Etiket arşivi: Ankara Dr. Ahmet Saltık www.ahmetsaltik.net

Terör kara para ve = AKP


Dostlar,

Son zamanlarda okuduğumuz en çarpıcı makalelerden biri Sn. Aykut ERDOĞDU‘dan geldi :

Terör, kara para ve = AKP

Denklem çok yalın görünüyor ama gerçekte oldukça çetrefil..

AKP’nin artık R.T. Erdoğan ile yoluna devam etmesi uluslararası topludurum (konjektür) bakımından da olanaklı gözükmüyor.

Ne var ki, az eğitimli ve olup bitenlerin ayırdında olmayan büyük halk kitleleri katında
hala “Kasımpaşalı mağdur bizim oğlan mitosu” tükenmedi.
Fakat “hızlıca” erimekte..

Bir de iktidarda iken, elden geldiğince suç kanıtlarını yok etme ve bir “yavaş iniş” sürecinin AKP’de yeğlendiği izleniyor.

Ek olarak, hala, “akıyor iken biraz daha doldurma” dürtüsünün denetlemediğinin de dikkate alınabileceğini görüyoruz.

Son olarak ise, kendi kendini kuşatmanın, sağduyuyu tümüyle körleştirmesi almaşığı kalıyor. Epey saldırgan, yırtıcı ve tehlikeli olunuyor bu aşamada ama o ölçüde de tükeniş hızlanıyor..

“RTE’nin AKP’si veya AKP’nin RTE’si” için yalın politik – tarihsel çözümleme budur.

Erdoğan, ulusal ve özellikle uluslararası yargıdan kaçamayacak gibi görünüyor.
En son, Mısır’ı 30 yıl demir yumrukla yöneten Hüsnü Mübarek, mahkemeye kafeste getirilerek yargılanmış ve hüküm giymişti. Bu arada sabırları çok zorlayıp,
uluslararası istihbarat örgütlerinin “örtük” bir suikastına kurban gitmezse..

Çok yazık oldu / olacak Türkiye’nin 11 / küsürat yılına..

Sevgi ve saygı ile.
6 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

Terör, kara para ve = AKP

Portresi

 

Aykut ERDOĞDU
CHP İstanbul Milletvekili

 

Şubat ayında Paris’te Uluslararası Mali Eylem Görev Grubu (The Financial Action Task Force-FATF) toplantısı yapıldı. FATF Türkiye’yi 2007 yılında Cezayir, Ekvador, Etiyopya, Myanmar, Endonezya, Pakistan, Suriye ve Yemen ile birlikte gri listeye aldı.

Gri liste kabaca, o ülkenin kara parayla mücadele etmek istemediği ve karaparanın aklanmasına göz yumduğu anlamına geliyor. Gri listenin hemen üzerinde kara liste var. Kara listedeki ülkeler ise İran ve Kuzey Kore. Kara listeye alınmış ülkelerin terörü finanse ettiği ve kara para akladığı kabul ediliyor. FATF’ın gri ve kara listeyi oluştururken kullandığı ölçüler ahlaki olarak tartışılabilir. Ancak uluslararası camiada kara listeye alınmış ülkelere vebalı gibi davranılır, ekonomik yaptırımlar uygulanır.

Petrol Karşılığı Altın

Aslında öykünün başlangıcı İran’a ekonomik yaptırım uygulanmasıyla başladı. Türkiye gaz ihtiyacının yaklaşık %25’ini, petrol ihtiyacının ise %40’ını İran’dan karşılıyor. İran’a ekonomik yaptırım uygulanmaya başlanınca bu ülkeden aldığımız petrol ve
gaz bedelinin İran adına Halk Bankası’nda açılan bir hesaba yatırılması kararlaştırıldı. Buraya kadar yapılan işlemler her iki ülkenin yararına bir durumdu. Uluslararası kuruluşlar da bu duruma itiraz etmedi. Ancak AKP’nin açgözlülüğü bu “milli fırsatı”
“milli felakete” dönüştürdü.

İran devleti Babek Zencani ve Rezza Zarrab’ı görevlendirdi. Zarrab Başbakan, Bakanlar ve bürokratlarla ilişki kurdu. Zarrab’ın görevi İran’ın uluslararası sistemde karapara kabul edilen varlıklarını Halk Bankası üzerinden aklamaktı. Yapılan plana göre Türkiye’den başta altın olmak üzere şeker, plastik ve demir gibi malzemeler
ihraç edilmiş gibi gösterilecekti. Yani hayali ihracat yapılacaktı. Sonra Halk Bankası’nda biriken İran parası nakit olarak çekilerek Birleşik Arap Emirlikleri’ne gönderilecek, oradan da İran’a aktarılacaktı.

İran’da katı kambiyo rejimi var. Yani biri resmi öbürü piyasa kuru olmak üzere iki farklı kur var. Resmi kur, piyasa kurunun neredeyse yarısı. İran devleti ithalatçılarına resmi kurdan ödeme yapıyor. İthalatçılar resmi kurdan aldıkları dövizi serbest piyasada iki katına satıyor. Aldığı (İran para birimi) tümenleri İran’da Halk Bankası İran temsilciliğine yatırıyor ve ikinci vurgun kur farkından yapılıyor. Bu sayede İran’ın paraları aklanıyor. Sistem bu şekilde dönüp duruyor. Kur farkından ve aracılık ücretlerinden milyarlarca dolar gelir ediliyor. Elde edilen gelir rüşvet olarak dağıtılıyor. Bu rüşvet düzeni uluslararası kuruluşların gözünden kaçmıyor. İnceleme ve araştırmalar başlıyor.
Halk Bankası yakalanmamak için dolardan çıkıp avroya geçiyor. SWIFT sisteminden çıkıp faks ile işlem yapmaya başlıyor. İran ve Türkiye için “milli bir fırsat” aç gözlü siyasetçilerin ihtirası sayesinde “milli bir felakete” dönüşüyor.

Batman ve Robin

Bütün dünyayı “keriz” kendilerini “dâhi” gören dünya lideri bölgeye ayar vermeye kalktı. Batı medeniyeti nereyi devirmek istediyse onlardan önce koştu. “Ben yıktım dünya lideriyim” dedi. Tunus, Mısır, Cezayir ve Libya’da iktidarlar değişti. Kaddafi canlı yayında linç edildi.

Sıra Suriye’ye geldiğinde “dünya lideri” Batılılar’dan önce Suriye’ye saldırdı.
Düne kadar ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yaptığı “Kardeşim Esad” bir anda
“Katil Esed” oluverdi. “Batman ve Robin” ikilisine benzettiğim Erdoğan ve Davutoğlu’nun “birkaç ay içinde düşer” dedikleri Esad çetin ceviz çıktı. Rusya ve Çin’i yanına çekmeyi başardı. Diplomasi yoluyla Rusya, İngiltere ve Amerika’nın
kendisini desteklemelerini sağladı. “Batman ve Robin” ortada kaldı.

Yolsuzluk ve Cinayet

Suriye’de batağa saplanan “Batman ve Robin” dünyanın dört bir tarafından El Kaide militanlarını Türkiye’ye getirdi. Eğitti, finanse etti, silahlandırdı ve Suriye’ye gönderdi. El Kaide militanları sınırın sıfır noktasında televizyonlara açıklamalar yaptı. Bu militanların insan kafası kesip, ciğer yedikleri görüntülerin internete düşmesiyle bütün dünya şok oldu. ABD ve İngiltere, Rusya ile aynı çizgiye, yani “Esad yine bunlardan iyidir” noktasına geldi.

Suriye’de savaş ilk perdede “Hizbullah ile El Kaide” arasında ikinci perdede
“İran ile Türkiye” arasında sürmeye başladı.

  • Suriye’de süren bu kirli savaşta yaklaşık 150 bin insan can verdi.

Yüz binlerce insan yaralandı. Milyonlarca insan vatanını terk etmek zorunda kaldı.
İran ve Türkiye devletini yönetenler piyonları aracılığıyla Suriye’de milyonlarca mazluma zulmederken, öbür yandan kurdukları kara para çarkında milyarlarca dolar rüşveti havuzlarına indirdiler. Bir tarafında cinayetin diğer tarafında yolsuzluğun olduğu
bu mide bulandırıcı ilişkiler, tarihimize kara bir leke olarak geçti.

Terörün Finansmanı

Suudi işadamı Şeyh Yasin Abdullah Ezeddin El Kadı, El Kaide terör örgütünü
finanse ettiği gerekçesiyle yasaklandı. 11 Eylül (2001) saldırılarıyla ilişkilendirildi.
Tam bu sırada RTE çıkıp “Yasin El Kadı’ya kendime güvendiğim kadar güvenirim” dedi. 17 Aralık (2013) soruşturmasıyla, Türkiye’ye girmesi yasaklanan El Kadı’nın
VIP olarak Türkiye’ye geldiği ve RTE ile ortak yatırımları olduğu ortaya çıktı.
Yine uluslararası alanda terörist kabul edilen Hamas’ın önde gelen liderlerinden
Salih El Aruri’nin benzer ilişkiler içinde olduğuna yönelik raporlar yayınlanmaya başlandı. İHH üzerinden yapılan faaliyetlerin terör bağlantıları açığa çıkmaya başladı.
Bütün bu gelişmeler üzerine 47 Amerikan Kongre Üyesi 11 Nisan 2013 tarihinde
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile Hazine Bakanı Jack Lew’e bir mektup yazdı.
Bu mektupta Türkiye’nin İran’la olan ticari ilişkilerinden terörün finansmanına kadar “kendi ulusal çıkarları” açısından şikayetçi oldular.

Anti-Emperyalist AKP

RTE ve arkadaşları 1999 yılında milli görüşçü hocalarından ayrılarak ılımlı İslam (Moderate Islam) anlayışıyla AKP’yi kurdu. Dünya alem bu hareketin bir neo-con projesi olduğunu biliyordu. Irak’tan Kıbrıs’a, ekonomiden tarıma, uyguladığı tüm politikalarda kendisine çizilen neo-con yol haritasına uydu AKP. Bu saptamayı onlarca örnekle kanıtlamak olanaklı. Neo-con yol haritasını harfiyen uygulayan
AKP
yönetimi nefsine yenik düştü. Bulaştığı rüşvet ve yolsuzluk batağı, uluslararası finans sitemini tehdit etmeye başladı. Başına olmadık işler geldi. Rezil oldular.
Şimdi, RTE “bu bir emperyalist oyundur, Allah’ını seven defansa gelsin” diyor. Anti emperyalistlerden rüşvetini, kara parasını ve cinayetleri aklamasını istiyor.

SAKIN!

http://birgun.net/yazi-goster/aykut-erdogdu/3-3-2014/teror-kara-para-ve-akp-2083.html

BİLİMSEL HIRSIZLIĞIN CEZALANDIRILMADIĞI ÜNİVERSİTE ÇÖKMÜŞTÜR!

Dostlar,

Ege Üniversitesinden emekli saygıdeğer hocamız Prof. Kayıhan Kantarlı,
önemli bir yaraya parmak basıyor :

  • BİLİMSEL HIRSIZLIĞIN CEZALANDIRILMADIĞI ÜNİVERSİTE ÇÖKMÜŞTÜR!
  • Bilimsel hırsızlıkla Dünya ikincisiyiz!

Belgeleri ile paylaşıyor “plagiarism” i..
Kulak verelim ve ilgilileri, yetkilileri görevlerinin gereğini yapmaya çağıralım biz de..

Sevgi ve saygı ile.
11.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

======================================

Demokratik Kitle Örgütleri ve Basınımız’a Çağrı 

BİLİMSEL HIRSIZLIĞIN CEZALANDIRILMADIĞI ÜNİVERSİTE ÇÖKMÜŞTÜR! 

Öncelikle belirtmeliyim ki;  aşağıda ikinci kez açıkladığım olay YÖK’ün sıradan  bir “görevi ihmal” olayı olmayıp, Ülkemiz için uluslararası bilimsel saygınlıktaki düşkünlüğümüze son noktayı koyan bir sorumsuzluk örneğidir. Olay, bazı gazetelerde yer bulmuş olmasına karşın sorumsuzluk ve sessizlik maalesef aynen devam etmektedir. Bu sorumsuzluğa karşı çıkarak gerekli önlemlerin alınmasını talep etmenin hepimiz için bir yurttaşlık görevi saydığımdan olayı bir kez daha dikkatinize getiriyorum.
LÜTFEN BU REZALETİ GÖRÜN VE ÜLKEMİZİN BİLİM NAMUSUNA SAHİP ÇIKMA ADINA  GEREKLİ SORGULAMAYI YAPIN!

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, 15 ay once Eylül 2012 de aldığı bir kararda “Öğretim Elemanları Disiplin Yönetmeliği’nde intihal/bilimsel aşırma suçunun yaptırımı olarak  yer alan üniversite öğretim üyeliğinden çıkarılma cezasının, 2547 sayılı YÖK Yasası ile  657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nda bu cezaya ilişkin bir düzenleme bulunmadığı” gerekçesiyle hukuka aykırı olduğuna hükmetmiştir (*). YÖK, 15 aydır kararda belirtilen hukuka aykırılığı giderecek herhangi bir yasal düzenleme girişiminde bulunmadığından bu kararla birlikte yaptırımsız kalan bilimsel aşırmacılık üniversitelerde  serbest hale gelmiştir.

Evrensel bilim etiği ilkelerine gore “bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek” diye tanımlanan  intihal yani bilimsel aşırmacılık,  en ağır yaptırımla cezalandırılması gereken yüz kızartıcı akademik  bir suçtur. Bu evrensel ilke ülkemizde de aynen kabul görmüş olup YÖK Yasası’na göre çıkarılan  Öğretim Elemanları Disiplin Yönetmeliği’nde karşılığını bulmuştur. Bu yönetmelikte araştırma ve yayınlarında bilimsel aşırma  suçu işleyenlere “üniversite öğretim mesleğinden çıkarılma” cezası verilmesi ön görülmüştür.

Fakat caydırıcı olması beklenen bu ağır yaptırım, YÖK’ün hiçbir döneminde tarafsız ve bilimsel bir anlayışla uygulanmadığından amacına ulaşamamıştır. Aşırmacılık başta olmak üzere herhangi bir bilimsel yolsuzluğa bulaşmış yandaş öğretim elemanlarının  korunması nedeniyle cezai yaptırım çoğu kez kağıt üzerinde kalmıştır.

YÖK ve üniversite rektörleri,  evrensel bilim ahlakı normlarına sahip çıkıp intihal başta olmak üzere her türden bilimsel yolsuzluğun üzerine gidip cezai yaptırımları tarafsız ve ödünsüz bir şekilde uygulayacak yerde, yandaşlık anlayışıyla hareket ederek bir çok bilimsel yolsuzluğu örtbas etmişler, bununla da kalmayıp kanıtlanmış bilimsel aşırmacılıklarına karşın çok sayıda öğretim üyesi bölüm başkanlığından dekanlığa ve senato üyeliğine  kadar çeşitli yönetim görevlerine atanıp ödüllendirilmiştir. Hatta bunlardan bazıları TÜBA gibi saygın (olması gereken) üst düzey bilim kurumlarına bile kabul edilmişlerdir.

On yıllardır YÖK düzenindeki bilim ahlakı çöküşünün ibret verici örneklerine tanık olunmaktadır. Türk fizikçilerinin 2007 yılında dünyanın en saygın bilim dergisi Nature’da manşet olan toplu intihal olayının  sorumlularından hiçbiri cezalandırılmamıştır.
Satır içi resim 1
                                                                      
Bu olaydan  belki de daha dramatik olanı bir üniversitemizin, doktora tezi intihal olduğu ortaya çıkınca üniversiteden atılan bir öğretim üyesinin yabancı dergilerde 5 yıl içinde yaptığı 300 den fazla (!) sözde bilimsel yayın sayesinde dünyanın ilk 500 üniversitesi içine girmenin yanında, “matematik ve bilgisiyar bilimleri dalı”nda  Harvard’ı bile geride bırakarak dünya 2.si olmasıdır. Şaibeli olduğu olduğu ortaya çıkan bu derecelerin övünç nedeni sayılıp rektör tarafından üniversitenin reklam aracı olarak kullanılması ise bilim ahlakı anlayışındaki pişkinliğimizin dorukta olduğunu işaret etmektedir
.
Satır içi resim 2
Yabancı bilim otoritelerinin de farkında olduğu bu manzara karşısında ülkemizde akademik ahlak ve bilim etiğinden söz edilemeyeceği açıktır. Bu yüzden ülke olarak uluslararası bilimsel saygınlığımız yerlerde sürünmektedir.

Durum böyleyken üniversitelerdeki bilimsel aşırma suçlarının meslekten çıkarma cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin olarak  Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun yönetmelikteki bu yaptırımı  yasal dayanağı bulunmadığı gerekçesiyle hukuka aykırı saymasından kaynaklanan ve bilimsel hırsızlığın yaptırımsız kalmasına yol açan boşluğun kapatılması için YÖK’ün  herhangi bir adım atmaması ve bu şekilde ortaya çıkan intihal serbestliğinin sürüp gitmesine göz yumulması bilim namusunu katleden bir sorumsuzluktur.

Söz konusu Yüksek Yargı kararınıdan sonra YÖK Başkanlığı derhal harekete geçip kararda belirtilen yasal dayanaksızlığı giderecek  bir yasal düzenleme yapması için Milli Eğitim Bakanlığı ve TBMM nezdinde girişimde bulunması gerekirken 15 aydır böyle girişimde bulunmamıştır. Bu ağır bir görevi ihmal suçu demektir. YÖK bu görevini yapmadığı gibi tam tersi bir uygulama yapmış ve üniversite rektörlüklerine gönderdiği 15 Nisan 2013 tarihli genelge (*) ile söz konusu yargı kararı yönünde işlem yapılmasını, yani intihal suçuyla soruşturma geçirenler varsa bunlara meslekten çıkarma cezası verilmemesini istemiştir.

YÖK’ün bu genelgesine  göre  şu anda herhangi bir üniversitede yapılmakta olan intihal soruşturmasında intihal suçu sabit bulunan bir öğretim üyesi hiçbir suç işlememiş gibi görevine devam edebilmektedir. Ve yeni bir yasal düzenleme yapılmadıkça da bu rezalet sürüp gidecektir.

Öğretim elemanlarının ve rektörlerin intihal suçunu yaptırımsız ve serbest bırakan bu sonuç karşısında sessiz kalmalarını anlamak olanaksızdır. Herkes durumdan adeta memnundur. Bu duruma en başta isyan etmesi gerekenler çalıp çırpmadan bilim yapan dürüst öğretim elemanlarının değilmidir? En azından onların bu rezalete karşı çıkmaları gerekmezmi? Gerçek bilim insanlarının bilim namusunun yok olması karşısında sırça köşklerine kapanıp “bana dokunmayan yılan” hesabı içinde susması bilime yapılmış en büyük ihanettir.

Ülkemizin bilimsel saygınlığına son darbeyi vuran bu sorumsuzluğa derhal son verilmelidir. Bilim ahlakına değer veren  meslek kuruluşları başta olmak üzere tüm öğretim üyelerini bilimsel aşırmacılığı yücelten bu durumu reddetmeye ve Milli Eğitim Bakanı ve Muhalefet Partileri’nden Cumhurbaşkanı’na kadar ilgili tüm makamları, bilim insanı olmanın olmazsa olmaz koşulu olan “bilim ahlakını yeniden yaşama geçirmek üzere göreve davet ediyorum.

Bilinmelidir ki;

  • ÜNİVERSİTELERİNDE BİLİMSEL HIRSIZLIĞIN DOĞAL KARŞILANDIĞI BİR ÜLKENİN ELBETTE TÜM YAŞAM ALANLARI SOYULACAKTIR
    (G. Mengü)

Saygılarımla.

Prof. Kayhan KANTARLI
Ege Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi
e-mail:kayhankantarli@gmail.com
Tel: (0532)-6301473

(*) Açıklamada kaynak olarak gösterilen Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu kararı ile bu kararı içeren  YÖK ve İstanbul Üniversitesi Rektörlük genelgelerine aşağıdaki adresten ulaşılabilmektedir. Söz konusu karar ve  genelgelerin yer aldığı dosya ayrıca ekte gönderilmiştir. 

 http://personel.istanbul.edu.tr/wp-content/uploads/2013/11/%C3%9Cniversite-%C3%96%C4%9Fretim-Mesle%C4%9Finden-%C3%87%C4%B1karma.pdf

GENELGELER VE DANIŞTAY İ D DAİRELERİ G KURUL KARARI.pdf

Dinsel Nasyonalizm ve Üniformalar sorunu

Dostlar,

“Entegrasyon Komitesi İsviçre – Vevey” imzalı bir yorum sitemize ulaştı (22.11.13).

“Türban” ın ülkemizin başına doğrudan Başbakan

RT Erdoğan’ın “Velev ki siyasal simge olsun!” meydan okuması ile

giydirilişini izleyen süreçte sitemizde yer alan yazılara yorum olarak ulaştı..
(Esin Duran imzasıyla, e.duran.ekomitesi@gmail.com ve IP no : 92.70.88.130)

Yazının altında çok sayıda başkaca imzada yer alıyor.. Yorumu aşağıya alıyoruz..
(http://ahmetsaltik.net/wp-admin/edit-comments.php?comment_status=approved)

Bir noktada önemli bir çekincemiz var, metinde belirttik :

“.. Kemalizm ve onu yaşatan askeri darbeciler, tek tip, her şeyi Türk ve Müslüman olarak algılayan, Anadolu’ya sanki uzaydan düşmüş bir insan tipini yaratmada
büyük ilerlemeler kaydettiler.. ”

Diye değerlendirme yapılmakta.. Biz ise şu çekinceyi koyuyoruz buaraya :

* Burada çekincemiz var : Kemalist rejim“Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyerek meşru ve insan haklarına uygun, birleştirici – antiemperyalist bir uluslaşma süreci hedeflemiştir ve izlenecek biricik politika da budur.. Ahmet Saltık).

*****

Dinsel Nasyonalizm ve Üniformalar sorunu

başlıklı yazı, “Türban ve din faşizmi” bağlamında değerli bir yazı.
Gönlümüz, sitemizde vitrinde yer alan yazıların altında gözden kaçan bir yorum olmasına elvermedi; öne çıkarmak istedik.. Dilini bir parça arılaştırdık,
elbette öze dokunmadan..

Bu 186 kolektif imzalı değerli irdelemeye emek veren saygıdeğer sitemiz ortaklarına (okurlarına – izleyicilerine) teşekkür ederiz..

Turban_din_ticareti
Sevgi ve saygı ile.
28.11.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================

Dinsel Nasyonalizm ve Üniformalar sorunu

Son dönemlerde özellikle Arap toplumlarında görülen ve Türkiye’de de yaygınlaşan
dinci milliyetçiliğin karakteristiklerine daha yakından bakıldığında, bunların 1930’larda Avrupa’ya egemen olmaya başlayan Nasyonal Sosyalizm ile örtüştüğünü görüyoruz.
Arap ülkeleri ve Türkiye’ye hızla yayılmaya başlayan bu türden Dinci milliyetçilik ile Askeri cuntalar arasında da önemli yakınlaşmalar olduğu da görülüyor.

Nasyonal Sosyalizm ırkçılığında <> vardır:

– tek millet
– tek bayrak 
– tek vatan
– tek din
– tek dil vs…

Dinci miliyetçilik olan Politik İslam‘da da bunların benzerlerini görüyoruz.

  • Türban bir üniformadır!
  • Arap ülkelerinde kara veya beyaz çarşaf, sistemi niteleyen ana önemli direklerden biridir.
  • Kadınların çarşafları atması demek, Arap ideoloji ve sisteminin yok olması demektir

Bu rejimlerin varlıklarını sağlayan kadın kölelerdir, bunlar petrol kadar değerli olup üniforma taşırlar.

* Türk islam sentezi ise Türban’ı resmi üniforma olarak benimsemiştir.

Nasyonal Soszyalizm’de olduğu gibi, Politik İslam’da da Üniforma önemlidir.
Üniforma taşımak ideolojinin vurgularından biridir. Müslüman kadınlara dayatılan Türban ve benzeri üniformalar, Cuntaların askeri kıyafetleri kadar önemlidir. Kadınların,
bizzat başbakanın önderliğinde bir çocuk doğurma makinası gibi değerlendirilerek
üç çocuk, beş çocuk tartışmasına muhatap kılındığı Tükiye’de, türban üniforması giderek daha çok önem kazanıyor.

  • Getirilmek istenen, gelen, Anadolu’daki kadınlarımızın yaşmağı,
    başörtüsü değildir.
  • Gelen, Arap-Vahabi ve Abbasi-Emevi İslam yorumunun, Türkiye’ye yönelik tasarımlarının bir simgesi olarak, Türkiye’deki işbirlikçileriyle birlikte
    Anadolu halkına dayatmaya başladığı bir kölelik üniformasıdır …

Bu, konsantrasyon (toplama) kamplarında taşınan Üniformalarla özde aynıdır.

Yeni Tek Tip, türbanlı üniforma, türbanı takmanın kılık kıyafet özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği bizzat Tayyip Erdoğan tarafından da itiraf edilmiştir.

Türban takan kadınlar, bunu, inandıkları dinin kurallarının toplumsal yaşama nüfuz edebilmesini sağlamak için ya da erkekler tarafından dikte edilerek takmaktadırlar.

  • Türban bir simgedir,
  • Türban, dinci gericiliğin yaygınlaştırılmasını sağlayan işlevsel bir araçtır.
  • Din sömürüsünün, yobazlığın, zenginleşme çabasının ürünüdür türban.
  • Tarikat liderlerinin, patronların, din tüccarlarının gücünü pekiştirmeye,
    cüzdanını şişirmeye yarayan, bunun için de zavallı kadınların gözlerini bağlayan ideolojinin yayılmasının simgesidir.

Şeriatla yönetilen ülkelerde bu zorunluluk yaşamı etkileyebilmektedir,
bu ülkelerde kadınlara üniforma gibi giysi zorunluluğu getirilmiştir

  • İslam’a göre kadın ikinci sınıf bile değildir, kadının hiçbir değeri yoktur.
  • Kadının erkekler için yaratılmış olduğu kabul edilir.

Bu yüzden de AKP rejimince hedeflenen kadınlara, ancak kocanın veya abi ya da babanın yanında ve özel durumlarda bunların izni ile seyahat edebilir. Çocuklar üzerinde hiçbir hakkı olmadığı gibi, maddi açıdan da kendi geliri olamaz. Mirastan da eşit yararlanamaz. Eğitim görmek kadınlar için gereksizdir, zaten eğitimli olsa da çalışmasına izin verilmez. Bu kuralların dışında yaşamak isteyen kadınlara,
-ki çoğunlukla buna cüret eden çıkmaz,- hayat zindan edilir.

İşte Dershane ve öğrenci yurtları tartışmaları, bu yönde atılacak adımların
ilk sinyalleridir.. Ayrıca, birçok kız yurdunda kız öğrencilerin kapanması için (veya erkek yurtlarında erkeklerin oruç tutmaya ve namaz kılmaya zorlanması, baskı yapıldığı, baskıyla halledilemediğinde yoksul öğrencilere vakıflardan para yardımı ve kalacak yer sağlamak yoluyla onları aralarına kattıkları ortadadır.

Ne kadar çok türbanlı olursa o kadar örgütlenmiş olacaklar ve arzuladıkları şeriata
biraz daha yaklaşmış olacaklardır. Bu nedenle de türban sorununun dinsel gereksinim olmaktan çıkıp siyasal bir üniforma, siyasal bir araç durumuna geldiği kesinleşmiştir.

  • Türban savunuculuğu özgürlüğün değil gerici bir kısıtlayıcılığın savunuculuğudur. 

Kadınları baskı (tahakküm) altına almak isteyen bir kısıtlayıcılığın savunusudur.
Türban savunuculuğu, kadınların İslami kurallara göre giyinmesinin zorunluk olduğunu savunanların, kadına “güdülmezse yoldan sapar” gözüyle bakmanın bir başka anlatımıdır. Bu düşünce aslında kadınları, kendileri için birer yumurtlayıcı makine gören geri kalmış Müslüman erkeklerin beyinlerindeki yanlış bir işlevden kaynaklanmaktadır. AKP, dershane ve yurtlara bu denli önem veriyorsa, burada, Müslüman üretim mekanizmasının zaafa girme riskini taşıyan etmenlerin denetiminin endişesi yatıyor.

Yalnızca tek parti döneminde yoğunluklu olarak değil, öbür bütün otoriter ve tek parti rejimlerinin önem verdiği bir konudur üniforma kullanımı ve yeni kuşak üretiminin kesintisizliğini sağlayan makinenin sağlam işleyişi. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında
etkin olan İtalya faşizmi ve Alman nasyonalizmi, sözde modernleştirici elitler tarafından yapacakları değişikliklerde esin kaynağı olmuştur. Örneğin Anadolu’daki bütün etnik topluluklar resmen ölü sayılmıştır. Bütün insanlara bellek yitimi terapisi uygulanmış, herkes kendisini Orta Asya’dan gelen birer yabancı kişi diye algılamaya başlamıştır.

Bilindiği gibi her siyasal rejimin, ana beslenme kaynağı yaslandığı ideoloji doğrultusunda yetişecek kuşaklardır. Askeri kanatlar 1980’lerde yeni bir yol belirlediler ve şimdiki AKP
kadrosu o zamandan başlayarak yetiştirilmeye başlandı.

Kemalizm ve onu yaşatan askeri darbeciler, tek tip, her şeyi Türk ve Müslüman olarak algılayan, Anadolu’ya sanki uzaydan düşmüş bir insan tipini yaratmada
büyük ilerlemeler kaydettiler..
(Burada çekincemiz var : Kemalist rejim, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyerek meşru ve insan haklarına uygun, birleştirici – antiemperyalist bir uluslaşma süreci hedeflemiştir ve izlenecek biricik politika da budur.. Ahmet Saltık)

Her dikta rejimi, aile ve okul eğitimini kendi doktrini çizgisinde topluma dayatmayla başlar. İşte AKP bu yolu izliyor. R.T. Erdoğan da kendi doktirinini uygulamak zorundadır. Aksi halde AKP’nin varlık temelleri ortadan kalkacaktır.

Hiç kuşkusuz bu tek tipleştirici projeyi uygulayanların ana amacı, rejime sadık vatandaşlar yetiştirmektir. Askeri cuntalar bunu yaptı ve AKP sürdürüyor.
AKP rejimi Askeri cuntalar gibi tek tip insan yaratma yolunda sürekli yeni değişiklikler yapıyor, toplumu kendi ideolojisi doğrultusunda yeniden biçimlendirmeye devam ediyor.. Bu haliyle dikta rejimlerini karakteristiklerini taşıyan, Ümmetçilik diye de adlandırılan İslamcı nasyonalizm değişik adlar almasına karşın ortak payda da
aynı kalmaktadır.

  • Dinsel Nasyonalizmin Türkiye’deki adı Türk İslam sentezidir.

Örneğin Tayyip Erdoğan, Barzani’yle yaptığı Diyarbakır gösterisinde bile,
Nasyonal İslam’ın sloganlarını yinelemekten vazgeçmedi:

”ein volk ein reich ein führer’ sloganlarının Türkçesini, Kenan Evren gibi ezbere okuyup duran AKP lideri, burada, amaç için her aracın denenebileceği mesajını verdi.

Erdoğan, T.C. Ordusu’nun, eski ideolojisini İslam nasyonalizminin yayılmacı amaçları doğrultusunda AKP ideolojisine entegre ederek, Askeri kesimleri Türk milliyetçiliği alanında yakın görüşlere yöneltti.

Çobancılık, Dikta ve Baskı sistemi Tarih boyunca İslamiyet’in ayrılmaz bir parçası olmuştur.

İslamcı ümmet Nasyonalizminin, hem siyasal, hem de ideolojik olarak uygulanması, günümüz koşullarının demokratik devlet sistemiyle çelişkiye düşmektedir.

İslamcı kuram, siyasal – dinsel iktidarların birliğini öngörerek Milliyetçiliğini inşa etmektedir.

AKP hükümeti gelinen noktada asker – sivil devşirme güçlerden devraldığı yapının
resmi milliyetçilik söylemini sürdürüyor.

  • T.C. devleti hükümeti olmak, ABD’den verilecek mazbata olmadan olamaz. Mazbata el değiştirdi. Yeni vali Erdoğandır.

Şimdi aynı biçimde aynı Ordu üst yönetimi ve yüksek bürokrasi içindeki
milliyetçi-ulusalcı-Türk-İslam Sentezcisi çevrelerin işbirliği ve teslimiyetiyle rejimin mazbatası AKP’ye verilerek,12 Eylül rejiminin temellerini oluşturan anayasa ile dikta rejimi revize edilmiştir.

  • Erdoğan ve AKP hükümeti iktidara, ABD onayını alarak geldi.

Şu anda AKP, MİT ve öbür çekirdek kadrolarını Başbakanın izni olmadıkça yargılanmaktan koruyacak bir yasaya sahipler; işte bu, her diktatörlüğün çıkış noktasıdır. Her otoriter rejim, çekirdek kadroyu yasa üstüne koyarak işe başlar.

* Erdoğan sorunlu adamları için hemen, <> diyerek onları yasa üstü yapıyor.

Topluma hoş görünmek başka, kendi arkadaşlarını özel yasalarla koruma altına almak başka..! Herkes hukuk önünde eşit ise, ‘yedirmem, ettirmem’ nereden çıkıyor?

Sevgi ve saygılarla.

Niye Bayrak Açıp Demokratik Süreci Baltalıyon Lan Çapulcu Terörist!

Dostlar,

Bir Ergin Asyalı karikatürü..

T. C. Başbakanı R.T. Erdoğan :

  • Niye Bayrak Açıp Demokratik Süreci Baltalıyon Lan Çapulcu Terörist!

Ve 13 tane daha hepsi birbirinden anlamlı ve hünerli çizimler..

  • Yaşasın mizah!







Almanya Hamburg’dan dostumuz Ahmet Büyükyılmaz‘a içten teşekkürlerimizle..
Sevgi ve saygı ile.
27.11.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

“Şeriat ülkesinde kadın olmak”… Yaşamadan anlayamazdım.

Dostlar,

Sayın Figen Yanık’ın, 2.5.2010 günlü Sabah’ta yayımlanan çok önemli / etkileyici
ve umarız ibret vererek öğretici içerikte olacağını düşündüğümüz
bir söyleşiyi paylaşmak istiyoruz:

  • “Şeriat ülkesinde kadın olmak”... Yaşamadan anlayamazdım.

Sayın Zekiye Yüksel S. Arabistan / Riyad’da 3,5 yıl öğretmenlik yaptı.. Gözlemleri ve deneyimleri çok sarsıcı.. Kensidisiyle bir gazete söyleşisini sunmak isteriz. 29.6.12’de aynı adla bir söyleşisi de olmuştu Ulusal Eğitim Derneği’nde, duyurusunu sitemizden yapmıştık (http://ahmetsaltik.net/2013/06/29/15320/)

Dostlarımız Sn. Duran Aydoğmuş ile Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘a
duyarlı anımsatmaları ve paylaşımları için teşekkür ederiz..

Sayın Zekiye Yüksel yaşadıklarını kitaplaştırdı da sağolsun..
(Cumhuriyet kitapları, 2010)

ŞERİAT ÜLKESİNDE KADIN OLMAK

Zekiye Yüksel, 2002-2006 arasında Riyad Uluslararası Türk Okulu’nda Türkçe -Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği görevinde bulundu. Bu kitabında Suudi Arabistan’da kadın ve öğretmen olarak yaşadıklarını anlatıyor. Kitap, Yüksel’in görevi sırasında tuttuğu günlüklerden oluşuyor; yazarın, şeriatla yönetilen bir ülkede tek başına bir kadının bir hiç olduğu gerçeğiyle yüz yüze gelmesini
ve öğrencileri için şeriat ülkesine nasıl katlandığını gözler önüne seriyor.

Zekiye Yüksel bu kitabıyla, şeriat gerçeğini ülkemiz kadınlarıyla paylaşma
ve kadını yok sayan ideolojiyi kadına kurtuluş olarak sunmaya çalışanlara dikkat çekmeyi amaçlıyor. Cumhuriyet değerlerini, elde edilen hakları yitirmemek için, en başta kadınların mücadele etmesi gerektiğinin altını çiziyor. (http://www.idefix.com/kitap/seriat-ulkesinde-kadin-olmak-zekiye-yuksel/tanim.asp?sid=AC0676N6R8CE7O05UY8R)

Yarın, aydın Türk kadınlarının bir direniş eylemi var Ankara Güven Park’ta..
Saat 14:00’te toplanacak ve TBMM’ye yürüyecekler..

İstanbul ve İzmir’de de.. Duyurusunu sitemizden verdik..
(http://ahmetsaltik.net/2013/11/15/kadinlar-baskaldiriyor-hem-de-kadinli-erkekli/)

Kadınlı – erkekli olalım.. Destek verelim onlara..

TÜRKİYE LAİK KALACAK; KALMALI!

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 15.11.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

“Şeriat ülkesinde kadın olmak”… 

Yaşamadan anlayamazdım.


Röportaj; Figen Yanık, 2.5.2010 Sabah
 
Riyad’da bir Türk okulunda üç buçuk yıl öğretmenlik yapan Zekiye Yüksel, siyah çarşaf giymek ya da bakkala bile yalnız gidememek şartlarına öğrencileri için katlandığını söylüyor. Suudi Arabistan günlüklerini yayımlamaya karar veren Yüksel, 

  • “Önceleri şaka gibi geliyordu, sonraları çok koydu, çünkü bir gölgeden farkım kalmamıştı,” diyor.

 

Evim modern hapishane gibiydi

Çocukluğu ve gençliği Torosların eteğinde, uçsuz bucaksız Akdeniz’e açılan Demre’nin sokaklarında, portakal ağaçlarının arasında geçen birinin bu özgür iklimden vazgeçmesi mümkün mü? Akdeniz’in ruhu, sıcak bir yürek ve özgürlük tutkusu daha o yaşlarda yerleşir içine. Dergilerde yayımlanan şiirlerini Barış Koyduk Adını adlı bir kitapta toplar. Eşini genç yaşta kaybedince, oğlu Barış’a ve öğrencilerine tutunur. Antalya ve İstanbul’daki çeşitli okullarda Türkçe ve Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapar. 1992’de Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı yurtdışında görevlendirme sınavını kazanır, ama tam görevlendirilmek için 10 yıl bekler. Sonra da bir Avrupa ülkesinde öğretmenlik yapmayı hayal ederken, Suudi Arabistan’a gönderileceğini öğrenir. Zekiye Yüksel, 2002-2006 arasındaki öğretmenlik anılarını Şeriat Ülkesinde Kadın Olmak –
Bir Öğretmenin Suudi Arabistan Günlükleri 
adı altında yayına hazırladı.
2006’da emekli olan Yüksel, artık yaşamını Demre ve Çandarlı’daki bahçesi çiçeklerle,
içi kitaplarla dolu iki evinde geçiriyor.


– Riyad’a gitmeden önce Suudi Arabistan’daki yaşamla ilgili hiç araştırma yapmadınız mı? Yazdıklarınıza bakılırsa, sanki hiç beklemediğiniz
bir gerçeklikle karşılaşmış gibisiniz… 


– Gitmeden bir ay öncesine kadar Suudi Arabistan’da Türk okulu olduğunu bile bilmiyordum. Avrupa ülkelerindeki vatandaşlarımızın ve öğrencilerimizin kültürel bağlarının korunması, güçlendirilmesi ve Türk dilinin öğretilmesi, Türk kültürünün tanıtılması amacıyla 1992’de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından açılan yurt dışında görevlendirilmek sınavını kazandım. 10 yıl, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde görevlendirilmeyi beklerken bir eylül sabahı bana Suudi Arabistan’a gönderileceğim söylendi. Doğal olarak tepkim oldu, ‘Hayır,’ dedim. Korktum, ürktüm, Suudi Arabistan yönetiminin kadına bakışını, kadınların kıstırılmışlığını elbette biliyordum. Dış işlerinde görevli şube müdürü; okulu, okulun yapısını anlattı, kız öğrencilerimizin kadın öğretmene ihtiyacı olduğunu söyledi. Zorlanırsam, geri dönebileceğimi öğrenince bir yıllığına gittim. Öğrencilerim için üç buçuk yıl kaldım, ama beş yıllık görev sürem dolmadan döndüm.

– Yalnız bir kadın olarak zorlanacağınızı düşünüp, sizi hiç uyaran olmadı mı?

– Gitmemek konusunda uyaran çok oldu. 


– Suudi Arabistan’da yabancı kadınların çarşaf giyme zorunluluğu olmadığını, sadece siyah örtü takmalarının yeterli olduğunu biliyorduk. Sizin yazdıklarınıza bakılırsa, Arap kadınlarına uygulanan şeriat kuralları, yabancı kadınlar için de geçerli. 

– Suudi Arabistan’da yabancı kadın da olsanız abaye dedikleri modern çarşafı giymek zorundasınız, evinizin önündeki çöp kutusuna çöpünüzü bırakmak için bile. Suudi Arabistan’da dini kurallar yaşamın temel ölçütü. Erkekle kadının bağları kopartılmış, eğitim ana okulundan üniversiteye kadar ayrı veriliyor. Din eğitiminden geçmiş kadın ya da erkeğin muhalif tavır içinde olması kolay mı sanıyorsunuz? Her şey dinin gereği olarak öğretiliyor, muhalif olmak İslam dinine karşı olmak demektir. Duvarlarla çevrili binalarda, pencereleri açıp dışarıyı seyredemezsiniz, pencereler duvarlara açılır. Balkonun yasak olduğu bir ülke düşünebilir misiniz? Suudi kadınına uygulanan koşullar neyse yabancı kadınlara uygulan da o, ancak yabancı kadınlar için daha güvencesiz bir yer. Erkeklerin bir Suudi kadınını kaçırması kolay olmazken, yabancı kadını kaçırması çok kolay. Suudiler her şeyi yapabilme özgürlüğüne sahip hissediyor kendini. Ayrıca sokakta başınıza bir şey gelirse kadın suçlu. Şeriata göre tek başına sokakta ne işiniz var? İffetinizi koruyamadığınız için suçlusunuz. 


– Günlük hayatın içinde erkeklerden bağımsız şekilde kadınları görmek zor anlaşılan… Ya iş çalışmaya gelince? 

– Kimliği bile olmayan Suudi kadını,
* siyasi hayata katılamaz,
* hâlâ oy kullanamaz,
* kocasından izinsiz yurtdışına çıkamaz; elinde izin belgesi olması lazım.
* Otomobil kullanamaz.
* Kadın kendi işlerini yönetemez.
* Marketlerde, büyük iş merkezlerinde kadın çalışamaz, büyük alışveriş merkezlerinin sadece kadınların alışveriş yaptıkları yerlerde çalışabilir.

Ancak kadınlar gününde görevli kadınları görmek mümkün, yani erkeğin olmadığı yerlerde çalışabiliyor kadınlar. Sağlık ve eğitim kurumlarının -sağlıkta kadınlar bölümünde ve kız okullarında dışında çalışacaksa hemcinsleriyle yani harem tipi çalışmaya izin veriliyor. O nedenle iş tercihleri sınırlı. Mihr denilen başlık parası da okumuş kızlar için daha yüksek. 

– Ya gençlerin durumu… 

– Karşı cinsten iki genç bir kafede oturursa, hemen mutavvalar yani doğruyu uygulamak ve yanlışı yasaklamak komitesi üyesi, kısaca din (ya da ahlak) polisi gelir, her iki genci farklı arabalarla din polis bürosuna götürür. Sorgudan sonra gençlerin babaları,
ahlaksız davranmayacaklarına dair bir belge imzalarsa gençler kurtulur. Fakat kız babası mutavvaların zihniyetinde ise ya tutuklanmasına izin verir ya da baba kızını evde ömür boyu tecrit odasına kapatır. Çünkü göz, dil, nefis zinası gerçekleşmiştir.


– Klasik bir soru belki ama madem bu kadar zorlandınız,
neden üç buçuk yıl katlandınız? 
– Penceresizliğe, balkonsuzluğa karşı çıkamayan bir halkın ülkesinde yalnız ve kadın öğretmen olarak çalışmak nasıl kolay olabilirdi ki? Orada kaldığım sürece ben de kendime bin kez bu soruyu sordum. Orada her zaman kapı aralığında durmak gibiydi benimkisi, içimden ‘Dönmeliyim,’ diyordum, öğrencilerim ‘Biraz daha kalın,’ diyordu. Öğrencilerimin bana çok gereksinmeleri olduğunu düşününce yaşamımdaki tüm olumsuzlukları öteliyordum. Tek sözcükle katlanış nedenim ‘öğrencilerimdi’. Sanatın olmadığı bir ülkede yaşayan öğrencilerim için okul nasıl bir çölde vaha ise abartmıyorum ben de onların oksijeniydim.

– En çok nerede sıkıntı yaşadınız? 

– En büyük sıkıntımı Riyad Hava alanı’na girince yaşıyordum.
Polis pasaportuma el koyarak beni hücre gibi bir odaya atıyordu,
‘Erkeksiz dışarı çıkamazsın,’ diye. Okul şoförü ya da okuldan görevli
bir erkek, resmi işlemler yaptırarak beni çıkartıyor, evime götürüyordu. Türkiye’den her dönüşüm boğuyordu beni, Riyad Havaalanı’na indiğim andan başlayarak kalbim sıkışıyor, gerildikçe geriliyordum.


– Zorunlu olarak bile olsa ‘modern çarşaf’ giymek ilk günlerden başlayarak
sizi nasıl etkiledi? 
– Kimliksizleştiğimi hissettim, artık Türkiye Cumhuriyeti’nin değil
Suudi Arabistan’ın insanıydım, bir gölgeden farkım yoktu. Önceleri şaka gibi geliyordu, sonradan gittikçe koydu. Yazın yakan, kışın üşüten abaye bedenimi kısıtlıyordu. Ayağıma dolaşan, yürümemi engelleyen bu abaye beni kendime yabancılaştırıyor, hiçlik duygusuna kapılmama neden oluyordu. Abayenin içine ne giydiğinizin önemi yoktu.
Ayrıca el bileklerinize ve ayak topuklarınıza kadar örten bu giysi erkeklerden de korumuyordu ne yazık ki…

– Evlerin çevresindeki yüksek duvarlara niye ihtiyaç duyuluyor? 

– Abaye kadar beni baskılayan, yasakların simgesi duvarlar oldu.
Teraslar bile duvarlarla çevrilidir, oradan sokağı, şehri göremezsiniz, yalnızca gökyüzünü seyredebilirsiniz doyasıya. Her şeyin tek tanığı gökyüzüdür.

– Sokağa çıkarken, markete gitmek için bile yanınızda bir erkek olması gerekiyormuş. Size kim eşlik ediyordu? 

– Mutavvalar, başım örtülü ve modern çarşaflı olmama rağmen en temel gereksinimlerimi bakkaldan almak için tek başıma gitmem gereken kısacık yolda bile beni korumaktan uzaktı. Çünkü onlara göre kadının sokakta tek başına işi yoktu. Biz kadın öğretmenleri gereksinmelerimizi karşılamak için evli olan okulumuzun şoförü alışverişe götürüyordu. Evli arkadaşlarla ya da velilerle dışarı çıkabiliyordum.

– Tek başınıza ya da bir kadın arkadaşınızla kafeye ya da lokantaya gitmeyi
özlediniz mi? 

– Son yılımda bir velimizin yardımıyla iki kadın arkadaş bir Türk taksiciyle anlaştık, onunla ayda bir alışveriş merkezine ve bir Türk lokantasına gidiyorduk. Hücre biçiminde odalar dar koridorlara açılıyor, her odanın koridora açılan kısmı perdeyle kapatılıyor, mağazalardaki giysi deneme kabini gibi, ama küçücük odada görkemli masa ve dekorlar, bol ışık yani modern bir hücre. Perdelerin kapanmasına dayanamayıp, açıyorduk.
Bizim gibi yabancılarınki de açıktı, ama Araplarınki hep kapalıydı. Garsonlar, perdenin aralığından mönüyü ve yemekleri uzatıyorlardı.

  • Peçeli bir kadının yemek yemesine birçok yerde tanık oldum.
    Bir eliyle peçesini aralıyor, diğer eliyle yemeğe çalışıyor.
    O halleri canımı yakıyordu.
Şeriat ülkesinde kadın olmayı yaşamadan anlayamazdım
 
– Bu üç buçuk yılda yaşadıklarınız sizde nasıl izler bıraktı? 

– Bu durum bir kadın olarak beni aşağılıyor, erkeklere karşı güvenimi sarsıp savunmasız bırakıyor, onurumu zedeliyor, hiçlik duygusuna kapılmama neden oluyordu. Suudi Arabistan yalnız çalışmaya gelen kadın için hapishane, her anlamda eza-cefa yeriydi. Pencerelerden nefret ediyordum. Sandalyenin üzerine çıkıp buzlu camlı pencereyi azıcık aralayıp demir parmaklıkların ardından gökyüzünü seyretmenin bende nasıl bir duygu yaratacağını anlayabilir misiniz? Hemen yanı başımızdaki, arkamızdaki, önümüzdeki, sağımızdaki, solumuzdaki komşuları görmek ne mümkün! Duvarlar yükseliyordu aramızda.

– Anlattıklarınızdan modern bir hapishane ortamında yaşadığınız sonucu çıkıyor. İlk günlerde alışmak için ne çözümler aradınız? 
– İlk zamanlar okulun çevresinde her gün yarım saatlik yürüyüş yapmayı göze aldık, bu isteğimizi kısa zamanda bırakmak zorunda kaldık.
Okul müdürü kadın kaçırma olaylarının yoğun yaşandığını söyleyip, okulun çevresinde yürümememiz konusunda uyardı bizi. Okulun bahçesinde
volta atmak düştü bize de… Akşamları okula gidip, bahçesinde yürüyüş yapıyorduk. Evimi ‘modern hapishanem’ diye nitelendiriyordum.
Dış kapısının anahtarını ancak iki dakikalık uzaklıktaki okula giderken kullanabiliyordum. Kitaplar da olmasa bir hiçtim sanki…
O nedenle bütün yaşantımızın öznesi okuldu.

– Bu katı kurallar çocuklar için de geçerli miydi? 

Evet, çocuklar sokakta oynayamıyor.
Zaten kız çocuklarının sokakta oynaması mümkün değil.

 

KİTAP ÖZETİ : YENİ DİN YENİ TANRI


Dostlar
,

Rahmetli, Aydınlanmacı bilim insanlarımızdan Prof. Dr. Alpaslan Işıklı‘yı
birkaç ay önce beklenmedik biçimde Seferihisar’da yitirdik (13.7.13).
Ardından sitemizde aziiiz anılarına hürmetle epey yazısını yayımladık.

Dostumuz, dava arkadaşımız, yoldaşımız, sevgili ağabeyimizdi..

Yazdığı tüm kitapları sular – seller gibi okuyorduk, konferanslarını izliyorduk
olanak ölçüsünde. Aynı masayı paylaşma onurunu yaşadığımız da oluyordu.
ADD’de, TÜMÖD’de yıllarca birlikte çalışmıştık.

“YENİ DİN YENİ TANRI” adlı kitabını bize imzalayarak armağan etmişti.
Kitaplığımızda duruyordu ve derslerimizde (Sağlık Ekonomisi, KüreselleTİRme ve Halk(ın) Sağlığı, Sosyal Tıp…) alıntılar yapıyor, okuma kaynağı olarak öneriyorduk.

Geçtiğimiz ay (Ekim 2013) Ankara Üniv. Tıp Fakültesi 6. sınıf öğrencilerimizden
Sezin Çolak bu kitabı okumak üzere bizden ödünç aldı.. Biz de olanak bulursa kısa bir özet çıkarmasını rica ettik. Sağolsun bizi kırmadı ve özetini “çubuk bellek” ile getirdi.

Kendisine çoook teşekkür ederek bu özeti paylaşmak istiyoruz..

  • Bu arada vurgulamak iteriz ki; kapitalizm – vahşi boyut ve ihtirasa tırmanan
    özel mükiyet ile emperyalizmim insanlık tarihinde “aksi bir yol kazası” olduğunu düşünüyoruz.. Bu ayraç (parantez), insanlığın küreselleşen direnişi ve
    (Prof. M. Chossudovsky ve Prof. N. Chomsky’ye saygı ile) sağduyusu ile
    artık kapatılmalı; uzadıkça yıkımı dayanılmaz kerteye varıyor ve dışlanması (tasfiyesi) zorlaşıyor.
  • Fakat çare yok, Büyük ATATÜRK‘ün öngörüsü yerini bulacaktır :
  • “Sömürgecilik ve yayılmacılık (emperyalizm) yeryüzünden yok olacak ve yerlerine uluslararasında hiçbir renk, din ve ırk ayrıcalığı gözetmeyen yeni bir işbirliği ve uyum çağı egemen olacaktır.”

Dosyayı pdf olarak indirebilirsiniz :

Yeni_Din_Yeni_Tanri_kitabi.ozeti

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 3.11.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

KİTAP ÖZETİ : YENİ DİN YENİ TANRI

Yeni_Din_Yeni_Tanri_kitabiYazarı : Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI

portresi_gomlekli

 

 

 

 

 

Özetleyen : İnt. Dr. Sezin ÇOLAK
Ankara Üniv. Tıp Fak., Ekim 2013

YANLIŞ DENKLEMLER

Kapitalizm, yeryüzünde sosyalizmden çok daha eski bir tarihe sahiptir. Bu nedenle, insanları ideolojik açıdan etkilemek bakımından, bilimden ve dinden de daha etkilidir. Özelikle, kitle iletişim araçlarında sağlanan gelişmeler kapitalizmin ideolojik gücü bakımından tartışılmaz üstünlükler sağlamıştır. Tarihin tanık olduğu ilk sosyalizm uygulaması olarak sunulan Sovyet sisteminin çöküşü kapitalizmin ideolojik üstünlüğüne olağanüstü bir boyut getirmiştir. Bunun sonucundadır ki, Sosyalizme temel olabilecek tüm değerler, doğru dürüst uygulama alanı kazanmamış olmalarına karşın; eskimiş, dinozorlaşmış unsurlar konumuna indirgenmişlerdir. Buna karşılık, gerçek eskiyi
temsil eden kurallar, kurumlar ve sözde çözümler, değişim rüzgârlarıyla estirilen model çerçevesinde ve yeni dünya düzeni adı altında tüm dünyaya dayatılabilmişlerdir.                                                                                                                                                          YENİ DİN YENİ TANRI

Dünya Bankası İmparatorluğunda iktidarın din temeline dayalı olmaması,
geçmişin imparatorluklarında görülmeyen bir durumdur. Ancak bu durum, İmparatorluğun kendine özgü bir organizmasının olmadığı anlamına da gelmez. Bunların da bir anlamda dini vardır ve bu dinin adı “neo-liberalizm”dir.
Dünya Bankası’nın kalkınma uzgörü (vizyonu) ile yeni muhafazakâr, sağcı,
bağnaz dinsel akımlar arsında çarpıcı benzerlikler bulunmaktadır.

Görünmeyen el” (Invisible hand), sanki Tanrı gibi, gizemli biçimde ekonomik yaşamı yönetmektedir. “Görünmeyen el”i tanımayanlar veya daha kötüsü ona karşı çıkanlar, yıkımlarını hazırlamaktadırlar.

‘Fiyatları tanrı belirler’ cümlesiyle eleştirilere yanıt veren zihniyetlere göre;
halkın, pazar mekanizmasının acımasız işleyişi altında ezilmesi, ilahi takdirin gereği sayılmalıdır!

SOSYALİZM = DİN DÜŞMANLIĞI

Marks‘ın ciltler dolusu kitap yazmasına karşın, düşmanları, ‘din halkın afyonudur’ sözünü kullanarak O’nu din düşmanı ilan ettiler. Sosyalizme karşı kullanılan
hiçbir ideolojik silahın bu ölçüde etkili olduğu görülmemiştir. Oysa anlı şanlı
Hıristiyan azizlerinin ‘esir, sahibine itaat etmekle tanrıya itaat eder’,
‘eşitsizlik ilahi bir kurumdur’ sözleri karşısında akıl ve vicdan sahibi
herhangi bir kimsenin bunları afyona benzetmesinden daha doğal ne olabilir?

ÖZELLEŞTİRME NE İÇİN?

Günümüzde özelleştirmeyi sihirli bir değnek gibi görenler çoğaldı. Günlük yaşam içinde nerede bir aksaklık görülse akla “özelleştirme” gelir oldu. Bütün bunlar kendiliğinden olmadı. Özellikle 12 Eylül’den(1980) bu yana çok yaygın kesimlerden kaynaklanan özelleştirme yanlısı kampanyaları, sendika karşıtı kampanyalarla ve
kamu kesimindeki istihdamın toplumun sırtında bir yük oluşturduğu yolundaki kampanyalarla eşlendirmek yoluyla sağlamışlardır. Bu eleştiriler ‘buralara hatır – gönül ilişkisi sonucu ve politik nedenlerle işçi alındığı iddiaları’ üzerine kurulmuştur.

Ne gariptir ki, bu konudaki eleştiriler, genelde kamu kesimindeki istihdam üzerinde
en belirleyici konumda bulunan siyasal iktidar sahiplerinden kaynaklanmıştır.

Özelleştirme lehine sürülen en popüler görüşlerden biri; ‘özelleştirme, devletten alıp
halka vermektir’.

Ancak gerçekte devletten alınıp halka verilmemektedir.

Ayrıca devlet ve halk, zorunlu olarak birbirlerine karşıt kavramlar değillerdir.

  • Oysa “özelleştirme” sendikasızlaştırma ve sosyal korunmadan uzaklaştırma demektir.

Bunun nedeni, Devletin demokratikleşmesi ölçüsünde, sosyal adalet öncelikleri ile kamu kesiminin önceliklerinin uzlaşabilir olmasıdır.

“Özelleştirme” üretimi daraltmak demektir. Üretim araçlarının mülkiyeti özel kesime geçtiği ölçüde, üretim kararlarının insan gereksinimlerine göre belirlenmesi durumu
son bulur. Onun yerine üretim kararları sermayenin kârlılık ilkelerine göre alınmaya başlanır. (A. Saltık: Örnek, 1 kutusu 2,5 – 3 TL olan yaşam kurtarıcı depo penisilin iğneleri “piyasada” yoktur, ucuzdur, kâr payı düşüktür ama yaşam kurtarıcı olsa bile sermaye açısından üretimi önemsizdir.. “Öksüz ilaç – orphan drug” ilan edilmiştir sermaye tarafından.. Kapitalizmin Tunç yasası “maksimum kâr” çelik iradesiyle yürürlüktedir ve anlı şanlı AKP iktidarı eli kolu bağlı, bu sağlık dramını seyretmektedir ne acıdır ki!)

“Özelleştirme” yabancılaştırmadır

Kapitülasyonları ve Duyun-u Umumiye’yi görmüş bir ülkenin insanları olarak, ülkenin iktisadi işletmelerinin hiçbir sınır tanımaksızın yabancılara devredilmesinin doğuracağı sonuçların ciddiyetini en çok bizim kestirmemiz gerekiyor.

SERBEST REKABET ve SAĞLIK

Serbest rekabet savunucularına göre, tüketiciler piyasada ‘özgürce’ karar verirken, ekonominin yönetimine temel olan kararların oluşumuna katılmaktadırlar. Bu noktada unutulan ya da unutturulmak istenen husus, satın alma ile ilgili kararlarda bireylerin iradelerinin eşitlik içinde rol oynamamakta oluşudur. Eğer bu ekonomi alanında demokrasi ise herkesin eşit olarak değil, satın alma gücü oranında katıldığı bir demokrasidir; dolayısıyla demokrasi değildir.

Sağlık alanının kendine özgü koşulları, serbest rekabet kurallarının işlemesini olanaksızlaştıran kimi özel güçlükler içerir.

Örneğin sağlık alanında göreli olarak, fiyat karşısında esnek olmayan bir istem (talep) söz konusudur. Yani sağlık hizmetlerinde fiyat ne denli artsa da, istemin sabit kalma eğilimi yüksektir. Normal olarak herkes, kendi sağlığı veya yakınlarının sağlığı için parasının tümünü vermeye hazırdır.

Öteki çarpıcı nokta ise; sağlık hizmetlerinin maliyeti, yaşlılar, yoksullar ve kronik hastalar bakımından öbür insanlara göre daha yüksektir. Bu kategorilere dahil olanlar, sağlık hizmetlerine en çok gereksinim duymalarına karşın, en düşük satın alma gücüne sahip kesimi oluştururlar. Sağlık hizmetlerinin piyasa mekanizmasına bağlı kılınmış olması, satın alma gücü yüksek ve ayrıcalıklı dar bir kesimin sağlık gereksinimlerini karşılamaya yönelik olağanüstü lüks sağlık kurumlarının kurulması sonucunu doğurmuştur.
Bizde de Devletin sırtından hızla yükselmeye başlamış bulunan, beş yıldızlı otel konforuna sahip özel hastaneler, bunun bilinen örnekleridir. Sağlık hizmetlerinin özel sektöre terk edilmesi, koruyucu sağlık hizmetlerinin daha çok ihmal edilmesi ve daralması sonucunu doğurur.

Sonuç olarak                     : 

  • Sağlık hizmetlerinin, kamusal kuruluşlar tarafından sosyal dayanışma amacıyla yürütülmesine son verilerek kâr amacıyla çalışan özel işletmelerce yürütülmesinin, yani “görünmeyen ellere” bırakılmasının ciddi sonuçları vardır.
  • Özel sektöre bırakılan sağlık hizmetleri, insanların gereksinimlerine göre değil, satın alma güçlerine göre biçimlenir ve yönlenir. 

Ülkemizde demokratik rejimin askıya alınması ve demokratik hak ve özgürlüklerin ciddi yaralar alması yönünde önemli birer tarih oluşturan 12 Mart (1971) ve 12 Eylül (1980) darbelerine ortam hazırlayan birtakım örtülü operasyonlardır.

Büyük Ortadoğu Projesi’nin dayandırılmak istendiği gerekçeler; uluslararası terörle ve özelikle bölge bağlamında düşünüldüğünde İslami terör denilen şeyle mücadele etmek ve bölgeyi kitle imha silahlarından arındırmak olarak özetlenebilir.

  • BOP, tarihin tanık olduğu en iğrenç ve en korkunç insanlık trajedilerinin sahnelenmesine neden olmuştur ve olmaya da devam etmektedir  

GELECEK    

Gelecekle ilgili olarak, çok önemli ve büyük değişikliklerin arifesinde olduğumuzu
ve bir dönüm noktasında yaşadığımızı düşündüğümüz çok olmuştur.
Hemen her dönemde böyle düşünenler bulunabilir.
Oysa geçmişe baktığımızda, insanlığının uçsuz bucaksız tarihi boyunca,
bir dönüm noktası sayılabilecek ölçüde önem taşıyan dönemlerin az olduğunu görürüz.

Tüm insanlık açısından değer taşıyan önemli dönemeçlerin sonuncusu,

Kapitalizmin doğuşudur.

*********************

Sevgili öğrencimiz – meslektaşımız Sezin’in özetlemesine bir alıntı da biz yapmak istiyoruz hoşgörüsüyle :

“Birmingham’daki bir yüksek blokta oturan kiracıların
1/7’sinin su aboneliklerinin kesilmesi üzerine doğan durumu bir kapıcı
“Tam leş gibi bir durum doğdu..” tümceleriyle betimledi.

Tuvalette sifon kullanma olanağından yoksun kalan kiracılar,
gereksinimlerini merdiven boşluklarına görmekteler
veya lazımlıklarını pencereden aşağıya boşaltmakta.”

Ian Gregory, The Guardian, 2 Eylül 1992,
(Aktaran: Alpaslan Işıklı, Yeni Din Yeni Tanrı,
Otopsi Yay. 1. Bs. 2005, syf. 119-120)

HARF DEVRİMİ’nin 85. YIL DÖNÜMÜ KUTLU OLSUN


Dostlar
,

E. İlköğretim Denetmeni (Müfettişi) Sn. Mehmet AYHAN,

portresi

  • “HARF DEVRİMİNİN 85. YIL DÖNÜMÜ KUTLU OLSUN!”

başlıklı bir makalesini gönderdiler. Kendi deyimiyle bilerek oldukça kapsamlı tutulan makale sıkıştırılmış biçimde dolu dolu 5 sayfa.. (Bize gelen 8 sayfa idi)

Makale şöyle başlıyor :

 

  • “Yazı insanlığın belleğidir. Söz uçar yazı kalır…
    (AS: Verba volent scripta manent)
  • En silik yazı, en güçlü bellekten daha geçerlidir.
  • Kültürün yaratılması kazanılması yaşatılması belgelenmesi ve geleceğe aktarılması büyük oranda yazı ile oluşmaktadır. Çağdaş değerlerin oluşması, aydınlanma, hak hukuk bilim sanat sosyal gelişim vb. konularda yazının rolü yadsınamaz. O halde yazının bulunuşu, medeniyetin gelişmesinde önemli bir kilometre taşıdır. Yazı, tarih boyunca çeşitli coğrafyalarda ve zamanlarda değişimler ve gelişmeler göstermiştir: 
  • Resimler, işaretler resim yazıları (Hiyeroglif) simgeler harfler vb.”

Yazı Devrimi Gerekçeleri

  • “1927’de 13 milyon olan nüfusun %5’i okuryazardı. Halk kitlesi hele kadınlar neredeyse tümden cahildi. Gazetelerin baskı sayısı (tirajı) 30 bini, tüm kitaplıklardaki kitap sayısı70 bini geçmiyordu. Çağdaş uygarlık için harf önemli idi. Yüzyıllardır Arap alfabesinin kıskacında kalan halkımızın aydınlanması için okumanın şifresi alfabenin kolaylaştırılması gerekiyordu. Osmanlıda Cumhuriyetimizin ilk yıllarına dek Arap abecesi (alfabesi) kullanılıyordu.
    Bu abecedeki harfler Arap aksanına uygundu. Ancak, öbür ulusların özellikle Türkçe aksanını zorluyordu.”

Ve Sayın Ayhan çalışmasını şöyle tamamlıyor :

  • İsmet Paşa’nın “Malatya Konuşması” Mustafa Necati’nin “Mehmet Onbaşı Hikayesi” ve daha birçok yazarın öykü ve şiirleri, gazeteler “Yeni Türk Harfleri” ile basılır. Baskı sayısı (tiraj) sorunu mali yönden desteklenir.
  • Osman Zeki Bey’in bestelediği “Harfler Marşı” okullara dağıtılır. Yazı devrimi, bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi sloganıyla Millet Mekteplerinde ve okullarda okuma yazma öğrenilmesi, Türk Dili Tetkik Cemiyeti, dilimizin özleştirilmesi, kitaplıklar basın yayın kitap, dünya klasikleri, öğretimin birleştirilmesi,
    laik okullar, sekiz yıllık kesintisiz eğitimle bir bütünlük içinde
    Cumhuriyet Aydınlanmacılığına yürünür. “

Bu değerli çalışmayı pdf olarak veriyoruz.
Okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

HARF_DEVRIMI’NIN_85._YILDONUMU_KUTLU_OLSUN 

Harf Devrimi‘nin 85. yılında Türk ABC’sine ne yazık ki 3 yeni harf eklendi : Q, X, W

Biz de, Büyük Atatürk‘ün bu görkemli devrimi hakkında 1 Kasım 2013 günü sitemizde bir makalemize yer vermiştik :

85. Yıldönümünde Harf Devrimi’nin Anlamı..

(http://ahmetsaltik.net/2013/11/01/84-yildonumunde-harf-devriminin-anlami/, 1.11.13)

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 2.11.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

ANKARA ŞEBEKE SUYUNDA YÜKSEK ALÜMİNYUM!


Güncelleme :
31.7.13 (29.7.13 günü yazdıklarımıza eklemeler..

Son binyıldır Ankara Büyükkent Belediye Başkanı olan zat,
Kimya Mühendisleri Odası’nın kentin şebeke suyunda çok yüksek Alüminyum saptanması karşısında panik içinde..

Öylesine zavallı ve aciz, dolayısyla tehlikeli tepkiler veriliyor ki!

Kimya Mühendisleri Odası’nın yetkilleri hakkında, gerçek dışı bilgiye dayalı olarak halkı galeyana getirmekten dava edecekmiş!?

İ. Melih Gökçek’in gerçekten namuslu ve ehil danışmanlara ivedi gereksinimi var.

Geçmişte bir Bölge Halk Sağlığı Laboratuvarı’nın müdürlüğünü yapmış bir
uzman hekim olarak biz Gökçek’e danışman olsaydık (!) şunları söylerdik :

1. Sav doğru mu, hemen nesnel inceleme yaptırın. Yazın su tüketimi arttığından, arıtma amaçlı kullanılan Aluminyum sülfatın çöktürülmesi için yeterince süre beklemeden sisteme veriliyor olabilir.. Geçen yıl Sağlık Bakanlığı yüksek Alüminyumu kabul etmiş ve rezervuara bir fabrikanın yüksek alüminyum içeren
atık su deşarjının karışmasını gerekçe göstermişti.. Özürü kabahatinden büyük!
Dolayısıyla yalanlamak yetmez, yanlıştır.

2. Kimyasal su analizi için olağan koşullarda temiz bir cam şişeye 1 litre su almak yeterlidir. Örnek almanın özel süreci yoktur. Su analizleri (kimyasal, mikrobiyolojik, fiziksel vd.) 5996 sayılı yasanın 27. maddesi gereği Sağlık Bakanlığı yetkisindedir ve suda alümnyum ölçümü de yasal olarak yetkili Ankara İl Sağlık Müdürlüğü
Halk Sağlığı Laboratuvarı’nda yapılmıştır. Yurttaşlar, döner sermayece belirlenen üceti ödeyerek bu Laboratuvarlardan hizmet alma hakkına sahiptirler.

Kimya mühendileri teknik olarak kendileri de bu ölçümü yapabilirlerdi. Bu davranış fennen (teknik olarak) doğru ama usulen yanlış olurdu. Bu hata da işlenmemiştir.
Sonuçlar resmi ve geçerlidir. Mikrobiyolojik örnek alma tekniği özel eğitim gerektirir, Halk Sağlığı Laboratuvarı, bu örnek alma koşullarından emin olmak isteyebilir ve
bu gerekçeyle örneği incelemeyi reddedebilir. Bu takdirde de yetkili bir sağlık personelinden yararlanılabilir örnek almada..

3. Kimya Mühendisleri Odası, TMMOB yasasından kaynaklanan hak ve yetkilerini kullanarak halka karşı görevlerini yerine getirmişlerdir. Tersini yapmaları (görevlerini yapmamaları!) suç olabilir ama bu eylemleri doğrudan sorumlulukları içindedir.
Verileri de bilimsel olarak doğru ve geçerli olup, dolayısıyla yasal olarak koğuşturulmaları olanak dışıdır.

4. Ortada bilimsel olarak geçerli ölçümler olduğundan ve bu durum halk sağlığı için açık – somut – yakın tehlike yarattığından, bırakın açıklanmamasını, derhal uygun araçlarla kamuuoyuna ve yetkili kamu makamlarına bildirilmemesi suçtur.
Kimya Mühendisleri Odası Ankara Şubesi’nin Türk Ceza Yasası md. 185 uyarınca
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunma hak ve yükümü vardır. Durumu basından öğrenen Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın da
res’en (kendiliğinden) yasal işlem başlatma sorumluluğu vardır.

5. Yapılacak şey, hatayı kabul etmek ve halktan özür dileyerek derhal gerekli önlemleri almaktır. Halkın bilgilenme hakkını kullanmasına saygı göstererek
sorunu saydamlıkla yönetmektir. Bu sorun yemin ederek çözülmez, komik hatta suçlu olursunuz. Böyle yaparak, belki, Türk Cea Yasası md. 185’te yer alan kusursuz sorumluluğa dayalı yaptırım uygulanması olasılığından kurtulabilirsiniz.

6. Tek tek yurttaşlar bu sorun bağlamında Bilgi Edinme Yasaı bağlamında sizdden açıklama isteyebilirler ve teker teker ya da birlikte aleyhinize maddi – manevi giderim (tazminat) ve ceza davaları açabilirler.

7. Kimya Mühendisleri Odası’nın tek bir eksiği vardır, o da basından öğrendiğimiz ölçüde, örnek alımları ve yetkili laboratuvara ulaştırılması sırasında Noter bulunmayışıdır. Bu edim de yerine getirilseydi eylem 4/4’lük olacaktı.

Bunun için hala geç değil.. 2 taraf (Belediye ve Kimya Müh. Odası) için de..

Sonuç olarak İ. Melih bey, yavuz hırsızın ev sahibini bastırması, halka unutturma
numaralarını bu halk “yemez” artık, ayağınızı denk almak zorundasınız..
Aklınızı da, danışmanlarınızı da bürokratlarınızı da gözden geçirmek zorundasınız.
5 milyonu aşkın insanın sağlığıyla oynamanın vebali sizi ezer de geçer de..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 31.7.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================

Dostlar,

Ankara belediyesinin, Başkan İ. Melih Gökçek’in skandalları bitmiyor..

İçişleri Bakanlığı neden soruşturma açmıyor??

Geçen yıl Temmuz’da da benzer sorun yaşanmış ve biz bu siteden gerekli açıklamalrı yapmış, kimi sorular sormuş ve önerilerde bulunmuştuk..

Ankara Tabip Odası’ndan Su Hakkında Basın Açıklaması..

(http://ahmetsaltik.net/ankara-tabip-odasindan-su-hakkinda-basin-aciklamasi/)

Birlikte okunduğunda halkın sağlığının nasıl ciddiyetsiz biçimde savsaklandığı izleniyor..

AOÇ’yi talan etmek yerine şebeke suyu altyapısının güçlendirilmesi gerek..

Milli Kütüphane önünde işlek 2 anacadde ortasında egsoz gazlarının ortasına bir ucube proje yerine yeşil alan yapılması gerek..

Söğütözü’nde bir başka ucube ne işe yaradığı belirsiz demir kafes yapıp yargı kararı ile yıkarak devasa kaynakları çarçur etmek (ya da yandaş cebine aktarmak!?) yerine
kentte bisiklet parkları kurup bisikletle ulaşımı teşvik etmek…

Kaldırımların perişan hallerini düzeltmek…

Dünya Sağlık Örgütü’nün SAĞLIKLI KENTLER projesini açıp okumak…

Kısa bir özetini verelim, daha fazlasını merak ederse lütfen aşağıdaki pdf dosyasını açsınlar..(erişkeyi – linki tıklayarak)..

SAGLIKLI_KENT

SAĞLIKLI BİR KENTİN 10 BULGUSU 

SAĞLIKLI BİR KENT ; 

  1. TEMİZ ve GÜVENLİDİR.
  2. GÜVENLİ ve SÜREKLİ GIDA, SU ve ENERJİ STOKLARI ve VERİMLİ ATIKLAR SAĞLAR.
    1. ÇEŞİTLENDİRİLMİŞ GÜÇLÜ ve YENİLİKÇİ BİR EKONOMİ YOLUYLA GIDA, SU, BARINAK, GELİR, GÜVENLİK
      ve ÇALIŞMA İÇİN BÜTÜN VATANDAŞLARIN
    2. TEMEL GEREKSİNİMLERİNİ KARŞILAR.
    3. SAĞLIĞI DÜZELTMEK İÇİN ORTAKLIK İÇİNDE ÇALIŞAN
      FARKLI YAPILARIN BULUNDUĞU GÜÇLÜ BİR KARŞILIKLI
      DESTEK TOPLUMUNA SAHİPTİR.
    4. GENEL OLARAK YAŞAMLARINI ve KISMEN SAĞLIKLARINI ve İYİLİKLERİNİ ETKİLEYEN POLİTİKALARI BİÇİMLENDİRMELERİ İÇİN BİRLİKTE ÇALIŞMAK ÜZERE VATANDAŞLARINA OLANAK TANIR.
    5. VATANDAŞLARI ARASINDA KARŞILIKLI ETKİLEŞİM ve İLETİŞİM GERÇEKLEŞTİREN EĞLENCE ve BOŞ ZAMAN ETKİNLİKLERİ SAĞLAR.
    6. GEÇMİŞE DEĞER VERİR ve IRK, DİN… GÖZETMEKSİZİN
      VATANDAŞLARININ ÇEŞİTLİ KÜLTÜREL KALIT ve ÖZELLİKLERİNE SAYGI DUYAR.
    7. SAĞLIĞI, HALKIN POLİTİKA YAPMASININ TAMAMLAYICI BİR ÖGESİ OLARAK GÖRÜR ve VATANDAŞLARINA SAĞLIKLI YAŞAM UYGUN DAVRANIŞ BİÇİMLERİNİ BENİMSEME HAKKI VERİR.
  3. SAĞLIK HİZMETLERİNİN ERİŞİLEBİLİRLİĞİNİ ve NİTELİĞİNİ DÜZELTMEK İÇİN SÜREKLİ ÇABA GÖSTERİR.

10.İNSANLARIN SAĞLIKLI ve İYİ YAŞADIĞI ve HASTALIKLARA DAHA AZ SUNUK KALDIĞI BİR YERDİR.

K a y n a k : Dünya Sağlık Örgütü, Daha İyi Bir Yaşam İçin Sağlıklı Kentler. 7 Nisan 1996 Dünya Sağlık Günü.

*****************************************************

Melih bey, 10 üzerinden kaç not alabiliyorsunuz???

Sahi, Melih beyin kafası neyle meşgul??

Bu sorunları ve soruları neden görmezden gelir??
Tüm zamanlarını twitter’den gençlere yanıt yetiştirmeyle mi tüketiyor,
ne zaman emekli olacak??

  • Buradan Ankara C. Başsavcılığına suç duyurusunda bulunuyoruz :

Türk Ceza Yasası’nın kamunun sağlığı aleyhine suçlar bölümünde yer alan
ilgili maddeler uyarınca, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin neredeyse ömür boyu başkanı İ. Melih Gökçek hakkında ceza davası açılmasını istiyoruz.

5 milyonu aşkın insanın yaşamsal ve vazgeçilmez gereksinimi şebeke suyunun
sağlıklı ve güvenilir kılınması, hukukumuzdaki kusursuz sorumluluk kapsamındadır, anımsatırız..

Türk Ceza Yasası madde 185 – 

  • (1) İçilecek sulara veya yenilecek veya içilecek veya kullanılacak veya tüketilecek her çeşit besin veya şeylere zehir katarak veya başka suretlerle bunları bozarak kişilerin hayatını ve sağlığını tehlikeye düşüren kimseye
    iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası verilir.
  • (2) Yukarıdaki fıkrada belirtilen fiillerin dikkat ve özen yükümlülüğüne
    aykırı olarak işlenmesi hâlinde, üç aydan bir yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.”

Sevgi ve saygı ile.
29.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

ANKARA SUYUNDA YÜKSEK ALÜMİNYUM!

Kimya Mühendisleri Odası Ankara Şube Başkanı İbrahim AKYÜREK ve
II. Başkanı Erkin ETİKE 27 Temmuz 2013 Cumartesi günü saat 11:30`da
Oda merkezinde yaptıkları basın toplantısında şunları belirttiler:

Sağlık Bakanlığı Laboratuvarı Ankara‘nın şebeke suyunda kirlilik saptadı.

  • Sudaki Alüminyum miktarı izin verilenin dört kat üstünde!

Merkez ilçelerin hemen hemen tümünde saptanan kirlilik bir aydır sürüyor.

  • Sağlık Bakanlığı ve Ankara Büyükşehir Belediyesi derhal önlem almalıdır.

Kimya Mühendisleri Odası (KMO) şebeke sularının kalitesini ve insan sağlığına olası olumsuz etkilerini incelemek üzere sürekli çalışmalar yürütmektedir.
Geçen yıl, 5 Temmuz 2012 günü yaptığımız açıklamada Ankara suyundaki alüminyum kirliliğini gündeme getirmiştik. Geçen yıl yaşanan kirlilik Sağlık Bakanlığınca saptanmış ve kabul edilmişti. Bakanlık bu konuda Ankara Büyükşehir Belediyesini yazılı olarak bilgilendirdiğini Odamıza bildirmiştir (EK-2).

KMO tarafından yürütülen çalışmalar sırasında son günlerde Ankara‘nın sularındaki alüminyum miktarının tekrar yükseldiğini öğrenmiş bulunmaktayız. Ankara‘nın şebeke sularını düzenli olarak takip eden Sağlık Bakanlığına bağlı Ankara Halk Sağlığı Laboratuvarı yaklaşık bir aydır süren bu kirliliği saptamıştır.

En fazla 200 µg/L (mikrogram bölü litre) olmasına izin verilen alüminyum miktarı 22.07.2013 tarihli raporlara göre aşağıdaki gibidir (EK-1):

Çankaya‘daki bir noktada :      636.02 µg/L 

Yenimahalle‘deki bir noktada : 593.10 µg/L

Mamak‘taki bir noktada :      745.98 µg/L

Etimesgut‘taki bir noktada :      969.22 µg/L

İçme-Kullanma sularının kalitesi, 17.02.2005 tarihli ve 25730 sayılı
Resmi Gazetede yayımlanan “İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik” hükümlerine göre denetlenmektedir. Bu yönetmelikte alüminyum için belirlenen sınır değer 200 µg/L‘dir. Yönetmeliğin 11. maddesine göre:

“Parametre değerlerinin ya da şartlarının ihlali halinde, bu ihlalin insan sağlığı için herhangi bir risk oluşturup oluşturmayacağı değerlendirilir. İnsan sağlığını korumak amacıyla gerekli olması halinde su kalitesini iyileştirmek için gerekli düzeltici önlemler alınır. Düzeltici önlemlerin alınmasını gerektiren ihlalin ciddi boyutlarda olması durumunda tüketiciler bilgilendirilir.”

Sınır değerin aşıldığı resmi raporlarla saptanmıştır. Bu aşımlar yaklaşık bir aydır sürmektedir. Raporlar Sağlık Bakanlığı arşivindedir. Sınır değerin dört katını aşan miktarlardaki alüminyumun insan sağlığı için tehlikeli sonuçları olabilir.
Yüksek miktardaki alüminyumun özellikle sinir sistemi hastalıklarına yol açabildiği bilinmektedir. Ayrıca çocuklarda bellek yitiği, öğrenme güçlüğü gibi ciddi sonuçları olabilmektedir. Kronik böbrek rahatsızlığı olanların durumlarını kötüleştirdiği bildirilmektedir. Ayrıca vücutta alüminyum birikmesinin çeşitli kemik hastalıklarına, eklem ağrılarına, kanda eritrosit yapımında bozulmaya ve bağışıklık sisteminde hasara yol açtığı saptanmıştır.

Bu kirliliğin kaynağı saptanmalıdır.

Ankara Büyükşehir Belediyesi geçtiğimiz yıl sorumluktan kaçmak için, kirliliğin apartmanlardaki eski su tesisatından kaynaklandığı yönünde açıklamalar yapmıştı.

Peşinen belirtiyoruz; alüminyum kirliliğinin apartmanların su borularının eski veya paslı olması ile ilgisi yoktur.

Kanımızca yaz aylarında artan su tüketimi nedeniyle içme suları, artıma tesisinde yeterli dinlendirme yapılmadan, şebekeye verilmektedir. Bu nedenle artıma işleminde kullanılan alüminyum sülfat maddesinin sudan uzaklaşması sağlanamamaktadır.

İvedik Arıtma tesisinin kapasitesinin artırılması zorunlu bir ihtiyaç haline gelmiştir.

Sağlık Bakanlığını ve Ankara Büyükşehir Belediyesini sudaki alüminyum kirliliği hakkında açıklama yapmaya davet ediyoruz. Ankaralılara temiz ve içilebilir suyu sağlamak Ankara Büyükşehir Belediyesinin görevidir. Yetkililer tatmin edici bir açıklama yapana dek ve sudaki alüminyum değerlerinin normale döndüğünü
ilan edene değin Ankaralılara musluk suyu içmemelerini öneriyoruz.

Kamuoyuna saygıyla duyururuz.

TMMOB Kimya Mühendisleri Odası 
Yönetim Kurulu 

EKLER: 1) 22.07.2013 tarihli İçme Kullanma Suyu Kimyasal Analiz Raporları (4 sf)

2) 27.06.2013 tarihli ve 30694 sayılı T.C. Ankara Valiliği Halk Sağlığı Müdürlüğü yazısı (2 sf)

Çankaya Numune Rapor (941 KB) (27.07.2013 14:24:42)
Etimesgut Numune Rapor (935 KB) (27.07.2013 14:25:13)
Mamak Numune Rapor (997 KB) (27.07.2013 14:25:38)
Yenimahalle Numune Rapor (942 KB) (27.07.2013 14:26:01)
Ek-2-1 (120 KB) (27.07.2013 14:26:45)
Ek-2-2 (279 KB) (27.07.2013 14:27:08)