Etiket arşivi: Dr. Ceyhun BALCI

DOKSAN YEDİNCİ YILINDA CUMHURİYET

DOKSAN YEDİNCİ YILINDA CUMHURİYET

Dr. Ceyhun BALCI

Varlığını Cumhuriyet’e borçlu olan ama Cumhuriyet’e borçlu olduğunu düşünmeyen, tersine Cumhuriyet’le hesaplaşma saplantısını aşamayan bir siyasi yapı yönetiminde 100. yıla geri sayıyoruz. Cumhuriyet’in getirileri, sağladığı kazanımlar ve yalnız coğrafyamızdaki değil yerküredeki biricikliği üzerine ciltlerce kitap yazıldı. Süresi belirsiz söz söylendi. Bu etkinlikler hiç kuşkusuz bıkmadan, usanmadan sürdürülecektir.

 

Biz güncel birkaç olay üzerinden irdeleme ve çözümleme yapalım!

Cumhuriyet eşi benzeri az bulunur bir kurtuluş savaşıyla, başka deyişle kanla, canla kuruldu.

Bu nedenle de saygınlığı hiçbir şekilde tartışıl(a)madı. Bu nedenle de Cumhuriyet’le derdi olanlar kaçınılmaz şekilde yalana dolana sarılmak durumunda kaldılar. Bu, hiç kuşkusuz bu tiplerin düzeysizliğine yaraşan bir davranış biçimiydi.

İlginç ayrıntıdır!

Kanla, canla Cumhuriyet’i kuranlar savaşı da bıçakla keser gibi sonlandırmışlardır.

Barut kokusunun yerini diplomasiye bıraktığına tanık olunmuştur. Hem de ışık hızıyla!

İstanbul’un ve Trakya’nın tek kurşun atmadan işgalden kurtarılması, Lozan’da yeni ülkenin tapu senedinin dünya kamuoyu önünde kabul ettirilmesi, Montrö’de Boğazların tam denetimimize girmesinin sağlanması, Hatay’ın en küçük çatışma olmaksızın Ulusal Ant topraklarına eklenmesi Cumhuriyet’in savaşmak kadar konuşmayı ve anlaşmayı da iyi bildiğini, önemsediğini gösteren örneklerdir.

Yurtiçinde Lozan’ı aşağılamak ve önemsizleştirmek için elden gelen her şeyi yapmakta sakınca görmeyenlerin uluslararası ilişkilerde Lozan’a can simidi bulmuşcasına sarıldıklarını da ibretlikle izler olduk.

Cumhuriyet’in 97. yılında ülkemizin en üst ve tek yöneticisinin Cumhuriyet’in diplomasi geleneğini göz ardı ettiğini görüyoruz. Diplomasiyi “monşerler” söylemiyle aşağılayan başyücenin her geçen gün kaba, kavgacı ve yakışıksız bir dili benimsemekte oluşu çözümlere değil sorunlara daha yakın olduğumuzu gösteriyor.

Fransa’ya boykot çağrısı içi boş olduğu kadar ekonominin kırılganlaştığı dönemde bırakınız seslendirilmeyi, akla bile getirilmemesi gereken seçenekti. Sonuç almayı ve sorun çözmeyi değil ama arka bahçedeki heyecanlı kalabalıkları coşturmayı amaçlayan anlayış her zaman olduğu gibi duygularına teslim olarak hiç olmayacak yola sapmakta sakınca görmedi.

Yüzüncü yıla doğru Cumhuriyetimizin güncel sorunu Cumhuriyet’i benimsemek bir yana Cumhuriyet’le görülmemiş hesabı olduğu duygusuyla sarmalanmış bir anlayışın egemenliği altında kalmasıdır.

Başı dik, alnı ak ve yüzü pak bir toplum yaratmayı amaçlayan ve bunu büyük ölçüde başaran Cumhuriyet’e, havaalanı gibi sıradan bir projenin çıta olarak belirlenmesi acıklı bir başka deneyim olmuştur.

Yine, bundan 60 yıl önce yapılması başarılmış olan yerli otomobilin bu kez TOGG adı altında “ilk” nitelemesiyle görüşe sunulması da Cumhuriyet’in güncel yöneticilerinin ufuksuzluğunu sergilemesi bakımından anlamlı ve önemli bir başka örnek olarak tarihteki yerini almıştır.

  • Her 29 Ekim’de olduğu gibi bu kez de inadına coşkuluyuz, umutluyuz!

29 Ekim, Cumhuriyet sırtında taşımakta olduğu kendisine hiç yakışmayan yükten kurtulduğunda daha bir kutlu olacak!

Cumhuriyet’i yoktan var eden Mustafa Kemal Atatürk ve silah (AS: ve dava) arkadaşları ile Cumhuriyet için kanlarını ve canlarını esirgememiş olan yüce gazi ve şehitlerimizi saygıyla anarak…

Çoklu TTB: Tabuta çakılan son çivi!

Çoklu TTB: Tabuta çakılan son çivi!

Dr. Ceyhun Balcı
https://www.veryansintv.com/coklu-ttb-tabuta-cakilan-son-civi
17 Ekim 2020

MHP önderi Bahçeli’nin haftalar önceki çıkışıydı: “TTB (Türk Tabipleri Birliği) kapatılsın! Yönetcileri soruşturulsun, kovuşturulsun!”

Tek yetkili Cumhurbaşkanı bu çıkışı farklı bir yorumla tamamladı!

Çoklu TTB görüşü bir bakıma ölümü gösterip hastalığa razı etmek olarak da yorumlanabilir.

Gerçekte TTB’nin kapatılması ile Çoklu TTB arasında pek de fark olmadığının altını çizmekle başlayalım. İkincisinde “kapatmadan kapatma” söz konusudur. Çok daha kötüdür!

En yetkili ve muktedir ağızdan süreç başlatılmışken, bundan sonra bu gelişmeye karşı hekim kamuoyunun nasıl bir duruş göstereceği tartışılabilir.

TTB’yi son 25 yıldır yöneten grupçuklar koalisyonu bugün gelinen noktada hekim kamuoyunu öylesine bölüp, parçalayıp etkisizleştirmiştir ki, tabuta çakılan son çiviye eşdeğer bu düzenlemeye karşı hekim kamuoyu duruşundan kuşkuya düşmek kaçınılmazlaşmaktadır.

Bugün için 165 bin hekimin gözbebeği olması gereken ve geçmişinde sayısız şanlı sayfa olan

  • TTB dış kaynaklı etnikçiliğin yuvasına dönüştürüldüğü için

zaten uzunca süredir kendi kitlesi olan hekimlerden kopmuş bir görüntü vermekteydi. Dolayısı ile Türk kamuoyu gözünde de herhangi bir öneme ve saygınlığa sahip değildi.

Denebilir ki, bu böyle olmasa da her kişi ve kuruluşu “kendisileştirme” tutkusuyla yanıp tutuşan siyasi iktidar yine de benzer bir uygulamaya yönelmez miydi? Kuşkusuz bu kuşku ve öngörü de yersiz değildir.

Ancak, ikisi arasındaki fark saygınlığı ve güvenilirliği olan bir TTB’nin arkasında duracak hekim yığını ve Türk kamuoyuyla açıklanabilir. Az şey değildir.

Uzunca süredir dile getirmeye çalıştığımız kaygılarımızın da yersiz olmadığı bu önemli gelişmeyle bir kez daha doğrulanmıştır.

ŞEBNEM KORUR FİNCANCI ADIMI

Salgın ortamındaki baskın seçimlerle iktidarlarını pekiştirmek isteyen grupçuklar koalisyonu ortamdaki olumlu havayı değerlendirerek TTB Merkez Konseyi’nin başına çok daha ılımlı ve saygın bir kişiliği getirmek yerine, etnikçiliği ve Türkiye karşıtlığıyla nam salmış Şebnem Korur Fincancı’yı getirince iktidar için tabuta son çiviyi çakmak kolaylaşmış oldu! Kurumun başına adı terörle ilişkilendirilemeyecek birisini getirmek bu kadar zor muydu diye sormaktan alamıyor kendisini insan!

Öte yandan; çoklu tabip odası düzenlemesi yasalaşıp da yürürlüğe girince olacakları şimdiden söylemiş olalım!

Herkes kendi meşrebindeki Odaya üye olacaktır. Böylelikle yaşamın öbür alanlarındaki ayrıştırma ve kutuplaştırma hekimlik gibi siyaset üstü olması gereken ortama da taşınmış olacaktır. Kuşkusuz bu çoklaşmada kimi Odalar iktidara yakın olacaktır. İktidar bu oluşumları koruyup, kollayacak ve kök salmalarına yardımcı olacaktır. Hatta, sendikalarda olduğu gibi iktidarın etki ve yetki alanındaki kamu kurumlarında çalışan hekimlerin yandaş Odalara üye olmaları sağlanarak güç kazanmaları (en azından görüntüde) sağlanmış olacaktır.

Demedi demeyin! Biz bu filmi o kadar çok gördük ki…

Sencilik-bencilik Türkiye’nin hücrelerine dek işlenerek ülkeye yazık ediliyor!

Hekimin özlük haklarının, toplum sağlığının ve hekimler arası ilişkilerin iktidarcısı – muhalefetçisi olur mu?

TTB ve kimi Tabip Odalarının yönetimine egemen olan, adları anılmaya değmez kimi grupçuklar buraları öylesine siyasallaştırdılar ki; aynı tutkuyla donanmış olan siyasi iktidar arayıp da bulamadığı fırsatı önünde buldu ve değerlendirme yoluna gitti.

Olay budur!

BUGÜN ÇOK KIZGINIM!

BUGÜN ÇOK KIZGINIM!

Dr. Ceyhun BALCI
https://cumhuriyetciyorum.wordpress.com/2020/08/04/bugun-cok-kizginim/ 05.08.2020

Hemen her gün kızmamızı gerektiren şeyler yaşıyoruz. Bugünkü kızgınlığımın nedeni iki meslektaşımın pisi pisine yaşamını yitirmesi. Korona salgınına başından bu yana ön cephedeki hekimlerden ve sağlık çalışanlarından kurbanlar verdik.

Kuşkusuz hekimlik riskli ve tehlikeli bir meslek. Yine de, hekimliğin görev tanımında yok yere ölmek yok! Sözü eğip bükmeye gerek yok! Birisi Kahramanmaraş’tan diğeri Diyarbakır’dan gelen iki hekim ölümünden ülkemizi yönetenler sorumludur. Salgının ilk dönemini şu ya da bu şekilde geride bırakan ülkemizin 1 Haziran’dan bu yana yaşanan “normalleşme” sürecini iyi yönetmediği hemen her gün örnekleriyle dile getiriliyor..

Her akşam sosyal medya ya da diğer ortamlar yoluyla çığlık çığlığa olan bir sağlık bakanı izler olduk. Kimi zaman yalvaran bir biçemle de seslendi yurttaşlara.

Sürecin adını “normalleşme” koymak hataların en büyüğüydü. Normalleşme dedikten sonra toplumdaki gevşemenin önüne geçmek hiç de kolay değildi.  Oysa asıl tehlike “normalleşme” ile birlikte kendini gösterecekti. Göstermeye başladığını Ankara başta olmak üzere Anadolu kentlerinden gelen olumsuz haberler kanıtlıyor.

Son günlerde özellikle plajları konu alan haberler ürpertici görüntüler oluşturdu. Maske ve sosyal mesafeden iz yoktu çoğunda. Diğer yandan, pazar yerleri, kurban satış alanları ve aklınıza gelebilecek hemen her sosyal ortam koronaya meydan okur gibiydi. Tam da burada sormak gerekir! Devlet ne için var?

Hak arayanları biber gazıyla dağıtmak, haber yapanları sabaha karşı derdest etmek ya da aklınıza gelebilecek her türden masum toplumsal olayı şiddetle bastırmak için mi? Yoksa, kural ve sınır tanımayan, kendi sağlığıyla birlikte karşısındakinin ve dolayısı ile toplumun sağlığını hiçe sayanları her akşam yalvaran sosyal medya iletileriyle umarsızca izlemek için mi?

Plajlarda mı kurallar hiçe sayıldı! Devletin gücü orada kendisini göstermeli! Pazar yeri ya da başka bir ortamda mı duyarsızlık sergilendi! Oralarda da gücünü gösterip, kuraltanımazları yaptıklarına pişman edersin!

Kuşkusuz yurttaşlar arasında duyarsızlar, aymazlar ve kuraltanımazlar eksik değildir. İşte devlet dediğimiz düzenek tam da burada gereklidir. Salgında sıçrama yaşadığımız bugünlerde işlerin daha da kötüye gitmesi olasıdır. Bir hekim olarak hem yurttaşlara hem de onları yola getirmekten uzak tutumuyla devletimizin başındakilere kızgınım!


Yurttaşların ve devletin korona salgınındaki hataları insanların yanı sıra ön cephedeki hekimlerin ve sağlık çalışanlarının ölümüne neden oluyor. Yurttaşlar ve devlet sorumlu ve özenli olmalı!

Hiç kimse ve özellikle de hiçbir hekim ve sağlık çalışanı yurttaşların ve devletin başındakilerin sorumsuzluğu nedeniyle ölmek durumunda değildir.

Kahramanmaraş’ta yaşamını yitiren meslektaşım 1985 doğumluymuş. Tıp fakültesini bitirdiğim yıl dünyaya gözlerini açmış. Meslek yaşamımla yaşıtmış! Ölmemeliydi! Yanlışlar bu denli yaşamımıza girmemiş olsa, bu yanlışları önlemekle yükümlü devlet yöneticileri yanlışların giderilmesi için bir şeyler yapmış olsa yaşıyor olacaktı.

Bugün çok kızgınım!

Bir çift söz de SGK denen patron dostu emekçi düşmanı kuruma! Korona nedeniyle yaşamını yitiren sağlık çalışanlarını meslek hastalığına bağlı ölmüş saymak için daha ne kadar bekleyeceksiniz?

Hekimlerin ve sağlık çalışanlarının da bir dayanma gücü var! Aylardır süren salgın, toplum kadar onları da yordu. Bu yoğunlukta çalışmanın daha fazla sürdürülmesi olası değildir.  Yurttaşlarımızın ve devletin başındakilerin sağlık çalışanlarını artık alkışla güdüleyemeyeceği iyice algılanmalı!

HAVAİ FİŞEK !

HAVAİ FİŞEK !

İşaret fişeği olarak da okuyabilirsiniz!

Dr. Ceyhun BALCI
https://cumhuriyetciyorum.wordpress.com/2020/07/04/havai-fisek/

Son zamanlarda havai fişek tüketiminin arttığını fark ediyorduk. Çocukluğumuzda maytap ve çatapatla sınırlı olan bu türden tüketimin hızla havai fişeğe yöneldiği belliydi. Hemen her alanda üretimden vazgeçen Türkiye’nin havai fişek ürettiğini Hendek’te yaşanan ölümcül patlamayla öğrenmiş olduk.

Özel günlerde tüm toplumu ilgilendiren kutlamalarda havai fişek geceyi aydınlatan, ona renk katan öğe. Kullanımı kişiselleştikçe görsel ve işitsel kirlilik kaynağı olduğu da kesin.

Adliyemiz bu ve benzeri önceki olaylarda olduğu gibi ihmali görülenleri tez zamanda derdest ederek kamu vicdanını rahatlatacaktır. Sorumlu tutularak sanık sandalyesine oturtulacaklar gerçek nedenden çok kâğıt üstündeki sürecin tamamlanmasına yönelik sürecin kurbanları olacaktır. İşyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı ilk akla gelenlerdir.

Dün patlamaya ilişkin haberlere göz atarken bir başka önemli ayrıntıya değinildiğini gördüm. Emek ortamında her geçen gün kısıtlanan sendikal örgütlenme de önemli bir eksiklik olarak bu ve benzeri iş cinayetlerinde önemli rol oynuyor. Kuşun bir kanadı demek olan sendikal örgütlenme olmayınca Hendek’te olduğu gibi kuş yere çakılıyor.

Türkiye’de hız kazanmış olan ve artık önü alınamaz coşkunlukta akan bir ırmağa benzetebileceğimiz dinselleşme emek alanında da önemli işlev görüyor.

Belleğimden bir kırıntıyı paylaşmak yararlı olur. On yılı aşkın süre önceydi. İzmir Basmane’deki Tek Gıda İş binasına asılmış dev bir pankart çekmişti dikkatimi. Birebir değilse de anlam olarak aktarıyorum.

“Müslüman işverenin, Müslüman çalışanlarının sendikal örgütlenmeye gereksinimi olamaz!”

Müslüman patron, Müslümanlığı bir yana ülkenin hızla yol aldığı dinselleşme ortamında keskin zekâsını kullanarak durumdan yararlanmayı seçmişti belli ki! Tanınmış süt ürünleri üreticisi YÖRSAN kaynaklı inciye eşdeğer sözler ibret alınsın diye sendika yapısını boydan boya kaplayacak şekilde asılmıştı.

Hendek’te emekçilere mezar olan havai fişek fabrikasında da sendikal örgütlenmeye göz açtırılmadığını okuyoruz haberlerden. Sendikal örgütlenme emekçi kanadının olmazsa olmazı. Onun olmadığı yerde işçi sağlığı ve işyeri sağlığından (AS: ve güvenliğinden!) elbette söz edilemez.

Yine dünkü haberlerden birinde Cumhurbaşkanının önlemler alındı sözü yer almaktaydı. Basra yıkıldıktan sonra önlem almak neye yarar diye sormaktan kaçınılabilir mi? Önlem alınsaydı dünkü patlama yaşanmazdı. Sendikal örgütlenme olsa işvereni önlem almaya hem yasal hem de vicdani açıdan zorlamayı göz ardı etmezdi.

Dünkü patlamanın yaşandığı, fabrika demeye dilimin varmadığı kurum daha önce iş güvenliği gereklerini yerine getirmediği için kapatılmış. Görünmez el devreye girerek kilidi açmış ve sendikasız daha doğrusu dikensiz gül bahçesindeki üretim sürdürülmüş. Rastlantı mıdır bilemem! Hendek’teki kurumun paydaşları MÜSİAD Sakarya Şubesi’nin ileri gelenleriymiş. Başka deyişle, yandaşın yandaşı kimseler!

YÖRSAN’ın yıllar önce din üzerinden tırmandırdığı sendika düşmanlığı her geçen yıl güç kazandı. Din yalnızca yaşam biçimini değil iş ortamını da etkisi altına alan bir aygıta dönüştü. Uzak olmayan gelecekte sendikal örgütlenme din düşmanı bir olgu olarak tanımlanırsa hiç kimse şaşırmasın!

Dinselleşme insan yaşamını ucuzlatan, insan yaşamının hesabının sorulmasının önüne duvar ören, iş güvenliğini ortadan kaldıran ve bugüne dek çok da sorgulanmayan bir başka yanıyla karşımıza çıkmış oldu. Bundan böyle işin bu yanıyla daha sık karşılaşacağımızı söylersek falcılık yapmış olmayız!

Dinselleşme siyasetin oy, iş dünyasının para deposu olarak da bir kapı açmış oldu. Bu kapıdan girmeye hevesli çok kişi olacağı kuşkusuzdur. Kayıtlara kaza olarak geçecek olan bu iş cinayetinin işlendiği yer bir süre sonra yeniden üretime geçerse kimseler şaşırmayacaktır.

Emekçinin biricik güvencesi olan “kıdem tazminatı”na göz dikenlerin de aynı yolun yolcusu oldukları akıldan çıkartılmasın! Bizler uyanıp, sorgulamayı akıl edene dek…

AMERİKAN RÜYASININ SONU MU?

AMERİKAN RÜYASININ SONU MU?

Dr. Ceyhun BALCI

“… Her yerde bulunabildikleri ve ucuz oldukları için kedi yerine siyahileri deney hayvanı olarak kullanmak çok daha kolaydı.”
Dr. Harry Bailey, 1977, Tulane Üniversitesi Nöroşirürji Araştırma Merkezi

Teknolojimizin insanlığımızı aşmış olması korkunç bir durum. / Albert Einstein

Einstein insancıl bir nitelemede bulunmuş. Kuşkusuz haklı! Ama, durumu yeterince açıklamıyor. Amerika’nın bir kez daha yangın yerine dönüştüğü günümüzde bir durum değerlendirmesi yapmak kaçınılmaz. Amerikan tarihi konusunda yüzeysel olarak da bilgi sahibi olanlar için kölelik ve onunla bağlantılı ırkçılık olağan olmanın ötesinde zorunluluktur.

Günümüzde ABD’de yaşamını sürdüren siyahilerin dört yüz yıl kadar önce Afrika’dan taşındığı bilinmeyen bir durum değil. Gemilerle pislik içinde taşınan, derileri gibi yazgıları da kara insanlar Yeni Dünya’ya yolculuk sırasında sınanmaya başladılar. Sınavı geçemeyenler sonsuz uykularını Atlantik’in derinlerinde sürdürüyorlar.

Toprakları ellerinden alınan yerlilerden açılan alanlara işgücü olarak uzaklardan köle taşınması kaçınılmaz bir zorunluluktu. Oluşturulan bu statünün değişmez şekilde yerleşikleştirilmesi de.

Kuzey-Güney ya da Amerikan İç Savaşı bile bu durumu sonlandırmaya yetmedi. Avrupa’dan Yeni Dünya’ya göç hiç kuşkusuz emperyalist bir olgunun gözlerimizin önüne yansımasıydı. Kölelik de bu olgunun olmazsa olmaz parçasıydı.

Her ne kadar Yeni Dünya’ya göçenler kendi devrimlerini gerçekleştirseler de kölelik düzeninden vazgeçmek hiç de kolay olmadı. O devrimin bugünkü ardılları bile aradan geçen yüzyıllara karşın kölelik konusunda açık ve net olamadılar.

Durum bugün de değişmiş değil! ABD’nin Minnesota kentinde başlayıp hemen tüm ülkeyi etkisi altına alan öfke seli ABD’deki ırkçı ortamın değişmediğinin göstergesi sayılmalı.

Elbette, günümüzde işletmelerin girişine “Zenciler ve köpekler giremez!” yazısı konması gerekmiyor. Bu, ırkçılığın sonlandığı anlamına da gelmiyor. Irkçılık günün koşullarına ve zorunluluklarına bağlı olarak biçim değiştiriyor.

Minnesota’daki olay vicdanın ve insafın kabul sınırlarını aştığı içindir son günlerde gözlerimizin önüne serilen tepki görüntüleri.

Fiziksel ağırlıklı görüntüler tekilleşse de ırkçılık kapsamındaki ayrımcılık günümüzde de sürüyor.

ABD’de bir siyahinin ya da Hispaniğin fırsat eşitliğine sahip olduğu söylenebilir mi?

Tıp, ırkçı yaklaşımların varlığını sürdürdüğü önemli bir alan. Üstelik tıp ve dolayısı ile sağlık hizmeti temel insan hakkı sayılmaz mı?

Özellikle, “yapay kalp” ya da “yapay kan” gibi teknolojik tıp yeniliklerinin ilk olarak siyahilere uygulanması sıradan bir rastlantı sayılmayacak denli bilinçli seçim ürünüdür.

Irklar sınıflaması belleklere yerleşmiş bir kalıp olsa da özellikle DNA devrimi sonrasında bu bilginin biyolojik anlamda en küçük bilimsel dayanağının olmadığı kanıtlanmıştır. Gündelik yaşamda dilimize düşen sözcüklerden birisi olan “ırk” biyolojik olmaktan çok sosyal/toplumsal bir olgudur.

Charles Darwin’in kutsal kitapların ayrıcalıklı canlısı olarak tanımlanan insanı tahtından indiren “evrim kuramı” çok geçmeden toplumsal ilişkilere uyarlandı. Herbert Spencer Darwin’in adını kullanarak “Sosyal Darwincilik” kavramını tanımladı. Doğal seçilim yerini “güçlü olanın sağkalımı” ilkesine bırakarak ırkçılığın yolunu açmış oldu.

Üstün insan piramidin tepesine yerleştirilirken aşağı ya da uygunsuz olarak tanımlanan başta siyahiler olmak üzere emperyalizmin ayağına dolanabilecek diğerleri kendisine dipte yer bulabildi. Çok daha önceden tanımlanmış olsa da ırk hiyerarşisi tanımlaması sosyal Darwincilik anlayışından beslendi.

Minnesota’da soluksuz bırakılarak öldürülen siyahi, kitlelerin öfkesini tetiklerken gündelik yaşamda olağanlaşan ırkçılık hız kesmeden sürmekteydi. Elbette, biçim değiştirerek ve zamanın ruhuna uygun bir kisveye bürünerek!

Son olay zamanın ruhuyla uyumlu olmayan bir yol kazasıdır. Amaçlanmayan ve hesapta olmayan bir durumdur. XXI. yüzyılda birkaç yüzyıl öncenin ırkçılığına yer olmadığı açıktır.

ABD’nin büyük kentlerinde kendisini gösteren manzaraya Amerikan Baharı yakıştırmaları yapanların ağzından bal damlıyor.

  • Amerikan egemenliği günden güne zayıflarken Amerikan Rüyası’nın sonu geldi mi?

Dileyelim öyle olsun! Emperyalizm denen canavar tek dişi kalsa da kolay teslim olmaz. Ona başkaldıran dünya uluslarının da zahmete girmesi kaçınılmaz.

Bilime vurulan pranga

Bilime vurulan pranga

Dr. Ceyhun Balcı
16 Mayıs 2020
(https://veryansintv.com/bilime-vurulan-pranga/ adresinde de yayınlanmıştır.)

Hemen her kurumu kendisine uydurma konusunda bitip tükenmez istekle yanıp tutuşan iktidarın nerede duracağını kestirmek neredeyse olanaksız. Üniversiteler bilim kurumları olarak bu hevesin önde gelen hedeflerinden birisi olmuştu. Sayıları 200’e yaklaşan (AS: aşan!) üniversitelerin ele geçirilmesi süreci büyük ölçüde tamamlandı. Rektörü, dekanı, müdürü, şefi ya da aklınıza gelebilecek her düzeyden yetkilisi olabildiğince kapıkuluna dönüştürüldü. Başka yapılacak şey kalmadı diye mırıldanırken yanıldığımızı anladık!

Son günlerde bu çalışmaların karşılığı olarak Türkiye’deki olgu sayılarının yatay çizgide ilerlemeye başladığını hoşnutlukla izler olduk. Çabaların karşılığını alması hiç kuşkusuz ülkemiz ve milletimiz için sevindirici.

Bilime dönersek!

İktidarın akademiye ilişkin yapacaklarının bitmediğini şaşırarak ve epeyce de üzülerek gördük.

Covid-19 salgınıyla baş etmeye çalışan hekimler ve özellikle de Türk akademisi deneyimlerini bilimsel yayına dönüştürme aşamasında engelleniyor. Hiç kuşkusuz bilimsel bir yayının başlatılması için de bir dizi aşamanın tamamlanması gerekiyor. Etik kurul onayı da bunlardan birisi. Ancak, ne dünyada ne de bu ana dek Türkiye’de Sağlık Bakanlığı onayı diye bir gereklilik yoktu.

Gerekçesi ne olursa olsun yapılanın adını koymak gerekir. Bilime pranga vurmak!

Ege Öğretim Elemanları Derneği (EGÖDER) de bu önemli konuya tepki olarak bir basın açıklaması yapmış. Son derece yerinde ve doğru saptamalar içeren açıklamaya bağlantıdan erişilebilir. (AS: biz de web sitemizde yayınladık..)

http://www.egoder.org.tr/tr/icerik/271/ozgur-bagimsiz-ve-tarafsiz-bilim-konusunda-kamuoyu-aciklamasi

EGÖDER’in açıklamasına eklenmesi gereken bir başka önemli noktayı da göz ardı etmemekte yarar var.

İnsanlığın Covid-19 etkeni korona virüsle tanışması henüz çok yenidir. Birkaç aylık geçmişi olan bu tanışma henüz tamamlanmış da değildir. Virüs başlangıçtan bu yana farklı dönemlerde ve farklı ülkelerde farklı davranışlar sergilemiştir. Sergilemeyi de sürdürmektedir.

Bir hekim olarak fazlasıyla farkında olduğum önemli bir noktaya değinmekte yarar görüyorum. Covid-19 salgını sürecinde bu konuya ilişkin bilimsel yayınların alışılmış bilimsel süreçlerden daha kısa sürede akademik ortamla buluştuğunu gözlemliyoruz.

İlk bakışta akademik eğilimlere aykırı gibi görünse de bunun son derece haklı bir gerekçesi var.

İvedilik!

Hastalık hızla yayılma eğiliminde. Durum böyle olunca çok sayıda insanın hastalığa yakalanması ve dolayısı ile ölümcül tablolarla karşılaşması söz konusu olabiliyor.

Covid-19’un ne aşısı ne de yüzde yüz etkili bir sağaltımı var!

Aşı söz konusu olmamakla birlikte sağaltım olarak verilen ilâçların hiçbiri Covid-19 için özgün değil. Bazıları başka virüsler için kullanılan virüs öldürücü ilâçların yanı sıra sıtma ve romatizma sağaltımında kullanılan bir başka daha ilâcın Covid-19 sağaltımında yoğunlukla kullanıldığı biliniyor. Hatta, bu ilâçlardan birisinden milyon kutu istiflemiş olmak Sağlık Bakanı için övünç gerekçesi olabiliyor.

Böylesine bilinmeyenleri bilinenlerinden fazla olan bir hastalıkla ilgili olarak bir yandan baş etme çabaları sürdürülürken öte yandan da hastalıkla ilgili deneyimlerin akademik ortamla hızla paylaşılması göz ardı edilemeyecek denli önemlidir.

Türkiye’de akademik ortamın bu görevi yerine getirmesinin önüne geçilmesi çabaları bu bakımdan da irdelenmelidir.

Bu arada, Türkiye Bilim Akademisi Üyesi Prof. Dr Önder Ergönül’ün çığlığını duymazdan gelmemek gerek. Prof Dr Ergönül Sağlık Bakanı Dr Fahrettin Koca’ya sesleniyor :

  • “Çalışmaların engellenmesinden Avrupa Klinik Mikrobiyoloji ve Bulaşıcı Hastalıklar Derneği Yönetim Kurulu Üyesi olarak utanıyorum.”

Son haftalarda Türkiye’nin çok sayıda ülkeye kişisel koruyucu donanım başta olmak üzere Covid-19 salgınıyla baş etmede gerekli çeşitli araç ve gerecin gönderildiğini basından öğreniyoruz. Eleştirilecek yanları olsa da ülkemizin bu zor günlerde dünyayla dayanışma içinde olması kuşkusuz üzüntü gerekçesi de olamaz.

Bilimsel yayınlar aracılığıyla Türk hekimlerinin Covid-19’la baş etmedeki başarılı deneyimlerinin insanlıkla paylaşılması son derece önemli bir başka görevdir.

Yasakçı anlayışın akademik ortamda kök salmaya başlaması hepimizi utandırması ve kaygılandırması gereken bir gelişmedir.

Son olarak bu uygulamanın Anayasa’ya aykırı olmasına değinelim. Anayasa’nın pek çok kez delik deşik edildiği günümüzde bu aykırılığın ne denli önemli olduğunu kestirmek zor olsa da Anayasaya aykırılığın bilim ortamına bu şekilde taşınmış olması da tarihe düşülmesi gereken bir başka nottur.

Bilime prangaya vurulmasına hayır demek güncel görevdir.

EVRİMİN GÖRKEMLİ GÖSTERİSİ

EVRİMİN GÖRKEMLİ GÖSTERİSİ

Dr. Ceyhun Balcı

Covid-19 Küresel Salgını aklın ve bilimin rehberliğinin önemini anımsatması bakımından önemli ders verdi. Her düşünceden, inançtan ve eğilimden olup can derdine düşenlerin akla ve bilime kulak vermeye zorunlu olmaları kuşkusuz değerli bir gelişme.

Çokça sorulan bir sorudur!

Özellikle de, evrimi küçümseyenler, böyle bir şeyin gerçek olamayacağını savlayanlar için kendilerini kurtarma sorusudur!

Her ne kadar bilimin dinle bir derdi yoksa da dincilerin bilimle derdi olduğu muhakkaktır.

Soruya dönersek!

Gelişmiş canlı insan ya da ona eşdeğer gelişmişlikteki bir başka canlıdaki evrimi gözlemlemeye yaşam süremiz yetmez. Hatta, kuşaklar boyunca süren evrime tanıklık için en azından yüzbinlerce yıl gerekir.

İşte bu ayrıntıdan güç alan çok bilmiş dinciler ya da evrim karşıtları kendilerince karşıtlarını zor durumda bırakacak soruyu patlatırlar.

“Evrimle ilgili örnek verir misiniz?”

Tek hücreli canlılar ya da virüsler gibi hücresel canlı bile olmayanların evrimi ilk akla gelen örneklerdir. İnsan yaşamı bu ve benzeri canlılardaki evrimleşmeleri gözlemeye fazlasıyla yetse de gözle görülmeyen, elle tutulmayan bu canlılarla ilgili örnekler de evrim karşıtlarını doyurmaya yetmez çoğu kez.

Covid-19’un etkeni olan virüs yarasadaki yaşamını bir yana bırakıp insana geçerek evrim gerçeğini gözümüzün içine soktu.

Mutasyon geçirerek evrimleşti. Ne ki, bu evrimleşme virüsün yararına insanın zararınaydı. Unutulmamalı! Canlıların evrimi hemen değişmez şekilde kendi yararlarına olmayabilir. Bugün yeryüzünün egemeni olan insanın da mükemmel sayılamayacak pek çok evrimsel değişim gösterdiği bir gerçektir.

Şimdilerde ne aşısı ne ilâcı olan virüsten beklentimiz kendisi zararına, insan yararına mutasyonla evrimleşerek başımıza dert olmaktan uzaklaşması biricik umudumuzdur.

Başka deyişle, evrimleşerek bizi hastalandıran mikroorganizmanın yine evrimleşerek bizi hastalandırmaktan vazgeçmesini diliyoruz. Elbette, virüs ne bizim çektiklerimizin farkında ne de bizi duymakta!

Gerçekte virüsün tek derdi kendi yaşamını sürdürmek! Bunu başardığı sürece kendisini yaşatacak, bizi ise şanslıysak hastalandırmakla yetinecek! Daha kötüsü ölümümüze yol açacak. Virüsün bizi öldürmesi virüs açısından başarılı bir eylem gibi görünse de; yaşamını sürdürmek için bir başka insan bulma zahmetine de girmesi anlamına gelecek!

Korku yaratan, ürküten ve sonu ölümle bitebilen bu yolda biz insanların önemli bölümünün evrimin görkemli gösterisini fark etme gibi bir seçeneği yok.

Çinliler yarasa yemeseydi türünden yerlerde sürünen bir söylentiye kulak asan insanlığın evrim gerçeğiyle tanışma fırsatıdır aynı zamanda Covid-19 küresel salgını!

Bilim için de fırsat doğmuştur böylelikle!

Ancak, bu fırsatı dinle hesaplaşmak için değil de çok daha akılcı kullanmak gerekir.

Bir de bilimin ve evrimin görkemli gösterisinden kaynaklı fırsat kullanılırken BİLİMCİLİK sapkınlığına düşülmemelidir.

Unutulmamalıdır ki; toplumların kültürel eğilimleri bir olayla farklılaşma gösterecek denli köksüz değildir. Buna karşılık, Covid-19 küresel salgını kültürel düzlemde iz bırakacak boyutta etkiye sahiptir.

Nanometrik bir protein sarmalının yarattığı onca olumsuzluğa karşılık bırakacağı derin iz olduğunu da görmezden gelmemek gerek. Bu izi olumluya dönüştürmek de bilimciler başta olmak üzere akıl ve bilimin yol göstericiliğini rehber edinmişlerin elindedir.

Dinciliğin karşısına dikilirken dinciliğin hatasına düşmeden akıllıca davranmakta sayısız yarar var!

Tersi durumda bağnazlık duvarına çarpmak kaçınılmaz olur!

Okuduğunuz yazının esin kaynağını aşağıdaki bağlantıdan okumanız dileğiyle.

Karantina ve sonrası Türk toplumu… Bilim, din ve kültür çelişir mi?

KARANTİNA

KARANTİNA

Dr. Ceyhun BALCI

Dünya 3 aydır COVİD-19 salgınıyla baş etmeye çalışıyor. Çin’deki salgın başladığı yerde denetim altına alınsa da; batıya taşınan virüs hem Avrupa’da hem de ABD’de çok daha ağır ve ölümcül sonuçlara yol açarak yayılmayı sürdürüyor.

Çin’de patlak veren salgının ilk günlerinde “buraya gelecek değil ya” diyenler kısa sürede yanılgıya düştüklerini anlamakla kalmadılar. Salgının korku ve ürküsünü enselerinde duyumsamaya başladılar.

Özellikle İtalya’nın durumu ders alınası!

Ocak sonunda Venedik’te Çinli gezginlere yönelen aşağılayıcı davranışlar henüz unutulmamışken; şimdilerde günde 500-600 kişiyi yitiren İtalya’nın yardımına ilk koşan da Küba’yla birlikte Çin oldu.

Çin salgınla savaşıma çok sıkı toplumsal yalıtım önlemleriyle başladı. Sokağa çıkma yasağına eşlik eden sert yolculuk sınırlamaları kendilerini tehlikeden uzak gören Batılılarca insan hakları sorunu olarak bile nitelendi. Gelinen noktada Çin yönteminin salgınla başetmedeki başarısı küresel ölçekte saygı görmenin yanı sıra hayranlık uyandırıyor.

Çin’de ve onu izleyerek dünyanın pek çok yerinde uygulanan sokağa çıkma yasağı özünde bir karantina uygulamasıydı. Tarihte yolculara yapılan bu uygulama günümüzde kitleselleşmiş oldu.

Birinci Dünya Savaşı sonunda küresel çapta 50 milyon can alan İspanyol Gribi (günümüzde sıkça yaşanan ve pek çoğumuzun geçirdiği gribal enfeksiyon) o günün ulaşım koşullarında bile dünyanın dört bir yanına taşınabilmişti.

Günümüz ulaşım ve erişim olanakları küresel dünyada COVID-19’un yayılımını daha da kolaylaştırırken, salgının dünyada sıçramadığı ülke neredeyse kalmamış durumda.

Salgının yaşandığı ülkede uygulanan sıkı toplumsal yalıtım önlemleri hiç kuşkusuz çok önemli.

İnsan hareketinin günümüzde vardığı boyut, geçmişte kaldığı sanılan bir yöntemin yeniden uygulanmasını kaçınılmaz kıldı.

Karantina!

İtalyanca kökenli karantina sözcüğü, 40’tan köken alan anlamı gereğince bir zaman aralığını tanımlıyor. Günümüz salgınında İtalya’nın bir kez daha acıklı bir şekilde öne çıkmasını ilginç bir rastlantı saymakla yetinelim. Kırk gün süreyle yalıtım anlamına gelen karantina uygulaması tarihte ilk kez bugünkü Venedik’te 600 yıl kadar önce insanlığın dağarcığına eklenmiş. Kara Ölüm olarak da bilinen vebanın ticaret gemileri aracılığıyla uzak doğudan Karadeniz yoluyla dönemin önde gelen ticaret ülkesi Venedik’e taşınması karantina kavramının doğmasına yol açmış. Karantina süresinin 40 gün olmasıyla ilgili pek çok olasılık getirilmiş akla. Özellikle kutsal kitaplarda sıkça kendisine yer bulan 40 sayısının bu süreye esin kaynağı olması güçlü olasılıktır.

Her ne kadar sağlıkla ve hastalıklarla ilgili sayısız gelişme olsa da, karantina uygulaması süresi dışında değişmeden gelmiş günümüze.

Bizim kuşağımızın neredeyse adını işitmediği ya da bir semt, mekân ya da tarihsel uygulama olarak bildiği karantina XXI. yüzyılda bir kez daha yaşamımızda yer buldu. Günümüz karantinasının tarihsel olanından farkı daha önce de vurgulandığı gibi, yalnızca uzaktan gelen yolculara değil, bir ülkenin bütününe uygulanacak denli geniş kapsamlı olması gereği.

İzmir’de geçmişte karantina işlevi görmüş aynı adlı bir semtte yaşıyorum. Karantina adı bugün de yaşıyor bu semtin adında. XIX. Yüzyıl ortalarında kente denizyoluyla gelenler burada karantinaya alınmış. Yüzyılların birikimiyle oluşan deneyim son derece önemli bir koruyucu sağlık uygulaması olarak kullanılmış. İlerleyen yıllar bu gereksinimi artırınca günümüzde de varlığını sürdüren Urla Karantina Tahaffuzhanesi yapılmış. Bir ada üzerine konuşlu bu yapı amacına çok daha uygun olan bu yerde uzun yıllar hizmet vermiş.

Tarihte kaldığını sandığımız karantina bir kez daha yaşamımıza girdi. Üstelik bu kez böyle bir önleme ve yönteme çok da hazırlıklı olmadığımız anlaşılıyor; yurtlarından apar topar uzaklaştırılan öğrenci manzaralarından anlaşıldığınca.

Bir şekilde tanışmamızın kaçınılmaz olduğu COVID-19 hastalığıyla başa çıkabilmek ve sağlık sitemini çöküntüsüz sürdürebilmek bakımından da dört elle sarılmamız gereken karantinaya hoş geldin deme zorunluluğu ilginç bir deneyim olarak tarihe geçmiş oluyor.

İLÂÇ ENDÜSTRİSİ


İLÂÇ ENDÜSTRİSİ

Dr. Ceyhun Balcı

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Son zamanlarda tıp ortamı üzerine sayısız yazı yazıldı. Derinlemesine tartışmalar yapıldı. Soner Yalçın’ın Kara Kutu’sundaki son derece açık ve net yanlışlar doğal olarak öne çıktı. Kara Kutu’nun doğruları da vardı elbette. İngilizce “Big Pharma” olarak nitelenen ilâç endüstrisinin bu alanda sergilediği davranışlar da irdelenmeyi ve tartışılmayı hak ediyor.

Özellikle tıp çevrelerinin bu konudaki çekinceli yaklaşımı “kendi kapımızın önünün temiz tutulması” konusunda eksiklik yaratmış oluyor. Bu önemli sorun hekimler ve akademi tarafından  masaya yatırılmayıp da iş gazetecilere ya da yazarlara bırakıldığında halk sağlığını tehlikeye düşürmeye varan abartılı saptamalar havada uçuşmaya başlıyor.

Tıpla ilgili pek çok sorun gibi ilâç alanında yaşananlar da sağlığın toplumsal bir hizmet olmaktan çıkartılarak kazanç alanına dönüştürülmesiyle yakından ilintilidir.

Kısaca anımsamak gerekirse; Türkiye’de geçmiş dönemlerde ordu ve SSK ilâç üreticisi olmuşlardır. Özel girişimin elindeki ilâç fabrikaları da uzun yıllar boyunca yerli sermaye yapısına sahip olmuştur. Bugün gelinen noktada kamunun ilâç üretmesi bir yana, bu alanda adı bile geçmez olmuştur. Yerli sermayeli ilâç fabrikaları da son 15 yılda neredeyse yabancı sermayeli hale gelmiştir. Osmanlı’nın son döneminden başlayarak Cumhuriyet’le birlikte aşı üreticisi olan Türkiye, Dr, Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nü kapatarak aşı üreticisi olmaktan da vazgeçmiştir. Tüm bu gelişmeleri şu tümceyle tanımlayabiliriz.

  • Türkiye başta kamu olmak üzere dev bir ilâç ve aşı müşterisi olmuştur.”
  • Bunun yalın anlamı DIŞA BAĞIMLILIK’tır.

Üretici olmaktan çıkıp tüketici olmanın önde gelen tehlikesi çok geçmeden baş göstermiş ve ilâç endüstrisi kısa süre içinde ortama egemen olma şansını yakalamıştır.

Türkiye’de ilâç endüstrisi neredeyse tümüyle dışa bağlandığına göre, ilâç kartellerinin ana yurdu ABD’de bu bağlamda olup bitenlere bakmak yararlı olabilir.

İngilizce özgün sürümüne bağlantıdan erişilebilecek yazıdan esinle aşağıdaki başlıkları sıralamak olasıdır.

İlâç endüstrisi kazanç odaklı yaklaşımlarını nasıl sergiliyor?

  1. Kullanıma yeni sunulan ilâçların hayalet hastalar aracılığıyla övülmesi. Böylelikle bu ilâçlarla ilgili istem yaratılması. Yine bu doğrultuda sosyal güvenlik kurumlarının aynı işlevi gören daha ucuz seçeneklerden uzak tutulması. Kamuoyu oluşturma amaçlı bu türden amaçlı yapay grupların ilâç endüstrisince desteklendiği belgelenmiş durumdadır.
  2. İlâç kullanımı ve geri ödemeleri için karar verici durumunda olan yönetsel unsurlarla içli dışlı ilişkiler kurulması.
  3. FDA (Amerikan Gıda ve İlâç Dairesi) tarafından henüz onaylanmamış ürünlerin deniz aşırı ülkelerde denenmesi. Buna en çarpıcı örnek Pfizer firmasının Nijerya’da denediği FDA onayı almamış antibiyotiğinin ölümlere yol açmış olmasıdır.
  4. Enstitü temelli bilimsel kurulların, ilâç firmalarının çıkarlarına engel olmayacağı varsayılan kimselerden oluşturulması doğrultusunda girişimlerde bulunulması.
  5. FDA’nın yeni ürüne sıcak baktığı anlamına gelecek kurgulamayla söz konusu ilâca ön istem yaratmak.
  6. Herhangi bir kavram ya da hastalık konusunda görünürde “farkındalık yaratma” ama gerçekte kamuoyunu duyarlılaştırma ve sunulacak ürüne ısındırma amaçlı ilâç endüstrisi duyuruları. Hatta, son zamanlarda endüstrinin önce hastalık uydurup sonra da o hastalığı sağaltacağı varsayılan ilâcı kullanıma sunduğu da savlar arasındadır.
  7. Hayalet yazarlara yazdırılan sözde bilimsel yayınların yanı sıra hekimlerin başvuru ve rehber kitabı niteliğindeki kitapların etki altına alınarak ilâç firmalarının satmak istedikleri ürünlere kolaylık sağlanması.

Bağlantısını vermiş olduğum makalenin yazarından da kısaca söz etmek gerekirse; Martha Rosenberg dilimize sağlık gazetecisi olarak çevrilebilecek işi yapıyor. Amerikan Sağlık Gazeteciliği Merkezi Üyesi.

Yazılarında dikkati çeken nokta olgulara ve olaya odaklanması. Bilgiye ve belgeye dayanan saptamaları kişilerden çok sistemi hedefe koymakta. Bizdeki aynı türün daha çok tanıtıma, bir ürünün tüketilmesine ve kişilerin yıpratılmasına dönük olduğu düşünüldüğünde Martha Rosenberg’in yaptığı türden sağlık gazeteciliği için darısı başımıza demek gerekiyor.

Tıp ortamının önde gelen ve ayrılmaz parçası durumuna gelen aşırı tüketimin önüne geçmek öncelikli görev olmalı.

Bunu başarmak için de

  • ülkemiz –geçmişte olduğu gibi– başta aşı ve ilâç olmak üzere tanı ve tedavide kullanılan gereçlerin üreticisi konumuna gelmeli.Ulus ötesi yapıların sicili bu denli açık ve kirli olduğuna göre…
    =================================
    Dostlar,

    Şu sözler, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa‘nın :

    • “…Bulaşıcı ve salgın hastalıklara karşı insanları koruma konusunda büyük hizmetleri görülen aşıları hazırlamak ile meşgul Hıfzıssıhha Kurumlarımız tam başarı ile çalışmasına devam ve savaşıma yararlı hizmet yerine getirmektedirler.– 1337 senesi (1921) içinde üç milyon kişilik çiçek aşısı yapabilen Sivas (Hıfzıssıhha) Kurumu, geçen yıl (1929)
      beş milyon kişilik çiçek aşısı,
      – 537 kg kolera,
      – 407 kg tifo aşıları üretmiş
      ve bunlar halka yaygın biçimde uygulanmıştır

      {Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. Cilt I-III, sayfa 306-7 ve
      Türkiye’de Erken Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetleri}2019’da Türkiye ne yazık ki tek bir aşı bile üret(e)miyor! Açıklaması ise “küresel işbölümü”!

      15 aşı türünü Sağlık Bakanlığı tümüyle dışalımla (ithalatla) karşılıyor.
      Özel sektörce dışalımı yapılan aşılar da var. Dünyada toplam 25 farklı aşı uygulamada.

      Bu “küresel işbölümü” retoriği sahibi Batılılar, Irak’ı UNSC (BM Güvenlik Konseyi) onayı ile “koalisyon güçleriyle” (!) işgallerinde uluslararası savaş hukuku kurallarını (Cenevre Sözleşmelerini) çiğneyerek aşı – ilaç – mama ambargosu bile uygulayarak yarım milyon bebek ve çocuğun ölümüne neden oldular (UNICEF kayıtları..).

      Türkiye’ye de yaparlar mı dersiniz??

Sevgi ve saygı ile. 28 Aralık 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

TALAN İSTANBUL

TALAN İSTANBUL

Dr. Ceyhun BALCI

Bir yerde birisi Kanal İstanbul’u Talan İstanbul olarak nitelemiş. Çok doğru ve incelik ürünü bir saptama!

Öncelikle binlerce yıldır varlığını sürdüren doğal koşulların ve çevrenin ortadan kaldırılması demektir KANAL İSTANBUL!

Ayrıca, üretimden kopmuş ve taşınmaz alım-satımıyla inşaata tutsak düşmüş ekonomiye cansuyudur KANAL İSTANBUL!

Çok daha önemlisi yeryüzünde eşi, benzeri bulunmayan bir uluslararası antlaşmanın çöpe atılarak,

  • Karadeniz’e çıkmaya can atan emperyalizme altın tepside sunulan fırsattır
    KANAL İSTANBUL!

Montrö’nün kendi ellerimizle yok edilmesi anlamına da gelen KANAL İSTANBUL,
Türkiye Cumhuriyeti var oldu olalı ona yapılan en büyük kötülük olacaktır!

İstanbullular öncelikle duyarlı olmalı! Ama, ülke nüfusunun 1/4’ünü barındıran (AS: 16 /82… 1/5’i) İstanbul’daki bir yaşamsal sorun ülkenin tüm vatandaşlarını da ilgilendirir.

Kanal İstanbul Projesi kamuoyonun görüşüne sunulmuş. Yılbaşına dek görüş belirtilebilecekmiş. Bu ve benzeri durumlarda yaşadıklarımızdan biliyoruz ki; yönetenlerimizin sicili ne yazık ki iyi değil.

Yine de tüm vatandaşların bu konudaki görüşünü ilgililere bildirmesi gerekli!

Yalnız İstanbul için değil Türkiye için de bir “Olmak ya da olmamak” ikilemindeyiz.

Bir vatandaş olarak aşağıdaki belgeyi İstanbul Valiliği Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne ilettim.

https://drive.google.com/open?id=1PnHHcvyOOLzsd_a8N9nBFET3bbwW6cGB