Etiket arşivi: Örsan K. Öymen

Müzik

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 28 Haziran 2021

 

19. yüzyıl Alman filozofu Friedrich Nietzsche“Müziksiz bir yaşam hatadır” demişti. 21. yüzyıl Türk siyasetçisi Recep Tayyip Erdoğan ise müziği, insanları rahatsız eden bir gürültü olarak nitelendirdi.

Yaklaşık bir yıldır kapalı olan bar ve gece kulübü gibi müzikli ve içkili işletmeler, aşılanma oranındaki artışla birlikte, saat 04.00’e kadar olan eski çalışma saatlerine dönebileceklerini umut ederlerken, Erdoğan bu mekânların saat 24.00’e kadar açık kalabileceklerini açıkladı. Erdoğan bunu açıklarken pandemiyle bağlantılı bilimsel bir gerekçe ortaya koymadan, “Kusura bakmasınlar, gece kimsenin kimseyi rahatsız etme hakkı yoktur” dedi.

Bu nedenle işletme sahipleri ve çalışanlarıyla birlikte, bu mekânlarda sahneye çıkan müzisyenler haklı olarak tepki verdiler. Çünkü pandemiyle bir bağlantısı olmayan bu açıklama, insanların yaşam tarzlarına açık bir müdahale anlamına gelmektedir.

Erdoğan, müziğin yaydığı sesle ve desibel sınırlarıyla ilgili bir mevzuatın zaten var olduğunu dikkate alarak, söz konusu mekânların pandemiden dolayı yarı kapasiteyle saat 04.00’e kadar açık kalabileceklerini veya saat 24.00 sınırlamasının pandemiyle ilgili geçici bir önlem olduğunu açıklasaydı, bu tepkiyle karşılaşmayacaktı.
***
İşletmelerin iflas etmesine ve birçok müzisyenin işsiz kalmasına yol açacak bu uygulama, daha büyük bir resiin küçük bir parçasıdır.

  • AKP hükümeti, sağlık kavramının arkasına saklanmış dini bir gerekçeyle, alkollü içeceğe karşı savaş açmıştır.

Alkollü içeceklere getirilen orantısız ve abartılı vergiler; saat 22.00’den sonra alkollü içecek satışının yasaklanması; konserlerde, festivallerde alkollü içecek satışının ve üniversite kampuslarında alkollü içecek ikram edilmesinin yasaklanması; alkollü içecek üreten firmaların reklam vermesinin ve etkinliklere sponsor olmasının yasaklanması; üç haftalık tam kapanma döneminde alkollü içecek satışının tamamıyla (AS: tümüyle) yasaklanması, bunun en önemli göstergeleridir. Erdoğan’ın, müzik yayını yapan barların ve gece kulüplerinin kapanış saatlerini 24.00 olarak açıklaması, alkollü içeceğe karşı açtığı savaşın da bir parçasıdır.
***
Bu, aynı zamanda eğlenceye ve eğlence sektörüne karşı açılmış bir savaştır.

AKP hükümeti, müziğin ve içkinin yan yana geldiği ortamları hedef alarak, kendi kasvetli yaşam tarzını herkese dayatma yoluna gitmiştir. Buna, Nietzsche’nin deyişiyle, Hıristiyanlığın çileci yaşam anlayışının topluma dayatılması da denebilir. Ortaçağda Avrupa’da egemen olan bu anlayış, 21. yüzyılda Türkiye’de dayatılmaya çalışılmaktadır.

Televizyonlardaki yılbaşı programlarına dansözlerin çıkmasının engellenmesi, uluslararası buz pateni yarışmalarının yayından kaldırılması, mayo ve iç çamaşırı reklamlarının engellenmesi, “Huysuz Virjin” gibi tabuları yıkan televizyon programlarının yayımlanmasına son verilmesi, üniversitelerdeki bahar festivallerinin yasaklanması, Blues ve Rock festivallerine son verilmesi, Eurovision şarkı yarışmasından çekilme kararının alınması, Rumeli Hisarı konserlerinin iptal edilmesi gibi uygulamalar da bu büyük resmin parçalarıdır.
***

Bu kasvetli ve çileci yaşam biçimi aynı zamanda, kadının bedenine ve cinselliğine indirgenmiş sahte bir ahlak anlayışıyla birlikte, bastırılmış bir cinselliğin de dışavurumudur.

Bu teokratik dayatma, insan ruhunun ve bedeninin özgürleşmesine karşı verilen bir savaştır.

  • İnsanı dünyevi bir varlık yerine,
  • öte dünyadaki yerini bekleyip geçici bir alanda çile dolduran bir varlık olarak gören
  • ve bunun mutlak bir gerçek olduğunu sanan bu zihniyet,
  • siyasallaştığı anda, İslamofaşizme dönüşmektedir.

“Biz yaşam tarzımıza ve dini inancımıza müdahale edilmesine karşı mücadale ediyoruz” diye halkı kandıranların, bu mücadeleyi, kendi yaşam tarzlarını herkese dayatmak için verdikleri ortaya çıkmıştır.

Bu durumda, camide beş vakit namaz kılmayan bir Sünni Müslümanın, Cemevinde ibadet eden bir Alevi Müslümanın, Müslüman olmayan bir dindarın, bir ateistin, bir agnostiğin, bir deistin de

  • gece saat 04.25 civarında yüksek sesle hoparlörden yayımlanan ezan sesinden rahatsız olma hakkı doğmuştur.

Devletin fethi 

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 14 Haziran 2021

Organize suç örgütü lideri olduğu iddiasıyla hakkında yakalama kararı çıkarılan Sedat Peker, açıklamalarıyla AKP hükümetini sarsmaya, hükümet ise bunları görmezden gelmeye devam ediyor.

“Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, hakkındaki iddialara rağmen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya sahip çıkarken, savcılar söz konusu iddiaların doğru olup olmadığını araştıracaklarına ve soruşturacaklarına, meslek ahlakını yerle bir ederek hükümetten gelecek talimata ve açıklamaya göre hareket ediyorlar!
***
Sedat Peker, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkında bugüne kadar şu iddiaları ortaya attı:

1) Soylu kendisine, yurtiçinde ve yurtdışında koruma polisi tahsis etti.
2) Soylu, hakkında soruşturma dosyası hazırlandığını kendisine önceden bildirdi ve kendisi bunun üzerine yurtdışına çıktı.
3) Soylu, kendisinin yurtiçine “dönüş bileti” idi.
4) Soylu’nun bir akrabası, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda, rant sağlamak amacıyla imarlaşmayla ilgili gelişmeleri takip etti.
5) Silivri Emniyet Müdürü, Soylu’nun baskıları sonrasında intihar etti.
6) Soylu’nun Demokrat Parti’de siyaset yaptığı yıllarda, kendisinin sağ kolu olan birisi Soylu’ya destek verdi, Soylu bu kişiyi belediye başkan adayı yaptı.
7) Kendisi Rize’deki bir cinayet davası konusunda yargılanırken, avukatını Soylu’nun babası buldu.
8) Soylu’nun sahibi olduğu sigorta şirketi, Bakan olduktan sonra kâr oranını artırdı.
9) Soylu, hakkında soruşturma başlatılan Bodrum’daki bir otel sahibi işadamının, önceden yurtdışına kaçmasını sağladı ve başka bir işadamının bu iş adamına olan 45 milyon dolarlık borcunu, “yukarının haberi var” diyerek silmesini talep etti.
***
Bu iddialar doğru mudur, yanlış mıdır, bunu araştırması gereken, hükümet talimatıyla hareket etmeyen bağımsız savcılardır. Savcıların bunları araştırıp soruşturabilmesi de Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ve ona bağlı birimlerin desteğiyle olabileceğine göre, Emniyet Genel Müdürlüğü de İçişleri Bakanlığı’na bağlı olduğuna göre, hakkında iddialar bulunan bir İçişleri Bakanı görevde olduğu sürece, bu araştırmanın ve soruşturmanın bağımsız, nesnel ve sağlıklı bir biçimde yürütülemeyeceği açıktır.

Türkiye, Anayasada belirtildiği gibi, demokratik bir hukuk devleti olsaydı, İçişleri Bakanı istifa eder veya görevden alınır, suçluysa cezası uygulanır, suçsuzsa göreve iadesi sağlanırdı.
***
Sedat Peker ayrıca, AKP Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyesi ve AKP eski milletvekili Metin Külünk ile tanıştığını, kendisinin ricası üzerine, zorda olan bir akrabasına para yardımı yaptığını, seçimlerden önce AKP’ye çantalar dolusu parasal yardımda bulunduğunu, Almanya’daki bazı derneklere bağış yaptığını, ayrıca AKP’nin seçimlerde halka dağıttığı kahveleri kendisinin sağladığını iddia etti.

Bu iddialar konusunda da AKP Genel Merkezi ve savcılar hâlâ bir soruşturma başlatmış değiller!
***
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, Sedat Peker’in bir organize suç örgütü lideri olduğuna dair iddiasıyla birlikte, Sedat Peker’in iddiaları da doğruysa, buradan, AKP’nin içindeki bazı odakların, bir organize suç örgütü lideriyle işbirliği yaptığı sonucu çıkar.

Ancak ortaya atılan iddiaların doğru olup olmadığına, bağımsız hareket eden savcılar ve yargıçlar karar verebilir. Buna hükümet karar veremez. Buna hükümet karar verirse, Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir hukuk devleti olmaz, kabile reisi tarafından yönetilen kabile devleti olur.
***
Bunlarla birlikte hâlâ yanıtlanması gereken çok önemli iki soru vardır:

1) Sedat Peker’in yıllar sonra, AKP tarafından, yeniden organize suç örgütü lideri olarak tanımlanmasına ve kendisine yönelik bir operasyonun başlamasına yol açan nedenler nelerdir? 
2) AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya neden sahip çıkmıştır? 

Bu sorulara eksiksiz yanıt verilmeden, mafya, çete, siyaset, hükümet, devlet, ticaret arasındaki ilişkilere dair iddialar hakkında bütüncül bir değerlendirme yapmak olanaklı değildir.

Kırmızı çizgi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 07 Haziran 2021
Mustafa Demirkan adındaki bir emekli imamın, Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Aydınlanma Devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk için, “zalim” ve “kâfir” ifadelerini kullanarak hakaret etmesi, ülke çapında büyük tepkilere neden oldu.
Vatanı ve halkı için ölümü göze alan, yaşamını vatanına ve halkına adayan, namuslu, şerefli ve onurlu bir insan olan Atatürk’e hakaret edilmesi, büyük bir ahlaksızlık, saygısızlık, terbiyesizlik, vefasızlık, nankörlük ve alçaklıktır.
Bu davranışı sözde bir din görevlisinin ve imamın sergilemesi, bazı kişilerin sadece (AS: yalnızca) insanlıktan değil, dinden de nasıl uzaklaştıklarını bir kere (AS: kez) daha ortaya koymuştur.
Bizans döneminde Rum Ortodokslarının en önemli kilisesi olarak kurulan, Osmanlı’nın Bizans topraklarını işgal etmesinden sonra zor kullanılarak camiye dönüştürülen Ayasofya’nın, Atatürk tarafından bir dünya kültür mirası olarak müzeye çevrilmesini, ancak insani ve ahlaki değerlerini yitirmiş birisi, “zalimlik” ve “kâfirlik” olarak nitelendirebilir.

Atatürk, ülke çapındaki tüm camileri kapatıp müzeye çevirmiş gibi bir izlenim yaratmak için yapılan bu hakaretler, bu sözde din görevlilerinin, dürüstlükten de ne kadar (AS: denli) uzaklaştıklarını bir kere (AS kez) daha göstermiştir.
***
Ancak asıl önemli olan, bu vatanı kurtaranlara hakaret ederek vatana ihanet edenlerin, bu cesareti nereden aldıklarıdır. Bu kişi, “Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önünde bu hakaretleri yapma cesaretini nereden almıştır? Erdoğan, bu kişiye neden müdahale etmemiştir ve bu kişi hakkında hukuksal bir sürecin yürütülmesinin yolunu açmamıştır? Savcılar bu kişi hakkında neden hâlâ harekete geçmemişlerdir?

  • Erdoğan neden hâlâ bu kişinin sözlerini kınayan bir açıklama yapmamıştır?

– Daha önce Atatürk’e “ayyaş” diyerek hakaret eden; 
– “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen tescilli Atatürk düşmanı Kadir Mısıroğlu adlı şarlatanı* Cumhurbaşkanlığı’nda ağırlayan;
– Ayasofya’da Atatürk’e lanet okuyan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ı o makama getiren;
– Anayasadaki laiklik ilkesini fiilen ortadan kaldıran

Erdoğan olduğuna göre, buna fazla şaşırmamak gerekir!

Ama konuyu tek bir imama indirgeyip AKP’yi ve Erdoğan’ı bu olayda aklamaya çalışanlara şaşırmak gerekir!
***
Daha önce de Ali Erbaş’ın Ayasofya imamı olarak atadığı Mehmet Boynukalın, laiklik ilkesinin Anayasadan çıkarılması çağrısı yapmış, toplumdan büyük tepki görmüş ve görevden ayrılmak zorunda kalmıştı. Anlaşılan Atatürk’e hakaret etme ve laiklik karşıtı söylemde bulunma işini şimdi, resmi bir görevi olmadığı için görevden alınması olanaksız olan emekli imamlara verdiler.

  • Ayasofya, AKP hükümeti tarafından bir camiye ve dini ibadet alanına değil,
  • laiklik karşıtı hareketlerin ve dinci siyasetin merkezine dönüştürülmüştür.

AKP’nin iktidardan düşmesi durumunda yapılması gereken ilk iş, hukuk dışı bir yolla yok hükmünde sayılan Atatürk’ün resmi hükümet kararına sahip çıkılarak Ayasofya’nın tekrar müzeye çevrilmesi olmalıdır. Ayasofya’nın “camiye” dönüştürülmesi anayasaya, yasalara ve hukuka aykırı olduğu gibi, dinle de uzaktan yakından ilgisi olmayan bir durumdur.
***

Türkiye’deki şeriat ve teokrasi sevdalısı köktendinciler,
Kurtuluş Savaşı yıllarında işgalci İngiltere ile işbirliği yapan ve Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı mücadelesine karşı çıkan şeriat ve teokrasi sevdalısı köktendincilerin uzantılarıdır.  

Mustafa Sabri ve İskilipli Atıf gibi vatan hainlerinin kurduğu Teali-i İslam Cemiyeti, günümüzde farklı biçimlerde varlığını sürdürmektedir.

Bu insanlarda vatan ve halk bilinci diye bir şey yoktur. Onlar sadece din üzerinden halkı kandırırlar, halkın dini inançlarını suiistimal ederler, ruhban sınıfının, teokrasinin ve monarşinin çıkarlarını korurlar, vatanı emperyalizmin eline teslim ederler.

Bu nedenle, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “Atatürk kırmızı çizgimizdir” açıklaması, AKP’ye ve Erdoğan’a destek verdiği sürece, hiçbir anlam ifade etmez.
===============================
* Fesli Kadir’in ipliğini pazara çıkaran, Prof. Dr. Ahmet Saltık ile Cevizkabuğu programında tartışmasını izlemek için tıklayınız (veya kopyalayıp google arama motoruna yapıştırarak..)
https://youtu.be/Z_dNl4oEXY4?t=2489
https://youtu.be/Z_dNl4oEXY4

Bu video 1,2 milyondan çok kez izlenmiştir.

Karanlıktaki sessizlik

Örsan K. Öymen

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 24 Mayıs 2021

Dünyada birçok suç ve suç işleyen kişi, suç işleyen başkalarının itirafları ve açıklamaları sayesinde ortaya çıkmıştır. Güvenlik güçleri, istihbarat birimleri, savcılar ve yargıçlar, söz konusu itirafların ve açıklamaların, daha önce bir suçtan hüküm giyen birisi tarafından ortaya atılıp atılmadığına göre değil, bu itirafların ve açıklamaların doğru olup olmadığına göre karar verir.

Ancak bu iddiaların (AS: savların) doğru olup olmadığı, bu iddiaların kim veya kimler tarafından ortaya atıldığına bakılmaksızın, araştırılması ve soruşturulmasıyla olanaklıdır. Bu iddiaların doğru olup olmadığına, devlet başkanı, cumhurbaşkanı, başbakan, bakan ve milletvekili karar veremez.

Eğer bir ülkede bir hükümet, “bir organize suç örgütünün iddiaları ciddiye alınacak şeyler değildir” biçiminde bir gerekçeyle, iddiaların araştırılmasını ve soruşturulmasını engelliyorsa bu, söz konusu hükümetin, kendi içindeki bazı (AS: kimi) suçları ve suçluları gizlediği kuşkusunu artırır.

AKP hükümeti bunu daha önce de yapmıştı. Fethullah Gülen’e bağlı çetelerin yolsuzluk iddialarını aynı gerekçeyle örtbas ederek soruşturulmasını ve araştırılmasını önlemişti.

Kendisine güvenen, suçsuz olduğunu bilen insanlar, haklarındaki iddiaların araştırılmasından ve soruşturulmasından neden kaçarlar? Üzerinde durulması gereken budur.
***
Sedat Peker’in açıklamaları Türkiye’yi sarsmaya devam ederken ve izlenme rekorları kırarken;

– hükümeti yönetenler,
– hükümetin emir kuluna ve parti üyesine dönüşen sözde savcılar,
– sözde Emniyet ve istihbarat görevlileri ve
– hükümetin propaganda aygıtı işlevini gören sözde medya üyeleri

olayları görmezden gelerek, hukuk devleti ilkesiyle birlikte, meslek ahlakını da ayaklar altında çiğnemektedirler.

Uzun yıllar, AKP tarafından itibarlı (AS: saygın) işadamı muamelesi gören ve korunup kollanan Sedat Peker, yeniden, organize suç örgütü lideri ilan edilmiştir. Ne olmuştur da Sedat Peker bir anda yeniden organize suç örgütü lideri ilan edilmiştir?

Bu soruya Sedat Peker de hükümet de henüz bir yanıt vermemiştir. İlginç olan da budur.

AKP’nin ve MHP’nin içindeki veya yakınındaki bazı (AS: kimi) odaklarla Sedat Peker’in arasında bir çıkar çatışması yaşandığı için mi Sedat Peker bir anda hedef haline getirilmiştir?

Yaşananların, geçmişte birçok suçtan dolayı hüküm giyen Alaattin Çakıcı ve Sedat Peker arasındaki rekabetle ve çıkar çatışmasıyla bir ilgisi var mıdır?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Alaattin Çakıcı ile yakınlığı dikkate alınacak olursa, MHP’nin ve Bahçeli’nin bu yaşananlarda bir rolü var mıdır?

Sedat Peker’in iddiaları, Alaattin Çakıcı ile eski İçişleri Bakanı ve Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın ilişkileri bağlamında nasıl açıklanabilir?

  • Sedat Peker’in, Mehmet Ağar, AKP milletvekili Tolga Ağar ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkındaki iddiaları araştırılıp soruşturulacağına, neden örtbas edilmektedir?

***

  • İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, neden istifa etmemektedir ve konunun açıklığa kavuşmasına katkı sağlamamaktadır?

Daha önce, demokrasiyi savunan üniversite öğrencilerini terörist, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin namuslu, şerefli ve vatansever amirallerini darbeci ilan ederek kendini yargıç yerine koyan, kronikleşmiş bir biçimde yargısız infazda bulunan Süleyman Soylu, şu anda da hakkındaki iddialara neden somut yanıtlar vermemektedir?

Anayasaya, yasalara ve hukuka uygun bir biçimde Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğini sağlaması gereken bir İçişleri Bakanı, anayasanın, yasaların ve hukukun uygulanmasından sorumlu bir İçişleri Bakanı, nasıl olur da Türkiye’nin kutuplaşmasına, Türkiye’nin birliğinin ve beraberliğinin bozulmasına yol açtığı gibi, yasadışı örgütlenmelerle ilgili iddiaların bir parçası haline gelebilmektedir?

Yürütme yetkisini elinde bulunduran, ülkeyi yöneten AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan ile O’nun ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bu olup bitenler karşısında neden hâlâ somut bir adım atmadan sessizliklerini korumaktadırlar?

Sessizlik herkesin işine geldiği için mi?

İçki kültürü

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

Uygarlık tarihçileri uygarlığı, avcı toplayıcı göçebe toplumdan tarımsal üretime ve yerleşik düzene geçişle başlatırlar. Buna neolitik devrim denir. Tarımsal üretime ve yerleşik düzene geçilmesiyle ticaret, kentleşme, mimari, sanat, edebiyat, bilim, felsefe, siyaset gibi alanlardaki gelişmelerle birlikte, alkollü içecek kültürü, yani içki kültürü de gelişmiştir.

Buğday ve arpadan üretilen bir içki olan biranın yaklaşık 13 bin yıllık bir geçmişi vardır. Biranın ilk üretildiği bölge Ortadoğu’dur. Bira, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarında tüketilen bir içkiydi.

Çin’de yaklaşık 9 bin yıl önce pirinç, bal ve meyve karışımından oluşan ve şarabı andıran bir içki üretilmiştir.

Şarap en eski içkilerden birisidir. Üzüm meyvesinden üretilen şarap, Gürcistan’da yaklaşık 8 bin yıl, İran’da yaklaşık 7 bin yıl, İtalya’da yaklaşık 6 bin yıl önce üretilmiştir. Şarap antik Pers, Yunan ve Roma uygarlıklarında en çok tüketilen içkiydi.
***
Günümüzde de bira ve şarap, dünyada en çok tüketilen içkiler arasında yer alırlar. Bira, Almanya, Polonya, Britanya, ABD, İspanya, Belçika, Hollanda, Finlandiya, Avustralya, Kanada, Brezilya, Meksika, Venezüella ve Vietnam gibi ülkelerde en fazla tüketilen içkidir.

Şarap Fransa, İtalya, Portekiz, Yunanistan, Hırvatistan, Şili ve Uruguay gibi ülkelerde en fazla tüketilen içkidir. Şarap aynı zamanda, binlerce yıllık Akdeniz mutfağının ve yemeklerinin de en önemli unsurlarından birisidir. Avrupa’nın Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerinde akşam yemeklerinde genellikle şarap içilir.

Bira ve şarap dışında, arpa, buğday, çavdar, mısır, patates gibi ürünlerden üretilen votka ve viski de dünyada yaygın olarak tüketilen içkiler arasında yer alırlar. Rusya, Belarusya, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan gibi ülkelerde votka en fazla tüketilen içkidir. Viski de Britanya ve ABD gibi ülkelerde en fazla tüketilen içkilerin arasında yer alır.

Bugün dünyada içkinin en az tüketildiği ülkeler, Irak, Somali, Mısır, Nijerya, Yemen, Suudi Arabistan, Bangladeş, Kuveyt, Libya ve Pakistan gibi ülkelerdir.

Türkiye dünyada içki tüketiminde en alt sıralarda olmasa da dünyada ilk yüz ülkenin içinde değildir, Avrupa ve OECD ülkeleri içinde de içkinin en az tüketildiği ülkedir.
***
İçkinin sağlığa zararlı olduğu olgusu, içilen içkinin miktarıyla ilgilidir. İçki fazla tüketildiğinde, birçok başka içeceğin ve yiyeceğin fazla tüketilmesi gibi, sağlığa zararlıdır. Nasıl ki şeker, tuz, tereyağ, margarin, yağlı kırmızı et, hamur, gazlı içecek fazla ve orantısız bir biçimde tüketildiğinde sağlığa zarar verirse içki de fazla tüketildiğinde sağlığa zarar verir.

Öte yanda dünyada ve Türkiye’de birçok kardiyolog, günde bir veya iki kadeh kırmızı şarabın, kalp sağlığı için yararlı olduğunu söylemektedir. (AS: aynı kanıdayım..)

Sağlık açısından, sigaranın içkiden daha zararlı olduğu kanıtlanmıştır. Sigara bir yandan kalp damarlarının tıkanmasına, bir yandan da akciğer kanserine neden olmaktadır. İçki ise içilen orana göre genellikle karaciğere zarar vermektedir.

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, sigaradan dolayı yılda yaklaşık 8 milyon insan ölürken, içkiden dolayı yılda yaklaşık 3 milyon insan ölmektedir. Yine Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, dünyada yılda yaklaşık 50 milyon insan ölmektedir. Bu insanların büyük çoğunluğu kalp krizi, kanser ve şeker hastalıklarından dolayı ölmektedir. Dünyada yaklaşık 8 milyar insan yaşamaktadır.
***
Bu olguların ışığında,

  • Türkiye’deki içki fobisinin, din fetişizmiyle bağlantılı olduğu açıktır.

Bunun insan ve toplum sağlığıyla da içki kültürünün tarihsel gerçekleriyle de uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Pandemiden dolayı “kapanmada”, sağlığa zararlı diğer ürünler korunurken, içki satışının hükümet tarafından yasaklanması, yasalara aykırı olduğu gibi, tarihsel ve bilimsel gerçeklere de aykırıdır.

İslamın ruhban sınıfı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet

05 Nisan 2021

İslamın ruhban sınıfı

İncil Hıristiyanlık dininin, Kuran da İslam dininin temelini ve özünü oluşturduğuna göre, Hıristiyanlıkta da İslamda da bir ruhban sınıfı yoktur. Ancak fiili uygulamada her iki din de kendi ruhban sınıfını yaratmıştır. Hıristiyanların çoğunlukta olduğu coğrafyada papa, patrik, kardinal, başpiskopos, piskopos, papaz, Müslümanların çoğunlukta olduğu coğrafyada da halife, şeyhülislam, ulema, imam, cemaat ve tarikat lideri, dinden türetilen ruhban sınıfını oluşturmaktadır.

Öte yanda, İncil’de ve Kuran’da mezhep ayrımı da yoktur. Hıristiyanlıkta Ortodoksluk, Katoliklik, Protestanlık gibi mezhepler İncil’den sonra, İslamda da Sünnilik, Şiilik, Alevilik gibi mezhepler Kuran’dan sonra ortaya çıkmıştır. İncil’de ve Kuran’da bu tür dinsel ayrımlar ve bölünmeler yoktur.

***

Mezhepsel ayrımlar da ruhban sınıflarının oluşması da bu dinlerin özüne ve temeline aykırı olduğu gibi, dünyada din adına ortaya çıkan çatışmaların, anlaşmazlıkların ve savaşların en büyük nedenlerinden birisidir. Dini kendi yorumuyla tekeli altına alan ruhban sınıfı, tarih boyunca, kendi din anlayışını ve mezhebini başkalarına dayatmaya çalışmıştır.

Bu sorun batı Avrupa’da 18. yüzyıldan itibaren laiklik ilkesinin yaygınlaşmasıyla birlikte çözüldü. Laiklik ilkesi ruhban sınıfının yetkilerini kısıtladı, insanların dindar olup olmamasını, dindar olacaklarsa, dini nasıl yorumlayıp uygulayacaklarını, bireylerin kendisine bıraktı. Laiklik ilkesiyle birlikte, dinin devlet, siyaset, hukuk ve eğitim alanlarına müdahale etmesi engellendi. Bu nedenle laiklikten en fazla rahatsızlık duyan kesim her zaman ruhban sınıfı olmuştur. Çünkü laiklik, ruhban sınıfının apoletlerini sökmüştür ve onun yetkilerini sınırlandırmıştır. Bilim, felsefe, sanat, demokrasi ve uygarlık yolunda ilerlemek ancak böyle olanaklı hale gelmiştir.
***
Türkiye’de laiklik ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk sayesinde yürürlüğe girmiştir ve bir anayasa maddesi haline gelmiştir. O zamandan beri, ruhban sınıfı ve onlarla birlikte hareket eden köktendinci siyasetçiler, laiklik ilkesini ortadan kaldırmak için büyük bir çaba sarf etmektedir. Çünkü laiklik ilkesiyle birlikte ruhban sınıfı, bir yandan yetkilerini, bir yandan da halkı din üzerinden kandırmak ve aldatmak olanağını kaybetmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nde, bir aile devleti olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’de var olan halifelik ve şeyhülislamlık makamları yoktur. Ancak kendisini halife ve şeyhülislam sanan siyasetçiler ve bürokratlar vardır. Ayrıca dini tarikatlar ve cemaatler de halen, ülkeyi bir kanser tümörü gibi yok edip tüketmektedirFethullah Gülen cemaati bunun sadece bir örneğidir. Atatürk’e, cumhuriyete, demokrasiye, laikliğe ve anayasaya düşman olan bu vatan hainleri, AKP iktidarında, ülkenin her tarafını kuşatmıştır.
***
Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının en büyük güvencelerinden birisi olan Türk Silahlı Kuvvetleri bile bu vatan hainleri tarafından kısmen işgal edilmiştir. Laiklik ruhban sınıfının apoletlerini sökerken bazı askerler ve komutanlar, apoletlerini ruhban sınıfına teslim etmiştir!

  • Türk Silahlı Kuvvetleri, gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olan bu odaklara gerekli tepkiyi vermediği, önlem almadığı ve kendisini korumadığı sürece, Türk milletinin değil, ruhban sınıfının silahlı kuvvetleri olacaktır.

Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Aydınlanma devrimlerinin öncüsü olan Atatürk’e düşman olan herkes, Türkiye’nin de düşmanıdır!

Saltanat günleri

Saltanat günleri

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

 

Son zamanlarda yaşanan olaylar bile Türkiye’nin büyük bir felakete sürüklendiğinin habercisidir.

  • HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun dokunulmazlığının hukuk dışı gerekçelerle kaldırılması;
  • yıllardır seçime giren ve bugüne kadar yasal bir parti olarak görülen HDP için, siyasetçilerin talimatıyla, sözde yargı üyeleri tarafından kapatma davasının açılması;
  • laikliğe ve ulusal egemenliğe karşı hükümet darbelerinin rutin politikaya dönüştüğü bir dönemde, okullarda okunan ulusal andın, sözde yargı tarafından kaldırılması;
  • Türkiye’nin, kadınlara ve çocuklara yönelik şiddeti önlemeye yönelik İstanbul Sözleşmesinden, TBMM’nin onayı alınmadan, “cumhurbaşkanı” kararıyla çekilmesi;
  • köktendinci medyanın hilafet çağrıları yapması;
  • Ayasofya’daki bir imamın, anayasadan laiklik ilkesinin kaldırılması gerektiğini açıklaması;
  • Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki bir komutanın tekke ve tarikat üyesi olduğuna dair görüntülerin ortaya çıkması;
  • harp okullarına girebilmek için var olan “irticacı faaliyet içinde olmamak” koşulunun kaldırılması;
  • mülkiyeti İstanbul Belediyesi’nde olan Gezi Parkının hukuk dışı yollarla gasp edilmesi;
  • İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının egemenliğini Türkiye’ye devreden Montrö Antlaşması’ndan, Türkiye’nin, “cumhurbaşkanı” kararıyla çekilebileceğinin TBMM “başkanı” tarafından ifade edilmesi;
  • Kanal İstanbul adlı ucube projenin gerçekleştirilmesi çalışmalarına hız verilmesi;
  • Katar ile ne olduğu belli olmayan “suların yönetimine” dair bir antlaşmanın yapılması;
  • halk Covid-19 pandemisinden dolayı kısıtlamaya tabi tutulurken AKP kongrelerinde bu önlemlerin uygulanmaması;
  • Merkez Bankası başkanının bir gece yarısı operasyonuyla görevden alınması; Türk Lirası’nın bir günde dolar ve Avro karşısında %15 dolayında değer kaybetmesi; bu olaylara dair örneklerdir.
    ***

Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve aydınlanma devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk, saltanatı, 1922 yılında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de onayıyla kaldırmıştır. Böylece bu topraklarda, padişahlık ve sultanlık yönetimi sona ermiştir. Bu devrimle birlikte, monarşi yıkılmıştır ve cumhuriyetin temelleri atılmıştır.

Atatürk 1924 yılında da TBMM’nin de onayıyla, halifeliği kaldırmıştır. Bu devrimle birlikte, teokrasinin sona erdirilmesi ve laikliğin benimsenmesi doğrultusundaki en önemli adımlardan birisi atılmıştır.

Bunları içine sindiremeyen cumhuriyet, laiklik ve demokrasi düşmanı AKP iktidarı, 21. yüzyılda, saltanatçılık ve halifecilik oyunu oynamaktadır.

İrtica 21. yüzyılda, Türkiye’de iktidardadır!

  • “Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, padişah olduğu sanrısıyla ülkeyi yönetmektedir.
  • “Diyanet İşleri Başkanı” Ali Erbaş, halife olduğu sanrısıyla İslam dinini tekeli altına almıştır.
  • Ayasofya’daki fetihçi imam Mehmet Boynukalın, şeyhülislam olduğu sanrısıyla, laik rejimi yıkma çağrısı yapmaktadır.

***
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Erdoğan’a, Erbaş’a, Boynukalın’a ve AKP’ye göre, saltanat ve halifelik devam etmektedir.

Sanrıların, sanıların ve gerçeklikte karşılığı olmayan inançların, iktidarı geçici olarak ele geçirenler tarafından, bir topluma ve ülkeye, takıntılı bir biçimde, zorla dayatılması durumunda, o toplumun ve ülkenin ne kadar büyük felaketlerle karşılaşabileceğini tarih kanıtlamıştır.

Ancak tarihe de siyasete de olgular üzerinden değil, kurgular üzerinden yaklaşan AKP’nin, bunu kavrayabilecek bir kapasitesi yoktur. Bu AKP’nin doğasına, yapısına, özüne aykırıdır.
***

Uygarlık tarihi, belli başlı hakların elde edilmesinin yüzlerce yıl sürebileceğini, ancak bu haklar elde edildikten sonra, birilerinin kazanılan hakları gasp etmesiyle sonuçlanan despotik yönetimlerin, sürdürülebilir olmadığını göstermektedir. AKP hükümeti de bir gün mutlaka sona erecektir ve kazanılmış hakları vatandaşların elinden alanlar, bunun hesabını hukuk önünde vereceklerdir.

Zulüm yapan insanlar aslında, cesur insanlar değillerdir. Zulüm yapan insanlar o nedenle eşit ve özgür koşulları sevmezler. Ancak zulüm yapan insanlar buna rağmen, zulüm yapmak cesaretini, zulüm yaptıkları insanların korkaklığından alırlar.

Bunu toplum olarak kavradığımız zaman, zulüm yapanlar yenilgiye uğrayacaklardır.

Laiklik ve ulusal güvenlik

Laiklik ve ulusal güvenlik

Örsan K. Öymen
08 Mart 2021, Cumhuriyet

  • Laiklik karşıtı hareketler, aynı zamanda bir ulusal güvenlik sorunudur.
  • Laiklik karşıtlığı, ülkelerin din, mezhep ve dünya görüşü üzerinden bölünmesine ve parçalanmasına yol açar.

Laiklik bir uzlaşma formülüdür ve farklı dinleri, mezhepleri, din yorumlarını ve dünya görüşlerini bir arada tutar, birliği, birlikteliği ve bütünlüğü sağlar.

Laiklik bir taraftan, dinin siyasete, devlet işlerine, hukuka ve eğitime müdahale etmesini önler, bir taraftan da vatandaşların dini inanç, ibadet ve felsefi düşünce özgürlüğünü güvence altına alır.

Laikliğin geçerli olduğu bir ülkede, her vatandaş kendi özgür iradesine göre hangi dini, mezhebi, dünya görüşünü, felsefi düşünceyi seçeceğine karar verebilir. Laikliğin geçerli olduğu bir ülkede Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Sünni, Alevi, Şii, Katolik, Protestan, Ortodoks, Budist, Hinduist, Konfüçyüsçü, Şintoist, ateist, agnostik, deist, panteist olmak kişinin özgür iradesine bağlıdır.

Laikliğin geçerli olduğu bir ülkede, devlet, belli bir dini ve mezhebi vatandaşlara dayatmaz ve bu dayatmaya bağlı olarak dinsel, mezhepsel, felsefi farklar çatışmaya dönüşmez, aksine bir arada aynı ortamda varlığını sürdürebilir.

  • Laikliğin olduğu bir ülkede devletin dini olmaz, vatandaşın kendi özgür iradesine göre dini olur veya dini olmaz.
  • Laikliğin var olmadığı bir ülkede demokrasi ve halkın egemenliği değil, teokrasi ve belli bir dinin ve mezhebin egemenliği geçerli olur.
  • Laikliğin olmadığı bir ülkede dinci bir diktatörlük olur.
    ***
    Avrupa’da laikliğin geçerli olmadığı yüzyıllarda, din ve mezhep savaşları sonucunda, milyonlarca insan yaşamını yitirmiştir. Batı Avrupa ve kuzey Amerika, 1776 Amerikan devrimiyle ve 1789 Fransız Devrimi’yle, teokrasinin yerine laiklik ilkesini uygulamaya başlayarak yüzlerce yıl süren bu sorunu çözmüştür. Ortadoğu’da bu sorunun çözülmesine yönelik ilk adım 1923 Türk devrimiyle Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde atılmıştır.

Nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkelerde, laiklik ilkesinin devlet ve toplum tarafından benimsenmemiş olmasından dolayı, din ve mezhep savaşları varlığını sürdürmektedir. Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, İran, Libya, Mısır, Yemen, Sudan, Somali, Nijerya gibi ülkelerin onlarca yıldır yaşadıkları sorunlar, bölünmeler, parçalanmalar, çatışmalar, savaşlar ortadadır. Bunların sonucunda milyonlarca insan yaşamını yitirmiştir.

Türkiye’de laiklik ilkesinin ortadan kalkması durumunda, laiklik ilkesine karşı çıkan köktendinci İslamcılar ile laiklik ilkesini benimseyen Müslümanlar arasında, laiklik ilkesine karşı çıkan köktendinci İslamcılar ile ateistler, agnostikler ve deistler arasında, Sünniler ve Aleviler arasında, büyük gerginliklerin, karşıtlıkların, bölünmelerin, parçalanmaların ve çatışmaların çıkması kaçınılmazdır. Belli bir dinin ve mezhebin, kendi içinde farklılıklar barındıran bir ülkeye ve topluma dayatılması durumunda, buna karşı bir ayaklanma ve isyan hareketinin başlaması, toplumsal gerçekliğin kaçınılmaz sonucudur.

  • Yapılan araştırmalara göre Türkiye’de vatandaşların %82’si laiklik ilkesini benimsemektedir.

Türkiye’de vatandaşların büyük çoğunluğu, laiklik ilkesini benimseyen Müslümanlardan oluşmaktadır. Yapılan farklı araştırmalar, kendisini ateist, agnostik, deist olarak tanımlayan dinsiz vatandaşların oranının yaklaşık %10 olduğunu göstermektedir. Bu Yunanistan’ın nüfusuna yakın bir nüfusa denk düşer. Aleviler de Müslüman nüfusun yaklaşık % 18’ini oluşturmaktadır.
***
Türk Silahlı Kuvvetleri bir zamanlar bu olgunun farkında olduğu için Genelkurmay Başkanı’nın, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın, Hava Kuvvetleri Komutanı’nın ve Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın da katıldığı Milli Güvenlik Kurulu kararlarında, laiklik karşıtı dinci ve irticacı hareketler, ulusal güvenliğe yönelik bir iç tehdit olarak görülmüştür.

Bu aynı zamanda, ulusal güvenliğe yönelik bir dış tehdittir. Türkiye’deki laiklik karşıtı hareketler, ABD, Suudi Arabistan, Katar ve İran gibi ülkeler tarafından desteklenmektedir.

AKP, Fethullah Gülen “cemaati” ve Hizbullah gibi oluşumların gelişimi, bu gerçeklik bağlamında anlaşılabilir.

Anayasa ve laiklik

Anayasa ve laiklik

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 22 Şubat 2021
Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “yeni ve sivil bir anayasa” yapacaklarını açıklamasıyla birlikte, AKP’liler, yeni anayasanın “1921 anayasasının ruhunu taşıyacağına” dair söylemler geliştirmeye başladılar. Çünkü amaçları, demokratik laik cumhuriyeti yıkmak, onun yerine teokratik monarşik bir düzen kurmaktır!

Her şeyden önce “1921 Anayasası”, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin anayasası değildir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti 1921 yılında henüz kurulmamıştı. Kurulmayan bir cumhuriyetin ve devletin anayasası olmaz. “1921 Anayasası” olarak adlandırılan ilkeler, Kurtuluş Savaşı yıllarında, savaş sürecindeki yönetim işlerini düzenlemek amacıyla geliştirilmiştir. Bu ilkeler cumhuriyetin temel kuruluş ilkeleri değildir. “1921 Anayasası’nda” egemenliğin halka devredilmesi ifade edilmiştir, ancak halkın nasıl egemen olacağı somut ve ayrıntılı olarak ortaya konulmamıştır.

  • Sözde “yeni ve sivil” bir anayasa önerirken “1921 Anayasası”nı dayanak noktası yapmak, demokratik, laik hukuk devletinin yıkılması çağrısından başka bir şey değildir!

***
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 1921 yılından sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayıyla, birçok devrim ve anayasa değişikliği gerçekleştirmiştir. Cumhuriyetin temel kuruluş ilkeleri, söz konusu devrimlerle ve anayasa değişiklikleriyle, 1921 yılından sonra biçimlenmiştir. Öğretim Birliği yasasıyla medreselerin kapatılması, tüm vatandaşların laik ve bilimsel eğitim sisteminden yararlanmalarının sağlanması; halifeliğin ve saltanatın kaldırılması; Medeni Yasa ile kadın ve erkek arasında eşitliğin sağlanması; üniversite reformuyla yeni üniversitelerin ve fakültelerin kurulması; kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması; “devletin dini İslamdır” ifadesinin anayasadan çıkarılması ve laiklik ilkesinin bir anayasa maddesi haline gelmesi, 1921 yılından sonraki gelişmelerdir.

AKP’nin “1921 Anayasası”na sarılmasının nedeni budur. Çünkü AKP, 1921 yılından sonra cumhuriyetin elde ettiği kazanımları ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin, AKP’nin laiklik karşıtı odakların merkezi haline geldiğine dair kararı, tarih ve olgular tarafından doğrulanmıştır.
***
Laik bir ülkede, devletin dini olmaz
, vatandaşların, kendi özgür iradeleriyle yapacakları seçime göre dini olur veya dini olmaz. Vatandaş, hangi dini veya mezhebi seçeceğine veya dindar mı dinsiz mi olacağına kendisi karar verir. Devlet vatandaşa, belli bir dini ve söz konusu dinle ilgili belli bir mezhepsel yorumu dayatamaz.

Bunun dayatıldığı bir ülke bölünmeye ve parçalanmaya mahkûmdur. Bir ülkenin birliği ve bütünlüğü, dini, mezhebi, dünya görüşü, etnik kimliği ne olursa olsun, tüm vatandaşların demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti etrafında birleşmeleriyle olanaklıdır. Dinci, mezhepçi, etnik kimlikçi bir bakış açısından, sadece çatışma, parçalanma, bölünme çıkar.

  • Laiklik karşıtlığı aynı zamanda bir ulusal güvenlik sorunudur ve emperyalizme hizmet eder.

Atatürk bu nedenle de 1928’de “devletin dini İslamdır” ifadesini anayasadan çıkarmıştır ve 1937’de laiklik ilkesini anayasa maddesi haline getirmiştir.

Laiklik bir uzlaşma modelidir.

  • Laiklik, bir yandan, dinin, siyasete, devlet işlerine, hukuka, eğitime müdahale etmemesini sağlar,
  • bir yandan da vatandaşların dini inanç ve ibadet özgürlüklerini ve farklı dünya görüşlerini güvence altına alır.

Laiklik demokrasinin önkoşullarından birisidir.

  • Laikliğin olmadığı yerde demokrasi değil, teokrasi olur.

Demokrasi halk egemenliğine dayalı bir düzendir. Teokrasi, “Tanrı”nın, “Allah”ın ve dinin egemenliğine dayalı bir düzendir. Halk, asgari müşterek bir kavramdır, somut bir gerçeklik ve olgudur. “Tanrı” ve “Allah” ise tartışma konusu olan soyut, kişisel, öznel, göreli, metafizik bir kavramdır.

Anayasanın ilk dört maddesini tartışmayız, kalanını tartışırız” söylemi de ilk dört maddenin içini boşaltmak amacını taşıyan bir tuzaktır. Anayasanın “kalan” kısmında, ilk dört maddenin açılımı olan birçok madde bulunmaktadır.

Gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olanlara halk gereken dersi mutlaka verecektir!

Muharrem İnce olayı  

Muharrem İnce olayı  

Örsan K. Öymen

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 15 Şubat 2021

İktidarda olan AKP’nin oylarının düştüğü bir ortamda, CHP’nin bölünmesi kabul edilebilir bir durum değildir. İnce, her ne kadar, “Cumhur İttifakı”nın içinde yer almayacağını söylese de ve bu nedenle “Millet İttifakı”nı bölmeyeceğini iddia etse de siyasetin organik gerçekliğinde, bu tür ayrılmaların bölünmelere neden olacağı açıktır.

Ayrıca İnce’nin, CHP’den ayrılırken sarf ettiği sözler, “Millet İttifakı”na şimdiden zarar vermiştir. Bu durumda kendisinin başlattığı hareketin, “Millet İttifakı”na bir zarar vermeyeceği ve bölünmelere yol açmayacağı iddiası da herhangi bir temelden yoksundur.
***
İnce, “Millet İttifakı”nın en güçlü ve öncü partisi CHP hakkında ağır suçlamalarda bulunarak ayrılmıştır ve şu ifadeleri kullanmıştır:

  • Atatürkün emaneti kalmamıştır, ortada bir tabela vardır sadece. ABD’den demokrasi dilenenlerle, Atatürk’e kefere diyenleri yönetici yapanlarla yolumu ayırıyorum. ‘Mustafa Kemal’ deyip ‘Mustafa Kemal Atatürk’ diyemeyenlerle yolumu ayırıyorum. ‘Ben askeri değilim, yoldaşıyım’ diyenlerle yolumu ayırıyorum. Grup başkanvekilliği seçimini bile kaldırıp atamayla getiren bu yönetimle yolumu ayırıyorum. CHP aday yapmayınca başka partiden aday olup bugün CHP’yi yönetenlerle yolumu ayırıyorum. Elli yıl CHP’ye küfredip bugün sahte CHP’li olanlarla yolumu ayırıyorum. Geçmişte CHP aleyhinde miting düzenleyip bugün CHP’ye yönetici olanlarla yolumu ayırıyorum. FETÖ’cüleri, Sorosçuları koruyanlarla yolumu ayırıyorum.

Eğer İnce, CHP yönetiminde olup CHP yönetimi ile yollarını ayırsaydı, bu iddiaların doğru olup olmadığı tartışması bir yana, söylediklerinin bir anlamı olabilirdi. Oysa İnce CHP’den ayrılmıştır, CHP’den istifa etmiştir, partinin yönetim kademesindeki bir görevden istifa etmemiştir!

İnce, CHP’den istifa ettiğine göre, bu iddiaların CHP’nin kurumsal kimliğini ve tüm CHP’lileri hedef aldığı gibi bir izlenim doğmaktadır. İnce, aynı konuşmada, partinin tabanı ile yönetimi arasında bir uçurum oluştuğunu vurgulamış olsa da bir genelleme yapmıştır, partiyi ve tüm yöneticileri kapsayan bir suçlamada bulunmuştur.
***
İnce’nin parti içi demokrasi konusundaki tespitleri doğru olsa da bazı iddiaları ciddi tartışma konusudur. Atatürk’ün emanetinin kalmadığı ve ortada sadece bir tabelanın olduğu iddiası neye dayanmaktadır? CHP’nin milyonlarca üyesi ve seçmeni ile birlikte, il, ilçe ve genel merkez yönetimlerinde, Atatürk’ün ilkelerine sahip çıkan kimse kalmamış mıdır? ABD’den kim demokrasi dilenmiştir? Atatürk’e “kefere” dediği iddia edilen kişi hâlâ CHP yönetiminde midir? “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyenler de Atatürk soyadını atladıkları için, Atatürk’ün ilkelerini reddetmiş mi oluyorlar? Atatürk’ün hem askeri, hem yoldaşı olmak olanaklı değil midir? CHP’de FETÖ’cüleri ve Sorosçuları koruyanlar kimlerdir? CHP yönetiminde FETÖ’cüleri ve Sorosçuları koruyanlar varsa, İnce bu kişilerin adlarını neden vermemektedir?
***

  • İnce’nin bu orantısız davranışlarının AKP’ye yarar sağladığı açıktır.

CHP’de parti içi demokrasinin yeterli olmadığı, yönetim ve taban arasında kopuklukların olduğu, sayıları çok fazla olmasa da bazı yöneticilerin sahte CHP’li olduğu doğrudur. Ancak bu sorunlar da CHP içinde kalarak ve mücadele vererek çözülebilir. CHP’den istifa ederek ve kaçarak değil!

İşin gerçeği İnce, CHP tarafından cumhurbaşkanı adayı yapılmayacağını anlayınca, cumhurbaşkanı adayı olmak hırsıyla, CHP’den istifa etmiştir. Oysa yapılması gereken şey, seçilme olasılığı en yüksek olan CHP’li bir kişinin cumhurbaşkanı adayı olmasına destek vermektir.

Yapılan tüm araştırmalara göre, İnce de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da o kişilerden birisi değildir. Bu sorunu çözmek de CHP üyelerine ve seçmenine düşmektedir.