Etiket arşivi: Soner Yalçın

Tayyip’i kandıran kandırana

Soner Yalçın

5 Mayıs 2015, SÖZCÜ

Tayyip’i kandıran kandırana

Geçen hafta…

Mehmet Barlas ve oğlu Cemil Barlas’ın itirafçı olmaları gerektiğini yazdım.
Çünkü, Barlasların haber sitesinde “Rauf Atilla Polat” adında biri vardı;
bugünün “Fuat Avni”sine benzer yazılar kaleme alıyordu.
Bu isimden gidilirse “Fuat Avni”ye ulaşılabileceğini söyledim. Tartışma büyüdü…
Bu tartışmalarda Davutoğlu’nun danışmanı Atılgan Bayar’ın yazdıkları ilgimi çekti. Barlasların, Erdoğan’a küfür eden Cemaatçi Önder Aytaç’ın yazılarını, 10 Mart 2013’e dek yayınlamaya devam ettiğini belirterek, “Paralel’in kazanacağını düşünüyorlardı.
Erdoğan’ın kazanacağını anlayınca Paralel’den dümen kırdılar” diye yazdı.
Bu tespitin izini sürdüm…
Gülen’in resmi sitesinde; 1994’ten bugüne kadar hakkında çıkan köşe yazıları var.
Mehmet Barlas yazılarını okudum (Gülen’i en çok öven makaleyi; Taha Akyol,
Mahmut Övür, Enis Berberoğlu, Yiğit Bulut’
un yazdığını gördüm! Neyse.)
Mehmet Barlas’ın Sabah’taki ilk yazısının tarihi; 14 Şubat 1995. Erbakan’a akıl veriyordu: “Farklı kesimleri ve siyasi görüşleri temsil eden insanlar, Fethullah Gülen’in iftarında bir araya gelince şaşırıyoruz. Bu gerçeğe, öncelikle Necmettin Erbakan’ın ve Refahlı, önde gelen
diğer politikacıların eğilmesi şart…”

Yine Sabah’ta; “Gelelim, muhafazakar ve mukaddesatçı kesimdeki yenilikçiliğe. Bir haftadır Zaman gazetesinde, Fethullah Gülen’in ‘Ufuk Turu’ yayınlanıyor. Bakın neler diyor Fethullah Hocaefendi…” deyip övgülerini sıralıyordu. (19.8.1995)
Sonra…

Maaşı 25 bin dolar

Barlas’ın, 28 Şubat sürecinde Gülen’i öven-koruyan makalesi yok..!
“28 Şubat’ta Sabah’tan kovuldu, bu nedenle yazamamıştır” demeyin.

1) Dönemin Sabah patronu Dinç Bilgin TBMM’deki Darbeler Komisyonu’na,
“Barlas Ailesi’nin işlerine 28 Şubat süreci içinde son vermedim. Çok yüksek ücretli yazarımdı; 25 bin dolar alıyordu. Aynı zamanda bize rakip televizyonlarda programlar yapmaya başladı. Aramızdaki ihtilaf ondan doğdu, arkasında siyasi bir durum yok.” dedi.

2) Sabah’tan hemen sonra Barlas, Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinde köşe yazdı.
Yani, yazabilirdi fakat Gülen’i övmeye 28 Şubat’ta ara vermişti!..
Barlas’ın, Gülen övgülü yazıları 28 Şubat’tan sonra tekrar başladı. Üstelik…
Yeni Şafak’ta, 30 Eylül 2000’de yirmi gün tam sayfa “Hocaefendi Sendromu” başlıklı
yazı dizisi kaleme aldı: “Yayın organları, okulları, dershaneleri, vakıfları, finans kuruluşları birer belirti (veya sendrom) şeklinde alınıp, Fethullah Gülen’in devleti ve orduyu ele geçirmek için, gizli ve planlı bir çalışma yapan bir ‘çete lideri” olduğu ileri sürülüyor…” diyerek
bunun ne kadar anlamsız ve saçma olduğunu yirmi gün boyunca yazdı.
Yetmemiş olacak ki; “Sosyo- Politik Bir Gerçek Olarak Hocaefendi Sendromu” adlı
Gülen kitabı çıkardı.
Uzatmamayım… Tarihleri hızlı geçip yakın tarihlere gelelim….
Barlas tekrar Sabah’a döndü ve Gülen’e kol-kanat germeye devam etti.
“Bir başka sakız edilen kavram da ‘Cemaat’ değil mi? Özellikle son dönemde
Fethullah Gülen’in cemaati, belirli çevrelerin hedefinde…” (19.4. 2011)
Barlas’ın benzer yazılarından çok örnek vermeye gerek yok; çünkü başka “derin”konular var.

Örneğin…
Cemaat’in, 7 Şubat 2012’de Hakan Fidan’a yönelik MİT kumpası ardından Barlas şunu yazdı: “AK Parti ile Cemaati veya Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen’i birbirlerine düşürme projesi de, aklın ve mantığın kabul edebileceği bir girişim olamaz.” (24.4.2012)
“Gülen Cemaati’nden AK Parti’ye muhalif bir siyasi hareket çıkarmaya dönük arayışlar, Rus medyasında da, bizim medyada da nakıs teşebbüsler olmaktan öteye gidemez.” (13.7.2013)
Bitmedi…

Yine dönek oldu

Gelelim, 17-25 Aralık süreci öncesine…
Barlas, 12 Kasım 2013 tarihli yazısında Erdoğan’ı üstü örtülü biçimde eleştirdi:
“O’nun ağırlığını ve başardıklarını ancak O siyaset arenasından çekildikten sonra tam olarak değerlendirebileceğiz.”
Altı gün sonra… Gülen’in ABD’den dönmesi gerektiğini belirtti. (18. 11.2013)
Neler oluyordu?
Davutoğlu’nun danışmanı Bayar, 17-25 Aralık sürecinde Barlas’ın TV ekranına çıkmayıp; kimin başarılı olacağını beklediğini belirtti.
Barlas, 17 Aralık operasyonu’ndan iki gün sonra şöyle yazdı:
“Yolsuzluk iddiaları kamuoyunu tatmin edecek biçimde bir sonuca ulaştırılmalıdır…”
Bir gün sonra… “Aklı başında, vicdan sahibi, siyasi sağduyusu ve vatandaşlık bilinci olan hiç kimse ‘Yolsuzluk olsa bile bunlar görmezden gelinmelidir’ demez, diyemez.”
Barlas bu süreçte “ortaya” yazılar kaleme aldı…
“Günlerdir siyaset gündemini karıştıran ‘Dosyalı Operasyon’u planlayanlar tam olarak neyi amaçlıyorlardı bilemiyoruz… Ancak hiç unutmayalım ki, krizler de bir süreçtir ve sonuçları da, bu süreç noktalanıncaya kadar tam belli olmaz.” (26.12.2013)
Barlas bekledi. Süreç tamamlandı. Ve Erdoğan kazanınca dönek oldu.
Artık dün yazdıklarının tam aksini yazmaya başladı. Örneğin…
“MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı hedef alan geçen yılın ocak ayındaki yargı operasyonu arkasındaki güdülerin çok açık ve seçik biçimde tahlil edilmesine rağmen, Paralel Devlet’in üzerine o zaman gidilmemesi, ‘Acaba yöneticilerimiz gaflet uykusuna mı dalmışlardı’ kuşkusunu doğal olarak gündeme getiriyor…” (10.1.2014)
“Geçen yıl ‘Gezi Kalkışması’ ile başlayıp ‘17-25 Aralık dost modern darbe girişimi’ile
dibe vuran süreçte….” (22.4.2014)

Neler yazmıyordu ki artık:
“Bir kulağı Amerika’ya, diğer kulağı İsrail’e kilitlenmiş olan Pensilvanya Örgütü
yöneticileri….” (1.3.2015)

Ben diyorum ki:
Barlasların bu göz boyaması kimseyi kandırmamalı; İtirafçı olmalılar ve;
Gülen ile “derin” ilişkilerini anlatmalıdırlar…
Yoksa… Tayyip ileri günlerde, “yanağımı okşayarak beni kandırmış” diyebilir…

=============================

Dostlar,

Anımsanacaktır, rahmetl, Uğur Mumcu, Mehmet Barlas gibileri müthiş benzetiyordu.
Liboşlari dönekler, fırdöndüler, liberal tosuncuklar…

Huylu huyundan vazgeçemiyor anlaşılan.. Yaşı 80’e dayansa da..

RTE ne yapsın, böylesine ustalar varken karşısında;
habire kanıyor / kandırılıyor adamcağız..

Sevgi ve saygı ile.
6 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

 

BENİM SANA ÖNERİM KUVAY-I MİLLİYE SAFLARINA GELMENDİR


BENİM SANA ÖNERİM KUVAY-I MİLLİYE SAFLARINA GELMENDİR..

SONER Yalçın, yazısında Meclise girecek milletvekili sayısı üzerinden siyaset tartışması yapılmasını eleştirdi. Demokrasiyi sandıktan ibaret gören anlayışa tepki gösteren Yalçın,“Bugün, burjuvazi sandık kullanarak kitleleri aldatıyor dedi.

Gazeteci Yalçın’ın eleştirdiği bir diğer nokta ise “Oyları bölmeyelim” söylemi oldu.
Yalçın bu konuyla ilgili olarak, “Son 5 yıldır… Önce, bu ülkenin sokaklarında – meydanlarında – parklarında demokrasi için mücadele eden, kanlarını akıtan, can veren herkesi ellerimiz patlayınca kadar alkışlayalım ve sonra, seçim günü gelip çattığında ‘oyları bölüyorlar’ diye aşağılayalım! Yani, sandık’a yenik düşelim. Hep bir korkuyla uyutalım kitleleri: ‘Aman oyları bölmeyelim…’ Onlar, cezaevine düşsünler. Onlar, ölsünler, sakat kalsınlar. Onlar, işlerini kaybetsinler. Ve onlar, inadına 365 gün mücadele etsinler. Sonra biz, ‘oylarımız bölünmesin’ diye onları küçümseyip, avanta demokrasisine mağlup olalım!” ifadelerini kullandı.
İŞTE SONER YALÇIN’IN “OY… OY… OY…” BAŞLIKLI YAZISI*****

“OY… OY… OY…”10 gündür yoktum…

Dün geldim; televizyonlara bir baktım; herkes eline kağıdı kalemi almış hesap yapıyor:
AKP şu kadar oy alırsa şu kadar milletvekili çıkarıyor; HDP barajı aşamazsa
Meclis’te sandalye dağılımı şu oluyor; eğer aşabilirse şu gerçekleşiyor gibi…”
Yani…
Türkiye yine sandığa endeksli bir “demokrasi havasına” sokuluyor.
Hep yazdım ve hep yazacağım; sandık, Türkiye’yi yozlaştırıyor; gericileştiriyor.
Salt sandığa tabi bir demokrasi insanoğlunu uygarlıktan uzaklaştırıyor. Çünkü:
Sandık, demokrasinin aracı olmaktan çıkarılıp, ticaretin/rantın/avantanın aracı haline getirildi.
Meclis’in dekor olmadığını söyleyecek biri var mı içinizde?
Meclis’teki çoğunluğun tahakkümü altındaki “indir elleri, kaldır elleri“ dekoru!
Gerçek şu ki: Milletvekilliği işlevsiz hale getirildi. Peki…
Buna karşın 6 bin aday adayı AKP’ye milletvekili olmak için neden başvurdu?
Diğer partilere başvuru sayısı da rekor kırdı!
“Meclis dekor” ise bu başvuru rekorunun sebebi nedir?
Milletvekilliğinin, seçildiğin andan başlayarak yaşamının sonuna dek bir gelir kapısına kavuşması olabilir mi? (Kaç kez yazdım, kaldırın şu ayıbı;
5 yıl milletvekilliği yapan biri ve mirasçıları yaşamı boyunca devletten beslenemez!)
(AS: Genel seçimler Anayasa md.77 uyarınca 4, yerel seçimler Anayasa md.127 uyarınca
5 yılda bir yapılıyor..)
Seçilen avanta peşinde ise seçen niye avanta peşinde olmasın?
Seçilen yaşam boyu avanta alıyor da, seçen “makarna-kömür aldı” diye niye ayıplanıyor? Demem şu ki:
Rantın simgesi durumuna getirilen sandık, artık demokrasinin önündeki en büyük engeldir.
Bu demokrasi yutturması böyle gitmez/gidemez…
Dün, feodalite dini kullanarak kitleri aldattı.
Bugün, burjuvazi sandık kullanarak kitleleri aldatıyor.
Hepsi bu…
AYIP EDİYORSUNUZ
Kimseye, “sandığa gitmeyin” demem!
Kimseye, “şu partiye oy ver” demem!
Ama:
Sandık’ın yüceltilmesine karşı çıkarım.
Sandık’ın fetiş/ tapınır hale getirilmesine karşı dururum.
Sandık’ın demokrasinin simgesi gösterilmesine gülüp geçerim.
İnsanlık tarihinde büyük dönüşümler sandık’la olmamıştır.
İnsanlık tarihinde büyük dönüşümler yozlaşmış meclislere karşı durularak gerçekleşmiştir.
Tarihsel gerçekler ortada iken, yine bir seçim yalanına ortak ediyorlar ve buna
“demokrasi şöleni” diyorlar!
“Aman” diyorlar, “dikkat” diyorlar ve “oyları bölmeyelim” nakaratını tekrarlıyorlar.
Peki, oyları bölmeyelim…
Tamam… Yalnızca 5 yılda bir sandığa gidip oyları bölmeyelim.
Başka..?
Başka bir şey yapmaya gerek yok!
Hatta:
2011’de, “MHP baraj altında kalmasın” diye oylarımızı oraya verelim!
2015’te, “HDP baraj altında kalmasın” diye oylarımızı oraya verelim!
Sonra arada bir “yetmez ama evet” diyelim!
Sonra… Bu siyasi mühendislik dehasının kurmaca oyunu sürgit devam etsin.
Son 5 yıldır… Önce, bu ülkenin sokaklarında- meydanlarında- parklarında demokrasi için mücadele eden, kanlarını akıtan, can veren herkesi ellerimiz patlayınca kadar alkışlayalım ve sonra, seçim günü gelip çattığında “oyları bölüyorlar” diye aşağılayalım! Yani, sandık’a yenik düşelim. Hep bir korkuyla uyutalım kitleleri: “Aman oyları bölmeyelim…”
Onlar, cezaevine düşsünler.
Onlar, ölsünler, sakat kalsınlar.
Onlar, işlerini kaybetsinler.
Ve onlar, inadına 365 gün mücadele etsinler.
Sonra biz, “oylarımız bölünmesin” diye onları küçümseyip, avanta demokrasisine mağlup olalım!
KIZMA BANA!
Tarihi; çoğunluğa uyanlar değil, çoğunluğa karşı çıkanlar kurar…
Sandık aldatmacasıyla insanları pasifize ediyorlar. Demokrasi, 5 yılda bir gün sandık’a gidilerek korunamaz.
Bu hırsız iktidara, Meclis değil bu ülkenin sokakları geri adım attırdı, ne çabuk unuttunuz?
Demokrasi, Gezi Direnişi ile ayağa kalkmaktır.
Demokrasi, ulusal bayramlar kaldırıldığında Bandırma Vapuru eşliğinde 100 bin kişiyle Taksim’de yürümektir.
Demokrasi, bayrağımız yakıldığında, andımız yasaklandığında sokağa çıkmaktır.
Demokrasi, polis barikatlarını aşıp 1 milyon kişiyle 10 Kasım’da Anıtkabir’e gitmektir.
Demokrasi, jandarma barikatlarını aşıp 20 bin kişiyle Silivri Cezaevi’ne ulaşmaktır.
Demokrasi, Soma vahşeti (AS: 13 Mayıs 2014) ardından sokağa çıkmaktır.
Demokrasi, 17-25 Aralık hırsızlıklarının üzeri kapatıldığında sokağa çıkmaktır.
Demokrasi, Türkiye’yi bölmek isteyen emperyalizmin simgesi Conilerin kafasına çuval geçirmektir.
Demokrasi, soykırım yalanına Avrupa’nın göbeğinde karşı çıkmaktır.
Demokrasi, yobaz eğitimi boykot etmektir. Acı çeken Kürt’ün, Alevi’nin yanında durmaktır.
Bunların hiçbirini yapmayacaksınız….
Hiçbir bedel ödemeyeceksiniz…
Ve 5 (AS: 4 yılda bir) yılda bir ortaya çıkıp, çevrenize büyük bir korku salarak,
“aman oylar bölünmesin” diyerek, avanta demokrasisinin kökleşmesine sebep olacaksınız!
Sizler… Bu büyük kandırmaca ile avunmak isteyebilirsiniz. Avununuz!
Ama… Biliniz ki…
Beklentinize kavuşamayacaksınız. Her seçim gecesi olduğu gibi yine hayal kırıklığı yaşayacaksınız. Unuttunuz mu; dün de elinizde kağıt kalem oy hesabı yapıyordunuz.
Bugün de aynısını yapıyorsunuz ve inanın yarın da aynısını yaptıracaklar size.
Oysa… Demokrasi, kaç parmağı Meclis’e sokacağın değildir.
Demokrasi, mücadele birlikleri oluşturmaktır.
Demokrasi öncülerine kol-kanat germektir; mücadeleye omuz vermektir.
Kızma bana…  Tarihine bir bak:
Cici demokrasi 70 yılda Türkiye’yi ne hale getirdi, bir düşün.
Sandık aldatmacası 70 yılda Türkiye’yi ne hale getirdi, bir düşün.
Sonra istiyorsan yap parmak hesabını!
Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndan hâlâ umudun varsa bilemem.
Benim sana önerim:
Kuvay-ı Milliye saflarına gelmendir…
Unutma: Yaşadığı zamanın dışına çıkamayanlar yitirmeye mahkumdur.
(SÖZCÜ, 14.4.2015)========================

Çoook teşkkürler birikimli ve yürekli yazar Sayın Soner Yalçın..
Taihe not düşen bir yazı daha..

  • Benim sana önerim:
    Kuvay-ı Milliye saflarına gelmendir…
    Unutma: Yaşadığı zamanın dışına çıkamayanlar yitirmeye mahkumdur.

Dileriz halkımız 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde Kuvay-ı Milliye saflarında buluşacaktır.
AKP seçim bildirgesinde “Türk” lüğün Anayasadan çıkarılacağını Başbakan A. Davutoğlu’nun ağzınndan açıkladı (19.4.2015).

Bir millet, kendini yadsımaya zorlanıyor AKP eliyle..
İbretle ve acıyla izliyoruz..
Türk olmayacakmış ama Kürt de olmayacakmış.. Denk mi bu 2 kavram ve nüfus??
Alevi olmayacakmış ama Sünni de olmayacakmış.. Zaten yoktu!
Davutoğlu nereye koşuyor ve kimlere hizmet ediyor? Bir kez daha düşünmeli..
Bu arada Aleviler AKP ve HDP tuzaklarına kesinlikle düşmeyip, tersine,
Kuvay-ı Milliye saflarında buluşacaktır.
Bu olgu, 7 Haziran 2015 genel seçimlerinin yazgısını belirleyecek durumdadır.

Sevgi ve saygı ile.
21 Nisan 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Cemaat’in sırları: Kim bu deccal

Cemaat’in sırları: Kim bu deccal??


Soner YALÇIN,

SÖZCÜ
, 19.3.2015

Elim­den gel­di­ğin­ce okur ma­il­le­ri­ni ya­nıt­la­ma­ya ça­lı­şı­yo­rum.
Na­zif Ak ile böy­le ta­nış­tık…
Ta­rih: 8 Ocak 2014.
Şöy­le yaz­mış­tı;

“Ben Mar­ma­ra Üni­ver­si­te­si  İla­hi­yat Fa­kül­te­si  me­zu­nu ve bu alan­da ay­nı üni­ver­si­te­nin Sos­yal Bi­lim­ler Fa­kül­te­si­’n­de Ke­lam Ana­bi­lim Da­lı­’n­da yük­sek li­sans yap­mış din­ler ta­ri­hi uz­ma­nı­yım. Da­ha ön­ce ki­mi yer­le­re, şim­di­ye dek hiç­bir yer­de ya­yın­lan­ma­mış olan ve ya­yın­lan­dı­ğın­da bü­yük ses çı­ka­ra­cak ni­te­lik­te­ki ba­zı Nur­cu bel­ge­le­ri­ni pay­laş­mak is­te­di­ği­mi be­yan et­me­me rağ­men dö­nüş ya­pan ol­ma­dı. İl­gi­ni­zi çe­ker­se…”

Böy­le ta­nış­tık ve hep ya­zış­tık…

İki haf­ta ön­ce eli­me bir ki­tap ulaş­tı;

  • “Dec­cal Din­dar­mış/ Sır­ran Te­nev­ve­ret.” (Kay­nak Ya­yın­la­rı)

Ya­za­rı Na­zif Ak’­tı; ve ki­ta­bı im­za­la­yıp gön­der­me ne­za­ke­ti gön­der­miş­ti:

“Ni­ha­yet ki­ta­bı­mı si­zin de teş­vi­ki­niz ve e-pos­ta­la­rı­ma bü­yük bir al­çak­gö­nül­lü­lük­le
ge­ri dö­nüş­le­ri­niz­den al­dı­ğım ce­sa­ret­le bi­tir­dim…”

Na­zif Ak, 17 ya­şın­da / 1977’de “da­ha iyi Müs­lü­man ol­ma­” ni­ye­tiy­le İs­tan­bul/Ali­bey­kö­y’­de Mil­li Se­la­met Par­ti­si ve genç­lik ör­gü­tü Akın­cı­la­r’­a bağ­lan­dı. Tor­na­cı İb­ra­him, Çu­val­cı Os­man, Ayak­ka­bı­cı Kas­ta­mo­nu­lu Hü­se­yin ile ma­hal­le top­lan­tı­la­rı yap­tı sü­rek­li. 12 Ey­lül 1980 as­ke­ri dar­be­sin­den son­ra si­ya­si yo­lu­na Re­fah Par­ti­si­’y­le de­vam et­ti. “Ha­san Ak­sa­y’­ın Sa­raç­ha­ne­’de­ki ko­nuş­ma­sın­da, İs­tan­bul Be­le­di­ye­si­’nin bi­na­sı­nı par­ma­ğıy­la işa­ret ede­rek he­def gös­ter­di­ği anı dün gi­bi ha­tır­lı­yo­rum. Ne bü­yük bir ide­al­di. Ne ula­şıl­ma­sı zor bir he­def­ti. Ora­ya ula­şıl­dı so­nuç­ta, ama ora­yı he­def gös­te­ren te­miz ki­şi­lik­ten uzak­la­şıl­dı…”

Ge­zi Di­re­ni­şi 
Na­zif Ak’­ı de­ğiş­tir­di. “Geç­mi­şim­den utan­mı­yo­rum. Önem­li olan, han­gi olu­şu­mun içi­ne gir­di­ğin de­ğil, han­gi in­san­lık de­ğer­le­ri­ni, ide­al­le­ri­ni ne ka­dar dü­rüst­lük­le ta­şı­ya­bil­di­ğin­dir. Ben her za­man na­mus­lu ka­la­bil­dim, öy­le ol­ma­sa bu­ra­da / Ge­zi­’de ol­maz­dım…”

Ce­ma­at sır­la­rı

“Sır­ran Te­nev­ve­re­t”….
Sa­id Nur­si­’nin eser­le­rin­de ge­çen ve Hz. Ali­’ye at­fe­di­len bir kav­ram. “Giz­li­li­ğe dik­kat et; Ce­ma­at dı­şın­da kim­se­ye sır ver­me­” an­la­mın­da.
Na­zif Ak, baş­ta Gü­len Ce­ma­ati ol­mak üze­re din­ci ya­pı­la­rın sır­la­rı­nı or­ta­ya ko­yu­yor
ki­ta­bın­da. Ör­ne­ğin…

Bil­mi­yor­dum;
“Şa­ka­laş­ma adı­na bir­bir­le­ri­ne ‘Ke­çe­li­’ di­ye ses­le­nir­ler;
Sa­id Nur­si ta­le­be­le­ri­ne böy­le ses­le­ne­rek ta­kı­lır­mış da on­dan!”

Bil­mi­yor­dum;
“Nur­cu­luk­ta ‘mü­ba­rek ki­şi­le­rin üze­ri­ne si­nek kon­ma­z’ inan­cı var­dır…
Fet­hul­lah Gü­le­n’­e si­nek kon­ma­dı­ğı­na ina­nır­lar!..”

Bil­mi­yor­dum;
“Na­maz kı­lar­ken kı­sa kol­lu Kaf­kas ti­pi cübbe gi­yer­ler ve
baş­la­rı­na sa­rık sa­rar­lar.”

Bil­mi­yor­dum;
“Nur­cu­lar bol bol rü­ya gö­rüp bun­la­rı an­lat­mak­la övü­nür­ler…
Sa­id Nur­si bir rü­ya­sı­nın ta­bi­ri­ni ya­pa­rak, sa­rık­lı genç bi­ri­nin çı­ka­ca­ğı­nı ve Nur­cu­luk ha­re­ke­ti­ne bü­yük güç ka­zan­dı­ra­ca­ğı­nı öne sür­müş­tür… Nur­cu­lar, Fet­hul­lah Gü­le­n’­in o bek­le­nen‘sa­rık­lı gen­ç’ ol­du­ğu­na ik­na edil­miş­ler­dir…”

Bil­mi­yor­dum;
“Os­man­lı­’ya iha­net eden İn­gi­liz uşa­ğı Şe­rif Hü­se­yin için Sa­id Nur­si­’nin ağ­la­dı­ğın­dan söz edi­lir Nur­cu­lar ara­sın­da.”

Bil­mi­yor­dum;
“Nur­cu­lar ‘cev­şe­n’ adın­da­ki Al­la­h’­ın isim­le­ri­ni içe­ren du­a ki­ta­bı­nı,
hal­ka bir şe­kil­de mus­ka gi­bi ka­bul et­tir­miş­ler­dir.”

Bil­mi­yor­dum; 
“İs­ma­ila­ğa Ca­mi­i ce­ma­ati son za­man­lar­da ezan ve ka­met­ler­de ‘Al­la­hu Ek­be­r’ ye­ri­ne Al­la­h’­ın is­mi­nin ba­şın­da­ki elif har­fi­nin in­ce okun­ma­sı man­tı­ğıy­la
‘El­la­hü Ek­be­r’
şek­lin­de te­laf­fuz et­mek­te­dir.” vs…

Tay­yip he­sa­bı

Ge­le­lim ki­ta­bın adı­na; kim bu “Dec­ca­l”?..
Eb­ced/ci­fir; Arap­ça her bir har­fe ve­ri­len sa­yı­ya gö­re, ge­le­cek za­ma­na da­ir ha­ber ver­me/  bir gayp öğ­ren­me fa­ali­ye­ti…
Na­zif Ak  ki­ta­bın­da, Sa­id Nur­si­’nin eb­ced he­sa­bıy­la Ata­türk, İs­met İnö­nü ve Ma­re­şal Fev­zi Çak­ma­k’­a “dec­ca­l” di­ye­bil­mek için ne nu­ma­ra­lar çe­vir­di­ği­ni tek tek or­ta­ya ko­yu­yor. Öy­le ki, Ata­türk için ki­mi za­man 321 ki­mi za­man 314 sa­yı­sı­nı ve­ri­yor­du!

Dec­ca­l’­in çı­kış ta­ri­hi ola­rak ver­di­ği 1425 ta­ri­hi, as­lın­da Meh­di­’nin çı­kış ta­ri­hiy­di!
Sa­id Nur­si­’ye gö­re, 2129’da kı­ya­met ko­pa­cak­tı. Ri­sa­le-i Nu­r’­un bir baş­ka ye­rin­de ise, 1547 (2132), 1560 (2145), 1561 (2146) ve 1577 (2162) ta­rih­le­rin­de kı­ya­me­tin ko­pa­ca­ğı­nı be­lirt­miş­ti!

Uy­dur uy­du­ra­bil­di­ğin ka­dar, yu­tan da yu­tu­yor na­sıl ol­sa!
Na­zif Ak, din üze­rin­den Ata­tür­k’­e atı­lan tüm if­ti­ra­la­rı, ger­çek­le­ri ya­za­rak yo­baz­la­rın
yü­zü­ne vu­ru­yor.
Ve “ma­de­m” di­yor, “dec­ca­l’­in kim ol­du­ğu­nu me­rak edi­yor­su­nuz, bir he­sap­la­ma da
ben ya­pa­yım.”

Baş­lı­yor Sa­id Nur­si­’nin me­to­du­nu kul­la­na­rak he­sap yap­ma­ya:

“Bir ki­şi­nin adı­nın kar­şı­lı­ğı 205 ol­sa; so­ya­dı­nın 1256 ol­du­ğu­nu ka­bul et­sek, isim­le­ri­nin top­la­mı 1461 eder. Ken­di­si­ne iyi, ha­yır­lı ve hoş an­la­mın­da  ‘Tay­yip­li­k’ at­fe­dil­se, Tay­yip söz­cü­ğü­nün kar­şı­lı­ğı da 31 olur. Fa­kat, iyi-ha­yır­lı ve hoş an­la­mın­da­ki bu isim, yol­suz­luk­lar­la anı­lıp adı te­mi­ze çık­ma­mış bi­ri­ne ya­kış­tı­rıl­ma­dı­ğın­da, 1461’den 31 sa­yı­sı­nı çı­kar­mak ge­re­kir…

Bir ki­şi Tay­yip is­mi­ne la­yık de­ğil­se 31 sa­yı­sı­nın ter­si 13 olur. Sa­id Nur­si, 13 sa­yı­sın­dan da çe­şit­li an­lam­lar çı­ka­rıp as­lın­da 13 sa­yı­sı ile ‘ka­fi­r’ söz­cü­ğü­nün 1300 ol­ma­sı­na gön­de­ri ya­pı­yor…

‘Be­yaz Ev’
dec­ca­l’­in yı­kı­la­cak me­ka­nıy­dı o süs­lü söz­ler­de…”

Tüm ay­rın­tı­la­rı yaz­ma­ya­yım;  fil­min so­nu­nu yaz­mak gi­bi olur;
me­rak­lı­lar ki­ta­bı alıp oku­sun!..

Evet bu ki­tap…
Genç­li­ğin­den başlayarak İs­la­mi çev­re­le­rin için­de yer alan sa­mi­mi bir Müs­lü­ma­n’­ın, din­ci ik­ti­da­rın ger­çek yü­zü­nü or­ta­ya dö­ken çığ­lı­ğı

“Dü­ne ka­dar te­ca­vüz ede­cek eşek ara­yan­la­rın bu­gün bi­ze ah­lak der­si ver­me­si zo­ru­ma gi­di­yor…”

Ne mut­lu ki he­pi­mi­ze…
Ge­zi Di­re­ni­şi, Na­zif Ak gi­bi na­mus­lu-vic­dan­lı ay­dın­la­rı ka­zan­dır­dı bi­ze…

Emin olu­nuz ar­ka­sı ge­le­cek­tir; ye­ter ki din­ci ile din­dar ara­sın­da­ki bü­yük far­kı bi­li­niz…

MUSTAFA KEMAL’e YAPILAN BÜYÜK AYIP


MUSTAFA KEMAL’e YAPILAN BÜYÜK AYIP

portesi

Soner YALÇIN
Twitter: hsoneryalcin
e-mail: syalcin@sozcu.com.tr

 

SÖZCÜ, 15 Mart 2015
http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/mustafa-kemale-yapilan-buyuk-ayip-772119/ 

Çanakkale Savaşı sonrası dağıtılan bildirilerde zaferi kazanan komutanın adı yoktu.
Yahya Kemal, İleri gazetesi sahibi Celal Nuri’ye, “Birinci sayfaya Mustafa Kemal’in bir resmini koysanıza; zaferin sahibini milletten saklamak, böyle bir zafer kazanan insanı yüceltmemek milli bir günahtır” dedi. Celal Nuri, Mustafa Kemal’in arkadaşlarından bir fotoğraf buldu. Gazetenin birinci sayfasına koydurdu;
haberi elleriyle yazdı. Tam baskıya girecekti ki, Polis Müdürü Bedri’nin adamları gazeteyi bastı. Enver Paşa’nın selamını getirmişlerdi:

“Başarı askerindir. Kişiyi sivriltmeye gerek yoktur!”

Celal Nuri fotoğrafı ve yazıyı çıkardı. Aradan 100 yıl geçti…
Bugün kimileri Mustafa Kemal adını söylemeden Çanakkale Savaşı anlatıyor!

Peki…

Mustafa Kemal, Çanakkale’de insanları kıskandıracak kadar neyi başarmıştı?..

Mustafa Kemal’in bir grup askerle birlikte cephede çektirdiği fotoğraflardan biri…Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı’ndan başarılarıyla takdir toplayan şöhretli bir
Paşa olarak çıktı…

Savaş başladığında “sürgündeydi”; Sofya’da Ataşe Militer idi. Kurmay Yarbay’dı…
Osmanlı’nın savaşa katıldığını öğrenince görev almak için hemen temaslara başladı.

Tarih: 20 Ocak 1915.

Görev emrini aldı; yeni kurulmakta olan 19. Piyade Fırka (tümen) Kumandanlığı.
Tekirdağ Yarkışla mevkiindeki tümenin daha karargahı bile yoktu…
3. Kolordu’ya malzeme taşıyan küçük bir gemiyle Tekirdağ’a geldi. Emrinde üç alay vardı; Türklerden oluşan 57. Alay ile Araplardan oluşan 72. ve 77. alaylar.
Arap askerler yeterli eğitimden yoksundu. Askerlerini savaşa hazır hale getirmek için
kısa zamanı vardı. Düşman yaklaşıyordu…
İngiliz-Fransız ortak deniz kuvvetleri boğazları geçerek Rusya’ya ulaşmak istiyordu.
19 Şubat’ta ilk denemeyi yaptılar.
 Başarısız oldular. Tekrarlayacakları kesindi.
Mustafa Kemal askerleriyle birlikte 22 Şubat’ta Çanakkale’ye doğru yola çıktı…

ENVER’E MEKTUP

İngiliz-Fransız gemileri 25 Şubat ve 18 Mart’ta Boğaz’ı geçmeyi yine başaramadılar. Donanmanın geçişini sağlayacak büyük bir deniz ve kara harekatı başlatmak amacıylaGeneral Sir Ian Hamilton kumandasında Akdeniz Seferi Kuvvetleri’ni kurdular.

Osmanlı da, Çanakkale Boğazı ve Gelibolu Yarımadası’nın savunulması amacıyla
25 Mart’ta Alman General Otto Liman von Sanders komutasında 5. Ordu’yu kurdu.

Alman Sanders hızla teftiş ettiği Gelibolu’daki savunmaları yetersiz buldu.
Sahillerde hafif uyarı kuvvetleri bırakıp daha büyük kuvvetlerin Bolayır’da konuşlanmasını istedi. Mustafa Kemal bu stratejiye karşı çıktı;
kumsaldaki savunmaları güçlü tutmak gerektiğini belirtti.
İşin özünde Çanakkale Savaşı’nın Alman komutanların eline bırakılmasına da karşıydı.

Enver Paşa’ya bir mektup yazarak, Alman komutanların Osmanlı ülkesini ve askerlerini tanımadığını belirterek komutayı almasını rica etti. Israrları boşa gitti. Bu arada Sanders, 57. Alay’ın yerini de değiştirmek istedi ama Mustafa Kemal, çıkartmanın yapılacağı yere en yakın noktalardan biri olacağını düşündüğü Bigalı Köyü‘nde kalmak istedi.
Gerçekten de… İngiliz General Hamilton, asıl çıkarmalar dışında göstermelik çıkarmalar yaparak 5. Ordu’yu kandırmak isteyecekti.

“ÖLMEYİ EMREDİYORUM”

Tarih: 25 Nisan 1915.
Fransızlar Anadolu Yakası’ndaki Kumkale’ye şaşırtma saldırısı düzenledi.
İngilizler Gelibolu’nun güney ucundaki İlyas Baba Burnu’na saldırırken,
30 bin 50 kişilik Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu/Anzaklar,
Arıburnu ve Kabatepe arasındaki kumsala çıkarma yaptı.

Amaçları Arıburnu’ndan yarımadayı ikiye bölmekti.
Yarımada işgal ediliyor ve fakat Alman General Sanders, Bolayır’dan kıpırdamıyordu.
İşgali duyan Mustafa Kemal birliklerini alarma geçirdi. Taarruz için emir bekliyordu.
Saat 06.30 olmuştu ve Alman Sanders’ten cevap yoktu.
Fazla bekleyemedi; düşmanın Arıburnu bölgesine yerleşmesine meydan vermemek gerekiyordu. Tarihin akşını değiştirecek kararı verdi. Bir süvari bölüğü, bir sıhhiye bölüğü ve bir dağ bataryasıyla takviye ettiği 57. Alay’a taarruz emri verdi.
Kuşkusuz… Böyle bir inisiyatifi almanın ağır yükü vardı;
suçlu görülerek mesleğinden uzaklaştırılabilir, hatta idam edilebilirdi.

Bunları düşünmedi ya da önemsemedi. Tehlike her türlü kaygıdan önemliydi…
57. Piyade Alayı, Conkbayırı doğrultusuna ilerlerken Mustafa Kemal, durumu yakından incelemek amacıyla yanına emir subayını ve birkaç atlı muhafız erini alarak Conkbayırı’na gitti.
Vadi atla geçmeye elverişli olmadığından atı bırakıp yürüdü.
Conkbayırı’na düşmandan önce yetişmeyi başardı.
Avusturyalılar sahilde iki sırtı ele geçirmişti. Hedeflerinde Topçular sırtı vardı.
Aksilik, Türk askeri de çekiliyordu.

Mustafa Kemal, çekilmekte olan askerlerin önüne geçti; “neden çekiliyorsunuz?” diye sordu. “Cephanemiz kalmadı” dediler.
Mustafa Kemal “Düşmandan kaçılmaz! Düşmanla savaşılır! Cephaneniz yoksa süngünüz var!” diyerek askerlere süngülerini taktırdı ve mevziye yatmalarını emretti. Zaman kazanmak istiyordu. Yüksek sesle süngü taktırması üzerine Teğmen Tulloch,
Türk subayının askerlerini ateş etmeye hazırladığını sanarak durdu.
Bu durma emri savaşın kaderini değiştirdi.
Mustafa Kemal ilk psikolojik savaşı kazandı. Ve ardından, 57. Piyade Alayı’na emrini verdi:

“Ben size taarruz etmeyi emretmiyorum;
ölmeyi emrediyorum…”

CEBİNDEKİ SAAT

İngilizlerin Arıburnu’na çıkardığı kuvveti 15 bindi.
Mustafa Kemal’in emrindeki asker sayısı ise 5 bin. Buna karşın Mustafa Kemal
düşmanı sahile kadar sürüp Conkbayırı’nı ele geçirdi.

Sanders anılarında, “Kendisi 25 Nisan sabahı 19. Tümen ile kendi kararıyla muharebeye müdahale ederek düşmanı sahile kadar sürmüş ve bundan sonra üç ay durmaksızın kırılmaz bir direnç ve inatla şiddetli taarruzlara başarıyla karşı durmuştu” demesine rağmen; 27 Nisan günü Mustafa Kemal’e yardım etmesi için
bir Alman Binbaşı gönderdi. Mustafa Kemal bunu kendine yapılmış bir hakaret olarak değerlendirdi ve Alman Binbaşı‘yı hemen başından uzaklaştırdı.

1915 yazı ortalarına kadar İngilizler ve Fransızlar Çanakkale’deki yenişememe halini kırmak için kuvvetlerini 14 tümene çıkardı. Yeni planları, Anzak askerlerinin Conkbayırı’nı alması ve Bombasırtı’nı zapt etmesiydi. Bu arada 20 bin askerden oluşan
iki tümen de Suvla‘ya çıkacaktı.

Harekat 6-7 Ağustos gecesi başladı.
Alman Sanders Bolayır’daki 7. ve 12. tümene Suvla Koyu’na hareket emrini verdi.
Albay Fevzi’nin (Çakmak) birliklerinin toplanması ve intikali vakit aldı.
Keza albay, birliklerin yorgun olduğunu savunarak taarruzun ertesi gün yapılmasını istedi. Sanders emrine uymadığı için Albay Fevzi’yi azlederek yerine
Mustafa Kemal’i tayin etti.
O artık Kurmay Albay’dı…
16. Kolordu, 9. Tümen ve Alman Yarbay Willmer’in komutasındaki üç taburdan oluşan Anafartalar Grubu‘nun komutanıydı.
Göreve gelir gelmez 6 taburluk ana kuvvetine taarruz emri verdi; Mehmetçik süngüleri takılı sessizce hareket ederek düşmanı ileri mevzilerinde gafil avladı.
İngilizler geri çekildi.
17 bin Mehmetçik’in ve 25 bin İngiliz’in öldüğü bu cephe savaşıyla ilgili resmi
İngiliz tarihi şöyle yazacaktı;

“Türk karşı taarruzunun planı, hayranlık vericiydi.”

Bu arada Mustafa Kemal’in savaşa bizzat katılımı askerlerine bireysel cesaret konusunda örnek oldu. Öyle ki…
Mustafa Kemal, cebinde bulunan saati sayesinde ölümden döndü;
mermi saate saplanmıştı. (Bu saatini, hatıra olarak Sanders’e hediye etti.)

SEBEBİ KISKANÇLIK

Mustafa Kemal, düşmanın bir ileri adım atmasına izin vermedi.
Siperlerinden çıkamıyorlardı. General Hamilton’u görevden aldılar;
yerine General Charles Monro atandı.
 Cephede yaptığı incelemelerin ardından
Monro, 3 Kasım 1915’te İngiliz Yüksek Savunma Konseyi’ne görüşünü,

“Gelibolu tahliye edilmelidir.” şeklinde bildirdi.

Osmanlı cephesinde de görev değişikliği vardı…
Takdir belgelerine, madalyalara boğulan Mustafa Kemal Çanakkale’den ayrılmak zorunda kaldı.
Sebebi kıskançlık idi…

Enver Paşa, 26 Ekim 1915’te gönderdiği emriyle Mustafa Kemal’i, Anafartalar Grubu içinde bir ast birlik komutanlığına atadı! Bu Mustafa Kemal’in adeta cezalandırılması demekti. Onur kırıcı durumu elbette kabul edemezdi; istifa etti.
Sanders araya girdi. İstifasını geri aldırtıp bir aylık hava değişimiyle İstanbul’a gitmesini sağladı.
Mustafa Kemal, 10 Aralık 1915’te Anafartalar Grubu Komutanlığı’nı
Fevzi (Çakmak)’a bırakarak Çanakkale’deki savaştan ayrıldı.

10 gün sonra da İngilizler Çanakkale’den çekildi…
Böylece 8,5 ay/259 gün süren Çanakkale muharebeleri son buldu.
Mustafa Kemal, düşmanın rahatça Çanakkale’den tahliye olmasını eleştirdi.
Belki de bu nedenle görevden uzaklaşması sağlanmıştı; kim bilir!..

ASKERİ DEHASININ SEBEBİ

Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki başarısın sebebi neydi?

Kuşkusuz zekiydi; gerçekçiydi. Bir o kadar da kendini geliştirmeyi bildi.
Mekteb-i Harbiye’deki ilk yılında Ahmet Refik’in Clausewitz’den çevirdiği
“Savaşın İdaresinde Temel İlkeler” kitabını okudu.
Savaşta galip gelmenin; zeka, mantık ve akıl gibi unsurlarla birlikte kişisel becerilerin de
önemli olduğunu kavradı.
En sevdiği öğretmenlerinden Trabzonlu Yarbay Nuri‘den taktik dersleri alarak,
gerilla savaşını öğrendi.
Subayın vazgeçilmezi, entelektüel gelişimini sürdürmekti.
Kitap ve gazeteyi elinden düşürmedi.
1904-05 Rus-Japon Savaşı’nı güçsüz Japonların nasıl kazandığına kafa yordu. Moltke ve Napolyon‘un seferleri başta olmak üzere askeri tarih araştırmaları yaptı.
Kıta hizmetine çıkıp Osmanlı Ordusu’nun halini görünce, Berlin Askeri Akademesi’nin eski müdürü General Karl Litzmann’ın takım, bölük ve taburların eğitimine dair eserini 1909’da Almanca’dan çevirdi: 

“Takımın Muharebe Talimi.”

Aynı yıl 19 Ağustos ile 1 Eylül arasında yapılan tatbikatı analiz eden,
“Cumalı Ordugahı: Süvari, Bölük, Alay, Tugay Liva ve Talim Manevraları”

eserini yazdı.
1910’da Fransa’ya giderek Fransız Ordusu’nun Picardie manevralarını gözlemledi. Dönüşünde, “Bölüklerin Muharebe Talimi” broşürünü yazdı.
Osmanlı 5. Kolordu Erkan-ı Harbiyesi’nin iki günlük harita tatbikatını inceleyerek,
“Tatbik ve Tatbikat Gezisi” eserini kaleme aldı.

Yüzbaşı Andre Constantin, Albay Biobat ve sosyolog Gustave Le Bon’un asker ve
toplum psikolojisi üzerine eserlerini okudu.

Çevresindeki herkesin “Ordu ve Donanma Mecmuası” ile “Askeri Gazete”yi okumalarını istedi.

Trablusgarp günlerinde subaylardan muharebe tecrübelerini yazmasını istedi.
Sofya’da “Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal” kitabı üzerinde çalıştı.

Uzatmayayım… Çanakkale’deki başarısı hiç tesadüf değildi.
19. Piyade Fırkası’na geldiğinde ertesi gün subaylara şu konuşmayı yaptı:

“Bir ordunun ruhu subaylardır. Subay ne kadarsa ordu da o kadardır.
Askere örnek olun. Kendinizi iyi yetiştirin. Sırf askeri bilgiyle iyi asker olunmaz. Okuyun.
Sanata ilgi duyun. Hayata bakın. Düşünen asker olun. Hepinizden askerlerinizin ruhunu-beynini, yurt sevgisiyle kararak, bilgiyle donatarak eğitmenizi istiyorum. 

Gözüm her an üzerinizde olacak! Görevde yanlışlığı bağışlamam, bağışlayamam.”

İşte bunun sonucudur:

Mustafa Kemal Çanakkale’deki başarıları nedeniyle şu madalyaları aldı:

– 23 Mart 1915: Alman İmparatoru I. Ferdinand’dan Aziz Alexander Nişanı,
– 30 Nisan 1915: Osmanlı Padişahı Mehmet Reşat’tan Gümüş İmtiyaz Madalyası,
– 1 Eylül 1915: Osmanlı Padişahı Mehmet Reşat’tan Gümüş Liyakat Madalyası,
– 28 Aralık 1915: Alman İmparatoru Wilhelm’den saygın Demir Haç Madalyası,
– 17 Ocak 1916: Osmanlı Padişahı Mehmet Reşat’tan Altın Liyakat Madalyası…

Evet, Mustafa Kemal askeri dehasını Çanakkale’den sonra da göstermeye devam edecekti.

======================================

Dostlar,

Değerli araştırmacı gazeteci – yazar Soner Yalçın‘ı bu önemli yazısı için kutluyoruz
ve teşekkür ediyoruz..

Yazıda birkaç fotoğraf ve çizim de var. Bunlarla birlikte bütün olarak okumak için
yazının pdf biçimi aşağıdaki erişkeden (linkten) çağrılabilir..

MUSTAFA_KEMAL’e_CANAKKALE’DE_YAPILAN_BUYUK_AYIP_ONER_YALCIN

Sevgi ve saygıyla.
17.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Milliyetçiler ile sosyalistleri ne birleştiriyor?


Milliyetçiler ile sosyalistleri
ne birleştiriyor?

portesi
SONER YALÇIN
SÖZCÜ, 18.2.15

“Milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler…”
Vatan Partisi böyle bir çağrı yapınca “Cihangir solcuları” ayağa kalktı:
“Faşistler..!”
Soğuk Savaş’ın zehirlediği kafalardan başka türlüsü düşünülemez. Bunlar…
“Türk’üm”diyene ırkçı diyor.
“Ulusalcıyım” diyene faşist diyor.
Bu neoliberalizm yetiştirmeleri her yanda var. Öyle ki…
Dünyadaki gelir dağılımı adaletsizliğini gözler önüne seren “Kapital” adlı kitabın etkisini azaltmak için yazarı Thomas Piketty‘ye “ulusalcısı” dediler.
Küreselleşme taraftarları “ulusalcılığı” küçümseme aracı yaptı! Sadece bu olsa…
Türkiye’de “ulusalcılık” Ergenekon Soruşturması’nın temel sebebi sayıldı! İnsanlar yıllarca Silivri zindanında yatırıldı.
Oysa:
Milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler bu topraklarda dün iç içeydi.
Üç kavram da Osmanlı dönemi ürünü.
Veled Çelebi, Necib Asım, Bursalı Mehmet Tahir, Yusuf Akçura, Sadri Maksudi, Mehmet Emin Resulzade, Ömer Seyfettin bilinmeden Türkçülüğün kökeni anlaşılabilir mi?
Ziya Gökalp’i Türkçülüğe yönelten Ahmet Vefik Paşa’nın “Lehçe-i Osmani” ya da
Mustafa Kemal’i derinden sarsmış Askeri Mektepler Nazırı Süleyman Hüsnü Paşa’nın yazdığı “Tarih-i Alem” bilinmeden Türkçülük hakkında söz edilebilir mi?
“Türk Yurdu” ve “Halka Doğru” dergilerinde milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler birlikte çalışmadı mı?
“Köycü Doktorlar” Dr. Reşit Galip, Dr. Hasan Ferit (Cansever), Dr. Fazıl (Doğan) bilinmeden Türkçüler’in halkçılık kökü anlaşılabilir mi?
Hepsi…. Avrupa sermayesinin Osmanlı pazarını yok etmesine karşı mücadele vermediler mi? Hanedan‘ın yerini vatan‘ın alması için mücadele vermediler mi?
Bu nedenle:
Emperyalizme karşı savaşmak için Müdafa-i Vatan Cemiyeti‘ni kurmaları,
Ankara’ya gitmeleri tesadüf mü?
Dün olduğu gibi….
Bugün de “Milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler“ yan yana geliyor.

Ayrılık nedeni

Bir araya gelmek hiç kolay değil. Çünkü…
İkinci Dünya Savaşı ve ardından Soğuk Savaş, milliyetçileri-sosyalistleri karşı karşıya getirdi.
Önce Almanya ve ardından ABD-NATO, Türkiye’deki düşünsel hayatı “kanlı bıçakla”
ikiye böldü. Örneğin…
Çok yakın arkadaş Sabahattin Ali ile Nihal Atsız‘ın yolları ayrıldı. Görünürdeki neden; Sabahattin Ali’nin yazdığı “İçimizdeki Şeytan” romanıydı! Atsız’a göre “şeytan” dediği milliyetçiler idi. Ardından yazdığı “Dalkavuklar Gecesi” kitabında herkese saldırdı.
Keza Atsız’ın sınıf arkadaşı Pertev Naili Boratav da “Atsız Mecmuası”ndaki yazılarına
son verdi. Hasan Ali Yücel, “Filiz”de yazdığı “Ülkü ve Hayat” makalesine övgüler dizdiği öğrencisi Reha Oğuz Türkkan ile karşı karşıya geldi.
“Görünmez El” birbirine “yoldaş” diyenleri düşman yaptı. “Gök Börü”, “Çınaraltı” ya da “Akbaba” gibi yayın organlarında birlikte çalışanlar gün geldi, birbirleri hakkında yapmadıkları hakaret kalmadı.
Kimi ırkçılığa kadar savruldu.
Kimi istihbarat örgütlerin maşası haline geldi.
Kimi Washington veya Moskova’nın emir eri oldu.
Ayrılıklar her kesimin içinde de yaşanmaya başladı.
Turancı Pantürkçüler ile vatancı Türkçüler bile ayrıldı.
Herkes birbirine düşman yapıldı.
Kimine göre, Sovyetler Birliği sayesinde Türkiye sosyalist olacaktı.
Kimine göre, Almanya ya da ABD sayesinde “Büyük Turan” gerçekleşecekti.
Kimine göre, Türkiye için en büyük tehlike “komünizm” idi.
Kimine göre, Türkiye için en büyük tehlike “faşistler” idi.
Türkiye gerçeklerinden koptular/koparıldılar.
Soğuk savaş ürünü Gladio‘nun tetikçileri kan dökmeye başladı.
Ve gün geldi: 12 Eylül 1980 askeri darbesi hepsini cezaevine tıktı. Doğu Perinçek ile
Yaşar Okuyan Mamak Cezaevi’nde birbiriyle konuşma olanağı buldu.
Ve, Vatan Partisi çatısı altında birleşerek ezberleri bozdular…

Halkçılık birleştiriyor

Hadi “Cihangir solcularını” anladık!
Kendini “milliyetçi” sananlar bu ittifaka niye karşı?
Milliyetçilik 1789 Fransız İhtilali’yle dünyaya yayıldı. Türkiye’de her siyasal çevrenin kendi milliyetçilik tanımı olsa da, terminolojik anlamı net: “Ulusal pazarını/piyasanı korumak.”
Peki…
Adında “Milliyetçi” kavramı bulunan parti bu güne kadar, ulusal pazarını korumak için
ne “Hareket” yaptı?

Örneğin… Özelleştirme adı altında ülkenin değerleri peş keş edilirken hiç sesini duydunuz mu?
Aksine… Hükümet oldukları dönemde; Petrol Ofisi, Zirai Donatım Kurumu, Et- Balık Kurumu, Sek, Petkim, Turban, Seka, Sümer Holding, Kbi, Çantaş, Tungaş, Ankara Halk Ekmek, Öbitaş, Pancar Ekicileri Birliği, Maksan, Man Kamyon, Dosan Konserve, Balıkesir Pamuklu Dokuma, Aydın Tekstil, Güven Sigorta, Türk Otomotiv, Ankara Sigorta, Deniz Nakliyatı TAŞ, Metal Kapak, Ege Et, Tüstaş, Asil Çelik, Köy Tür, Toros Gübre vs. sattılar.

IMF yasaları adı altında çıkarılan pancar ve tütün kanunlarıyla yüz binlerce köylüyü
perişan ettiler.
Tarımın yok edilmesine dayanamayan Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp
partisinden istifa etmedi mi?

Ulaştırma Bakanı Prof. Enis Öksüz yolsuzluklara karşı çıktığı için görevinden alınmadı mı? 1960’lardan beri partili olan Sadi Somuncuoğlu ve Abdulhaluk Çay’ı bakanlıktan ve partiden kovarken, ülkeyi 50 milyar dolar zarara uğratan hortumcular neden korundu?
Kemal Derviş politikalarıyla milliyetçilik nasıl yan yana geldi?
Hangi anti emperyalist mücadelenin içinde oldular? Soru çok…

Meselenin özüne bakın; kim milliyetçi, kim sosyalist anlarsınız.

Halkçı olmayan
 ne milliyetçidir ne de sosyalist!

Bugün… Milliyetçiler ile sosyalistleri halkçılık birleştiriyor.

Umarım…
6 Ok‘undan biri halkçılık olan parti;
umut ve heyecan dolu bu birlikteliği seyretmekle kalmaz; el uzatır.

Davutoğlu ağzını topla!


Davutoğlu
ağzını topla!

portesi


Soner YALÇIN
SÖZCÜ
21.1.15

 

Adı, “Ke­rim Sa­di­” mi?..
Yok­sa, “A. Cer­ra­hoğ­lu­” mu?..
“Nev­zat Cer­rah­la­r” ola­bi­lir mi?..
Ya da; “Ah­met Nev­zat Cer­ra­hoğ­lu­” mu?..
Bir ay­dın dü­şü­nün…
50 yıl­lık ya­zı ya­şa­mı bo­yun­ca hep müs­te­ar ad kul­lan­mak zo­run­da
kal­dı!
Çün­kü, sos­ya­list­ti. Mark­siz­m’­le il­gi­li on­ca ki­ta­ba ve çe­vi­ri­ye im­za
at­mış bir en­te­lek­tü­elin ya­şa­mı, bu top­rak­lar­da so­lun ne de­re­ce bas­kı
al­tın­da ol­du­ğu­nun so­mut ger­çe­ği­dir.
Ge­çen ey­lül ayın­da Be­yoğ­lu Sa­haf­lar Fes­ti­va­li­’n­de bir des­te ha­li­ne ge­ti­ril­miş ki­tap­la­rı­nı gö­rün­ce, şa­şır­dım. On­ca yıl sa­haf­lar­da tek tek
bu­la­bil­di­ğim ki­tap­la­rı des­te ha­lin­dey­di. Öğ­ren­dim ki, bir ak­ra­ba­sı­nın evi­nin bod­rum ka­tın­da bu­lun­muş­tu.
Ne­ler yok­tu ki ka­le­me al­dık­la­rı ara­sın­da; “İn­sa­ni­yet Kü­tüp­ha­ne­si­”n­den “Karl Mark­s”; “İş Üc­re­ti Ne­di­r”; “E­ko­no­mi­ci­lik Ef­sa­ne­si­” gi­bi on­lar­ca bro­şür-ki­tap yaz­dı, çı­kar­dı.
Ke­za:
“İs­la­mi­yet ve Sos­ya­lizm Bağ­da­şa­bi­lir mi?”;
“Mu­ham­med ve İs­la­mi­ye­t”
gi­bi eser­le­rin­de bu­gün ha­la tar­tı­şı­lan,
“Sos­ya­lizm di­ne kar­şı mı­dı­r?” gi­bi so­ru­la­ra ya­nıt­lar ver­di.
“Ke­rim Sa­di­”yi en sert eleş­ti­ren­le­rin ba­şın­da Dr. Hik­met Kı­vıl­cım­lı var­dı. Ha­yır, me­se­le İs­la­m’­ın, sos­ya­lizm ile bağ­daş­ma­sı de­ğil­di.
Tar­tış­ma ko­nu­su, Mark­siz­m’­i bi­lip bil­me­mek­ti. Yok­sa, Hik­met
Kı­vıl­cım­lı da İs­la­mi­yet ile sos­ya­lizm ara­sın­da­ki iliş­ki ko­nu­sun­da
ay­nı gö­rüş­tey­di.
Öy­le ki…
Hik­met Kı­vıl­cım­lı, di­ni po­li­ti­ka­ya alet et­mek­ten (es­ki TCK 163) yar­gı­la­nan ilk Mark­sis­t’­ti! Su­çu;Eyüp Sul­ta­n’­dan çı­kan ca­mi
ce­ma­ati­ne sos­ya­lizm ile İs­la­m’­ın or­tak nok­ta­la­rı­nı an­lat­ma­sıy­dı…
Pe­ki…
Bu gi­ri­şi ni­ye yap­tım?..

Sosyalist tarikat

Ahmet Davutoğlu meselesine geleceğim. Ama…
Size bir ismi daha tanıtmam lazım: Abdülaziz Mecdi Tolun.
İstanbul’da Fatih Türbedarı Ahmet Amiş Efendi’nin sohbetinden etkilendi. Vahdet-i Vücutfelsefesiyle tanışması hayatının yönünü değiştirdi.
Yaptığı iyilikleri -gösteriş olur endişesiyle- göstermeyen; yaptığı kötülükleri ise -nefsiyle mücadele etmek amacıyla- açığa vuran “Horasan Erenleri” Melamiler’den etkilendi.
Dinciliğe karşı çıktıkları için ağır bedeller ödeyen Ömer Sikkini,  Bünyamin Ayaşi, İsmail Maşuki, Hamza Bali, Nur’ul Arabi gibi “kutub”ların yoluna girdi.

Derisi yüzülerek öldürülen Melami Ozan Nesimi ne diyordu:

“Ben Melamet hırkasını
Kendim giydim eğnime
Ar-ü namus şişesini
Taşa çaldım kime ne??..”

Kitaplar yazdı; kitaplar çevirdi.
İttihatçı’ydı. 1908’de Balıkesir’den İttihat ve Terakki Fırkası listesinden mebus seçildi.
“Kerim Sadi”, yazdığı, “İslamiyet ve Osmanlı Sosyalistleri” adlı broşür kitabında Abdülaziz Mecdi’nin (Tolun), sosyalizmi nasıl anladığı ve ne dereceye kadar kabul ettiğini şöyle yazdı:
Mecdi Efendi, Batı dünyasındaki ekonomik, sosyal ve ahlaki çöküntüyü tenkit ediyor; kapitalist medeniyete çatıyor; ve hadislere dayanarak sosyalizm ile İslamiyet’i belli sınırlar içinde ve işçi sınıfının aktüel meseleleri bakımından uzlaştırmaya çalışıyordu.
Mecdi Efendi’ye göre işçinin haklarını korumak insanlık icabıdır.
İşçi sınıfının haklarını korumağa ve kafalarını aydınlatmaya çalışan Osmanlı sosyalistleri, insanlığa karşı önemli bir görev yerine getirmiş oluyorlardı. (…)
Onun inancına göre, memleketimizde sosyalizm bundan ileriye adım atamazdı. Atarsa hem sosyalistler hem memleket bundan zarar görürdü. (…) Görülüyor ki, Mecdi Efendi sosyalizmi mutedil ve aşırı olarak ikiye ayırıyor; ve İslam dininin mutedil sosyalizmle rahatça bağdaşabileceği tezini savunuyor.
İslam’da sosyalist esaslar bulan Mecdi Efendi’ye göre, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde, mutedil bir sosyalistlik gerçekleşebilir ve gerçekleşmelidir.”
Peki….
Abdülaziz Mecdi Tolun, Melamiler içinde sosyalizme inanan tek kişi miydi?
Hayır!
“Kerim Sadi”, Hikmet Kıvılcımlı gibi kadri kıymeti bilinmeyen
bir diğer Marksist; Abidin Nesimi’ydi.“Yılların İçinden” adlı
anı kitabında Melamiler’in siyasal amacını yazdı:
“Balkanlar’da; ya sosyalist bir federasyon ya da İslami bir sosyalist Melami federasyonunun kurulması gerekliydi.”
Abidin Nesimi’ye göre; Melamiler’in İstanbul’daki şeyhi
Terlikçi Salih, Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’ya yapılan suikast dolayısıyla tevkif edilip Sinop’a sürüldü. “Sinop’ta (geleceğin
TKP lideri) Mustafa Suphi ile konuştu ve Mustafa Suphi’yi etkiledi.

“Melamilik ve Melamiler” araştırmasını ilk yapan kişi, tasavvuf dünyasını en iyi bilen tarihçi Abdülbaki Gölpınarlı idi. Polis raporuna göre, TKP’ye katılan ilk öğretim üyesiydi. 1944 “Komünist Tevkifatı”nda cezaevine atıldı. Duruşmalarda “Müslüman Sosyalist” olduğunu hiç saklamadı…
Evet, bu bilgilerden sonra gelelim asıl konumuza…

Güya Profesör!

İslamiyet ve sosyalizm ilişkisi konusunda sanırım verdiğim örnekler yeterlidir.
Bu konuya niye girdim?
Hayır, tahmin ettiğiniz gibi, yaptığı karikatürler nedeniyle
terör saldırısına uğrayan Fransız Charlie Hebdo değil!

Evet, yazının nedeni Ahmet Davutoğlu! Buyurmuş ki:

CHP, İslam’a, Hz. Muhammed’e saldıranlara sahip çıktı!

Bu 100 yıllık koca bir İngiliz yalanıdır…
Osmanlı Müslümanlarının, özellikle 1917’deki Bolşevik Devrimi’nden sonra sosyalizme ilgi duymasından rahatsız olan İngilizler,
“sosyalistler dine karşıdır” yalanını piyasa sürdü.
(Öbür yalanı ise, “kadınlar ortak kullanılıyor” idi!)

  • Güya “profesör” olan Davutoğlu;
    hâlâ bu tür pespaye yalanlara sığınıyor!

Geçen yıl…
Bugün bu satırları yazdığım gün kaybettiğim rahmetli babam; orucunda, namazında inançlı bir Müslüman’dı ve CHP üyesiydi...
Kimse rahmetli babamın partisi ve solcular hakkında,
“Hz. Muhammed’e saldıranlara arka çıktılar”diyemez!
Yeter artık…

Davutoğlu ağzını topla!

=====================================

Dostlar,

Ağzına – kalemine sağlık sevgili Soner Yalçın‘ın..

Başbakan Davutoğlu‘nun bu yalanı, bir insan olarak bizim
yüzümüzü kızartıyor.
Önceki yıl Kabataş’ta bir başörtülü kadının dövülmesi ve 
Dolmabahçe camisinde bira içilmesi yalanları da dönemin
Başbakanı Bay RTE tarafından tüm Türkiye’ye söylenmişti.
Üzüm üzüme baka baka mı kararıyor?
Balık baştan mı kokuyor?
Hangisi, hangisi??
Başbakan olmuş bir insan böylesine apaçık halkına yalan söyler mi,
hem de çok ağır iftira atarak?! Ne uğruna?
Çirkin siyaset ve bir avuç oy uğruna..
Yazıklar olsun..
Bu davranışa (yalan söyleme ve iftira atma!) İslam Dininde yer var mı?
Hz. Muhammed’in karikatürleri çizildi diye kıyamet koparanlar,
(Charlie Hebdo dergisi basılarak toplamda 12 cana kıyıldı!)
aslında İslam dinine ve Muhammet Peygamberin anısına – mirasına
çok daha büyük saygısızlık etmiyor mu??
Üstelik de suret-i haktan görünerek??

Ne güzel sormuştu Prof. Örsan K. Öymen, 08.01 2015 günü AYDINLIK‘ta ter alan makalesinde :

Bu AKP’liler Müslüman mı??

Sevgi ve saygıyla.
21.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

10 Aralık 2014 İnsan Hakları Günü : 1937-38’de Tunceli-Dersim’de Neler Oldu?


10 Aralık 2014 İnsan Hakları Günü :

1937-38’de Tunceli – Dersim’de Neler Oldu ??

10_Aralık_Dunya_Insan_Haklari_Gunu

 

 

 

 

 

Dostlar,

Tunceli – Dersim olayları, tarihin çok acı olaylarından biridir.
Çok söylenmiş ve yazılmıştır.
Siyasiler de genellikle gerçeğin peşinde olmamış, siyasal sömürü konusu edinmişlerdir.

Nesnel ve birikimli, saygın yazar Prof. Dr. Emre Kongar, Kasım 2014 sonu ve
Aralık 2014 başlarında Cumhuriyet’teki köşesinde ardışık yazılarla bu yakıcı sorunu irdeledi. 9 makale ile..

1. Bir Dersimli Anlatıyor! Cumhuriyet, 28.11.2014
2. TUNCELİ NASIL BİR DERSİM’di?? Cumhuriyet, 29.11.2014
3. Şeyh Sait ve Dersim; Cumhuriyet, 30.11.2014
4Dersimliler ve Cumhuriyet; Cumhuriyet, 02.12.2014
5. Hacı Bektaş Çeşmesinden… Cumhuriyet
, 04.12.2014
6. Dersim Mektubu Üzerine… Cumhuriyet
, 05.12.2014
7. Sorun Tarihte Değil, Gelecekte! Cumhuriyet, 06.12.2014
8. Dersim / Tunceli: Ders Almak! Cumhuriyet, 07.12.2014
9. Aleviler Demokrasinin Güvencesidir.. Cumhuriyet, 09.12.2014

*****
Dersim'de_1937-38'de_ne_oldu

Bu 9 yazıyı tek bir dosyada pdf olarak paylaşmak istiyoruz.
Okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Dersim_Tunceli_Yazilari

Emre hoca 8. yazısını şöyle bağlıyor :

  • “Bence Dersim / Tunceli olaylarından alınacak en büyük ders,
    Alevilere bugün de uygulanan
     ayrımcılığın ve zulmün sona erdirilmesi olmalıdır… Elbette farklılıklarımızla birlikte yaşayacağımız demokratik bir toplum inşa etmek istiyorsak! 

Emre hoca 9. yazısını ise aşağıdaki gibi bağlıyor :

  • Dersim/Tunceli için özür dilemeler, “Özür dile” demeler, CHP’yi, İnönü’yü, Atatürk’ü suçlamalar, zulmü sürekli anımsatıp yaraları kaşımalar ve kanatmalar, bu dışlayıcı politikayı örtbas edemez… 
  • Alevilere eşit vatandaşlık hakları, vicdan ve ibadet özgürlüğü tanınmalı, Cemevleri ibadethane statüsüne kavuşturulmalı, din dersleri zorunlu olmaktan çıkarılmalı, seçmeli din derslerinin müfredatında Alevi kültürü, tarihsel ve felsefi köklerine uygun olarak yer almalıdır.

Teşekkürler Sayın Kongar..
Artık bu iğrenç duygu – tarih sömürüsüne bir son vermeli..

O sıralarda ağır hasta olan Büyük ATATÜRK ve görevde olmayan önceki başbakan İsmet İNÖNÜ‘nün saygın anılarını kirletme amacıyla günlük siyasete alet edilmesi
son derece yersiz ve yanlıştır; tarihsel kanıtlardan tümüyle yoksundur.

Buna asla izin verilemez!

  • Şahinleşen Başbakan Celal Bayar ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak başlıca 2 sorumludur.
  • Tarihsel fatura bu ikiliye kesilmeli ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
    tüzel kişiliğinin de haksız ve yersiz – kasıtlı yıpratılmasına izin verilmemelidir.

Günümüz Türkiye Cumhuriyeti Devleti, acı olaylardan 75-80 yıl sonra sürecin
masum mağdurlarına sevecenlikle yaklaşmalı, insancıl ölçülerle yitiklerini gidermeye çaba göstermelidir. Ülkemizde tüm ayrıcalıklar yok edilerek “eşit yurttaşlık”
ortak paydasında demokrasimizi (siyasal ve ekonomik) kulvarlarda geliştirmeye çabalamalıyız..

Toplumsal bellekte travma sonrası stres bozukluğunun kuşaklar boyunca
sürgit süregenleşmesi (örneğin Kerbela vahşeti!) ülkemizin ve halkımızın
yararına asla değildir.

Konuya ilişkin bizim de 5 sayfa dolayında bir makalemiz bu sitede yayımlanmıştı.
Ona da şu erişkeden (linkten) ulaşılabilir :

http://ahmetsaltik.net/2014/11/25/dersim-tartismalari-tunceli-dersim-debates/

*****

Ayrıca Soner Yalçın, Hüsnü Merdanoğlu, Naci Beştepe.. gibi yazarların konuya ilişkin makalelerine de sitemizden erişilerek okunabilir..

*****

10 Aralık 1948‘den bu yana 66 yıl geçti..

Artık, İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ‘nin (İHEB) tam anlamıyla
yaşama geçirilmesini ve uygulanmasını diliyoruz..

Hatta daha da geliştirilerek “İHEB’in 3. Bin Yıl Türevi” nin yazılmasını..

Türkiye’de de elbette.. Türkiye, BM’nin kurucu üyelerinden biri olarak
bu Evrensel Bildirge’ye hukuksal olarak taraftır ve Anayasa md. 90 / son fıkra uyarınca
bu Bildirge, iç yasalarımızla denk hukuksal güçtedir. Yine aynı madde uyarınca
İHEB metninin Anayasa’ya aykırılığının ileri sürülmesi olanak dışıdır. Bunlara ek,
temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin uluslararası antlaşma ve sözleşmelerin
iç yasalarla çelişmesi durumunda ilki üstün sayılarak uygulanacaktır. (AY md. 90 / son)

Türkiye’nin ve insanlığın bu bağlamda katedeceği daha çooook yol var..
Küreselleşen emperyalizm İNSAN HAKLARININ en büyük engeli, düşmanı!
Öncelikle bu hakları bölücü – ayrıştırıcı olarak ikiyüzlü biçimde kullanıyor.
İkinci olarak da vahşi kapitalizmi sürdürerek milyarlarca insanı yoksullaştırıyor.

Tunceli – Dersim olaylarında da İngilizler ve Fransızlar kışkırtıcı rol üstlenmeseler, kendilerine ulaşan kimi istemlere, “Biz bağımsız – egemen bir Devletin (Türkiye’nin!)
içişlerine karış(a)mayız..” diye geri çevirseler, sorun bu denli yakıcı boyutlara tırmanmayabilirdi. Yardım istemlerini gerekiyorsa Milletler Cemiyeti‘ne taşıyabilir
ve dostane-barışçı çözümlere destek verebilirlerdi.. Bunu yapmamışlar, tersine,
Türkiye’de kanlı gelişmelere çanak tutmuşlardır; bu bir Emperyalizm klasiğidir..

Elbette bu saptamalar Bayar – Çakmak ikilisinin temel tarihsel – politik sorumluluğunu ortadan kaldırmaz, hatta hafifletmez de..

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü‘nün
tüm insanlığa kutlu ve mutlu olmasını diliyoruz.

insan_haklari_ozgur_esit_yasamaktir

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygıyla.
10.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Fazıl Say haklı çıktı..


Fazıl Say haklı çıktı..

Soner Yalçın

 Soner Yalçın
 syalcin@sozcu.com.tr
 20 Temmuz 2014

Sizi birkaç yıl önce yapılan bir tartışmaya götüreceğim. Konu arabesk idi ve hedefte Fazıl Say vardı. Peki o tartışmayı bugün niye anımsatıyorum? Bunun iki nedeni var.
Biri; Erdoğan’ın vizyon toplantısına katılan ünlüler. Öbürü ise Fazıl Say’ın “İlk Şarkılar” albümü. Aslında size iki Türkiye’yi göstermek istiyorum. Nasıl mı?..
Makaleler de kitaplar gibi; yazılacak zamanı bekliyor.
Fazıl Say’ın “İlk Şarkılar” albümüyle ilgili yazmak istediklerim neredeyse bir yıldır bekliyordu.

Şimdi vakit geldi…

Ama… Önce bir tespitte bulunmalıyım:
Fazıl Say haksız mıymış? Facebook’ta
“Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum.” sözü başta “arabesk’in
ne olduğunu bilmeyen” arabeskçiler tarafından tepkiyle karşılanmıştı.
(İşin acı yanı Fazıl Say’a sol‘dan gelen “seçkincilik” eleştirisi idi!)
Kamuoyu geçen haftayı Cumhurbaşkanı adayı Erdoğan‘ın vizyon toplantısına katılan “ünlüleri” konuşarak geçirdi.
Sanatçı‘nın içi boşaltıldı ve medya artık herkesi “sanatçı” diye tanımlıyor!
Demek ne “sanatı” ne de “sanatçıyı” biliyorlar; vasatlığın göstergesi bu.
Ve aslında arabesk tam da budur. Açayım…

Müzikle ilgisi yok

Köşk adayı Erdoğan’ın vizyonuna yalnızca arabeskçiler destek verdi; bakmayınız bazılarının pop filan söylediğine ya da dizi oyuncusu olduğuna; hepsi arabesktir! Arabesk’in sadece müzik türüyle filan ilgisi yoktur.

  • Arabesk bir yaşam biçimidir; kültür’dür/kültürsüzlüktür ve
    temsilcisi Erdoğan’dır.

Arabesk bir kültürden diğerine geçiştir. Kent’in/burjuvazinin kimliksiz varoşa
yenik düşmesidir; “kültürel çöküştür.
Arabesk, aydınlanmanın, çağdaşlaşmanın karşıtıdır.
Arabesk, sadece kendi çıkarını düşünen siyasal kirliliktir.
Arabesk, insanın kendine yabancılaşmasıdır. (İşte tam da bu nedenle;
tecavüz mağduru Zerrin Özer ile tecavüz mağruru İzzet Yıldızhan, Erdoğan’ın
vizyon toplantısında yan yana geliverir! Bu “çimentonun” ahlakı; arabesk’tir!)

Bakınız…
Erdoğan’ın vizyon toplantısına, toplumun yozlaşmasıyla ortaya çıkmış “icracıların” gitmesi tesadüf mü? Bunu neden hiç tartışmıyoruz.
Evet, Erdoğan’ın vizyon toplantısında neden sanatçı yoktu?
Sanatçı bugün Türkiye’de neyi savunuyor? Sanatçı arabeskin karşıtıdır.
İşte o vizyon toplantısı, bizim önümüze bir gerçeği getirip koydu:

“Arabesk Türkiye’yi uyuşturuyor” diyen Fazıl Say’ın haklı olduğunu!

Arabeskçilerin yani kaderciliğe, kalitesizliğe, değersizleştirmeye Türkiye’ye
mahkum edenlerin Erdoğan’la kucaklaşması aslında hiç şaşırtıcı değil.
Arabesk, kapitalizmin en kültürsüz sistemidir. Köksüzdür.
Arabesk yozlaşmadır. Dün Erdoğan’a giden; yarın Erdoğan iktidardan düşünce
başka bir “vizyon” toplantısına gidecektir ve tabii arabesk hâlâ yaşıyor ise…

“Sahteciliğin Çekiciliği”

Fazıl Say’ı yazacaktım nerelere geldim.
Yine…
Fazıl Say’a geçmeden bir kişiyi tanıtmalıyım sizlere:

Theodor W. Adorno (1903-69), 20. yüzyılın önemli filozoflarından biriydi.
Frankfurt Okulu ya da Eleştirel Kuram olarak bilinen düşünce hareketinin kurucularındandı. Dünyada müzik sosyolojisinin akla gelen ilk ismiydi. Müzisyendi; Alman besteci Bernhard Sekles‘ten müzik dersleri aldı; beste çalışmaları yaptı.
Müzik kuramıyla ilgili düşünceleri devrim yarattı.

İlk tespiti şu oldu :

“Sonunda kültür endüstrisi müziği tamamen kendi denetimine sokmayı başardı.”

Adorno, “Aydınlanmanın Diyalektiği” kitabında caz ile ilgili ileri sürdüğü tez tartışma yarattı. Caz’ın, Amerika’ya özel bir olgu olarak değil, gelişmiş kapitalist toplumsal sistem içinde bir durum olarak ortaya çıktığını belirtti. Yani Adorno, caz müziğinin, kökeninden-tarihinden kopartılarak, popüler kültürün tüketim müziğine dönüştürüldüğünü yazdı:

“Kökü lümpen proletaryaya dayanan ve önceleri önemsiz bir sosyal olgu olan caz; iletişim endüstrisi (medya) tarafından yontulup cilalanarak, mütevazı ve şaşırtan özelliklerinden yoksun bırakıldı ve içi tümden boşaltıldı. Toplum, umutsuzlardan oluşan bir toplum, bu nedenle çetelerin ağına düştü. Bu durum kimi vasat romanlarda, filmlerde ve cazın biçeminde çok belirgin ortaya çıktı.”

Aydının kendi standartlarını düşürmesine Adorno, şiddetle karşı çıktı.
“Sahteciliğin çekiciliğine” kendini kaptıranları eleştirdi.
Bunun entelektüel üretkenliği tehdit ettiğini yazdı.
Adorno’yu niye hatırlattım? Şundan…

İlk Şarkılar

Fazıl Say benim dostum, kardeşim…
Fazıl Say Türkiye’nin en değerli sanatçılarının başında gelir.
İcracılığından daha önemlidir besteciliği.
Bu nedenle Fazıl Say’ı Fazıl Say’dan bile korurum.
Şunu demek istiyorum; sahteciliğin çekiciliğine kapılıp “piyasa müziği” yapmasına
karşı çıkarım.

Fazıl Say’ın “İlk Şarkılar” albümü Türkiye’de çok beğenilince ve çok satan müzik CD‘lerin başında yer alınca korktum. Diğer eserleri; gerek ABD gerekse Japonya’da listelere hep girdi. Türkiye’de ise ilk kez oldu. Hemen sorguladım, niye?
Ne yalan yazayım bu durum beni kaygılandırdı; “acaba” dedim, “yoksa” dedim. Sorularımın yanıtını bulmam tam bir yıl sürdü. Hayır, “İlk Şarkılar” piyasa müziği değil.
“İlk Şarkılar” Fazıl Say’ın entelektüel üretkenliğe devam ettiğinin güzel bir işareti.
Büyük ustalar; Metin Altıok‘u, Can Yücel’i, Cemal Süreya‘yı, Orhan Veli’yi, Nazım Hikmet‘i, Ömer Hayyam’ı ve Pir Sultan Abdal ile Muhyiddin Abdal’ı notalarla buluşturan büyük bir bestecinin eseri.

Bizi, yani Anadolu’yu dünya kültürüyle birleştiren “İlk Şarkılar”;
Türkiye’de giderek yozlaşan müziğin düşen çıtasını yukarı çekiyor.
Türkiye’nin muhafazakar / çorak ikliminde yeniden dirilen arabeske meydan okuyor. Yani…
Fazıl Say “sahteciliğin çekiciliğine” kapılmıyor. Ki…

Adorno’nun öğrencisi

Fazıl Say’ın hata yapmasına izin vermeyecek -sadece Fazıl’ın değil hepimizin-
bir “öğretmeni” var; Ahmet Say!
Bugün siz onu “Fazıl Say’ın babası” olarak tanıyorsunuz. Ama…
Ahmet Say entelektüel bir aydındır.
Yıllarca makaleler yazdı. Kitaplar yazdı. Dergiler çıkardı. Yayınevleri kurdu.
Bıkmadı. Yorulmadı. Türkiye’nin aydınlanma mücadelesinde meşale oldu.
Peki devlet ne yaptı:
Hep eziyet etti.
İşkence yaptı. Cezaevine attı. İşsiz bıraktı. Yasaklı etti.
Ahmet Say bu zor koşullarda yetiştirdi oğlu/öğrencisi Fazıl Say’ı.
O devlet:
Ahmet Say’a ne yaptıysa oğlu Fazıl Say’a da onu yaptı; zalimlik.
Bıkmadılar. Usanmadılar. Doymadılar…
Demem o ki:
Fazıl Say’ın hata yapmasına engel olacak en önemli kişi Ahmet Say’dır.
Bunu laf olsun diye söylemiyorum.

Bilmiyordum; Ahmet Say’ın yazdığı “Ağaçlar Çiçekteydi” adlı anı kitabından öğrendim.
“Fransa’da Liberation gazetesinde bir vesileyle ‘Adorno’nun öğrencisi olduğum’ yazıldı. Hem doğru hem yanlış: 1950’li yılların sonlarında Adorno, Frankfurt’ta ‘Diyalektik ve Estetik’ konulu birkaç hafta süren bir seminer vermişti, ona katıldım. Eğer öğrencisi olmak için bu yetiyorsa gazetede yazılan doğru…” (s. 130)

İşte iki Türkiye…
Biri arabesk’in iktidarını temsil ediyor.
Öbürü Cumhuriyeti!..
Siz sanıyor musunuz ki, sorun yalnızca Erdoğan’dır veya AKP’dir.
Sorun, kültürsüzleştirme politikasıdır.
Sorun, vasatlığın değil insanlığın estetik değerlerinin iktidar olmasıdır.
Evet:
Sevindirici olan Fazıl Say’ın haklı çıkmasıdır.
Ve Erdoğan’ın vizyonunda yalnızca bir avuç arabeskçinin olmasıdır.
Umutlu olmak için çok nedenimiz var…

CUMHURİYET – ARABESK KAVGASI

CUMHURİYET; Osman Hamdi Bey’in girişimiyle 1883’te kurulan; resim, heykel, mimarlık ve süsleme alanında eğitim veren Sanayi-i Nefise Mektebi’nin adını
Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olarak değiştirdi.

DİĞERİ; Cumhuriyet ile birlikte kurulan Devlet Güzel Sanatlar Müdürlüğü, Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatroları’nı Bakanlar Kurulu tarafından seçilen 11 kişilik ekibin denetimine sokmak istiyor.

CUMHURİYET; 22 Ocak 1923 günü Bursa Şark Sineması’nda yaptığı konuşmada;

  • “İnsanlar mütekamil olmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki resim yapamaz, bir millet ki heykel yapamaz… İtiraf etmeli ki o milletin tarik-i terakki’de yeri yoktur.”  dedi.

Ülke savaştan yoksul çıkmasına rağmen 1924’te eğitim için Avrupa’ya sanatçılar gönderdi. Avrupa’dan dönenler Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’ni kurdu
ve modern resmin temeli bu şekilde atılmış oldu. 15 Temmuz 1929’da Ankara
Türk Ocağı‘nda Hamdullah Suphi tarafından açılan sergiyi bizzat ziyaret etti.

DİĞERİ: Sergi açılışlarına gitmeyi tercih etmiyor. Bir keresinde Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda 300 adetten oluşan tespih sergisine gitti.

CUMHURİYET; Cumhuriyet’in ilanından sonra, 11 Mart 1924 günü saraya bağlı olan Makam-ı Hilafet Muzikası, başkent Ankara’ya çağırdı ve orkestra adını, Riyaseticumhur Filarmoni Orkestrası olarak değiştirdi. 1 Eylül 1924 tarihinde Ankara’da kurulan Musiki Muallim Mektebi, Cumhuriyet Türkiye’sinin çağdaş eğitim kurumlarının ilk örneklerinden biri oldu. Ulusal müzik eğitimini yurt düzeyinde uygulanacak öğretim kadrosunu yetiştirmek için kurulan Musiki Muallim Mektebi, kuruluşundan iki ay sonra,
1 Kasım 1924 günü eğitime başladı. Sık sık gelip dersleri izlerdi. Öğrencilerle müzik üzerine sohbetler etti. Okulda her cumartesi akşamı verilen konserleri kaçırmadı.

DİĞERİ; Okullarda müzik-resim derslerini azalttı. Piyano ile alay etti; kemanı düğünlerde çalındığı için sevdi. Ankara’da Sibel Can’ı, İzmir’de Arif Şentürk’ü, Rize’de Davut Güloğlu’nu, İstanbul’da da Ferhat Göçer’i dinlemeyi tercih etti. Hatta Adnan Şenses ile şarkı bile söyledi. İstanbul’daki Cemal Reşit Rey Konser Salonu’na sadece sempozyumlar, paneller için gidiyor.

CUMHURİYET; Anadolu’nun halk müziğini bilimsel temellere oturtmak için 1936 yılında Macar müzik bilimci Bela Bartok’u Türkiye’ye davet etti. Bartok, 16-29 Kasım 1936 tarihleri arasında, Ahmet Adnan Saygun, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin ile birlikte, başta Osmaniye olmak üzere 14 ayrı yöreden 90 parça kaydetti. Aynı yıl Alman müzikolog Paul Hindemith’in yardımlarıyla Ankara Devlet Konservatuvarı kuruldu.

DİĞERİ; Aşık Veysel gibi Anadolu ezgilerini dünya kültür mutfağına taşıyan Fazıl Say’ın Türkiye’yi terk etmesi için elinden geleni yaptı. Okuduğu şiirlerden CD yaptırdı!

CUMHURİYET; Cumhuriyet mimarisini geliştirmek için mimar Bruno Taut’a, Ankara’da Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni inşa ettirdi. Mimar Clemens Holzmeister’e ise; başkent Ankara’nın en güzel binalarını yaptırdı.

DİĞERİ; Tarihi İstanbul siluetine zarar veren çalışmaların yapılmasına göz yumdu.Başta parti genel merkezi olmak üzere kimi binaları kendi çizdi!

CUMHURİYET; 1930’larda ulusun sanatı öğrenmesi tanıması için Ar Genel Direktörlüğü kurdu. AR dergisinin çıkarttı ve Ankara ve İstanbul başta olmak üzere çeşitli kentlerde sergiler düzenlenmesini sağladı. 1933’te Nurullah Berk, Abidin Dino, Zeki Faik İzer, Elif Naci, Cemal Tollu ve heykel sanatçısı Zühtü Müridoğlu gibi sanatçılar için “Yurt Gezileri’ düzenlenmesine önayak oldu. Türkiye’de heykelcilerin yeterli görülmemesi üzerine Heinrich Krippel gibi yabancı sanatçılar davet edildi.

DİĞERİ; Kars ziyaretinde, sanatçı Mehmet Aksoy tarafından yapılan İnsanlık Anıtı adlı heykeli “ucube” diye yıktırdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında İsmet İnönü’nün Türkiye’nin önemli eserlerini, Hz. Muhammed’in kutsal hazinesini camiye koymasını, “Camileri ahır yaptılar” diye değerlendirdi.

CUMHURİYET; İlk ulusal opera temsillerinin yapılması için çalıştı, başardı. Özsoy Operası, 19 Haziran 1934 günü sahnelendi.

DİĞERİ; İstanbul Film Festivali’ne tam 28 yıl ev sahipliği yapan Emek Sineması gibi sanat merkezlerini AVM yaptırmak için yıktırdı. Devlet Tiyatroları’nı özelleştirmek için çabalıyor.

Cumhuriyet yaşıyor…
Diğeri ölümlü…
Cumhuriyet; sanki bugünleri görmüştü:

  • “Efendiler! Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz;
    hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat sanatçı olamazsınız…”

Tayyip’in Cibilliyeti


Dostlar,

Soner Yalçın‘ın aşağıdaki yazısı da çoook düşündürücü ve ibretle – dersle dolu bir yazı.. Dikkatle okunmalı..

Başbakan R.T. Erdoğan’ın soyu ve yine ailesiyle ilgili gerçek dışı söylemleri..

Allah ıslah etsin, ne diyelim..

Sevgi ve saygı ile.
24 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Siyaset meydanında yine aynı polemik: Cibilliyet
Tayyip’in Cibilliyeti 

portresi_kasketli


Soner Yalçın

SÖZCÜ, 23 Mart 2014
http://sozcu.com.tr/2014/yazarlar/soner-yalcin/siyaset-meydaninda-yine-ayni-polemik-cibilliyet-474683/

 

Başbakan Erdoğan, CHP lideri Kılıçdaroğlu’na “Senin cibilliyetin ne?” diye sordu. Kılıçdaroğlu Tuncelili olduğunu söyledi; “Aile kökenimi merak ediyorsan İstanbul Müftülüğü’ne sor” dedi. Kılıçdaroğlu kendinden emin; elinde 6 m uzunluğunda

soy ağacı var. Erdoğan, ailesinin kökenini biliyor mu? Akrabaları niye idam edildi?
Şehit dediği dedesinin kaydı niye yok? Bakatalı Tayyip kim?
Ben yazayım, siz okuyun ve karar verin; işte iki liderin soy kütükleri…

Kemal Kılıçdaroğlu’nun nüfus kütüğünde, Tunceli Nazımiye, Ballıca Köyü yazılı.
Soyu Kureyşan (Kureyş) Ocağı’ndan geliyor. Kureyşan Ocağı demek, Horasan demek.

12 İmamlar ile akraba olduğu düşünülen Kureyşan Ocağı nasıl Müslüman oldu?

Zerdüşt / Yezidi olan Horasan’daki Deylaman (Dersim) halkı 873’te Müslüman oldu. 917’de ise İmam Caferi Sadık mezhebini / Aleviliği kabul etti.

Türk müydüler, Kürt müydüler? 

Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, “Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar
(1453-1650)” adlı çalışmasının 4’üncü cildinde Kureyş Ocağı’nın Oğuzlar’ın
Bozok kolunun Beğdili boyundan gelen Türkler olduğunu yazdı.

Anadolu’daki Oğuz boyu içindeki Beğdili büyüklük olarak; Avşar, Yıva, Kayı, Bayad’dan sonra 5. sırada gelmekte.

Beğdili Türkmenleri Anadolu’da geniş bir alana yayılmıştı: Adana, Afyon, Aksaray, Akşehir, Ankara, Antakya, Aydın, Antep, Birecik, Yozgat, Çorum, Diyarbakır, İçel, Karaman, Kayseri, Kırşehir, Kilis, Konya, Kütahya, Malatya, Maraş, Mardin, Muğla, Niğde, Samsun, Sivas, Tarsus, Urfa.

Benzer araştırmayı Başbakanlık Arşivi Belgeleri’nde yapan Cevdet Türkay da,
“Oymak, Aşiret ve Cemaatler” adlı çalışmasında yaptı; Kureyş Ocağı’nın
Akşehir Sancağı’na bağlı olduğunu belirtti. Türkay da Kureyş Ocağı’nın Türkmen olduğunu yazdı.

Konuyu çok genişletmeyeyim; Kılıçdaroğlu’nun elinde 6 m uzunluğundaki soy ağacı var. Bu belgeye göre, merkezi Tunceli olan Kureyşan Ocağı’na bağlı 12 kol var. Kılıçdaroğlu’nun ailesi, Kureyşan Ocağı’nın Haydaran Aşireti’ne mensup.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun akrabaları arasında ünlü adlar var; Mahmud Hayrani,
Nasrettin Hoca gibi… İstanbul’un Kadıköy ilçesine adını veren İstanbul’un ilk kadısı olan Hızır Bey (1407-59), Kureyşan Ocağı’ndan Mahmud Hayrani’nin torunlarından.

Kılıçdaroğlu’nun kimliği konusunda Başbakan Erdoğan’ın “Cibilliyetin ne?”
diye kabalaşarak nereye varmak istediği artık biliniyor. Bunu farklı cümlerlerle
daha önce de yaptı. Fakat…

Dersimlilerin Horasanlı olduğunu;
Zazaca’nın Kürtçe olmadığını bildiğini bile sanmam.

Peki Erdoğan kendi soyunu biliyor mu?

Erdoğan’ın soyu

Potamya; Rize’nin Güneysu İlçesi’nin Osmanlı dönemindeki adı.
Başbakan Erdoğan‘ın baba tarafı Pilihozlu.
Babası bu köy doğumlu; Ahmet Erdoğan. Dedesi Bakatalı Tayyip.
(Dr. Turgut Günay‘ın “Rize İli Ağızları” kitabında, “Bakata” sözcüğü yok.)

Tarih: 8 Mart 1916.

Ruslar, Rize’yi işgal etti. Yöre halkı evini, bahçesini, hayvanını bırakıp Trabzon’a doğru kaçmaya başladı. Ruslara en büyük yardımı Karadeniz’deki Rum ve Ermeni çeteler yaptı. Bu tarihten 2 yıl önce İstanbul’dan Rize’ye gelen ve buradaki yerli halkın katılımıyla gücünü artıran Teşkilat-ı Mahsusa fedaileri, bu kez işgalci güçlere karşı çete savaşı vermeye başladı.

Bu İttihatçı fedailerin arasında yörede “Bakatalılar” olarak bilinen Erdoğan’ın Bakatalı akrabaları var mıydı? (Güney Osetya‘nın başkenti olan Tskhinvali’ye bağlı köylerin arasında Bakata (Bagata) adı var. Bagata Gürcistan’a bağlı Güney Osetya bölgesinde kalıyor.)

Gönüllüler arasında; Tuzcuoğlu Memiş Grubu, Basaoğulları, Alemdaroğulları, Sipahioğulları, Mataracılar vs var.

Rizeli Pekmezli Köyü’nden Serdümen Recep, Çakıroğullu İsmail Ağa, İkizdereli Süleyman Sırrı, Mataracı Mehmet, Pazarlı Talatorzade Fevzi, Rizeli Lazoğlu Mustafa, kahramanlıklarıyla örnek oldular.
Bakatalı Tayyip bunlar arasında mıydı? Adı geçmiyor!

Rusya’daki Bolşevik Devrimi sonucu Ruslar çekilmeye başladı. Fakat Ermenilerin Karadeniz’i bırakmaya hiç niyeti yoktu. Teşkilat-ı Mahsusa ile aralarında kanlı çarpışmalar oldu. Rize, 2 Mart 1918’de kurtarıldı.
Bakatalı Tayyip kayıptı…
Bakatalı Tayyip hakkında hiç bilgi yok. Kayıp.
Erdoğan adını taşıdığı dedesi Bakatalı Tayyip konusunda hiç konuşmadı.

Dedesi şehit mi?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 8 Ocak 2011’de Sarıkamış şehitleri için yapılan kardan heykellerin açılışını gerçekleştirdikten sonra yaptığı konuşmada

“Dedem Kemal Mutlu burada şehit düştü” dedi!
“Büyük dedem, Rize Güneysulu Kemal Mutlu, burada, Sarıkamış’ta şehit düşerek Hakkın rahmetiyle kucaklaştı. Büyüklerim anlatırdı, derlerdi ki: Tüfeğine sarılı olarak, donarak şehit olduğunu gördük ve adeta gözlerindeki soğuğun verdiği gözyaşları
buz damlacıkları gibi, damlamış halde şehit olmuştu.”

Kemal Mutlu, Erdoğan’ın annesi Tenzile tarafından büyük dedesi.

Şehit miydi sahiden?

Milli Savunma Bakanlığı’nın “Şehitlerimiz” adlı 5 ciltlik yayınında, Sarıkamış Şehitleri’nin yer aldığı 1. Dünya Savaşı kategorisinde 276 Rizeli şehidin adı var. Ancak Sarıkamış Harekatı’nda şehit olan Rizeliler arasında “Kemal Mutlu” diye bir ad yok.

2008 yılında kimi işadamlarının Rize’nin Güneysu ilçesine yaptığı bir okulun adı;
Şehit Kemal Mutlu Anadolu Öğretmen Lisesi konuldu. Açılışı Başbakan Erdoğan gerçekleştirdi.

2009’da ise Sarıkamış ilçesinin Belediye Caddesi’nin adı,
Şehit Kemal Mutlu Caddesi olarak değiştirildi. Bu arada:
1914 yılının son günlerinde gerçekleşen Sarıkamış harekatı sırasında soyadı yasası henüz çıkmamıştı. Yani, o yıllarda “Mutlu” diye bir soyadın olması da mümkün değil. İlgili yasa tam 20 yıl sonra, 1934’te yürürlüğe girdi.
Karışık bir konu…

Mustafa Kemal’e isyan

Tarih: 25 Kasım 1925. Şapka Kanunu kabul edildi.
Türkiye’de bu yasaya karşı isyanın çıktığı yerlerden biri, Karadeniz’in en sofu yeri olarak bilinen Erdoğan’ın ailesinin yaşadığı Rize / Potomya (Güneysu) idi.
Potomya Ulu Cami imamı Hafız Şaban Hoca‘nın liderlik yaptığı ayaklanmaya
Muhtar Yakup da katıldı. Şeriatın korunması için Rize’yi basmayı,
hapishaneyi boşaltmayı, hükümet konağını ele geçirmeyi hedefledi.
Önce Potomya’daki Jandarma Karakolu’nu bastılar. Halkı tahrik etmek için
Peçeli Mehmet,

“Ey ahali Ankara ihtilal içindedir. Mustafa Kemal üç yerinden yaralandı.
İsmet Paşa ortadan kaldırıldı. Dindar paşalarımız hükümeti ellerinden aldılar.
Şeriat kurtarılıyor. Korkulacak bir şey kalmamıştır.” diye halka konuşma yaptı.

Halk, “şapka giymeyeceğiz, askere de gitmeyeceğiz” diye sokaklara çıktı.

Ayaklanmanın asıl meselesi bir yıl önce, 17 Eylül 1924’te Rize’ye gelen
Mustafa Kemal‘in tüm ricalara karşın medreselerin bir daha açılmayacağını söyleyip, din hocalarının işsiz kalmasına neden olan icraatıydı. Üstelik askerlikten de muaf olmayacaklardı. Din adamları sıradan vatandaş olmayı kabul edememişlerdi.
Sonuçta Potomya isyanı bastırıldı. 143 kişi tutuklandı.

İstiklal Mahkemesi Başkanı Afyon Milletvekili Ali Çetinkaya ve mahkeme üyeleri, Gaziantep Milletvekili Kılıç Ali, Aydın Milletvekili Reşit Galip ve Rize Milletvekili Ali Zırh
Oybirliğiyle karar verdi: 8 idam, 14 kişi 15 yıl, 22 kişi 10 yıl, 19 kişi 5 yıla mahkum edildi. Ve 80 kişi beraat etti.

Rize şapka isyanıyla ilgili İstiklal Mahkemesi kararı ve bu 143 kişinin adı
TBMM arşivinde var. Bu zabıtları inceleyerek ve nüfus kayıt örneklerine bakarak
kaçının Erdoğan’ın akrabası olduğu ortaya çıkarılabilir.
Ve bu arada: İsyandan sonra birçok aile çocuklarını İstanbul’a gönderdi.
Erdoğan’ın babası da acaba bu nedenle mi İstanbul’a zorunlu göç etti?
Ahmet Erdoğan’ın aynı dönemde İstanbul’a gidişi tesadüf olabilir mi?

Ailede hep bir sır var… 

11 Ağustos 2004’te Gürcistan ziyaretinde

Ben de Gürcüyüm, ailemiz Batum’dan Rize’ye göç etmiş bir Gürcü ailesidir.” dedi.

2007’de NTV‘de katıldığı bir programda Türk olduğunu da söyledi.
O TV programında, “Bizim oğlan meraklı, Başbakanlık kaynaklarından
ailemizi araştırıyor..” dedi ama ortaya bir şey çıkmadı.

Erdoğan’ın köylülerine göre Bakatalılar, Çeçen ya da Çerkez.
Aslında insan kendini ne hissediyorsa o’dur.

Kötü olan, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan‘ın oy için cibilliyet tartışması başlatmasıdır. 

İslam’da ilk paralel yapı: “Cemaat-i Dirar”

Yıl: 622.. Hz. Muhammed Mekke’den Medine’ye göç etti.
Medine’ye 6 km uzaklıktaki Kuba Köyü’ne konuk oldu. Arap kabilesi Evs’in bir kolu olan Amr bin Avf oğullarından Külsum bint Hidm’in evinde konuk kaldı. Kuba’ya gelen
ilk göçmenler (muhacirler), Amr bin Avf oğullarına ait bir hurma kurutma yerini mescit haline getirdi. Buraya “Kuba Mescidi” adı verildi. Mescid-i Kuba’nın ilk hali, kare şeklinde bir düzlüğü çevreleyen dört duvardan ibaretti. Ön duvar ve ona paralel dizilen 7 sütun üstüne bir tavan yapılmıştı.

Amr Bin Avf oğulları yaptırdıkları Kuba Mescidi’ne Hz. Muhammed’i davet ettiler.
Hz. Muhammed, kıblenin Kabe’ye çevrilmesini istedi ve mescit yeniden inşa edildi.
Hz. Muhammed mescitte namaz kıldı. Medine’de bulunduğu zaman cumartesi,
arada da pazartesi günleri ve Ramazan’ın 17. günü Mescid-i Kuba’ya giderek
namaz kılıp, burada verilen Kuran-ı Kerim derslerini denetlerdi; kendisine sorulan soruları yanıtlarrdı.

Fakat… Bu durumu kıskananlar vardı.
Medine’de Evs gibi bir de Hazrec kabilesi vardı. Akrabaydılar ama geçinemiyorlardı.
En sonuncu savaş, aralıklarla 120 yıl kadar süren “Buas” harbiydi! Evs ve Hazrec kabileleri aralarındaki bu düşmanlığı, Hz. Muhammed’in hakemliği bitirmişti. Hatta bu iki kabile, İslamiyet’in başlangıcında üstlendikleri önemli rol nedeniyle, Ensar (yardımcılar) unvanı ile onurlandırıldı. Herkes savaşın bittiğini sandı ama…

Evs kabilesinden Amr Bin Avf oğullarının yaptırdığı Kuba Mescidi, dayızade oğulları Hazrec kabilesinden Ganem Bin Avf oğulları tarafından kıskanıldı. Evs karşısında
ikincil konuma düşürüldüklerini belirtip gizlice “paralel yapı” oluşturmaya başladılar.
İlk yaptıkları bir mescit bina etmek oldu. Amaçları, Kuba Mescidi taraftarlarını bölmek; “İslamı Hıristiyanlaştırmak” ve sürgüne Şam’a giden Ebu Amir er-Rahib geldiğinde kendilerine “imam” yapmaktı!

Ebu Amir er-Rahip, Uhud savaşında Hz. Muhammed’e şöyle demişti:
“Seninle savaşan hangi kavim olursa olsun, ben de onlarla beraber olup sana karşı savaşacağım.”
Savaşta yenemeyeceğini bildiği için Müslümanlar’ın içine sızarak amacına ulaşmak istedi. Bunu da arkasına Bizans gücünü alarak yapacaktı. İşte bu nedenle,
zorunluluktan kaçtığı Şam’da fırsat bekliyordu.
Hz. Muhammed kendisine er-Rahip yerine “el-fasık” (günahkar) diyordu.
Er Rahip, fırsatı sonunda buldu; Hz. Muhammed’e suikast yaptıracaktı!
Şöyle…
Dayızade Ganem Bin Avf oğulları mescidi bitirdiklerinde Hz. Muhammed’e gitti.
“Biz yağmurlu gecede, kışta ihtiyacı olan, hasta olan kimseler için bir mescid bina ettik. Teşrif edip bir namaz kılsanız da, biz de orayı namazgah edinsek.” dediler.
Hz. Peygamber, elbisesini giyip onlarla birlikte gitmeye hazırlanırken ayet indi.
Tevbe suresinin 107. ve 108. ayetleri meali aynen şöyleydi:

“Bir de zararlı faaliyetlerde bulunmak, küfre yardım etmek, mü’minler arasına ayrılık sokmak için ve öteden beri Allah ve Resulüne karşı savaşanlara üs olsun diye bir mescit yapanlar var ya, ‘biz yalnızca iyilik yapmak istiyorduk iyilikten başka bir niyetimiz yoktu’, diye yemin edecekler. Halbuki Allah onların yalan söylediklerine şahitlik yapar, bunlar yalancıdırlar, orada (o mescidde) asla namaz kılma.”

Bu ayetlerde Allah orayı, “Mescid-i Dirar” yani “zararlı mescit” şeklinde isimlendirdi.
Ayet üzerine Hz. Muhammed, fitne kaynağı olmasına izin vermemek için hemen,
Malik Bin Dehşem, Ma’n İbnu Adiy, Amir Bin Seken ve Vahşi’yi çağırıp

“Ehli zalim olan şu mescide gidin, onu yıkın ve yakın!” dedi.

Onlar da gittiler, denileni yaptılar. Halbuki…
Ganem Bin Avf oğullarının babası Abbas bin Ubade güvenilir bir Müslümandı:
Hz. Muhammed’in sevgisini kazanmakla şereflenmiş, cesur ve kahramanlığıyla
meşhur olmuştu. Medine’den, Müslüman olmak için koşarak gelen ilk on iki kişiden biriydi. Hz. Muhammed Hicret edince birlikte Medine’ye gitti ve bu nedenle kendisine
“Ensarın Muhaciri” denildi. Uhud savaşında şehit olmuştu.

Böylesine bir babanın oğulları, “iyilik yapma” niyetiyle yalana kanmışlardı.
İktidar savaşı onları yoldan çıkarmıştı.
Bu arada er-Rahip sığındığı Şam’dan bir daha ülkesine dönemedi, orada öldü.

  • İslam dünyasındaki ilk “paralel yapı” amacına ulaşamadı…

Gölgede kalmış bir portre: Bilinmeyen İnönü

Gölgede kalmış bir portre: Bilinmeyen İnönü

ATA ile

 

 

 

 

 

 
Dostlar,

Soner Yalçın, inanılmaz gazetecilik örnekleri veriyor.
Uğur Mumcu yaşasa ve Soner Yalçın’ın yazılarını okusaydı çok gönenirdi; çaldığı mayanın “araştırmacı gazetecilik” tuttuğunu görmekten çok mutlu olurdu.

Başbakan R.T. Erdoğan, 31 Mart 2014 yerel seçimlerinde yitirme korkusu ile her türlü ölçüyü elden kaçırmış gözüküyor. Atatürk’ün kadim dostu – dava ve silah arkadaşı, yoldaşı, 1. ve 2. İnönü Savaşlarının kahramanı, Batı Cephesi Komutanı, Mudanya Kahramanı, Lozan Kahramanı, yıllarca Başbakan, 2. Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ‘ye dil uzatacak ölçüde kendinden geçmiş durumda..

Soner Yalçın, aşağıdaki yazı ile, büyük bir incelikle R.T. Erdoğan’a hak ettiği yanıtı veriyor. Bir kez daha bravo İsmet İNÖNÜ’ye ve Soner Yalçın’a; bir kez daha yazıklar olsun Başbakan R. T. Erdoğan‘a…

Sevgi ve saygı ile.
10 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

Gölgede kalmış bir portre: Bilinmeyen İnönü

portresi_kasketli


Soner YALÇIN

SÖZCÜ, 9.3.14

Yine bir seçim… Yine Erdoğan, İnönü düşmanlığı yapıyor: “Bakınız, aradık sorduk, diktatörü bulduk.
Ey CHP senin içinde. Kim? İnönü.”

AKP’liler İnönü’yü “faşist” gösteren afişler asıyor.
Erdoğan’ı hiç önemsemiyorum. O pankartı asan AKP’li gençler İnönü’yü tanıyor mu? Onlara İnönü’yü hiç anlatmadık. Hayır, Kurtuluş Savaşı kahramanlığından bahsetmeyeceğim. İnsan İnönü’yü, devlet adamı İnönü’yü yazacağım.
Gölgede kalmış bir kahramanın öyküsünü yazacağım..

Öğrenme meraklısı…

Cumhurbaşkanlığı döneminde fizik ve kimyaya merak sarıyor; fizik öğretmeni
Prof. Hayri Dener ve kimya öğretmeni Prof. Avni Refik Bekman’dan ders alıyor. Çankaya Köşkü’ndeki bir odayı laboratuvar haline getiriyor; Prof. Berkman’ın gözetiminde kimya deneyleri yapıyor. Nobel ödüllü Prof. Heisenberg‘in
fizik seminerine katılıyor.

Sonra motora merak sarıyor; önce şoföründen sonra mühendis general
İhsan Aksoley’den öğreniyor. Hiç bitmiyor merakı; yeni gelişen piller hakkında da,
hidrojen bombası hakkında da bilgi topluyor.
İsmet İNÖNÜ Fransızca biliyor; İngilizce ders alıyor.
Genellikle İngilizce kitap okuyor. Goethe ve Gogol‘a bayılıyor.
Felsefe terimlerini öğrenmeye çalışıyor.
Sanat sergilerine gidiyor; eleştirilerini kendi özel defterine not ediyor.
Mevhibe Hanım‘a 13 Nisan 1916’da evlendiğinde düğün hediyesi olarak piyano alıyor.
50 yaşında viyolonsel çalmak istiyor. İlk dersini, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ nın viyolonsel sanatçılarından Edip Tezer‘den alıyor. İkinci öğretmeni ise
Hitler Almanya’sından kaçan ve Türkiye’de viyolonsel ekolünün temelini atan
David Zirkin oluyor.
Sevdiği opera Aida.
Safiye Ayla’yı da dinlemekten hoşlanıyor.
Sinemaya ve tiyatroya gidiyor.
Maskeli baloya bile katılıyor…

“Seçimi neden kaybettik”

Ailesine çok düşkün. Anne babası ve akrabalarıyla iftar yapmayı seviyor.
Oruç tutuyor. Sıcak yaz aylarında herkes oruç tutmakta zorlanırken, “kuş gibi geçiyor” sözünü kullanıyor. Gençliğinde 5 vakit namaz kılıyor.
Her dini bayram ve cumhuriyet bayramında CHP’ye gidiyor, partililerle ve halkla bayramlaşıyor.
Malatya’ya her uğradığında mutlaka babasının mezarını ziyaret ediyor.
Mustafa Kemal’den “Gazi” ya da “Paşa”; 1934’ten sonra ise “Atatürk” diye bahsediyor.
Halide Edip’i “komutanları birbirine düşürüyor” diye pek sevmiyor.
Kazım Karabekir gibi yakın dostlarının ölümünde içinin çok yandığını yazıyor; cenazelerine mutlaka katılıyor.

Sevdiklerine “terbiyeli adam” sevmediklerine “fena adam” diyor.
Muhalefette iken hep polis takibine alınıyor; yetmiyor Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kahramanı Uşak’ta, İstanbul’da polis gözetiminde saldırıya uğruyor; yaralanıyor ama ağzından bir tek kötü söz çıkmıyor.

Adnan Menderes’in idamını durdurabilmek için Berrin Menderes ile Polatkan’ın kardeşleriyle görüşüyor; birlikte hareket ediyorlar ama kurtaramıyorlar.
İnönü Denizler‘i de darağacından alamıyor; kahroluyor.

Siyasette düşmanlığa karşı; siyasi nezakete önem veriyor.
Yıllar sonra cezaevinden çıkan Celal Bayar‘ı ziyarete gidiyor:

“28 Haziran 1969. Celal Bey’in evindeyiz. Hanım, Özden, ben, Ali İhsan (Gögüş).
Onlar Celal Bey, Nilüfer Hanım, Turhan Dilligil. 1 saat kaldık. İyi konuştuk. Ayrılırken odada O’nun teşebbüsü ile öpüştük. Resmi ziyaret faslı bitti. Bundan sonra normal münasebet devri başladı dedik. Memnun ayrıldım.”

14 Mayıs 1950 seçimini kaybedince oğlu Erdal’a yazdığı mektupta şöyle diyor:

“Niçin kaybettik? İnsaflı, insafsız bin bir sebebi var. Fakat en başta geleni değişiklik arzusudur. Bu da milletin hem masum, hem tabii bir arzularıdır.” (22 Mayıs 1950)
Hitler’den hoşlanmıyor; Stalin’e mesafeli. İngilizler’e yakın.

Ne Burak ne de Bilal

Her fırsatta Anadolu’yu dolaşıyor; sorunları özel defterine not alıyor.
Ülke sorunları nedeniyle uyuyamıyor.
Ülkesinin harcadığı bir kuruşu bile defterine yazıyor.
En büyük kâbusu bütçenin denkleşmemesi!
Yağmur yağdığında topraktaki ürünler için bayram ediyor.
Gazi madalyasını kaybedince çok üzülüyor; bulunca çok seviniyor.
Halkevleri’ne büyük önem veriyor; Köy Enstitüleri’ni sık ziyaret ediyor.
Kızların okula gitmesi için uğraş veriyor. Orta öğrenim projesini okuyor; müfredatla ilgili toplantılara katılıyor. Dahi çocukları ortaya çıkarmaya çabalıyor.
Çocuklarını devlet okulunda okutuyor; onlarla Cebir dersi çalışıyor.
Ders notlarını özel defterine yazıyor. “Ömer’in imtihanı başladı…
Ömer’in kimya imtihanı iyi… Ömer’in analitikten imtihanı iyi geçmedi, üzüldük…”

Oğlu Erdal’ın okul saatlerini yazıyor; “8.30 gelme saati… 11.40 öğle paydos saati… 13.40 öğleden sonra gelme… 15.10 paydos… “
Ömer İTÜ’de, Erdal ODTÜ’de öğretim üyesi oluyor.

Mevhibe Hanım ile pastahaneye gitmekten keyif alıyor.
Evlilik yıldönümlerinde eşiyle baş başa yemek yemeye özen gösteriyor.
Eşinin doğum günü 22 Eylül‘ü unutmuyor. Çocuklarının evlilik ve doğum günlerini
birlikte kutlamaktan keyif alıyor. Hediye vermeyi seviyor. Yabancı konuklardan hediye olarak sadece kitap kabul ediyor.

Eşiyle bezik; arkadaşlarıyla briç; ve oğullarıyla bilardo oynamaktan hoşlanıyor.
Babasının küçük yaşta öğrettiği satranca tutkun. Almanya’da çıkan satranç dergisine abone. Satrançta en büyük rakibi Başbakan Şükrü Saraçoğlu… II. Dünya Savaşı gecelerinde sürekli oynayıp gelişmeleri takip ediyorlar. Kimbilir belki de bu strateji oyunu sayesinde Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokmama başarısı gösteriyorlar.

ABD’nin dış politika konularına ağırlık veren ünlü Foreign Affairs adlı strateji dergisini okuyor.
Votka seviyor
İçki içiyor. Ama dayanıksız; not defterine şöyle yazıyor: “Gece çok içtim bozuldum.” Votka seviyor.
Tenis oynuyor.
Atlara özel merakı var; her fırsatta biniyor; at yarışlarına gidiyor.
Yüzmeyi (deniz banyosu diyor) her yaz yapıyor.
Futbol maçı seyrediyor; yorumda bulunuyor.
Golf kulübüne gidiyor.
Sağlığına çok dikkat etmesine karşın genellikle hastalanıyor.
Kilo almamak için hep rejim yapıyor. Tartılıyor; 70-75 kilo aralığında.
Yaşamının son döneminde 58 kiloya kadar düşüyor. İstese de artık kilo alamıyor.
Sık sık kan tahlileri yaptırıyor. Aldığı ilaçları defterine yazıyor; Sedo-corodil, Cardiographie, Ürodonal, İnsülin, Glucophyline, Neo antergan…
Kolesterol 212 ile 294 arasında değişiyor; 1965 yılında 322’ye çıkıyor.
Şekerini, tansiyonunu hep defterine not ediyor.
60 yaşında sağlık için düzenli yürüyüşe başlıyor.
7 Ağustos 1929’da sigarayı bırakıyor. Fakat her seferinde tekrar başlıyor;
tekrar bırakıyor, tekrar başlıyor.
1928’den sonra Alfabe Devrimi’ne uyarak notlarını Latin harfleriyle yazıyor.
İşte…

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aydınlanmanın ortaya çıkardığı bir devlet adamı portresi…

Vasatlığı, değersizliği, kalitesizliği yüceltiyorsanız; ağalara, şeyhlere, köleliğe boyun eğiyorsanız, bilime değil hurafeye inanıyorsanız; yani zihinsel bir çürüme yaşıyorsanız; İsmet İnönü’yü anlamamanız normal be kardeşim

Bu da İnönü’nün çıkını

İsmet İnönü, 1919-1973 yılları arasında parasal hesaplarını özel defterine yazıyor.
“14 Ocak 1919, Bu gece babamda idim. Batum işinden ziyan etmişler. Bin lira kadar. Pek üzgündü.”
“15 Nisan 1919, Babam ile Şehzadebaşı’ndaki dükkanları gördüm. Bankaya gittim. Mevhibe’nin parasını saydım. (535 lira 90 kuruş.) Benim param bin yüz lira.
“22 Mayıs 1919, (Kardeşim) Hayri’ye elbiselik aldık. 12 çorap aldık. Valideye elli lira verdim.

Başbakanlığı döneminde bile değişmiyor ailesinin masraflarını defterine yazıyor:
“3 Eylül 1927; 200 elbise, 170 oto, 50 Abdurrahman, 250 Fikret’e verildi, 150 bilet,
350 Hayri’nin mektebi için Hüseyin Bey’e, 65 yeni sayyat, 150 Fikret’e, 20 Komisere,
5 hizmetliye, 5 İrfan’a, 10 Hüsamettin’e, 15 Hatçe’ye, 25 Seniha’ya, 20 Hayri’ye,
50 anneme.”
İsrafa çok karşı; özel defterine; “kadınların israfı her şeyde var” diye sitem ediyor.
“10 Temmuz 1929, Gece hanımın hiddeti. Hanıma ev masrafı olarak 1.550 lira teslim ettim.”

Yıl 1949. İsmet İnönü Cumhurbaşkanı…

Erdal İnönü Amerika’dan gönderdiği mektubunda, annesine iki kürk beğendiğini;
birinin fiyatının 1000 $, öbürünün ise 600 $ olduğunu yazıyor.
27 Şubat 1949 tarihli mektubunda İsmet İnönü oğluna şu yanıtı veriyor:
“Kürk hikayesini okudum. Olacak şey değil. O kadar doları bulamayız.
Hemen sözünü geri al. Senin bu kadarcık ihtiyat paran için üç senedir uğraşıyoruz. Hulasa olacak iş değil.”

Evinde kullandığı sobanın siparişini kendi veren bir devlet adamı.
Ev tamirinin giderini bile defterine not eden bir parti lideri:
“25 Eylül 1959, 150 usta: 6 gün duvarcı+25, 60 sıvacı: 3 gün+20, 125 amele:
17 gün+12.5 ve 87.5 tenekeci: 3 gün. Toplam: 422.5”
Borçlanmayı hiç sevmiyor:

“25 Temmuz 1955, Avni Doğan’a 50 lira verdim. Eski borcu olduğunu söylemiş.”
“25 Ekim 1929, Borçlarım: 900 duvardan bulgura, 335 Nazmi’ye, 1.600 kok,
250 tahmini odun-kömür, 200 dişçi.”

“31 Temmuz 1966, Sabahattin’in aylığını verdim. Aylığı 500 lira. Temmuz 12’de gelmiş. 307 hesap ettik. 150 borç vermiştik. 157 borcu verdim. (200 lira verdim, masrafın oldu dedim.)”

Şu zarifliğe bakar mısınız, fazla verdiği parayı bile yazarken parantez içinde belirtiyor, ayıp olmasın diye!
Borcu gibi alacağı konusunda da titiz olduğu görülüyor:
“Osm. Bank. Erdal kömür ve borç 1700, Ziraat aylık: 1.500, İş Bankası borç sigorta 950, Emekli bono 600, Osm. Ömer’e havale doğum borcu: 1.000”
Hırsız bürokratları defterine kaydediyor: “Torbalı Kaymakamı hırsız.
Beyazıt Valisi hırsız. Defterdar da hırsız. Mersin Valisi hırsız…”
Bir kuruşun hesabını soruyor. Vergisini hiç aksatmıyor. Hatta oğluna borç veriyor:

“30 Haziran 1961, İş Bankası Cebeci Şubesi 1360 Erdal’a vergi için.”
Erdal İnönü’nün evlilik gideri bakın İsmet İnönü’nün defterinde nasıl yer alıyor:

“6 Ekim 1957. Hesap hülasası:
7.000 Nişan yüzükleri, 23.500 yüz görümlüğü, 12.500 küpe, 2.250 nikah şekeri,
20.000 düğün, 2.200 gömlekler, 750 fotoğraf ve saire
Toplam: 68.200.
10.000 evvelce verdim, kaldı 58.200.
13.500 nakit borç, oldu 71.700.
38.700 mahsup, 33.000 kalan, 300 Hanım, 1000 Ömer için
38.700.
40.000 çek.”
Anlaşılan düğün giderleri İnönü’nün bütçesini zorluyor. Çünkü…
“2 Eylül 1954: Emekli aylık: 5.227; 3 Aylık 15.681; Damga pulu: 62.72
Toplam: 15.618.28”

*****

Uzatmaya gerek yok; iki hafta önce Erdoğan’ın 20 yıllık çıkınını yazdım.
Sonra telefon tapeleri ortaya döküldü.
İnönü ve Erdoğan’ı karşılaştırın bakalım!
Sözün bittiği yer tam burası değil mi?

Damat üzüntüsü torun sevinci

İsmet İnönü’nün damadı gazeteci Metin Toker Akis dergisinde yazdıklarından dolayı DP döneminde hapse atıldı. CHP lideri İsmet İnönü, damadını ziyaret için
Ulucanlar Cezaevi’ne gitti. Görüştürmediler. Bir not yazıp damadına gönderdi:
“Tarih 11.2.1957
Metin evladım,
Görmek için geldim. Göremedim. Yarın gene gelirim. Acele ihtiyacın neyedir? Nasılsın? Metanetine güvenirim şerefli evladım. İ. İnönü.”
Bu pusulanın ardına Metin Toker şöyle yazdı:
“En ufak bir üzüntüm yok. Üzülürüm, benim için üzülürseniz. Burada iyi bir koğuşa verdiler. Şinasi ile beraberim. Özden size emanet. İnanın ki rahatım da yerinde.
Bir tek ricam var: kimseye benimle alakalı bir kelime konuşmayın ve ne olur;
ne baskı yapın ne baskı kabul edin. Ellerinizden öperim. Metin.”

23 gün sonra…
Eşi cezaevinde iken Özden Toker erken doğum yapıyor; Gülsün (Toker) Bilgehan dünyaya geliyor!
Dedesi defterine not alıyor:
“25.2.1957, Pazartesi saat 4.50
Kilo 3, boy 50 santim.
Doğum evi Zekai Tahir.”
Bir tek cümle kin, intikam yok defterde…
Tek yazdığı kızı Özden ile birlikte damadını sık sık ziyarete gittiği.
Adalet için şunu diyecektir:
Tarih: 22 Ocak 1957

“Adalete siyaset karışmaması için çalıştım. İnkılapların en şiddetli devirlerinde dahi karışmadık. Eski hakimlerin kanaati: Saltanat devri dahil hakimlere bu günkü tesir
hiçbir devirde görülmemiştir.”

İsmet Paşa bir de bu günleri görseydi; ne derdi acaba?

Eminim ki, “boyun eğmeyin” derdi!..