Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

ÖĞRETMENLER GÜNÜ

YAZ KURSLARI - Kartal'in Sesi Gazetesi - Kartal Haberler - Kartal  SanatKartal'in Sesi Gazetesi – Kartal Haberler – Kartal SanatTurgut Ünlü
Eğitimci
Atatürkçü Düşünce Derneği
Danışma Kurulu Üyesi

23 Kasım 2021

ÖĞRETMENLER GÜNÜ

  • “ Dünyanın her tarafında ÖĞRETMENLER insan topluluğunun en özverili ve saygıdeğer unsurlarıdır. “
  • “ Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet henüz bir millet adını alma
    yeteneğini kazanamamıştır.”
  • “ Yeni kuşak, en büyük Cumhuriyetçilik dersini bugünkü öğretmenler topluluğundan ve onların yetiştirecekleri öğretmenlerden alacaktır. “
  • “ Unutmayınız ki, Cumhurbaşkanı bile sınıfta öğretmenden sonra
    gelir. “
    ……
    Gazi M. Kemal Atatürk, ÖĞRETMENLİK MESLEĞİNİN ÖNEMİ’ni bu veciz sözlerle belirtiyordu. Ülkemizin BAĞIMSIZLIK, KURTULUŞ MÜCADELESİ’ni verirken
    bile, Ankara’ya gelip öğretmenlerle, geleceğin Türkiye’sinin planlamasını yapan toplantılar yapıyordu. Ve nitekim de öyle oldu. Asker ordusu, düşmanı yendi, şimdi sıra eğitim ordusundaydı.

“ Ordularımızın kazandığı zafer sizin eğitim ordularınız için yol açtı. Gerçek zaferi siz öğretmenler kazanacaksınız. Bunu başaracağınızdan hiç kuşkum yoktur. Sizin karşılaştığınız tüm engelleri kıracağız.”
…….
“ En önemli feyizli görevlerimiz, milli eğitim işleridir. Milli eğitim işlerinde mutlaka muzaffer olmak lazımdır. Bir milletin gerçek kurtuluşu ancak bu suretle olur. “
……
“ Eğitimdir ki, bir milleti ya hür, bağımsız, şanslı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder.” 

.. diyerek; eğitime verdiği önemi belirtiyordu. Böylesi yaşamsal önemle başlayan eğitim atılımları kısa sürede de karşılığını buldu :

– 10 yılda, TÜRK MUCİZESİ böyle yaratıldı.
– 1929 Dünya ekonomik bunalımı bu bilinçle atlatıldı.
…..
1 Kasım 1928’de TBMM’de “Türk Harfleri Hakkında Kanun“ kabul edildi. Ve HARF DEVRİMİ, BİZZAT GAZİ M. KEMAL ATATÜRK ÖNDERLİĞİNDE BAŞLATILDI.
Yurtta geniş bir okuma – yazma seferberliğine girişildi. Bakanlar Kurulu da, 11 Kasım 1928’de M. Kemal’e “MİLLET MEKTEPLERİ’NİN BAŞÖĞRETMENİ” ünvanını verdi. Bu unvan, 24 Kasım 1928’de; Millet Mektepleri Talimatnamesi’nin yayınlanması ile resmileşti. Bu tarihin Gazi M. Kemal Atatürk’ün 100. doğum yılı 1981’de, ülke çapında ÖĞRETMENLER GÜNÜ olarak kutlanması kararlaştırıldı.
…..
1966’da Paris’te “Öğretmenlerin Statüsü Hükümetlerarası Özel Konferansı“ gerçekleştirilmişti. Bu konferans sonunda UNESCO ve ILO temsilcilerine statü tavsiyesi oybirliği ile kabul edilmişti. Bu durum 1994 yılında UNESCO’nun önerisine dönüşerek, 5 EKİM DÜNYA
ÖĞRETMENLER GÜNÜ olarak ilan edildi.
……
“Fikri, vicdanı, irfanı hür nesiller yetiştirme” gibi çok önemli, kutsal bir meslek olan öğretmenliğin, omuzlarında büyük sorumluluk varken; mesleğini özgür, ekonomik sıkıntısız, kendini sürekli yenileyen, aydınlanan ve aydınlatan, saygın bir konumda bulunması gerekir.
Bu nedenlerle; ÖĞRETMENLER GÜNÜ;
* Eğitim ve Bilim Emekçileri Günü olarak anılmalıdır.
* Eğitim ve Bilime emek verenlerin sorunlarının tartışıldığı, çözüme ulaştırıldığı bir gün olmalıdır.
* Dünyadaki tüm eğitim ve bilim emekçilerinin uluslararası birlik, mücadele, dayanışma günü olmalıdır.
* Aynı gün -elbette ki her zaman- ülkenin, eğitim sorunlarının tartışıldığı, çözümlerin araştırılıp bulunduğu gün olmalıdır.
……
Oysa;
Ülkemizde bugün; eğitim ve bilim emekçilerinin sorunları çoktur. Ana okulundan, üniversitelerimize dek okulların, öğrencilerin, dolayısıyla velilerinde sorunları çoktur.
Özetle; Ülkemizde bir eğitim sistemsizliği vardır.
Neredeyse her yıl bir sistem değişmektedir. Öğrenciler, okula başladığı sistemle, okulunu bitirememektedir. Öğretmenlik bir meslek olmaktan çıkarılmıştır. Öğretmen liseleri
kapatılmıştır.

  • Eğitimimiz; bilimsellikten, laiklikten, kesintisiz olmaktan, istihdama dönüklükten, karma ve eşit, parasız ve nitelikli olmaktan uzaklaşmıştır.
  • Müfredat, ders kitapları içerikleri çağdışı, Cumhuriyet değerlerine hakaret edici bilgilerle doludur.
  • Okullar, tarikat ve cemaatlerin ön bahçesine dönüşmüştür.
  • Liyakat terkedilmiş, okulların yöneticilerinin tümü yandaş bir sendikanın adamlarından oluşturulmuştur.
  • Neredeyse her okula bir İmam Hatip okulu yerleştirilmiştir.
  • Öğretmenler; kadrolu, sözleşmeli, ücretli.. vb. sıfatlarla ayrıştırılmıştır.

Sınıflar hala kalabalıktır. (AS: Ortalama 22 öğrenci +1 öğretmen)

Okul türleri -özellikle düz liseler kapatılınca- çoğalmış, okullar arası uçurum fazlalaşmıştır.
* Okullarda, öğretmen ve öğrencinin yararlanabileceği materyal eksikliği çoktur.
* Köy okulları kapatılmıştır.
* Özel okul sayıları artmış, eğitim ticarileştirilmiştir.
* Devletin ana okulu sayısı çok azdır.
……
Saymakla bitmez.. sorunlar yumağı eğitimimiz…
Oysa Atatürk neler diyor, neler bekliyordu?
“ Ulusumuzun geleceğini yoğuran bilim, kültür (irfan) ordusudur.”
“ Öğretmen kandile benzer, kendini tüketerek başkalarına ışık verir.”
“ Gençleri yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın – kültürün – müspet
fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Her fikirler
uygulama mevkiine konduğu vakit Türk milleti yükselecektir.”
……
Ne yazık ki, sıralanan olumsuzlukların daha da fazlası üniversitelerimizde vardır. Rektör atamalarından, bilimsellikten uzaklaşmaya, liyakatsizliğe, adrese teslim kadro ilanlarına, dünya
üniversiteler sırlamasında bırakalım 500’ü ilk 1000’de bile yer alamayışlarına.. değin bir çöküş vardır.
……
Oysa…. sayılara bakalım.. Okul öncesi, ilk, orta ve liselerde;
Öğretmen sayısı : 1.117.686
Öğrenci sayısı : 18.241.881
Üniversitelerde;
Öğretim Görevlisi sayısı : 175.000
Öğrenci sayısı : 7.940.133
…..
DEVASA BİR EĞİTİM ORDUSU
Ama, eğitimci mutsuz, öğrenci gelecekten umutsuz. Bu böyle gitmez.. gidemez..
Böylesi bir devasa eğitim ordusu heba edilemez, edilmemeli..
…….
* Bilimsel, çağdaş, nitelikli, kesintisiz, parasız, eşit, karma, istihdama dönük, yetenek ve becerilere uygun bir eğitim sistemini yaşama geçirmek çok zor değil. Yeter ki niyetiniz olsun.
Örnek Gazi M. Kemal Atatürk!
“O“ en zor koşullarda bunu başardı.
* Ana okulundan üniversite sonuna dek her şeyi planlanmış, hiçbir bireyi dışarıda bırakmayacak, teknolojik gelişmelerin devreye girmesi dışında değiştirilemeyecek, müdahale edilemeyecek, insanların yetenek ve becerilerine göre meslek sahibi yapılacağı EĞİTİM SİSTEMİ, hem insanı
mesleğinde mutlu edecek, hemde ülke kalkınmasına, istihdama katkı sağlayacaktır.

Öğretmenler Günleri, bunları sağlayacak adımların atıldığı günler olmalıdır.
Öğretmenlik mesleği “kutsal“ dır, önemlidir. Bu nedenle öğretmen yapılacaklar, Öğretmen liselerine seçilerek alınmalı, buralarda mesleğin en ince noktalarına dek sıkı eğitimden
geçirildikten sonra Öğretmen Akademilerine gönderilmelidir. Bugün ne yazık ki böyle bir sistem yoktur. Dolayısıyla, öğretmenlik bir “meslek“ olmaktan çıkarılmıştır.

Öğretmenlik Meslek Kanunu ivedilikle çıkarılmalıdır.
Öğretmenlerin bugün özgürece örgütlenebilme, sürekli kendini yenileyebilme, ekonomik, meslekte yükselebilme, yöneticilerini seçebilme, müfredat, ders kitapları, bilimsel ve çağdaş eğitim… sorunları vardır.
Sorunların çözümünde niyeti olanlar önce M. Eğitime ayrılan bütçenin en yüksek düzeye getirilmesiyle işe başlamalıdır.

Özetle.. Milli Eğitim’de bir DEVRİM gerçekleştirilmelidir.
Son söz.. Gazi M. Kemal Atatürk’ten öğretmenlere olsun :

  • “Öğretmenler her fırsattan yararlanarak halka koşmalı, halk ile beraber olmalı ve halk, öğretmenin çocuğa yalnız alfabe okutur bir varlıktan ibaret olamayacağını anlamalıdır.”
    ……
    Öğretmenler Günü Kutlu Olsun!

    Başöğretmen Gazi M. Kemal Atatürk’e saygı ve sevgiler kucak dolusu olsun!

Demokrasiden nefret ediyorlar…

Zafer ARAPKİRLİZafer ARAPKİRLİ 

Zafer ARAPKİRLİ – Demokrasiden nefret ediyorlar… (krttv.com.tr)
22 Kasım 2021,

Her ne kadar bizim satılık – kiralık – devre mülklük liboş tayfası mevzuya uyanmasa da, daha iktidara bile gelmeden önce de “Dava’nın önderi” kendi ağzı ile söylemişti:

  • “Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz.”

Bu sözü hatırlattığımızda bile, bu Cumhuriyet’i yıkım ekibinin” payandalığını yapan aymazlardan gelen “Niyet okuyorsunuz” suçlamalarına muhatap oluyorduk. Oysa, çok belirgindi durum. Referansları; çağdaş dünya, çağdaş bilim, hukuk ve demokrasi olmayanların, tam tersine 2000 yıllık dogmalar olanların başka türlü düşünebilmesi mümkün değildi. Biat kültürünü iliklerine kadar sindirmiş ve birilerine itaat ve boyun eğme üzerine kurulu dünya görüşleri gereği, demokrasiye ve çağdaş parlamenter demokrasiye inançlarının “sıfır” olduğunu görmemek için kör olmak gerekiyordu.

Nitekim, daha gelir gelmez kazma ve küreği ellerine alıp, buldozerlerin direksiyonuna geçip Cumhuriyet’in bütün kalelerini, olağanüstü bir nobranlıkla, olağanüstü bir hoyratlıkla ve acımasızlıkla yıkmaya başladılar. Muhalefette iken “Milli irade, milli irade” diye bas bas bağırıp,  “seçilmişlerin atanmışlara karşı üstünlüğünü savunuyoruz” yalanları ile milleti kandırırken, seçilir seçilmez kendi “yandaş bürokrat ordularını” ve hatta “parti teşkilatlarını” Milli İrade’nin üzerine çıkarma çabalarına başladılar.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nin Kurtuluş Savaşı yıllarında bile “Tek Adam”dan ve “Başkomutanlık”tan daha üstün olduğu gerçeğini unutmak ve unutturmak için ellerinden ne gelirse yaptılar.

Aradan geçen 19 yıl içinde de önce Parlamento’nun denetim gücünü kademe kademe ortadan kaldırıp, Anayasa değişikliği sürecinde “küfür kâfir, dayak ve sopa ile kanun maddeleri geçirerek” kanıtladıkları üzere, sonuçta “rejim değişikliği”ni de gerçekleştirip “Anti –  Demokrasi”nin bayrağını, Ankara Kalesi’nin burçlarına mecazen diktiler.

Bu politika ile pratikte Parlamento, artık 600 milletvekilinin sembolik olarak girip çıktığı, sembolik olarak el kaldırıp indirdiği ve bir demokrasinin vazgeçilmez şartı olan “denetim” görevini yapamaz olduğu bir organ haline getirildi.

  • Yasa metinlerinin, biatçı Saray kurullarınca hazırlandığı ve TBMM’ye gönderilerek doğru dürüst tartışmaya bile izin verilmeden onaylatıldığı bir dönem açıldı.

Özellikle bu yılın bütçe sürecinde tanık olduğumuz şekilde, artık “iyice muhalefeti umursamayan” bir iklime büründü yasama süreci.

İçişleri Bakanlığı’nın bütçesi görüşüldüğü sırada bu sabah Komisyon toplantısında yaşananlar, bu anlattıklarımın somut bir kanıtı niteliğindeydi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile ana muhalefetin grup başkanvekili Engin Özkoç arasında yaşanan sert polemik sırasında, Komisyon başkanı AKP’li Cevdet Yılmaz‘ın aldığı tavır, kelimenin tam anlamıyla ibretlikti.

Oranın Meclis, konuşanların milletvekili, bütçeyi savunması ve hesap vermesi gerekenin (S. Soylu)  de (yeni rejimin statüsü gereği) “Saray’ın bir bürokratı” statüsünde olduğu gerçeğini unutarak, Komisyon başkanı adeta milletvekillerine (bu arada Sayın Özkoç’a) “Amma uzattınız ya. Çok konuşuyorsunuz. Kesin artık tatavayı da, onaylayın. İşimiz gücümüz var” kabilinden ayar vermeye çalışıyordu.

Ana muhalefet sözcüsü Özkoç, iktidarın ve onun İçişleri Bakanı’nın “Suç çeteleriyle içli dışlı ilişkilerinden tutun da, uyuşturucu kaçakçılarının üzerine gitmemesini, ana muhalefet liderine yönelik linç girişimine sessiz kalmasını, terör örgütü üyelerine vatandaşlık verilmesini, mafyadan 10 bin dolar alan bir siyasetçiden ima yoluyla söz ettikten sonra bir türlü adını açıklamamasını, bunları dile getirenleri (mesela sayın Özkoç’u) de soruşturmaya uğratmasını” tek tek hatırlattı ve eleştirdi.

Ama salonun asayişini koruma ve muhalefetin en azından (oy gücü yetmese de) sesini duyurmasını sağlama görevini haiz Komisyon başkanı, usul tartışması açarak “mevcut konuşma sürelerini bile kısıtlama yoluna gitmeyi” yeğliyordu. Bir yandan da, İçişleri Bakanı Soylu’nun salona (nedense) düzinelerle koruması eşliğinde gelip gitmesini ve salonda bunlarla birlikte durmasını eleştirenlere de kulak asmıyordu.

Demokrasi bir kez daha ayaklar altına alınıyor, parlamenter rejimin vazgeçilmezi olan “parlamento zemininde denetim ve hesap sorma” ilkesi, iyice mezara gömülüyordu.

Bütün bunların “gidiyor, gitmekte olan” anlayışındaki bir iktidarın son çırpınışları olduğunu görmemek mümkün değil tabii. Sandığın ortaya koyulduğu günün bu iktidarın “fiilen” son günü olacağını, “ruhen” ise o “son günün” zaten çoktan yaşandığını bilmek – görmek için büyük bir siyaset bilimci, bir dâhî veya bir kâhin olmaya gerek yok.

Ekonomiden sağlığa, dış politikadan eğitime, hukuktan çevre politikalarına kadar her alanda iflas etmiş, miadını doldurmuş olan “AKP rejimi” son günlerini yaşarken, gider ayak iyice hırçınlaşarak “kırmadan dökmeden gitmez bunlar” öngörüsünde bulunanları âdeta mahcup etmemeye, haklı çıkarmaya uğraşıyor.

Son günlerde konuşan rejimin her düzeyde sözcüleri, MKYK üyelerinden eski bakanlara, milletvekillerinden parti kademelerinde her düzeyde emir erine, yandaş ve besleme kalemlerine kadar hemen hepsi bunun fevkalâde farkındalar ve fevkalâde hırçın bir dile başvurmuş durumdalar.

Bu durumda muhalefete olağanüstü soğukkanlı ve vakur biçimde mücadeleyi sandığa kadar sürdürmek kalıyor. Ama en önemli görevlerinin, iktidar el değiştirdiğinde demokrasiye ve Cumhuriyet’e yönelik bu “Yıkım harekatının” hesabını mahkemeler önünde mutlaka sormak olduğunu unutmadan.

Eğer bu dediğim yapılmaz, yani mahkemede hesap sorma görevi yerine getirilmezse, bu virüs (Covid’in varyantları gibi) bu topraklarda yeniden baş gösterir ve yeniden can almaya devam eder. Asırlar boyu da hortlayarak bu işlevini sürdürür. Bunun adı genellikle bu ülkede olumsuz ve sevimsiz bir kavram olarak kullanılan “Devr-i sabık” değil, bunun adı “Demokrasinin gereğinin yerine getirilmesi”dir.

Hukuk en iyi ilacıdır bunun. Sağlam, sağlıklı ve demokrasiyi özümsemiş hukukçuların elinde bir hukuk, tabii ki.

Halil Çivi şiiri : …HAYALİM VAR

ŞİİR KÖŞESİ..

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

…HAYALİM VAR

Duyun dostlar, duyun canlar,
Benim de bir hayalim var.
Haksızlıktan usananlar,
Benim de bir hayalim var.
Xxx
Akıl, bilim gelsin diye,
Halk her şeyi bilsin diye,
Demokrasi olsun diye,
Benim de bir hayalim var.
Xxx
Geçim derdini silmeye,
Adil bir toplum olmaya,
Herkesi eşit bilmeye,
Benim de bir hayalim var.
Xxx
Bulanmadan akmak için,
Cehaletten çıkmak için ,
Özgür fikir ekmek için,
Benim de bir hayalim var.
Xxx
Savaş sona ersin diye,
Millet huzur görsün diye,
Kardeşlik boy versin diye ,
Benim de bir hayalim var.
Xxx
Çağdaş demokrasi için,
Adil bürokrasi için ,
Mazlumların sesi için,
Benim de bir hayalim var.
Xxx
Arı gibi çalışmaya,
Kardeş gibi bölüşmeye,
Uygarlıkta buluşmaya,
Benim de bir hayalim var.
Xxx
Fabrika çok olsun diye,
İşsizlik yok olsun diye,
Yoksullar tok olsun diye,
Benim de bir hayalim var.
Xxx
Umut tohumu ekmeye,
Korkuları yok etmeye,
Gönülleri pak etmeye,
Benim de bir hayalim var.
Xxx
Hak, hukuk dirilsin diye,
Karşı devrim solsun diye,
Cumhuriyet kalsın diye,
Benim de bir hayalim var.
Xxx
Irkçılıktan çark etmeye,
Bağnazlığı terk etmeye,
Adalete park etmeye,
Benim de bir hayalim var.
Xxx
Barış, huzur gelsin diye,
Herkes mutlu olsun diye,
Yaşamdan zevk alsın diye,
Benim de bir hayalim var.
Xxx
Irkı, dini tek bilmeye,
Düşmanlıkları silmeye,
Sevgide karar kılmaya,
Benim de bir hayalim var.
Xxx
Makam, şöhret, servet için,
Cebir, şiddet, nefret niçin,
Halil Çivi der halk için,
Benim de bir hayalim var.
Xxx

 

Prof. Dr. Halil Çivi
15 Kasım 2021
Çiğli / İZMİR

TÜRKİYE’DE ATATÜRK VE CUMHURİYET KARŞITLIĞININ SOSYOLOJİK NEDENLERİ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

TÜRKİYE’DE ATATÜRK ve CUMHURİYET KARŞITLIĞINİN SOSYOLOJİK NEDENLERİ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Atatürk’ü anma haftasını geride bıraktık… Kurtuluş Savaşımızın büyük lideri, Cumhuriyetimizin kurucusu, çağdaş ve laik Türkiye‘nin mimarı, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürkün bedensel olarak aramızdan ayrılışının 83. yılı. O her ne denli fiziksel, biyolojik olarak aramızdan ayrılsa da, manevi (AS: tinsel) ve özellikle fikri (AS: düşünsel) olarak kendi Ulusunun yüreğinde ve beyninde sonsuza dek yaşamayı sürdürecektir. Mekânı cennet ve ruhu şad olsun.

Bana en sık sorulan sorulardan biri, “Hocam Atatürkçülük nedir; Kemalizm Atatürkçülükten farklı mıdır?” şeklindedir. Kanımca doğru ve bütüncül düşündüğümüz zaman aralarında bir fark yoktur. Yani Kemalizm = Atatürkçülüktür.

Kısa ve öz olarak;

  • Özgür aklın ve çağdaş bilimin verilerini doğru biçimde, devlet ve halk yararına kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve Türk Ulusunu sürekli olarak demokratikleştirme ve çağdaşlaştırma rotasında yükseltme hedefinden hiç sapmadan yürüme ülküsüne Atatürkçülük denir.”

Büyük bilim insanı, fizik profesörü, rahmetli Erdal İnönü‘ye demiştim ki;

  • “Hocam doğru ve bilimsel fikirler ölmez, gericilik er geç yok yok olmak zorunda değil mi?”

O da bana;
Halil Hocam unutma, yanlış, cahil bıraktıran, gerici çağdışı fikirler de ölmüyor; her devirde yeni şekil ve kılıflara bürünerek tekrar ve tekrar ortaya çıkıyorlar.” Çok doğru, eğer çağdışı fikirler mezara gömülebilseydi gerici karşı devrim hareketleri olmazdı…

Çok değerli uzman ve çağdaş tarihçimiz Sayın Sinan Meydan, 8 Kasım 2021 tarihli Sözcü Gazetesinde yayınlanan “Yaşayan Atatürk” konulu makalesinde, “Atatürk yaşamıyor olsa, birilerince her gün yeniden öldürülmek istenir miydi hiç?” diye yazmıştı. Bu cümledeki yaşamaktan kasıt Atatürk‘ün evrensel ve bilimsel fikirleri kurmuş olduğu Cumhuriyet ve çağdaş eserleridir.

Doğal olarak, Atatürk‘ün bedeni de herkes gibi ölümlüdür.
Aslında Atatürk karşıtlarının hedefinde O’nun akıl ve bilim temelli cehaleti yok edici ve toplumu çağdaşlaştırıcı fikirleri ve kurmuş olduğu demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti ve bu Cumhuriyetin halkın hizmetine sunduğu ekonomik ve kültürel eserler ve kurumlardır.

Peki bu bir yüzyıllık Atatürk, Cumhuriyet ve devrim karşıtlığı nereden, hangi sosyo – kültürel ve ekonomik nedenlerden kaynaklanmış olabilir? Kişilerden bağımsız olarak, bazen kine, nefrete ve hatta düşmanlık sınırına varan bu Atatürk karşıtlığının tarihsel – sosyolojik nedeni ya da nedenleri neler olabilir?

Bu sorunun yanıtını bulabilmek için Osmanlı Devleti’nin klasik (Yükselme ve duraklama dönemleri) dönemdeki toplumsal örgütlenme modelini iyi anlama ve bu modelden Cumhuriyete aktarılamayan ilmiye sınıfının kurumsal yapısına bakmak gerekir.

Eğer Sultan ve Halk hesaba katılmazsa Osmanlı Devlet yapısının 3 ana sınıftan oluştuğu görülür.

1- Kalemiye Sınıfı. Osmanlı bürokrasini yürüten sınıftır. Sadrazamlar dahil, çoğunlukla devşirilmiş Hıristiyan asıllı görevlilerden oluşur.

2- Seyfiye Sınıfı. Yani ordu örgütü. Seyf  kılıç, seyfiye de kılıç ehli yani ordu demektir. Yeniçeriler, sipahiler (atlı askerler) ve denizcilerden oluşan bir ordu vardır.

3- İlmiye Sınıfı. Başta, önce Kazasker, sonra Şeyhülislam olmak üzere tüm din uleması bu sınıfa mensuptur. Kadılar, müftüler, müderrisler, imamlar, mollalar, şeyhler, tarikat ve cemaat yöneticileri… hep ilmiye sınıfına aittir. İlmiye sınıfının 3 ana görevi:

A- Fetva makamıdır. Padişah bile bazen Şeyhülislamın fetvasına muhtaçtır.
B- Yargı makamıdır. Osmanlı şer-i yargısı kadılar eliyle yürütülür.
C- Eğitim makamıdır. Başta medreseler olmak üzere ülke ve halk eğimi ilmiye sınıfına aittir.

Peki Cumhuriyet kurulunca ne oldu? Çok kestirmeden giderek şu Sosyolojik sonuca ulaşabiliriz:
Kalemiye Sınıfı Cumhuriyet bürokrasisine dönüştü. Seyfiye sınıfı Cumhuriyet Ordusu oldu. İlmiye sınıfının ise devletle, merkezi yönetimle bağı koptu.

A- Saltanat ve Halifelik kaldırıldı. Devlet laikleşti. Fetva makamına gerek kalmadı.

B- Yargı sivilleşti ve laikleşti. Şer’i hukuk kaldırıldı. Kadılık kalktı. Yargı dinden ve devletten bağımsızlaştı. Anayasal düzen geldi.

C- Eğitim ve öğretim hem laikleşti ve hem de Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) tekeli geldi. Din odaklı eğitim yerini akıl ve bilim odaklı eğitim sistemine bıraktı. Medreselerin yerini üniversiteler aldı.

Kıssadan hisse                             :
İlmiye ya da din uleması sınıfı mensupları Cumhuriyetle birlikte, ayrıcalıklarını, makamlarını ve kazançlarını yitirdiler.

Sonuç              :
İstisnalar hariç (AS: Ayrıklar dışında), din uleması geçinenlerin, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlıkları dinsel değil, sınıfsaldır. Maddi temellidir. Ancak bu maddi temel özellikle cahil bırakılmış halkı kandırmak için dinle temellendirilmektedir.

Atatürk diyor ki :

  • “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz.”

Son saptama; eğer siyaseti dine ya da dini siyasete katarsanız hem din ve hem de siyaset bozulur. Günümüzdeki halkın bilinç düzeyi yeterince yükselmiştir. Artık toplum Ata‘sına kuvvetle sahip çıkıyor. Gereğini yapmak yani akla ve bilime daha sıkı sarılmak koşuluyla kötümser olmaya gerek yoktur.

O, GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

ŞİİR KÖŞESİ…

O, GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

O, Türk ulusunun en büyük ve dahi insanı,
O, Türk ordusunun ebedi ve baş komutanı,

O, İzmir ve İstanbul’un ikinci yüce fatihi,
O, yerel ve evrensel barışın ulu bir dahisi,

O, Türkiye’nin kurtarıcısı en büyük asker,
O, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş önder,

O, vatanda ve Lozan’da sonsuza dek seda,
O, Altı Ok’lu ulusal ülküyü yaratmış deha,

O, uzayda yürüyüşü seksen üç yıl önce gören en yüce bir kahin.
O, uygarlığa ve demokrasiye her dem kanat açmış ulu bir şahin.

O, Hayatta En Gerçek Yol Gösterici Bilimdir diyen büyük bir bilge,
O, Gelecek Göklerdedir sözü ile gök bilim tarihine geçmiş bir simge,

O, yurt ve dünyaca asla unutulmayacak ve her an anılacak mucize Türk.
O, tüm evrence sevilen ve sayılan Gazi Mareşal Mustafa  Kemal Atatürk.

 

 

Gönül Pınar Atacı
10 Kasım 2015

ÇOCUKLARIN TUTUKLU YARGILANMALARINA SON VERİLSİN

ÇOCUKLARIN TUTUKLU YARGILANMALARINA
SON VERİLSİN

31 Ekim 2021 itibariyle Türkiye hapishanelerinde 1.347 tutuklu çocuk bulunuyor. 566 hükümlü çocuğun ise cezaları, COVID-19 izniyle hapishane dışında infaz ediliyor. Tutuklu çocuklar, çocuk ve gençlik kapalı ceza infaz kurumlarında ya da yetişkin kapalı ceza infaz kurumlarının çocuk koğuşlarında tutulmaya devam ediyor.

Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme (BMÇHS), bir çocuğun tutuklanmasının
başvurulacak en son yöntem olması ve bunun en kısa süreyle uygulanmasını devletlere bir yükümlülük olarak verirken,  Türkiye’de tutuklu çocukların sayısı, tüm zamanlarda hükümlü çocuklardan daha fazla olmuştur ve çocuklar, kimi suç tiplerinde veya kanun yollarına giden dosyalarda çok uzun süre tutuklu yargılamalarla karşılaşmaktadır.

Çocuk Koruma Kanunu, öngördüğü koruyucu ve destekleyici tedbirlerin suçla ilişkilenen çocuklar hakkında da uygulanmasını düzenler. Buna karşılık çocuklar, yeterli risk ve ihtiyaç analizi yapılmaksızın ve etkin tedbirler uygulanmaksızın tutuklanmaktadır. Bu da suçtan uzaklaşmalarının aksine bir sonuç doğurmaktadır.

  • Onarıcı adalet, çocuklar için yerini cezalandırıcı adalete bırakmıştır.

Tutuklu çocukların aileleriyle ve dış dünyayla kurdukları sınırlı iletişim, hapishanede erişebildikleri sınırlı sosyal ve kültürel etkinlikler, eğitim-öğrenim ve sağlıklı gelişim hakkının önündeki engeller pandeminin getirdiği sınırlılıklarla eskisinden çok daha olumsuz koşullar yaratmaktadır. Çocuklar, bir yılı aşkın süredir bu olağan dışı tecrit şartlarında tutulmaktadır. Tecridin sonucu olarak tetiklenen şiddet ve bu şiddetin önlenmesi adına (AS: için) yapılan çalışmaların bağımsız izleme mekanizmaları tarafından denetlenemiyor olması, en büyük endişelerimizden biridir.

Pandemi döneminde hükümlü çocukların izinli sayılarak cezalarını denetimde – kurum dışında
geçirmeleri, bu durumdan yararlandırılmayan tutuklu çocukların ceza almayı göze alarak haklarındaki yargılamanın bir an önce bitmesini istemelerine sebep olmaktadır; haklarındaki ceza kesinleştiğinde, hükümlü sıfatıyla tahliye olabileceklerdir. Bunun anlamı, çocukların savunma haklarından vazgeçtikleri, bir diğer deyişle uygulamanın çocukların adil yargılanma haklarını ihlal ettiğidir.
Ceza adalet mevzuatı çocuklar için BMÇHS ve evrensel insan haklarını ihlal eden pek çok düzenlemeye sahipken günümüzdeki uygulama, bizi bu ihlallerin daha ağır boyutlarla yaşandığı sonucuna götürmektedir.

Çocuk tutukluluklarına son verilmesi, adalet sisteminin öncelikli meselelerinden biri olmalıdır!
Tutuklama, bir cezalandırma aracı olarak çocukların karşısına çıkmaktadır. Hapishane koşullarından dolayı pek çok ek –sosyal hayattan uzaklaştırılma ve disiplin cezaları gibi– yaptırım da bu cezalandırmaya eklenmektedir. Çocukların duygusal ve fiziksel olarak sağlıklı gelişimlerinin sağlanabilmesi için hemen bu gün harekete geçilmelidir.

TUTUKLAMANIN BAŞVURULMASI GEREKEN SON YÖNTEM OLDUĞU VE EN KISA SÜREYLE UYGULANMASI GEREKTİĞİNE DAİR BAĞLAYICI DÜZENLEMELERE UYULARAK TUTUKLU ÇOCUKLAR, GÜVENLİ BİR ŞEKİLDE TAHLİYE EDİLMELİ VE HAKLARINDA KORUYUCU VE DESTEKLEYİCİ TEDBİRLER UYGULANMALIDIR.
ÇOCUKLARIN BİR DAHA SUÇLA İLİŞKİLENMEMESİ İÇİN YAŞAMDAN SOYUTLANARAK HAPSEDİLMELERİ YERİNE AİLE VE SOSYAL HİZMETLER BAKANLIĞI VE MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞIYLA, SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİYLE, ALANDA FAALİYET GÖSTEREN MESLEK ÖRGÜTLERİYLE VE ELBETTE ÇOCUKLARLA ORTAK ÇÖZÜMLER ARANMALI, ÇALIŞMALAR YÜRÜTÜLMELİDİR.
TAHLİYELERİ TAMAMLANANA KADAR ÇOCUKLAR, TECRİTİN DOĞURDUĞU OLUMSUZ ETKİLERDEN KORUNMALIDIR. AİLELERİNE, ARKADAŞLARINA, AVUKATLARINA, SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNE, BAĞIMSIZ DENETİM MEKANİZMALARINA, EĞİTİM VE OYUN MATERYALLERİNE, SAĞLIKLI GIDAYA VE SAĞLIK BİRİMLERİNE ERİŞİMLERİNİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER KALDIRILMALI VE ÇOCUKLAR BURALARA ERİŞMELERİ İÇİN DESTEKLENMELİDİR.

ÇOCUKLARIN ÜSTÜN YARARI VE İYİLİK HALİ
ADALET SİSTEMİNİN HER AŞAMASINDA GÖZETİLMELİ, ÇOCUK TUTUKLULUKLARINA KALICI OLARAK SON VERİLMELİDİR.
TUTUKLAMA YERİNE RİSK VE İHTİYAÇLARA GÖRE GELİŞTİRİLECEK ADLİ KONTROL UYGULAMALARI İLE ÇOCUKLARIN KORUNMASI VE DESTEKLENMESİ SAĞLANMALIDIR.
HÜKÜMLÜ ÇOCUKLAR İÇİN CEZALANDIRICI UYGULAMALAR DIŞINDA HAPSETMENİN ALTERNATİFLERİ, SALGIN ÖNLEMLERİNDEN SONRA DA ASIL YÖNTEM HALİNE GELMELİDİR.

  • BİR ÇOCUĞU HAPSETMENİN ONARICI HİÇBİR YÖNÜ YOKTUR.

****
İMZACI KURUMLAR (Alfabetik sırayla)

1- Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği
2- Çocuk İşçiliğini İzleme ve Önleme Derneği
3- Çocuk ve Bilgi Güvenliği Derneği
4- Diyarbakır Barosu Çocuk Hakları Merkezi
5- Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim
6- Genç Düşünce Enstitüsü
7- Görülmüştür Kolektifi
8- Hak İnisiyatifi Derneği
9- Halk Sağlığı Uzmanları Derneği
10- İnsan Hakları Derneği Çocuk Hakları Komisyonu
11- İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi
12- İnsan Hakları Gündemi Derneği
13- İzmir Barosu
14- Özgürlüğünden Yoksun Gençlerle Dayanışma Derneği
15- Özgürlük İçin Hukukçular Derneği
16- Özgürlük İçin Hukukçular Derneği İstanbul Şubesi
17- Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası
18- Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği İstanbul Şubesi
19- Tarlabaşı Toplumunu Destekleme Derneği
20- Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği
21- Türk Tabipleri Birliği İnsan Hakları Kolu
22- Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı
23- Türkiye İnsan Hakları Vakfı

‘Bu can bu bedenden çıkmadan…’

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 19 Kasım 2021

 

Artık bir “Türkiye Klasiği” haline getirdiler olayı.

Birinci perde: Bir yabancı din adamı, bir gazeteci, bir turist. Mesleği hiç fark etmiyor. Casusluk yaptığı gerekçesi ile gözaltına alınıp oradan da tutuklanır ve cezaevine yollanır. Hakkında, en yetkili ağızlardan, “terörist”ten başlayıp “casusluğa” kadar devam eden en ağır ve zehir zemberek iddialar kamuoyu ile paylaşılır.

İkinci perde: Hüküm giymeden, hakkında oluşturulan algı ile adeta “idamlık mahkûm” gibi kaderini merak eden bu kişinin vatandaşı olduğu ülke yönetimi “derhal serbest bırakılmasını” ister. Sert bir karşılık görür. Türkiye’nin en tepelerinden “Bu can bu bedende olduğu müddetçe o şahıs asla bırakılmayacak” mealinde bir “meydan okuma demeci” yayımlanır. Bu cümleyle 180 derece zıt bir içerikle, “bu memlekette yargının bağımsız olduğu ve kimsenin karışamayacağı” yalanı da buna eklenir.

Üçüncü ve son perde: Akabinde, havaalanlarımızdan birinden kalkan bir özel uçakta, VIP bir yolcu, sessiz sedasız ülkesine dönmektedir. Aynı dakikalarda, yabancı ülke yöneticilerinden manidar bir “Teşekkür mesajı” yayımlanmaktadır.

Bu oyunun kim bilir kaçıncı kez “yeniden sahnelenişini”, İsrailli “casus” karıkoca olayında yaşadık. Yaklaşık bir hafta sürdü komedi. Komedi diyorum, çünkü İsrail hükümeti ya da dünyanın en sofistike gizli servisinin, hem de bu devirde, ellerinde cep telefonu ile Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın evini tespit etmek üzere Çamlıca Kulesi’nin tepesine adam yollayacağını (o “ajanların” da kule restoranın garsonlarına enseleneceğini) düşünen kafanın kendisi “ucuz bir komedidir”. Aslında güldüremeyen, kendisini acınır duruma düşüren bir komedidir.

Öylesine acıklı bir tablo ki bu, içeride “üç beş tane anti-gâvur, anti-İsrail, zenofobik” oy devşireceğim ve “dik duran liderlik” rolü oynayacağım diye, dışarıya rezil olmaktan başka bir işe yaramıyor.

Bıkmadılar, aynı tiyatroyu tekrar tekrar oynamaktan.

Bıkmadılar, önüne geleni “casus” ya da “terörist casus” ilan etmekten.

Bıkmadılar, ülkemizin itibarını beş paralık edip ayaklar altına almaktan.

Bir bitin artık.

TL’NİN ÖNLENEMEYEN ERİYİŞİ

Faizi Düşürünce Ne Oldu?

HakkımdaDr. Mahfi EĞİLMEZ

Kasım 20, 2021
Faizi Düşürünce Ne Oldu? (mahfiegilmez.com)

Enflasyon, faizden önceki aşama olduğu için faiz, ilk bakışta enflasyonun sonucu gibi görünür ama aslında enflasyon da faiz de başka şeylerin sonucudur. O nedenle çözümü bulabilmek için zincirin ilk halkasına kadar geri gitmek gerekir. Son yazılarımda sıkça kullandığım şemamı bir kez daha yazayım:

Görüleceği gibi faizi yükselten şey aslında ülke riskinin yükselmesiyle başlayan zincir reaksiyonlardır. Ülke riskinin yüksek olduğunu anlamak için bakılması gereken gösterge CDS primidir. Bu prim 300 baz puanın üzerindeyse ülke aşırı riskli demektir. Türkiye’nin CDS primi 411’dir. Bu oranla Türkiye, dünyanın en riskli birkaç ülkesi arasındadır. Bu zincir reaksiyonların çözümü için en başa gidip riski düşürmeye çalışmakla başlamamız gerekirken biz tam tersini yaparak sondan başlıyoruz ve faizi indiriyoruz. Bakın sonra ne oluyor?

Kurun ve enflasyonun yüksek olduğu ve daha da yükselmeye eğilimli olduğu bir ortamda faizi düşürünce riskleri yükseltmiş oluyoruz ve kurlar yükseliyor sonra şemadaki reaksiyonlar tekrar devreye giriyor, enflasyon yükseliyor. Grafik 2019 başından bugüne kadar Merkez Bankası Politika Faizi (MBPF) ile USD/TL kuru arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Merkez Bankası ne zaman faizi indirmişse kur yükselmiş. Kur yükselişi, ithal girdiler üzerinden giderek maliyetleri ve fiyat artışlarını tetikliyor ve sonuçta enflasyon da artıyor. 2019 başından bu yana görünüme baktığımızda hep aynı hatayı yaparak kısır döngü içinde kaldığımız açıkça görülüyor. Bu sefer de öyle olacak. Bir noktada faizi tekrar yükseltmek zorunda kalacağız.

Bir sorunun çözümü için o sorunu yaratan şeyin ne olduğunu bulmak gerekir. Sürekli başı ağrıyan bir kişi kendi kendine ağrı kesici alarak sorunu geçici olarak çözebilir. Ama doktora gidip gerekli tahlilleri ve tetkikleri yaptırdığında sorunun yüksek tansiyon kaynaklı olduğu anlaşılırsa o zaman tansiyon ilacı ağrı kesicinin yerini alır ve sorun kalıcı olarak çözülmeye gider. Tabii sadece doğru ilacı almak da yeterli olmayabilir, diyete dikkat etmek, stresten uzak durmaya çalışmak, egzersiz yapmak da önemlidir.

  • Türkiye’nin ihtiyacı olan şey faizi indirmek değil, yüksek enflasyonu çözmektir.

Bunun da yolu diyet yapmaktan yani risklerden uzak durmaktan geçiyor. Kilosuna, yaşamına dikkat etmeyen bir kişinin eninde (AS: önünde) sonunda yüksek tansiyon veya şeker ya da kolesterol sorunuyla karşılaşmasında olduğu gibi risklerini düşürmeyen bir ekonomi de eninde sonunda yüksek enflasyonla, kur riskiyle, işsizlik artışıyla karşılaşır. Tansiyon, şeker veya kolesterol sorunu nasıl ağrı kesiciyle çözülemezse ekonomi de risklerden kaynaklanan sorunlarını faizle oynayarak çözemez.

Ne zaman risklerden söz etsek bazıları Kıbrıs’tan vaz mı geçelim ya da Akdeniz’deki haklarımızı savunmayalım mı diye soruyor. Benim söz ettiğim riskler bunlar değil. Ama mesela komşularımızla yarattığımız sorunlarda bizim hatamız var mı diye kendimize sorabiliriz. Ya da hukukun üstünlüğü, daha iyi bir demokrasi, insan hakları gibi konuları geliştirmeye çalışabiliriz. Bilim dışı kararlarımızı gözden geçirip bilime dönebiliriz. Kamu hesaplarının şeffaflığı, denetlenmesi, kamuda savurganlığın önlenmesi için adımlar atabiliriz. Enflasyonun yükseldiği ortamda faizi artırmak yerine düşürmemizin bizi daha da kötü bir pozisyona sokup sokmadığını gözlemleyip doğruyu bulabiliriz. Bunları yapmaya başlasak risklerimiz de CDS primimiz de düşüşe geçer.

Bu şura kimin şurası ?

CHP'li vekilden teröristler hakkında skandal sözler! Dağa çıkanların  cenazesi gelmiyor, analar ağıt yakamıyor - Son Dakika HaberlerYıldırım KAYA
CHP ANKARA MİLLETVEKİLİ
TBMM MİLLİ EĞİTİM, KÜLTÜR, GENÇLİK VE SPOR KOMİSYONU CHP SÖZCÜSÜ

Cumhuriyet, 20 Kasım 2021

 

Milli Eğitim Bakanlığı, Bakan Mahmut Özer’in ağzından yeni bir Milli Eğitim Şurası toplayacağını duyurdu. “Eğitimde Fırsat Eşitliği” genel başlığını taşıyacağı belirtilen Şura, AKP döneminde toplanan 4. Şura olacak. Şuranın eğitimde fırsat eşitliği başlığıyla toplanması ise bir itirafı barındırmaktadır: 20 yıldır eğitimi yöneten iktidarın eğitimde fırsat eşitliğini sağlayamadığının itirafı!

Bu değişiklikler içinde en önemlisi Şura’nın kimlerden ve nasıl oluşacağıyla ilgili madde olmuştur. 1995 tarihli Şura genel yönetmeliği ile 2014 yılında çıkarılan yönetmelik karşılaştırıldığında bu değişim kendini göstermektedir. 1995 tarihli yönetmelikte şuranın katılımcıları madde 6 ‘da “tabiî üyeler, seçimle gelen üyeler, davetli üyeler ve müşahitlerden” oluşurken, 2014 tarihli yönetmelikte Şura üyeleri “tabii ve davetli üyeler” olarak düzenlenmiştir. 1995 tarihli yönetmelikte başta Millî Eğitim Bakanlığı’nın kendisi olmak üzere yönetmelikte adı geçen tüm kurumlar şura üyelerini seçimle belirlemek zorundaydılar. Oysa bugün bu kurumlar ancak davet edilirlerse Şuraya üye gönderebilmekteler. Çünkü 2014 tarihli yönetmelikte tabii üye statüsü sadece TBMM Milli Eğitim Komisyonu üyeleri ve bakanlık üst bürokratlarına uygun görülmüştür. TRT, RTÜK, ÖSYM; DPT, Atatürk Araştırma Merkezi, Tarih ve Dil Kurumları vb kurumların Şuranın doğal üyesi olması sonlandırılmıştır.
Yönetmeliğin davetli üyelerini düzenleyen fıkrası “Bakanlık, bakanlıklar, kamu kurum ve kuruluşları, yerel yönetimler, üniversiteler ile yurtiçi ve yurtdışından meslek odaları, sivil toplum kuruluşları, özel sektör, basın ve yayın kuruluşları, öğrenci ve veli temsilcileri ile eğitim alanında Şûra konusuyla ilgili çalışmalarıyla tanınmış uzmanlar arasından Genel Sekreterlikçe belirlenerek Bakan onayına sunulur” diyerek Şurayı, Bakanın keyfine kalmış bir etkinliğe dönüştürmüştür. Geçmişte eğitim sendikalarının başkanlarının davet edilmesi açıkça zorunlu iken 2014 tarihli yönetmeliğe göre ancak davet edilirlerse Şuraya katılabiliyorlar. Ayrıca 2014 tarihli yönetmelik, sadece Şuranın katılımcılarını tırpanlamakla kalmamıştır, şura konularının belirlenmesi ve hazırlıkların yürütülmesindeki katılımcı ve kamuya açık uygulamalarını da sonlandırmıştır.

Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer’in 20. Şura olarak adlandırdığı Şuranın bizim bildiğimiz katılımcı, açık, demokratik özellikleri bulunan eski Şuralarla bir ilgisi yoktur.

  • Bu Şura, AKP’nin çevresindeki cemaat ve tarikatların kendi içinde yapacağı bir toplantıdan ibarettir.

Adına Şura denmesi ise bu toplantıyı ancak sahte, sözde şura yapar. Böyle bir Şuranın ciddiye alınmasının bir anlamı yoktur. Şuraya davetli olarak katılacak birkaç tarafsız, alanının uzmanı bilim insanı veya muhalif isimlerin ise burada alınacak kararların meşrulaştırılmasına yönelik kullanışlı aparatlar olmanın dışında bir rolleri olmayacaktır.

O halde yapılması gereken bellidir: Halkın AKP’den umutlarını kestiği bugünlerde geleceğin iktidarında yapılacak olan Şuralar için (bir ön hazırlık niteliğinde) eğitimle ilgili tüm kesimleri kucaklayan bir toplantı yapmak ve eğitim sorunlarımızı tartışmak, bu tartışmalardan süzülen görüşlerle neleri nasıl yapacağımızı belirleyen kararlar almak olmalıdır.

Bu anlamda biz, Batı Cephesi’nde Yunan saldırısının yeniden başladığı günlerde, 15-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında Ankara’da toplanan “Maarif Kongresi”nin açılışını yapan Mustafa Kemal Atatürk’ün izini takip ediyoruz.

Bu düşünceyle Cumhuriyet Halk Partisi olarak 4 Kasım 2021 tarihinde İzmir’den başlayarak, 7 bölgede 81 ilden eğitim bileşenlerinin katıldığı; “İktidar İçin Eğitim Toplantılarını” yaptık. Hem bu toplantıların birikimini hem de eğitimin bileşenlerinin görüşlerini yansıtmak üzere, 27 Kasım 2021 tarihinde Ankara’da Yenimahalle Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde olabildiğince geniş katılımla “İkinci Yüzyılda Eğitim Hakkı” başlığıyla bir toplantı yapmaya karar verdik. Toplantımızın başlığını özellikle “eğitim hakkı” olarak belirledik, çünkü eğitimin hak olarak görülmediği yerde ne eğitimde eşitlikten, ne de fırsat eşitliğinden söz edilebilir.

  • Eğitimde eşitlik, ancak eğitimin temel bir insan hakkı olduğunun kabulüyle başlar.

Bu konuda yolumuz, “Bey çocuğu bey, ırgat çocuğu ırgat olmasın, eşit ve özgür bir dünyada yaşayalım” diye mücadele eden usta yazar ve öğretmen Fakir Baykurt’un yoludur.

Toplantımızın gündem maddeleri ise şöyledir:

1. Eğitim Hakkı Açısından Temel Eğitim
2. Eğitim Hakkı Açısından Mesleki Teknik Eğitim
3. İkinci Yüzyılda Yüksek Öğretim ve İstihdam Politikaları
4. İkinci Yüzyılda Öğretmenlik Mesleği

Belirlediğimiz bu başlıkların eğitim hakkı üzerinden tartışılması eğitimle ilgili tüm sorunlarımızın bir şekilde ele alınması, üzerine düşünülmesi, konuşulması ve birlikte karara bağlanması anlamına geliyor. Ayrıca bu toplantımız Millet İttifakının gerçekleştirdiği toplumsal uzlaşmanın eğitim alanındaki uzlaşı için büyük bir adım olacaktır.

Eğitim sistemimizin durumuyla ilgili olarak çocuklarını okullara gönderen velilerimizin anlattıkları ile uluslararası kuruluşların yayınladığı göstergelerin ortaya koyduğu tablo arasındaki uyum uzun yıllardır değişmeden devam ediyor. Veliler haklı olarak çocuklarının daha nitelikli eğitim almasını, aldığı eğitimin çocuklarının yaşamını kazanmasında etkili olmasını istiyorlar. Onlar, okullardan çocuklarının daha iyi dil, matematik, fizik eğitimi almasını, okulda eleştirel düşünme becerilerini kazanmasını, akranlarıyla dengeli bir sosyalleşme yaşamasını talep ediyorlar.

Buna rağmen (AS: karşın) AKP yönetimi ısrarla ve inatla okulları dar birer ideolojik aygıt haline getirme çabası içindedir. Okullar ve doğal olarak çocuklar/çocuklarımız, seçilen bilgilerin, düşüncelerin, değerlerin taşıyıcısı olsun isteniyor. Oysa çocuklar taşıyıcı nesne değil, kendi yaşamlarının öznesi olmalıdırlar. Biz İkinci yüzyılda, temel insan hakkı olarak eğitimi, özgürlüğü, özgürleşmeyi, eşitliği merkeze alan uygulamalar ile Cumhuriyetimize ve bize yakışır hale getireceğiz.

Biliyoruz ki eğitimle ilgili önemli sorunlarımız var. Giderek bu sorunlarımızın sayısında azalma olmadığı gibi olumsuz etkileri de güçlenmeye devam ediyor. Yakın zamanda yayınlanan OECD’ nin, “Eğitimde Eşitlik: Eğitim Fırsatlarının Güçlendirilmesi” başlıklı “Bir Bakışta Eğitim 2021” raporu, bu tespitlerimizi doğrulayan sayısız veriler içermektedir.

Bu rapora göre;

• “OECD ülkelerinde 25-34 yaş aralığındaki genç yetişkinlerden ortaöğretim mezunu olmayanların ortalama oranı %15 iken Türkiye’de bu oran %41.
• Türkiye’de 25-64 yaş aralığında nüfusun ancak %13,4’ü yükseköğretim mezunudur. OECD ortalaması ise %18,2’dir. Yüksek lisans ve doktora düzeyinde OECD ortalamasının çok gerisinde bulunuyoruz. Özellikle yüksek lisans kategorisinde Türkiye’deki oran %2 iken, OECD ortalaması %13,5’tur.
• OECD ülkeleri arasında 18-24 yaş aralığındaki genç nüfusun yaklaşık yarısı (%47) eğitimden ayrılırken Türkiye’de bu oranın %62’yi bulması düşündürücüdür.
• Türkiye’de ne eğitimde ne de istihdamda olmayan gençlerin oranı ise %32’dir.”

Bu ve benzeri verilerin oluşturduğu tabloya teslim olmamız mümkün değildir. Eğitim alanında yaşanan çöküş ve çürüme hem bireysel hem de toplumsal düzlemde geleceğimizi tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Çocuklarımızı mutsuz ve başarısız kılan bu sistemin karamsar bir tablo oluşturduğu açıktır. Kökten, ciddi ve kapsamlı bir eğitim seferberliğine girişmeden bu manzaranın dönüşmesi mümkün görünmemektedir. Bu manzarayı dönüştürmeden de ülkenin ve gençlerin makûs talihini yenmek olası değildir. Bu nedenle Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında en önemli önceliğimiz tüm yurttaşlara nitelikli eğitimin sağlanmasıdır. Bu amaçla 27 Kasım’da yapacağımız toplantı, var olan tabloyu kabul etmeyen, AKP’nin sahte arayışlarına kapılarını kapatmış, umutlarını gelecek için yeniden tazeleyenlerin toplantısı olma iddiasındadır. Bir anlamda iktidarımızın hemen başında yapacağımız gerçek bir Cumhuriyetçi Şura’nın provası olacaktır. Sizleri de bu coşkulu provaya katılmaya, katkı sunmaya davet ediyoruz.