Etiket arşivi: Onur Öymen

Bir Medya Kuruluşunun Satılışının Düşündürdükleri

Bir Medya Kuruluşunun Satılışının Düşündürdükleri

Onur Öymen 

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır.)

Büyük bir medya kuruluşunun başka bir medya grubuna satılması Türkiye’de çeşitli yorumlara ve eleştirilere yol açtı. Bu vesileyle medyanın siyasetle ilişkileri ön plana çıktı. Bir yandan basına yapılan baskılar bir yandan da basının kendine sansür uygulaması ülkemizde uzunca bir zamandan beri eleştirilere yol açıyor.

Basına yapılan baskılar ve basını bir propaganda aracı gibi kullanma girişimleri dünyanın bir çok ülkesinde görülüyor. Amerika’da basın kuruluşları 1940’lı yılların sonundan itibaren büyük şirketlerin eline geçmiş ve onların beklentileri doğrultusunda yayın yapmaya başlamıştı. The New Yorker yazarlarından A. J. Liebling, 1961 yılında Columbia Journalism Review’da yazdığı bir makalede “Amerikan basını artık tekelci, tek yönlü ve tek sesli hale geldi,” diyordu. Liebling’in görüşüne göre, “Basın özgürlüğü onu mücadele ederek kazananlar içindi.”

Ünlü gazetecilerden George Seldes “Hükümet ve basın işbirliği yaparsa, bütün insanları aynı zamanda aldatmak mümkündür,” görüşünü savunuyordu.

Avrupa’da da ilginç örnekler var. Alman Başbakanlarından Otto von Bismarck gazetelerin genel yayın müdürlerini elde etmek için bir fon kurmuştu. Bu sayede, 1860’lı yıllarda Alman basınının büyük çoğunluğu Bismarck’ı destekliyordu.

Daha yakın tarihlerden de örnekler var. Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras partisi Syriza muhalefetteyken “Yunanistan’da gerçek güç banka sahiplerinin, yolsuzluklara bulaşmış siyasi sistemin ve yine yolsuzluklara bulaşmış medyanın elindedir,” demişti.

Oklahoma Üniversitesi Gaylord Gazetecilik okulunda Yardımcı Profesör Katerina Tsetsura 2007 yılında 35 ülkedeki 93 gazeteci ve 56 ülkedeki 310 kamuoyu çalışanıyla bir anket yaptı. Sonuçları özetle şöyle:

–       Paralı reklam karşılığında haber değeri olmayan hususların haber yapılıp yayınlandığını kabul edenler %26.

–       Haber kaynaklarının mali baskı yapıp yapmadıkları sorusuna “bazen” diye cevap verenlerin oranı ise %54.

Tabii basının özgürlüğünü ve dürüstlüğünü savunan gazeteciler de var. The Observer Gazetesi’nin genel yayın müdürü James Tumusiime “İyi bir gazeteci ruhunu satmaz” diyor. Buna karşılık, Almanya’nın tanınmış gazetecilerinden Udo Ulfkotte “Satın Alınmış Gazeteciler” isimli kitabında kendinden de örnekler vererek resmi makamların baskısıyla nasıl yazı yazmak zorunda bırakıldıklarını anlatıyor.

Baskılar sonucunda bazı önemli haberleri yayınlamayan gazetelerin meslek ahlakıyla bağdaşmayan bu tutumlarına karşı, Amerika’daki Sonoma Üniversitesi her yıl sansürlenen 25 önemli haberi içeren bir kitap yayınlıyor. Böylelikle halktan gizlenmek istenen gelişmeler kamuoyuna duyurulmuş oluyor.

Gazete sahiplerinin siyasetle içli dışlı olmasının da ilginç örnekleri var. Avustralyalı ünlü medya patronu Rupert Murdoch siyasete yön vermeye çok meraklıydı. Önce sahip olduğu medyaları Avustralya Ulusal Partisi’ni desteklemek için kullandı. Daha sonra, bu desteği çekip İşçi Partisi’ni desteklemeye başladı. Amerika’da satın aldığı National Star Gazetesi aracılığıyla Amerikan politikasını, İngiltere’de sahip olduğu on milyon tirajlı The Sun Gazetesi aracılığıyla İngiliz politikasını etkilemeye çalıştı. Önce Başbakan Margaret Thatcher’ın başkanlığındaki Muhafazakar Parti’yi, daha sonra Tony Blair’ın İşçi Partisi’ni destekledi. Murdoch 2000 yılında 50 ülkede toplam değeri beş milyar dolar olan 800 medya kuruluşunun sahibi ve büyük bir siyasi güç odağı haline gelmişti.

Totaliter ülkelerde de basını etkilemenin çeşitli örnekleri var. Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels “Gazeteler hükümetin dilediğini çalacağı bir piyano gibi olmalıdır,” diyordu.

Medya kuruluşlarının neredeyse tamamı Nazi yönetimi tarafından ele geçirilmişti… Biri hariç: “Frankfurter Zeitung”. Bu gazetenin zaman zaman çok ölçülü bir dille eleştiride bulunmasına bir süre için tahammül edildi, ama sonunda 1939 yılının Nisan ayında Nazilerin yayınevi sayılan Eher Verlang tarafından satın alındı ve doğum gününde Hitler’e hediye edildi. (Bu konularda daha ayrıntılı bilgiler Remzi Kitabevi tarafından yayınlanan “Bir Propaganda Silahı olarak Basın” başlıklı kitabımda yer alıyor.)

Medyaların el değiştirmesi basın özgürlüğünün iyileştirilmesine yardımcı olur mu? Dünyada bunun pek örneği yok. Bu konuda en doğru çözümü Atatürk göstermişti:

  • “Matbuat hiçbir sebeple tahakküm ve nüfuza tabi tutulamaz…
    Basın hürriyetinden doğan mahzurların giderilme vasıtası, yine basın hürriyetidir.”

Ancak Atatürk’ün gazetecilere de mesajı vardı:

  • Gazeteciler, gördüklerini, düşündüklerini, bildiklerini samimiyetle yazmalıdırlar.

Saygılar, sevgiler. 06.04.2018
==============================================
Dostlar,

Rupert Murdoch ABD’de basındaki payının % 25’i aşması nedeniyle kapitalizmin kalesi bu ülkede tekel karşıtı (anti – monopoly) yasa (US Antitrust Law) ile karşılaşmış ve yaptırım görerek aşkın bölümü elinden çıkarması sağlanmıştı.

Küçük ABD olma yolunda kilitlenen Türkiye, tam bir yozlaşma ile savrularak, kafasını gözünü kırarak “kapitalistleşmekte”. Attila İlhan, “Hangi Küreselleşme” adlı nefis yapıtında ne denli etkili saptamıştı bu çarpıcı olguyu :

  • Türkiye bu kez ‘Küreselleşme’ ve ‘Özelleştirme’ masalına inanmış, paldır küldür ‘globaliterliğe’ doğru sürüklenmektedir; üstelik daha ‘sivil’, daha ‘demokrat’,
    daha ‘insan haklarına dayalı’ bir düzene ‘dönüştüğünü’ zannederek..
       
  • “.. bir karışık bilmece..” (2003, İş Bankası Kültür Yayınları, arka kapak)

Rekabet Kurumu haksız rekabeti önlemek ve serbest rekabeti sağlamak için yasa ile kurulmuştur. REKABETİN KORUNMASI HAKKINDA KANUN (4054 sayılı yasa, RG 13/12/1994, s. 22140). Bu yasanın 1. maddesinde (amaç) şöyle denilmektedir :

– Bu Kanunun amacı, mal ve hizmet piyasalarındaki rekabeti engelleyici, bozucu veya kısıtlayıcı anlaşma, karar ve uygulamaları ve piyasaya hâkim olan teşebbüslerin bu hâkimiyetlerini kötüye kullanmalarını önlemek, bunun için gerekli düzenleme ve denetlemeleri yaparak rekabetin korunmasını sağlamaktır.

Dolayısıyla, bu yasaya karşı dolanma (hülle) girişimlerine de izin vermeyecek biçimde, Kurum gereğini yapmalıdır. Basın özgürlüğünün olmadığı bir ülkede demokrasiden söz edilemez.

Unutulmasın, Türkiye’de basından sansürün kaldırılması 24 Temmuz 1908‘e tarihlenmektedir. Aradan 109 yıl geçmiştir ve tarihin tekerleğini geri çevirme olanağı yoktur.

İktidar, iktidarını sürdürmek için her şeyi ama her şeyi yapmaya niyetli hatta kararlı gözükmektedir. Tam anlamıyla güdümlü basın da buna ne yazı ki dahil.. Ancak bu girişim son derece tehlikeli, sakıncalı; başvuranların ellerinde patlayabilir ve bumerang gibi geri tepebilir. Kurumları zorlamadan, “oyunu kurallarına uyarak” siyaset yapmak herkesin yararına olacaktır.

Sevgi ve saygı ile. 07 Nisan 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

Terörü himaye eden ülkelere nasıl cevap verilmeli?

Terörü himaye eden ülkelere nasıl cevap verilmeli?

Onur Öymen

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un bir PYD Heyetini kabul ettiği ve onlara destek ve yardım vaat ettiği yolunda Türk ve Fransız basınında yer alan haberler ülkemizde haklı tepkilere yol açtı.
Ne yazık ki, Amerika gibi Fransa’nın da geçmişte terör örgütlerine hoşgörü gösterdiğinin ve onları himaye ettiğinin örnekleri az değildir. Fransa uzun süredir Ermeni teröristlere hoşgörü gösteriyor ve sözde Ermeni soykırım iddialarını destekleyecek adımlar atıyor, Türk milletini rencide edecek anıtların açılışına bakan düzeyinde katılıyordu. Paris Büyükelçimiz Hasan Esat Işık Fransa’nın bu tutumunu protesto ederek güçlü bir tepki göstermiş, görevinden ayrılmış ve Ankara’ya dönmüştü.
Teröristler Fransız hükümetinin gösterdiği hoşgörü ve Fransız basının verdiği destekten de cesaret alarak Paris Büyükjeçimiz İsmail Erez’i katletmişler ve başka diplomatlarımızı da öldürmüş veya yaralamışlardı.
Fransa’nın bu olumsuz tavrının sürdüğü bir dönemde Fransızlar Türkiye’ye cazip bir proje sundular. Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu’nu ziyaret ederek Akkuyu’da yapılacak nükleer santral projesi için bir öneri getirdiler. Santralın yapımında en son teknolojiyi kullanacaklar, uygun şartlarla kredi vereceklerdi. Çok uzun bir ödemesiz süre olacak, krediler çok uygun aralıklarla ödenecekti. Bu teklifi getirenlere Vahit Halefoğlu şunları söyledi:
* “Bu projeyi getirdiğiniz için teşekkür ederim, fakat siz bu odadan çıkınca ben bu projeyi şurada görmüş olduğunuz çöp sepetine atacağım. Siz Ermeni teröristlerine kol kanat gerdiğiniz sürece biz size hiçbir proje vermeyeceğiz. Ben bu teklifinizi Bakanlar Kuruluna bile götürmem.”
Bu olaydan iki hafta sonra Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand, Galatasaray’ın eski hocalarından Etienne Manaque’ı Türkiye’ye gönderdi. Manaque, Mitterrand adına şu mesajı getirdi:
* “Biz bu konuda gerçekten hatalı bir politika izlediğimizi anlıyoruz. Bundan sonra daha dikkatli olacağız. Hiçbir Türk diplomatı Fransa’da bu teröristlerin saldırısına uğramayacak ve Fransa’da hiç kimse teröre arka çıkmayacaktır.”
Halefoğlu kendine saygısı olan bir devlet adamının yapması gerekeni yapmıştı. Bu projeyi reddederek bir mesaj vermişti. Fransa’nın gönderdiği mesaj da bu konudaki hatalarını kavradıklarını gösteriyordu. Gerçekten ondan sonra, Fransa’nın bu konuda daha dikkatli davrandığını gördük. (Zor Rota, s. 155)
Büyük devletlerin teröre destek verdiklerinin örnekleri az değildir. Onları bundan caydıracak yöntem, Halefoğlu’nun yaptığı gibi gerektiğinde o ülkelerin ekonomik menfaatlerine zarar verecek adımlar atmaya hazır olduğumuzu göstermektir.
Saygılar, sevgiler. 30.03.2018
==================================================
Dostlar,

Batı’nın geleneksel ikiyüzlülüğü sürüyor..
Erdoğan da telefonda Macron’ “yüksek frekansta” yanıt vermiş!?
“Frekans”, “sıklık” anlamında olup yanlış sözcük burada.. Yüksek olan (?) Erdoğan’ın sözlerinin şiddeti..

Öte yandan AB ile ilişkiler bakımından da AKP = Erdoğan bir yandan AB’ye üye olma isteğinde oldukları izlenimini kamuoyuna verirken bir yandan da kesip atsalar da kurtulsak.. özleminde. Ne yazık ki 2 yan da içtenlikli değil..

Birkaç ay önce, Fransa’dan uçak alımı ile ilgili 11 milyar dolara varan bir tür politik rüşvet olan ihaleyi anımsıyoruz acı acı… (Bkz. https://www.haberler.com/thy-airbus-tan-25-adetlik-ucak-alimi-icin-10421156-haberi/, 05.01.2018)

Erdoğan korkarız bu olayda da aldatıldı!?
Üstelik daha 40 yaşına bile varmayan, Tayyip beyin evladı yerindeki Fransa Cumhurbaşkanı E. Macron tarafından!?
Yorulduk – bıktık Erdoğan’ın aldanma – aldatılma haberlerinden.. Ya kendisi ne alemde??

Sevgi ve saygı ile. 01 Nisan 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Sputnik Haber Ajansına Verdiğim Mülakat

Sputnik Haber Ajansına Verdiğim Mülakat

Onur Öymen

Sputnik Haber Ajansının Türkiye Rusya ilişkilerinin NATO’ya etkisine ilişkin sorularına verdiğim cevaplar aşağıdadır:

TÜRKİYE BAZI NATO ÜLKELERİNDEN BEKLEDİĞİ DESTEĞİ GÖREMEDİ’

Türkiye’nin eski NATO Daimi Temsilcilerinden emekli büyükelçi Onur Öymen Sputnik’e yaptığı açıklamada NATO’da görev yaptığı dönemde NATO-Rusya ilişkilerinde yakınlaşma olduğunu, ilişkilerin son dönemde gerildiğini ifade ederek “NATO-Rusya ilişkileri son dönemdeki konjonktürde zayıfladı ama Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra ilişkilerde büyük bir yakınlaşma vardı, NATO-Rusya ortaklık konseyi kurulmuştu. Benim NATO büyükelçiliğim sırasında hatırlıyorum, Rusya üst düzeyde ziyaretler yaptı NATO’ya, Ortaklık Konseyinde beraber çalıştık. O bakımdan Rusya ve NATO Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana ilişkileri eskisi gibi sürdürdü diyemeyiz, NATO’nun kendisi bir yakınlaşma politikası güttü, Rusya da aynı politikayı güttü. Bu ilişkiler niye bozuldu; Ukrayna’daki gelişmeler, Kırım, daha sonra Suriye, bunları biliyoruz. Ama özü itibariyle NATO ile Rusya bir yakınlaşma sürecine girmişti” dedi.

‘TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİNİN SÜRDÜRÜLMESİ NATO’YU OLUMSUZ ETKİLEMEZ’

Türkiye’nin Rusya ile yakın ilişkilerinin, NATO’yu olumsuz yönde etkileme amacının olmadığını ifade eden Öymen, “Türkiye-Rusya ilişkilerinin en azından Türkiye açısından NATO’yu olumsuz yönde etkileme gibi bir amacı olamaz çünkü Türkiye NATO üyesi olarak, NATO’nun ortak menfaatlerini, çıkarlarını koruma bilinci içinde hareket etmiştir ancak NATO ülkeleri aynı şekilde hareket etmedi. Açık söylemek gerekirse maalesef bazı NATO ülkelerinden beklediğimiz desteği göremedik. Özellikle terörle mücadelede NATO ülkeleri, Türkiye’ye beklediğimiz desteği göstermedi. Tam tersine PYD gibi bazı terör örgütleriyle işbirliği yaparak Türkiye’nin güvenlik çıkarlarına zarar verdiler. O bakımdan kimsenin Türkiye’yi suçlayacak hali yok, biraz özeleştiri yapmalarında fayda var.” diye konuştu.

Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin NATO üyeliğine karşı bir durum olmadığını da ifade eden Öymen, “Türkiye-Rusya ilişkilerinin sürdürülmesi NATO’yu olumsuz yönde etkilemez. ‘Türkiye NATO üyesi olduğu için başka hiçbir ülkeyle ilişki kuramaz’ anlayışı da olamaz. Tabii ki NATO üyeliğimizin gereğini her zaman yaptık, yapacağız. Ama aynı zamanda başka ülkelerle de kendi güvenlik, siyasi ve ekonomik çıkarlarımızın gerektirdiği ilişkileri kurmamız NATO üyeliğimize karşı bir durum değildir.” ifadelerini kullandı.

Saygılar, Sevgiler, 08.03.2018
====================================================
Dostlar,

Sayın Öymen, görüldüğü üzere Türkiye’nin NATO üyeliği, Türkiye – NATO 0ilişkilerinin “üstüne titremekte.” !..

Sevgi ve saygı ile. 09 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

1 Mart tezkeresinin reddinin 15. yıl dönümü vesilesiyle yaptığım konuşma

1 Mart tezkeresinin reddinin 15. yıl dönümü vesilesiyle yaptığım konuşma

Onur ÖYMEN

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Amerikan askerlerinin Türkiye sınırından Irak’a cephe açmasını öngören tezkerenin 1 Mart 2003 tarihinde TBMM tarafından reddedilmesinin 15. yıl dönümü vesilesiyle 22. dönem CHP milletvekillerinin katılımıyla düzenlenen toplantıda yaptığım konuşmada özetle şunları söyledim:

CHP grubunun 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi için o zamanki Genel Başkanımız Deniz Baykal‘ın önderliğinde yürüttüğü başarılı mücadelenin 15. yıl dönümünü gururla kutluyor ve Sayın Baykal’ın en kısa zamanda tam sağlığına kavuşarak ülkenin ve partimizin politikaları üzerinde yeniden etkili rol oynamak üzere aramıza katılmasını özlemle bekliyoruz.

Amerika’nın uluslararası hukuka aykırı olarak Türkiye üzerinden cephe açma girişiminin TBMM tarafından reddedilmesi bölge ülkeleri tarafından da sevinçle karşılanmış ve Türkiye’nin itibarını artırmıştır. Tezkere, Anayasamızın sadece uluslararası meşruiyet halinde yabancı askerlerin ülkemizin topraklarımıza davet edilebilmesine ve başka ülkelere gönderilmesine izin veren hükmüne açıkça karşıydı (AS: Anayasa md. 92/1). Zira böyle bir müdahaleye olanak veren bir Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı yoktu. Ayrıca böyle bir operasyon siyasi ve insani açılardan da büyük sakıncalar getirecek, orada 600,000’den fazla masum insanın ölümüyle sonuçlanan bir operasyonun sorumluluğunu Türkiye’nin de tarih karşısında paylaşması sonucu verecekti.

Irak’a yapılan müdahalenin öncülerinden olan o zamanki İngiltere Başbakanı Tony Blair, şimdi bu müdahalenin yanlışlığını kabul etmekte ve ülkesinin istihbarat örgütleri tarafından yanıltıldığını itiraf etmektedir. ABD’nin eski Dışişleri Bakanlarından Hillary Clinton, ‘bugün bildiklerimi o zaman bilseydim o müdahale kararına oy vermezdim’ diyor. Ne yazık ki, operasyonun esas sorumlularının bile yaptıkları yanlışları kabul etmelerine rağmen Türkiye’de hala keşke Meclis bu tezkereye olumlu oy verseydi diyenler, yani yanlışa ortak olmamanın üzüntüsünü çekenler var.

Tezkerenin oylamasından önce yapılan görüşmelerde Amerikalıların Türk askerlerinin Kuzey Irak’a yapacakları operasyonda o bölgedeki PKK varlığının tümüyle tasfiyesine karşı çıktıkları, hatta teröristler ateş açmadıkça Türk askerlerinin ateş açmasını istemedikleri Fikret Bila’nın yazdığı ‘Ankara’da Irak savaşları’ başlıklı kitapta yer alan muhtıra’da yer alıyor.

1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden sonra bazı Amerikalı yetkililer bu kararın alınmasının sebebini askerlerin Meclise liderlik yapamaması olduğunu ileri sürdüler. Yani bir yandan asker siyasete karışmamalı diyeceksiniz, bir yandan da Meclisin kararını etkilemedikleri için askerleri eleştireceksiniz! İşte böyle çelişkiler yaşandı.

Bugün bölede yaşanan gelişmeler, bizim 1 Mart tezkeresini reddetmekle ne kadar isabetli bir tutum sergilediğimizi kanıtlıyor.

ABD’nin o zamanki Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz, bundan sonra Türkiye Amerika’yla iyi ilişkiler sürdürmek istiyorsa “Amerika için iyi olan neyse Türkiye için de iyi olan odur” demesi gerektiği söylemişti. Bu sözler, Atatürk’ün önderliğinde tam bağımsızlık ilkesini benimsemiş olan Türk milletinin duymak bile istemediği sözlerdir.

1 Mart tezkeresinin reddinden sonra Dubai’de Devlet Bakanı Ali Babacan ile ABD Hazine Bakanı Snow arasında bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmaya göre ABD Türkiye’ye 1 milyar dolar hibe veya 8 milyar dolar kredi verecek, buna karşılık Türkiye de Kuzey Irak’ta ABD’nin politikalarına uygun hareket edecek ve o bölgeye askeri harekatta bulunmayacaktı. Biz CHP olarak, Cumhuriyet tarihinde para karşılığında siyasi taviz verilmesi anlamına gelen hiçbir antlaşma imzalamadığımızı söyledik ve buna şiddetle karşı çıktık. İktidar geri adım attı ve anlaşmayı onay için Meclise getiremedi.

Daha sonra 2005 yılında AB ile Kıbrıs konusunda imzalanan bir antlaşmaya da CHP olarak itiraz ettik ve bu antlaşma onaylanırsa bunun Güney Kıbrıs Rum Yönetimini Kıbrıs Devleti olarak tanımamız sonucunu doğuracağını söyledik. Hükmet bu uyarımız üzerine anlaşmayı onay için Meclis sunmaktan vazgeçti.

Ermenistan‘la imzalanan ve Türkiye’nin değil esas itibariyle Ermenilerin görüşlerini yansıtan antlaşmaya da itiraz ettik. Hükumet o antlaşmayı da onay için Meclise sunamadı.

İşte bu örnekler sayıca çoğunlukta olmayan bir muhalefet partisinin etkili bir siyasi mücadeleyle nasıl sonuç alabileceğini gösteriyor:

Bugün de ülkemizde ve bölgemizde yaşanan ve Türkiye’nin güvenliği ve temel çıkarları açısından büyük önem taşıyan gelişmelerin önlenmesinde CHP’ye büyük görev düşüyor. Partimizin ancak o zamanki ruh ve mücadele gücüyle bu zorlukların üstesinden gelebileceğini düşünüyorum. 1 Mart tezkeresini reddeden arkadaşlarımıza ve bütün partililerimize bugün de büyük görevler düşüyor. Ancak birlikte hareket ederek bu güçlükleri aşabileceğimize inanıyorum.

Saygılar, sevgiler.
==============================================
Dostlar,

1 Mart 2003, Türkiye tarihi bakımından önemli bir kırılma noktasıdır. O tarihte biz Edirne’de idik ve ADD Genel Merkezi’nin Yönetim Kurulu üyesi idik, Marmara Bölgesinden de sorumluyduk. Bölgedeki duyarlı siyasal partileri, örgütleri, kesimleri.. ADD öncülüğünde toplamış ve bir savaşım yolu çizmiştik. Girişimci kurul adına TBMM’deki 550 vekile mektup yazmak biz düşen görev oldu. Sabahlara dek çalışmış ve oluşturulan içeriği 550 vekilin e-ileti adreslerine yollamış, Edirne’de ve bölgedeki yerel – bölgesel basınla paylaşmıştık. 1 Mart 2003 günü TBMM genel Kurulu Hükümet tezkeresi görüşülürken tüm Türkiye nefesini tutmuştu.

Başbakanlıktan gelen izin istemi yazısında, sayısı 65 bini aşan ABD askerlerinin güneydoğuda ağır silahları ile pek çok noktada konumlanmalarını ve oradan Irak’ı işgal etmek üzere uygun gördükleri bir plana ve takvime göre Irak’ın kuzeyine geçmelerini öngörüyordu. Bu kapsamda onbinlerce ABD askeri, ağır silah donanımları, lojistikleri ile diledikleri kadar ülkemizde kritik noktalarda kalabileceklerdi. Bu, varolanlara ek yeni ABD üsleri anlamına da gelir ve hatta TÜRKİYE’nin AÇIK – ÖRTÜK İŞGALİ demektir!

Henüz Erdoğan AKP’nin başına geçmiş değildi dolayısıyla Başbakan da değildi. TEK ADAM rejimi henüz söz konusu değildi. AKP’li vekillerden 100 dolayında insan vicdanının sesini ve kamuoyunun uyarılarını dinledi – dinleyebildi ve “red” oyu verdi. TBMM’de 2 parti vardı; AKP’nin vekil sayısı 361, CHP’ninki 178’di. Oylamaya 533 milletvekili katıldı. 264 kabul oyuna karşılık, 250 ret oyu çıktı. Anayasa’nın 96. maddesi gereği 268 salt çoğunluk sağlanamadığı için Tezkere dört oy eksikle reddedildi. Erdoğan çok ezik ve mahcuptu! 2 hafta kadar sonra Başbakan olabildi. Başbakanlığının 2. haftasında ise, başlatılmış olan Irak işgali nedeniyle ABD askerlerine dua etti ve başarı diledi! O denli ezikti ABD’ye karşı. ABD’den Paul Wolfovitz‘e yazdığı mektup ile Türk Genel Kurmay Başkanı ile görüşebilmesi için randevu ayarlanmasını bile isteyebilmişti. Ne de olsa o zamanlar iktidara hazırlanıyordu. ABD’ye gezisinde Devlet Başkanı – Başbakan protokolü uygulanarak kırımızı halılarla karşılanmış ve gerekli mesaj ABD diplomasisi ile dünyaya verilmişti. Erdoğan derin minnet borcu altındaydı ve Wall Street Journal‘da yayınlanan “ünlü” demecini verdi :

“We further hope and pray that the brave young men and women return home with the lowest possible casualties, and the suffering in Iraq ends as soon as possible.” By Recep Tayyip Erdogan
The Wall Street Journal March 31st, 2003
ve 21st April 2003, Washington Post
https://www.youtube.com/watch?v=39fzdsGsHEE

ABD -sözde- Türkiye’nin bu kendini bilmez başkaldırısını bağışlamamış ve 4 Temmuz 2003’te Irak’ta Süleymaniye yakınlarında 11 askerimizi başlarına çuval geçirerek tutsak almıştı.. Yarı diplomatik militer ya da militer – diplomatik yolla Türkiye’ye misillemede bulunmuştu. O zaman kamuoyunda ABD’ye nota verilmesi istemi CHP / Baykal tarafından istendiğinde, Başbakan Erdoğan;

  • “Ne notası veriyoruz… müzik notası mı bu?” buyurmuştu..

3 Mart 1924 Devrimlerinin 94. yılında salt bu 3 görkemli devrim değil, tüm Cumhuriyet devrimleri bütün olarak ve ne yazık ki iktidar tarafından kuşatılmıştır ve 2023’e dek “hesabın görülmesi” hedeflenmektedir. Yaşadığımız, artık eylem aşamasında olan net – açık – kararlı ve saldırgan bir Cumhuriyet düşmanı karşıdevrimdir..

Eğitim sitemi en başta vurulan sektördür.. Anaokullarına dek dinci dayatma sürmektedir.
İmamhatipleştirme büyük boyutlardadır ve dolaylı – açık dayatmalarla sürdürülmektedir. Kadınlar, geçelim türbanı, kara çarşaflara sokulmaktadır. O denli ki, ilkokullarda kara çarşaflı öğretmeler bile görevdedir. Eğitim dinci tarikat – vakıf cemaat – yurtlara ihale edilmiştir.

  • Alevilerin hakları kesinleşmiş birkaç AİHM kararına karşın tanınmamaktadır.
  • Yine zorunlu din dersleri kesinleşmiş birkaç AİHM kararına karşın zorla dayatılmaktadır.

Yobazlar devletin TRT’sinde, öbür kanallarda salt dinci gericilik yapıp hurafe yaymakla kalmamakta, cihat ve toplu öldürme niyetlerinden söz etmektedir.
DİB militanca iktidarın dinci planlarına hizmet etmekte, İslamın salt Hanefi mezhebini tüm topluma kendi yorumuyla “din bu” diye pazarlamaktadır.
Bebeklere dek inen tecavüz iğrençlikleri, kadına yönelik şiddet hatta cinayetler, genel olarak toplumda her tür yolsuzluk, ahlak dışılık, kokuşma, yoksulluk, işsizlik… ağır bunalımlardır.

Oysa Cumhuriyet devrimleri kararlılıkla uygulansa idi günümüzde gündem böylesine lanetli olmayacaktı. Kaynanasından, anasının dizinden, eşofman giyen kız çocuğundan tahrik olan, kendini kızını severken bile şehvetine yenilen, 6 yaşında çocukla evlenme fetvası veren arkaik yarasalar olmayacaktı. Onlar da uygarlaşacak, gerçek dinlerini öğrenebilecek, sosyalleşerek dürtü denetimi yetisi kazanacak, DİNLERİN GERÇEK HEDEFİNİ kavrayarak yorumlayabileceklerdi. Yazık oldu Türkiye’ye, Türk Ulusuna.. Birkaç onyıl geriye savrulduk.

Sonuç olarak; son 15+ yıldır AKP eliyle dayatılan bu tam karşıdevrimi Ulusça ve daha çok gecikmeden sonlandırmak zorunlu olmuştur ve bu bir halkın tarih önünde meşru savunmasıdır!

Sevgi ve saygı ile. 02 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Onur Öymen : “Türkiye’nin kozları çok kuvvetli”

Dostlar,

Sayın Onur Öymen‘den aşağıdaki e-iletiyi aldık ve paylaşmak istiyoruz..
Kendisine çok teşekkür ederek.. Hem engin ve çok değerli birikimi hem de paylaşma enerjisi için..

Sevgi ve saygı ile. 27 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
*****

Bugünkü Milliyet gazetesinde Tunca Bengin’in “Türkiye’nin kozları çok kuvvetli” başlığıyla yayınlanan ve benim görüşlerime de yer veren yazının metni aşağıdadır.

Saygılar, sevgiler. 26.02.2018

Onur Öymen

Türkiye güney sınırlarını terör örgütlerinden koruma kararlılığını tüm dünyaya gösterdi, gösteriyor. Hedef dün El Bab’dı, bugün Afrin, yarın Menbiç, sonrası da Fırat’ın doğusu. Yani ülkenin bekasına yönelik tehdit ortadan kalkana kadar terörist temizliğine devam. O bakımdan kimse sınırınızı niye koruyorsunuz diyemez Türkiye’ye. Nitekim diyemiyor da… Ancak Türkiye’nin bu haklı mücadelesini engellemeye ya da uluslararası kamuoyunda farklı bir algı yaratmaya dönük ‘siviller öldürülüyor’ gibisinden kara propaganda, alçaklık diz boyu. Üstelik de söze geldi mi “terörle mücadele” diyen ama gerçekte eli kanlı teröristlere kol kanat gerenler ve onların maşaları tarafından. O nedenle de sahada ve masada gösterilen kararlılığın yanı sıra kamu diplomasisinde de daha aktif olmak gerekiyor. Özellikle de Türkiye’nin defalarca (AS: kezlerce) uyarılarına rağmen terör örgütü YPG/PKK’yla ilişkisini sürdüren sözde müttefik ABD’nin gerçek yüzünü anlatmak açısından. Ki bu noktada da Türkiye’nin elinde fazlasıyla koz var. Bunların bazılarını emekli Büyükelçi Onur Öymen sıralıyor:

“İnsan Hakları Örgütü’nün PYD ile ilgili raporu var. Bir heyet yollamışlar, fotoğraflar da çekmişler o raporda diyor ki; PYD işgal ettikleri birçok köyde evlerin tamamını yakmış, yıkmış ve böylelikle orada oturanların bir daha evlerine dönmelerini imkansız hale getirmiş. Bu uluslararası insani hukuk açısından bir suçtur ve bir savaş suçudur diyor. Bu çok önemli bir nokta ama bunu hiç kullanmıyoruz, oysa bunu kullanmak lazım. Kullansanız çok etkili bir silah PYD’yi savunanlara karşı.

ABD’nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford, PYD ile PKK’nın içiçe olduğunu söylüyor. PYD’yi Kandil Dağı’nda PKK kurdu diyor. Osman Öcalan’ın bu konudaki sözlerine atıfta bulunuyor. Yine ABD Kongresine sunulan İstihbarat Komitesi’nin raporunda PKK ile PYD işbirliği içinde deniliyor. İngiliz Avam Kamarası’nda da açıklandı bunların bağları aynı şekilde. Yani bir başka kozumuz da bu bizim.”

Uluslararası platformda bu kozların etkili bir şekilde kullanılması gerektiğini belirten Öymen, devam ediyor:

“Her birinin konuşulacağı yer var. Mesela NATO Anlaşmasının 4. maddesine göre terör saldırısına falan muhatap kaldıysanız NATO Konseyini toplantıya çağırabilirsiniz.

  • Herkesin içinde bir terör örgütüyle işbirliği yaptığı için ABD nasıl savunabilir kendisini?

ABD’nin şu anda yaptığını dünya kamuoyu önünde savunmak mümkün değil yeter ki bütün insanlara anlatılsın. Kamuoyunun önünde kendinizi savunacak durumda değilseniz güç duruma düşersiniz, ister ABD olsun, ister başka bir ülke olsun.”

NATO’nun duyarsızlığını ve buna dönük tepkilerini Türkiye kezlerce dile getirdi, getiriyor zaten?

“Evet ama bizim hakkımız var, NATO’nun 4. maddesi gereği Konseyi toplantıya çağırabiliriz. O Konseyi toplantıya çağıracaksınız herkesin içinde anlatacaksınız oradaki gerçekleri, bakın ABD’nin terör örgütüyle işbirliği yaptığının kanıtları da bunlar diyeceksiniz. Bütün mesele kozlarımızı etkin bir şekilde kullanmak ve bunu yaparken yüksek sesle konuşmayacaksınız. Özde kararlı, üslupta yumuşak olacaksınız. Tezleriniz o kadar kuvvetli ki…”

Tillerson’ın Türkiye ziyaretinin düşündürdükleri

Tillerson’ın Türkiye ziyaretinin düşündürdükleri

Onur Öymen 

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın Ankara’daki temaslarından sonra basına yapılan açıklamalar ortak bir çalışma grubunun kurulması dışında kamuoyunun beklediği somut sonuçların elde edilemediğini ortaya koymuştur.

Her ne kadar Tillerson basın toplantısında iki ülke arasındaki ilişkilerin önemini vurgulayan ifadelerde bulunmuş ve stratejik ortaklıktan söz etmişse de, Türkiye için ciddi kaygı yaratan konularda, Amerika’nın bilinen tutumlarında olumlu yönde bir değişiklik olabileceği anlamına gelen bir görüşe yer vermemiştir. Hatta, Menbiç konusunda Başkan Obama zamanında verilen sözleri teyit edici bir beyanda dahi bulunmamıştır.

Bu çerçevede Tillerson, PYD’ye verilen silahların geri alınacağı veya en azından bundan sonra silah verilmeyeceği yolunda bir taahhütte bulunmamıştır. Tillerson Türkiye’ye gelirken Lübnan’da yaptığı açıklamada ABD’nin PYD’ye ağır silah vermediğini, dolayısıyla geri alacağı hiçbir şey olmadığını ifade etmişti. Onun bu sözleri, Pentagon sözcüsünün 2017 Kasım ayında PYD’ye verilen ağır silahların toplanacağı yolundaki sözleriyle açık bir çelişki oluşturmaktadır.

Tillerson’ın ifadeleri aynı zamanda Amerikan Savunma Bakanı James Mattis’in, Milli Savunma Bakanımız Nurettin Canikli’ye Brüksel’de söylediği sözlerden de çok farklıdır. Basına yapılan açıklamada, PKK’nın Kuzey Irak’tan tasfiye edilmesi için Türkiye’yle Amerika’nın birlikte çalışacağı yolunda herhangi bir ifadeye de rastlanmamıştır.

Basın toplantısında Fethullah Gülen’in iadesi gibi Türkiye’nin önemle talep ettiği konuların kurulacak komisyonlarda inceleneceğinin ötesinde bir vaatte bulunulmamıştır.

Bütün bunlara rağmen, Türkiye ile Amerika’nın bir diyalog sürecine girmesi ve bu amaçla bazı mekanizmaların oluşturulması, iki ülkenin birbiri hakkında konuşmak yerine birbiriyle konuşma yolunu seçmesi gerginliği tırmandırma politikasından iyidir. Ancak, başlatılan sürecin somut sonuçlar vermemesi ve daha çok kamuoyunu yatıştırma amacına yönelmesi halinde yaratılacak hayal kırıklığı büyük olacak ve bu durum ilişkilerimiz üzerinde daha da ciddi hasarlara yol açacaktır.

Şimdi Amerika’nın Ortadoğu politikasını yeniden gözden geçirmesinin, terörle mücadele gibi yaşamsal konularda ilkeli bir yaklaşım benimsemesinin ve Türkiye’nin güvenlik çıkarlarını daha fazla dikkate almasının zamanıdır.

Saygılar, sevgiler, 16.02.2018
=============================================
Dostlar,

Çok değerli, çok birikimli ve yurtsever diplomat, Dışişleri önceki müsteşarlarından  Sn. Onur Öymen’e öncelikle çabası için teşekkür borçluyuz. 80’e yaklaşan yaşına karşın ülkemiz için çabasını sürdürmekte. Ancak, bu yazısında Türkiye adına beklentileri hep ABD’den ve ülkemiz edilgin (pasif) konumda “birşeyler” bekliyor, umuyor, istiyor. Oysa ülkemizin daha etkin bir konum aması ve elini daha da güçlendirmesi olanakları var. Üsler ve NATO üyeliği bunların en başında gelen 2 stratejik koz. Ayrıca bir yığın da ikili anlaşma var ABD ile aramızda. PKK sorunu 1984’ten bu yana 34 yıldır başımız bela ve ABD açık açık bu bölücü örgüte ve uzantılarına (PYD, YPG, KCK vd.) desteğini pervasızca sürdürmekte..

  • Türkiye 34 yıldır bir beka savaşı vermekte, daha dün Afrin ile başlamadı bu dava! Öncelikle bu saptamayı yapmakta büyük yarar var.
  • Türkiye artık siyasal satranç tahtasında piyonlarla oynamayı sürdüremez. Haydi “ŞAH” diyemiyorsa da Vezirini ileri sürmelidir; bu, ABD’denin ülkemizdeki üsleridir. Bu kılıcınızı çekemiyorsanız, kınında çürümeye mahkum kalır.
  • Ya da artık stratejik ortaklık hele hele stratejik müttefiklik olgularının içi tümüyle boşalmıştır. Tam tersine, ABD’nin stratejik çıkarları ile bizimkiler açıktan açığa çelişmektedir. Bu gerçekliğin altını kalın çizgilerle çizmek gerekir.

1964’te Kıbrıs’taki soydaşlarımızı Rum soykırımından kurtarmak için askeri müdahale zorunlu olduğunda, ABD Başkanı Johnson bir mektupla (gerçekte ültimatom!) NATO silahlarını bu amaçla kullanamayacağımızı ihtar etmişti. Yoksa 6. Filo bölgeye yollanacaktı.. Başbakan İsmet İNÖNÜ’nün yanıtı son derece onurludur :

  • Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır..

Ve Türk jetleri adadaki Rum mevzilerini bombalar.. Sonrasında da CHP iktidarında Bülent Ecevit Başbakan iken 1974 çıkartmaları yapılır Kıbrıs’a ve KKTC’nin kurulmasına giden yol açılır. Böylesi bir ilkeliliği AKP iktidarından beklemek hayalcilik olur.

  • AKP iktidarının anti-emperyalist olduğunu sanmak saflıktır.

1969’da ABD donanması İstanbul’a gelmesin diye protesto yapan solcu gençlerden ikisini öldüren (Kanlı Pazar!) geleneğin – köklerin sürekleridir. Bu kışkırtma o günlerde başta Mehmet Şevket Eygi olmak üzere Türk dinci sağının yazıları ile yapılmıştı.

AKP; gündemi değiştirmek, geçmiş vahim hatalarını az çok telefi etmek ve düşen oylarını toparlamak için bir aksiyona, bir başarıya, sıra dışı bir eyleme mahkumdur. Ne yazık ki, Afrin operasyonuna elimizi mahkum kılan politik hatalar, AKP tarafından zincirleme yapılmıştır. Dolayısıyla AKP’nin ABD’yi açıktan karşısına alması beklenemez, hayal bile edilemez.

Üstelik ABD dış politikasında, özellikle Ortadoğu’da derin tutarsızlıklara düşmüş iken; uluslararası saygınlığı – gücü hızla azalma – aşınma sürecine girmişken..

Sonuç olarak Sn. Öymen çok iyimser, suya – sabuna dokunuyor, yaraya pansuman öneriyor..

Sevgi ve saygı ile. 16 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Alman Dışişleri Bakanının İncitici Sözleri

Alman Dışişleri Bakanının İncitici Sözleri

Onur Öymen 

Almanya Dışişleri Bakanı, 2009 ile 2017 yılları arasında Sosyal Demokrat Parti SPD’nin Genel Başkanlığını yapan Sigmar Gabriel, 26 Aralık günü verdiği bir demeçte  İngiltere’nin AB üyeliğinden ayrılmasını öngören Brexit sürecinin Türkiye ve Ukrayna için de örnek olacağını söylemiş.

Almanya’da Başbakan Angela Merkel’in ve başkanı olduğu Hıristiyan Demokrat Partisi Türkiye’nin AB üyeliğine daima karşı çıkmıştı. Ancak SPD’nin de bu çizgiye gelmiş olması çok düşündürücüdür. Gerçi SPD’nin  eski Genel Başkanı ve Başbakan Helmut Schmidt’in Türkiye’nin üyeliğine karşı tutumu biliniyordu. Schmidt “Türkiye’ye adaylık süreci verilmesi hatadır. AB’nin geleceğinde ne olursa olsun AB içinde Türkiye’nin yeri yoktur. 70 milyon Türkü Avrupa içinde dolaştıramayız,” demişti. Ancak, bu görüşler SPD’nin uzun vadeli politikasını yansıtmıyordu. Zira, aynı partiden seçilip Başbakan olan Gerhard Schröder Türkiye’nin AB üyeliğini açıkça desteklemiş ve O’nun bu yaklaşımının da katkısıyla Türkiye üyelik sürecine girmişti.

Şimdi Gabriel’in sözleri partinin yeniden Helmut Schmidt’in politikasına döndüğü anlamına gelmektedir. Ülkemize karşı bu haksız ve isabetsiz sözlere ilk karşı çıkması gereken, öteden beri SPD’yi kardeş parti sayan CHP olmalıdır. Bu gibi söylemlere karşı sessiz kalmak bu görüşleri içimize sindirebileceğimiz şeklinde yorumlanabilir. Türkiye Avrupa ile ikinci sınıf işbirliğini kabul edecek bir ülke değildir. 50 yılı aşkın zamandan beri hiçbir Türk Hükümeti ve hiçbir CHP yönetimi Almanya’nın ve onun bazı destekleyicilerinin önerdiği “imtiyazlı ortaklık” gibi çözümleri kabul etmemiştir.

Almanya’nın bu tutumu başka AB ülkelerini de etkilemektedir. Nitekim, Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz da aynı yönde bir demeç vererek “Bana göre, özellikle son yıllarda izlediği siyaset nedeniyle Türkiye’nin AB’de yeri yok,” demiştir. 2016 yılında, Avusturya’da altı siyasi parti Türkiye hakkında hazırladıkları ve Türkiye-AB müzakerelerinin askıya alınması çağrısında bulunan ortak bir bildiriye imza atmıştı. Bulgaristan Başbakanı Boyko Bortisov geçen hafta katıldığı bir televizyon programında “Türkiye’nin AB’ye üye olacağı konusunda ikiyüzlülüğü bırakalım. En iyisi oturalım ve Türkiye ile AB arasında özel bir anlaşma yapalım,” demişti.

Bu olumsuz yaklaşımlar Türkiye ile AB arasındaki üyelik sürecini olumsuz yönde etkilemektedir. Nitekim, üyelik müzakerelerine 2012’de başlayan Karadağ, 30 müzakere başlığını açmışken 2005 yılında üyelik sürecine başlayan Türkiye’nin bugüne kadar açtığı başlıklar 16’da kalmıştır. Son yıllarda da hiçbir yeni başlık açılmamıştır.

Türkiye’nin üyeliği 1963 yılında AB ile imzalanan Ankara Antlaşmasının 28. maddesinde ortak bir hedef olarak belirlenmiş, o tarihten bu yana bu madde tartışmaya açılmamıştı. Türkiye belirli hazırlık ve geçiş süreçlerinden sonra, AB üyeliğine katılma noktasına gelecekti. 2005 yılında başlayan müzakereler bu doğrultudaki beklentileri artırmıştı. Ancak, başta Alman hükümeti olmak üzere, Avrupa içinde benimsenen yeni yaklaşımlar bu süreci ciddi biçimde tehlikeye düşürmüştür.

Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve özgürlükler alanında yaşanan sıkıntılar, başka nedenlerle üyeliğimize engel olmak isteyenlere koz vermektedir. Aynı şekilde, Türkiye’yi AB üyeliğinden uzaklaştırmak isteyenlerin olumsuz tutumları Türkiye’yi Avrupa yerine Ortadoğu’ya sürükleme sonucu verebilecek gelişmelerin nedenleri arasındadır.

Bütün bu gelişmelerin ışığında, Türkiye’nin AB üyelik sürecini yeniden ve güçlü biçimde gündeme getirmesi, bu doğrultuda etkili girişimlerde bulunması ve üyeliğimize karşı olan çevrelerin eline koz vermemek için AB üyeliğinin temel koşulu olan demokrasiye, özgürlüklere ve insan haklarına uygun politikalar izlemesi öncelikli hedefimiz olmalıdır.

Bence bütün olumsuz koşullara rağmen, Türkiye’nin dış politikada Cumhuriyetin kuruluşundan beri benimsediği temel çizgiyi değiştirerek başka ufuklara savrulması doğru bir tercih olmaz. Batıdan gelen haksızlıklara karşı mücadele etmek başkadır,  Batının demokrasi, insan hakları ve özgürlükler gibi temel değerlerini benimsemeyen ülkelerle yapısal ortaklıklara yönelmek başkadır.

Atatürk, Kurtuluş Savaşında emperyalist devletlerin güdümündeki düşmanlarla savaştıktan salt üç yıl sonra, 9 Ekim 1925’de Ankara Hukuk Fakültesinin açılışında yaptığı konuşmada şöyle diyordu:

  • “Biz Batı medeniyetinin hukuk düzenini kabul edeceğiz…
    Bu mücadelemizin asıl amaçlarından biri zayıf olanları zorbaların baskısından ve entrikacıların aleti olmaktan kurtarmak ve Batı uygarlığını kayıtsız şartsız kabul etmektir.”

 Saygılar, sevgiler, 28.12.2017

Barzani’nin düzenlediği Referandumun Düşündürdükleri

Barzani’nin düzenlediği
Referandumun Düşündürdükleri

Onur Öymen 

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)

Barzani, 25 Eylül’de Bağımsız bir Kürdistan devleti kurulmasını amaçlayan referandum düzenlenmesi kararında ısrarlı olduğunu açıkladı. İsrail Başbakanı Netenyahu, son yıllarda böyle bir devleti derhal tanıyacakları yolundaki söylemini tekrarladı.
Amerika’nın ve diğer bazı ülkelerin Irak’ın toprak bütünlüğüne önem verdikleri yolundaki söylemleri, öyle anlaşılıyor ki, Barzani’yi referandum kararından caydıracak kadar güçlü olmadı. Aynı şekilde Irak Hükümetinin referanduma karşı tavrını açıklamasının da Barzani’yi etkilemediği görülüyor.
Barzani’nin kararının en çok etkileyeceği ülkelerin başında Türkiye geliyor. Birinci Dünya Savaşı yıllarından beri İngilizlerin ‘Türklerin Kerkük petrollerini ele geçirmeyi amaçlayabilecek bir hareketini engelleme amacıyla tampon görevi yapacak bir Kürt devleti kurulması” politikasını kuvvetle savundukları İngiliz arşiv belgelerinde yer alıyor.
Sevr Antlaşmasının 62 ve 64. maddeleri  Bağımsız Kürt Devleti kurulmasına götürecek hükümlere yer vermesi de aynı politikanın bir sonucudur.
Atatürk daha Lozan Antlaşması imzalanmadan yaptığı bir konuşmada İngilizlerin Kuzey Irak’ta bir Kürt Hükümeti kurmak istediklerini söylemiş ve bunun Türkiye açısından yaratacağı olumsuz sonuçlara değinmişti. Lozan’da Musul’un bir plebisitle Türkiye’ye bağlanması yolundaki taleplerimizin altındaki sebeplerden biri de kuşkusuz buydu.
5 Haziran 1926 tarihinde Ankara’da Türkiye, İngiltere ve Irak arasında imzalanan Antlaşma uzun müzakerelerden sonra varılan mutabakatı yansıtıyordu. Bu antlaşmanın 5. maddesinde aynen şöyle denilmekteydi: “Taraflardan her biri, 1. maddede belirlenen sınır hattının kesin ve bozulmaz olduğunu kabul ederek bunu değiştirmeye matuf her türlü teşebbüsten sakınmayı taahhüt ederler.”
Bağımsız bir Kürdistan devletinin kurulması bu antlaşmadaki taahhüdü tamamen ortadan kaldıracak ve Türkiye ile Irak arasında ortak sınır kalmayacaktır.
Antlaşmanın 6.-10. maddeleri, sınırdan 75 km derinliğe kadar olan bölgede yağmacılık ve eşkıyalık faaliyetlerinin engellenmesi için alınacak tedbirlerle ilgili yükümlülükleri sıralamaktadır.
Barzani’nin son yıllarda o bölgede yerleşen terör örgütüyle ilgili hiçbir önleyici tedbir almaması, anlaşmanın o maddelerinde yer alan anlayışın hayata geçirilmeyeceğinin açık bir işaretidir.
1936 yılında Türkiye’yle Irak arasında imzalanan protokolle bu antlaşmanın geçerliliğinin devamı kararlaştırılmıştı.
Barzani her ne kadar referandumdan hemen sonra derhal bağımsızlık ilan edilmeyeceğini, Irak hükümetiyle bir müzakere sürecinin başlayacağını söylese de bu gelişmenin nasıl bir sonuca götüreceği şimdiden bellidir.
Üstelik referandum kapsamına giren alanın içine Kerkük gibi Irak Türklerinin yaşadığı bölgenin de dahil edilmesi, ayrıca 1990’lı yıllarda ülkemizden kaçırılarak Kuzey Irak’a yerleştirilen vatandaşlarımızın bulundukları Mahmur’un da bu referandumun öngördüğü alanın içinde bulunması konunun Türkiye için taşıdığı önemi ve ciddiyeti ortaya koymaktadır.
ABD Hükümetine yakın Rand Corporation isimli örgütün bu konuda 2016 yılında yayınladığı raporda Türkiye’nin bağımsız Kürdistan devleti kurulmasına evvelce gösterdiği şiddetli tepkinin giderek yumuşatıldığı görüşüne yer verildiği de dikkatten kaçmamıştır.
Bütün bu gelişmelerin ışığında Türkiye’nin iktidarı ve muhalefetiyle ülkemizin stratejik çıkarlarını yakından ilgilendiren bu konuyu daha fazla gecikmeden milli bir mesele olarak ele alması ve Irak’ın toprak bütünlüğünün korunarak bu gibi girişimlerin engellenmesi için her türlü çabayı göstermesi kaçınılmaz bir görev haline gelmiştir.

Saygılar, sevgiler, (15.09.2017)
==============================================
Dostlar,

BARZANİSTAN HALKOYLAMASI VE İÇYÜZÜ

AKP = RTE uzun süre bu konuda top gezdirdi. Karnından konuştu.
Net ve kararlı bir tutum al(a)madı.. “Sonuçları ağır olur” gibisinden belirsiz sözler kullandı.
Geldik bu günlere.. 1 hafta kaldı 25 Eylül’e.. Ne hazindir ki, Irak Kürtleri, İsrail bayrakları üzerinde secde ederek, eğilip onu öperek bir kampanya yürütüyor kendilerince..
Irak’ın Kürdo-Judaik hibrit Kürtleri.. İnsanlık tarihinin en sefil assimilasyon kurbanları ya da ağır geldi ise örnekleri.. İnsanlar geçmiş bağlarına – tarihlerine bu denli mi yabancılaştırılabilir?!
Tek bir Kürdo-Judaik beyni yıkanmamış Irak Kürdü kalmamış mıdır Barzanistan diyarında??
Göreceğiz eğer 3. kez ertelenmez ise bu Irak’ı bölecek, Türkiye’yi Sevr belasıyla yüzyüze getirecek bu oylama yapılabilirse..
Lozan görüşmelerinde Kapitülasyonlar ve Misak-ı Milli sınırları içinde Ermeni – Kürt yurdu KIRMIZI ÇİZGİLER idi. Bu yüzden görüşmeler 4 Şubat 1923’te kesilmiş ve İzmir’de toplanan 17 Şubat 1923 Türkiye İktisat Kongresi kararlılığının ardından yeniden başlatılmış ve bu ödünler verilmemişti.
İsrail Siyonizminin vahşi assimilasyonu ile başkalaştırılan Irak’ın Kürdo-Judaik hibrit Kürtleri  Filistin’i ve 1967’den beri orada süregelen zulmü, işgali unutmuş görünüyorlar.
Bu sözde halkoylamasının BOP’un bir aşaması – parçası olduğunu hiç mi düşünemiyorlar??
Hele hele Fırat – Dicle’nin doğduğu yerlerden başlayıp Şattül Arap adıyla birleşerek Basra Körfezine erişene tüm tüm yatağı ve havzası boyunca “Arz-ı mevud” sapık inancının – dayatmasının gereği olarak geleceğin Yahudi yurdu ilan edildiğini, doğrudan Tevrat’ın buna alet edildiğini bilen – okuyan – duyan Irak’ın Kürdo-Judaik hibrit Kürtleri yok mudur?
Oğul Barzani nerelerde, ne karşılığı devşirilmiştir ve Ortadoğu’nun acılı tarih sahnesine sürülmektedir?
Bir halkı özgürleştirme adına emperyalizmin bitip tükenmeyen kanlı oyunlarına alet etmek midir oğul Barzani’ye biçilen tarihsel misyon?

Çare; Irak federal devleti içinde 1. sınıf bir demokrasi kurmak ve tüm Irak yurttaşlarının eşitliği (eşit yurttaşlık değil!) temelinde bir uygar Cumhuriyet, Irak Ulus Devleti kurmaktır. Ancak böylelikle Irak’ın Kürdo-Judaik hibrit Kürtleri de dahil, tüm Irak halkı bağımsız, onurlu bir devlet olabilir.. Etnik köken, ırki soy, inanç… bakılmadan.. Irak vatandaşlığı temelinde.
Unutulmasın; sınırların değişmezliği, bir sine qua non (olmazsa olmaz) BM hukuku birincil ilkesidir.
*****
Türkiye, net kararını ve tutumunu AKP = RTE‘nin ABD ziyareti sonrasında mı verebilecektir? Ne hazindir… Önce, belki de şu konjonktürde yapılmaması gereken ABD ziyareti, ardından ona ikincil MGK – Bakanlar Kurulu ve 25 Eylül’den 1-2 gün önce afralı – tafralı ama gerçekte içi kof açıklamalar mı gelecek? TBMM neden tatilde?? Toplayıp güçlü bir çıkış yapsaydınız ya! Nerede milli irade? Türkiye bu hazin görünümü hiç ama hiç hak etmiyor.. Eee, BOP eşbaşkanlığı böyle belalı birşeydir işte.. Adamı kıvrandırır, tutsak alır, köleleştirir..
Ne var ki bedeli salt o kişi(ler) ödemez; asıl kurban bu gibilerin ülkeleri- halkı oluyor..

Sevgi ve saygı ile. 17 Eylül 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

30 Ağustos zaferi; Yabancı liderlerin düşünceleri 

30 Ağustos zaferi;
Yabancı liderlerin düşünceleri 

Türk milletinin yazgısını değiştiren ve çağdaş Cumhuriyetimizin yolunu açan 30 Ağustos Zafer Bayramını coşkuyla kutluyoruz. O zaferin yaratıcısı Büyük Atatürk’ü bir kez daha şükranla ve özlemle anıyoruz. Bugün O’nu ve eserini küçümsemeye çalışanlara Dünya’nın en büyük devletlerinin liderlerinin sözlerini hatırlatalım:

  • Winston Churchill : “Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri Müttefikler için en kötü aşağılanmadır… Müttefiklerin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır. Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin hayatını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya…başarıları, bunların hepsi bir utanç içinde sona ermiştir.”

  • Aristide Briand,Fransız Başbakanı : ‘‘Dağ başındaki haydutlar diye isimlendirdiğiniz kahraman Mustafa Kemal ve O’nun tüm askerleri burada olsalardı, teker teker hepsinin heykellerini dikerdik. Böyle bir kahramanla antlaşma imzalamaktan gurur duyuyorum.”

  • Lloyd George – İngiltere Başbakanı : ‘‘İnsanlık tarihinde dâhiler pek ender görülür. Fakat kötü talih, Tanrı bir dâhiyi Türkiye’de dünyaya getirdi. Biz onunla çarpışmak zorunda kaldık. Mustafa Kemal gibi bir dâhiyi yenmemiz imkansızdı” 

30 Ağustos zaferinin 95. yıldönümünde İsmet İnönü’nün sözlerini bir kez daha inança ve gururla yineleyelim :

  • Eşsiz kahraman Atatürk, vatan sana minnettardır.

Saygılar, sevgiler (30.08.2017)
============================

Sayın Onur Öymen‘e özlü ama etkili katkısı için teşekkür ederiz..

Sevgi ve saygı ile. 31 Ağustos 2017, Pertek – Tunceli

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Katar’la ilgili son gelişmelerin düşündürdükleri

Katar’la ilgili son gelişmelerin düşündürdükleri

Onur ÖYMEN

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Başkan Trump’ın Ortadoğu ziyareti ile başlayan ve son günlerde Katar ekseninde ciddi bir krize dönüşen gelişmeler bölgede önemli çatışmaların ve köklü değişikliklerin yaşanabileceği riskini gündeme getirdi.

Meselenin özünde Mısır, Suudi Arabistan ve birçok bölge ülkesi için ciddi tehdit haline gelen Müslüman Kardeşler ve onun Filistin’deki kolu olan Hamas’a Katar tarafından verilen açık destek yer almaktadır. Katar HAMAS’a Doha’da bir büro açma izni vermişti. Suudi Arabistan ve bazı Arap ülkeleri Katar’ı IŞİD ve El Kaide terör örgütlerini de desteklemekle suçlamışlardır. Bu gibi nedenlerle, Suudi Arabistan ve bazı Körfez ülkeleri Doha’daki Büyükelçilerini daha 2014’te geri çekmişlerdir. Bu ilişkiler 2015’te yeniden kurulduysa da soruna kalıcı bir çözüm getirilememiştir. Bu kez yaşanan kriz (AS: bunalım) daha öncekilerle kıyaslanamayacak ölçüde büyük bir boyut kazanmış ve bölgedeki dengeleri değiştirecek bir nitelik taşımıştır.

Günde 160 milyon metre küplük üretimiyle dünya ülkeleri arasında doğal gaz üretiminde dördüncü, 1.5 milyon varillik üretimle petrol üreticisi ülkeler arasında 17. sırada yer alan Katar, Rusya’nın büyük petrol üreticisi Rosneft’in hisselerinin %19,5’ini satın almış,  2016-2021 arasında ABD’nin altyapı projelerine 35 milyar dolar yatıracağını açıklamış, dünyadaki pek çok yabancı şirketin ve bankanın hissedarı (AS: paydaşı) olmuştu.

İşte bu büyük ekonomik gücünden yararlanan Katar, izlediği aktif politikalarla  son yıllarda bölgedeki gelişmelerin yönlendirilmesinde etkili rol oynamaya çalışmıştı. Ancak bunu yaparken aynı zamanda dolaylı yoldan birçok çatışmanın da tarafı haline gelmişti.

Katar’ın evvelce Kaddafi’ye karşı mücadele eden gruplara silah ve para desteği sağladığı yolundaki haberler, Suriye’de çatışan kimi gruplara da destek verdiği yolundaki bilgiler basında yaygın biçimde yer almıştır.

Katar’la ilgili son gelişmeler sırasında yeniden gündeme gelen Müslüman Kardeşler yalnız bazı Arap ülkeleri değil, Rusya tarafından da 2006’dan beri terör örgütü olarak nitelendirilmektedir. Amerika bu örgütü henüz terör örgütleri listesine almamış olsa da bu yolda Trump’un çevresinde güçlü bir eğilimin olduğu anlaşılmaktadır.

Başkan Trump’ın 22 Mayıs 2017’de Riyad’a yaptığı ziyaret sırasında bölgedeki Müslüman ülkeleri terörle etkili mücadeleye davet ederken, terörün mali kaynaklarının kesilmesinin önemine işaret etmişti. Trump ayrıca Müslüman ülkeleri İran’a karşı tavır almaya davet ederek Amerika’nın izleyeceği politikaların işaretini vermişti. Trump’ın sözleri İsrail’in uzun zamandan beri savunduğu ve  İran’ı hedef alan politikaların Amerika tarafından da benimsendiğini göstermişti.

Katar Emiri Hamid el Thani’nin birkaç gün önce Katar Haber Ajansında yayınlanan, Suudi Arabistan ve kimi Körfez ülkelerini İslamiyet’in aşırı bir yorumunu savunarak ciddi bir tehlike oluşturmakla suçlayıp Müslüman Kardeşler, HAMAS, Hizbullah ve İran’ı destekleyici doğrultuda ifadeler kullanması, öyle anlaşılıyor ki; bardağı taşıran son damla oldu. Sonradan yayından kaldırılan bu sözlerin hackerler tarafından Ajansın bültenine yerleştirildiği söylenmiş olsa da bu ifadeler Suudi Arabistan’da ve öbür bölge ülkelerinde büyük tepkiye yol açtı.

Suudi Arabistan, Mısır ve çok sayıda Arap ülkesi Katar’la diplomatik ilişkilerini kestiler, deniz, kara ve hava ulaşımını durdurdular, Doha merkezli El Cezire televizyonunun yayınlarına son verdiler.

Bu gelişmeler, uzun zamandan beri Katar’da Irak, Suriye ve Afganistan’daki operasyonların gerçekleşmesinde büyük rol oynayan bir askeri üsse sahip olan Amerika açısından sıkıntılı bir durum yarattı. ABD Dışişleri ve Savunma Bakanları başlangıçta uzlaştırıcı bir tavır sergilemeye çalışsalar da Başkan Trump twitter’dan yayınladığı mesajla Amerika’nın ağırlığını Suudi Arabistan’dan yana koydu, Katar’ı teröre mali destek sağlayan bir ülke gibi gösterip güç durumda bıraktı.

Türkiye’nin Katar’la ilişkileri son yıllarda hızla gelişmiş, Katar 1,476 milyar dolarla Türkiye’de yatırım yapan ülkeler içinde 19. sıraya yükselmiştir. Türk müteahhitlik firmaları da Katar’da 2017’nin başlarına dek toplam 14,2 milyar dolar tutarında 128 proje üstlenmiştir. Katar kuruluşları Türkiye’de birçok banka, medya, pazarlama gibi alanlarda faaliyet gösteren birçok firmaya ortak olmuştur. Bütün bunlardan daha önemlisi Türkiye Katar’da bir askeri üs kurma girişimlerine başlamıştır.

Son gelişmeler Türkiye’nin siyasi, askeri ve ekonomik çıkarlarını etkileyebilecek nitelik taşımaktadır. Aynı şekilde, Türkiye’nin Müslüman Kardeşlere ve HAMAS’a verdiği destek ülkemizi Katar’a yakınlaştırmış, ama Mısır ve Suudi Arabistan gibi önemli bölge ülkeleriyle ilişkilerimizde ciddi sorun yaratmıştır.

Bugün, İran’da gerçekleştirilen ve IŞİD’in üstlendiği terör saldırılarının bütün bu gelişmelerle bağlantısını kurmak için henüz erkendir. Ama öyle anlaşılıyor ki, İran da artık IŞİD’in ciddi bir hedefi haline gelmiştir.

Bütün bu gelişmelerin ışığında, Türkiye’nin ihtiyatlı bir tutum sergilemesi, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri izlediğimiz bütün bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak ancak aralarındaki ihtilaflara karışmamak yolundaki politikamıza dönmesi ve ülkemizin siyasi, stratejik ve ekonomik çıkarlarına zarar verebilecek adımlar atmaktan kaçınması yararlı olacaktır. Bu aşamada taşların yerine oturmasını beklemek, bölgedeki gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceğini görmek ve o gelişmelerin ışığında durumu yeniden değerlendirmek bence en doğru yol olacaktır.

Son gelişmelerin gösterdiği gibi;

  • Artık bölgemizde dini, ideolojik ve mezhepsel politikalar izleyerek ülke çıkarlarının en iyi biçimde korunabileceğini düşünmek mümkün değildir.
  • İlke olarak ulusal çıkarlarımızı en etkili biçimde koruyacak, bütün bölge ülkelerinin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygılı, barışa ve istikrara hizmet edecek bir politika izlemek Türkiye’nin öncelikli hedefi olmalıdır.

Cumhuriyetimizin fabrika ayarlarına dönmenin zamanıdır.

Saygılar, sevgiler, 07 Haziran 2017
========================================
Dostlar,

Gerçekten dört dörtlük bir siyasal irdeleme Sn. Öymen’den.
Diliyoruz ve istiyoruz ki, ülkemizi yönetenler de özenle değerlendirsin, yararlansın ve zaten başı yeterinden çok (haddinden ziyade) dertte olan Türkiye’mizin gereksiz yeni – ek sıkıntılara sokulmamasıdır. Bunu istemek Yurttaş olarak bizlerin hakkı, siyasal iktidarların da varoluş nedenidir.

Erdoğan’ın, evladı yaşındaki (33) Katar ve Emir’i ile ”can ciğer kuzu sarması” muhabbeti gözlerimizi yaşartıyordu ve kıskanıyor, anlayamıyorduk bir türlü.. Hayırdır inşallah.. 2 milyon nüfuslu ”bıdıcık” ülke ile neler oluyordu? Nedense aklımıza hep ‘‘net hata noksan kalemi” adı altında halktan saklanan (kamufle edilen) on milyar doları bile aşan kaynağı belirsiz muazzam paralar geliyor!?

Bir türlü aklımız almıyor; bir ülkeye bunca muazzam para nasıl da kaynağı belirsiz olarak elini kolunu sallayarak girer? Bu ”büyük” işi kimler başarır? Onlara ülkemizden kimler – hangi kurumlar destek olur / göz yumar? Ve de gerçekten devasa servetler olan bu paralarla kayıt dışı neleer neler yapılmaz ki? TV’ler, gazeteler, kiralık – satılık kalemler, cinayetler, topluma dönük türlü türlü operasyonlar, siyasetin finansmanı, para-militer güçler, mafya – gladyo oluşumları… Neler neler! Böylesi bir ülkenin başı beladan kurtulabilir mi?

Evvvet efendiler;

  • Cumhuriyetimizin fabrika ayarlarına dönmenin tam da zamanıdır.

Bir de Soner Yalçın’ın dünkü SÖZCÜ’deki makalesini bitirirken kullandığı tümce : Artçı sarsıntıların Türkiye’ye yansımaları! Neler ola ki!?

Sevgi ve saygı ile. 07 Haziran 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com