reddedilen çocuklar olarak sıralanabilir. Aşılar, aşı yapılan kişiyi hastalığa karşı korumanın yanında, toplumda hastalığın kontrolünün sağlanması işlevini görerek aşılanamayan kişileri de korur. Yüksek orandaki bir bağışıklama ile söz konusu hastalık etkeninin toplumda dolaşımı engellenebilir. Bu durumda etkenin korunmasız kişilere ulaşma ve buna bağlı olarak hastalık yapma olasılığı azalacaktır. Toplum bağışıklığı adı verilen bu durum (nüfus bağışıklığı veya sosyal bağışıklık olarak da adlandırılmakta), bir toplumun büyük bir oranının (Genellikle bu oran %95 ve üzeri olarak kabul edilmekte) bir enfeksiyona karşı bağışık hale gelmesiyle ortaya çıkan ve böylece o hastalığa karşı bağışıklığı gelişmemiş olan bireyleri de koruyan bir bağışıklama yaklaşımı.

Toplum bağışıklığı ile, bulaşıcı hastalıklara karşı toplumun büyük bir oranı aşılandığı için salgın çıkma olasılığı azalmakta, toplumun tüm üyeleri korunmakta.

  • Bu bağlamda toplum bağışıklığı aynı zamanda toplumsal bir dayanışmadır.

Temel sağlık hizmetleri AKP ile geri plana itildi
AKP iktidarı ile 2003 yılında Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın (SDP) uygulamaya konulmasının ardından, temel sağlık hizmetlerinin geri plana itilmesi nedeniyle, Birinci Basamakta çalışanların bütün özverisine karşın ülkemizde aşılama hizmetlerinde bazı sorunlar bulunuyor. Sağlık Bakanlığı tarafından yayımlanan istatistiklere bakıldığında, SDP sonrasında hemen tüm aşılama hızlarının arttığı ve %100’e yakın oranlara eriştiği iddia edilmekteyse de saha araştırmaları bu verileri doğrulamıyor. Türkiye Nüfus Sağlık Araştırması 2013’ün sonuçları çarpıcı:
2013 yılında 15 aydan önce aşılanan çocuk oranı karma aşı (DTaP-IPV-Hib 3) için %84,3, Kızamık, Kızamıkçık, Kabakulak (KKK) aşısı için %88,5 ve Hepatit B için %86,5.

Türkiye’de dört çocuktan birinin aşısı eksik
2008 yılında tam aşılı çocuk oranı %80,5 iken 2013’te bu oran %6,4’lük azalmayla %74,1’e indi. 2013 verilerine göre ülkemizde her 4 çocuktan 1’inin tam bağışık olmaması, bulaşıcı hastalıklar açısından önemli bir sorun. Nitekim 2013’te ülkemizde yaşanan kızamık salgını, aşılama oranlarının Bakanlık tarafından iddia edildiği gibi çok yüksek olmadığının önemli bir kanıtı.

Sağlığın korunması için etkili bir müdahale olmasına karşın, son yıllarda dünyada ve ülkemizde aşıya karşı bir güvensizlik ortamı yaratılmakta ve buna bağlı olarak bazı olumsuz tutumların ortaya çıktığı gözlenmekte. Bunlar genel olarak zorunlu aşı uygulamasına birey hakları açısından karşı çıkış, aşı konusundaki tereddütler nedeniyle aşıların reddedilmesi ve dini gerekçelerle aşı karşıtlığı olarak nitelenebilir. Aşı tereddüdü genellikle aşıyı kabullenmekte gecikme veya aşıya ulaşılmış olmasına karşın aşı yaptırmak istememe durumudur ve bir ya da daha fazla aşı için söz konusu olabilir. Aşı karşıtlığı ise tüm aşıları reddetme, kişinin iradesi ile hiçbir aşıyı yaptırmama durumudur.

Aşı konusundaki tereddütler genel olarak aşıların istenmeyen etkilerinden kaynaklanmakta. İlaçlar gibi aşıların da tedavi ve koruma etkilerinin yanı sıra istenmeyen etkileri var. İlaçların istenmeyen etkilerine daha kolay katlanılması ilaçların hastalara; aşının ise sağlam insana verilmesinden kaynaklanıyor. Aşının koruduğu hastalıkların boyutu, yol açacağı yan etkinin karşısında çok daha fazladır.

Örneğin kızamık, bulaştırıcılığı en yüksek olan enfeksiyonlardan biri ve dünyadaki önemli hastalanma ve ölüm nedenleri arasında. Bir kızamık hastası çevresindeki 16-18 kişiye hastalığı bulaştırabilir. Herkes, her yaşta hastalığa duyarlıdır.

***

Aşı kamusal ürün haline getirilmeli

Aşılarla ilgili olarak ayrıca şirketlerin kâr maksimizasyonu aracı olmaları nedeniyle de tereddütler bulunuyor. Bu tereddüdü gidermenin yolu aşıları kamusal bir ürün haline getirmekten geçiyor. Örneğin Küba, çocuklarını difteri, tetanoz, boğmaca, hepatit B ve Haemofilis influenzae tip B hastalıklarına karşı koruyan beşli karma aşı üretmekte ve kullanmakta. Küba’da aşıyla önlenebilir hastalıklar (Çocuk felci, difteri, tetanoz, boğmaca, kızamık, kızamıkçık) uzun yıllar önce tümüyle ortadan kaldırıldı.

Aşı konusundaki tereddütler anababalara temel aşı bilgilerinin sağlanması ile büyük ölçüde giderilebilir. Bu bilgiler aşıyla önlenebilen hastalıkları, çocukları aşılanmazsa ne olabileceğini, aşıların nasıl bir işlev gördüğünü ve toplum bağışıklığı kavramını içermeli.

Ancak zorunlu aşı uygulamasına birey hakları açısından karşı çıkış, üzerinde epeyce tartışılan bir konudur ve bireyin özerkliği ile toplum yararı arasındaki çatışmanın ortadan kaldırılması için yoğun çaba harcamak gerekmekte. Kendisinin ya da çocukları için anababanın onamı olmaksızın kişiye tıbbi girişimde bulunmanın çerçevesi iyi çizilmeli, tıbbi girişim için toplumun yararının üstün olduğu bilimsel bilgiye/kanıta dayalı olarak gösterilmeli. Bağışıklamayı reddetmeye yönelik kişisel özerklik, birey ve toplum için daha fazla risk oluşturmamalı. Bağışıklamanın başarılı bir sonuç vermesi için toplumun yüksek bir oranda aşılanması gerekli olduğundan, aşı uygulaması söz konusu olduğunda toplum yararının kişi özerkliğinin üzerinde olduğu açık.

***

Dini gerekçelerle aşıya karşı olmak bilime aykırı

Dini gerekçelerle aşıya karşı olmanın ise bilimsel hiçbir açıklaması yok. Tıbbi gerekçelerle aşı yaptırmamak doğru olduğu halde, dini gerekçelerle aşı yaptırılmaması etik olarak da uygun değil.

  • Etik olarak, aşılama kişiyi korur ve toplum bağışıklığı yoluyla toplumun güvenliğini sağlar.

Dini gerekçeler de içinde olmak üzere aşı yaptırmamanın çocukların sağlığını olumsuz etkilediği birçok araştırmada gösterildi. 1987-1998 yılları arasında ABD Colorado’da yapılan bir çalışma 3-18 yaş arasındaki aşılanmamış çocukların 22 kat daha fazla kızamığa yakalandığını gösterdi. Aynı çalışma, 1996-98 arasında, aşılanmamış çocukların boğmaca alma olasılığının aşılananlara göre 5,9 kat daha fazla olduğunu da ortaya koydu. ABD New York’ta 2000-2011 arasında yapılan bir çalışmada, aşılamadan muaf tutulmuş çocuklarda boğmaca sıklığı, aşılanan çocuklara göre 14 kat daha yüksek bulunmuştur. Bu çalışmaya göre, toplumdaki yüksek aşı muafiyeti oranları hem aşılanmış hem de muaf tutulan çocuklar için boğmaca riskini artırdı.

Türkiye’de geçmiş yıllarda kayda değer bir aşı karşıtlığı söz konusu olmazken, son yıllarda çocuklarının aşı olmasını reddeden aile sayısında büyük bir artış söz konusu. Sağlık Bakanlığı tarafından açıklanan verilere göre 2014’te 1370, 2016’da 11 bin olan çocuklarına aşı yaptırmayan aile sayısı, 2017 yılında 23 bine yükseldi. Bu eğilim Türkiye’de bulaşıcı hastalıklarla ilgili yeni salgınlar açısından büyük bir risk etmeni olarak karşımızda duruyor.

Kaynaklar
» Aksu Tanık F. Aşı Reddinin Bağlamı ve Sonuçları. Toplum ve Hekim, 2018;33(2):83-97.
» Beyazova U. Aşı Konusunda Bilgi Notu, Ankara Tabip Odası, http://www.ato.org.tr/announcement/show/358 .
» Birinci Basamak Sağlık Çalışanları İçin Aşı Rehberi. Yayına hazırlayan: Nilay Etiler, Türk Tabipleri Birliği Yayınları, Ankara, 2018.
» Chung S, Nguyen T, Havins W. Immunization Mandates: Abolishing the Religious Exemption in Nevada. Journal of Legal Medicine, 2017;37(sup1):1-2.
» Imdad A, Tserenpuntsag B, Blog DS, Halsey NA, Easton DE, Shaw J. Religious Exemptions for Immunization and Risk of Pertussis in New York State, 2000–2011. Pediatrics, 2013;132:37–43.
» Vaccines, World Health Organization, http://www.who.int/topics/vaccines/en/.
» Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 2013, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü, T.C. Kalkınma Bakanlığı ve TÜBİTAK, Ankara, 2014.
===================================================
Dostlar, 

Değerli meslektaşımız, Halk Sağlığı Uzmanı  Prof. Dr. Kayıhan Pala’nın yukarıdaki değerli makalesini biz de içeriğine katılarak paylaşıyoruz..

Sağlık Bakanlığı’nın hızla yasal düzenleme yaparak köktenci biçimde sorunu çözmesi gerekiyor:

  • Aşılar tıbbi dolayısıyla yasal yükümlüktür.

Sevgi ve saygı ile. 05 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com

 

Yılmaz ÖZDİL : ŞARBON

ŞARBON

Yılmaz ÖZDİL
SÖZCÜ
, 04.09.2018

Türkiye’nin Brezilya’dan ithal ettiği sığırlar Santos limanından gelecekti. Nada isimli gemiye 25 bin hayvan yüklenmişti.
Brezilyalı hayvan hakları savunucuları mahkemeye başvurdu.
Hayvanların işkence şartlarında taşındığını, insanlık dışı ticaret yapıldığını belgeleyerek, geminin durdurulmasını istediler.

(Brezilya sabıkalıydı. Daha bu sene “bozuk et skandalı” yaşanmıştı. Brezilyalı kırmızı et ihracatçılarının, son kullanma tarihi geçmiş etlerdeki kötü koku ve kötü görüntüyü maskelemek için kanserojen madde kullandıkları ortaya çıkmıştı. Bu korkunç durumun tespit edilmesi üzerine, ABD, Avrupa Birliği, Çin, Güney Kore, Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkeler, Brezilya’dan et ithalatını derhal durdurmuştu.)
Sao Paolo eyalet mahkemesi, et ihracatındaki skandalın canlı hayvan ihracatında da yaşanıyor olabileceğini düşünerek, geminin limandan çıkışına yasak getirdi, yüklemeyi durdurdu, soruşturma açtı.

Veteriner hekim ve biyologlarından 12 kişilik ekip oluşturuldu.
Bu bilirkişi heyeti gemide inceleme yaptı, rapor hazırladı…
Türkiye’ye seyahat 17 gün sürecekti, evrensel kurallara uyulmamıştı, hayvanlar dar ortamlarda ve hijyenik olmayan şartlarda tutuluyordu, kendi dışkılarının içinde yaşıyorlardı, zeminde çamurlu atık, idrar ve dışkı tabakası oluşmuştu, atıklardan kaynaklanan amonyak kokusu nefes almayı bile güçleştirecek kadar yoğundu, hayvanların yeminde bile dışkı vardı.
Seyahat sırasında hayvanlar hastalanıyor, bazıları ölüyordu, bu ölümlerin izini silebilmek için gemide öğütme makinesi vardı, ölen hayvanlar öğütülerek denize atılıyordu.

Bu feci rapor, gemiyi durduran mahkemenin kararını güçlendirmişti.
Boşaltma için karar bekleniyordu.
Şak… Türkiye’nin Brezilya büyükelçiliği devreye girdi.

Brezilyalı hayvan hakları savunucuları göndermek istemiyor, eyalet mahkemesi göndermek istemiyor, Türkiye illa alacağız diyordu!
Şak…
Durdurma kararının iptal edilmesi için üst mahkemeye başvuruldu.
Allem edildi kallem edildi, üst mahkemeden “durmak yok, yola devam” kararı alındı. Geminin limandan ayrılmasına izin verildi.

Gemi yola çıkarken Brezilya Ulusal Hayvanları Koruma ve Savunma Forumu üyeleri protesto gösterileri yaptı. Reuters, BBC gibi medya kuruluşları aracılığıyla tüm dünyada duyulmasını sağladı.
17 gün geçti… Nada isimli gemi Mersin limanına geldi.
Ağır koku tüm Mersin’i kapladı.

Bağımsız Hayvan Hakları Topluluğu ve Hayvan Hakları İzleme Komitesi, Chp milletvekilleriyle birlikte Mersin Gazeteciler Cemiyeti’nde basın toplantısı düzenledi. Hastalık tehlikesine dikkat çektiler. Geminin acilen karantinaya alınmasını istediler. Maalesef… Uzman bir heyetin gemide inceleme yapmasına bile izin verilmedi.
Basın mensuplarının gemide görüntü almasına bile izin verilmedi.

Mersin Barosu suç duyurusunda bulundu. Nafile… Adli makamlarımız kılını kıpırdatmadı. Sihirli bir el gemiyi koruyordu.
CHP, TBMMde soru önergesi verdi. Cevap bile verilmedi.
Süreci başından beri takip eden hayvan hakları savunucusu, gazeteci-yazar Zülal Kalkandelen sosyal medyada çırpındı. Hazindir ki… Muhalif medyamız bile kulağını tıkadı, umursamadı.

Yandaş medyamız tarafından “ucuz et müjdesi” manşetleri atıldı.
TRT bile “ucuz et müjdesi” diye haber yaptı.
Sayın ahalimiz alkışladı.
Ucuz et yediren hükümetimizden Allah razı olsun denildi.

Netice? Şimdi sanki sürprizmiş gibi deniyor ki…
Türkiye’de şarbon paniği yaşanıyor filan.
Ucuz etin yahnisi afiyet olsun kardeşim…
Üste para ödeyip veba veya kolera ithal edene kadar şarbona şükredin.

‘Aşı reddi toplumsal bir tehdit’

‘Aşı reddi toplumsal bir tehdit’

Halk Sağlığı Haftası kapsamında açıklamalar yapan Sağlık Bilimleri Üniversitesi (SBÜ) Gülhane Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ümit Aydoğan, aşı reddinin neden olabileceği tehlikelere değindi ve bu tehlikenin bireysel değil toplumsal etkileri olacağına dikkat çekti.

(AS: Bizim katkımız ve konuya ilişkin master tezimiz yazının altındadır..)

Sağlık Bilimleri Üniversitesi (SBÜ) Gülhane Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ümit Aydoğan, özellikle çocuklarda engellilik  yapan ve ölümcül olan birçok bulaşıcı hastalıktan korunmanın yolunun Sağlık Bakanlığının ulusal aşılama programına kayıtsız ve şartsız uymaktan geçtiğini belirterek, “Aşı reddi sadece bireysel değil toplumsal bir tehdit.” dedi.

Halk Sağlığı Haftası kapsamında açıklama yapan Aydoğan, aşılamanın güvenli, etkin ve koruyucu bir sağlık hizmeti olduğunu söyledi.

BULAŞICI HASTALIKLARDAN KORUNMANIN EN ETKİLİ YOLU

Aydoğan, büyüme ve gelişme çağında olan çocukların, doğumla birlikte  her türlü bulaşıcı hastalık riskiyle karşı karşıya kaldığını dile getirerek, “Unutmamak gerekir ki; bulaşıcı hastalıklar önlenebilir hastalıklar olup, bu durumdan korunmanın en önemli yolu da bağışıklamadır. Bu dönemde, özellikle de engellilik ve hatta ölümle sonuçlanma ihtimali yüksek olan bulaşıcı hastalıklardan korunmak için en etkili yöntemlerin başında aşı ile bağışıklama gelmektedir.” ifadelerini kullandı.

asi-reddi-tehlikesi-shutter

Aşılamanın, bulaşıcı hastalıkların önlenmesi ve korunmasında en güvenli ve etkili koruyucu sağlık hizmetlerinden olduğuna işaret eden Aydoğan, 19 ve 20. yüzyılın birçok bulaşıcı hastalık için aşıların üretildiği ve kullanılmaya başlandığı bir süreç olduğunu belirtti.

“HASTALIĞIN ORTAYA ÇIKMASINI ÖNLEMEK Mİ,
HASTALIĞI TEDAVİ ETMEK Mİ KOLAY?”

Doç. Dr. Aydoğan, bu sürecin, dinamik olarak bütün hızıyla devam ettiğini vurgulayarak, şu bilgileri verdi:

“Özellikle, 1974’te Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP) önerisiyle bütün ülkelerde çocukluk çağı aşılama programı ve hizmetlerinde önemli başarılar elde edilmiştir. Ülkemizde aşı ile bağışıklama çalışmalarına 1930 yıllarında Çiçek aşısıyla başlanmıştır. 1981’de ülkemizde GBP çerçevesinde toplam 6 hastalığa (BCG, difteri, boğmaca, tetanoz, çocuk felci ve kızamık) karşı aşı yapılırken, günümüzde programa yeni aşıların eklenmesiyle bu sayı 13’e ulaşmıştır. Son yıllarda başta risk grupları olmak üzere, özellikle çocukluk döneminde aşıyla bağışıklamaya verilen önem giderek artmaya devam etmektedir. Ulusal olarak bağışıklama amacıyla çocukluk yaş döneminde aşılama hizmetleri, Birinci Basamak sağlık hizmetlerinin sunulduğu Aile Sağlığı Merkezlerinde aile hekimleri tarafından uygulanmakta ve izlenmektedir. Aşılamadaki amaç, sık görülen, ciddi seyreden, sakatlığa ve kişinin ölümüne neden olan bulaşıcı hastalığa yakalanma riski olan hastalar için gerekli önlemleri almaktır. Dolaylı olarak, gelişmekte olan bir ülke için sağlık harcamalarının azalmasına ve bunun sonucunda ülke ekonomisine katkı sağlayacaktır. ‘Bir bireyde bir bulaşıcı hastalığın oluşmasını önlemek mi kolaydır, yoksa bulaşıcı hastalık meydana geldikten sonra onu tedavi etmek mi?’ şeklindeki bir soruya cevap; hiç şüphesiz, bulaşıcı hastalıklar önlenebilir hastalıklar olduğu için koruyucu sağlık hizmetleri sunumu kapsamında aşıyla bağışıklama yapılmasının daha doğru olduğudur.”

AŞILAR MİLYONLARCA ÇOCUĞU ÖLÜMDEN KORUYOR

Doç. Dr. Aydoğan, “Özellikle, çocuklarda sakatlık yapan ve ölümcül olan birçok bulaşıcı hastalıktan korunmanın yolu, çocukluk döneminde ulusal olarak Türkiye’de önerilen Sağlık Bakanlığı’nın ulusal aşılama programına kayıtsız ve şartsız uymaktan geçmektedir. Sağlıklı bir toplum için, geleceğimiz olan çocuklarımızın çocukluk çağında yapılması gereken aşılarının tam ve eksiksiz olarak uygulanması oldukça önemli.” diye konuştu.

Ebeveynlerin, ulusal olarak önerilen aşı programlarına uyum ve farkındalığının en üst seviyede olmasının, bu sürecin sağlıklı bir şekilde devam etmesini sağlayacağına işaret eden Aydoğan, şöyle devam etti:

“Dünyada her yıl milyonlarca çocuğun ölmesinin nedeninin bulaşıcı hastalık olduğu ve bunların da büyük bir bölümünün aşıyla önlenebileceği kesinlikle unutulmamalıdır. İnsanların sağlıklı bir yaşam sürmesine fırsat veren, ömrümüzün uzamasını, sakatlık ve ölüme neden olan bulaşıcı hastalıklardan korunmamızı sağlayan en önemli faktörün, doğum itibarıyla başlayan, çocukluk çağı ve yaşlılık dönemi dahil yetişkinlik döneminde de devam eden aşılama programları olduğu gerçeğini akıldan çıkarmamalıyız. Örnek olarak, bir dönemin korkulan hastalığı olan, salgınlara ve ölümlere yol açan Çiçek hastalığı, aşılama sayesinde yeryüzünden silinmiştir. Başla bir örnek ise pek çok çocuğun engelli kalmasına ve hatta ölümüne neden olan çocuk felcidir. Yine yapılan aşılama sayesinde 1998 itibarıyla çocuk felci ülkemizde görülmemekte ve arındırılmış ülke kapsamına girmiştir.”

“AŞI REDDİ SAĞLIKSIZ NESİLLERİN YETİŞMESİNE SEBEP OLACAK”

Aydoğan, aşıların doğru uygulandığı sürece oldukça güvenli ve etkili olduklarını vurguladı.

Aşı uygulamalarında zaman zaman enjeksiyon yerinde kızarıklık, ağrı, şişme, ateş ve döküntü gibi geçici ve hafif yan etkiler görülebileceğini dile getiren Aydoğan, sözlerini şöyle tamamladı:

  • “Bazı bulaşıcı hastalıların yeryüzünden silinmesi veya sakatlık (AS: engellilik) ve ölüme neden olmaması için hem birey hem aile hem de toplum olarak ulusal aşılama programlarına karşı farkındalık ve bu programlara uyumumuzun yüksek olması gerektiğini hiçbir zaman unutmamalıyız. Aşılama, aktif olarak güçlü bir bağışıklama sağladığı gibi, son yüzyılın maliyet olarak da en etkin yöntemlerinden birisidir. Bu koruyucu sağlık uygulamasına karşıt olan görüşler, yani ‘aşı reddi’ hem bireysel hem de toplumsal olarak sağlıksız nesillerin yetişmesine neden olacaktır. Aşı reddi sadece bireysel değil, toplumsal bir tehdit.

Dünyaya gözlerini yeni açmış savunmasız çocuklarımızın anababa olarak bizlerin sorumluluğunda olduğu hiçbir zaman unutmamalı ve sağlığını tehdit eden bir bulaşıcı hastalık ile mücadele etmek zorunda kaldığında bunun vicdani yükünün nasıl taşınabileceği de düşünülmelidir. Büyüme ve gelişimini tamamlamış, eğitim ve öğretim yaşamını kesintisiz sürdürebilen, geleceğe umutla bakan, hayallerini ve beklentilerini gerçekleştirebilme olanağı bulabilen sağlıklı çocukların yetişmesi için aşı ile bağışıklamanın anababa olarak bilincinde olmalı ve ülkemizde Sağlık Bakanlığı tarafından her yıl gereklilikler doğrultusunda güncellenen ulusal aşılama programlarının uygulanmasında toplumun en küçük yapı taşı olan bireyler olarak yardımcı olmalıyız.”
=========================================
Dostlar,

Gülhane Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ümit Aydoğan meslektaşımızın açıklamasına bütünüyle katılıyoruz. Metindeki “sakatlık“ sözcüklerini “engellilik“ olarak düzelttik çünkü; TBMM kabul tarihi 25/4/2013, Yasa No. 6462 ile Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Yer Alan Engelli Bireylere Yönelik İbarelerin Değiştirilmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile özürlü, sakat, çürük sözcükleri 96 yasadan çıkarıldı; yerine ENGELLİ sözcüğü kondu. “Sakat” sözcüğü salt Anayasa md. 61 ve 104’te kaldı.

Giderek büyüyen ve 2017 sonunda 23 binleri aşan Aşı reddi sorunu ülkemizin önemli sorunlarından biri. Ancak ülke gündemini işgal eden bilinen öbür sorunlar nedeniyle gündemde hak ettiği yeri bulamıyor.

  • Aşı ile korunulabilen bulaşıcı hastalıklardan, başta KIZAMIK olma üzere, ülkemiz açık – yakın – ciddi ve somut salgın riski ile yüz yüze!

Bilindiği gibi biz bu konuyu Sağlık Hukuku alanında yüksek lisans tezi yaptık (Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü) ve 10 Ağustos 2018 günü tezimiz bilimsel jüri tarafından onaylandı. Tez savunmasında kullandığımız yansıları içeren power point dosyasının erişkesini (linkini) sitemizin manşetinde tutuyoruz 3 haftadır. Burada da verelim yeri gelmişken :

AHMET_SALTIK_Tez_sunumu_10.08.2018

  • ANAYASA MAHKEMESİ’NİN ZORUNLU AŞI UYGULAMASININ YASAL DÜZENLEME BULUNMAMASI GEREKÇESİYLE HAK İHLALİ OLDUĞUNA İLİŞKİN BİREYSEL BAŞVURULAR ÜZERİNE VERDİĞİ KARARLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Konu tıbbi, hukuksal ve etik yönleriyle kapsamlı olarak incelenmiştir (252 sayfa) ve kitaplaştırılacaktır.

  • Sorunun köklü çözümü, daha çok oyalanmadan, 1 maddelik bir yasal düzenleme ile
    çocukluk aşılarının zorunlu kılınmasıdır. 

Sevgi ve saygı ile. 05 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

HASUDER’deb ŞARBON Açıklaması

Bizim de üyesi olduğumuz HASUDER‘in (Halk Sağlığı Uzmanları Derneği) Şarbon hakkında web sitesinde yayınlanan (www.hasuder.org.tr) basın açıklamasını aşağıda paylaşıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 04 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ŞARBON…

Şarbon, Bacillus anthracis olarak bilinen gram-pozitif, kapsüllü, sporlu, çubuk biçimli bakterilerin neden olduğu ciddi bir bulaşıcı hastalıktır.

Sporları; sıcak, soğuk, UV ışını ve kimyasal dezenfektanlara oldukça dayanıklıdır. Sığırlar, koyunlar, keçiler gibi ahırda yaşayan hayvanlar ya da antiloplar ve geyikler vahşi hayvanlar, bakteriyi taşıyan topraklardan, bitkilerden veya sudan bakteri sporlarını soluyabilir ya da ağızdan alabilirler.

Nadir olsa da, insanlar enfekte hayvanlarla veya kontamine hayvan ürünleriyle temas ettikleri takdirde şarbon hastalığına yakalanabilirler. Şarbon sporları insan vücuduna girerse aktif hale gelebilir; aktif hale geldiklerinde çoğalabilen ve toksin üreten bakteriler ağır hastalığa neden olabilir.

Bulaş Yolu

Direkt temasEnfekte hayvanın kontamine materyali ile temas (örneğin derisini yüzmek, taşımak, kanının sıçraması, et kesimi, enfekte hayvan ölüsünü temas önlemlerine dikkat etmeden gömmek vb.).

Solunum yolu: Bacillus antracis sporlarının solunması

Oral yol: Kontamine et ve et ürünlerinin tam pişirilmeden tüketilmesi sonucu oluşur.

Nozokomiyal bulaş ihtimali bulunmaktadır. Enfekte lezyondan temas ile insandan insana bulaşma riski vardır. Biyolojik silah etkeni olarak da kullanılmıştır.

Klinik

Vücuda giriş yoluna göre şekillenir. Klasik olarak üç form bulunmaktadır; cilt şarbonugastrointestinal şarbon (orofaringeal ve barsak) ve akciğer şarbonu. Cilt şarbonunun inkübasyon süresi genelde 2-6 gün arasındadır. Gastrointestinal şarbon ve akciğer şarbonunda da inkübasyon süresi genelde 3-7 gün arasındadır. Primer lezyondan lenfo-hematojen yayılım ile sepsis ve menenjit gelişebilir. Cilt şarbonundan sonra sepsis gelişimi diğer formlara göre daha nadirdir.

Tedavi

Tedavide antibiyotik duyarlılığı da göz önüne alınarak penisilin G, rifampisin, vankomisin, kinolon, karbepenem, linezolid verilebilir. Solunum yoluyla temas düşünülen vakalarda (özellikle biyoterörizm) temas sonrası antibiyotik profilaksisi ile birlikte 3 doz aşı uygulaması önerilmektedir.

Kontrol ve Önleme

Hayvanlarda görülecek salgınının yönetiminde yapılması gereken birincil eylemler şunlardan oluşur:

  • Şüpheli kaynaklara erişim kısıtlanmalıdır (mera ve su kaynakları dahil olmak üzere tüm yerleşim birimi kordon altına alınmalıdır).

  • Hasta ve hastalık şüpheli hayvanlar kesilmemeli ve etleri tüketilmemelidir.

  • Şarbondan ölen hayvanın dokularında oldukça fazla basil bulunacaktır. Eğer hayvanın ölüsü açıkta bırakılırsa vejetatif basiller spora dönüşüp toprak ve yerel su kaynaklarını kontamine edecektir. Kontamine toprakta otlanan hayvanların enfekte olması ve sporları taşımasıyla enfeksiyon döngüsü devam edecektir. Ayrıca etçiller ve leş yiyen kuşlar da sporları yayabilir. Şarbondan ölen hayvanlar, en az iki m derinliğindeki çukurlara, üzerlerine sönmemiş kireç dökülerek derileri ile birlikte gömülmelidir.

  • Hızlı vaka tanımlaması ve vaka sürveyansı yapılmalıdır.

  • Etkilenen hayvanlar tedavi edilmelidir.

  • Uygun profilaksi ve aşılama yapılmalıdır.

  • Etkilenen malzeme ve tesislerin dezenfeksiyonu yapılmalıdır.

İnsanlarda görülecek salgınının yönetiminde yapılması gereken birincil eylemler şunlardan oluşur:

  • Hızlı tanımlama ve sürveyans çalışmaları sürdürülmelidir.

  • Komplike olmayan kutanöz vakalar ayakta tedavi edilmelidir.

  • Sistemik vakalar için antibiyotiklerin sağlanmalı ve destekleyici bakım verilmelidir.

Karantina

  • Şarbon görülen bölgede karantina 21 gün sürmelidir. Bu sırada aşılama ve gerekli dezenfeksiyon işlemleri uygulanmalıdır.

  • İthal edilecek hayvanlar, ülkelerinde şarbonsuz bölgede 20 gün bekletildikten sonra sevk edilmelidir.

  • Aşı yapılmasından 20 günden az 6 aydan fazla süre geçmemiş olması gerekir.

Kaynaklar:

CDC Framework for Enhancing Anthrax Prevention and Control. https://www.cdc.gov/anthrax/pdf/framework-for-anthrax-508.pdf

Şarbon Hastalığına Karşı Korunma Ve Mücadele Yönetmeliği  
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2011/12/20111223-5.htm

Turnbull, Peter Charles Bruce, ed. Anthrax in humans and animals. World Health Organization, 2008.

Doganay M, Demiraslan H. Human anthrax as a re-emerging disease. Recent patents on anti-infective drug discovery. 2015;10(1):10-29.

ŞARBON HASTALIĞI

HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ
HALK SAĞLIĞI ANABİLİM DALI 

TOPLUM İÇİN BİLGİLENDİRME DİZİSİ-232

(AS: Hacettepe Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı’ndaki değerli meslektaşlarımıza teşekkür ederek paylaşıyoruz.. 03.09.2018)

ŞARBON HASTALIĞI

Şarbon, “Bacillus anthracis” isimli bakterinin sebep olduğu bir hastalıktır. Memeliler ve bazı kuşlarla ilişkili olduğu bilinmesine rağmen, esas olarak otçul memelilerin bir hastalığıdır. Etkili veterinerlik aşılarının yaygın kullanımına kadar, dünyadaki büyükbaş hayvan, koyun, keçi, deve, at ve domuzlarda ölümcül bir hastalığa neden olmuştur. Şarbon hastalığı, özellikle evcil hayvan aşılama programlarının yetersiz olduğu veya kesintiye uğradığı yerlerde evcil ve yabani otçullarda birçok ülkeden bildirilmeye devam etmektedir. (1) Zoonotik bir hastalık olan şarbon bildirimi zorunlu bir hastalıktır. (2) İnsanlara hastalık genellikle enfekte olmuş hayvanlarla temas yoluyla ya da bu hayvanların et, yün gibi ürünleri yoluyla bulaşmaktadır. Nadir de olsa kişiden kişiye bulaş da görülebilmektedir. Hastalığı engellemenin temel yolu hayvanlardan bulaşı kontrol altına almaktır. Şarbona sebep olan bakteri vücuda dört şekilde girebilir (3) :

Deri şarbonu en yaygın şarbon enfeksiyonu şeklidir ve genellikle maruz kalmadan 1-7 gün sonra gelişir. Cilt ülserleri, ateş ve bitkinliğe neden olur. Bu, bir kişi enfekte hayvanlarla temas ettiğinde ya da yün, post veya saç gibi bulaşmış ürünleri işlediğinde ortaya çıkabilir. Deri şarbonu, baş, boyun, önkol ve ellerde en sık görülür. Enfeksiyon bölgesi çevresindeki deri ve dokuyu etkiler. Tedavi edilmediğinde %20 ölüm ile sonuçlanır. Doğru bir tedavi ile deri şarbonu olan hastaların çoğunluğu yaşarlar.

Solunum sistemi şarbonu en tehlikeli tip olarak bilinir. İlk belirtileri boğaz ağrısı, hafif ateş ve kas ağrıları olabilir. Sonrasında ise ağır solunum problemleri, şok ve menenjit takip eder. Yün değirmenleri, mezbahalar ve tabakhaneler gibi yerlerde çalışan insanlar, enfekte hayvanlarla veya enfekte hayvanlardan kontamine hayvan ürünleri ile çalışırken şarbon sporlarını soluyabilirler. Bu yolla bulaşan şarbon maruz kalmadan bir hafta sonra ortaya çıkabileceği gibi bu süre iki aya kadar uzayabilir ve çoğunlukla ölümle sonuçlanır. Tedavi alınmadığında hayatta kalma şansı %10-15 iken tedavi ile birlikte %55 olabilmektedir.

Sindirim sistemi şarbonu ise çiğ ya da az pişmiş etlerin yenmesiyle bulaşır. Enfeksiyon, maruz kalmadan 1-7 gün sonra gelişir. Ateş, bulantı, kusma, boğaz ağrısı, karın ağrısı ve lenf bezlerinde şişmeye neden olur. Tedavi edilmeyen hastaların yarısından fazlası ölümle sonuçlanır. Tedavi ile hayatta kalma şansı %60’a yükselmektedir.

Enjeksiyon yolu ile bulaşan şarbon ise son zamanlarda, kuzey Avrupa’da eroin enjekte eden uyuşturucu kullanıcılarında tespit edilen bir şarbon türüdür. Bulgular deri şarbonunda görülen belirtilere benzer olabilir, Fakat cildin altında ya da ilacın enjekte edildiği kasta derin enfeksiyon olabilmektedir. Enjeksiyon şarbonu vücudun her tarafına yayılabildiğinden tanı ve tedavisi daha zor olabilmektedir. Hastalık için risk altında olan özel gruplar aşağıdaki gibidir (4) :

– Hayvansal ürünleri kullanan kişiler
– Veterinerler
– Hayvancılıkla uğraşanlar
– Laboratuvar çalışanları
– Şarbon sporları içeren bir “biyoterörizm” olgusuna maruz kalabilecek posta çalışanları, askeri personel vb.

Şarbon, tedavi edilebilir. Antibiyotikler, etkene maruz kalmış fakat belirti görülmeyen kişilerde şarbon gelişmesini önleyebilir. Tedavi hekim kontrolünde yapılmalıdır (5). Şarbon belirtileri saptandığında, tam iyileşme şansına sahip olmak için mümkün olduğunca çabuk tıbbi bakım almak önemlidir (6). Şarbona karşı aşı olduğu bilinmektedir (7), ancak; Dünya Sağlık Örgütü tarafından yaygın/kitlesel kullanımının onaylanmadığı bildirilmektedir (8).

Hastalık tespit edilmesi durumunda yapılması gerekenler ülkemizde “Şarbon Hastalığına Karşı Korunma ve Mücadele Yönetmeliği” kapsamında tanımlanmıştır (9). Hastalığın önlenmesinin en temel yollarından birisi hastalığın hayvanlarda kontrol altında alınmasıdır. Hayvanların aşılanması bu noktada en önemli müdahale aracıdır (10). Şüpheli hayvan ölümlerinin bildirimi mutlaka yapılmalıdır (11). Bu aşamalarda veteriner hekimler ve veteriner sağlık memurlarının rolleri öne çıkmaktadır. Hayvanlarda tarama programlarının yapılması gerekmektedir.

Şarbon biyoterör/savaş aracı olarak da kullanılabildiğinden ,“Erken Uyarı” ve “Sendromik Sürveyans” sistemlerinin kurulması da son derece önemlidir (12,13). Hayvanlar aracılığı ile bulaşan hastalıklardan korunma konusunda öteden beri “TEK SAĞLIK (ONE HEALTH)” yaklaşımı benimsenmiştir. Bu yaklaşım gereği insan, hayvan ve çevre sağlığı bir bütün olarak ele alınmalı ve bütün adımlar bu yaklaşımın gereği ile uyumlu olarak atılmalıdır (14)

1 [Internet] http://www.who.int/csr/disease/Anthrax/en/ Erişim: 30.08.2018
2 [Internet] https://khgm.saglik.gov.tr/Dosyalar/d7fdcde13eca42a78d4b65bfd30ef590.pdf Erişim: 1.09.2018
3 [Internet] https://www.cdc.gov/anthrax/pdf/evergreen-pdfs/anthrax-evergreen-content-english.pdf Erişim:30.08.2018
4 [Internet] https://www.cdc.gov/anthrax/risk/index.html Erişim: 1.09.2018 5 [Internet] http://www.who.int/csr/disease/Anthrax/anthraxfaq/en/#Is%20there%20a%20vaccine? Erişim: 1.09.2018 6 [Internet] https://www.cdc.gov/anthrax/medical-care/treatment.html Erişim:30.08.2018
7 [Internet] http://www.immunize.org/vis/turkish_anthrax.pdf Erişim:1.09.2018
8 [Internet] http://www.who.int/csr/disease/Anthrax/anthraxfaq/en/#Is%20there%20a%20vaccine? Erişim:1.09.2018
9 [Internet] http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2011/12/20111223-5.htm Erişim:30.08.2018
10 [Internet] https://www.uptodate.com/contents/prevention-of-anthrax Erişim:1.09.2018
11 [Internet] https://hsgm.saglik.gov.tr/depo/birimler/zoonotik-vektorel-hastaliklar-db/zoonotik-hastaliklar/5-Sarbon/7- Sunumlar/Sarbon_sunum_okul_sagligi.pdf. Erişim:1.09.2018
12 [Internet] Henning KY. Overview of Syndromic Surveillance What is Syndromic Surveillance? https://www.cdc.gov/mmwr/preview/mmwrhtml/su5301a3.htm Erişim:3.09.2018
13 Buehler JW, Berkelman RL, Hartley DM, Peters CJ. Syndromic Surveillance and Bioterrorism-related Epidemics. Emerg Infect Dis. 2003;9(10):1197-1204. https://dx.doi.org/10.3201/eid0910.030231
14 [Internet] http://www.who.int/features/qa/one-health/en/ Erişim: 30.08.2018

Not  : Bu doküman, Dr. Duygu Kavaklı tarafından Prof. Dr. Dilek Aslan ve Prof. Dr. Levent Akın danışmanlığında 30.08.2018 tarihinde hazırlanmıştır. Bu bilgilendirme notunun aşağıda belirtilen şekilde kaynak gösterilmek şartıyla yazılı, elektronik vb ortamlarda kullanılması önerilmektedir: Kavaklı D, Aslan D, Akın L. HÜTF Halk Sağlığı AD Toplum İçin Bilgilendirme Serisi- 232 [Internet]://www.halksagligi.hacettepe.edu.tr/ Erişim: 3.9.2018.

“İnceleme Başlatmak” Toplum Düşmanlığıdır!

“İnceleme Başlatmak” Toplum Düşmanlığıdır!

Dr. Çağatay Güler
Halk Sağlığı Uzmanı

(AS : Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Gelişmekte olan ülkelerde terimler birbiri yerine kullanılır. Kavramların içi boşaltılır. Eylemler yozlaştırılır. Gençliğimde çok saftım. İnsanların doğruyu bilmedikleri için yanlış yaptıklarını sanıyordum. Artık yaşlandım. İnsanların doğruyu çok iyi bildiklerini, çıkarlarını korumak için bile bile yaptıklarını çok iyi biliyorum. Bir belediye başkanı, benimle birlikte hileli ürün satan esnafa ceza verir beni sevindirirdi. Bir süre onu örnek gösterdim. Sonra esnafın onu ziyaret edip “bir çayını” içtiğini onun da “Resen” cezayı kaldırıp onları sevindirdiğini anladım. Bu bir oy toplama yöntemiydi.

Halk sağlığı ile ilgili olaylarda “inceleme başlatmak” bir soysuzlaşma simgesi haline geldi. Emniyet güçlerinin konuyla ilgili soruşturmaları halk sağlığı incelemesi değildir. Emniyet güçleri suçlu ararlar. Halk sağlığı incelemelerinde suçlu aramayız, söz konusu olayın yinelenmemesi için ne yapılması gerektiği araştırılır.

Bakan beyin “konuyla ilgilenin” demesi halk sağlığı incelemesi değildir. Bakanlık soruşturmaları da halk sağlığı incelemesi değildir. “Şu adamın durumunu bir inceleyin” emri “sevmediğim şu adamı görevden alabilmem için bir kılıf uyduruverin” demektir. Herhangi bir resmi görevliyle ilgili “inceleme başlatın” emrinin altında birkaç gizli nedenden biri vardır:

-Oh elimize fırsat geçti, şu adamdan kurtulalım.
-Adamımızın zarar görmemesi için işi uzatalım. Balık akıllılar unutunca olayı kapatırız.
-Topluma alışması için zaman tanıyalım.
-Şu işi bir sahipsizin üstüne yıkalım.

En az 70 yıldır tüm dünyada temel kitap olarak okutulan kaynağın en eski yazarlarından olan Rosenau, II. Dünya savaşından sonra kanıtladı. Kendisi de sınır halk sağlığı birimlerinden birinde çalışan Rosenau para, kalem, kitap, dergi vb.nin salgın yapmayacağını kanıtladı. Yıllardır sadece verem hastalarının yemek kapları, çatal, bıçak vb.nin kaynatılması gerektiğini söylememiz bundan. O zamanlar bırakın parayı, dış ülkelerden ABD’ye giren meyveler de formaldehite batırılırdı. Başlangıçta kızan ithalatçılar bu uygulama kaldırılınca daha çok kızdılar. Çünkü incir, üzüm dahil meyvelerin formaldehite batırılması raf ömrünü uzatıyordu.

Bilimsel araştırmaların hepsi halk sağlığı incelemesi değildir. Birisi eline pamuklu çubuğu alıp paralara sürttükten sonra özel besi yerlerinde 500 mikrop ürettim diye bağırabilir. Ama bu bir halk sağlığı uyarısı değildir. Ben ona söyleyeyim, biraz daha sıksa bin de üretebilir. Paraya dokundu diye çocuğu eline dezenfektanlar sıkan anneler yaratınca, hangi salgın tehlikesini önlediğini sorsanız yanıtlayamaz. Çocuğu ellerini kimyasallara bulamak çocuğun bağışıklık sisteminin güçlenmesini engeller. Bizde serbestçe satılan “anti bakteriyel” sabunlar çoğu gelişmiş ülkede kurukafa işareti ile satılır. Anlıyorum, basının çabası daha çok satmak, daha çok izlenmek ama Allah rızası için kıyıda köşede bir de halk sağlığı görüşü verin.

Ankara’da şarbon vakasından sonra inceleme başlatıldı” haberlerini okuyunca bunları düşündüm. İlk tren kazasından sonra da “inceleme başlatılmıştı”. İkincide de üçüncüde de… Sonraki kazalarda da “inceleme başlatılacak”. Toplu balık ölümleri için de inceleme başlatılır hep. Sahi ne oldu bu incelemelerin sonucu? Alın size bir toplu balık ölümü daha:

“Manisa’nın Kırkağaç ilçesinde Bakırçay Nehri’nin bir kolu olan Karakurt Çayı’nda toplu balık ölümleri yaşanması üzerine inceleme başlatıldı”. Ben de size bir haber vereyim:

-Bu tip balık ölümlerine yol açan maddeler, çevremizde çok yaygın ve içme suyu arıtım tesislerinde arıtılamaz.

Toplu balık ölümlerinde balıklar gömülür. Yenilmez ve yem yapılmaz. Ben incelemeden vazgeçtin, balık çiftliği ölümlerinde balıkların gömüldüğü yeri göstersinler razıyım.

İncelemeniz işi gürültüye getirecek biliyorum. Bu nedenle gerçek nedeni ben söyleyeyim:

1. Şarbonun nedeni sağlığı tedaviden ibaret sanıp sağlık ocaklarını kapatmanız ve sahadan veteriner sağlık memurlarını ve insan sağlık memurlarını çekmenizdir. Sahadaki hekim ve veterinerler her Kurban Bayramından önce seferberlik ilan ederlerdi.

2. Gelecek kurbanda da şarbon olmazsa bir başka zoonoz yani insan ve hayvanların ortak hastalığı çıkacaktır. (http://www.ato.org.tr/news/show/417, 29/08/2018)
*Bu yazı cevresagligi.org’da yayımlanmıştır.
===============================
Dostlar,

Sevgili meslektaşımız Prof. Dr. Çağatay Güler dostumuza, bu uyarıcı yazısı için teşekkür ederiz..

AKP‘nin oy deposu milyonlarca necip milletimiz, gönüllü kulluğu sürdürsünler bakalım..

Şehir hastaneleri talanı‘nın faturası ile yüzleşince, çökecek ‘diz’ bile kalmayacak neciiiip mi necip milletimizde..

Sevgi ve saygı ile. 02 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

2018 Türkiyesi’nde Şarbon Karantinası

2018 Türkiyesi’nde Şarbon Karantinası

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi, Et ve Süt Kurumu tarafından ithal edilen canlı hayvanlarda şarbon hastalığı tespit edilmesi ve hayvanların getirildiği bölgede karantina ilan edilmesinin ardından konuyla ilgili yazılı bir açıklama yaptı.(28.08.2018)

2018 Türkiyesi’nde Şarbon Karantinası

Son dönemde görsel ve yazılı basına yansıyan haberler ülkemizde Kurban Bayramı nedeniyle artan canlı hayvan ticareti, kesimi ile et tüketiminin şarbon hastalığını görünür hale getirdiğini yansıtmaktadır. Şarbon otçul hayvanların hastalığı olup; en çok koyun, keçi ve sığırlarda görülür. Hastalığın etkeni sporlaşarak çoğaldığı için son derece dayanıklı olan; gram pozitif, çomakcık şeklinde bir bakteri olup; hayvanlardan insanlara enfekte hayvan ürünleri ile temas, enfekte hayvan kılı gibi materyalin solunum yolu ile alınması veya enfekte hayvanların etlerinin tüketilmesi ile bulaşır. İnsanlarda bulaşma yoluna göre deri, akciğer ve barsak şarbonuna neden olabilir. Olguların büyük bir kısmı deri şarbonu olarak görülür ve tedavisi mümkündür. Ancak daha nadir görülmesine karşın solunum sistemi ve barsak şarbonunun ise tedavisi zor; hatta bulaşmadan sonra bir hafta içinde sıklıkla ölümle sonuçlanabilmektedir.

Görsel ve yazılı basına yansıyan haberlerde bir kamu iktisadi teşebbüsü olan Et ve Süt Kurumu tarafından ithal edilen canlı hayvanlarda şarbon hastalığı görüldüğü öğrenilmiştir. Yine basına yansıyan haberlerde bu hayvanların kesimi ve depolanması için kiralanan çiftliklere Hayvan Sağlığı ve Zabıtası Yönetmeliği‘nin 109. maddesi gereğince karantina uygulamasına geçildiği ve hasta hayvanların imha edildiği görülmüştür. Oysa Tarım ve Orman Bakanlığı ve ilgili kurumu hasta hayvanları imha ettiğini ve her türlü yasal önlemin aldığını bildirmekle sorumluluktan kurtulamaz; şu soruların yanıtı kamuoyunu tatmin edecek biçimde en kısa zamanda verilmelidir:

  • Bu hayvanlar yasa ve yönetmelik hükümleri hiçe sayılarak şarbon basili taşımasına karşınn nasıl ithal edilmiştir; hangi gümrük kapısından geçmiştir; sorumluları kimlerdir ve haklarında yasal işlem yapılmış mıdır?
  • Kamuoyuna yansıyan Ankara’daki grup dışında başka hayvan gruplarında da şarbona rastlanmış mıdır? Rastlandıysa ne gibi işlemler yapılmıştır; kamuoyuna niçin bilgi verilmemiştir?
  • Kurban pazarlarında satılan tüm küçük ve büyükbaş hayvanlar Hayvan Sağlığı ve Zabıtası Yönetmeliğinin ilgili yönetmeliğince gerekli muayeneden geçirilmiş midir?
  • Son bir ay içinde deri, akciğer veya barsak şarbonu kuşkusu ile sağlık kurumlarına başvuran vatandaşlarımız var mıdır? Eğer varsa sağlık durumları nedir?
  • Şarbonlu hayvanlar nedeni ile yapılan karantina uygulamasından dolayı uğranılacak ekonomik zararlar nasıl telafi edilecektir?

Aslında son dönemde yaşadığımız bu olay bile, tek başına, ülkemizde gıda güvenliği krizi yaşandığını; sorunun günden güne giderek büyüyen halk sağlığı sorunu haline geldiğini göstermektedir. İnsanlarımızın tükettiği etten sebzeye dek tüm gıda maddeleri biyolojik, kimyasal, fiziksel her türlü gıda riskine açıktır ve insanlarımızın sağlığı bu anlamda tehdit altındadır.

‘Ben yaptım; oldu’ mantığı ile 2004 yılında çıkarılan 5179 sayılı yasa ile ülkemizde gıda denetiminin bırakıldığı Tarım ve Orman Bakanlığının bu işi yapamadığı artık reddedilemez biçimde ortaya çıkmıştır; 2018’in Türkiye’sinde başkent Ankara’nın dibindeki Gölbaşı ilçesinde ‘şarbon karantinası’ uygulaması zorunluluğu ile karşılaşılmıştır. Artık daha çok zaman yitirmeden ve yeni gıda güvenliği skandalları yaşamadan ilgili meslek odaları, bakanlıklar, üniversiteler başta olmak üzere tüm taraflar bir araya gelmeli ve bu konuda gelişmiş ülke örnekleri de incelenerek; gıda güvenliğini tartışmasız sağlayan ve sağlık örgütünü de gıda güvenliği konusunda yetkilendiren yeni bir yasal düzenlenme hazırlanarak uygulamaya konulmalıdır.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi
==========================================
Dostlar,

Ne yazık ki AKP yönetiminde ülkemizin her yanı dökülüyor..
Halkın en temel gereksinimleri, hakları karşılanamıyor ya da tersinden söylersek kötü yönetilen Devlet, en başat görevlerini yerine getiremiyor. Gıda güvenliği ve güvencesi Devletin en temel görevleri arasında. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 25. maddesinde de tanımlanıyor.

Gıda ve ürünleri dışalımında (ithalinde) Dünya Sağlık Örgütü ve FAO‘nun birlikte hazırladığı Codex Alimentarius standartları ve kuralları geçerlidir. Buna göre, dışsatım (ihracat) yapacak ülke, DSÖ – FAO tarafından yetkilendirilmiş (akredite edilmiş) bir laboratuvardan, satacağı ürünün uygunluk belgesini sağlamak ve satın alan ülkenin gıda gümrüğünde sunmak zorundadır. Böylesi bir belge yoksa, satın alan ülke gümrüğünde kurulu yine DSÖ – FAO tarafından yetkilendirilmiş (akredite edilmiş) bir laboratuvarda uyun örnek alınarak değerlendirilir ve dışalıma buna göre izin verilir ya da geri gönderilir. Rusya’nın, gıda gümrüğünde meyve – sebze götüren Türk TIR’larını ”kırmızı alana” aldığı ve değindiğimiz incelemeleri yaparak kimi ürünlerimizi ülkesinin gıda güvenliği standartlarına uymadığı için geri yolladığı anımsanacaktır. 

Besinlerle bulaşan kimi hastalıklarda aracı, hayvanlar ve ürünleridir. Şarbon için kuluçka süresi 1-14 gündür.  Dolayısıyla canlı hayvan dış satımında hayvanların gemiye bindirilmeden önce ve gemide izole edilerek 14 gün tutulması, 14. gün şarbon incelemesi yapılması durumun belgelenmesi gerekir. Bu hayvanlar Brezilya’dan getirilmektedir ve Gölbaşı’nda 146 büyükbaş hayvan Şarbon’dan ölmüştür. Bakan, Türkiye’de yenen otlara bağlamaktadır hayvanların hastalığını.

Kaş yapayım derken göz çıkarmak için çok tipik. Hayvanlar kaynak ülkede sağlıklı idi, 1 ay boyunca yolda hastalık (şarbon) görülmedi ve Türkiye’de yerdikleri otlarla şarbon basilini alıp hasta oldular ve öldüler! Demek ki bu otlar dışalım (ithal) değil ise, Türkiye’deki otlar, meralarda bu hastalık etmeni vardır!  Yine Bakan Pakdemirli’ye göre bu hayvanlar piyasaya sunulmamışmış… Kaç hayvan getirildi, ölenler ve halen karantinada olanlar, bu hesap tutmaz Bakan bey!

Konunun uzman müfettişlerce hızla incelenmesi ve sorumluluğu olanların yaptırım görmesi gerekir. Önce Sayın Bakan görevi bırakmalıdır soruşturmanın esenliği için.. Bu hayvanları sağlayan ülke ve kurumlar – şirketler, varsa aracılar, Türkiye’deki kimi yandaşlarla bağlantıları, paravan şirketler olup olmadığı incelenmeli ve kamuoyuna gerçekler açıklanmalıdır.

Halkın sağlığı, gıda güvenliği – güvencesi bu denli ucuz değildir.
Üstlenilecek görevler için önce dürüst sonra da yaraşır (liyakatli) olmak vazgeçilmezdir. AKP yönetiminde hangisi kaldı ?? Sorunun mutlaka aydınlatılması gerekiyor..

  • Korunan kimilerine aracı kişi – kurumlarca rant aktarımı adına halkın sağlığı bile feda edilmiş midir??

Öte yandan, 1593 sayılı yasa kapsamında gıda güvenliği hizmetleri 1930’da Sağlık Bakanlığına verilmişti. 24.06.1995 tarihli ve 560 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnameyle bu yetki, o zamanki adıyla Tarım ve Köyişleri Bakanlığına devredildi. 1593 sayılı yasanın ilgili hükümleri (8. BAP, Yenilecek ve içilecek şeyler ile kullanılacak bazı maddeler, md. 181-199) yürürlükten kaldırıldı.

”Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun” 5179 sayı ile 05 Haziran 2004’te RG’de yayımlandı ve gene aynı Bakanlık yetkili kılındı. Ancak, besinlerle bulaşan hastalıkların kaynağının bulunması (filyasyon) konusunda 2 Bakanlık gerekli işbirliği ve eşgüdümü sağlayamadı. Ya bu işbirliği ve eşgüdüm mutlaka yeterli düzeyde sağlanmalı ya da görev yeniden Sağlık Bakanlığına verilmelidir.

ABD’de FDA adıyla özerk bir bilimsel kurum Gıda – İlaç işleri ile görevlendirilmiştir.
AB ise EFSA adlı özerk bilim kurumu ile Gıda Güvenliği işlerini yürütmektedir.
İnsan ilaçları konusu halen Sağlık Bakanlığı (Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu), hayvan –  bitki ilaçları ise son adıyla Tarım ve Orman Bakanlığı yetkisindedir.

Öneriler                                   :

Akciğer şarbonunda kuluçka süresi 60 güne dek uzayabilmektedir. İlgili Bakanlık, bu hayvanların kimlere satıldığını, kimlerce tüketildiğini Sağlık Bakanlığı ve güvenlik güçleri ile birlikte saptamalı, şarbonu alması kuşkulu insanlar 2 ay boyunca özenle tıbbi izleme alınmalıdır.

Uygun bir doz ve biçimde şarbon hastalığı belirtileri hakkında halka eğitim verilmeli ve o hayvanların etlerini yiyenlerle kuşkulu belirtileri olanların sağlık kurumlarına başvurması istenmelidir.

Bu vesile ile ülkemizin GIDA GÜMRÜKLERİ gözden geçirilerek uluslararası standartlarla (HACCP) Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü normlarına uyumlu düzeye getirilmelidir.

Sevgi ve saygı ile. 30 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Hiroşima ve Nagazaki faciasının 73. yıldönümünde Nükleer Çağın kısa dökümü

Vatan’ı savunmak dışında Savaş cinayettir…
Yurtta barış, Dünyada barış. 
Mustafa Kemal ATATÜRK

portresi, Gülümseyen
Prof. Dr. D. Ali ERCAN
Nükleer Fizik Uzmanı

 

Hiroşima ve Nagazaki faciasının
73. Yıldönümünde 
Nükleer çağın
kısa dökümü

unnamed

 

İlk Atom testi. 16.7.1945

 

 

73 yıl önce ABD, Japonya’nın iki kentine,  6 Ağustos 1945’te  Hiroşima‘ya ve 3 gün sonra da  Nagazaki‘ye 2 atom bombası attı. İlki 15 bin, ikincisi 20 bin ton TNT eşdeğeri olan ve 3 km çaplı bir alanda her şeyi yakıp yıkan bu iki bombalı saldırıda 200 bine yakın insan öldü.
* Bu insanların yaklaşık yarısı hemen 1. günde yanarak öldüler; geri kalanı
yanık yaraları ve çoğu da radyasyon etkisiyle oluşan kanserden 1-2 yıl içinde öldüler.

Displaying

Atom bombalarının, Hiroshima (solda) ve Nagasaki (sağda) üzerinde yükselen bulutları (pilotlar tarafından çekilmiş orijinal fotoğraflar) 

Japonya 2 Eylül 1945’te Müttefik Kuvvetlere (USA, Kanada, UK) koşulsuz teslim oldu (Almanya 3 ay önce teslim olmuştu). Böylece, Adolf Hitler’in başında bulunduğu Almanya tarafından 1 Eylül 1939’da Polonya’nın istila edilişi ile başlayan ve 6 yılda, yarıdan çoğu siviller olmak üzere, yaklaşık 80 milyon insan yitimine neden olan korkunç savaş da resmen bitmiş oluyor ve Dünya yeni bir çağa, ‘nükleer çağ’a giriyordu. Bu dramatik yeni başlangıçla birlikte, ABD emperyalizmi dizginlenemez militarist yükselişini sürdürmeye başladı…

Kore, Vietnam, Afganistan ve Irak Savaşlarında ve Dünyanın dört bir yanındaki
anti-kapitalist devrimci hareketleri bastırmakta kullanılan ABD silahlı kuvvetleri,
Dünyadaki bütün ülkelerin askeri güçlerinin toplamına eşdeğer güçte büyük bir
Savaş makinesidir.
  

Japon Dışişleri Bakanı Mamoru Şigemitsu, ABD Savaş Gemisi USS Missouri üzerinde, ‘Kayıtsız-Koşulsuz Teslimiyet’ Belgesini imzalıyor.. (2 Eylül 1945) 

Artık bundan sonraki savaşlarda, özellikle Nükleer silahların kullanılacağı savaşlarda askerlerden çok sivil halk kitlelerinin ölümle karşı karşıya kalacağı anlaşılmış oldu.
Bu nedenle Fizikçi Albert Einstein, olası bir Nükleer Savaş sonrası insanlığın düşeceği perişan duruma vurgu yaparak, “3. Dünya savaşından sonraki savaşlar herhalde taş ve sopalarla yapılır.” demişti…

6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya atılan ~15 kTon TNT eşdeğeri Uranyum Bombasında
(Little Boy) 64 kg U-235 kullanılmıştı. Bombanın toplam ağırlığı 4400 kg.

9 Ağustosta Nagazaki’ye atılan ~20 kTon TNT eşdeğeri Plutonyum Bombasında
(Fat Man) 6,2 kg Pu-239 kullanılmıştı. Bombanın toplam ağırlığı 4700 kg.

ABD’nin 1942-46 arası gizli olarak sürdürdüğü “Manhattan Projesi”nde  (Atom Bombası yapım Projesi)  görev alan Robert Oppenheimer, Enrico Fermi, Ernest Lawrence, James Chadwick… gibi dönemin ünlü fizikçileri 16 Temmuz 1945’te başarıyla gerçekleştirdikleri
nükleer denemede (Trinity Deneyi) Nükleer Bomba dehşetinin de yakından tanığı oldular.

Parçacık hızlandırıcısı “Siklotron”u icadından ötürü Nobel ödülü almış olan Ernest Lawrence, Japon elçisinin de yapılacak Nükleer deneye davet edilmesini, Elçinin Nükleer bombanın gücünü bizzat görmesini, dehşetini doğrudan yaşamasını istemiş ve böylece bombanın Japonya kentlerine atılmasına gerek kalmadan, Japonya’nın teslimiyete ikna edilebileceğini, Savaşın daha az insan yitimi ile sonlandırılabileceğini söylemişti. Ne yazık ki Lawrence’in bu insancıl önerisi Amerikan yönetimince kabul görmedi ve Roosevelt’in ani ölümü sonrası Başkan olan H. Truman Japonya’ya Nükleer bomba atılmasına onay verdi.

İlk Atom Bombasını Marina adalarındaki ABD üssünden Japonya’ya (~2500 km) uçuran Pilot Paul Tibbets, annesinin adını (Enola Gay) taşıyan B-29 Uçağının önünde. (Boing yapımı bombardıman uçağı)

O günden bu yana 71 yıldır barış amaçlı olsun, savaş amaçlı olsun nükleer teknolojiler sürekli geliştirildi (genelde her savaş amaçlı teknolojiye ‘Ulusal Güvenlik amaçlı’
biçiminde 
bir kılıf geçirilir)… Yaklaşık 1/4’ü atmosferde, öbürleri yer altında olmak üzere 2 binin üzerinde Nükleer deneme gerçekleştirildi. Bu denemelerin en büyüğü Rusya tarafından yapıldı. Rusya’nın 1961’de patlattığı Çar Bombası 50 Mega Ton (210 Pt) gücünde idi. Sivil alanlarda da nefes kesen teknolojik gelişmeler ardı ardına geldi.

Tomografi Aygıtı

Tarımda ve Tıp alanında insan sağlığına yararlı nükleer teknikler (Sterilizasyon, Röntgen, MR, Tomografi, SPECT, PET, Radyoterapi... ) çağımızın vazgeçilmezleri oldu. Bunun yanı sıra Elektrik enerjisi üretmek için, toplam 370 GWe gücünde, 400’den çok Nükleer santral inşa edildi. Dünyadaki tüm Nükleer santrallerin 1/4’ü, güç olarak 1/3’ü) ABD’de bulunuyor. Gerçi bu santraller Dünyanın elektrik enerjisi gereksiniminin yaklaşık %15’ini karşıladı ama elektrik enerjisi üretiminin yanı sıra, “yan ürün” olarak, Nükleer bomba yapımında kullanılabilecek Plütonyum da elde edildi.

~0,2Ton/GW.yıl  ölçeğinde, yani 1000 MW gücündeki bir nükleer reaktörde bir yılda kabaca 200 kg. Plütonyum elde edilebiliyor. Örneğin Yap-İşlet modeline göre mülkiyeti Rusya’nın olan 4800 MW gücündeki Mersin-Akkuyu Nükleer santralı da kuramsal olarak bir yılda her biri 150 bin Ton TNT gücünde 16 nükleer bombaya yetecek miktarda, 960 kg Plütonyum üretebilecektir (Tabii Nükleer patlayıcı üretmek için ille Nükleer santral olması gerekmiyor.).

Şimdiye dek Dünya nükleer reaktörlerinde patlayıcı olarak kullanılabilecek nitelikte olasılıkla ~1000 ton Pu-239 elde edilmiş olmalı. Yüksek enerjili a-ışını (alfa) salarak bozunan (Yarılanma süresi 24 bin yıl) ve radyasyon etkisinden çok kanserojen ‘toksik’ etkisiyle tanınan bu yapay element Plütonyum’un parasal değeri yaklaşık milyon $/kg dır.

Bugün Dünyada Nükleer silahlara sahip olan ve “Nuclear Powers” olarak tanınan 8 ülke var… (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa, Hindistan, Pakistan, K. Kore) bunlara 100 dolayında nükleer başlık sahibi olduğu bilinen İsrail’i de eklemek gerek. ABD’nin fisyon tipi (Uranyum-235 veya Plutonyum-239 atom çekirdeklerinin parçalanması) Nükleer patlamayı gerçekleştirmesinden 4 yıl sonra, 1949’da Rusya da Atom bombasını patlattı. Rusya’nın Atom programının başında ünlü Rus fizikçileri Andrei Saharov ve İgor Kurçatov bulunuyordu. Arkasından İngiltere, Fransa ve Çin Atom Bombalarını patlattılar…

1952’de ABD ilk Füzyon tipi (döteryum ve trityum atomlarının birleşerek Helyum atomunu oluşturması) Termo-nükleer bombayı patlattı. Halk arasında Hidrojen bombası olarak da bilinen bu daha yüksek enerjili Bomba, Atom bombası olarak bilinen bombadan kat be kat daha güçlü bir bombadır… Bunun üzerine öbür 4 ülke de hemen harekete geçti ve ardı ardına bu zor teknolojiyi başararak Termo-nükleer kulübe üye oldular… (Termonükleer bombanın patlaması için gerekli tetikleme enerjisini küçük bir nükleer bomba sağlıyor.)

1970’ten bu yana Dünyada artık 5 “Super Nuclear Power”  ülke var ve 24.10.1945’te kurulmuş Birleşmiş Milletlerdeki 193 eşit üye ülke arasında bu 5 ülke “öbürlerinden daha eşit” (AS: Primus inter pares) olarak sürekli veto” hakkına sahip oldular (AS: Sürekli 5’ler, Permanent Fives- 5Ps). İşe en geç başlayan Çin en becerikli çıktı; normal Nükleer Bomba yapımından 3 yıl sonra, Fransa’dan 1 yıl önce, Termo-nükleer Bomba (AS: Hidrojen bombası) üretimini başardı.

Ülke Atom Bombası Hidrojen bombası
ABD 1945 1952
Rusya 1949 1953
UK 1952 1957
Fransa 1960 1968
Çin 1964 1967

Aslında Anayasaları izin verse (ve isteseler) 2. Dünya savaşının yenik ülkeleri Japonya ve Almanya da bu listeye çoktan dahil olabilecek düzeyde Bilimsel ve Teknolojik olanaklara
sahip ülkelerdir. Son zamanlarda Uluslararası önemli yaptırım kararlarında, “5+1” şeklinde bir diplomatik formülasyonla, artık Almanya da 5’li Veto Grubuna dahil ediliyor.

Özetleyecek olursak                   :

  1. Dünya Savaşı tüm İnsanlık için çok pahalı bir ders oldu. İnsanlık yalnızca Nükleer dehşeti değil, kimyasal silah dehşetini de yaşadı. Genel geçer kanı o ki; yeni bir küresel (nükleer) savaşı engelleyecek küresel (nükleer) denge artık kurulmuştur; bir nükleer savaş olasılığı çok düşük görünüyor. (AS: Dehşet dengesinin caydırıcılığı; “detant”)

Ama yeni dönemde yeni risklerle karşı karşıya kalındı;

1-Nüfus Patlamasının ve Savurgan Tüketimin Çevre Felaketine yol açan kirlilik ve yıkım etkisi, ağırlıklı olarak fosil yakıt kullanımından kaynaklanan olumsuz iklim değişikliği (küresel ısınım, su baskınları, kuraklık, açlık, susuzluk, hastalıklar…)

2-Gelir dağılımında gittikçe artan adaletsizlik (Zenginin daha zengin, yoksulun
daha yoksul oluşu) ve küresel Yaşam kaynaklarının dengesiz dağılımı, sonuçta kaos, göç, terör, bölgesel savaşlar…

Umarız ki               :

  • Beşiğimiz ve Mezarımız olan Mavi Gezegenimizin, İnsanlık için tek barınak yeri olduğu
    ve bu Gezegenin çok kırılgan yaşam ortamını korumak gerektiği bilinci giderek yayılır.
  • Liberal Ekonominin Dünya yaşam kaynaklarını sömüren umursamaz üretim furyası
    son bulur;
  • “tüketim toplumuna” doğru evrimleşen insanlık, çok geç kalmadan, Gezegeni yaşanamaz duruma getiren savurgan yaşam biçiminden vazgeçer, Nüfus artışını dizginler
    (kadın başına 1 çocuk!) ve
  • Kapitalist ekonominin uydurduğu “Sürdürülebilir kalkınma” peşinde koşmaz, “Doğayla uyumlu sürdürülebilir yaşam modeli” arayışına koyulur.

Aksi takdirde bu yüzyıldaki kıyım 2. Dünya savaşını 50’ye katlayacaktır… æ
________
*1915’te Çanakkale Boğazını, Gelibolu yarımadasını savunan Türk askerlerinin üzerine
İngiliz ve Fransız donanmalarından yağdırılan ve yaklaşık 100 bin askerimizin ölümüne
neden olan konvansiyonel (klasik) bombalar da toplamda 1-2 Hiroşima bombası
eşdeğerindeydi!…

15 kT Nükleer Bomba demek, patladığı zaman 15 bin ton TNT patlamasına eşdeğer yıkım gücü (ısıl enerji) ortaya çıkaran bomba demektir…

Nükleer bombaların ayrıca çok tehlikeli, mutasyon ve kanser yapıcı, ışın (radyasyon)
etkisi vardır.

TNT patlaması ile (yani Dinamiti oluşturan moleküllerdeki Atomların ayrışmasıyla) ortaya çıkan güce aslında “Atom bombası”, Atom Çekirdeklerinin bölünmesi ile ortaya çıkan güce de “Nükleer Bomba” demek gerekirdi. 1 kg U-235 ‘in nükleer parçalanmayla teorik olarak 75 trilyon Joule (75 GJ) enerji açığa çıkar. 1 kg TNT patlamasında 4,2 milyon Joule (4,2 MJ) enerji açığa çıkar; dolayısıyla, “Nükleer Güç, Atom gücünün yaklaşık 17 milyon katıdır” diyebiliriz, (17 kTon/kg) ancak pratikte Atom çekirdeklerinin % 1-20 kadarı zincirleme reaksiyona girer ve öbür teknolojik kısıtlar nedeniyle Nükleer bombaların kuramsal etki/kütle üst sınırı vardır: ~ 6 kTon/kg

Bugün Dünyada, % 90 kadarı ABD ve Rusya envanterinde olmak üzere, her biri ortalama
150 kTon gücünde yaklaşık 16 bin Nükleer Başlık bulunduğu
sanılıyor.
Hiroşima bombasından 10 kat daha güçlü ama yüz kat daha kompakt olan bu başlıkların
dörtte biri her an için kullanıma hazır bekliyor. Kısacası, kullanım riski tümden sıfırlanmıştır” diyemeyeceğimiz Nükleer silahlar tüm insanlığı birkaç kez öldürecek güçtedir; bunun yanında bir o denli de konvansiyonel (AS: klasik) silah gücünü hesaba katmak gerekir.

http://www.youtube.com/watch?v=PB-atl3YBSQ

2. Dünya Savaşındaki başat Ülkelerin Liderleri
ABD-İngiltere-Rusya/Japonya-Almanya
F. D. Roosevelt 1882-1945  H. S. Truman 1884-1972
W. Churchill 1874-1965   J. Stalin 1878-1953
Hirohito 1901-1989   A. Hitler 1889-1945

Preview YouTube video Little Boy – Atom Bomb – Hiroshima

Little Boy – Atom Bomb – Hiroshima
============================================
Dostlar,

Seçkin Nükleer Fizik uzmanı Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamız, ricamızı kırmayarak kapsamlı bir 73. Yıl yazısı yazmış Hiroşima kıyımı gününde.. Kendisine engin bilgisi ve nükleer dayatılan enerjiye seçenek son derece yerinde önerileri için teşekkür borçluyuz..

ABD emperyalizmini ve Japon Faşizmini bir kez daha lanetlerken, masum kurbanların anısını saygı ile selamlıyoruz.

Sayın Ercan, bir nükleer savaş olasılığının karşılıklı dehşet dengesine dayalı olarak “epey” caydırıcı (Nuclear deterrence) olduğunu yazıyor.. Dileriz “haklıdır” ve 2,5 serseri,
sonu olmayan bir nükleer intihar serüveni insanlığa nükleer cehennem yaşatmaz..

Anımsayalım; Çernobil faciası, 2 kafadar teknisyenin santralın soğutma sistemiyle sorumsuzca oynamaları sonucu başımıza geldi (26 Nisan 1986).

Fukuşima yıkımı (felaketi) 1 Mart 2011’de idi ve deprem sonrası tsunami için 6 m olarak öngörülen duvarlar, 10 m’yi bulan dalga yüksekliği nedeniyle etkili olamadığı için yaşandı.

Riskleri sıfırlamak olanaklı değil.. Her zaman “beklenmedik – hesaba katılmadık” bir güvenlik zayıflığı olabiliyor ve bedeli son derece ağır oluyor..

Ayrıca halktan gizlenenler de var… İngiltere’deki Windscale Nükleer Güç Santralının 1957’deki patlaması halktan tam çeyrek yüzyıl gizlenmiş, taa 1982’de açığa çıkarılmıştı!

Bu bakımlardan; Türkiye’nin Akkuyu ve Sinop nükleer güç santrallarından vazgeçerek temiz – güvenli ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmesi ve ulusal enerji seferberliği ilan etmesi gerekir. Son yıllarda güneş enerjisinden, rüzgar enerjisinden yararlanma alanında epey teknolojik ilerleme sağlanmıştır ayrıca..

Almanya’nın 2030’a dek nükleer enerjiden çıkacak olması son derece öğreticidir.

Sevgi ve saygı ile. 6 ve 9 Ağustos 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com                      

Notlar : Sitemizde daha önce yayımladığımız ve güncellediğimiz aşağıdaki 2 dosyanın da incelenmesini öneririz : Radyasyon_ve_Toplum_Sagligi_2011
http://ahmetsaltik.net/2015/08/07/hirosima-ve-nagasaki-vahsetinin-67-yili/

 

Çakma Mehdi, hakiki DNA

Cumhuriyet, 29.07.2018

Adnan Hocacı mafyanın ilk büyük vurgunu, kuşkusuz örgütün en azılı elemanlarından olup kardeşini ve yeğenini de dahil eden Oktar Babuna’ya hiç de gerekmeyen ilik nakli için 1999 yılında bir stadyum dolusu binlerce gönüllüden toplanan kan örnekleri oldu. 
O yıllarda Milliyet’in Paris muhabiri ve Radikal yazarıydım. İyi yetişmiş zengin aile çocuklarını sahte mehdilik, hakiki fuhuş tuzağına düşürmesiyle tanınan Adnan Hoca’nın, sandığımızdan çok daha organize bir suç örgütü olduğunu 160 bin donörün arasından 120 bin örneğin seçildiği kan bağışı kampanyasıyla öğrendim. 
Düzmece uyum testleri için ABD ve Almanya’ya gönderilen bu kan örneklerinin akıbeti, o gün bugündür resmen meçhul… 
Ancak gayri resmi bir tahmin zor değil: Yıllık cirosu 17 milyar dolarlık küresel kan ticaretinin yüzde 70’ini ABD gerçekleştirirken; bu kanın plazmasını ayırarak kanser ilacı yapımında kullanan dört dev firma Big Pharma, Octopharma, Baxter ve Grifols, ciroyu da dörde katlıyor. Ama bir o kadar kazanç da toplumların pek çok yönelimini açığa çıkaran DNA ticareti üzerinden sağlanıyor. Düşünün ki DNA ayrıştırıcı teknik donanım üreten birkaç şirketten yalnız birinin, “DNA’nın Google’ı” namıyla tanınan ve İllumina gibi veciz bir adı olan ABD’li firmanın borsa değeri 25 milyar dolar!
***
Adnan Hocacılara yapılan son polisiye operasyon, mafyanın ABD’de yerleşik mensubu Ferit Erden Rahvancı’ya ait Pinner-Test şirketi üzerinden kan ticaretini kesintisiz sürdürdüğünü ortaya çıkardı. Düzmece alerji testleri gerçekleştirmek için bazıları pek ünlü kişilerden toplanan ve sonuç raporları ya hiç gelmeyen ya da uyduruk binlerce kan örneğinin akıbeti de farklı değil: Adnan Hoca mafyası, kanını vereni alerji testi yapılacak diye dolandırırken aynı kanı büyük olasılıkla Amerikalı DNA laboratuvarlarına satarak kazancını ikiye katlıyordu! 
Bu alerji testi tezgâhının mafyaya ait A9 kanalında Adnan Hocacı doktorlar Oktar Babuna ve Ahmet Günay tarafından yapılan propagandası, (nedense?) YouTube’da hâlâ dönüyor: https://www.youtube. com/watch?v=8amHhm2F5ds
Casusluk, salt devlet sırlarını yabancılara satmak değildir. Günümüzde, Adnancı mafyanın çaldığı kanla yaptığı ticaret ve DNA kaçakçılığı da uluslararası jargonda sağlık sanayii casusluğudur! Ve Adnancıların ilaçtan tarıma pek çok sektöre hizmet eden sağlık sanayii casusluğunu engellemek, ABD ile mücadele demektir!
***
Üstelik bu mafyanın ABD ile bağlantısı, salt sanayi casusluğu değil. Adnan Hocacılık, tıpkı FETÖ gibi fikir temelinde de Amerikalı olup, Amerikan yardımıyla beslenip büyütülmüştür. Her iki örgütün Ergenekon, Balyoz, Deniz Kuvvetleri’ndeki casusluk davaları gibi kumpas davalarda ve zaten şantaj kasetine dayalı tüm kumpaslarda el ele çalıştığı unutulmamalıdır. Çakma kanıtları Adnan Hocacı teknisyenler üretip koymuş, FETÖ’cü yargı mensupları da bulmuş gibi yapmışlardır. 
Adnan Hoca mafyasının ABD ile “inanç birlikteliği”ne dayalı fikir, yani dini yönlendirmesine gelince… 
2000’li yılların başında,Türkiye’de Erbakan tayfasının Darwin’i karalama gayretine bakarak eğitimde dinci yaratılış safsatasının dayatılacağını anlamıştım. Uzunca bir süre, Evrim teorisini savunan çok sayıda makale yayımladım. 

2005 yılında, internette adıma 10’dan fazla site açıldığını farkederek şaşırdım!
“minegkirikkanatacevap. org”“g-kirikkanat.com”,
“minekirikkanatacevap.wordpress.com”
gibi adreslerle açılan bu sitelerin bir süredir Harun Yahya’lığa soyunan Adnan Oktar tayfasının marifeti olduğunu anlamakta gecikmedim.
***
Değerli dostum ve avukatım Dr. Başar Yaltı, siteleri kapattırmak için harekete geçti. Ama siteleri kuran ve yönetenlere ilişkin araştırmaları, sahte isimlere, sahte şirketlere ve posta kutularına çıkıyordu. 
Adnan Hocacılarla girdiğim ve yıllardır süren hukuki boğuşmada, bu siteler hâlâ kapatılmadı, hâlâ aktif! 
Zaten Adnancı mafyaya yönelik kapsamlı operasyonda, mal varlığına el konulduğu gibi hiç olmazsa şimdiden örgüte ait tüm internet sitelerinin de kapatılması beklenirdi ki, bu da yapılmadı. Adnancılar içerde, ama bilişim dünyasındaki varlıkları sürüyor! Bu mafya gerçekten bitirilmek isteniyor mu? Emin değilim. (Devamı haftaya…)

HEKİME ŞİDDET ÜZERİNE…

HEKİME ŞİDDET ÜZERİNE…

Uz. Dr. Ceyhun BALCI
31.07.2018
Bu yazının konusu uzun zamandır başta hekimler ve sağlık çalışanları olmak üzere sorumlu ve vicdanlı pek çok yurttaşı kahreden boyutlara erişmiştir. Uzun yıllar İzmir Tabip Odası kurullarında yer almış bir kişi olarak bu konuda yazmaya bir türlü elim varmamıştı.
Bir yandan yönetenlerin hekimleri aşağılayıcı söylemleri öbür yandan da bizlerin sorunun çözümüne yönelik önerilerinin yetersizliği söz konusuydu. Giresun’da yaşanan ve şiddetin kaynağı konumundaki yaşlı vatandaşımızın polis denetimi altındayken yaşamını yitirmesi bu can alıcı sorunun ironik bir boyut kazanmasına neden oldu.
Bu yazıyı kaleme alırken sağlıkta şiddetin önüne geçilmesi için polisin yanı sıra jandarmadan da yararlanma hazırlıkları yönetenlerimizin iğneyi kendine batırma niyetinin yokluğunu gösterdi.  Yazıklar olsun bu anlayışsızlığa diyorum. Görev bizlere ve dolayısı ile hekim meslek örgütüne de düşüyor. Bunun için de etkili, yetkili ve saygın bir meslek örgütü gerekiyor…
*****

Bir meslek mensubuna yönelik şiddet artıyorsa eğer o mesleğin saygınlığının da aşın(dırıl)dığından kuşku duyulmamalıdır. Çevrelerinde birkaç bin kişi olmadan sokağa ayak basmayan yüce yöneticilerimizi bir yana bırakıyorum. Askere, polise, yargıca ya da bir başka kamu görevlisine şiddet yöneltmek bu kadar zorken hekime şiddetin sıradanlaşması göz ardı edilemeyecek güncel gerçektir. Mutlaka irdelenmeyi gerektirir.

Tıbbiye’nin kapısından gireli 40 yıl oldu. Hekimin itilip, kakıldığı günümüz koşullarında belleğim ister istemez geçmişe yolcululuğa çıkardı beni. Üçüncü sınıfta Genel Cerrahi dersindeyiz. Belki de ilkiydi klinik derslerin. Şu anda hayatta olan bir hocamızın ilk sözleri belleğime o anda çivilendi.

“Ağrıyı gidermek Allah’a özgüdür!
Siz de ağrıyı gidereceğinize göre Allah sayılırsınız!”

Aradan geçen 35 yılı aşkın zamandan sonra birileri bu sözden dine ve Allah’a saygısızlık sonucu çıkartma zahmetine girmesin! Hocamızın o sözleri bir metafor yaratmayı amaçlamıştı hiç kuşkusuz. Yetkinliğimize gönderme yapıp, bizleri ve özellikle mesleğimizi yüceltirken bir yandan; öbür yandan da, sorumluluğumuzu anımsatma amaçlıydı.

Bu denli yüce ve yetkin bir kişilik üstelik şifa vermeye çalıştığı birilerinin / yakınlarının saldırısına uğrayabilir mi? O yıllarda bunu akıldan bile geçirmek söz konusu olamazdı.

Bir örnek de birkaç yıl sonrasından!

Ege Tıp Acil Servisi’nde nöbetçiyim. Hekimliğe biraz daha yakınım! Alkollü bir vatandaşımız elini kesmiş. Ağzından çıkanı kulağı duymuyor. Ortopedi ve Genel Cerrahi asistanlarıyla takışıyor. Ortalık yatıştı derken, alkollü vatandaşımızın yakınları beliriyor ortamda. Kardeşiyle takışan hekimlerle hesaplaşmak gibi bir cüret içinde olduğu anlaşılıyor sözlerinden. Karakola yansıyan olayın kahramanı ilk ifadesi sonrası tutuklanıyor. Ortada en küçük fiziksel bir eylem yok oysa. Sözel şiddetin bile böylesi caydırıcı karşılık aldığı dönemde yaşıyoruz.

Her ne denli cuntanın başındaki kişi (AS: Kenan Evren kastediliyor) hekimleri hedef alan sözler söylese ve uygulamalarıyla hekimleri parasal darlığa sokan şeyler yapsa da; toplumun hekimlik ve hekim algısında saygısızlık etmeyi gerektirecek bir aşınma yok. Bu durum Adliye’de de böyle olduğu için, yargıç hekimlere sinkaf eden vatandaşı hoş görmüyor. Şimdilerde dilimize doladığımız bir istek var! Sağlıkta Şiddeti Önleme Yasa tasarısı bir an önce TBMM’de görüşülsün, yasalaşsın ve yürürlüğe girsin! Kuşkusuz caydırıcı olacaktır. Ama, işe özendirici sözlerden vazgeçerek başlamak gerekmez mi?

“Doktorlar paragözdür!”
“Ben doktora iğne bile yaptırmam!” sözleri unutulmuş olamaz! (AS: RTE’nin sözleri ne yazık ki!)

Bu sözlerin hiçbirinde hekimlere yönelik şiddeti doğrudan özendiren bir öge yoktur ilk bakışta! Ama, dolaylı da olsa bir meslek kümesini aşağılayan, küçümseyen ve her an her yerde boy gösteren sınır tanımazlara eylem fırsatı sağlayan içerikleri olduğu da kesindir.

Ülkemizde her geçen gün daha çok etkili olan cehaletin koyu gölgesi sağlık alanındaki şiddetin önde gelen nedenlerinden birisidir. Sağlıkta müşteri-esnaf ilişkisini esas alan uygulamaların doğal sonucu olarak “müşteri her zaman haklıdır” anlayışı bu ortamı belirleyen ana ilkeye dönüşmüştür. Akılcı ve bilimsel anlayış yerini bütünüyle bu sözün gereğine bırakmıştır. Ne yazıktır ki; halkımızın da hoşuna gitmektedir bu durum. Niteliğine bakmaksızın alıcısı olmakta sakınca görmemekte ve hatta haz duymaktadır nicelikçe bol, nitelikçe kıt sağlık hizmetini.

Giresun’da yaşanan ve 82 yaşındaki hasta yakının polisin orantısız davranışı sonrası yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan son olaydan sonra hekimin açığa alınması “tut aklını kaçmasın” türünden bir çağrışıma yol açtı bende. Müşteri her zaman haklıdır ilkesine uygun düşen bu uygulama halkımızın gururunu okşama bakımından işe yaramış olmalıdır. Kuşku duyulmasın ki; açığa alınan meslektaşım görevine dönecek ve kaldığı yerden sürdürecektir işini. Manevi açıdan örselendiğine de kuşku yoktur. Ama, bu davranış aracılığıyla asıl örselenen hekimler ve hekimlik olacaktır. Bu ve benzeri durumlarda yasa dışı davranmakla kolluk gücü çağırmak arasında sıkışıp kalacaktır pek çok meslektaşım. Bu ikisinin ortasında ise fiziksel şiddet ve hatta yaşamsal tehlikeye neden olan yaralanmalar olacaktır.

Bu ve benzeri olaylar sonrası morali yerle bir olan hekimlerin motivasyonu güçleşeceği gibi meslek seçme noktasındaki başarılı gençlerimizin de olumsuz etkilenmesi ve hekimlikten uzaklaşması kaçınılmaz olacaktır. Ülke geneline egemen olan sıradanlık ve niteliksizlik sağlık alanında da hızla güç kazanmaktadır.

Ülkemiz insanının düzeyini yükseltme ve eşitlenme çıtasını yukarılara çıkartma yerine, toplumsal eşitliği dipte sağlama kolaycılığını seçen siyasal iktidar, şimdilik bu durumu engelsizce sürdürebilir. Ancak, sistemin yaldızları döküldüğünde bugün bedenleriyle ve canlarıyla bedel ödeyen hekimler o gün geldiğinde halkımızın da eklenmesi kaçınılmaz olacaktır.

Yol yakınken dönülmeli…