Etiket arşivi: Mustafa Kemal Atatürk

‘Türkiye Türklerindir’ tüm kökenleri kapsar

‘Türkiye Türklerindir’
tüm kökenleri kapsar

portresi


Yalçın BAYER

Hürriyet
, 23.08.2015

 

 “TÜRKİYE Türklerindir” mottosu her sabah Hürriyet’in logosundan bize özgürlüğün değerini (ve bedelini) anımsatıyor. Sözün asıl sahibi, Mustafa Kemal Atatürk
Associated Press ajansı muhabirine söylediği şu:

Savaş yıllarca sürse de Yunanlıları Anadolu’dan çıkarmaya kesin olarak karar verdik.
Türkiye, Türklerindir… İşte milletseverlerin ilkesi budur.

Çok açık; Atatürk, bu sözle emperyalizme net bir mesaj veriyor: Anadolu bizim, bu topraklarda yaşayan yurttaşların; sen avucunu yala!

Ve işte hassas nokta: Burada ‘Türk’ kavramı, asla soyu sopu işaret etmiyor… Ortak vatanda yaşayan her kökenden tüm yurttaşları kapsıyor. Nereden biliyoruz? Atatürk’ün şu tanımından:

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına
Türk Milleti denir… Ne mutlu Türk’üm diyene!

Uzay teleskopuyla da baksanız ‘ırk(çılık)’ bu sözün neresinde?

Dillere pelesenk edilen söylemiyle ‘Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Boşnak…’ kökenli de olsak mademki bu ülkede yaşıyoruz, bu Cumhuriyet’in temelinde harcımız var ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyız; o halde bu bağlamda hepimiz Türk’üz… Şu veya bu kökenli Türk…

Kürt kökenli yurttaşlar dahil diye eklemenin gereği var mı?

Günümüzde bir ‘malum’ zümre, ‘Türkiye Türklerindir’ sözünden rahatsızlık belirtiyor,
tarihsel bağlamından koparıp özdeyişe türlü zorlamalarla ‘ırkçı, faşizan’ içerik yüklemeye yelteniyor. Böylece abanıp o sözü Hürriyet’in logosundan indirebilir mi, çok önemli bir kaleyi daha acaba düşürebilir mi; bu ham hayalin zaferini zorluyor.

Oysa ‘Türkiye Türklerindir’ yazısı, köken gözetmeksizin tüm yurttaşları kapsayan anti-emperyalist mesajıyla her sabah Hürriyet’in logosundan bizlere umut aşılıyor,
mutluluk veriyor, onur katıyor.

Hürriyet, Cumhuriyetimizin temel niteliklerinin, çağdaş Atatürk değerlerinin ‘amiral gemisi’ değil mi?.. İşte bu erdemlerin temelini oluşturan ‘Türkiye Türklerindir’ sözüyle bütünleşerek de ‘Hürriyet’ logosu, eşsiz değerdeki tarihsel anlamını/derinliğini kazanıyor.

O söz, o logoya pırlanta gibi yakışıyor… Yadırganacak hiçbir yanı yok.
Yarası olan, ne yapalım, varsın gocunsun.
*****
Ertuğ KARAKULLUKÇU
ŞAPKA VE KIYAFETTE DEVRİMİN 90. YILI

HER kentin toplumsal yaşamda, kendini öne çıkarma adına ortaya koyduğu değer arayışları vardır. Şehrin geçmişi, doğası, kültürel dinamikleri o şehrin kimliğini oluşturur;
farkını ortaya koyar. Bu ülke düzeyinde de benimsenince birtakım sıfatları hak ederler.

KAHRAMANMaraş, ŞANLIUrfa, GAZİAntep gibi…
Bu kentlerin ülkemizin yakın tarihine yaptıkları katkı yadsınamaz.

Kastamonu da Kurtuluş Savaşı sürecinde yaptığı hizmet, verdiği şehit sayısıyla her türlü takdirin üzerindedir. Bu fedakâr şehir, mütevazılığını hiç bozmadan ülke tarihinde saygın yerini hak ederek almıştır. Bu saygınlığını daha da pekiştiren olgulardan biri de Anadolu’da yapılan tek devrim olan Şapka ve Kıyafet İnkılabı’na (Kanun No: 671 /25.11.1925) ev sahipliği yapmış olmasıdır.

Bu yıl bu tarihsel olayın 90. yılını idrak ediyoruz. İnkılap 23 Ağustos’ta başlayacak etkinliklerle 90. kez kutlanacak.

Tarihsel anlamda inkılabın nedenlerini gözden geçirmek günü ve dünü anlamak açısından yararlı olacaktır. Ulu Önder 23 Ağustos 1925’te beraberindekilerle Kastamonu’yu ziyaret etmiş ve sekiz gün süren bir gezi gerçekleştirmiştir. Bu gezi sırasında bu devrim için Kastamonu’yu niçin seçtiğini şöyle anlatıyor:

  • “Bütün vilayetler beni tanırlar. Ya üniformayla, ya fesli kalpaklı sivil elbiseyle görmüşlerdir; yalnız Kastamonu’ya gidemedim. İlk önce nasıl görürlerse öyle alışırlar, Türkiye beni görür, yadırgamazlar. Bu vilayetin hemen hepsi asker ocağından geçmişlerdir; itaatlidirler. Munistirler. Bunun için şapkayı orada giyeceğim.” (TBMM tutanak dergisi, 30/07/2003)

Bu inkılabın Cumhuriyet döneminin ilklerinden biri olması, kurulmakta olan yeni devletin sembolik anlamda öncü hamlelerinden biri sayılmasına neden olmuştur. Uygar dünyaya katılma, kafaları geçmişin eskimiş ve hayatiyetini yitirmiş düşüncelerden kurtarma, bilimsel düşünceyi etkili kılma çabasının da önemli simgelerinden biridir. En yalın tanımıyla eşit yurttaşların sokaktaki görünümlerinin de eşitlenmesi anlamını taşır.

Anadolu’nun işgal yıllarında, bu şehir Karadeniz’den gelen mühimmatın İnebolu limanından ve Kastamonu üzerinden Ankara’ya aktarılması, Mustafa Kemal Paşa‘ya “Gözüm Sakarya’da, kulağım İnebolu’da” sözünü söyletecek denli önem ve değer taşımaktadır.

İstiklal yolu olarak da anılan bu yol, kurtuluş mücadelemizin atardamarı olmuştur. Şehit Şerife Bacılarıyla, Halime Çavuşlarıyla ve binlerce isimsiz kahramanıyla Kastamonulular tarihleriyle ne kadar övünseler azdır.

Mirati MADAK-KASTAMONU
*****

CHP’nin “6 Ok” unun yolu  Beştepe değil Çankaya’dır.
CUMHURBAŞKANI, muhalefetin Beştepe boykotunu değerlendirirken duygusal davranıyor.
CHP, Mustafa Kemal’in vasiyeti yok sayılarak meydana getirilen yapılaşmaya tarihi nedenlerle itirazda bulunabilir. Burada yadırganacak bir durum yok, Kılıçdaroğlu, hin-i hacette ne yapar bilinmez ama “6 Ok” un yolu, Beştepe ile değil ancak Çankaya ile kesişir.

(Prof. Dr. Abdurrahman Eren’in Kanun-u Esasi adlı sitesinde, tekrar seçim ile ilgili kapsamlı bir değerlendirilmesine ulaşılabilir. )S.Ö.

*****

MESAJ PANOSU

” DURDUK yerde sanatçılara ‘Sanatını yapma, şehitler var’ deniliyor. Bu ne bilinçsizliktir. Elbette ki bu ülkenin çok zor günleridir. Hatta daha da zor günler gelebilir. Bu zorluklara sebebiyet veren kimdir, kimlerdir, hepimiz biliyoruz. Barış için haykırmanın en evrensel yolu müziktir. Müzik ile haykırmaya devam ederim ben. İptal etmiyorum konserlerimi.” 
Fazıl SAY

*****

HER ŞEYİMİZ olan şu 3 kelimenin uyumuna bakın:

  • Toprak, yaprak ve bayram.
    Nihat GÖKYİĞİT

    ======================================

    Dostlar,

    Uzun zamandır, Hürriyet’in değerli yazarlarından sevgili arkadaşımız Sayın Yalçın Bayer‘in yazılarından alıntı yap(a)mamıştık. Bu yazı ile bir de

  • ŞAPKA VE KIYAFETTE DEVRİMİN 90. YILI

temasını kısa da olsa işlemiş olduk.. Bayer, köşesinde hep okurlarını konuk eder..
Bu bağlamda Ertuğ KARAKULLUKÇU’nun dizlerine yer vermiş Yalçın bey..

Önemli bir başka tema da Büyük Atatürk’ün “Türk milleti” tanımı..
Bu sitede belki yüz kez yazdık.. Mustafa Kemal Paşa gibi bütün Anadolu halkını
Kurtuluş Savaşı için seferber eden bir insanın “ırkçı” olması olanaklı mıdır??
Kendi el yazısıyla notlarında 3 yerde “Türk Milleti” tanımı yapmıştır :

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına / ahalisine
Türk Milleti denir… Ne mutlu Türk’üm diyene!

Bu bir sosyolojik – tarihsel çağrıdır Anadolu halkına.
Sıcak savaştan sonra da varolabilmek, kurulan devleti sürdürebilmek için
ULUSLAŞMAK gereklidir. Dünyada ULUS DEVLETLER ayaktadır, tutunabilmektedir.
Bu olgu günümüzde de geçerlidir ve Ulusun etnisitelerini görmezden gelmez, assimile etmeyi içermez. O, örneğin Hitleri’in yaptığı ırkçı faşizmdir..

Kültürel farklılıkları ile bir çiçek tarlası gibi bir arada olmak ama aynı zamanda ortak özelliklere dayalı bir kaynaşma – bütünlük (integrasyon) sağlamak. Örneğin tek 1 resmi dil edinmek..
Tek vatan, tek bayrak edinmek.. Bunca farklılıklara karşın yine de “Devlet” olarak birarada kalmanın başka formülü yok! O zaman Türkiye’de her etnisiteye bir devletçik mi kurduracağız? ABD’yi 50 develete mi böleceğiz? İngiltere, Fransa, Almanya…. hepsi hepsi parçalanacak ve yeryüzü bir ŞEHİR DEVLETLER topluluğuna mı dönüşecek??

Türkiye’de herhangi bir etnisiteye ya da inanç temeline dayalı ayrımcılık, çok açık biçimde YENİ SEVR özlemidir, bilerek ya da bilmeyerek maşalığıdır!

Bu halk / millet, Sevr’i Osmanlı Sarayı imzaladığı halde ilk Meclis’i eliyle tanımamış
ve benzersiz bir Kurtuluş Savaşı ile yırtarak yerine Lozan’ı koymuştur. Günümüzde de izin vermeyecektir etnik ya da inanç temelinde bölünüp kardeş kavgasına, iç savaşa..

Sevgi ve saygı ile.
23 Ağustos 2015, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Hüsnü Mahalli; IŞİD Gerçeği : Mezhepçi terörün 70 yıllık hikayesi

Hüsnü Mahalli IŞİD Gerçeğini yazıyor..

Portresi

Mezhepçi terörün 70 yıllık hikayesi

YURT, 02.08.2015

ABD Başkanı Roosevelt’in, 2. Dünya Savaşı sonunda komünizme karşı en sadık müttefiki Suudi Kralı Abdülaziz El Suud oldu. Kral, tüm varlığıyla hizmete hazırdı, ABD de ‘Allahsız komünistleri’ yok edecekti. Dinci terörün adımları böyle atıldı…

İkinci Dünya Savaşı sonrasında toplanan Yalta Konferansı ile dünya Batı ve Doğu olarak iki bloğa ayrıldı. Sovyetler Birliği liderliğinde Doğu ve ABD önderliğinde kapitalist ve emperyalist Batı. Doğu’ya karşı savaş planları ile ülkesine dönen Başkan Roosevelt yolda kendine müttefik aramaya başladı. O müttefik de onu bekliyordu. Hicaz Kralı Abdülaziz El Suud. Ülkeyi bile kendi adına tapulayıp adını Suudi Arabistan Krallığı yapmıştı. Elbette dönemin patronu İngiltere ile anlaşarak. İngilizler çok bonkördü. Osmanlıya ayaklanan Suud ailesine Suudi Arabistan ve Haşim’i ailesine Ürdün diye ülkeler vermişlerdi. Ama artık Batı’nın patronu Amerikaydı. Başkan Roosevelt, Abdülaziz ile 14 Şubat 1945’te Kızıl Deniz’de Amerikan Zırhlısı Quincy’de buluştu. Yüzlerce poz verdiler. Bedevi kralı kandırmak çok kolaydı. İngiliz üretimi olan adam bundan böyle ABD himayesine girecek karşılığında da sonsuza dek ABD’nin hizmetinde olacak.

Petrol parası ve dini ile. Belki de din değil, sapkın ‘Selefi Vahabi mezhebi’ demek gerekir.
Din ve mezhep ABD ve müttefiklerinin hizmetinde olacaktı. Suud Hazretleri de öyle yaptı. 1947’de ABD’nin Filistin topraklarında Yahudiler için İsrail devletini kurmasına ses çıkarmadı.

İhanet öyle başlamıştı

Kral Hazretleri Filistin’e sahip çıkanları da arkadan vurdu. Çünkü onlar anti-emperyalist, anti-Siyonist üstelik milliyetçi ve devrimciydi. Abdülaziz Hazretleri bu kavramlardan hiç hoşlanmazdı. ABD’liler ona ‘Bu devrimciler ve Milliyetçiler komünist ve komünistler Allahsız’ demişti. ABD; Abdülaziz ile de yetinmemişti. Nisan 1946’de Missouri Zırhlısını İstanbul’a göndererek İslam alemimin en önemli ülkesi Türkiye’ye de çengel atmış ve Menderes’in yolunu açmıştı. İkinci önemli ülke Şii İran çantada keklik idi. Hep beraber İsrail’in dostu olarak ABD’nin hizmetine girmişlerdi. Tek ağızdan : ‘Allahsız Komünistler yok edilmeli’ diyorlardı.

En etkin silah:

Din Üstelik Sünni Türkiye’nin yanında Şii Iran var ve her ikisinin müttefiği Sünnîlerin en hakikisi Suudi Arabistan var. ‘En hakiki’ diyorum çünkü Amerikalılar onları çok seviyordu. Seviyordu çünkü adamların Mekke ve Medine’sinin yanı sıra çok petrolü vardı. Petrol demek para demek. Komünistleri ve tüm müttefiklerini yok etmek için çok paraya ihtiyaç vardı. İşte hikaye böyle başladı. Suudiler İslam dinini yozlaştırmak, içini gerçek değerlerinden boşaltmak ve dini emperyalizmin hizmetine sunmak için her yola baş vurdu. IŞİD bu gerçeğin çok doğal ve kaçınılmaz sonucudur.

Suudi deyince CIA anlaşılmalıdır

Bu amaçla Suudiler dünyanın neresinde olursa olsun her türlü İslamcı parti, örgüt, dernek, cemaat, okul, cami ve kişilere milyarlarca dolar dağıtmaya başladı. Yani sürekli adam satın aldılar. Bu gerçek bilinmediği süreç bugün IŞİD’i anlamak olanaksız. Son 70 yılda bu coğrafyada din adına yaşanan tüm kanlı olayların arkasında ve içinde mutlak olarak Suudi parası ve parmağı vardır. Mısır’da 1952’den sonra Nasır’a karşı ayaklanan ya da ayaklandırılan Müslüman Kardeşlerin arkasında Suudiler vardı.

Suriye’de 1976-1982’de Baba Esad’a karşı ayaklandırılan Müslüman Kardeşlerin arkasında Suudiler ve bölgesel müttefikleri vardı. Türkiye dahil bu coğrafyada din adına yaşanan tüm rezaletlerin arkasında Suudiler vardı.

Usame Bin Ladin Pakistanlı bir gazeteciye röportaj verirken

Ama Suudilerin arkasında ve içinde bulunduğu en önemli hikaye Kaide ve Taliban örgütleridir. Kissinger ve Brzezinski’nin Sovyetler Birliği’ni dağıtmak için kurguladıkları Yeşil Kuşak projesinin emrinde çalışacak örgütler. Nitekim de öyle oldu. Suudi ve Pakistan istihbaratı ile birlikte CIA bu işi de becerdi. Önce Pakistan ve Afganistan İslamcıları hazırlandı ve onlara Mücahit denildi. Onlar için özel Rambo filimler bile çekildi. Batılı emperyalistler İslamı ve Müslüman Mücahitleri çok sevmişti. Onlar da Batı’yı ve büyük patron ABD’yi. Yani CIA’yı… Usame Bin Ladin ve adamlarını bulup Kaide efsanesini yaratan zeka bu kadar olurdu. Görev de hazırdı : ‘Önce Afganistan’da savaşın sonrasına birlikte bakarız. Gerekirse Çeçenistan ve Bosna’ya gider orada İslamı perişan edebilirsiniz. Bazen ABD işbirlikçileri tarafından yönetilen Arap ülkelerini de karıştırabiliriz. Örneğin Cezayir’i. Ama Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin kral, emir ve şeyhlerine dokunmak yok. Bize hizmet ettiğiniz sürece dost kalır birlikte çok iş yaparız. Arkanızda hep bizim gücümüz ve Suudi parası olacak. Kimin olursa olsun ve kaynağı ne kadar karanlık ve pis olursa olsun yeşil sermaye hep yanınızda olacak. Yaklaşık iki trilyon dolar. Çalmak, çarpmak, hırsızlık yapmak, rüşvet almak ve her türlü yolsuzluk mübah . Din adına bazen de mezhep. Keşke şu İran Devrimi olmazsaydı da hep birlikte tıkır tıkır iş yapmaya devam etseydik. Zamanı gelince o işi de kendi bildiğimiz yönde kullanırız. Sovyetler ve komünistler yok olunca yeni düşman bulmamız gerekecek. Sünniler’in düşmanı Şii’ler. Bu da yetmezse her ikisini düşman belleriz. Bu konuda bize yardım edecek çok kişi buluruz. Allah razı olsun Suudi dostlarımızdan. Biraz da provakasiyon yaptık mı iş tamam’.

CIA tarafından kandırılmak

Bu dalga aynı dönemlerde Türkiye’ye uğramıştı. Ama ortada bir sorun vardı : Mızmızlanmaya başlayan Usame. CIA tarafından kandırıldığını düşünüyordu. Adamlar ona ‘ Şu Afganistan işinde bize yardım et biz de sana söz Filistin sorununu çözeriz. Bu da yetmezse gıcık aldığın Arap iktidarları devirme konusunda da sana yardım ederiz’ demişler. Zavallı Usame de saf saf buna inanmış, ama sonunda kendini açıkta bulmuş. Baktı olmuyor intikam almanın peşine düşmüştü. 2-3 sataşmadan sonra 11 Eylül’e gelindi. Hepsi Suudili 19 ruh hastası ‘kahramanca’ emperyalizmin sembollerine saldırmıştı. Öncesinde Taliban ruh hastaları dünya uygarlığını bir parçası olarak tarihi Buda heykellerini parçalamıştı.

IŞiD’e giden yol

Ama, İslamcı Taliban ve Kaide ele ele vermiş eski patron ABD’ye kafa tutuyordu. Çok kızmış gibi görünen Patron aslında bundan çok hoşlanmıştı. Yeni düşman arayışında sıkıntı çeken Patron komünistlerden sonra bu kez Müslümanlar’ı düşman ilan etmişti. Herkesin gündeminde ‘İslami terör’ vardı. Terör olunca sektörü de geliştirilmeliydi. Yüz milyonlarca kamera dünyanın her tarafına yerleştirildi. Herkes herkesi görür ve dinler oldu. ‘İslamcı teröristler’ hariç! Haçlı Seferi ilan edildi ve hemen peşinden Afganistan işgal edildi. Müslüman ülke bu kez eski hamisi tarafından işgal edilip perişan edilmişti. Patron iş tutmuşken Irak’ın da icabına bakıldı. Dönemin Dışişleri Bakanı Colin Powell Eylül 2003’te ‘ Sırada önce Suriye sonra da diğer ülkeler olacak’ demişti. Hiç kimse onu ciddiye almamıştı. Oysa adam planını bile hazırlamıştı. Haziran 2004’te bildik oyunun ilk adımı atılmıştı. BOP, yani Büyük Ortadoğu Projesi. Üstelik Ankara’da Suud dostu İslamcı bir iktidar vardı ve bu iktidarın başındaki kişi, BOP’un ‘Eş Başkanı’ olmaktan dolayı çok sevinçliydi.

Adnan Menderes de Türkiye’de yolu açtı

11 Eylül’e doğru…

1988’de Sovyetler Afganistan’dan çekilince CIA’nin Mücahit grupları birbirini boğazlamaya başladı. Bu da çok normal çünkü hemen hemen hepsi din adına iktidar peşindeydi ve tümü ruh hastasıydı. Öyle olmasaydı bugün ortalıkta görünürledi. Durum karışınca CIA; Suudi ve Pakistan istihbaratçıları ile birlikte Taliban’ı kurup Eylül 1996’da Kabil’de iktidara taşıdı. Bu arada Afganistan’dan ayrılan Bin Laden, Arap ülkelerinde İslamcı karşı-devrimlerin peşine düşmüştü. Adamları 1988-1989’da Cezayir’de az kaldı iktidarı ele geçiriyordu. Hem de demokratik seçimle. CIA ve Suudi parası beyinlerin yakınması ve toplumların karanlıklara sürüklenmesi yolunda çok iyi iş yapıyordu.

Siyasal İslamcılık Arap ve Müslüman ülkelerde moda olmuştu.

*****

Yarın: Eski dost düşman olmaz

– Herkes Ankara’nın bütün karanlık ve pis işlerini biliyor’
– IŞİD 4 yaşındaki çocuğu annesinin kafasını kesmesi için eğitti

http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/mezhepci-terorun-70-yillik-hikayesi-h93430.html

=====================================

Dostlar,

Sayın Hüsnü Mahalli‘nin IŞİD’in gerçek yüzü – arka düzlemi hakkında son derece önemli
yazı dizisinin ilk bölümü 02.08.2015’te YURT Gazetesinde yayımlandı.
6 Ağustos 2015 günü de 5. bölümü.. Hepsine de web sitemizde yer vermiş olduk..
Sanırız sürecek ve bir yayın yasağı gelmezse onları da vereceğiz..

Son yılların en önemli gazetecilik olaylarından biri bu yazı – inceleme – araştırma dizisi.

Sayın Mahalli’yi de, Merdan Yanardağ yönetimideki başarılı YURT Gazetesini de kutlarız.
Dileriz bir kitaba da dönüşür ve daha da kalıcılaşır..

“Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir (teknik).. Bilim ve tekniğin dışında yol gösterici aramak cahilliktir, aymazlıktır, sapkınlıktır…” Mustafa Kemal ATATÜRK

Büyük Atatürk‘ün yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyada anlaşılması gerek..

Kim yapacak??
Bu evrensel sorumluluk, eski Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal JB Tito‘nun da vurguladığı üzere Anadolu’da Mustafa Kemal’in evlatlarının omuzunda değil de kimlerin omuzunda??

Sevgi ve saygı ile.
6 Ağustos 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

19 MAYIS: YENİDEN DOĞUŞ

19 MAYIS: YENİDEN DOĞUŞ (*)


portresi_gulumseyen

 

Suay Karaman

 

Mustafa Kemal Atatürk’ün ülkemizi kurtarmak için Samsun’a hareket ettiği 16 Mayıs gününde, bu anlamlı etkinliği düzenleyen Eğitim İş Sendikası Ankara Şubeleri ile Ulusal Eğitim Derneği’ne teşekkür ederek ve tüm katılanları selamlayarak sözlerime başlamak istiyorum.

1. Dünya Savaşı’ndan yenilerek çıkan Osmanlı Devleti, koşulları çok ağır olan
Sevr Antlaşması’nı imzalamak zorunda bırakılmıştı. Ordusunun elinden silahları ve cephanesi alınmıştı. Anadolu işgal edilmişti. Uzun savaş yılları boyunca millet yorgun ve yoksul bir durumda kalmıştı. Ülkeyi yöneten hükümet aciz, haysiyetsiz ve korkaktı.
Padişahın ise kendini ve tahtını korumaktan başka bir düşüncesi yoktu.

Bu koşullar altında Mustafa Kemal’in yapacağı tek şey vardı;

Emperyalist güçler tarafından bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulus için
kurtuluş savaşına başlamak.

İşte bu nedenle 19 Mayıs 1919 tarihi, vatanın kurtulması için örgütlenen Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesinin başlangıcıdır. Bu başlangıçla birlikte büyük liderin öncülüğünde, şanlı zaferler birbirini izlemiş ve kurtuluş süreci tamamlanmıştır. Mustafa Kemal’in önderliğinde 1923 – 1938 arasında gerçekleştirilenler, Kemalist Devrim’in büyük başarılarla oluşturduğu yapılanmanın eseridir.

Ancak Atatürk’ün ölümünden hemen sonra emperyalizmin kışkırtmalarıyla ve ardından çok partili düzenle birlikte, Kemalist Devrim’e karşı olumsuzluklar başlamıştır. Bu sürecin sonunda emperyalist güçlerin yeniden ülkemizi kuşatması, sanayileşmenin önlenmesi, tam bağımsızlığın terk edilmesi, Aydınlanmanın şeriatın karanlığı tarafından bastırılması, ülkeyi içinden çıkılması güç koşullara getirmiştir. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti’ne yeniden Sevr koşulları dayatılarak, parçalanmak, bölünmek istenmektedir.

Bugün ülkemizin ulusal kuruluşları yabancılara satılmaktadır. Yeraltı ve yer üstü zenginliklerimiz emperyalist güçlere pazarlanmaktadır. Tarım ve hayvancılığımız bitirilmiş, sanayimiz çökertilmiş, yolsuzluk, yoksulluk ve talan en üst düzeye ulaşmıştır. Günümüz Türkiye’sinde 8 milyon kişi asgari ücretle çalışmakta, 12 milyon kişi işsizlikle boğuşmaktadır. Çalışanların %70’i yoksulluk sınırının altında ücret almaktadır. Memurun, işçinin, emeklinin, esnafın, çiftçinin düşürüldüğü acıklı durum herkes tarafından görülmektedir.

Terör ülkemizi vurmuş ve terör örgütüyle pazarlık aşamasında ülkemizi bölmek üzere
yeni bir anayasa yapılmak istenmektedir.
Günümüz Türkiye’sinin getirildiği konum karanlıktır.
Genel durum ve görünüm şimdilik iç açıcı değildir.

Dünya Ekonomik Forumu’nun raporlarına göre Türkiye, 134 ülke arasında ekonomik açıdan incelemede genel sıralamada 125. sıradadır. Siyasal iktidarın dünyanın 17. büyük ekonomisi dediği Türkiye’nin gerçekleri yoksulluktur, açlıktır, işsizliktir. Paralarını sıfırlayanlara ve ayakkabı kutusu olanlara teğet geçen ekonomik kriz, halkımızı delip geçmektedir.
Aynı rapora göre yargı bağımsızlığında 82. sırada yer alan Türkiye’de yapılan yolsuzlukların üzerine de gidilememektedir.

Ülkeyi yöneten siyasal iktidar hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşmakta ve açıkça sivil darbe yapmaktadır. Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli biçimde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları
bir yolla yargılayıp, susturmaktır. Laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla kesinleşen siyasal iktidarın amacı, ülkemizde rejim değişikliği yapmaktır.

Ancak ülkemizi İslam cumhuriyetine dönüştürme çabaları sonuç vermeyecektir.

Bugün geldiğimiz ortamı eşsiz önderimiz büyük Atatürk 20 Ekim 1927’de Cumhuriyeti
Türk Gençliğine emanet ederken anlatmıştı:

“Bütün bu durumlardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere, yurdun içinde
yönetim başında bulunanlar, aymazlık, sapkınlık ve üstelik hainlik içinde bulunabilirler. Dahası, yönetim başında bulunan böyleleri, kişisel çıkarlarını, yurduna girip yayılmış olan dış düşmanların siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler.”

Ulusal kurtuluş mücadelemizin başlangıcından 96 yıl sonra, ülkemizde genel durum ve görünüm çok parlak değildir. 96 yıl önce bugünlerde 19 Mayıs, bağımsızlığı yok edilmek istenen
bir ulusun kurtuluş savaşına başlangıcını müjdeliyordu. Vatanın kurtulması için örgütlenerek, güçbirliği yapan Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesini müjdeliyordu. 96 yıl sonra
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve 19 Mayıs’ı, bugünkü siyasal ortamla birlikte düşünürsek umutsuzluğa kapılabiliriz. Ancak içinde Atatürk sevgisi taşıyanlar için umutsuzluğa yer yoktur, Atatürk’ün gençleri için umutsuzluk diye bir olgu söz konusu değildir. Atatürk’ün ilkelerini özümseyerek, bilinçli ve kararlı bir şekilde tüm yurtseverlerin örgütlenerek yapacağı haklı ve demokratik bir mücadele ile umuda ve aydınlığa doğru yeniden yol alınacaktır.

Günümüz koşullarında Atatürk’ü yalnızca sevmek yetmiyor. Atatürk’ün ilkelerini ve devrimlerini özümsemeden, uğrunda mücadele etmeden salt sevmek; bizi bugün içinde bulunduğumuz karanlıktan çıkarmaya yetmemektedir. Atatürk’ü özünde öğrenip, bilinçli ve kararlı bir biçimde örgütlenerek, mücadele etmemizin zamanı gelmiştir.

Bunun için tüm yurtsever güçlerin bir araya gelip örgütlenmesi, güçlerini birleştirmesi gerekmektedir. Çözümün Kemalizm’in muhteşem “6 Ok” unda olduğunu bilerek, il il,
ilçe ilçe, köy köy, mahalle mahalle dolaşarak ülkemiz üzerinde oynanan bütün bu oyunların topluma anlatılması gerekmektedir. Atatürk’ün gençlere emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşatılması için, hepimizi büyük görev ve sorumluluklar beklemektedir.

“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı”
kararlı ve bilinçli olarak yeniden savaşmanın zamanı gelmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş uygarlık yolunda daima ileriye doğru gideceğimiz ışıltılı günlerin özlemiyle,
Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olan, 19 Mayıs’ın 96. yılını kutluyor ve bize yeniden doğuş ile ışıklar saçmasını diliyorum.

Salonlarda yapılan böyle toplantılarda, genellikle durum analizi yapılır ve konuşmacı konuşmasını bitirir. Halbuki dinleyiciler de durum analizini biliyorlardır, en azından böyle toplantılarda birkaç kez dinlemişlerdir. Haklı olarak “peki ne yapalım, öneriniz ne, çözüm ne?” gibi soru sormak isterler. Konuşmacı bu konuya pek değinmek istemez, belki konuşmayı gizemli olarak sonlandırmak ister, belki çözümü dinleyicilerin bulmasını arzu eder.
Belki de çözümü kendisi de bilmiyor olabilir.

Aslında çözüm son derece basittir: Öfkelenmek gerekir. Ama sinirlenmemeliyiz;
öfkelenmek ile sinirlenmeyi birbirine karıştırmamalıyız. Fransız diplomat ve yazar Stephane Hessel (1917-2013), “sinirlenme negatif bir sözcüktür; sinirlenmemek gerekir; umutlu olmak gerekir. Sinirlenme umudun yitirilmesidir, inkâr edilmesidir.” demiştir. Laik ve demokratik, sosyal bir hukuk devleti olduğu anayasasında yazan bir ülkede, laiklikten söz edilemezse, demokratiklik ise diktatörlüğe dönüştürülmek isteniyorsa, sosyal devlet ilkesine son veriliyorsa, hukuk devleti ilkesi çiğnenip yok ediliyorsa, bireyler kullaştırılıyorsa, ülkenin parçalanması
ve bölünmesi için çalışılıyorsa, yolsuzluk ve rüşvet bakanlara dek uzanarak, aile boyuna yayılıyorsa, ekonomik kriz insanları etkiliyorsa kızdığınızı göstererek, insana özgü en basit tepkiyi vermek gerekiyor: öfkeleneceğiz. Çünkü bunun başka bir yolu yoktur.

Stephane Hessel; “Benzersiz zenginliklere sahip şu yeryüzünde, bilgi ve iletişim çağı 21. yüzyıla yaraşır, eşitlikçi, özgürlükçü, adil ve çevreci olan; diktatörlüğe ‘hayır’ diyen, barışçıl bir başkaldırıdır öfkelenmek.” der ve sürdürür; “öfkelenmenin hedefi daha çok adalet, daha çok özgürlüktür.” Yani kısaca olana, bitene duyarsız, ilgisiz kalmayacağız öfkeleneceğiz.

Yaşadığımız dünyada dayanılamayacak kimi şeylerin olması olağandır. En kötü tavır bu dayanılamayacak şeylere karşı duyarsızlık ve ilgisizliktir. “Elimden bir şey gelmez, ben kendi işime bakarım” demektir. Böyle davranıldığında, insanlığı oluşturan temel değerlerden birini yitiririz. İşte bu yitirdiğimiz değer öfkelenme yeteneğidir.

Öfkelenmenin ardından gelen belirleyici aşama ise eyleme geçmektir. Eylemlere katılım istenilen düzeyde olmayınca, “Neden bu denli az kişiyiz?” sorusunu sorarız ve yine öfkeleniriz. Böylece bu döngü hiç bitmez, hep devam eder. Özellikle sosyal medya üzerinden kahramanlık yapılmasıyla bu döngü desteklenmiş olur. Halbuki alanlara inerek, anayasal hakkımız olan doğru eylemlere imza atmak gerekir. Direnmek sadece düşünmek ya da anlatmak değildir, kesinlikle eyleme geçmektir. Güçlü bir direniş için doğru, yerinde ve zamanında eyleme gereksinim vardır. İşte bu eylemler için  gerekir. Başarının ancak örgütlü toplumlarla gerçekleştiğini unutmamalıyız.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.. 

İlk Kurşun Gazetesi, 19 Mayıs 2015. 

(*): Eğitim İş Ankara Şubeleri ve Ulusal Eğitim Derneği’nin 16 Mayıs 2015 tarihinde düzenlediği “19 Mayıs: Yeniden Doğuş” adlı açıkoturum konuşması.

============================================

Dostlar,

Sevgili kardeşimiz Suay Karaman ve Prof. Dr. Seçil Karal Akgün ile bu açıkoturumda,
bizim düzenleyen her 2 kurumun da üyesi olarak konuşmacı nitemiyle katıldığımızı belirtmiş ve açıkoturum öncesinde 120’yi aşan görsel yansılarımızı web sitemizde paylaşmıştık
(19_Mayis_96. yıl_Ankara)

Değerli Karaman’ın önemli yazısı bize ulaştı ve sizinle paylaşmak istedik.
Kendisine teşekkür ediyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
21 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Vatan Partisi heyeti Karacaahmet Sultan Dergahı’nı ziyaret etti

Genel Başkanımız Doğu Perinçek:
“Laiklik Bizi Birleştiriyor”

Parti heyetimiz Karacaahmet Sultan Dergahı’nı ziyaret etti

Genel Başkanımız Doğu Perinçek: "Laiklik Bizi Birleştiriyor"

Genel Başkanı Doğu Perinçek ve parti heyetimiz Karacaahmet Sultan Dergahı Dedesi Muharrem Ercan’ın daveti üzerine Karacaahmet Sultan Dergahı’nı ziyaret etti. Doğu Perinçek başkanlığındaki heyette İstanbul milletvekili adayları, Eski Çalışma Bakanı Yaşar Okuyan,
Eski Devlet Bakanı Tayfun İçli, Emekli Tümamiral Semih Çetin, Elif İlhamoğlu, Özden Gönül, Günizi Dizdar ve Ayla Aysal yer aldı. Adayların yanı sıra gazeteci Rıza Zelyut ve
Halil Nebiler de heyette bulundu.

Parti heyetimize yoğun ilgi gösteren Alevi yurttaşlar “Oyumuz Vatan Partisi’ne” dedi. Yurttaşlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılanan Genel Başkanımız Doğu Perinçek ise
ibadet özgürlüğüne dikkat çekerek “Alevi yurttaşlarımızın her türlü talebi kabulümüzdür” ifadesini kullandı. Görüşmenin ardından Dergah Yönetimi Vatan Partisi heyetine yemek verdi.

‘ADAYINIZ AZİZ ERGEN YEĞENİM’

Karacaahmet Sultan Dergahı Dedesi Muharrem Ercan yeğeni Emekli Kurmay Albay
Aziz Ergen‘in Vatan Partisi Elazığ 1. sıra milletvekili adayı olduğunu hatırlatarak,
Alevilerin vatan, bayrak ve milletle hiçbir sorunu olmadığını söyledi. Ercan, sözlerini
şöyle sürdürdü:

“Aleviler Mustafa Kemal Atatürk‘ün kurduğu laik devletten yana olan bir toplumdur. Vatanla derdimiz yok. İyi ki Türkiyeliyim, iyi ki Aleviyim. Bizim için Alevilikten öte
insan gelir. Alevileri 2. sınıf insan yerine koyuyorlar. Bunu kabul etmiyoruz. Her zaman ötekileştiriliyoruz. Bizim siyasal partilere ihtiyacımız var. Aydın, demokrat, Atatürkçü, vatanına ve milletine bağlı bir siyasal partiye çok ihtiyacımız var. Cemevlerimiz yasal halde değil. Giderlerimizi halkın katkı ve bağışlarıyla karşılıyoruz. Devlet bize destek olmuyor. Zorunlu din dersi sorunumuz var. Sünni islamı ile Alevi islamı farklı. Evlerimizden
resim dinde yasak diye resimleri indiren çocuklarımız var. Her Alevi evinde Mustafa Kemal’in resmi vardır. Alevilerin % 99’u vatan ve Atatürk sevgisi ile yetişir.

‘DİN DERSLERİ TARİH DERSLERİ İÇİNDE OKUTULMALI’

Genel Başkanımız Doğu Perinçek Alevi yurttaşların eşitliğin, özgürlüğün ve laikliğin yaşaması için bir güvence olduğunu belirterek, laikliğin birleştirici yönüne dikkat çekti. Perinçek
şunları söyledi:

Can kavramı Türkçe’nin en güzel kavramıdır. Canda hepimiz eşitleniyoruz. Aynı zamanda
can kavramında sıcaklık var, insanlık var. Hz. Muhammet zamanı Alevi-Sünni diye bir bölünme yoktu, birdik. Yine bir olacağız. Vatanımızın birlik ve bütünlüğü için hep biriz. Cumhuriyetimiz laiklik temelinde kurulmuştur. Laiklik bizi birleştiriyor. Laiklik karşılıklı hoşgörü, eşitlik ve özgürlükle bizi birleştirmektedir. Erenler geleneği bize eşitliği,
insana sevgi ve saygıyı tanıttı. Vatan Partisi laikliği savunuyor. Toplumun din temelleriyle düzenlenmesini kabul etmiyoruz. Din dersleri tarih dersleri içinde okutulmalı.
Bilimsel olarak din tarihi öğretilmeli. Alevi yurttaşlarımızın taleplerini kabul ediyoruz.” 

‘BÖLÜCÜLER ALEVİLİĞİ İSLAM DIŞI GÖSTERİYOR’

Tüm yurttaşların inandığı gibi ibadet etme hakkına sahip olduğunu söyleyen Perinçek şöyle devam etti:

“Aleviliği islam dışı gösteren bazı kesimler oldu. Bunlar bizi birbirimizden ayırmak için söylenen sözlerdir. Bunun arkasında bilimsel çalışmalardan çok bir kasıt var.
Bu Türkiye’yi bölmek için yapılmış bir şey. Türkiye’yi bölmek isteyenler Aleviliği islam dışı gösteriyor. Bütün yurttaşlarımızı eşit olarak görüyoruz. Laiklik bizi birleştiren bir temel. Tüm yurttaşların inandığı gibi ibadet etme hakkını savunuyoruz. Alevilik de hep laikliği savunmuştur. Laiklik eşitliğimizin de bir güvencesidir. Alevi kültürü bin yıl boyunca Türkçe’yi taşıdı. Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal bizim büyük öğretmenlerimizdir. Bu nedenle esin kaynağımızdır. ”

Rıza Zelyut ise “Alevi halkının %98’i Atatürkçüdür. Burası Mustafa Kemal Atatürk’ün
bir kurumudur.

Alevi Dergahlarını Mustafa Kemal değil,
Yeniçeri Ocakları ile birlikte
2. Mahmut kapattı.

ifadelerini kullandı.
===============================

Dostlar,

Çağrıyı ve ziyareti yerinde ve doğru buluyoruz.
Dile getirilen sorunlar gerçek ve yerindedir, çözümü gerekir.

Sn. Perinçek’in değerlendirmeleri de gerçeğe uygun ve gereksinimleri karşılayabilecek niteliktedir. AKP ve uygulamaları ise o ölçüde zıt, aykırı, içtenlikten uzak, ikiyüzlü ve yıkıcıdır.

Sevgi ve saygı ile.
9 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Yekta Güngör ÖZDEN : Gaflet, dalâlet, hıyanet.

Yekta Güngör Özden
Yekta Güngör Özden
yektagozden@sozcum.com

9 Nisan 2015, SÖZCÜ

“Gaflet, dalâlet, hıyanet..”

İleri görüşlü ATATÜRK‘ümüzün 15-20 Ekim 1927’de altı gün süren Büyük Söylev’inin sonunda Gençliğe Seslenişi içinde vurguladığı ve yazımızın başına koyduğumuz sözcüklerle nitelendirip adlandırdığı aymazlık, sapkınlık, kötülük her zaman, her durumda ve her koşulda kaçınmamız gereken tutumlar, eylemlerdir. Ama tersine tutumlar artıyor.

Köhnemiş Osmanlı Devleti’nin ülkeyi sömürge durumuna getiren yönetimine son verip
tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, çağdaşlık ve uygarlığın ortamı cumhuriyetle demokrasiyi amaçlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanarak yurdunu ve ulusunu kurtaran, halkının namusuyla onurunu koruyan Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarına saldırılar iktidar güvencesinde sürmektedir. Menderes yönetiminde yürürlüğe konulan 5816 no’lu Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Yasa (25 Temmuz 1951’de yayımlandı) geçerliğini yitirmişçesine aldırışsızlık sergilenmekte, kimi yandaş yayın organlarında yalanlarla süslenen çirkinlikler yönetimin hoşgörüsü, ilgili kurulların umursamazlığıyla yoğunlaşmaktadır.
Son TBMM’ndeki bilgisizlik yansıtan amaçlı kötü konuşma için soruşturma açılmasının
öbür aykırılıkları önlemeye katkısı olmasını ummak isteriz.
Değişik ortamlarda yazıyla ve sözle saldıran ahlâksız, onursuz ve bağnaz-yobaz yalakalara karşı çıkmak, onları kınamak yerine kışkırtıcılık yapılıyor. 10 Kasım’da insanlık ve terbiye dışı eylem öneren kendini bilmeze önce yöneticilerin bir şeyler söylemesi gerekirdi.

ATATÜRK‘ü kötüleyenler insan olamazlar ki
Türk ve dindar olsunlar.

Gidiş

Bugün dünden iyi değildir, böyle giderse yarın da bugünden iyi olmayacaktır.
Parti devletiyle rejim değişikliği kalkışmaları, denemeleri, kınanacak yönü çok yönetim uygulamaları, hukuksuzluklar iyice belirginleşmiştir. Doğa ve çevre yıkımına kültür ve sanat alanındaki girişimler de eklenmektedir. Aksaklıklar, çelişkiler ve aykırılıklar ölçülemez duruma gelmiştir.

Yönetim, devletin gerçek sahibi topluma, ulusa asla aldırış etmemekte, bildiğini okuma direnişini sürdürmekte, kendi amacını gerçekleştirmek için her yola ve yönteme başvurmakta, her bozukluğu ve kötülüğü geçerli saymaktadır.

Siyasal bir çöküşün, yıkımın ayak sesleri giderek büyümektedir.

Kimilerinden kaçırılarak, kimileri çağrılmayarak Ankara dışında düzenlenen ve koyu yandaş bir sendika yöneticilerinin ağırlığıyla geçen sözde eğitim şurasının kararları ile
Osmanlıca için AKP’li cumhurbaşkanının dayatıcı konuşmaları ortada.
Gelecek günlerde Arapça yazının gündeme alınması şaşırtıcı olamaz.
“Mezar taşıyla övünülmez” diye bir halk sözü vardır. Yitirdikleri büyüklerinin mezar taşlarında yazanları anlamak isteyenler okuyanı bulup öğrenebilirler. Bir mezar taşı, birçok mezar taşı için kendi dilimizden, yazımızdan yoksun kalmanın, karmaşa ve kargaşa yaratmanın gerçekçilikle bağdaşır hiçbir yanı yoktur.

Bu kafalarla hiçbir yere varılamaz.

Uyuşmazlık

İktidar kesimiyle sanki bir kan uyuşmazlığı var.

Sormak gerekir:

Atatürk‘ten ve cumhuriyetten ne istiyorsunuz?

Zorunuz nedir? Atatürk ve cumhuriyet olmasaydı bugünlere gelebilir, bu durumlarda
ve konumlarda olabilir miydiniz? Lâiklik olmasa inanç güvencesi olur muydu?
Hanginiz Atatürk kadar inançlı ve içtenliklisiniz? Konuşmalarınız ve yazılarınız insanlıkla, ahlâkla, onurla bağdaşıyor mu? Atatürk‘ün 19 yılda kazandırdıklarını kimler başardı,
dünyada bir örneği var mı?

  • Anayasa’yı, yasaları Vasiyetnamesini tanımıyor,
    kör inancınızdan başka bir şeyin değerini bilmiyorsunuz.

İçtenlikli ve temiz inançlı kimselerden beklenmeyecek eylemlerle inançtan soğuttuğunuzun aydırdında mısınız?

Kul ve ümmet yapısından yurttaş ve ulus düzeyine gelmeye yaraşır olup olmadığınızı
hiç düşündünüz mü? Yaptıklarınız ahlâkla, kutsal kitapların öngörüp önerdiği yaşamla bağdaşıyor mu? Kimleri sevindirip mutlu ediyorsunuz?

Sağlıklı mısınız?

İktidara yaranmak için kimi kendini bilmez eğitim yöneticilerinin okullarda yaptıklarının, yapmak istediklerinin bilgisi tüyler ürpertmektedir. Hiçbir yararı saptanmamış kişilerin peşinden gidip onlarla “gurur duymak” aymazlığından kurtulmadıkça karanlık artacak ve koyulaşacaktır.

Kurtuluş Savaşı, Lozan ve demokrasi kahramanı, üstün ahlâklı, örnek yurtsever,
seçkin devlet adamı İsmet İNÖNÜ
için kimi kendini bilmezlerin saldırılarıyla gündeme getirilen yalanlar, basın ahlâkıyla bağdaşmayan amaçlı yayınlar, insanlıkdışı suçlamalar,
iktidar yalakalarının düşüklüklerinin belirtisidir.

============================

Teşekkürler Sayın Yekta Güngör ÖZDEN büyüğümüz…

Sevgi ve saygı ile.
11 Nisan 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ELEKTRİK ENERJİSİ DAĞITIMI DEVLET’İN İÇİNDEKİ HANGİ DEVLET’İN ELİNDE?


ELEKTRİK ENERJİSİ DAĞITIMI
DEVLET’İN  İÇİNDEKİ
HANGİ DEVLET’İN ELİNDE?

 Portresi_Ali_Nejat_Olcen

Dr. Ali Nejat Ölçen

 

Siyasal partilerin tümü, aydın geçinenler, hatta öğretim üyelerinin çoğunluğu ve de MEDYA yazarlarının hemen tümü, ayrıntıların çıkmazında geneli görmekten her zaman uzaklara düşmüştür.

31 Mart 2015 günü tüm ülke coğrafyasında bütün gün süren elektrik kesintisinin nedenini AKP iktidarının ilgili ve sorumlu Bakanı bilmediği gibi, karşıtları tarafından kolay yol seçilmiş, elektrik kesintisi özelleştirilme sonucu ya da sabotaj olarak yorumlanmıştır. Ayrıca yanlış olan budur ve olayı basite indirgemek, temelde yatan nedeni görmezden gelmek demektir..

Elektrik enerjisi dağıtımı devletin elinde kalıp özelleştirilmeseydi, 10 saat süren böylesi elektrik kesintisi olmayacak mıydı? Olacaktı. Görünürdeki devlet ile kayıt dışı devlet arasında ne tür bir anlaşmazlık ortaya çıktı ki, kayıt dışı devletin denetiminde olan
elektrik enerjisi dağıtımına el konuldu! Bu gerçek apaçık ortadadır:

Adaletsiz ve Kalkınmasız Parti (AKP) iktidarı, Mustafa Kemal Atatürk’ün ulusalcı
ulus devletini ve devletin Cumhuriyetini yok etmeye kalkışırken, devlet içinde kayıt dışı devletin oluşumuna neden olmuştur.

O kayıt dışı devlet, AKP iktidarını teslim almaya başlamıştır.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti göstermelik olarak vardır ve fakat,
yasama dışındaki “yargı + yürütme erkleri” artık kayıt dışı iktidarın eline geçmiştir.
O kayıt dışı iktidar, kendisini yaratan AKP’yi tarihin çöplüğüne süpürmeye başlamıştır. Açıkçası:

Kayıt dışı devletin yönetim kadroları artık AKP hükümetine karşı çıkmaya başlamıştır.
31 Mart (yakın tarihimizde bir gerici ayaklanma günüdür), 10 saat elektrik kesintisinin
tüm ülkeyi kapsamına alması, kayıt dışı devletin özerkliğini ilan ettiği gündür
31 Mart 2015 tarihi. Ve AKP’nin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı ise, kesintinin niçin, nasıl ne amaçla ortaya çıktığını bilmeyen ve bilmesi olanaksızlaşan yetkisiz biridir artık. Görevinden ayrılarak onurunu koruması sorunuyla karşı karşıyadır.

Ülkemiz coğrafyasında interkonnekte enerji nakil hatlarının genel durum planı Bakanlığın elinden alınmış, kayıt dışı devletin eline geçmiş olmalı. Bakanın ve ilgili bakanlığın müsteşar ve daire başkanlarının konuya açıklık getiremeyişleri ve engel olacak karara sahip olmayışları bu olgunun  nesnel kanıtlardır. TEK olarak anılan Türkiye Elektrik Kurumu yok edilmiş olmasaydı, enerji nakil ağının genel durum planını da korunmuş olur ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı kesintisinin kaynağını bir iki dakika içinde bulabilir, etkisizleştirdi.

R.T. Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilmiş olmasına karşın halâ AKP’nin genel başkanı ve Başbakan olduğunu sanmaktadır. Açılım ile saçılımı kendisinin kandırılmasının
sonucu kabul ediyor; eğer bu gerçek ise, yakında ya da 7 Haziran’da birkaç gün süren elektrik kesintisi olasılığını düşünüyor olmalıdır. Kayıt dışı devlet; R.T. Erdoğan’ın egemenliğindeki devleti işgal etmiştir. 31 Mart günkü elektrik kesintisinin bir uyarı
kabul olduğu kesinleşecek, eğer önümüzdeki günlerde olağanüstü yadırganır kararlar gündeme girerse ve de şaşmamak gerekecek.

Özetle:

Adaletsiz ve Kalkınmasız Parti AKP iktidarı ömrünü doldurmuş görünüyor.
Onun yok oluşu sonucunda ülkemizde nasıl bir devletin ne amaçla kurulacağını
bugün hiç kimse bilemez. Acaba Pentagon, CIA ve Beyazsaray biliyor mu, bilemiyoruz. Yalnız bir gerçeği iyice biliyoruz ki, Kaç-ak Saray hiçbir şeyi bilmiyor,
sadece laf üretiyor.

Dr. Ölçen

==================================

Dostlar,

Cumhuriyetimizin ağabeyi, 1922 doğumlu üstadımız Sayın Dr. Müh. Ali Nejat ÖLÇEN yukarıdaki yazıyı paylaştı e-ileti ile..

Biz de size sunuyoruz..
Sağolun Sayın Ölçen..

Yarın, 4 Nisan 2015 günü Ulusal Eğitim Derneğinde sizin konferansınızı dinleyeceğiz..

AKP SONRASI TÜRKİYE…

Necatibey Cad. 13/13, saat 14: 00

Sevgi ve saygı ile.
03 Nisan 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Ahmet GÜREL’den : 75. YILINDA KÖY ENSTİTÜLERİ..

Koy_Enstituleri

Ahmet GÜREL’den :
75. YILINDA KÖY ENSTİTÜLERİ..

portresi

 

 

DEĞERLİ ADD ŞUBE BAŞKANLARIMIZ. 

17 Nisan 1940 günü, Köy Enstitüleri kuruluş yasası kabul edilmiş ve bu süreçte açılan
“Köy Enstitüsü” sayısı 21’e ulaşmıştır. Köy Enstitülülerinin açık olduğu 12 yılda,
bu okullarda; 18.000 öğretmen, 2.000 sağlık memuru yetişmiştir.

21 Köy Enstitüsüne ait binlerce fotoğraflık bir arşive,
“Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği” kurucusu ve onursal başkanı,
Ortaklar Köy Enstitüsü mezunu, Müfettiş Halil Vural sayesinde kavuştum.

Önce 21 “Köy Enstitüsü ”ne ait 200 fotoğraflık sergi açtık. Bu arşiv, eğitimde yitirdiklerimiz için özlem dolu tepkiler aldı. 8 yıl içinde, yaşları 80 ile 90 arasında olan
17 Köy Enstitülü mezun ile 20 saate yakın röportaj yaptım. 60 dakika olan
“Köy Enstitüleri Destanı” arşiv belgeselimde; bu okulların kuruluşunun utkusunu,
verdiği eğitimi ve kapanışının hüznünü anlatan 55 dakikalık mezun röportajıyla
600 fotoğrafa yer verdim.

“Köy Enstitüleri Destanı” yaratan Köy Enstitülü konuşmacıların çoğunun
evden çıkamayacak oluşları, yaşadığım en büyük üzüntüdür. 5-10 yıl sonra, Aydınlanma neferlerinin hiçbiri yaşamda olmayacaktır. Bu nedenle röportajı sürdürmek gerektiği kanısındayım. Amaç; ileriye dönük olarak ülkemiz eğitimine “Köy Enstitüleri Belleği”ni armağan etmektir

“Köy Enstitüleri Destanı” belgeselim, ülkemizde yapılan en önemli belgeselden biridir. Tüm ADD şubelerinin izlemesi ve şubelerinde göstermesi arzumdur.

Konak Belediyesi Selahattin Akçiçek Kültür Merkezinde,
17 Nisan 2015 günü saat: 14.00’te

“Köy Enstitüleri Destanı”

konferansımıza bekliyoruz.
01 Nisan 2015

Ahmet Gürel
ADD Eğitim-Bilim-Danışma Kurulu Üyesi

Not  : Etkinliğimiz “ADD İzmir Şubeleri-Ulusal Eğitim Derneği İzmir Şubesi”
Birlikteliği ile yapılacak.

Program: Saygı Duruşu
Belgesel sunumu
Halil Vural – Engin Tonguç Konuşması

=================================

Dostlar,

Çooook uzun yıllar ADD’de Genel Merkez yönetiminde omuz omuza çalıştığımız üretken, azimli, becerikli çooook başarılı dostumuz Sayın Ahmet Gürel‘e teşekkür ederek
17 Nisan  2015; 75. yıl İzmir programını duyurmak istedik..

Ellerine sağlık ve başarılarını dileriz gönülden..

Anadolu bozkırlarının kardelenleri KÖY ENSTİTÜLERİ‘ne
emek veren tüm  kahramanlara, başta düşünsel mimarı Mustafa Kemal Atatürk‘e, gerçekleştiren İsmet İNÖNÜ‘ye, MEB Hasan Ali Yücel‘e,
efsane Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç‘a ve
sayıları 20 bini aşan mezun yiğitlerin her birine
teker teker şükran ve saygılarımızı sunuyoruz..
(En üstteki görseli ve Sn. Gürel’in fotoğrafını biz ekledik..)

Sevgi ve saygı ile.
02.04.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ÖCALAN’ın 21 Mart 2015 Nevruz İletisi Üzerine


ÖCALAN’ın 21 Mart 2015 Nevruz İletisi Üzerine


Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Yazılarımızda – söylemlerimizde hep sorup durduk PKK’lılara – ayrılıkçı Kürt kardeşlerimize :

1. Emperyalizmle işbirliği yaparak özgürlük -bağımsızlık savaşı verilebilir mi?
2. Emperyalizmin özgürlüğüne – bağımsızlığına kavuşturduğu bir halk var mıdır?
3. Mazlum, anti – emperyalist savaşla kurulan Türkiye’ye bu başkaldırı niyedir?
4. Apo – PKK hiç yüzü kızarmadan, işbirlikçisi emperyalizme nasıl çatabilmektedir?
5. Tarihte hangi sol – emperyalizm karşıtı örgüt, ABD – AB emperyalizminin
her türlü açık desteğini hem de onlarca yıl alabilmiştir??

*****
Dolayısıyla, PKK emperyalizmin maşası bir bölücü örgüttür.
40 yıldır bölgede kardeş kanı dökmektedir. Elleri fevkalade kanlıdır.
Kürt kardeşlerimizin kurtarıcısı bir örgüt olmayıp, emperyalizmin taşeronudur.
Hedefi, bölgede BOP kapsamında İsrail güdümünde kukla Kürt devleti kurarak
Kürt kardeşlerimizi sonsuza dek emperyalizme sömürge – uşak kılmaktır.

Oysa şimdi Kürt kardeşlerimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit haklara sahip 1. sınıf yurttaşlarıdır. Kopenhag Ölçütleri bağlamında tüm hak ve özgürlükleri elde etmişlerdir.
Sorun şu ya da bu etnik kümenin, inanç kümesinin hak ve özgürlükleri değil;
tüm Türk halkının / ulusunun 1. sınıf bir demokrasi olması sorunudur.

Vee “Türk” sözcüğü bir etnik kümenin adı değildir!
“Türkiye Cumhuriyetini kuran halkın – ahalinin adıdır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün tanımı budur. Bu çağrı bir uygarlık çağrısıdır :

 “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına / ahalisine TÜRK MİLLETİ denir.”

ULUS DEVLET olarak emperyalizme bu topraklarda set çekmenin çağrısıdır.
Bu tarihsel – gerçekçi sosyolojik bilimsel temelli çağrı görülmez de ayrışmaya
çanak tutulursa, 40 yıldır pisi pisine ödenegelen çok acı bedeller daha da büyüyebilecektir.

Kürt kardeşlerimizin ezici çoğunluğunun bu kanlı emperyalist bölünme oyununa gelmeyeceklerini ummak istiyoruz.

AKP hükümetinin de aklını başına alarak, bu yaşamsal ülke – ulus bütünlüğü sorununu seçimlere alet etmemesini diliyoruz.

Bay RTE ve AKP iktidarının bu bağlamda düştüğü derin çatlak ibret vericidir.
İzlenen sözde “açılım” politikalarının ürkünç (vahim) sonuçlarını sezen Erdoğan,
ürkü (panik) içindedir. Hükümet ise seçim öncesinde emperyal odakları karşısına almak istememektedir.

Oysa bir siyasal kadronun en başta gelen görevi ülkesini ve halkını iç savaştan, bölünmekten korumak değil midir?

Ülke – Ulus birliği, tüm sorunların büyülü çözüm anahtarı değilse nedir??

*******

95 yıl önceki Said-i Kürdi’nin ibret dolu mektubunu paylaşalım     :

Int. Herald Tribune Gazetesi’ne Paris Kürt Enstitüsü imzasıyla verilen ilanla (10.12.1920) güya Kürtleri temsilen kimi isteklerde bulunmuşlardır. Gerçek Kürtleri temsil etmeyen kimilerinin, Kürtlerin tarihi geçmişine bütünüyle zıt olarak ayrı bir yol izledikleri görülmektedir. 95 yıl önce yayımlanan mektubu anımsayalım :

1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlıların üzerine bin bir hesap yapılırken,
kimi Ermeni ve Kürtler de ayrılıp kendi devletlerini kurmayı düşünürler. İşte bunlardan
bir Kürt Paşası ile Ermeni Paşası, ilginçtir ki; yine Paris’te 2 ulusu temsilen anlaşma imzalarlar.

Bu gelişmeyi duyan Said Nursi, iki büyük Kürt aşireti reisi ile birlikte bu anlaşmanın Kürtleri temsil etmediğini, Kürtlerin Osmanlılardan ayrılma düşüncesinde olmadığını
ve daha birçok gerçeği dile getirmiştir. Bugün yine aynı merkezlerde, benzer misyonla yüklü adamlar ve yabancı parmağıyla kışkırtmalar sergileniyor. Said Nursi ve arkadaşlarının o zaman İkdam Gazetesi’ne ve Sebil-ür Reşad Mecmuası aracılığıyla kamuoyuna duyurduğu gerçekleri, bugün aynı gereksinimle, ibret alınması için, dikkatinize sunuyoruz.. (İkdam, 22 Şubat 1336, 7 Mart 1920, sayı: 8273)

*****

İkdam Ceride-i Muteberesine!

Evvelki günkü gazeteler, Paris’te Şerif Paşa ile Ermeni heyet-i murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir anlaşma yapıldığını yazarak,
Kürt kamuoyuna açıklamada bulunuyorlardı. 4.5 yy’dan beri İslam birliğinin özverili ve cesur koruyucu ve yandaşları olarak yaşamış ve dinsel töreye sadakati yaşam amacı bilmiş olan Kürtler; henüz beş yüz bine varan şehitlerinin kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının anılarını acılarla anarken; İslamiyetin zararına olarak, tarihsel ve yaşamsal düşmanlarıyla anlaşma imzalamak yoluyla; salabet-i diniyeleri hilafında iftirak-cûyane âmâl takib edemezler. Binaenaleyh, Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne muğayir hareket eden zevatı da tanımazlar.. Ve yegane emelleri de; vahdet-i dinî ve millîlerini muhafaza olduğundan, keyfiyyatın izahına
delalet buyurulmasını 
muhterem gazetenizden istirham ediyoruz.

‘Boğos Nubar ile Şerif Paşa arasında akdedilen mukaveleye en müskid ve beliğ cevap, vilayat-ı şarkiyede Kürd aşairi rüesası tarafından çekilen telgraflardır. Kürdler camia-i İslamiyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler mutlaka makasıd-ı mahsusa tahtında hareket eden ve kürdlük namına söz söylemeye selahiyettar olmayan beş on kişiden ibarettir. Kürdler, İslâmiyet nam ve şerefini i’la için beşyüzbin (500 000) kişi feda etmişler ve makam-ı hilafete olan sadakatlerini, isar ettikleri kan ile bir kat daha te’yid eylemişlerdir.

Ma’hud muhtıranın esbab-ı tanzimine gelince: Ermeniler Vilâyat-ı Şarkiyede ekall-i- kalil derecesinde bulundukları için asla bir ekseriyet teminine.. ve ne kemiyyeten, ne de keyfiyyeten Şarkî Anadolu’da iddiayı temellüke muvaffak olamayacaklarını son zamanlarda anladılar.. Maksadlarına, Kürdler namına hareket ettiğini iddia eden
Şerif Paşa’yı alet etmeyi müsait ve muvafık buldular. Bu suretle Kürd ve Ermeni davası ortada kalmayacak ve Şarkî Anadolu’daki iftirak âmâli mevki-i fiile çıkmış olacaktı.

İşte, bu gaye ile o ma’hud beyanname müştereken imzalandı ve konferansa takdim olundu. Ermeniler’in maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemiyyeten hal-i ekseriyette bulunduklarını inkâr edemeseler bile, keyfiyyeten, yani ilmen, irfanen kendilerinden dûn oldukları bahanesiyle, Kürdleri bir millet-i tabie haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürd taraftar değildir. Zaten Kürdler bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif olduklarını isbat ediyorlar.

Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır..  

Çünkü her şeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan… Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez. “El İslâmü cebbeti’l asabiyyete’l cahiliyyete” İslam, uhuvvet-i İslamiyeye münafi olan kavmiyyet davasını men’ eder.” 

Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir. İslamiyyet, herhangi bir ırkın diğer bir unsuru İslam aleyhine olarak menfî surette intibah hasıl etmesini kabul edemez. Binaenaleyh, Kürdleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler esasat-ı İslâmiyeye muhalif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpte toplanan beş on kişiden ibaret!.. Hakiki Kürdler, kimseyi kendilerine vekil-i müdafaa olarak kabul etmiyorlar.

Onların vekili ve Kürdlük namına söz söyleyecek ancak Meclis-i Mebusan-ı Osmaniyedeki mebuslar olabilir. Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor… Kürdler, ecnebî himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ediyorlar.  Eğer Kürdlerin serbestii inkişafını düşünmek lazım gelirse; bunu Boğus Nubar ile Şerif Paşa değil, Devlet-i âliye düşünür.

Hülâsa: Kürdler bu hususta kimsenin  tevassut ve müdahalesine muhtaç değildirler…

Sadatı Berzenciye’den Dava Vekili Ahmet Arif Hizan Sadat-ı Kiramından
İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıddık Ulema-i Ekrad’dan

Said-i Kürdî 
İkdam, 22 Şubat 1336, 7 Mart 1920, sayı: 8273

*****

Evet dostlar,

Said-i Kürdî 7 Mart 1920’de İstanbul’da yayımlanan İKDAM gazetesine yukarıdaki mektubu yolluyor ve yayımlanıyor. Kürtlerin Ermenilerin ve Batılıların oyununa gelmeyeceğini uzun uzun ve gerekçeleriyle açıklıyor. Aradan 95 yıl geçti.
Ama ayrılıkçı Kürtler aynı filmi sergiliyorlar.. Bu kez sahnede APO var..
Tarihten hiç ders almamışa benziyorlar.
Durum gerçekten hazindir. Günümüzün ayrılıkçı Kürtçü kadroları Said-i Kürdi’den daha geride ve daha gericidirler.

*****

Halkımız, 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde elbette bu nazik – kritik değerlendirmeleri yapacak ve bölücü siyasal kadro ve partilere oy vermeyecektir..

Sevgi ve saygı ile.
23.03.2015, Ankara

Not : Yazının pdf formatı için tıklayınız…

OCALAN’in_21_Mart_2015_Nevruz_Iletisi_Uzerine

Öcalan’ın Nevruz mesajının düşündürdükleri


Öcalan’ın Nevruz mesajının
düşündürdükleri

Portresi_ATA_ile

Onur Öymen

 

 

İktidar çevreleri ve basının büyük bir bölümü tarafından merakla beklenen
Öcalan’ın Nevruz mesajı açıklandı.

Bu mesajda dile getirilen görüşler, iktidar partisi ve onu destekleyen çevrelerce olumlu karşılandı. Şimdi herkes Öcalan’ın sözlerinin ne anlama geldiğini yorumlamaya çalışıyor.
Oysa mesaj açık ve ana hatları şöyle:

-Emperyalist kapitalizmi suçluyor. Demek ki, PKK anti-emperyalist bir örgütmüş.
Peki o zaman, kollarında ABD bayrağıyla Kobani’ye gitmek için Güneydoğu Anadolu’dan geçenleri “Biji Obama” diye selamlayanlar hangi örgütün destekleyicileriydi?

PKK’yla son zamanlarda kader birliği yapan Barzani’nin bağımsız Kürt devleti kurulacağı yolundaki demecine ilk desteği veren İsrail Başbakanı Netehyahu da anti-kapitalist bir ülkenin başbakanı mıydı?

Etnik ve dinsel farklılıkların anlamsız ve acımasız kimlik savaşlarıyla tüketildiğini,
vicdani değerlerinin buna izin vermediğini söylüyor.
Bu acımasız terör saldırılarını düzenleyerek 40 bin kişinin ölümüne sebep olanlar kimlerdi?

Kırk yıllık mücadelenin boşa gitmediğini söylüyor.
Demek ki, yaptıklarından ve on binlerce insanın yaşamına mal olan eylemlerden
pişmanlık duymuyor. Bunların yanlış olduğunu kabul etmiyor.

On maddelik AKP – PKK bildirgesinin yaşama geçirilmesini istiyor ve ancak bu ilkelerde uzlaşma olursa bir kongre yapılmasını gerekli görüyor. Varılan mutabakat Parlamentoda ve İzleme Heyetinin oluşturacağı Hakikat ve Yüzleşme Komisyonunda onaylanacak, ondan sonra kongre toplanacakmış.

Yani terörü kayıtsız şartsız bitirme kararı yok.

Koşullu bir uzlaşma önerisi var.
Bütün bu koşullar yerine getirilirse Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı eylem yapılmayacağı Kongrede kararlaştırılabilirmiş!

Yani “Terör örgütünü feshedeceğiz, bütün silahları her yerde gömeceğiz, artık hiçbir koşulda teröre başvurmayacağız!” demiyor.

Öyle anlaşılıyor ki, bütün koşullar yerine getirilse bile, Türkiye’ye komşu coğrafyada
silahlı varlıklarını sürdürecekler ve beki de kurulması öngörülen Bağımsız Kürt devletinin Peşmergelerle birlikte silahlı ögelerinden biri olacaklar, bu gün yaptıkları gibi gerektiğinde onlarla birlikte savaşacaklardır.

Peki bu koşullarda anlaşma olmazsa ne olacak?

Bu ifadenin doğal sonucu terör, onların koşulları kabul edilinceye dek sürecektir.

-Yeni dönem eşit anayasal yurttaşlık temelinde oluşturulacakmış.
Bu ifade, 1924 yılından beri anayasalarımızın temel maddelerinden olan,

etnik ve dinsel kimliği ne olursa olsun bütün vatandaşlarımızın Türk milletinin
bir parçası olduğu
anlayışına ters düşüyor.

Yani Türk hükümeti uzlaşmak istiyorsa, milli birliğimizi oluşturan bu temel anayasa hükmünden vaz geçecek.

Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkanların bunu kabul etmesi mümkün mü?

-90 yıllık Cumhuriyet tarihi çatışmalarla dolu geçmiş diyor. Oysa tarihimizin en uzun barış dönemlerinden biri o 90 yıldır. O dönemdeki kimi silahlı ayaklanmaların sorumlusu Cumhuriyet hükümetleri değildir.

-Ulus devlet milliyetçiliği etnik ve dinsel kimlikleri birbirine düşman etmiş ve
böl-yönet politikası izlemiş, varlığını acımasızca bugüne dek sürdürmüştür deniliyor.

Gerçek bunun tam tersidir. Ulus devlet Cumhuriyetimizin en büyük kazanımıdır. Cumhuriyeti kuranlar
* Toplumun tümüne sahip çıkmışlar,
* Bütün milleti kucaklamışlar,
* Etnik ve dinel ayırımcılığa izin vermemişlerdir.

Çağdaş milliyetçilik anlayışı devlet anlayışımızın temellerinden biridir.

Bu açıklama da gösteriyor ki; terörü bitirmek için bir terör örgütünden medet ummak yanlış bir yoldur ve boş hayaldir.

Siyasal istemlerini yıllardan beri devlete silah zoruyla dayatmaya çalışanlarla uzlaşma aramak
vahim bir siyas
al hata olmuştur.

Kürt kökenli bütün vatandaşlarımızın sözcüsü gibi ortaya çıkanlar, bu ülkenin
asli ögeleri olan ve anayasamıza göre eşit haklara sahip olan bu vatandaşlarımızın
tümünü kendi hedeflerinin destekçisi gibi göstermeye çalışmaktadırlar.

Öbür bütün vatandaşlarımız gibi, Kürt kökenli vatandaşlarımızın bireysel haklarına
sahip çıkmak hepimiz için insanlık borcudur.

Ama terör dayatmasıyla bu vatandaşlarımızın Türk vatanı üzerinde adeta
koalisyon ortakları gibi gösterilmesi kabul edilemez.

Ne yazık ki, aydınlarımızın ve basınımızın bir bölümü ile bazı siyasetçiler bu oyunu
ya görmemekte veya bilerek buna destek olmaktadırlar.
Öyle anlaşılıyor ki, “Ver de Kurtul” lobisi hala varlığını sürdürmektedir.

  • Cumhuriyetimizin değerlerine içtenlikle sahip çıkan vatandaşlarımızın
    bu oyunu içlerine sindirmeleri mümkün müdür?

    Kim ne derse desin; Devletiyle – milletiyle bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti; Atatürk’ün gösterdiği çağdaş, milli, laik ve demokratik devlet olma niteliğini
    sonsuza dek sürdürecektir. 

Saygılar, sevgiler. 23.03.2015

==================================

Dostlar,

Biz de içeriğini paylaşarak yayımlıyoruz Sn. Öymen’in iletisini.

Yazılarımızda – söylemlerimizde hep sorup durduk PKK’lılara – ayrılıkçı Kürt kardeşlerimize :

1. Emperyalizmle işbirliği yaparak özgürlük -bağımsızlık savaşı verilebilir mi?
2. Emperyalizmin özgürlüğüne – bağımsızlığına kavuşturduğu bir halk var mıdır?
3. Mazlum, anti – emperyalist savaşla kurulan Türkiye’ye bu başkaldırı niyedir?
4. Apo – PKK hiç yüzü kızarmadan, işbirlikçisi emperyalizme nasıl çatabilmektedir?
5. Tarihte hangi sol – emperyalizm karşıtı örgüt, ABD – AB emperyalizminin
her türlü 
açık desteğini hem de onlarca yıl alabilmiştir??

*****
Dolayısıyla, PKK emperyalizmin maşası bir bölücü örgüttür.
40 yıldır bölgede kardeş kanı dökmektedir. Elleri fevkalade kanlıdır.
Kürt kardeşlerimizin kurtarıcısı bir örgüt olmayıp, emperyalizmin taşeronudur.
Hedefi, bölgede BOP kapsamında İsrail güdümünde kukla Kürt devleti kurarak
Kürt kardeşlerimizi sonsuza dek emperyalizme sömürge – uşak kılmaktır
.

Oysa şimdi Kürt kardeşlerimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit haklara sahip 1. sınıf yurttaşlarıdır. Kopenhag Ölçütleri bağlamında tüm hak ve özgürlükleri elde etmişlerdir.
Sorun şu ya da bu etnik kümenin, inanç kümesinin hak ve özgürlükleri değil;
tüm Türk halkının / ulusunun 1. sınıf bir demokrasi olması sorunudur.

Vee “Türk” sözcüğü bir etnik kümenin adı değildir!
“Türkiye Cumhuriyetini kuran halkın – ahalinin adıdır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün tanımı budur. Bu çağrı bir uygarlık çağrısıdır :

“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına / ahalisine TÜRK MİLLETİ denir.”

ULUS DEVLET olarak emperyalizme bu topraklarda set çekmenin çağrısıdır.
Bu tarihsel – gerçekçi sosyolojik bilimsel temelli çağrı görülmez de ayrışmaya çanak tutulursa, 40 yıldır pisi pisine ödenegelen çok acı bedeller daha da büyüyebilecektir.

Kürt kardeşlerimizin ezici çoğunluğunun bu kanlı emperyalist bölünme oyununa gelmeyeceklerini ummak istiyoruz.

AKP hükümetinin de aklını başına alarak, bu yaşamsal ülke – ulus bütünlüğü sorununu seçimlere alet etmemesini diliyoruz.

Bay RTE ve AKP iktidarının bu bağlamda düştüğü derin çatlak ibret vericidir.
İzlenen sözde “açılım” politikaların ürkünç (vahim) sonuçlarını sezen Erdoğan,
ürkü (panik) içindedir. Hükümet ise seçim öncesinde emperyal odakları karşısına almak istememektedir.

Oysa bir siyasal kadronun en başta gelen görevi ülkesini ve halkını iç savaştan, bölünmekten korumak değil midir?

Ülke – Ulus birliği, tüm sorunların büyülü çözüm anahtarı değilse nedir??

Halkımız, 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde elbette bu nazik – kritik değerlendirmeleri yapacak ve bölücü siyasal kadro ve partilere oy vermeyecektir..

Sevgi ve saygı ile.
23.03.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

NARSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUĞU ve ERDOĞAN


NARSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUĞU ve ERDOĞAN

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com
http://ahmetsaltik.net/2015/03/19/erdoganin-akil-sagligi/

Son derece ilginç bir tablo ile karşı karşıyayız. 80 milyona varan nüfusuyla dev bir ülke
ve pek çok başka devlet, uluslararası kurum.. RT Erdoğan’ın 12 yılı aşan yönetiminden
illallah demektedir.

Bir “hal” çaresi bulunamamaktadır. Toplum neredeyse nefsi müdafaya geçmiştir.
RT Erdoğan’ın davranışlarındaki tutarsızlıklar, çelişkiler onlarca, yüzlercedir.

Önceki gün de “ülkemizin bir anonim şirket gibi yönetilmesi gerektiğini” söyleyerek demokrasiden ne denli uzak ve son derece tehlikeli niyet ve düşünceler taşıdığını
kendi ağzıyla açıklamıştır. Şirketler Kapitokratik / Kapitokrasi ile (sermaye gücü ile,
kapital ile) yönetilen yapılardır; toplumlar ise Demokrasi ile yönetilirler.

Oysa Kadim Plato’dan bu yana Demokrasi 2500 yıldır insanlığın özlemi – hedefidir ve Anayasamız da Türkiye’nin Demokratik bir Cumhuriyet olduğunu değiştirilemez bir hüküm olarak koymuştur (md. 2 ve 4). Bu bağlamda RT Erdoğan’ın “ülkemizin bir anonim şirket gibi yönetilmesi gerektiği” önerisi, Plato’dan da geri bir anlayışın dışavurumudur.

***

“Narsisistik kişilik bozukluğu” seyrek görülen bir durum değil, tersine “sıkça” rastlanan
bir tablodur. RT Erdoğan’ın, haydi “Bozukluk” (İngilizce Disorder) sözcüğünü kullanmayalım, “Narsisistik bir kişilik örüntüsü” olduğu ülkemizde yaygın olarak konuşulmakta ve kabul görmektedir. Eski deyimle böylesi bir tanı vaka-i adiyedendir, sıradanlaşmıştır.

Öte yandan bir insana “Narsisistik kişilik bozukluğu” tanısı koymak için hekim olmak
bile gerekmez. Hele tıpta herhangi bir dalda uzman hekim olmak hiç gerekmez.
Başta Psikologlar olmak üzere, ortalama her aydın, özellikle siyaset bilimciler, diplomatlar, öğretmenler…  böylesi bir tanıyı koyabilirler. Kişinin bir hekimin muayenesinden geçmesi de gerekmez. Kamuoyu önünde sergilenen sürgit davranışlar yeter ipucu hatta kanıttır.

RT Erdoğan’ın bu kişilik özelliği herkesin malumu iken, hekimler arasında yaygın olarak
kabul görmekte iken; saygın ve kıdemli meslektaşımız Uz. Dr. Mustafa ALTIOKLAR
“Kral çıplak” deme yürekliliğini göstermiştir.

Apaçıktır ki; cümle aleme malum bu değerlendirmeyi – yargıyı – nitelemeyi …
TIBBİ TANIYI “hakaret” gerekçesiyle dava etmek ise merdi kıptinin şecaat arzını çağrıştırmakta, adeta kendini ele vermektedir.

Bu sitede daha önce benzer kaygılar dile getirilmiş, Türk Tabipleri Birliği ile
Türk Psikiyatri Derneği‘nin, Türk Psikologlar Derneği‘nin meşru girişimlerde bulunması gerektiği vurgulanmıştı.

Şimdi, davacı olarak, aslında ayna tutarak kendisine ve ülkemize çok hayırlı bir iş yapmış olan Sayın Dr. Mustafa ALTIOKLAR’ın cezalandırılmasını istemek yerine, RT Erdoğan, resmi bir Psikiyatristler kurulunca muayeneyi kabul etmeli ve böylesi bir kişiliğinin olup-olmadığını kanıtlamalıdır. Böylelikle şüyuu vukuundan beter bir durum aydınlatılmış olur. Kendisi muayeneye yanaşmazsa, mahkemece, durumun netleşmesi için bilirkişi kurulu oluşturularak Uz. Dr. Altıoklar’ın koyduğu tıbbi tanının, kendisinin de pek yerinde istemine dayalı olarak yerindeliği / yerindesizliği belirlenmelidir.

Dr. Altıoklar’ın RT Erdoğan’ı sağlık raporu almaya zorlaması kişisel olarak olanaklı değildir. Öte yandan davaya bakan mahkeme böylesi bir yola başvurmadan
nasıl hüküm kuracaktır? Sav sahibi, savının kanıtlanması için mahkemeden yardım istemekte, mahkemeyi göreve çağırmaktadır. Ceza Yargılaması Hukukunun gereği olarak sanığın lehine ve aleyhine tüm kanıtları toplamak zorundadır (CMK md. 160/son ve md. 320). Dr. Altıoklar’ın, Erdoğan’a kurul sağlık raporu verilmesi isteminin reddi olanak dışıdır. Gelinen yer, ülkemiz için bir fırsattır, değerlendirilmelidir.

Kaldı ki; ülkenin üst düzey yöneticilerinin beden – ruh sağlığı ile ilgili olarak kamuoyunda bir kaygı – kuşku doğduğunda, demokratik gelenekler, bu kişilerin kendiliğinden
sağlık kurumlarına başvurarak durumlarını belgelemelerini ve kamuoyu ile paylaşmalarını gerekli hatta zorunlu kılar.

Dr. Altıoklar, Türkiye’de de böylesi bir geleneğin yerleşmesine hizmet etmiş olacaktır.

Açık bilimsel veridir ki; “Narsisistik kişilik bozukluğu” demokrasi ile bağdaşmaz.

  • Narsisist kişiler demokrat değillerdir, olamazlar. 

Bu durum Ülkenin selameti açısından son derece sakıncalıdır. Nitekim demokrasi ve
Anayasa dışı pek çok istem ve eylem RT Erdoğan tarafından Türkiye’ye dayatılmaktadır.
Örneğin Demokrasinin bir tramvaya benzetildiği, istenen durağa gelindiğinde inileceği,
laikliğin cumhur isterse tabii gideceğini… vd. apaçık söylenmiştir. RT Erdoğan,
en hafif deyimiyle totaliter (tüm yetkileri 1 kişide toplandığı) bir yönetim istemektedir.
Totaliter rejimlerin başındaki yöneticiler de siyasal bilim literatüründe “Diktatör” olarak tanımlanmaktadır. Ancak Erdoğan, kendisinin tutum ve eylemleri için bu nitemi (sıfatı) kullananları yine “hakaret” gerekçesi ile ve kişilik yapısının denetlenemeyen dürtüsü ile dava etmektedir!

Cumhurbaşkanlığı yemini ve Anayasa ayaklar altındadır; Demokrasinin olanakları
kötüye kullanılarak fiili bir darbe yapılmakta, ülkemiz hızla despotik bir rejime sürüklenmektedir.

Cumhurbaşkanı bile olsa, kişilik haklarına hakaret edildiği sözde savları ardına saklanarak sorumlu yurttaşlık görevini yüreklilikle yerine getiren kişilerin üzerine, “en iyi savunma saldırıdır” taktiğiyle gitmek hukuk ve demokrasi içi değildir. Dava açan savcılığın yargısı son derece sığ ve bilim dışıdır :

“Akıl hastalığına vurgu yapılması, eleştiri ve düşünce özgürlüğü sınırlarını aşarak
hakaret suçu teşkil etmektedir.”

31 yıllık kıdemli hekim Uz. Dr. Mustafa Altıoklar akıl hastalığı vurgusu / iması da yapmamakta, akıl hastalığı tanısı koymaktadır. Tıbbi tanı koymak “eleştiri ve düşünce özgürlüğü” kategorisinde bir davranış değildir ki, bu sınırlar aşılarak hakaret suçu işlenmiş olsun! Bu davranış ve eylem; yani “narsisistik kişilik bozukluğu” tanısı koymak, profesyonel sorumluluk gereği yetki ile yerine getirilen, üstün kamu yararı açısından kaçınılması olanaklı olmayan bir edim, bir eda / borçtur, Hipokrat yemininin gereğidir. Yavuz hırsızlık yöntemleri ile agresyon göstererek Dr. Altıoklar’ı linç etmek yerine, buyurun, resmi bir uzman hekimler kurulundan raporla durumunuzu belgeleyin.
Bu sizin de ülkenin de hayrına olacaktır.

Unutulmasın ki, insan bedeni ve ruhsal yapısıyla bir bütündür. Bedensel hastalıkları
nasıl olağan karşılıyorsak, insanlar ruhsal olarak da pekala hastalanabilirler.
İzlenecek biricik yol, modern tıp biliminin olanaklarını kullanarak
ruh sağlığı bozukluklarının da sağaltımını (tedavisini) istemektir.

Türk Tabipleri Birliği derhal devreye girerek, bilimsel gerçeğin hızla aydınlatılması için
tüm olanaklarını seferber etmelidir. Ulusun gerçeği bilme hakkı kesin olarak önceliklidir.

Unutulmasın; söz konusu Vatan olunca, geri kalan her şey teferruattır.

Not : Bu akşam (19 Mart 2015) Ulusal Kanal’da saat 21:00’de sorun tartışılacaktır.
Sayın Gülgûn Feyman’ın çok başarılı “Nasıl Yani?” adlı programında
Dr. Mustafa Altıoklar ve Av. Zeynep Küçük katılımcı olacaklar.
Olanak olursa biz de telefonla bağlanarak katkı vermeye çalışacağız..

Sevgi ve saygıyla.
19.3.2015, Ankara
=================================================

Dr. Mustafa ALTIOKLAR’ın Mahkemede Savunması

Erdoğan’ın akıl sağlığı

Erdoğan’ın akıl sağlığı durumunun…  Mart 17, 2015

Dr. Mustafa Altıoklar’ın, Tayyip Erdoğan için “Kişilik bozukluğu var, 46 raporu vermek lazım.” sözleri mahkemeye taşınmıştı. Uz. Dr. Mustafa Altıoklar’ın davadaki savunması ortaya çıktı Ünlü sinema yönetmeni Uz. Dr.  Mustafa Altıoklar CNN Türk Aykırı Sorular programında Başbakan Tayyip Erdoğan için “Narsistik Kişilik Bozukluğu” olduğunu söyleyerek

“Kendisine rapor vermek lazım 46 raporu” ifadelerini kullanmıştı. Başbakan Erdoğan için kullandığı ifadeler için mahkemede savunma yapan Altıoklar’ın Erdoğan için söylediği ifadelerden geri adım atmadı. Dr. Altıoklar, hakaret etmediğini bir doktor olarak teşhis koyduğunu söyledi. Oyuncu Levent Üzümcü Altıoklar’ın savunmasını Twitter’dan paylaştı…

Dr. ALTIOKLAR’IN SAVUNMASI

SAYGIDEĞER YARGIÇLAR,

Ben bugün burada bir hakaret davasından yargılanırken savunmamı DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ kavramı üzerine kurmayacağım. HAYIR. Ben aslında bugün burada bir SAVUNMA YAPMAYACAĞIM. Bugün ben burada sizlere bana daha 24 yaşındayken verdiğiniz resmi bir görevi hatırlatacağım ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI’nın 27. maddesinden bahsedeceğim. ANAYASAMIZ’ın 27. maddesi; “ Herkes, bilimi serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma hakkına sahiptir.” demektedir.

Bendeniz, 1984 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olmuş, bir hekimim. (BELGE 1). Mezuniyetimi takip eden hafta hekim olarak mesleki kariyerime başladım. Henüz 24 yaşındayken sizler gibi hâkimler ya da savcılar karara bağlayacakları dosyaları tarafıma göndererek davalarıyla ilgili şahısların akıl sağlığının yerinde olup olmadığına dair raporlar talep ettiler. Benim ve benim gibi pratisyen hekimlerin, dikkatinizi çekerim psikiyatri uzmanları değil, pratisyen hekimlerin verdikleri kanaat raporları doğrultusunda adaletin gereğini yerine getirdiler. Bizler o akıl sağlığı raporlarını vermeyecek olsak kanun önünde suçlu sayılabilirdik.

Özetle şahsımın verdiği kanaat raporları sizlere ışık tuttuğu için yargıya varabildiniz. Şimdi ise o günlerin üzerinden tam otuz yıl geçti ve değirmende değil, hekimliğimin yanı sıra yazar ve yönetmen olarak iştigal ettiğim karakter analizleriyle ağarmış saçlarımla, artık epeyce tecrübeli bir hekim olarak vardığım Narsisistik Kişilik Bozukluğu kanaatimden dolayı “şüpheli” sıfatıyla karşınızdayım. Söz konusu şüphe ise hakaret ettiğimdir. Savcılık makamı iddianamesinde “Akıl hastalığına vurgu yapılması, eleştiri
ve düşünce özgürlüğü sınırlarını aşarak hakaret suçu teşkil etmektedir.” demektedir.

Her şeyden önce akıl hastalığına hakaret demek, akıl hastalarına hakarettir.
Ben sözlerimde hakaret unsuru bulmamaktayım, eleştirmeye niyet dahi etmedim,
hele hakaret yoluyla suç işlemeye kastım hiç olmadı. Çünkü ben teşbih yapmadım,
teşhis koydum. Müştekide Narsisistik Kişilik Bozukluğu olduğunu söylerken ne bir benzetme, ne bir yakıştırma, ne bir aşağılama düşüncem olmadı. Hekimlik etiği hastalarının durumlarını alay konusu yapmaz, aşağılamaz, hele hakaret amaçlı asla kullanmaz. Biz hekimler tababet ve şuabatı sanatlarının tarzı icrasına ehliyet almadan önce bu madde üzerine de and içeriz ve içtik. Davaya söz konusu olan açıklamamda ise
aynen meslektaşlarım olan Türk Tabipler Birliği mensubu hekimlerin duyduğu kaygıyı kamuoyuyla paylaştım.

“Bizler hekimiz. İnsanın bin bir ruh halini, bin bir duygu durumunu biliriz.

Başbakan Erdoğan’ın duygu durumundan endişe duyuyoruz. Fevkâlâde endişe duyuyoruz.

Kendisi, çevresi, ülkemiz adına endişe duyuyoruz. Endişemizi kamuoyuyla paylaşıyoruz.” (BELGE 2)

Bakın ben sadece altı yıllık tıp fakültesi eğitimi almakla kalmamış, 1987-1991 yılları arasında Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak akademik kariyer yapmış uzman bir bilim adamıyım (BELGE 3). Bu belgeyle ve Anayasa’nın 27. maddesine göre “bilimi serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma hakkı”na fazlasıyla sahibim. Yayma hakkıma sahip olduğumu ben değil sizlere kılavuzluk eden T.C. Anayasası söylemektedir. Bu kanun maddesinden açıkça anlaşılabileceği gibi, doktor kimliğimle tıbbi kanaatlerimi açıklarken, örneğin; ilk cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk’ün sol göğsünde,
Çanakkale’de aldığı şarapnel yarası nedeniyle ömrü boyunca yanık skarı taşıdığını,
ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün sağır olduğunu, yine Cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel’in obes olduğunu, Başbakanlarımızdan Bülent Ecevit’in Parkinson hastalığı olduğunu söylememle veya Şafak Pavey’de ekstremite yoksunluğu;
Meclis Başkanvekili Sadık Yakut’ta vitiligo varlığı ya da sabık Başbakan’ın uzaktan gördüğüm kadarıyla omurga sorunundan bahsetmem hakaret sayılmazken;
bir psikiyatrik kanaat teşhisimin hakaretten sayılması esas itibariyle ikirciklidir.

Müşteki vekilleri; “müvekkilimiz Altıoklar’a sormamıştır ki kendi akıl sağlığını.
Bu nedenle açıklamaları hakarettir demektedir.” Oysa Recep Tayyip Erdoğan yolda düşse, ilk müdahale edenlerden biri ben olurum. Doğru tedaviyi uygulamadan önce de kalp krizi nedeniyle mi, inme indiği için mi yoksa sara nöbetinden dolayı mı düşüp düşmediğini teşhis etmem gerekir ve bu teşhisi koyarken hastanın bana sormasını da beklemem. Beklersem suç sayabilirsiniz. Çünkü durum acildir. Davamız konusu olan teşhisim de
acil bir durumun önlemi olarak kamuoyuyla paylaşılmıştır. Bununla birlikte içinde bulduğum çevrede kuduz hastalığı taşıyan bir vaka teşhis etsem, hem müdahale etmek, hem de kamuoyuna bildirmekle yükümlü olduğumu yasalar söylemektedir. Çünkü burada kamuoyunun sağlığı söz konusudur. Davamızda da kamuoyunun akıl ve bedensel sağlığı tehlike altında olduğu için yetkili kuruluşları uyarmak üzere teşhisimi açıkladım.
Teşhisim koruyucu hekimliğin gereğidir. Bunlarla birlikte bir doktorun kamuoyuna
mal olmuş, her gün defalarca televizyon başta tüm medya organlarında karşılaştığı şahsiyetlerle ilgili fiziksel hastalık teşhisinin olağan ama psikiyatrik hastalık teşhisinin
suç unsuru sayıldığını yazan bir kanun maddesine yazılmamış Magna Carta dâhil
hiçbir kanun kitabında rastlayamazsınız.

Fiziksel hastalıklarla ilgili teşhis koymam ve rapor vermem suç teşkil etmezken,
akıl hastalığıyla ilgili teşhis koymam suç olamaz. Müştekinin doktor yorumu yapmamı hakaret sayarak şikâyet etmesi , narsisistik kişilik bozukluğu teşhisini doğrulamaktadır. Çünkü narsisistik kişilik bozukluğunun en temel teşhis kriterlerinden birisi de eleştiriye tahammülsüzlüktür.

NARSİSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUĞU

Bu noktada Sayın mahkemenin müsadesiyle şikayetçi tarafından hakaret olarak addedilen narsisisistik kişilik bozukluğu hakkında özet bir bilgi vermek isterim. Karar yüce Türk adaletinindir. Narsisistik kişilik bozukluğunun temel özelliği büyüklenmecilik ve
üstünlük duygusudur. Tüm dünya Psikiyatristlerinin kabul ettiği DSM-IV tanı ölçütlerine göre, bir kişiye narsisistik kişilik bozukluğu denebilmesi için
aşağıda verilen kişilik özelliklerinin beşinin bulunması yeterlidir: (BELGE 4)

1. Kendisinin özel, eşi bulunmaz ve herkesten çok daha önemli olduğunu düşünür.
2. Sınırsız başarı, güç, zeka, güzellik ve yetenekleri olduğunu sürekli deklare eder.
3. Üstün, seçilmiş ve ilahi kuvvetlerce vazifelendirilmiş olarak bilinmeyi bekler.
4. Kendilerine hayrandır. Çok beğenilmek ve sürekli dışardan onay görmek ister.
5. Her şeyi yapmaya hak kazanmış ve özellikle kayırılacak bir kişi olduğunu düşünür.
6. Kendi çıkarları için, amaçlarına ulaşmak için başkalarının zayıf yanlarını kullanır.
7. Empati yapamaz, başkalarının duygularını ve gereksinimlerini tanımaz.
8. Her başarılıyı kıskanır ya da başkalarının kendisini kıskandığına inanır.
9. Küstah, kendini beğenmiş davranış ya da tutumlar sergiler.

Narsisist kişi her yaptığının mükemmel olduğunu düşünür. Eleştiriye duyarlılık ve kırılganlık narsisitik kişilik yapısının en belirgin özelliklerindendir. Narsisistik kişi kendini aşırı değerli hissettiği için eleştirilmeye karşı çok duyarlı ve kırılgandır.
Şikayetçi Erdoğan da kırılgandır. Bir doktor teşhisini şikayet ederek dava açtığına göre, belli ki epeyce kırılmıştır. İşte kendisi için de, yakın çevresi için de, ülkemiz için de, içinde yaşadığımız coğrafyamız ve hatta dünya için de endişelerimiz bu noktadan kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede şikayetçi Erdoğan’ın bir sonraki celseye teşrif etmesini, sizlerin huzurunda, sizlere ve şikayetçi olduğu bendenizin gözetiminde şikayetinin derinindeki dinamikleri, nereden rencide olduğunu anlatmasını talep ederim.

Bununla birlikte şikayetçinin şikayetlerini ve dinamiklerini dinlemek ve bilirkişi heyet raporu vermek üzere, tarafsız bir üst kurum olan Türk Tabipler Birliği’ni temsilen bir psikiyatristler heyetinin yüce mahkemenize gelerek gözlem ve inceleme yapmasını talep ederim. Böylelikle şikayetçi için kullandığım “narsisistik kişilik bozukluğu” kavramının bir teşhis mi, yoksa teşbih mi olduğu konusunda yüce mahkemenizin karara varmasının da daha adil olacağını düşünmekte olduğumu bildiririm.

Hal böyle olunca özetle şikayetçi Recep Erdoğan’ın bu mahkemeye gelmeyecek olursa, tam teşekküllü bir hastanede söz konusu belirti ve bulgulara sahip olmadığının belgelenmesini, aksi halde hatalı teşhis ve beyanda bulunduğumu kabul edeceğimi
açıkça beyan ederim.

Kısaca,

Recep Erdoğan’ın akıl sağlığı durumunun bilirkişilerce rapor edilmesini talep ederim.

SON SÖZ

Yüce mahkemenizin, hekim olan şahsımı, bu davayla suçlu bulması halinde
tarihe geçeceğini düşünmekteyim. Şöyle ki; “hakaret davası” olarak anılan bu davada, dava konusu olan bir hakaret söz konusu değildir. Çünkü ben bir teşbih yapmadım,
teşhis koydum. Teşhis koyan bir hekimi yargılayan bu mahkeme, hakaret davasına baktığı için değil, teşhis koyan tıp bilimini yargıladığı için tarihe geçecektir.

Saygılarımla…
————
Gezi’de,”Camiye ayakkabılarıyla” girdiler diyerek kıyameti koparan da;
türbenin yıkılmasını başarı sayan da aynı Recep Tayyip Erdoğan..
***
Dr. Ahmet Saltık’ın notu : 

Meslektaşımız Dr. Altıok’un gönderme yaptığı, 46, eski Türk Ceza Yasasının maddesidir,
5271 sayılı yeni Ceza Yasasında (2005) karşılığı 32. maddedir.

AKIL HASTALIĞI

Madde 32 – (1) Akıl hastalığı nedeniyle, işlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılayamayan veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiye ceza verilmez. Ancak, bu kişiler hakkında güvenlik tedbirine hükmolunur.

(2) Birinci fıkrada yazılı derecede olmamakla birlikte işlediği fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği azalmış olan kişiye, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine yirmibeş yıl, müebbet hapis cezası yerine yirmi yıl hapis cezası verilir.
Diğer hâllerde verilecek ceza, altıda birden fazla olmamak üzere indirilebilir.
Mahkûm olunan ceza, süresi aynı olmak koşuluyla, kısmen veya tamamen,
akıl hastalarına özgü güvenlik tedbiri olarak da uygulanabilir.

****
Dr. A. Saltık : Bu yazının tümünü pdf olarak indirmek için lütfen tıklayınız…

NARSISTIK_KISILIK_BOZUKLUGU_ve_ERDOGAN