Etiket arşivi: Dr. Ahmet SALTIK – Mülkiyeliler Birliği Üyesi

İdlib operasyonu, aktörler, hedefler ve ötesi…

Dostlar;

İdlib karmaşasını dürüst ve yetkin bir kalemden anlamak için biraz uzunca aşağıdaki yazıyı sabırla okumak gerekiyor.. Yazar Sn. E. Tuğg. Naim Babüroğlu’na teşekkür borçluyuz.

Sevgi ve saygı ile. 06 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
============================================

İdlib operasyonu, aktörler, hedefler ve ötesi…


E. Tuğg. Naim Babüroğlu

naimbaburoglu@gmail.com

SON HALKA İDLİB

İdlib, Suriye’nin kuzeybatısında Hatay’a 130 kilometre sınırı olan, Suriye rejimi muhaliflerinin ve Birleşmiş Milletler’in (BM) terörist olarak kabul ettiği grupların toplandığı bir kent. Suriye’nin Halep, Hama, Humus, Kuneytra ile Şam civarında Dera, Guta gibi kentlerinde bulunan radikal cihatçılar İdlib’e gönderilmişti. BM’ye göre İdlib ve civarında 3,9, İdlib içinde 2,4 milyon insan yaşıyor. 2,4 milyonun yarısı Suriye’nin başka yerlerinden gelen göçmenlerden oluşuyor.

İDLİB’TE BULUNAN SİLAHLI GRUPLAR

  • Dünyada kendini cihatçı olarak tanımlayan ne kadar örgüt varsa, hemen hepsi Suriye’de İdlib’te bayrak gösterisi yapıyor.

İdlib, 24 Temmuz 2017’den itibaren El Kaide’nin Suriye uzantısı El Nusra’dan kopan Heyet Tahrir-el Şam (HTŞ) adlı örgüt tarafından kontrol edilmeye başlandı. HTŞ, İdlib’te en güçlü örgüt. İdlib merkezi dahil olmak üzere, İdlib’in yaklaşık % 60’ını kontrol ediyor. HTŞ’nin gücü yaklaşık 15 bin. HTŞ, El Nusra ve El Kaide gibi, BM, ABD ve Rusya’nın “terör örgütleri listesinde” yer alıyor. Türkiye, HTŞ’yi 31 Ağustos 2018 tarihinde terör örgütleri listesine aldı. (www.hurriyet.com, Uğur Ergan’ın haberi, 1 Eylül 2018)

Diğer önemli bir terör örgütü, Huraşiddin olarak biliniyor. HTŞ’nin kuruluşunu ve El-Kaide’den ayrılışını doğru bulmayan, El-Kaide’ye bağlılığını sürdüren birçok grup HTŞ’den ayrıldı. Huraşiddin, El-Kaide’ye olan bağlılığını devam ettiren, El-Kaide’nin Suriye’deki yeni yapılanmasıdır. Huraşiddin’in HTŞ’den daha az gücü bulunuyor.

Çin de İdlib’le ilgili. Çin’in ülkeye dönmelerini istemediği, Uygur’luların oluşturduğu ¨Türkistan İslam Partisi¨ elemanları da radikal cihatçı gruplardan biri. Dört bin silahlı militanı var. Çeçen ve Dağıstan’lı radikal silahlı gruplar da İdlib’te yuvalananlar arasında. Rusya, bu unsurları ülkelerine dönmeden yok etme kararlığında.

Ayrıca, gücü az olmakla beraber, tüm dünyanın terör örgütü olarak kabul ettiği IŞİD İdlib’te.

Hiçbir ülke Suriye’de, İdlib’te bulunan teröristlerin kendi topraklarına dönmelerini istemiyor. 

Astana Süreci’nde, Türkiye, Rusya ve İran tarafından terör örgütü olarak kabul edilen yukarıdaki grupların içinde 600 kadar Avrupalı terörist var. Yani Suriyeli olmayan, radikal cihatçı sayısı 10 bin civarında.

Cephe Tahrir Suriye (Suriye Özgürlük Cephesi), HTŞ’nin saldırılarına karşı, Ahrar’uş Şam ve Nureddin Zengi Hareketi tarafından kuruldu. Diğer bir örgüt, İdlib’te 11 muhalif grubu içine alan, 28 Mayıs 2018’de kurulan ve Türkiye’nin desteklediği ¨Ulusal Özgürlük Cephesi¨ (UÖC). 1 Ağustos 2018’de, Suriye Özgürlük Cephesi ile Ulusal Özgürlük Cephesi güçlerini birleştirdiler. İki grup, yaklaşık 40 bin kişilik bir kuvvete sahip.

ÜLKELER NE İSTİYOR?

Rusya

1- Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanmasından yana,
2- Suriye’de yer alan deniz ve hava üssünün güvenliğini sağlamak için İdlib’in teröristlerden arındırılması gerektiğini inanıyor,
3- İdlib’te Suriye ordusuyla işbirliği yapabilecek silahlı muhaliflerle, teröristlerin ayrılması çabasında. El Nusra, El Kaide, HTŞ türevi terör gruplarının elimine edilmesi için görüşmeleri sürdürüyor,
4- Radikal gruplara karşı öncelik nokta operasyonu, mümkün olmadığı takdirde kış mevsimi gelmeden teröristleri etkisiz duruma getirecek operasyonda Suriye’yi havadan destekleyecek,
5- Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmesini istiyor,
6- Suriye’nin yeniden inşasında etkin rolü üstlenmekte ısrarlı.

Rusya, bu amaçlarını gerçekleştirme sürecinde;

1- PYD/PKK’ya özerk yapı için Esad’ı ikna ediyor,
2- Türkiye’yi, AB’yi ve mümkün olduğu takdirde ABD’yi Esad’la masaya oturmaya zorluyor,
3- Fakat bu süreçte Türkiye’yle kopukluk ya da ilişkileri bozmak istemiyor.

İran

1- Suriye’de varlığını sürdürmek istiyor,
2- İran – Lübnan Hizbullah’ı arasındaki koridoru kurmayı hedefliyor,
3- Suriye’den sonra sıranın kendisinde olduğunu ve yok olan Suriye’nin İran’ın parçalanışını hızlandıracağını düşünüyor.

Çin

Çin Halk Cumhuriyeti, İdlib’te bulunan ¨Türkistan İslam Partisi¨ savaşçılarının, Çin’e dönerek özgürlük hareketi başlatmalarından endişeli. Bu nedenle, sayıları dört bini bulan İdlib’teki bu unsurları yok etmek için Suriye’ye operasyonda destek vereceğini açıkladı.

Suriye

1- Ülkesinin toprak bütünlüğünü korumayı ve egemenliğini tekrar kurmayı hedefliyor,
2- İdlib’te toplanan muhalif unsurları yok etmek istiyor,
3- İdlib’ten geçen, muhaliflerin kontrolündeki Lazkiye-Halep ve Halep-Şam yolunun kontrolünü ele geçirerek stratejik üstünlük sağlama çabasında,
4- Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmelerinden yana,
5- İdlib’in ele geçirilmesinin ardından, ABD’nin/PYD/PKK terör örgütünün işgalindeki Fırat’ın doğusuna el atmak ve ardından Türkiye’nin kontrolündeki Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı bölgesini tekrar kendi egemenliği alanına almayı amaçlıyor.

ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve destekçileri

1- İsrail’in güvenliği açısından, Suriye’nin Libya gibi parçalanmasını tercih ediyor. Bu nedenle, İdlib’e yapılması öngörülen operasyona karşı çıkıyor, teröristlerin hakimiyetinin sürmesinden yana,
2- İran’ın Suriye’deki varlığını sıfıra indirmeği amaçlıyor,
3- Rusya, İran ve Suriye’nin iç savaşı bitirerek bir zafer kazanmalarını istemiyor,
4- Suriye’nin kuzeyinde Fırat’ın doğusunu da kapsayacak şekilde önce ¨
uçuşa yasak bölge¨, ardından ¨güvenlik bölgesi¨ kurmayı hedefliyor.

Türkiye

1- 12 gözlem noktasında birlikleri var. İdlib-Türkiye sınırı yaklaşık 130 kilometre. Yeni bir sığınmacı ve göç akını konusunda endişeli,
2- İdlib’te operasyon yerine siyasi çözümden yana, bunun için ikna yoluyla terörist unsurların muhalif gruplara katılmalarını sağlama çabasında,
3- İkna edilemeyen radikal cihatçı gruplara karşı, geniş çaplı operasyon yerine nokta operasyonunu tercih ediyor,
4- Suriye’de PYD/PKK Bölücü Terör Örgütü oluşumunu istemiyor.

Tatbikat alanı

Başta ABD, Rusya olmak üzere, Suriye ülkeler için bir savaş laboratuvarına dönüşmüş durumda. ABD ve Rusya yeni silah sistemlerini, geliştirmekte olduğu askeri donatımlarını Suriye coğrafyasında, gerçek ortamda ve gerçek cephane ile deneme olanağı buluyorlar. Ekolojik ve çevre gibi nedenlerle kendi ülkelerinde deneyemedikleri silah sistemlerini, hiçbir maliyete katlanmadan Suriye’nin sunduğu topraklarda deneme fırsatına sahipler. Şehir/sokak savaşı taktik ve tekniklerinin geliştirilmesi, asimetrik savaş deneyimi, askerlerinin gerçek savaş ortamında eğitimi bu ülkeler için, Suriye coğrafyası bulunmaz bir fırsat sunmakta. Suriye, bu ülkeler için bir gerçek mermilerin kullanıldığı, gerçek düşmanın konuşlandığı maliyetsiz bir tatbikat alanına dönüşmüş durumda. İç savaşlar yüzünden ABD’nin silah ticareti %50’yi buldu, Rusya’nın bu pastadan payı ise %20’ye çıktı. Savaşın perde gerisindeki gerçek yüzü bu aslında… Ülkede, milyarlarca dolara mal olacak tatbikat alanı oluşturulacağına, askeri unsurların dönüşümlü olarak Suriye’de gerçek savaş alanında eğitilmesi orduların arayıp da bulamadığı bir fırsat.

Silah sitemlerinin denenmesi ve alıcılara pazarlanması için olmazsa olmaz iki koşul gerekli. Birincisi, ülkede iç savaş/çatışma ortamının var olması. İkincisi, iç savaşı yaşayan ülkede, daima rejime karşı silahlı bir iç muhalefetin varlığı. İç muhalefet, iç savaşın tetiklenmesi ve şiddetin derecesinin düzenlenmesi için vazgeçilmez bir dinamik.

PAKİSTAN ÖRNEĞİ

1979’da Sovyetlerin Afganistan’ı işgalinin ardından, Pakistan üç milyona yakın Afgan sığınmacıyı kabul etti. Pakistan medreseleri, kutsal cihada adam bulma işine girişti ve sığınmacılar, mücahit yetiştirme kaynağına dönüştü. ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA), Pakistan üzerinden mücahitleri Sovyet işgaline karşı yetiştirdi. Radikal eylemcileri, Pakistan ordusu ve İstihbarat Teşkilatı (ISI) eğitti. Sonunda Pakistan, sınırı geçen binlerce radikal cihatçının yuvalandığı ülke durumuna geldi. Silah ve para kaynağı; ABD, Suudi Arabistan ve bazı Arap ülkeleriydi. El Kaide ve Taliban Afgan sınırında, Pakistan’ın Peşaver bölgesine yerleşti ve dünyanın başına bela oldu.

El Kaide ile IŞİD çizgisi arasında hareket edebilen silahlı radikal unsurlar temizlenmediği sürece, Hatay sınırı İdlib, Türkiye için şiddeti gittikçe artan bir tehdit konumuna gelebilir. ABD ve destekçilerinin, Suriye’de yeni bir Peşaver oluşturma özleminde oldukları bilinmeli. Bu açıdan

  • Türkiye, İdlib’te ve Suriye kuzeyinde radikal unsurların yuvalanmalarına fırsat verecek her türlü girişime karşı çıkmalı. İdlib’e olası bir operasyonu, bu tarihi gerçek doğrultusunda dikkate almalı.

TÜRKİYE İKİ KÜRESEL GÜÇ ARASINDA

En kötü senaryo, ABD ile Rusya arasında sıkışmış bir Türkiye. Özellikle Suriye/Ortadoğu politikasında, Türkiye’nin ABD veya Rusya’yı zorunlu olarak tercih etmesi durumu, arzu edilmeyen bir hareket tarzı. ABD-Rusya arasında sıkışmışlık, eldeki kartları zayıflatır, inisiyatifin karşı tarafa geçmesine neden olur. Türkiye ne Rusya’ya ne de ABD’ye mecbur kalmalıdır. Bir ülkeye mecbur kalınması, ABD yönünden ¨S-400 alırsan¨; Rusya açısından ¨S-400 almazsan¨ türü kartların masaya konulması anlamında. Bu yönüyle, tarih solmayan bir ayna

ABD Suriye’de kalıcı. Fırat’ın doğusunda, Suriye coğrafyasının % 30’unu PYD/PKK’ya işgal ettirdi. Bu alanda, 70-80 BİN PYD/PKK’lı teröristin varlığından söz ediliyor. ABD’nin hedefi, İdlib dinamiklerinden yararlanarak Suriye’nin kuzeyi ve Fırat’ın doğusunda bir ¨Uçuşa Yasak Bölge¨ ve ardından ¨Güvenlik Bölgesi¨ oluşturma. Bu durum, Türkiye için var olan tehditleri iki kata çıkarır ve gerçekten bir BEKA sorunuyla yüz yüze bırakır.

Türkiye, kendisi için BEKA sorunu olan Fırat’ın doğusundaki PYD/PKK oluşumuna karşı, gelecekte ABD’ye rağmen bir operasyonla yüzleşebilir. Böyle bir senaryoda, Rusya, İran ve Suriye rejimiyle işbirliği yapma zorunluluğu ortaya çıkar. Bir yanda, İdlib’le Rusya’yla uzlaşma zorunluluğu öte yanda, Menbiç’te ABD’yle işbirliği yapma ihtiyacı… Türkiye için oldukça çetin bir süreç… Bu açıdan, İdlib’te öngörülen çözümlerde Rusya’yı dışlama seçeneğinin masada yer alması pek mümkün görülmüyor…

Ve en kritik soru: İdlib Esad’ın eline geçerse, dünyanın başına bela olan silahlı El Kaide türevi unsurları nereye gidecek? İdlib kuzeyinde, Türkiye’nin kontrolündeki bölgelere mi? Yoksa Suriye dışında, Libya, Yemen gibi başka ülkelere mi?

  • Türkiye, İdlib operasyonu ya da çözümünde Rusya’yla birlikte hareket etmeli.

Sığınmacıları sınırının ötesinde, Suriye’de geçici barındırma merkezlerinde kabul etmeli. Özetle, bugün çözüm olarak görülen, yarın bir problem olarak karşımıza çıkmamalı…

Kitapta, stratejinin hükmü:

¨Savaşın başında yaptığınız hata, savaşın sonuna kadar peşinizi bırakmaz.¨

Altın kural: ¨Hedef stratejinin anahtarıdır, mantıklı ve tutarlı olmayan bir hedefe hiçbir strateji ile ulaşılamaz.

ATATÜRK YA TAARRUZ ETMESEYDİ

ATATÜRK YA TAARRUZ ETMESEYDİ!

Mustafa SOLAK Tarihçi-Yazar ile ilgili görsel sonucu

Mustafa SOLAK
Tarihçi-Yazar
solak81@outlook.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Sakarya Savaşı’ndan sonra TBMM’de taarruz için sabırsızlık gösterilmesi üzerine Mustafa Kemal “yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür” diyerek Meclisi ikna etmiştir. 20 Temmuz 1922’de ise Mustafa Kemal’in Başkomutanlık görevi Meclisçe süresiz olarak uzatılır.

Mustafa Kemal Paşa, ordu birlikleri arasında bir futbol maçı bahanesiyle komutanlarını Temmuz ayında Akşehir’e davet eder. Böylece Yunanlıların (AS Yunanların olmalı) ve İşgal devletlerinin dikkati çekilmeyecektir. 28 Temmuz gecesi komutanlara “genel taarruza hazırlanılması” emrini verir. Çok gizli bir şekilde yürütülen bu olayları kamuoyundan saklamak maksadıyla, 21 Ağustos’ta da Çankaya köşkünde bir çay daveti verileceği gazete ve ajanslara bildirir.

Şuhut ilçesi, ordumuzun karargahıdır ve Afyon’un işgal edilemeyen nadir yerlerinden biridir. 7 Nisan 1921’de Aslıhanlar köyü çevresindeki çarpışma sonunda Yunanlar bölgeden çekilmişti. 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı artık düşmana taarruz emrini verir. Büyük Taarruz, diğer savaşlardan farklı olarak saldırı savaşıdır. Büyük Taarruz’un (26 Ağustos 1922-18 Eylül 1922) hedefi Afyon’un güneyinde mevzilenmiş 1. ve 4. Yunan tümenlerini yararak ve geride bir mevziye çekilmesine izin vermeden Yunan ordusunu imha etmek ve savaşa son vermekti.

Türk milletinin yüzyıllardır süren geri çekilmesi ve savunmada kalması durumu bu savaşla sona ererek taarruza geçilmiştir. Emperyalistlerin “6 ayda ele geçiremezler” dedikleri tepeler yarım saatte alınmıştır.

27 Ağustos’ta Afyon kurtarılır. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek düşmanın topyekün yok edilerek savaşın sonuçlandırılmasını gerekli bulurlar.

30 Ağustos 1922 tarihine kadar 4 gün süren çetin bir savaş yapılır. Bu aşamaya “Başkomutanlık Meydan Savaşı” adı verilir.

“Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!”

30 Ağustos’ta askerimiz Mustafa Kemal’in “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emriyle Yunan askerinin peşine düşer. 1 Eylül 1922’de başlayan takip,  6 Eylül’de Balıkesir’in, 8 Eylül’de Manisa’nın, 9 Eylül’de İzmir’in kurtarılmasıyla sürmüş, 18 Eylül 1922’de Yunan askerinin Balıkesir – Erdek limanından ülkeyi tümden terk etmesi ile son bulmuştur.

“Biz Burada Vatanımızı Savunuyoruz”

Meydan Savaşı’ndan sonra çevreyi gezen Mustafa Kemal, düşmanın ağır yenilgisini, savaş alanında bıraktığı silah, cephane ve savaş malzemesini, ölülerini, esirlerin kafilelerle yürütülmesini izleyerek suçun emperyalistlerde olduğunu belirtir:

  • “Bu manzara insanlık için utanç vericidir. Ama biz burada vatanımızı savunuyoruz. Sorumluluk bize ait değildir”

Mustafa Kemal bu sözüyle “analar ağlamasın” denilerek yapılan “savaşa hayır, barışa evet” çağrısına vatan savunması için yapılan savaşın zorunluluğu ve haklılığıyla yanıt vermektedir. Topraklarınız işgal ediliyor, özgürlüğünüz elinizden alınmak isteniyorsa köleliğe, kimliğinizin aşağılanmasına sessiz kalmaya sindiremiyorsanız yaşamınızı savunmak için savaş zorunludur, kaçınamazsınız.

İşgal veya sömürü amacı taşımıyorsanız yaptığınız savaş haklıdır, meşrudur. Dahası vatanı savunanlar Büyük Taarruz’daki gibi savaşı başlatan taraf da olsa sorumluluğun emperyalizmde ve işbirlikçisi Yunanlılarda (AS: Yunanlarda) olduğunu vurgulamıştır.

“Savaşa hayır” sloganı ülkemizi işgal eden Fransız, İngiliz, İtalyan, Yunan devletlerinin vatandaşları açısından atılabilir ama bir Türk yurtseveri “savaşa hayır” diyerek işgali durduramaz. Vatanını savunanın değil, işgale gelenlerin “savaşa hayır” demesine Başkomutanlık Savaşı’nda esir düşen Yunan Başkomutanı Trikopis’in sözleriyle örnek verelim:

  • “Bizim Anadolu Savaşı’nda hiçbir menfaatimiz yoktu. Biz yabancı devletlere âlet olduk.”

 Cumhuriyet’in Temelleri Sağlamlaştırılıyor

Çanakkale ve Sakarya Savaşları hücumdaki düşmanı durdurmakla sınırlı iken, Başkumandanlık Meydan Savaşı’nda düşman ordusu topyekûn yok edilmiştir. Zafer, Yunan işgaline son vererek Kurtuluş Savaşını kesin bir askeri sonuca ulaştırmıştır. Böylece Türk tarafının, Lozan’da toplanan barış konferansına önemli bir diplomatik avantajla katılmasını sağlamıştır.

Bu savaşta Atatürk,

  • Hiç şüphe yok ki yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli burada atıldı, sonsuza dek sürecek hayatına burada imkân verdi” demiştir.

Benzer bir sözü Sivas Kongresi’nde;

  • “Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini burada attık.” cümlesiyle belirtmiştir.

Sivas’ta atılan temel Afyon’da sağlamlaştırılarak yıkılmaz bir kale haline getirilmiştir.
======================================
Dostlar,

Büyük Taarruz 96 yıl önce 1922’de Batı Anadolu’da halen sürüyordu..
Dolayısıyla, 9 Eylül’e dek bu bağlamda yazılara sitemizde yer vermekteyiz..

Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere O’nun dava ve silah arkadaşlarıyla bu var – yok olma savaşını kan ve canları pahasına başarıya ulaştıran vatan evlatlarına, şehitlere, merhum gazilere borcumuzu ödenemez olduğunun ayırdındayız (farkındayz).

Son nefesimize dek vatan nöbeti tutarak, kutsal emaneti şan ve şerefle yaşatarak ancak bu borç ödenmeye çalışılabilir..

Lütfen tıklar mısınız :

  • Cengiz Özakıncı’ya Göre 30 Ağustos
    “…26 Ağustos’ta başlayan 9 Eylül’e yayılan süreç, Türk ulusunun soykırımdan kurtulma savaşıdır!” https://youtu.be/rje2TlEFZEM 

Arkanıza yaslanın ve yüksek sesle dinleyin lütfen..

Sevgi ve saygı ile. 05 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

CHP’li Erdoğdu: Bu rakamları inandırıcı bulmuyoruz

CHP’li Erdoğdu:
Bu rakamları inandırıcı bulmuyoruz

Aykut Erdoğdu kitapları ile ilgili görsel sonucu

(AS: Bizim katımız yazının altındadır..)

CHP Genel Başkan Yardımcısı Aykut Erdoğdu, Türkiye’nin dış borcunun 466 milyar Dolar’a çıktığını söyleyerek, “Ülkenin batma riski dünyanın en yüksek seviyesine çıktı, 550 CDS. 500’ü geçtiğinde ‘bu ülke batmıştır’ deniyor. Bakın İzlanda’nın 18-19, İngiltere 30, Fransa 40, bizim 550. Buna dayanamayız, bu işin sonu kötü. Bu sadece bir ekonomik kriz değil, tarihimizde görülmemiş bir şeyle karşı karşıyayız.” dedi. (04 Eylül 2018, DHA)

CHP’li Aykut Erdoğdu Parti Genel Merkezinde gündeme iişkin açıklamalarda bulundu. Erdoğdu, TÜİK tarafından yapılan son açıklamada TÜFE’de 2018 Ağustos ayında bir önceki aya göre %2.30, bir önceki yılın aynı ayına göre %17.90 artış gösterdiğini söyleyerek, “Bu rakamları inandırıcı bulmuyoruz. Hepimiz alışveriş yaparken markete gittiğimizde fiyatların çok daha fazla yükseldiğini görüyoruz. TÜİK yetkililerini uyarmak istiyoruz. TÜİK’in hükümetin gözüne görmek amacıyla enflasyonu makyajlaması çalışanın rızkının çalınması anlamına gelmektedir” dedi.

Yaşanan ekonomik gelişmelerin ardından Türkiye’de intihar olaylarında artış yaşandığını belirten Erdoğdu, “Hükümet krize karşı açıkladığı önlemlerde çalışan kesimi yok saymaktadır. İşten çıkarmalar yaygınlaşmakta yoksulluk açlığa dönüşmektedir. Hükümet yandaş sermaye kadar emekçileri de desteklemeli ve bu kapsamda işsizlik fonu asla amacı dışında kullanılmamalı ve işsizlik maaşı artırılmalı, süresi uzatılmalı ve kullanım şartları kolaylaştırılmalıdır. Bu kriz döneminde yoksulların arkasında durmaya devam edeceğiz” diye konuştu.

Girdi fiyatlarındaki artışın çiftçileri olumsuz etkilediğini söyleyen CHP’li Erdoğdu, “Çiftçilerimiz ekemeyecek, bizler de kentlerde aç kalacağız. Önünü göremeyen hükümetin çiftçileri koruması gerekir. Çiftçimiz bu fiyat artışına karşı korunmalıdır.” değerlendirmesinde bulundu.

DÖVİZ SÖZLEŞMELERİ DERHAL TL’YE DÖNMELİ

“Hükümet vatandaşa sürekli baskı yapıyor, dolar ile değil TL ile işlem yapın” diyen Erdoğdu, şöyle konuştu:

“Ama milyarlarca $ büyüklüğündeki yandaşlarla yapılan sözleşmelerde hiç kimse hiçbir şey söylemiyor. Bakın 3. havaalanına 6 Milyar € talep garantisi verildi. Niye TL üzerinden garanti verilmiyor da € üzerinden garanti veriliyor. Bu 5 havuzcu şirket eğer bu kadar yurtseverler ise, bu kadar milli iseler, bütün bu krizi Trupm çıkarmışsa hadi bakalım şu günkü kurla dönsünler TL’ye. Niye $ üzerinden garanti alıyorlar. Bu kadar kur artarken bu kadar fahiş karlar elde ederken utanmıyorlar mı? Döviz kuru neredeyse iki katına çıkmış, utanmıyorlar mı? Recep Tayyip Erdoğan yanındaki iş adamlarına talimat versin. Bu garantiler TL’ye dönsün. Yapabilir mi, hayır. Onların gözü gariban manavın, kasabın, asgari ücretlinin cebinde. Tekrar uyarıyoruz. Yandaşlar ile yaptığınız döviz üzerinden sözleşmeler derhal TL’ye dönmeli.”

‘LİYAKAT YOK BU ÜLKEDE’

Türk lirasının itibarının yerle bir edildiğini öne süren Erdoğdu, “Halk Bankası soyuldu, kimsenin açıklama yaptığı yok. Halk Bankası 8 kere açıklama yapmak zorunda kalıyor. Çünkü Halk Bankasının yaptığı açıklamaya kimse güvenmiyor. Güzelim Halk Bankası o esnafa kredi vermesi gereken bankanın düşürüldüğü duruma bakın. Durum bu noktaya gelmiş. Gerçekten içler acısı bir durumla karşı karşıyayız. Peki niye bu noktaya geldik. Birincisi liyakat yok bu ülkede. Ekonominin bütün yetkilerini damadına teslim etti. Bu ülkede damadından başka kimse yok mu? Yurt dışına böyle bir görüntüyü nasıl verirsiniz? Bu bir hanedan görüntüsüdür” şeklinde konuştu.

‘BİR TEK BİZ YIKILDIK’

Hükümetin bütün faturayı dış güçlere kesmeye çalıştığını söyleyen Erdoğdu, “Trump dediğiniz adam dengeli bir yönetici değil. Hem kendi ülkesinin başına bela hem de dünyaya bela. Her ülkeye sataşıyor. Meksika’ya vuruyor, Brezilya’ya saldırıyor, Çin’le uğraşıyor. Bir tek biz yıkıldık. Çünkü gücümüz gitmiş. 466 Milyar Dolar dış borç bir günde Trump yapmadı. 15 yılda bunlar yaptılar. Milli gelir hesaplarında sahtekarlığı Trump yapmadı. Dünyanın en büyük 17’inci ekonomisiydik, iki ay içinde 22’inci sıraya geriledik.” dedi.

‘BU GÖRÜNTÜYE KİM İNANIR’

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kırgızistan Meclis Başkanı Dastanbek Cumabekov ile görüşmesinde Bilal Erdoğan’ın da yer almasına tepki gösteren Erdoğdu, sözlerini şöyle tamamladı:
“En son Bilal Erdoğan’ın fotoğrafı. Kırgızistan’la resmi görüşmede hiçbir resmi sıfatı olmayan Bilal Erdoğan’ın masada ne işi var? Suçtur bu. Burada devlet sırları konuşuyor. Bilal Erdoğan’ın sizden bizden bir farkı yok. Bu ülke Recep Tayyip Erdoğan’ın malı değil. Bilal Erdoğan o masaya oturamaz, oturmamalıdır. Bu görüntüyü veremezsiniz. 3 bin yıllık devlet kültürü var. Çadır devletine dönüştü, bu görüntü çadır devleti görüntüsüdür. Sonra döviz kuru niye artıyor? Bu görüntüye kim inanır? Kim size fon gönderir?

  • Ülkenin batma riski dünyanın en yüksek seviyesine çıktı, 550 CDS.
  • 500’ü geçtiğinde bu ülke batmıştır deniliyor. Bakın İzlanda’nın 18-19, İngiltere 30, Fransa 40, bizim 550.
  • Buna dayanamayız.
  • Bu işin sonu kötü.
  • Bu sadece bir ekonomik kriz değil, tarihimizde görülmemiş bir şeyle karşı karşıyayız.
  • Bu iş sosyal bir krize dönüşecek” dedi. Erdoğdu, bir soru üzerine işçi ve memur sendikalarının bu gelişmeler karşısında sessiz kalmasını da eleştirdi.
    ============================================
    Dostlar,

CHP Genel Başkan Yardımcısı Aykut Erdoğdu, CHP’nin en aklı başında vekillerinden biri. Çok iyi eğitimli, zeki ve çabalı (gayretli). Yolsuzluklarla ilgili emeği, ekonomiye izlemesi ve verileri yüreklilikle paylaşması çok değerli. Aşağıdaki 2 kitabını özellikle salık veriyoruz.

Aykut Erdoğdu kitapları ile ilgili görsel sonucu      Aykut Erdoğdu kitapları ile ilgili görsel sonucu

Erdoğdu, yüksek lisansını ABD’de Carnegie Mellon Üniversitesi’nde “Kamu Politikaları ve Yönetimi” üzerine yaptı. Bu ülkede uluslararası geçerli ‘Denetçi’ belgesi aldı.

O’nu izlemekte yarar var… CHP’nin de hak ettiği değeri vermesi gerek..

Sevgi ve saygı ile. 04 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Suay Karaman : ZAFER

Dostlar,

96 yıl önce bugünlerde Ege’de bir kıyamet savaşı sürüyordu..
Mustafa Kemal Paşa‘nın orduları 26 – 30 Ağustos 1922 arasında Dumlupınar meydan savaşını kazanmış, Yunan ordusundan kalanlar İzmir’e doğru kaçıyordu. Türk orduları ise, Başkomutanın “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!“ komutunun gereğini yerine getirmek üzere İngiliz emperyalizminin maşası işgalci Yunan ordusunu önüne katmış kovalıyordu..

Sevgili kardeşimiz Suay Karaman‘ın yazısı aşağıda..

Sevgi ve saygı ile. 04 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
===================================

ZAFER

Suay Karaman

30 Ağustos 1922’de Kütahya Dumlupınar’da kazanılan Başkomutanlık Meydan Savaşı, emperyalizmin yenilişini dünyaya haykırırken, aynı zamanda Türk milletinin de kurtuluşunu müjdelemekteydi.

Bu büyük zafer sonucunda, Osmanlı Devleti tümüyle ortadan kalkmış, Türklere salt Anadolu’nun ortasını layık görenler, Türk ordusu karşısında erimiş ve tüm hayalleri Ege’nin serin sularına gömülmüştür. Bu büyük zafer sonucunda Lozan’a giden yol açılarak, tam bağımsız, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Bizleri bugünlere ulaştıran büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Paşa ve silah (AS: ve dava) arkadaşları olmak üzere tüm şehitlerimiz ile gazilerimizi minnetle, özlemle, saygıyla anıyoruz.

Ancak 96 yıl önce ülkemizden kovduğumuz emperyalistler, bu yenilgilerinin rövanşını almak için, önce eşsiz liderimiz büyük Atatürk’ün ölümünü beklemişler; sonra yapılan ikili anlaşmalarla içimize sızmışlar ve ardından Türkiye’nin NATO’ya katılmasından itibaren (AS: başlayarak) ülkemizin bağımsızlığını yok edecek açık – gizli etkinliklerini sürdürmüşlerdir.

Bugün, şimdiye dek görülmemiş ölçüde siyasal ve ekonomik krizlerle boğuşan ülkemizde vatanımızın bölünmez bütünlüğü, milletimizin birliği ve devletimizin varlığı büyük tehdit altındadır. Emperyalist güçler ve yerli işbirlikçileri tarafından Türk Ordusuna karşı yapılan hain planlar ile yurtsever aydınlara karşı saldırılar sürmektedir.

Dindar ve kindar gençlik yetiştirme sevdası, ülkemizi bölünmeye, laik ve demokratik cumhuriyetimizi ortadan kaldırmaya, ulusal ne varsa yok etmeye çalışan iktidarların elinde patlamıştır. ABD’nin göreve getirdiği iktidarlar, sahte kabadayılıklarla durumu idare etmeye çalışmaktadır ancak siyaseten ve ekonomik olarak yolun sonuna geldiklerinin farkındadırlar. Durumu kurtarmak için Milli Eğitim Bakanlığı, ulusal bayramları yeniden kutlama programına almış ve Atatürkçülükle ilgili konuların derslerde işlenmesine karar vermiştir.

Bu ve buna benzer yapılanların sadece (AS: yalnızca) göz boyama olduğunu anlamalıyız. 16 yılda güzel ülkemizi bugünkü perişan duruma getirenlerin, aydınlık gelecek için, ulusal olma adına ve Atatürkçülük için yapabilecekleri hiçbir şey yoktur ve olamaz da.

Son yıllarda destan üstüne destan yaratılmaya başlandı, asıl destan Mustafa Kemal Paşa’nın emperyalistleri dize getirdiği 30 Ağustos tarihidir. Bu tarihi, başka tarihlerle karıştıranların, ya akılları ya da çıkarları karışmıştır.

  • 30 Ağustos tarihindeki zaferi gölgelemeye, yok etmeye kimsenin gücü yetmez.
  • Çünkü bu zafer milletin kalbindedir, Atatürk’ün çağdaş yolundan gidenlerin içindedir.

Ülkemizin kurtuluşunun ve kuruluşunun öncüsü olan ve 96. yılını kutladığımız 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın, bizlere yeni yeni zaferler getireceğine olan inancımızla hep birlikte bağırıyoruz:

  • “Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa.”

“İnceleme Başlatmak” Toplum Düşmanlığıdır!

“İnceleme Başlatmak” Toplum Düşmanlığıdır!

Dr. Çağatay Güler
Halk Sağlığı Uzmanı

(AS : Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Gelişmekte olan ülkelerde terimler birbiri yerine kullanılır. Kavramların içi boşaltılır. Eylemler yozlaştırılır. Gençliğimde çok saftım. İnsanların doğruyu bilmedikleri için yanlış yaptıklarını sanıyordum. Artık yaşlandım. İnsanların doğruyu çok iyi bildiklerini, çıkarlarını korumak için bile bile yaptıklarını çok iyi biliyorum. Bir belediye başkanı, benimle birlikte hileli ürün satan esnafa ceza verir beni sevindirirdi. Bir süre onu örnek gösterdim. Sonra esnafın onu ziyaret edip “bir çayını” içtiğini onun da “Resen” cezayı kaldırıp onları sevindirdiğini anladım. Bu bir oy toplama yöntemiydi.

Halk sağlığı ile ilgili olaylarda “inceleme başlatmak” bir soysuzlaşma simgesi haline geldi. Emniyet güçlerinin konuyla ilgili soruşturmaları halk sağlığı incelemesi değildir. Emniyet güçleri suçlu ararlar. Halk sağlığı incelemelerinde suçlu aramayız, söz konusu olayın yinelenmemesi için ne yapılması gerektiği araştırılır.

Bakan beyin “konuyla ilgilenin” demesi halk sağlığı incelemesi değildir. Bakanlık soruşturmaları da halk sağlığı incelemesi değildir. “Şu adamın durumunu bir inceleyin” emri “sevmediğim şu adamı görevden alabilmem için bir kılıf uyduruverin” demektir. Herhangi bir resmi görevliyle ilgili “inceleme başlatın” emrinin altında birkaç gizli nedenden biri vardır:

-Oh elimize fırsat geçti, şu adamdan kurtulalım.
-Adamımızın zarar görmemesi için işi uzatalım. Balık akıllılar unutunca olayı kapatırız.
-Topluma alışması için zaman tanıyalım.
-Şu işi bir sahipsizin üstüne yıkalım.

En az 70 yıldır tüm dünyada temel kitap olarak okutulan kaynağın en eski yazarlarından olan Rosenau, II. Dünya savaşından sonra kanıtladı. Kendisi de sınır halk sağlığı birimlerinden birinde çalışan Rosenau para, kalem, kitap, dergi vb.nin salgın yapmayacağını kanıtladı. Yıllardır sadece verem hastalarının yemek kapları, çatal, bıçak vb.nin kaynatılması gerektiğini söylememiz bundan. O zamanlar bırakın parayı, dış ülkelerden ABD’ye giren meyveler de formaldehite batırılırdı. Başlangıçta kızan ithalatçılar bu uygulama kaldırılınca daha çok kızdılar. Çünkü incir, üzüm dahil meyvelerin formaldehite batırılması raf ömrünü uzatıyordu.

Bilimsel araştırmaların hepsi halk sağlığı incelemesi değildir. Birisi eline pamuklu çubuğu alıp paralara sürttükten sonra özel besi yerlerinde 500 mikrop ürettim diye bağırabilir. Ama bu bir halk sağlığı uyarısı değildir. Ben ona söyleyeyim, biraz daha sıksa bin de üretebilir. Paraya dokundu diye çocuğu eline dezenfektanlar sıkan anneler yaratınca, hangi salgın tehlikesini önlediğini sorsanız yanıtlayamaz. Çocuğu ellerini kimyasallara bulamak çocuğun bağışıklık sisteminin güçlenmesini engeller. Bizde serbestçe satılan “anti bakteriyel” sabunlar çoğu gelişmiş ülkede kurukafa işareti ile satılır. Anlıyorum, basının çabası daha çok satmak, daha çok izlenmek ama Allah rızası için kıyıda köşede bir de halk sağlığı görüşü verin.

Ankara’da şarbon vakasından sonra inceleme başlatıldı” haberlerini okuyunca bunları düşündüm. İlk tren kazasından sonra da “inceleme başlatılmıştı”. İkincide de üçüncüde de… Sonraki kazalarda da “inceleme başlatılacak”. Toplu balık ölümleri için de inceleme başlatılır hep. Sahi ne oldu bu incelemelerin sonucu? Alın size bir toplu balık ölümü daha:

“Manisa’nın Kırkağaç ilçesinde Bakırçay Nehri’nin bir kolu olan Karakurt Çayı’nda toplu balık ölümleri yaşanması üzerine inceleme başlatıldı”. Ben de size bir haber vereyim:

-Bu tip balık ölümlerine yol açan maddeler, çevremizde çok yaygın ve içme suyu arıtım tesislerinde arıtılamaz.

Toplu balık ölümlerinde balıklar gömülür. Yenilmez ve yem yapılmaz. Ben incelemeden vazgeçtin, balık çiftliği ölümlerinde balıkların gömüldüğü yeri göstersinler razıyım.

İncelemeniz işi gürültüye getirecek biliyorum. Bu nedenle gerçek nedeni ben söyleyeyim:

1. Şarbonun nedeni sağlığı tedaviden ibaret sanıp sağlık ocaklarını kapatmanız ve sahadan veteriner sağlık memurlarını ve insan sağlık memurlarını çekmenizdir. Sahadaki hekim ve veterinerler her Kurban Bayramından önce seferberlik ilan ederlerdi.

2. Gelecek kurbanda da şarbon olmazsa bir başka zoonoz yani insan ve hayvanların ortak hastalığı çıkacaktır. (http://www.ato.org.tr/news/show/417, 29/08/2018)
*Bu yazı cevresagligi.org’da yayımlanmıştır.
===============================
Dostlar,

Sevgili meslektaşımız Prof. Dr. Çağatay Güler dostumuza, bu uyarıcı yazısı için teşekkür ederiz..

AKP‘nin oy deposu milyonlarca necip milletimiz, gönüllü kulluğu sürdürsünler bakalım..

Şehir hastaneleri talanı‘nın faturası ile yüzleşince, çökecek ‘diz’ bile kalmayacak neciiiip mi necip milletimizde..

Sevgi ve saygı ile. 02 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

2018 Türkiyesi’nde Şarbon Karantinası

2018 Türkiyesi’nde Şarbon Karantinası

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi, Et ve Süt Kurumu tarafından ithal edilen canlı hayvanlarda şarbon hastalığı tespit edilmesi ve hayvanların getirildiği bölgede karantina ilan edilmesinin ardından konuyla ilgili yazılı bir açıklama yaptı.(28.08.2018)

2018 Türkiyesi’nde Şarbon Karantinası

Son dönemde görsel ve yazılı basına yansıyan haberler ülkemizde Kurban Bayramı nedeniyle artan canlı hayvan ticareti, kesimi ile et tüketiminin şarbon hastalığını görünür hale getirdiğini yansıtmaktadır. Şarbon otçul hayvanların hastalığı olup; en çok koyun, keçi ve sığırlarda görülür. Hastalığın etkeni sporlaşarak çoğaldığı için son derece dayanıklı olan; gram pozitif, çomakcık şeklinde bir bakteri olup; hayvanlardan insanlara enfekte hayvan ürünleri ile temas, enfekte hayvan kılı gibi materyalin solunum yolu ile alınması veya enfekte hayvanların etlerinin tüketilmesi ile bulaşır. İnsanlarda bulaşma yoluna göre deri, akciğer ve barsak şarbonuna neden olabilir. Olguların büyük bir kısmı deri şarbonu olarak görülür ve tedavisi mümkündür. Ancak daha nadir görülmesine karşın solunum sistemi ve barsak şarbonunun ise tedavisi zor; hatta bulaşmadan sonra bir hafta içinde sıklıkla ölümle sonuçlanabilmektedir.

Görsel ve yazılı basına yansıyan haberlerde bir kamu iktisadi teşebbüsü olan Et ve Süt Kurumu tarafından ithal edilen canlı hayvanlarda şarbon hastalığı görüldüğü öğrenilmiştir. Yine basına yansıyan haberlerde bu hayvanların kesimi ve depolanması için kiralanan çiftliklere Hayvan Sağlığı ve Zabıtası Yönetmeliği‘nin 109. maddesi gereğince karantina uygulamasına geçildiği ve hasta hayvanların imha edildiği görülmüştür. Oysa Tarım ve Orman Bakanlığı ve ilgili kurumu hasta hayvanları imha ettiğini ve her türlü yasal önlemin aldığını bildirmekle sorumluluktan kurtulamaz; şu soruların yanıtı kamuoyunu tatmin edecek biçimde en kısa zamanda verilmelidir:

  • Bu hayvanlar yasa ve yönetmelik hükümleri hiçe sayılarak şarbon basili taşımasına karşınn nasıl ithal edilmiştir; hangi gümrük kapısından geçmiştir; sorumluları kimlerdir ve haklarında yasal işlem yapılmış mıdır?
  • Kamuoyuna yansıyan Ankara’daki grup dışında başka hayvan gruplarında da şarbona rastlanmış mıdır? Rastlandıysa ne gibi işlemler yapılmıştır; kamuoyuna niçin bilgi verilmemiştir?
  • Kurban pazarlarında satılan tüm küçük ve büyükbaş hayvanlar Hayvan Sağlığı ve Zabıtası Yönetmeliğinin ilgili yönetmeliğince gerekli muayeneden geçirilmiş midir?
  • Son bir ay içinde deri, akciğer veya barsak şarbonu kuşkusu ile sağlık kurumlarına başvuran vatandaşlarımız var mıdır? Eğer varsa sağlık durumları nedir?
  • Şarbonlu hayvanlar nedeni ile yapılan karantina uygulamasından dolayı uğranılacak ekonomik zararlar nasıl telafi edilecektir?

Aslında son dönemde yaşadığımız bu olay bile, tek başına, ülkemizde gıda güvenliği krizi yaşandığını; sorunun günden güne giderek büyüyen halk sağlığı sorunu haline geldiğini göstermektedir. İnsanlarımızın tükettiği etten sebzeye dek tüm gıda maddeleri biyolojik, kimyasal, fiziksel her türlü gıda riskine açıktır ve insanlarımızın sağlığı bu anlamda tehdit altındadır.

‘Ben yaptım; oldu’ mantığı ile 2004 yılında çıkarılan 5179 sayılı yasa ile ülkemizde gıda denetiminin bırakıldığı Tarım ve Orman Bakanlığının bu işi yapamadığı artık reddedilemez biçimde ortaya çıkmıştır; 2018’in Türkiye’sinde başkent Ankara’nın dibindeki Gölbaşı ilçesinde ‘şarbon karantinası’ uygulaması zorunluluğu ile karşılaşılmıştır. Artık daha çok zaman yitirmeden ve yeni gıda güvenliği skandalları yaşamadan ilgili meslek odaları, bakanlıklar, üniversiteler başta olmak üzere tüm taraflar bir araya gelmeli ve bu konuda gelişmiş ülke örnekleri de incelenerek; gıda güvenliğini tartışmasız sağlayan ve sağlık örgütünü de gıda güvenliği konusunda yetkilendiren yeni bir yasal düzenlenme hazırlanarak uygulamaya konulmalıdır.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi
==========================================
Dostlar,

Ne yazık ki AKP yönetiminde ülkemizin her yanı dökülüyor..
Halkın en temel gereksinimleri, hakları karşılanamıyor ya da tersinden söylersek kötü yönetilen Devlet, en başat görevlerini yerine getiremiyor. Gıda güvenliği ve güvencesi Devletin en temel görevleri arasında. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 25. maddesinde de tanımlanıyor.

Gıda ve ürünleri dışalımında (ithalinde) Dünya Sağlık Örgütü ve FAO‘nun birlikte hazırladığı Codex Alimentarius standartları ve kuralları geçerlidir. Buna göre, dışsatım (ihracat) yapacak ülke, DSÖ – FAO tarafından yetkilendirilmiş (akredite edilmiş) bir laboratuvardan, satacağı ürünün uygunluk belgesini sağlamak ve satın alan ülkenin gıda gümrüğünde sunmak zorundadır. Böylesi bir belge yoksa, satın alan ülke gümrüğünde kurulu yine DSÖ – FAO tarafından yetkilendirilmiş (akredite edilmiş) bir laboratuvarda uyun örnek alınarak değerlendirilir ve dışalıma buna göre izin verilir ya da geri gönderilir. Rusya’nın, gıda gümrüğünde meyve – sebze götüren Türk TIR’larını ”kırmızı alana” aldığı ve değindiğimiz incelemeleri yaparak kimi ürünlerimizi ülkesinin gıda güvenliği standartlarına uymadığı için geri yolladığı anımsanacaktır. 

Besinlerle bulaşan kimi hastalıklarda aracı, hayvanlar ve ürünleridir. Şarbon için kuluçka süresi 1-14 gündür.  Dolayısıyla canlı hayvan dış satımında hayvanların gemiye bindirilmeden önce ve gemide izole edilerek 14 gün tutulması, 14. gün şarbon incelemesi yapılması durumun belgelenmesi gerekir. Bu hayvanlar Brezilya’dan getirilmektedir ve Gölbaşı’nda 146 büyükbaş hayvan Şarbon’dan ölmüştür. Bakan, Türkiye’de yenen otlara bağlamaktadır hayvanların hastalığını.

Kaş yapayım derken göz çıkarmak için çok tipik. Hayvanlar kaynak ülkede sağlıklı idi, 1 ay boyunca yolda hastalık (şarbon) görülmedi ve Türkiye’de yerdikleri otlarla şarbon basilini alıp hasta oldular ve öldüler! Demek ki bu otlar dışalım (ithal) değil ise, Türkiye’deki otlar, meralarda bu hastalık etmeni vardır!  Yine Bakan Pakdemirli’ye göre bu hayvanlar piyasaya sunulmamışmış… Kaç hayvan getirildi, ölenler ve halen karantinada olanlar, bu hesap tutmaz Bakan bey!

Konunun uzman müfettişlerce hızla incelenmesi ve sorumluluğu olanların yaptırım görmesi gerekir. Önce Sayın Bakan görevi bırakmalıdır soruşturmanın esenliği için.. Bu hayvanları sağlayan ülke ve kurumlar – şirketler, varsa aracılar, Türkiye’deki kimi yandaşlarla bağlantıları, paravan şirketler olup olmadığı incelenmeli ve kamuoyuna gerçekler açıklanmalıdır.

Halkın sağlığı, gıda güvenliği – güvencesi bu denli ucuz değildir.
Üstlenilecek görevler için önce dürüst sonra da yaraşır (liyakatli) olmak vazgeçilmezdir. AKP yönetiminde hangisi kaldı ?? Sorunun mutlaka aydınlatılması gerekiyor..

  • Korunan kimilerine aracı kişi – kurumlarca rant aktarımı adına halkın sağlığı bile feda edilmiş midir??

Öte yandan, 1593 sayılı yasa kapsamında gıda güvenliği hizmetleri 1930’da Sağlık Bakanlığına verilmişti. 24.06.1995 tarihli ve 560 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnameyle bu yetki, o zamanki adıyla Tarım ve Köyişleri Bakanlığına devredildi. 1593 sayılı yasanın ilgili hükümleri (8. BAP, Yenilecek ve içilecek şeyler ile kullanılacak bazı maddeler, md. 181-199) yürürlükten kaldırıldı.

”Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun” 5179 sayı ile 05 Haziran 2004’te RG’de yayımlandı ve gene aynı Bakanlık yetkili kılındı. Ancak, besinlerle bulaşan hastalıkların kaynağının bulunması (filyasyon) konusunda 2 Bakanlık gerekli işbirliği ve eşgüdümü sağlayamadı. Ya bu işbirliği ve eşgüdüm mutlaka yeterli düzeyde sağlanmalı ya da görev yeniden Sağlık Bakanlığına verilmelidir.

ABD’de FDA adıyla özerk bir bilimsel kurum Gıda – İlaç işleri ile görevlendirilmiştir.
AB ise EFSA adlı özerk bilim kurumu ile Gıda Güvenliği işlerini yürütmektedir.
İnsan ilaçları konusu halen Sağlık Bakanlığı (Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu), hayvan –  bitki ilaçları ise son adıyla Tarım ve Orman Bakanlığı yetkisindedir.

Öneriler                                   :

Akciğer şarbonunda kuluçka süresi 60 güne dek uzayabilmektedir. İlgili Bakanlık, bu hayvanların kimlere satıldığını, kimlerce tüketildiğini Sağlık Bakanlığı ve güvenlik güçleri ile birlikte saptamalı, şarbonu alması kuşkulu insanlar 2 ay boyunca özenle tıbbi izleme alınmalıdır.

Uygun bir doz ve biçimde şarbon hastalığı belirtileri hakkında halka eğitim verilmeli ve o hayvanların etlerini yiyenlerle kuşkulu belirtileri olanların sağlık kurumlarına başvurması istenmelidir.

Bu vesile ile ülkemizin GIDA GÜMRÜKLERİ gözden geçirilerek uluslararası standartlarla (HACCP) Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü normlarına uyumlu düzeye getirilmelidir.

Sevgi ve saygı ile. 30 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

‘Lütuf düzeni’ ve kriz

‘Lütuf düzeni’ ve kriz

sol.org.tr, 24/08/2018

 

(AS : Bizim kısa katkımız yazının altındadir..)

Siyaset dünyasını yakından izleyen bir gazeteci, Kemal Can, Türkiye’deki son gelişmeleri “lütuf düzeni” olarak nitelendiriyor (Cumhuriyet, 20 Ağustos). Önemli gözlemlere dayanıyor. Bazılarını aktarıyorum:

“Uzun bir süredir AKP bir siyasi parti değil. Erdoğan’ın seçim işleri dairesi olarak kullandığı bir hizmet birimi. Partide görev alacaklar ve görevlerin nasıl yapılacağına bizzat Erdoğan karar veriyor.”

“Bütün Türkiye için uygulanan ‘lütuf düzeni’ en mükemmel şekilde AKP’de icra ediliyor. Herkes mücadele ederek, hak ederek değil, ‘Reis’ lütfettiği için göreve geliyor, görevde kalıyor.”

“Ekonomik paylaşım bir lütuf filtresi ile birlikte uygulanıyor. Lütuf düzeni, krizlere hem ihtiyaç duyuyor; hem de krizleri kullanmayı biliyor; zorluk anlarında çok daha etkili oluyor. Hakların bir lütuf haline getirilmesini eleştirmek yerine, krizler, lütuftan faydalanmayı, dışlanmamayı daha önemli hale getiriyor.”

“Bir insanın özgürlüğü, bir TV dizisinin devam etmesi, bir ihalenin alınması, bir şehrin kaderi lütfa bağlı olabiliyor. Bu düzeni devam ettiren şey, otoritenin gücünden çok, bu işleyişin kabul edilmesiyle ilgili.” 

“Düzen iki koldan işliyor. İlki, çözülmez gibi görünen bir meselenin sıradan olmayan bir yöntemle hemen halledilebilmesi. İkincisi, normal yollarla çözülebilecek bir meselenin lütfedilmedikçe asla hal yoluna gidilmemesi. ‘O derse olur; o demezse olmaz’ inancı anahtar. Milyarlarca liralık borçların bir kalemde silinivermesi veya delil olmadan insanların hapiste tutulması gibi…”

“Bu çemberin dışında kalan kalabalık bir seyirci grubu da bu düzene bilmeden destek veriyor. Çarpıklıklara bir düzen meselesi olarak karşı çıkmak yerine, ‘her şey onun yüzünden oldu’ fikri, ‘her şeyi ancak o düzeltebilir’ efsanesini de besliyor.”

***

Kemal Can’ın betimlediği çarpıklıkların evveliyatını, kapkaççı, vurguncu kapitalizm terimleri ile incelemeyi yeğlemiştim. Kayırma ekonomisi diye adlandıranlar da oldu. Sermaye çevreleri ile AKP iktidar kadroları arasındaki bölüşüm ilişkileri, paylaşım süreçleri, çok sayıda çalışmanın konusu oldu. Devlet yatırımlarının, harcamalarının dağılımında ve servet değerlerini (“rantlarını”) etkileyen işlemlerde, kayırma, dışlama, cezalandırma yöntemlerinin rolleri, bu çerçeve içinde incelendi; hatta hesaplandı. Lütuf düzeni yakıştırması da, faşizme geçiş ortamının yozlaşmasına ışık tutuyor.

Parlamenter düzenin AKP iktidarı, sermaye çevrelerinin paylaşım kavgasına odaklanmış; katılmıştı. “Yeni rejim” ise, artık AKP’ye değil, doğrudan doğruya iktidarın zirvesine çok daha geniş bir müdahale alanı getirmiştir. Paylaşım kavgaları ötesinde, güncel, sıradan kaynak tahsisi kararları, hatta kişisel özgürlük, mülkiyet hakkı gibi alanlar dahi zirveye, lidere taşınmış; büyük ölçüde kişiselleşmiştir. Kemal Can’ın “lütuf düzeni”, kapkaççı kapitalizmin ötesine taşmış; günlük hayatımıza bulaşmış; hepimizin sorunu olmuştur.

Ekonomik krize de bu ortamda girdik. İletişim araçları ve medya üzerindeki yoğun denetim sayesinde, kriz tartışmalarının çerçevesi de Reis tarafından belirlendi. Bunalımla yakından-uzaktan ilgisi olmayan “ekonomik savaş”, “ABD komplosu” türü söylemler, gündeme hâkim oldu.

Değerli arkadaşlarımız dahi bu gündeme mahkûm oluyorlar; örneğin “AKP’nin anti-emperyalist olmadığını” açıklama çabalarına savruluyorlar.

***

Bence, sol çevreler kriz ortamında politika alternatifleri önermekten dahi uzak durmalı; sadece ve sadece AKP’nin ağır sorumluluğunu teşhir etmekle yetinmelidir.

AKP’nin sorumluluk sicili açıktır: Kemal Derviş’in 2001 programına, serbest sermaye hareketlerine, merkez bankası bağımsızlığına, sıcak para girişine, IMF patentli neoliberal reçeteye teslimiyetten oluşur. On üç yıl boyunca istisnasız bir teslimiyetten söz ediyorum. Nicel bulguları, ekonomik kanıtları ortadadır.

  • Bugünkü krizin kökenini itinayla araştıran herkes tek bir adrese ulaşmaktadır: AKP’nin finans kapitale tam teslimiyeti

İktidar çevrelerinin bunalıma karşı attığı ve atmadığı adımların serinkanlılıkla tartışılacağı durumda değiliz. Faşizme geçiş aşamasının lütuf düzeni içinde bu tür tartışmaların sakıncalarını bir-iki örnekle göstermek istiyorum.

Döviz fiyatlarının tırmanması, borçları dolarla, gelirleri TL ile olan çok sayıda şirketi bunalıma sürükledi; banka kredileri takibe alındı.

15 Ağustos 2018’de Resmî Gazete’de Finansal Sektöre Olan Borçların Yeniden Yapılandırılması başlıklı bir yönetmelik yayımlandı. Bu yönetmelik, iki yıl boyunca şirketlerin banka borçlarının yapılandırılmasını, indirilmesini, hatta tümüyle silinmesini mümkün kılmaktadır. Sürecin nasıl yürütüleceği, Türkiye Bankalar Birliği’nin hazırlayacağı bir çerçeve anlaşma ile belirlenecektir.

Krize sürüklenen şirketlerin kurtarılmasını hedefleyen bir operasyonla karşı karşıyayız. Ve bu operasyon, bildiğimiz, “normal” siyaset ve hukuk ortamında değil, Kemal Can’ın betimlediği lütuf düzeni içinde gündeme gelmektedir.

Temsilî, parlamenter düzenin olağan koşullarında krizle karşılaşsaydık bu tür önlemleri ciddiyetle tartışır; iktidarı eleştirir; değişiklikler önerir; böylece sol muhalefetin bir sonraki seçim platformunu beslerdik: Şirket kurtarma operasyonları, kriz sırasında ilkesel olarak yapılmalı mı? Önerilen yönetmelik, banka yöneticilerine ağır (hatta kişisel) sorumluluklar içeren Bankalar Kanunu ile uyumlu mudur? Maliyeti nasıl karşılanacak? Ne türden nesnel ölçütler uygulanmalı?

2001 krizinde benzeri bir “banka kredilerinin yapılandırılma düzenlemesi” gündeme geldi; uygulandı. O tarihte “normal” bir rejimde olduğumuz için tartışılması gerekliydi ve IMF programının öğeleriyle birlikte eleştirildi; tartışıldı. Krize karşı uygulanan ekonomik program da 2002 seçimlerinin ana gündemlerinden biri oldu.

  • Bu tür tartışmalar, iktidarın değişmesini fiilen imkânsız kılmış olan faşizmin lütuf düzeni içinde abestir.

Kemal Can, lütuf dağıtma iradesinin “Reis”e bağlı olduğunu anlatıyor. Önümüze çıkarılan yönetmeliği, çerçeve taslağını tartışmanın anlamı yoktur. Şirket kurtarma süreçleri de “kayırma, dışlama” ayrımları içinde yürütülecektir.

  • “Sözde yetkili” tüm kurumlar, Reis’in iradesini hayata geçirmekle görevlendirilmiştir.

  • Sayıştay ve parlamento devre dışıdır; tüm denetim, denetleme organları, yargı Reis’e bağlıdır.

Peşinen hüküm verilmiştir: Uygun görülen şirketler (“yarenler”) kurtarılacaktır…

Bizlere de, izleyebildiğimiz kadar sorumlulukları, yozlaşmaları teşhis, teşhir ve eleştirme yükümlülüğü düşmektedir.

***

Bir başka örnek, kriz ortamında iktidarın alternatif dış finansman arayışlarıyla ilgilidir. Katar Emiri, Türkiye’ye 15 milyar dolarlık doğrudan yatırım yapma kararını açıkladı. Bu toplamın 3 milyar dolarının Katar Merkez Bankası ile TCMB arasındaki bir takas (“swap”) anlaşması ile ödeneceği daha sonra belirlendi.

Çin’in de ulaşım ve enerji sektörlerine 3,6 milyar dolarlık bir kredi sağlayacağını damat açıkladı.

IMF kredisi mi? Faizleri artırıp hızla sıcak para çekmek mi? Rusya, Çin, ve Körfez parası mı? Lütuf düzeni geçerliyse bu sorular da abestir.

  • IMF programı batık özel kredileri T.C. Hazinesi’ne yıkar; devleti borçlandırır. Emekçiler ve kamu maliyesi kemer sıkar; ekonomi ve cari açık küçülür. 

Körfez ülkelerinden doğrudan yatırım, fabrika kurmak, maden açmak değil, arsa-arazi almak demektir. Katar parasının nereye gideceği “lütuf ihsan eden” makama aittir. İzini herhalde süremeyiz. Tuhaf bir “rastlantı” da var: Son on iki ayda Türkiye’ye giren “kayıt dışı” (karanlık) para da tam tamına 15 milyar dolardır. Kaynağını iktisatçılar belirleyemedi; “lütuf” öğeleri içinde yer alsa gerektir.

Çin yatırımlarına gelince, bu ülkenin, dış açığın veya borçların döndürülmesi için kredi açması beklenmez. Buna karşılık, Çin’den Atlas Okyanusu’na kadar uzanan Kemer ve Yol programındaki yatırım zincirleri içinde Türkiye de önemli bir yer kaplamaktadır. Yunanistan krizinde özelleştirilen Pire Limanı’nı Çin aldı. Türkiye’ye açılan ulaşım/enerji kredilerinin de, mülkiyetin el değiştirmesiyle sonuçlanması beklenebilir.

  • Krize karşı tüm dış finansman yolları Roma’ya, yani Türkiye’de servet mülkiyetinin daha fazla yabancılaşmasına gidecektir

Değil mi ki 2017 sonunda “yerli ve millî AKP”, yabancıların Türkiye’deki sabit ve finansal varlıklarının toplamını 700 milyar dolara, GSYH’nin % 82’sine ulaştırmıştır. Krizde de (yöntem fark etmez); bu yola devam…

Bizlerden de eleştiriye, teşhire devam… Kendi aramızda yakınmak dahi tümüyle susturulmaktan evlâdır. Faşizme geçiş henüz tamamlanmadı.
========================================

Dostlar,

Üstad Sayın Prof. Dr. Korkut Boratav’ın tarihe not düşen – düşecek olan nitelikteki bu çok  önemli yazısını paylaşmak istiyoruz sitemizde..

Çok iyi okunmalı, paylaşılmalı ve gerekli dersler tüm ilgililerince hızla çıkarılmalı.

81 milyonluk bir ülkenin – halkın bugünü ve geleceğidir söz konusu olan…

Çok önemli 4 saptamayı öne çıkararak yinelemek istiyoruz :

  • Sayıştay ve parlamento devre dışıdır; tüm denetim, denetleme organları, yargı Reis’e bağlıdır.

  • Bugünkü krizin kökenini itinayla araştıran herkes tek bir adrese ulaşmaktadır:
    AKP’nin finans kapitale tam teslimiyeti

  • Krize karşı tüm dış finansman yolları Roma’ya, yani Türkiye’de servet mülkiyetinin daha fazla yabancılaşmasına gidecektir

Ve;

  • Değil mi ki 2017 sonunda “yerli ve millî AKP”, yabancıların Türkiye’deki sabit ve finansal varlıklarının toplamını 700 milyar dolara, GSYH’nin % 82’sine ulaştırmıştır. Krizde de (yöntem fark etmez); bu yola devam… 

    Söylenecek söz bulmak ne denli güç.. Yazıklar olsun AKP iktidarına, anlayışına ve yalakalarına.. Mazlum ülke Türkiye’ye nasıl bunca ağır kötülük, bunca vicdansızlık ve insafsızlıkla yapılır!?

    Kendi ülkemizde sürgün oluyoruz giderek..
    Bu topraklardaki varlıkların sahibi giderek yabancılar olmakta ise, bu işin sonu nereye varır!?
    Bunu yapanlar gerçekten öngöremedikleri için mi böyle oluyor??
    Bir an için ”öngörerek” yaptıklarını düşünsek!?
    Eeee. sonrası!?

    Sevgi ve saygı ile. 29 Ağustos 2018, Tekirdağ

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ARAPÇI YOBAZLAR, MÜRTECİLER VE İSLAMCILAR

ARAPÇI YOBAZLAR, MÜRTECİLER VE İSLAMCILAR

Konuk yazar :
Nurullah AYDIN
27 Ağustos 2018 – Ankara

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Maskeliler, fırıldaklar, sinsiler, tuzak kurma ustasıdırlar, bukalemun gibi anında şekil değiştirirler, her gün yalan söylerler yalan ustasıdırlar.  Lağımhanelerinde öyle eğitim almışlardır. Ancak çıkar ilişkileri çeşitlendikçe İslamcılar amip gibi bölündükçe, bölünüyorlar. Her konuyu tersyüz ediyorlar. Yalan, iftira, tuzak, döneklik, çalma, çırpma, vahşet genlerinde var.

Çünkü onlar; Müslüman görünümlü şeytanın dostlarıdır.

Dillerindeki din iman sözlerine, kadınlarına taktıkları türbanlara aldanmamak gerekir. İktidar, çıkar, servet, talan olunca hemencecik ittifaka girebiliyorlar.
Siyasal-radikal İslamcılara güvenilmez. İnançları da, kültürleri de, yaşam anlayışları da ortaçağ ilkel arap çöllerinin hurafelerine dayalıdır. Hemen satıverirler.

Onlar için; hak, adalet, ilke, iman, dürüstlük, doğruluk anlamı olmayan kavramlardır. Suçu başkasına yüklemede, hedef saptırmada ve felaket tellallığında çok başarılılar. Lakin aynı beceriyi, aynı oranda sorumluluk, sorgulama ve önlem almada sergilemezler.

Okumayan, düşünmeyen, sorgulamayan insanları aldatmada; yeteneklidirler, başarılıdırlar. Yıllar yılı bu durum böyledir. İslam ülkeleri denilen topluluklara bakın, hepsinde aynıdır.

Olaylar; sıcağı sıcağına büyük bir heyecanla abartılıp, gereğinden fazla anlamlar yükleniyor, olduğundan farklı gösteriliyor daha sonra unutup gidiliyor.

Bir kesim; kritik sorunlara yeterli ilgi gösterilmediğinden, tartışılmadığından, konuşulmadığından, yazılmadığından, görülmediğinden yakınmacıdır.

Alçakça, şerefsizce ve pişkinlikle; konuşuyorlar yazıyorlar.
bütün amaçlarını, çabalarını; sadece iktidara gelme, iktidarda kalma ve iktidardan düşmemeye odaklamışlardır.

Emperyalistler; kaos sürsün, biz de Ortadoğu’nun enerji kaynaklarını sömürmeye devam edelim istiyorlar.

İşbirlikçileri ise; Müslümanlar katlediliyormuş, kentler yakılıp yıkılıyormuş önemli değil, yeter ki biz iktidarımızı sürdürelim, diyorlar.
Bölge halklarının etnik ve mezhepsel bölünmelerine, sömürülmelerine, katledilmelerine, kentlerin yakılıp yıkılmalarına çanak tutuyorlar.

Bölgesel yeniden yapılanma sürecinde kaos için güç ve yetkili kılınanlar çaresiz durumdalar. Dün küfrettiklerine bugün güleryüzlü olabiliyorlar. Dün dost dediklerine bugün hain diyebiliyorlar.

Onlar ki; sürüngenler gibidir. Sürüne sürüne zirveye çıkarılmışlardır.
İnemiyorlar. Düşecekler.
Battıkça batıyorlar.
Sallandıkça sallıyorlar.
Çuvalladıkça çuvallıyorlar.
Yıkılacaklar.
Kayıtlara-Tarihe yalancı, hırsız, soyguncu, bölücü, yıkıcı, katliamcı, sahtekar olarak geçiyorlar, geçecekler.

“Sonradan görme insanlar maymun gibidirler. Bir maymun becerikliliği vardır onlarda. Bakarsınız yukarılara tırmanıyorlar, tırmanma sırasındaki çevikliğine hayran kalırsınız. Ama zirveye vardıklarında yalnızca ayıp yerleri görünür.” Honoré de Balzac

Yolunda gittikleri, kitaplarını okudukları, mezheplerini tarikatlerini cemaatlerini takip ettikleri din alimi ulema denilenler; ilahi mesajı tersyüz eden, insanları bölenlerdi. Şimdi aynı bölünmüş çizgiyi devam ettiriyorlar.

Müslüman görünen gerçekte şeytanın emrinde olan günümüz İslamcıların temel özelliği; ahlaksızlık, istismarcılık, yılışıklık, yalancılık, hırsızlık, aldatmak, döneklik, bölücülük, yüzsüzlük, ikiyüzlülük, pişkinlik, yıkıcılık, katliam, vahşet’tir. Bu tipleri tanıyın, tanıtın.

Günün Sözü; Yalan söyleyen, çıkarı için döneklik yapanlar, insanla hayvan dışı bir yaratıktır.
=======================================
Dostlar,

Dinin ve dince kutsal sayılan değerlerin gözü kara bir siyaset hırsıyla her şeye ama her şeye (cüzdana, koltuğa, uçkura!) alet edilmesi nasıl hayal ötesi bir sefalet değil mi!..

Günümüz Türkiye’sinde bir süredir bu kokuşma, giderek daha fecileşen düzeyde yaşanmakta.

Ancak sürdürülesi değil artık.. Başta yaşamın doğasına aykırı en köktenci biçimde.

Ne var ki, bu ayraç (parantez) Ülkede ciddi yıkımlara yol açtı ve onarımı çok uzun yıllar alacak.. Bir bölüm yitiklerin ise giderimi, onarımı hiç olanaklı olmayacak..

Kuşku yok, tarih bu sefil aktörleri şaşmaz yasalarıyla yargılayacak ve hak ettikleri çukurlara yuvarlayacaktır..

Yeryüzünce ve Türkiye’de yaşam sürüyor, sürecek.. insanlık onuru hep kazanacak! Bilimsel eytişimin (diyalektiğin) yasaları böyle ve Türkiye’de de geçerli.

Sevgi ve saygı ile. 28 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

YOK SAYMAK

YOK SAYMAK

Suay Karaman

Konuk yazar : 
Suay Karaman

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

26 Ağustos 1922 ile 9 Eylül 1922 tarihleri arasında ülkemiz çok zor koşullarda mücadele vererek, büyük bir başarı kazanmıştır. Bu başarı sonucunda 300 yıldır dünyayı sömüren emperyalizm ilk kez yenilgiye uğratılmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş temelleri atılmıştır.

26 Ağustos sabahı Afyon Kocatepe’de gürleyen top sesleri ile başlayan Büyük Taarruz, Türk milletinin emperyalizme karşı direnişini müjdeliyordu. 30 Ağustos günü Kütahya Dumlupınar’da yetenekli bir komuta kademesi elinde kazanılan Başkomutanlık Meydan Savaşı sonrasında, Yunan Ordusu dağılmış bir şekilde İzmir’e doğru kaçmış ve 9 Eylül günü İzmir’de emperyalist güçler yurdumuzu terk etmek zorunda kalmıştı.

Tarihimizde 26 Ağustos günü; özgürlüğü ve bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulusun kurtuluş yolunda şahlandığı gündür. Vatanın kurtulması için güç birliği yapan Anadolu insanının bağımsızlık günüdür. Eşsiz komutan Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük dehasıyla başarılan kurtuluş günüdür ve aydınlık günlerin öncüsüdür.

Günümüzde ise emperyalizmin beslemesi olarak yönetime getirilenler, eşsiz önderimiz Atatürk’e, laik cumhuriyete, demokrasiye ve aydınlığa saldırmaktadır. Dahası bu gibilere muhalefetten de destek gelmektedir. Büyük liderimiz Atatürk’ü unutturmak yolundaki dış destekli, iç projeler ortalıkta savrulmaktadır. 30 Ağustos Bayramı gibi ulusal bayramların kutlanmasına yasaklar getirilmektedir.

Bu yıl 30 Ağustos Zafer Bayramı için

  • Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hazırlattığı “Büyük Zafere Adım Adım” başlığındaki videoda Atatürk’e yer verilmemesi tepki yarattı.

2005 yılının sonlarında da, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın brövesinden Atatürk’ün Kocatepe figürü çıkartılmıştı. Gelen yoğun tepkiler sonucunda bir süre sonra Atatürk’süz bröve değişikliğinden vazgeçilmişti ama Ordumuz yıpratılmış oldu.

Kocatepe figürüyle ilk oynama, 12 Eylül 1980 sonrasında yapılmıştı. İlk bröve, Atatürk’ün Kocatepe’ye çıkışını simgeleyen en sade ve en çağdaş olanıydı. 1983 yılında değiştirilen brövede Atatürk’ün Kocatepe’deki figürü çok silik olarak korunmuş ve yanında tarihteki Türk devletlerini simgeleyen yıldızlar, Türk Ordusu’nun M.Ö. 209 yılında kurulduğunu varsayarak, Hun İmparatorluğu’nun ejderi betimleyen (tasvir eden) bayrağı, Osmanlı döneminde kullanılan tuğlar ve Türk bayrakları yer almıştı.

Atatürk’e karşı kin duyanların, Kocatepe’yi de önemsememeleri doğaldır. Çünkü Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zafer simgesi olan Kocatepe, 26 Ağustos 1922 sabahı gün ağardığında Mustafa Kemal’in bağımsızlık yolundaki kararlılığıdır. 26 Ağustos Büyük Taarruz’u yok saymaya çalışanlar, Malazgirt Savaşı’nı kutlamaya gidenler ne yaparlarsa yapsınlar, Ulusal Kurtuluş Savaşımızı asla unutturamazlar ve Mustafa Kemal Atatürk’ü asla milletin gönlünden silemezler. Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, bizi bu topraklarda sığıntı durumuna düşmekten kurtaran, bağımsızlığımıza kavuşturan herkesi şükranla, saygıyla anıyor, finali 30 Ağustos Zafer Bayramı’yla sonuçlanan Büyük Taarruz’un 96. yılını kutluyoruz.
=============================
Dostlar,

Sevgili kardeşimiz Suay Karaman’a teşekkür ettikten sonra minik bir – iki katkı da biz verelim:

İlki Mustafa Kemal Paşa‘nın ağzından :

  • ..30 Ağustos’ta sevk ve idare ettiğim muharebe, Türk Milleti’nin yanımda bulunduğu halde, idare ettiğim ilk ve son muharebedir. Bir insan kendini, milletle beraber hissettiği zaman, ne kadar kuvvetli buluyor bilir misiniz? Bunu tarif müşküldür.

“Nemiz varsa; bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak; hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.”
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, syf. 363)

26 Ağustos’ta Dumlupınar yerine başka yerlere gidenler… Alpaslan’ın 1071’de bize sunduğu Anadolu’yu, sizin övündüğünüz Osmanlı, Sevr ile Batı’ya terketti. Malazgirt ve İstanbul dahil. 3,5 yıl süren işgali, Osmanlı’nın düşmanla işbirliğine karşın Mustafa Kemal önderliğinde bu halk sonlandırdı. Osmanlının kabul ettiği Sevr’i 1. Meclis yırtıp, onay verenleri vatan haini ilan etmese idi, bu gün ne Erdoğan ne de kulları olurdu.. ve Malazgirt Türk toprağı değildi! Tarihe ve bu toprakların mazlum insanlarına ihaneti bırakın.. ATATÜRK havalanını hiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiç mi hiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiç gerek yokken kapatıp – taşıtıp, adını silip, Alpaslan Havaalanı yapmak, ülke ekonomik bunalımda iken Ahlat’ta saçma sapan gerekçe ile Saray hülyası kurmak.. çok yönlü oyunlar ve tarih gerçekleri yazacak, bunları yapanları ise bu Ulus asla bağışlamayacaktır!

Sevgi ve saygı ile. 27 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

SEVR ANLAŞMASI

Dostlar,

Web sitemizin değerli konuk yazarlarından Tarihçi Sayın G. Filiz Tuzcu hanımefendi, ricamız üzerine büyük vererek Osmanlı tarihinin yüz karası ve Batı Emperyalizminin kirli sabıkası SEVR ANLAŞMASI‘nı yazdı.. Dolu dolu 22 sayfa.. Çok sayıda kaynağa dayalı ve dipnotlarıyla desteklenen..

Bu gün, 26 Ağustos 2018.. Sevr Antlaşması’nı Osmanlı Saltanat Şurası kabul etmiş ve Anadolu da dahil işgal başlamıştı. 1. Meclis bu Anlaşmayı tanımadığını ve imza koyanları da (Osmanlı saltanatı) vatan haini ilan ederek Kurtuluş Savaşını başlattı Mustafa Kemal Paşa önderliğinde.

Bir dizi zorlu muharebe ve görkemli Sakarya Savaşından sonra sıra Büyük Taarruza gelmişti ki, o da 96 yıl önce bu gün, şafakla birlikte Kocatepe’den yönetilerek Afyon ovasında başlatılmıştı. Bu Başkumandan Meydan Savaşı’nın kazanılması sayesinde işgaller sonlandırılmaya başlanmış, Lozan Barış görüşmelerinin yolu açılmıştı.

İşte, Büyük Atatürk‘ün nitelemesi ile TÜRK ULUSUNU tarih sahnesinden silme amaçlı bu Sevr paçavrasının ibretlik içyüzünü yurtsever bir tarihçiden bir kez daha okumanın – genç kuşaklara okutmanın tam zamanı.. Elde ULUSAL EĞİTİM SİSTEMİ de kalmadığına göre, iş anababalara düşüyor, evde ulusal – bilimsel eğitim!

Tarihçi G. Filiz Tuzcu, ”SEVR Antlaşması’‘ konulu kapsamlı makalesine (monografisine) şöyle başlıyor :
******

HAÇLI EMPERYALİZMİN TÜRK MİLLETİ  İÇİN VERDİĞİ ÖLÜM KARARI: SEVR ANTLAŞMASI (10 AĞUSTOS 1920)

Filiz Tuzcu – Ağustos 2018 

GİRİŞ

SEVR Antlaşmasını gerçek boyutlarıyla kavrayabilmek için Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili “Geçmişten Günümüze Köprü Kurabilen – Tarafsız – Aydınlatıcı Ön Bilgilere” mutlak bir gereksinim vardır; şöyle ki Osmanlı Devletini kim kurdu, Osmanlı hanedanı soy – ırk olarak kimlerden oluşuyordu, zamanla yönetime hangi “yabancı unsurlar” hakim oldu ve o noktadan sonra Osmanlı zihniyeti ve siyaseti nasıl 180 derece yön değişerek “Türk Ve İslâm karşıtlığına” dönüştü ve Osmanlı Devletinin gerçek sahibi olan Türkler nasıl devlet yönetiminden tamamen uzaklaştırılarak, bir zamanlar himayesine aldığı, güvenli, refah ve mutlu bir hayat yaşattığı yabancı kökenli gayrimüslim azlıklardan aşağı bir statüye indirilerek, nasıl ezilmeye ve hor görülmeye başlandı…?

       1938 sonrası Türk Milletinden özellikle gizlenen söz konusu bu tarihi gerçekleri bilmeden, “ne Osmanlı zihniyetini, ne bu zihniyetin Türk Milleti üzerinde bıraktığı ve bugüne kadar derin izlerinin silinemediği son derece olumsuz etkilerini” anlayabilmek mümkün değildir. Bir başka deyişle “Gerçek Osmanlı Tarihini” bilmeden, Osmanlı devletinde hakim konuma gelen yabancı unsurları, onların iç ve dış politikalarını, Osmanlı İmparatorluğu’ nun çöküş süreci ve nedenlerini, Balkanlar ve Kafkaslarda yaşanan Türk Soykırımını, 1. Dünya Savaşına neden girildiğini, Osmanlıların boyun eğip, hiç itirazsız kabul ettikleri Mondros Ateşkes Antlaşmasını ve  “Türk Milletinin Onurlu Ölüm – Kalım  Mücadelesi  Olan  Kurtuluş  Savaşı Destanımızı” anlamaya imkân yoktur.
******

Sn. Tuzcu devamla                                    :

… çünkü Orhan Gazi’nin üç Hıristiyan Grek (Rum) eşleriyle – Horofira – Asporçe – Teodora- ile başlayan yabancı gayrimüslim kadınları “şehzade eşleri, anaları, babaanneleri ve akrabaları yapmak”, Osmanlıda gayet köklü ve değişmez bir gelenek halini almıştır! Söz konusu bu yabancı kadınlar Osmanlı sarayına gelirken elbette yalnız gelmemişlerdir; yanlarında rahiplerden, papazlarından, danışmanlarından, güvendikleri özel hizmetçilerden vs… oluşan kalabalık bir grupla beraber gelmişler ve Osmanlı sarayında kraliçeler gibi saltanat sürmüşleridir! Ayrıca yine bu yabancı kadınlar, memleketlerinde kalan aileleriyle, akrabalarıyla, ruhban sınıfla, soydaşlarıyla irtibat içinde olmuş ve doğal olarak her fırsatta onların çıkarlarını gözetmekten  geri kalmamışlardır.[1]

Osmanlı padişahları ise Müslüman Türkleri, mevcut durumdan şüphelendirmemek adına, yabancı cariyelerine – eşlerine – yabancı annelerinin şehzadeyken kendilerine tayin ettiği lalarına (öğretmenlerine) – nedimlerine (iç-oğlanlara – yani oda hizmetçilerine) birer Türk /Müslüman takma adı vererek ve “bunlar artık Müslüman oldular” açıklaması yaparak, Türklerin gözünü boyamışlardır! Osmanlıların ailelerine – mahremlerine – saraylarına alıp baş tacı ettikleri bu yabancı Hıristiyan veya Yahudi unsurlar içinde İslâm dinini ve Türklüğü samimiyetle benimsemiş olan bazı istisnalar olabilir! Ancak bu durum tamamen istisnadır. Çünkü genel olarak Osmanlı hanedanına ve devlet yönetimine hakim olan padişah ailesi ve devşirmelerin siyaset ve uygulamalarına baktığımızda, bu unsurların Türk ve İslâm karşıtı oldukları açıkça görülmektedir… Örneğin tarih kaynaklarında “en erken Orhan Gazi devrinde bile, İslâm’da yasaklanmasına rağmen zoraki bir ruhban sınıfının yaratıldığı ve böylece Kuran’da yer almayan hurafelerin İslâm’a sokulmasına göz yumulduğuna” dikkat çekilmiştir![2]

Osmanlıların, bünyelerine – mahremlerine aldıkları yabancıların etkisi altına girdiklerini gösteren pek çok çarpıcı örnek vardır; bunlardan biri de kendi öz babasını tahttan indirmek için ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim’den olma, Yahudi Helga’dan doğma Kanuni Sultan Süleyman’dır; güvenilir Tarih Kaynakları Süleyman’ın köle cariyesi – Rus papazının kızı Roksalan’ın (Hürrem’in) etkisi altına girerek, onu baş tacı ettiğini – genelde onun sözünden dışarı çıkmadığını, hatta Hürrem’in isteğiyle öz oğlunu ve öz torununu öldürttüğünü ifade etmişlerdir; ayrıca Kanuni, oda hizmetçisi – nedimi (şehzadelik yıllarından itibaren yanından ayırmadığı – özel bakımını yapan, hamamda yıkayan – tırnaklarını kesen, onu giyindiren, eğlendiren vs…) Pargalı Hıristiyan kölesini de en az Hürrem kadar çok sevdiğini ve bu kölesine de “İbrahim” adını vererek ve onu “Paşa” unvanı ile taçlandırarak koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun başına getirdiğine, yani oda hizmetçisini “sadrazam” yaptığına, hatta bu uygunsuz davranışının sonucunda imparatorlukta düzen ve otoritenin bozulduğuna dikkat çekilmiştir![3]

[1][1] Örneğin Orhan Gazi’nin üçüncü Grek eşi Teodora’nın, adını değiştirmeye dahi razı olmadığı ve Türk topraklarında Hıristiyanlığın baş savunuculuğunu yaparak, Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara değerli hizmetlerde bulunduğu ifade edilmiştir.
[2] Alphonse De Lamartine, Osmanlı Tarihi Cilt  1, Sabah Yayınları, İstanbul, 1991, s. 70.
[3] Koçi Bey, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2008, s. 11 – 16, 81.

………
………

Anadolu Türklerinin uyanabilmesi ise ancak dört yıllık – korkunç bir 1. Dünya Savaşı sürecinde ve savaş sonrasında gerçekleşen dış güçlerin Türk topraklarını fiilen işgal etmeleri, yabancı asker ve azınlıkların saldırı ve tecavüzleriyle mümkün olabilmiştir! Büyük Atatürk konuyla ilgili şu çarpıcı açıklamayı yapmıştır; “Özellikle bizim milletimiz, milli kimliğini bilmemenin çok acı cezalarını çekmişlerdir.  [Zamanla tamamen yozlaşan, Türklükten ve İslâm’dan uzaklaşan Osmanlı padişahları ve onların devletin en üst makamlarına getirdikleri devşirme yöneticileri, Türklere binlerce yıllık köklü milli kimliğini ve tarihini kasıtlı olarak unutturmuşlardır, Türkleri ümmet anlayışı içinde pasifleştirerek, eritmişlerdir (melting pot) ] İmparatorluğun içindeki çeşitli toplumlar, hep milli kimliklerine ve inançlarına sarılarak ve milliyet idealinin kuvvetiyle kendilerini kurtarmışlardır. Bizler ise, ne olduğumuzu, onlara yabancı, onlardan ayrı bir millet olduğumuzu, sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimiz zayıfladığı anda biz hor ve hâkir gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmakmış. Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, öncelikle bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı bütün davranış ve hareketlerimizle göstermemiz gerekir; bilelim ki milli benliğini bulamayan milletler, başka milletlerin avı olur.” [1]

[1] Mustafa Kemal Atatürk, Atatürkçülük: Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 2001, s. 277.

………
…………

Büyük Atatürk, Türkler için son derece vahim ve karanlık olan o sürecin “1918 – 1922” bir kısmını şöyle anlatmıştır; “Dahiliye Nazırı Damat Şerif Paşa, Sivas’ta işgalleri protesto eden ve “kahrolsun işgal” diye bağıran halkı kastederek Sivas Valiliğine yaptığı bildiride “Kahrolsun işgal” gibi yazılar, hükümetin şimdiki siyasetine uygun değildir” diyordu. Bu ne demektir baylar? Osmanlı Hükümeti, düşmanların yurdumuza girişini kötü görmeyen bir siyaset mi güdüyordu? Bunun üzerine 13 Ekim 1919’da Harbiye Nazırı Cemal Paşa’ya şu telgrafı çektim; “Ulusun gerçek duygularına dayanarak hükümetin, haksız işgalleri tanımadığını resmi siyasi bir dille bildirmesini ve Ateşkes Antlaşması hükümlerine aykırı olarak, düşmanlarımızın bugüne dek işlerimize karışmalarını protesto edilmesini beklemekteyiz.” Delegemiz ve Harbiye  Nazırı Cemal Paşa’nın verdiği yanıt çok ilgi çekicidir; (Belge: 154, 18 Ekim 1919 ) “Ulusal isteklere uygun olarak işleri yürütme sorumluluğunu yüklenen İstanbul Hükümeti, tutumunda ve yürütümünde siyasetinin gereklerini kollamak, yabancılara karşı daha konuksever ve ılımlıca davranmak zorundadır. Sayın Heyeti Temsiliye’den hükümetin yaptığı işleri daha çok destekleyici olmalarını rica ederim.”

……..
………

Sn. Tuzcu şöyle bağlıyor                                     :

Sonuçta diyebiliriz ki      :

Sevr Antlaşmasıyla” Türk Milletinin ölüm fermanını yazan birleşik emperyalist güçler, bu antlaşmayı zorla Türklere dayatmak için ellerinden gelen her zorbalığı, her saldırı ve katliamı yapmışlar ve bunun için Türk topraklarına Grek ordularını salarak, yerel Grek ve Ermeni çetelerini silahlandırarak, azınlıkları kışkırtarak Türk köylerine ve şehirlerine her türlü saldırıyı yapmışlar ve Türklere dünyada resmen cehennemi yaşatmışlardır. Ayrıca onlar, Osmanlı padişahını ve dini örgütleri kullanarak iç isyanlar çıkartmışlar, kardeşi kardeşe katlettirerek de Türk milletine çok büyük kayıplar ve acılar yaşatmışlardır. Yine işgalci güçler, Türk vatanını bir baştan bir başa tahrip etmiş, evleri, ahırları, camileri, ekinleri dahi yakmış ve yıkmışlardır. Ancak Mustafa Kemal Paşa gibi bir dahi – mükemmel bir komutan – bilge bir devlet adamı, cesur bir vatanseverin liderliğinde topyekûn bir araya gelen Milli Güçler (7’den 70’e topyekûn Türk Milleti)  – hep birlikte el  ele vererek – korkunç yokluklar, açlıklar, acılar içinde, ölümüne savaşarak bağımsızlığımızı ve vatan topraklarımızı kurtarabilmişlerdir. Bizler o acı günleri çok şükür ki yaşamadık; yaşamadık ama, yaşamış gibi empati yapabiliriz, hatta mutlaka yapmamız gerekir.

Şayet yüzlerce yılda ender yetişen bir Mustafa Kemal Paşa ortaya çıkıp, her şeyini feda ederek, “şaşkınlık – korku ve çaresizlik içinde kalmış biçare Türk Milletine sahip çıkmasaydı, dağınık bölgesel milli örgütleri biraya getirmesiydi, herkese cesaret ve umut olmasaydı, milletini aydınlığa – özgürlüğe doğru var gücüyle teşvik edip, Kurtuluş Savaşımız ve Destansı Zaferlerimizi” gerçekleştirmeseydi, işte o zaman Sevr Antlaşması, tüm hükümleriyle devreye girmiş olacaktı!  

Böylece Batı Anadolu ve Karadeniz sahil Bölgemiz Greklere, Kuzey Doğu Karadeniz Bölgemiz Ermenilere, İstanbul ve Boğazlar yabancılardan oluşan ortak bir komisyona, İstanbul Fener Bölgesi “Vatikan Modeli” özerk İstanbul Grek patrikhanesine, Güney Doğu başkalarına verilecek ve biçare Türkler ise Orta Anadolu’da, Konya merkezli, üç – beş şehir içine sıkışarak, hapsedilecekti; ancak bu kadar değil, “İngiliz gizli belgelerinde Türklere lütfen bırakılacak olan bu küçük İç Anadolu bölgesinde bile Türkler, kendi başlarına – özerk bırakılmamalı, bizden biri başlarında – yönetimde olmalı – yani manda altına alınmalılar” deniliyordu! Böylece Türk Milleti kabul edilemez bir esaret ve alçaltıcı bir zillet içinde yaşatılacaktı! Tabii ki buna yaşamak denirse!

Onun içindir ki bizler, Büyük Atatürk’ümüze ve Onun izinde gitme sağduyusu gösteren fedakâr Aziz Türk Milletimize ödenemeyecek kadar büyük minnet borçluyuz. Bu tarihi gerçekleri hiçbir zaman unutmamak ve unutturmamak dileğiyle…
====================================

22 sayfalık kapsamlı tümünü okumak için lütfen üstünde tıklayınız..

Tarihçi Sayın Güzide Filiz Tuzcu hanımefendiye bir kez daha çok teşekkür ediyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 27 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com