Etiket arşivi: 12 Eylül darbesi

7 Temmuz 1980.. 38 Yıl Sonra; Şehit Edilen Babamızı Anıyoruz…

7 Temmuz 1980.. 38 Yıl Sonra;
Şehit Edilen Babamızı Anıyoruz…

 

Dostlar,

Bu gün 7 Temmuz 2017..
(Önceki yıldönümlerinde yazdıklarımızın güncellenmesidir.)

Ailemizin başına gelen bir yıkımın (felaketin) 38. yılı..
Hoşgörünüzle bu konuyu biraz yazmak istiyoruz.
Kendi özelimizle sizleri meşgul etmek aklımızdan geçmiyor. Ancak insanların belli yaşantı deneyimlerini paylaşmasında yarar olmalı. Üstelik ortak toplumsal kökenleri olan bir acı süreç ve aradan 38 koca yıl geçtiğine göre, duygusal tonlamaları da sanırız -büyük ölçüde- dizginleyebiliriz.
****
7 Temmuz 1980.. Sıcak bir yaz günü ve Türkiye doludizgin 12 Eylül darbesine sürüklenmekte. Adeta eğik düzlemde, ülke tanımlı – kurgulanmış bir hedefe kayıyor. Ülkenin birçok yerinde sıkıyönetim var ama her gün “ortalama” (bu sözcüğü böylesi bir bağlamda kullanmak zorunda kalmak ne acı değil mi!?) 20 (yirmi!) dolayında insanımız ölüyor, öldürülüyor!

TRT’nin siyah-beyaz ekranları ve gazeteler, dergiler.. kan – revan dolu..
Sunum çerçevesi ise tek tip (klişe) : ….. yerde çıkan sağ – sol çatışması”nda
şu sayıda insan öldü, bu sayıda insan yaralandı..
Ne mal güvenliği var ülkede ne de can!
Toplum şaşkın, ağır gerilim altında, neredeyse “öğrenilmiş çaresizlik / pes” sendromu (learned helplesness syndrome) içinde “pes” eşiğinde.. Kendince savunma önlemleri almaya bakıyor.. Kentler – kasabalar – kırsal.. bölünmüş ve “kurtarılmış bölgeler” ilan edilmiş. İnsanlar savunma amaçlı silahlanıyor..
*****
Biz o tarihlerde Hacettepe Tıp Fakültesi’nde Toplum Hekimliği (sonra YÖK düzeninde Halk Sağlığı oldu) Bölümü’nde Tıpta Uzmanlık Eğitimi alıyoruz.. İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdiğimiz 15 Haziran 1977 sonrası Elazığ / Keban’da 1 yılı aşkın süre SSK hekimliği yapmış ve uzmanlaşma kararı vererek adını andığımız Bölümün asistanlık sınavlarını kazanmış, 11 Kasım 1978’de ihtisasa başlamıştık.

Bölümümüzü ve Dalımızı aşkla seviyorduk. Daha 1971’lerde Hacettepe Tıp’ta 1. sınıf öğrencisi iken Prof. Dr. H. Nusret FİŞEK’i tanımış ve O’ndan Toplum Hekimliği dersleri almaya başlamıştık. Kalpaksız Kuvayı Milliyeci Prof. Fişek, bize sağlık ile sosyo-ekonomik etmenler arasındaki köklü, kapsamlı ve çarpıcı ilişkilerden söz ediyordu ustalıkla.. Üstelik bu ilişkiler neden-sonuç ilişkileriydi ve geleceğin çağdaş hekimleri ve tıbbı salt fiziksel – biyolojik – kimyasal nedenlerle uğraşmakla kalmayıp; sağlık sorunlarının asıl – altta yatan sosyal – kültürel – ekonomik nedenleriyle uğraşmalıydı, uğraşacaktı.

Bu Fakültede (Hacettepe) Tıbbiyenin ilk 2 yılını okumuş (İngilizce hazırlık sınıfından sınavla bağışık olmuştuk) ve İstanbul’daki ailemizin yanında olmak için İstanbul Tıp Fakültesi’ne 3. sınıfta yatay geçiş yapmıştık. Yeniden ayrılmak zorunda kaldığımız Fakülte’ye, Nusret hocaya, Bölüme.. üstelik asistan hekim olarak dönmüştük. İşimizi çok seviyor ve gelecekte ülkemiz halkının sağlığına kapsamlı katkılar verebilmeyi umuyorduk. Uzmanlık eğitimimizin 1 yılını örnek Eğitim ve Araştırma Sağlık Ocaklarında geçirecektik. Bu bağlamda Çubuk ve Etimesgut’ta Sağlık Bakanlığı ile Hacettepe Üniversitesi protokol yapmıştı ve bunlardan biri de Eskişehir yolu 28. km’deki Yapracık Köyü Sağlık Ocağı idi. (Bu köy, günümüzde artık Bütünşehir Belediye Yasası bağlamında Ankara’nın bir mahallesi!)

Bu Sağlık Ocağı’nda, 38 yıl öncenin “tam anlamıyla köy koşullarında” yaşıyorduk. Lojmanımız köyde idi, kömür sobalı idi ve hastane acil nöbetlerimiz ile Cuma öğleden sonra eğitim amaçlı Ankara toplantıları dışında hep (7/24!) köyde kalmak zorunda idik.

Günümüzde Ankara’nın en gözde mahallelerine dönüşen Ümitköy, Dodurga, Çayyolu, Aşağı Yurtçu, Yukarı Yurtçu, Türkobası, Alacaatlı, Ballıkuyumcu… bizim toprak damlı köylerimizdi!

Oralara kapsamlı 1. Basamak (hastaneye yatmadan) sağlık hizmeti sunuyorduk .. Gece – gündüz şevkle çalışıyorduk. Bölgede Brusella hastalığı yaygındı. Pendik Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü‘nden kendi olanaklarımızla anti-serum getirtmiştik; köylerde hastalardan kan alıyor, “el santrifüjü” ile çevirerek serumunu ayırıyor ve oracıkta lam üzerinde mikroskopla aglütinasyon bakarak Brusella’nın laboratuvara dayalı yarı-kantitatif tanısını (titrasyon yapmadan) koyuyorduk. Günümüz sağlık çalışanları bu yaşantıya, deneyime inanmakta zorluk çekecekler eminiz ama, gerçek bu!
*****
Böylesine çoook yoğun bir koşuşturma gününün (7 Temmuz 1980, Pazartesi) ardından birkaç saat da okuduktan ve Uzmanlık tezimiz üzerinde çalıştıktan sonra (Köylerimizde 30+ Yaşta Koroner Kalp Hastalığı Araştırması İzleme Araştırması-3) gece yarısı sonrası yorgunlukla yatmıştık.. Önce kapı, hemen ardından pencere camı şiddetle vurulmaya başladı, kalktık. Alışkındık, acil hastamız olmalıydı. Evimizde sabit telefon (elbette cep telefonu da!) yoktu! Ancak bu kez öyle değildi.. Karşımızda kayınbiraderimiz duruyordu ve yüz ifadesi çok hüzünlüydü. Ne olduğunu ağzından zorlukla aldık..

Babamız.. İstanbul’daki Emniyet Başkomiseri babamız Halis bey vurulmuştu!
Kayınbirader, sonuca ilişkin ipucu vermiyordu.. “Herhalde ölmüş??..” diyordu.

Doğallıkla biz de vurulduk! Karahaber ertesi güne kalmamış, yedivermişti. birkaç saatte. Hemen yola koyulmamız gerekiyordu. Ülkede akaryakıt kıtlığı vardı. 10 yaşındaki arabamızın bagajına 20 Lt benzin bidonunu da koyarak (ne büyük risk!) İstanbul yoluna koyulduk. Otoyol yoktu elbette.. 2-3 şerit karşılıklı trafik, bölünmemiş yolda akıyordu. Sağlık Ocağımızın usta şoförü Ömer, sağ olsun direksiyonu bize bırakmadı. Sabahın köründe Bahçelievler’deki evimizin kapısına vardık.. Cenaze evi idi hanemiz.. Işıklar yanıyor ve bir kalabalık deviniyor, insanlar vekarla acılarını yaşıyordu. Annemiz, 19 yaşında İstanbul Hukuk 1 öğrencisi kız kardeşimiz ve 23 yaşında Cerrahpaşa’dan 1 aylık mezun Hekim erkek kardeşimiz ve 27 yaşında 3 yıllık hekim, biz…

47 yaşındaki (1933 Hozat doğumlu) canımız babamızı, “anarşi” dedikleri canavar bizden vahşice koparıp almıştı. Şimdilerde “anarşi”ye terör, “anarşit”lere (!) de halkımız “terörist” diyor. Ölçüsüz bir acı içimizi kavuruyordu.. Bir yandan da zorunlu formaliteler vardı yürütülecek.
Evin abisi bizdik ve yük, tüm ağırlığıyla boynumuzda idi.

Babamız Emniyet Başkomiseri Halis Zeki Saltık, Sirkeci’de bir işyerinden haraç almak için gelen “örgüt” elemanlarıyla çıkan çatışmada tuzağa düşürülerek 7-8 kurşun yemiş, oracıkta kanamadan yitirilmişti. Otopsiden cenazesini aldığımızda teni kireç rengiydi.. Abondan (yaygın, şiddetli) iç – dış kanamadan gitmişti. Polis şehitliğine değil, Topkapı – Çamlık mezarlığına gömdük O’nu..

İl Emniyet Müdürü (Şükrü Balcı), Siyasi Şb. Müdürlerinden Elazığ’lı Mehmet Ağar, savcı, Vali (Nevzat Ayaz), Garnizon komutanı tümgeneral.. görüştüğümüz yetkililerdi. Katiller kaçmıştı, ellerinden geleni yapıyorlardı yakalamak için.. Sonra bu örgütün Dev-Sol olduğu bize söylendi. Yıllar sonra birileri de yakalanmıştı. Davaya karışmacı (müdahil) olduk. Ancak ilerleyen zaman, bizde bu sanıkların katil olup-olmadıkları hakkında ciddi kuşku uyandırdı ve davadan çekildik. Suç birilerine yıkılacak mıydı? Biz de suçlular cezasını buldu diye bir parça teselli mi bulacaktık? Bu da olmadı.. Kamu davası sürdü…
*****
Bir kez daha Hacettepe’den ayrıldık ve yine İstanbul Tıp Fakültesine yatay geçiş yaptık. Annemizin – kardeşimizin evine yakın bir ev kiralayarak kendimizce aileye göz – kulak olmaya çabaladık. Annemiz yıkılmıştı ve çok derin bir yas yaşıyordu. Bu koyu yası, hemen hemen ölene dek 13 yıl sürdürdü, çıkamadı… Biz uzmanlık eğitimimizi tamamladık ve Toplum / Halk Sağlığı dalında uzman hekim olduk. Yeniden Üniversiteye akademik kariyere zorlukla (yargı kararıyla!) dönene dek 6,5 yıl Elazığ’da çalıştık. Oysa Hacettepe’de kalabilseydik, Uzman olduktan sonra hemen akademik kariyere devam olanağımız olabilirdi.. İlerleyen yıllarda kız kardeşimiz hukuk eğitimini tamamladı ve avukat oldu.. Ortanca erkek kardeşimiz de İç Hastalıkları dalında uzman hekim oldu.
*****

 Halis Zeki SALTIK ( Başkomiser )

17.06.1933 AFYON KARACA doğumlu 15738 sicilli Başkomiser Halis Zeki SALTIK 07.07.1980 tarihinde İSTANBUL’da İstanbul Emniyet Müdürlüğü Bakırköy Emniyet Amirliği kadrosunda görevli iken, bir konunun takibi için Eminönü İlçesi Sirkeci’de bulunan otomotiv firmasında bulundukları sırada bu firmadan haraç isteyen şahısların yaptıkları silahlı baskın sonucu vurularak şehit olmuştur. Naaşı AFYON  ÇAY ÇAMLIK SALTIK AİLE MEZARLIĞIN’ dadır.

Yukarıdaki fotoğraf ve bilgiler İstanbul Emniyet Müdürlüğü web sitesinde yer alıyor..
(https://www.iem.gov.tr/iem/index.php?menu_id=26&detay_id=39, 07.07.2014).
Yanlışları var… Doğum tarihi 17 değil 16 Haziran 1933.. Doğum yeri Afyon değil Tunceli – Hozat Karaca köyü ve naaşı Afyon’da değil İstanbul Topkapı – Çamlık mezarlığında..

Babamız Halis bey, 1938 Tunceli olaylarında 5 yaşında iken annesini yitirmiş (öldürülmüş!); kendisi, babası ve 2 abisi ölümden kurtularak Afyon’da zorunlu oturmaya (ikamete, sürgüne) yollanmıştı. Oysa bizim Saltık ailesi hiçbir olaya / suça bulaşmamıştı 1937 ve 38 Dersim karmaşasında.. Babamız sürgünde, olağanüstü güçlükler içinde ancak ilkokulu bitirebilmiş, bir meslek ve iş edinememişti. “Sürgün” yılları bitince (İnönü affıyla) Elazığ’a dönmüş, sürgünde tanıştığı kendisi gibi sürgün annemiz ile 19 yaşında (1952’de) evlenmişti. Biz ilk çocuk olarak 14.11.1953’te dünyaya gelmiştik. Kahvelerde çaycılık yaptığını anımsıyoruz 6-7’li yaşlarımızda. Elazığ’da bir kerpiç evde kirada, çok yoksul yaşıyorduk. Şeker fabrikasında 10 (on) TL gündelik ile mevsimlik işçilik yaptığı da belleğimizde. Derken İzmir’e Polis Okulu’na eğitime gitti 1960 gibi.. 6 ay okudu, aksilikler (?!) oldu başarılı ol(a)madı.. Bu arada ailemizin geliri de yoktu… Çok zor günlerdi. 2. kez bu kursa gitti ve 1961’de Polis Memuru oldu! Biz de Elazığ’da İlkokula başlamıştık..

Gaziantep’e tayin edildik. Trenle bu kente geldik 1960 kış başlarında. Tüm ev eşyamız bir taksiye, bagajına sığdı! 1-2 “denk” ve birkaç tahta bavul.. Bir de ortanca kardeşimiz vardı 1957 doğumlu Ali Haydar.. Çok mütevazi bir ev kiraladık ve biz ilkokula, Kayacık İlkokulunda devam ettik (sonraları Fatih Sultan Mehmet İlkokulu adını aldı, Ekim 2022’de ziyaretimizde Belediyenin bir hizmet binası olarak kullanılıyordu.) 1961 sonlarında kız kardeşimiz Hülya doğdu.
*****
Bu kentte 9 yıl kaldık. Van’a, “Şark hizmeti” ne tayin olunduk. 2 yıl da orada kaldık, biz Van Atatürk Lisesini bitirdik ve Hacettepe Tıp Fakültesini kazandık. Bu 2 yılda babamız, dışarıdan Ortaokul bitirme sınavlarına devam etti ve diploma aldı. O’na, A4 daktilo kağıdını 4’e bölerek daktilo ile ders notları çıkarıyorduk, cebine koyuyor ve okuyordu her fırsatta.. 2 küçük kardeşimizin eğitimine destek oluyor ve hiçbir dersane desteği olmaksızın, Van Atatürk Lisesi’nin onca yetersizliği içinde, zorlu Üniversite sınavına hazırlanıyorduk. Yazları da aile bütçesine katkı için çalışıyorduk (gezgin satıcılık vs.).

Babamız, epey emekle edindiği Ortaokul diploması sayesinde Komiser Yardımcısı olabilmek için eğitim alma olanağı sağladı. İstanbul’da 6 ay eğitime alındı ve tamamlayarak Komiser Yardımcılığına terfi etti! Bu kez, 2 yıl Şark hizmetini tamamlamak üzere Artvin’e tayin edildi. O arada biz de Ankara Tuzluçayır’da bir gecekonduda yaşamaya başlamıştık ve Hacettepe Tıpta 1. yıl eğitimimiz sürüyordu. Artvin sonrası İstanbul’a atandı babamız ve evi de oraya taşıdı. Biz Ankara’da yurtlarda kaldık tıbbiyenin 2. sınıfında. Birçok nedenle zorlanıyorduk (başta ekonomik); 2. sınıfı bitirince İstanbul Tıp Fakültesi’ne yatay geçiş yaptık.. (Merhum Dekan, sonra Rektör Prof. Dr. Haluk Alp ve Doç. Dr. Uğur Hacıhanefioğlu empatik destekleri için sağolsunlar..)
*****
15 Haziran 1977 günü İstanbul Tıp Fakültesi’ni tam zamanında bitirdik ve mezuniyet belgesini alıp bir zarfa koyarak, 44. doğum günü olan ertesi gün, 16 Haziran 1977’de kendisine “armağan” olarak sunduk. Yaşamında bu denli sevindiğini görmemiştik. Dünyalar O’nun olmuştu. O, tüm çabasına karşın okuyamamıştı.. Her fırsatta bize “Ceketimi satar sizi okuturum, yeter ki okuyun..” derdi adeta ricacı bir tonla.

Yaşamla boğuşa boğuşa Başkomiserliğe dek gelmişti babamız Halis Zeki Saltık. Mesleğinde çok başarılı idi ve çevresinde çok seviliyordu, saygındı. Yaşam ve neşe doluydu, sağlıklıydı. 2 oğlunun tıp doktoru olduğunu görmüştü. Kızı da Hukuk öğrencisi idi. Övünç doluydu göğsü.
5 Ekim 1979’da 2 oğlunu da aynı gün evlendirmişti! 50 yaşına doğru emekli olmayı ve ticaret yapmayı kuruyordu. Çevresinde herkese çok yardımcı oluyordu..
*****
12 Mart’ın (1971…) sancılı günlerinde ”anarşit” (!) Ulaş Bardakçı’yı yakalamışlardı bir operasyonda. Kimi polis arkadaşları, “Bu …..’yi salalım, kaçıyordu diyerek arkadan vuralım..” derler. Babamız tüm gücüyle karşı koymuştu. Polis olarak onların görevi yargısız infaz değil, yakalayarak adalete teslim idi.. Hep anlatırdı bunu.. ve daha nicelerini..

Hiç torun göremedi.. 2 oğluna aynı gün çifte nikah yapmıştı ama 9 ay sonra
bir 7 Temmuz (1980) günü akşam saatlerinde görevi başında şehit edilmişti..
*****
Dostlar..

İşte ailemizin acılı – tatlı serüveni ya da öyküsü özetle böyle.. Ders ve ibretlerle dolu bize göre.. Eminiz ki, emperyalizmin pençesinde kıvrandırılan bir ülke olarak Türkiye’mizde nice daha acı yaşam öyküsü vardır.. Keşke onlar da yazılsa ve okusak, paylaşsak. Belki bu çoook acılı öyküler bizi biraz daha insanlaştırır ve asıl büyük fotoğrafı görerek birbirimizle uğraşmak yerine, hep birlikte emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerini ülkemizden kovmak için kol kola, omuz omuza ve yürek yüreğe, akılla, bir kurtuluş savaşı vermeye koyulurduk..

1920’lerde Yüce ATATÜRK‘ün dava ve silah arkadaşlarının öncülüğünde tüm ulus (topyekun), 7 düvele karşı yaptığımız gibi..
****
Bize elveren herkese şükranla..

Tüm şehit – gazi – ölmüşlerimizi özlemle, saygıyla anıyoruz.

Bu tür acıların olmadığı – en az olduğu bir toplumsal düzenin olanaklı olduğunu çok iyi biliyor ve onu da çok özlüyor; uğrunda çoook çaba harcıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 07 Temmuz 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Not    : Yazının ilk pdf biçim için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayınız..

7_Temmuz_1980-7_Temuz_2014

ŞEHİT HALİS ZEKİ SALTIK CADDESİ
Edirne Tabip Odası’nın önündeki cadde..
Biz Edirne’de yaşarken, Şehidin büyük çocuğu olduğumuz için bu kentte adını yaşatmak üzere bir Caddeye adı verildi babamızın.. Teşekkür ederiz ilgililere.

SEHIT_HALIS_ZEKI_SALTIK_CADDESI

 

E. Tümg. Naci BEŞTEPE : Ayrıştıranlardan birleştirenlere

Ayrıştıranlardan birleştirenlere

????????????????????????????????????????????????????????????


E. Tümg. Naci BEŞTEPE
AYDINLIK
, 12.09.2016

Türk halkı Atatürk’ten sonra her dönemde ayrıştırıldı. Siyasetçiler kâh bu ayrışmanın mimarı oldu kâh maşası. Demokrat Parti ile başlayan çok partili dönem ayrışmanın tırmanışa geçme aşamasıydı.

“VATAN CEPHESİ”, kutuplaştırmaydı.

Birkaç çocuk bir araya gelince, Plevne Marşı’nın adapte edilmiş halini söylerdik:

Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?
Kahrolası diktatörler bu dünya size kalır mı?

Menderes’in idamı demokrasimizde yaradır. Ancak, ayrışmadaki rolü yadsınamaz.

DÜŞMAN ÜRETME

27 Mayıs’ın devrimci havası çok sürmedi. 1968’de kıvılcımlanan Avrupa Gençlik Hareketi, Türkiye’ye sağ-sol çatışması olarak sokuldu. Demirel ve Türkeş’in başını çektiği “MİLLİYETÇİ CEPHE” oluşturuldu bu kez de.
Komünist-faşist ayrımı canlar yaktı.
Okunan gazete-dergi, devam edilen okul, kalınan yurt, üye olunan dernekler düşman belirlemede rehberdi. Çatışmalar nerdeyse ilkokullara inmişti.

12 EYLÜL DARBESİ

12 Eylül (1980) sabahı biten sağ-sol çatışması tutuklama furyasına dönüştü.
Sivas’ta görevlendirilmiştim. Gökten ihbar yağıyordu. Yurt içi-dışı fark etmiyordu.

ERGENEKONCU / PARALELCİ

Ülkemizin dibini oyma oyunları bitmiyor. AKP ile laik-dinci ayrımı ateşlendi.
2007’de başlayan Ergenekon-Balyoz vb. davalar ile yurtseverler kumpasa alındı.
“Ergenekoncudur!” demek yeterliydi birilerini 3-5 yıl yatırmak için.
17-25 girişimi ile Ergenekoncular temize çıkarken “Paralelci” suçlaması öne çıktı.
15 Temmuz darbe girişimi ile “Darbeciliğe” terfi ettiler.
Şimdi her sabah kaç yüz/bin kişinin FETÖ’cü olmaktan tutuklandığı haberleri ile uyanmaktayız. İhbarcılık iliklerimize işlemiş.

FETÖ’cü darbeden tutuklu generalin ağabeyi AKP milletvekili Dişli bile, mahkemelik olduğu iş adamına, “Savcıyla konuşup FETÖ terör örgütü ile ilişkilendirip seni içeriye aldıracağım” diyor.

Yavuz Selim Demirağ gibi bir milliyetçilik timsali Yeniçağ yazarları gözaltına alınıyor. CHP’li vekillere çamur atılıyor. Sözcü Gazetesi tehdit ediliyor.
Rakipleri, muhalifleri silmek için fırsat bu fırsat. Ayır, böl, parçala.
Senaryo aynı, oyuncular farklı.

YETER, BİRLEŞMEYE BAKIN

İktidardakiler, muhalefettekiler, siyasettekiler, medyadakiler…
Her kesimden vatandaşlar. Yeter artık. Bölmeyin birleştirin. Bölünmeyin birleşin.
Her yanımız ateş çemberi. İçimiz yangın yeri. Birleşmeye, birleştirmeye bakın.
Sonra ihbar edecek kimse bile bulamayacaksınız.

Balyoz’dan tutuklu bir arkadaşım, “Duvara toslaya toslaya doğru yolu bulacağız” demişti. Yeter bu kadar toslama. Milli iktidar birleşmenin adresidir..

*****

PAZARTESİ İĞNELERİ

İZ

RTE, “At izi, it izine karıştı.” Doğrudur.
2003’ten beri, artarak…

KARANLIK

Yaz saati uygulaması devam edecek. Karanlık sevenlerin kararı…

MEZAR

Topbaş’ın damadı FETÖ’den tutuklandı.
“Hainler mezarlığı”nı kim, kimin için istemişti?…

KOL

Hakan Fidan’ın sağ kolu Basri Aktepe FETÖ’den tutuklandı. Sol kol?…

================================

Teşekkürler değerli dostumuz Sn. E. Tümg. Naci BEŞTEPE Paşamız..

Sevgi ve saygı ile.
13 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ADD Bandırma Şube Başkanı Melih Çınar’ın Önemli Konuşması


ADD Bandırma Şube Başkanı Melih Çınar’ın Önemli Konuşması

Dostlar,

ADD Bilim Danışma Kurulu Başkanı Sayın Prof. Ali Ercan kısa bir ileti yolladı.
Onu aşağıda sunacağız. Ekinde bir konuşma metni var..

Kadim dostumuz, ADD Bandırma Şubesi Kurucu Başkanı ve 20 yılı aşkın süredir de kesintisiz seçimle gelen başkanı Sayın Melih Çınar‘ın konuşma metni..

ADD’nin 11 Şubat’ta yapılan toplantısında yapılan bir konuşma..
Biz ADD Çankaya Şubesi’nin seçilmiş delegesi olmamıza karşın bu toplantıya çağrılmadık,
hiç haberimiz olmadı.. (Herhalde Tüzük gereği katılmamız gerekmeyen bir toplantıdır..??)

Bu yüzden, geç de olsa o başarılı konuşma metnini yeni paylaşabiliyoruz :

Sayın Ercan’a da, Sn. Melih Çınar’a da teşekkür ederiz.

Sevgi ve saygıyla.
12.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

=================================

Melih_Cinar_Bandirma_ADD_Bsk.

 

 

 

 

Değerli arkadaşlar,

ADD Bandırma Şube Başkanımız Sayın Melih Çınar’ın 22 Şubat 2015 günü
11. Olağan Genel Kurul konuşmasını sizlerle paylaşıyorum.
Bir bakıma Tarihe not düşen bu kısa konuşma metni uyarıcı olduğu kadar da öğreticidir.

Sevgilerimle. Æ
12.3.2015

***
Saygıdeğer Ülküdaşlarım,

Sizleri şahsım ve yönetim kurulumuz adına saygı ile selamlıyorum.
11. Olağan Genel Kurulumuzun başarıyla geçmesini diliyorum.

Sizle ülkemizin son yılları içinde küçük bir gezinti yapalım istiyorum.
Biliyorsunuz, AKP 2001 yılında kuruldu ve 2002 yılı 3 Kasım’ında iktidara geldi.
Bir partinin kurulduktan sonra bir yıl içinde iktidara gelmesi görülmüş bir şey değildir.
Arkadaki güçler çok çabuk açığa çıktı.
Recep Tayyip‘in seçilme hakkı olmamasına karşın başta İngiltere ve Fransa olmak üzere
AB ve ABD’nin olağanüstü ilgisine mazhar oldu. Hiçbir yetkisi olmadığı halde bu ülkelerde kezlerce resmi kimliği varmış gibi karşılandı.

Sonra birileri birilerinin kulağına bir şeyler fısıldadı, yasa değişikliğiyle seçilme hakkı elde etti. Bu yetmiyormuş gibi Siirt seçimleri iptal edilerek seçim yasasına aykırı olarak aday gösterildi ve Meclise girdi. İçteki ve dıştaki Cumhuriyet yıkıcıları statükoya karşı “ileri demokrasi” (!) söylemiyle harekete geçti. Halk, satılık liboşlar ve irtica artıklarının saldırıları altında
adeta hipnotize olmuştu. Bizi şaşırtan Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli olduğu halde,
siyasal partilerin, yargının, Ordu’nun, üniversitelerin, baroların, sivil toplum örgütlerinin
ve sendikaların suskunluğu, Ülkenin geleceğini görememeleri idi.

Oysa biz bu ekibin ne olduğunu biliyorduk. Bu siyasal anlayışa karşı, ülkemizde ilk başkaldırıyı Şubemiz yaptı. Bunlar henüz iktidarda on beş aylık iken, 14 Şubat 2004’te
Ulusal Uyanış Mitingi yaptık. Marmara ve Ege bölgelerindeki ADD şubelerini çağırdık.
Çağrı metnimiz şöyle başlıyordu:

  • “Bütün Yurtseverlere, Atatürkçü Düşünce Derneği sayın şube başkanları, yönetim kurulu ve üyelerine,

Ülkemiz bir karşı devrim süreci yaşıyor. 3 Kasım 2002 seçimleriyle iktidara gelenler Avrupa Birliği kalkanı arkasında pervasızca Cumhuriyete karşı eyleme geçmiş bulunmaktadırlar. Ulusalcılığa karşı ümmetçiliği savunan bu yönetim, Devletin bütün kadrolarını ele geçirme peşindedir. Bütün bakanlıklarda en alt kademeye dek on binlerce, hatta yüz binlerce kadroyu kendi yandaşları ile doldururken, dokunulmazlık rafa kaldırılmış, kişiler için yasalar çıkarılmış, onları denetleyecek yargı oyun içinde oyun ile töhmet altına sokulmak istenmiştir. Avrupa Birliği hevesi ve yutturmacası içinde;

*Annan Planı ile Kıbrıs elden çıkarılmak istenmekte.
*Ege Yunan gölü haline getirilmek istenmekte,
*Dış borç sürekli artmakta,
*Fener Rum Patrikhanesine Vatikan usulü statü verilmek istenmekte,
*Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulması işlerlik kazanmakta,
*Karadeniz’de Rum Pontus hayali canlandırılmakta,
*Ekonomi IMF dümen suyunda teslimiyetçi bir çizgi izlemekte,
*Tarımımız öldürülmekte…
*Petkim, Tüpraş, Tekel, Türk Telekom gibi ulusal stratejik KİT’ler
çok uluslu şirketler (ÇUŞ) yararına yok pahasına satılmaktadır…”

Aradan bir süre geçti. Bir sabah duyduk ki; ADD Genel Başkanı Em. Org.Şener Eruygur ile emekli 1. Ordu Komutanı Hurşit Tolon tutuklanmışlar.

Biz darbe heveslisi değiliz; Darbelerden en çok zarar görenleriz. İşte 12 Eylül 1980 darbesi gözümüzün önünde. Ama maksat başka, maksadın arkasını görmek gerek.
Bu komutanların tutuklanması 2 veya 3 Haziran 2008’de oldu,
ben 18 Temmuz 2008’de Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’a mektup yazdım

“Sayın İlker Başbuğ,
Orgeneral
Kara Kuvvetleri Komutanı

Sayın Komutanım,

İçim acıyor…
Yurdumuzu hayasızca işgale kalkan, yaşlı- genç insanlarımızı öldürüp, çocuklarımızı süngüleyen, kadınlarımızın ırzına geçip köylerimizi, kentlerimizi yıkan Yunan ordusu
bozguna uğrayıp komutanları Trikopis tutsak edilince yüce Atatürk tarafından teselli edildi, konuk işlemi gördü. Oysa yaşamları boyunca ülkesine onurla hizmet veren görevi vatan savunması olan Atatürk Ordusunun iki şerefli komutanı F tipi cezaevinde bölücülerle, soyguncularla, çetelerle aynı çatı altında tutuklu bulunuyor. Tutuksuz yargılanırlarsa birtakım soysuzun dediği gibi darbe mi yapacaklar, yoksa kaçacaklar mı? Cumhuriyete,
Cumhuriyeti ve Aydınlanmayı savunanlara karşı bu ne kin;
düşmandan daha düşmanca davranış? Demokrasi, özgürlük, insan hakları insanlığın
en kutsal kavramlarıdır. Ne var ki, Türkiye’de kim bu kavramların arkasına gizleniyorsa
bilin ki ülke aleyhine bir pislik vardır.

İçim acıyor …
En derin saygılarımla.”

***

Arkadan nelerin geldiğini, aydınlarımızın, bilim adamlarımızın, gazetecilerin ve en önemlisi ülkemizin karada – havada – denizde savunmasını yapacak olan Ordumuzun başına neler geldiğini gördük. Bakın Dr. Erdal Atabek bir yazısında neler diyor:

“ÖN GÖRÜ MÜ? SON GÖRÜ MÜ?”

“Böyle olacağı hiç aklıma gelmemişti”.
“Nasıl oldu ben de anlayamadım”.
“Daha önce böyle bir şey olmamıştı. Olmazdı da bize rastladı, şans işte.”

Bu tür sözleri duyduğum zaman bizim kültürümüzün ne denli “son görü kültürü” olduğunu düşünürüm. “Son görü” sözcüğünü, -sonradan görebilmek- anlamında kullanıyorum. “Aklı başına iş işten geçtikten sonra, geç gelmek” de denebilir.

Saygıdeğer ülküdaşlarım;
Kurucu irade Türkiye Cumhuriyetini

– akıl ve bilim temelinde,
– tam bağımsız,
– ulusal / üniter,
– laik ve demokratik bir hukuk devleti

olarak kabul etmiştir. Tam bağımsızlık kime yarar, kimin işine gelmez?
Ulusal ve tekil (üniter )yapı kime yarar, kimin işine gelmez?
Laik, demokratik hukuk devleti kimin işine gelir, kimin işine gelmez?

Cumhuriyetin temel ilkelerine (6 OK!) gelince;

1. CUMHURİYETÇİLİK insanlığın bulduğu en son rejimdir.
2. LAİKLİK çağdaş toplumun, Demokrasinin olmazsa olmazıdır.
3. MİLLİYETÇİLİK Yurt sevgisini, yer altı ve yer üstü zenginliklerini kendi ulusu için kullanmayı,
4. HALKÇILIK sınıfsız, ayrıcalıksız toplumu hedefler.
5. DEVRİMCİLİK sürekli gelişmeyi,
6. DEVLETÇİLİK ise halkı liberalizmin acımasızlığından korumayı,
özel girişimin başaramadığını devletin yapması gerektiğini, planlı ekonomiyi öngörür.

Bunların hangisi “statükoculuk” tur? “Bilimi rehber alan Ulus-Devlet anlayışı” şeklinde
kısaca tanımlayabileceğimiz Atatürkçülük ve Cumhuriyet devrimi, bir çağdaşlaşma modeli,
bir aydınlanma tasarımıdır.

“Aydınlanma nedir?” diye sorarsanız;

“AYDINLAMA Aklın inançtan, bilimin dinden özgürleşmesidir.”

Peki biz aydınlanmayı bu anlamda gerçekleştirebildik mi?
Bilimi dinden, aklı inançtan ayırabildik mi? Cumhuriyet bunu yaratabilmek için yola çıkmıştı. Oysa bugün gelinen noktaya bakın. Akıl kör inancın batağında çırpınmaktadır.

“Profesör” sanı taşıyan bir politikacı önce 4+4+4 uygulaması için çırpınmış,
kavga ile TBMM Komisyonundan geçirmiş ve ödül olarak Bakan olmuş,
şimdi de minicik yavruların beyinlerini dıştan tesettürle ile içten hurafelerle karartmaktadır.

Saygıdeğer arkadaşlarım,

Bizim A Partisi, B Partisi ile işimiz yok.
– Biz her şeyden önce, Laik Cumhuriyetin yıkıcılarına karşıyız.
– Biz halkımızı Ortaçağın kör karanlığına itenlere karşıyız.
– Biz devletimizin adından “T.C.”yi kaldıranlara karşıyız.
– Biz tekil (üniter) yapımızı bozmaya kalkanlara karşıyız.
– Biz ulusal bütünlüğümüzü hedef alanlara karşıyız.
– Biz güney doğuyu elden çıkarmak isteyenlere, Ege’deki adalarımızı Yunan’a verenlere karşıyız.
– Biz Atatürk heykellerini yıkıp, İskilipli Atıf Hoca’ların, Şeyh Said’lerin heykellerini dikenlere karşıyız.
– Biz KİT’lerin satılmasına karşıyız.
– Biz yasama, yürütme ve yargı erklerinin tek elde toplanmasına, diktatörlüğe karşıyız.
– Biz Yüce ATATÜRK‘ün ““yurtta barış, dünyada barış” ilkesinden uzaklaşıp etrafımızın düşmanlarla çevrilmesine karşıyız.
– Biz rüşvete, hırsızlığa, yolsuzluğa karşıyız.
– Biz ülkemizin aşırı borçlandırılıp, geleceğimizin ipotek altına alınmasına karşıyız.
– Biz polis devleti oluşturulup Berkin’lerin – Ali İhsan Korkmaz’ların öldürülmelerine karşıyız.
– Biz ancak düşmanlarımızın yapabileceği, ulusal  bütünlüğümüzü parçalayıcı, ayrıştırıcı, kitleleri birbirine düşman edici politikalara karşıyız.

Evet, sevgili arkadaşlarım,

Söylenecek çok şey var. Ama konuşmayı bir kenara bırakalım, zaman konuşmak zamanı değil birleşmek, birlik olmak ve gücümüzü ortaya koymak zamanıdır.
Çünkü biz Vatanı satıp, İngiliz donanmasıyla kaçanların değil,
Bandırma Vapuruyla yola çıkıp, Laik Türkiye Cumhuriyetini kuranların torunlarıyız.

Melih Çınar
ADDBandırma Şube Başkanı
11 Şubat 2015, ADD Kurutayı, Ankara

MÜCADELENİN KALBİ


MÜCADELENİN KALBİ

portresi
Lütfü Kırayoğlu 

Türkiye’de mücadelenin kalbi nerede atıyor?

Hiç şüphesiz Yatağan Termik Santrali önündeki direniş çadırında.

Altı ayı aşkın süredir çadırda süren özelleştirme karşıtı mücadele
bu ülkede zorbalığa karşı direnenlerin ziyaretgâhı haline dönüştü.

Kim ki mücadele ediyor, direniyor, direnmek istiyor; mutlak biçimde yolu Yatağan’daki direniş çadırından geçiyor. Siyasal partiler, sendikalar,
meslek örgütleri, dernekler, platformlar sıra ile direniş çadırını ve direnen işçileri ziyaret ediyorlar. Tabii bir de direniş çadırını görmek istemeyen,
görmezden gelenler var. Onlar iktidar partisi ile yandaşları…

Bu büyük direnişe önderlik eden 2 emekçi örgütü Maden-İş Sendikası ve
Tes-İş Sendikasının Yatağan Şubeleri… Bu 2 sendika kardeşçe dayanışma içinde birlikte mücadeleyi örgütlüyor. Zaten Özelleştirme İdaresi Başkanlığının GELİ’ye ait kömür ocaklarını santrallere bağlaması ile 2 sendikanın yazgısı birleşmiş oldu.

İşte bu 2 mücadeleci örgütten Maden-İş Sendikasının 10. Olağan Genel Kurulu 23 Mart Pazar günü Yatağan’da yapıldı. İşin ilginç yanı Genel Kurul delegeleri ile katılan konukların toplantı öncesi direniş çadırını ziyaret etmeleri oldu.

Mücadeleyi örgütleyenler mücadelenin kahramanlarını ziyaret ediyordu.

Yerel seçimlere yalnızca 1 hafta kala yoğun biçimde seçim çalışmalarını sürdürenler işi gücü bırakıp sendikanın Genel Kurul toplantısını izlediler.
İşçilere hitap ettiler.

Maden-İş Sendikasının Genel Başkanı ve Merkez Yönetim Kurulu üyeleri de toplantıya gelerek sendikal mücadelenin günümüzdeki merkezinin
Yatağan olduğunu gösterdiler.

Yatağan işçileri kazanırsa, ülkemizde ilk kez özelleştirme karşıtı bir mücadele zafere ulaşacak. Özelleştirmenin kaçınılmaz bir son olmadığını dosta düşmana gösterecekler.

12 Eylül darbesi sonrası, özelleştirmelerin ana fikri ve alt yapısı oluşturulurken kamuya ait zarar eden kurumlardan söz ediliyordu. Maden-İş Yatağan
Şubesi Başkanı Süleyman Girgin yaptığı konuşmada bu konuya değinerek,
her yıl ortalama 200 milyon dolar kâr eden bir kuruluşun satılmasının mantıksızlığını dile getirdi.

Yapılan seçimler sonucunda Süleyman Girgin yeniden sendikanın
Şube Başkanlığı görevine getirildi. Aylarca süren çetin bir direnişin sonucunda sabırla, kimsenin burnunu kanatmadan yapılan bir mücadelenin ödülü bu seçimle alındı.

Özetle Yatağan işçileri Süleyman Girgin önderliğinde “mücadeleye devam”
dediler.

Batmakta olan AKP, özelleştirme inadından vazgeçmedikçe Türkiye’de mücadelenin kalbi Yatağan’da atmaya devam edecek. (25.03.2014)

12 Eylül Darbesinin Yıldönümünde SAĞLIK KONSORSİYUMLARA KURBAN EDİLİYOR!


Dostlar,

Sağlık hizmetlerinin binası ve personeliyle birlikte tümüyle yerel (ulusal diyemiyoruz!) ve uluslararası sermaye ortaklıklarına (konsorsiyum) devri, SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM masallarının AKP eliyle adım adım uygulamaya konduğu Haziran 2003’ten bu yana 11. yılına girdi. AKP, kendisini iktidar yapan uluslararası güçlerin istemlerini sadakatle yerine getirmeye çabaladı. Politik alanda yer yer başarılı olamadı.. (Kürt açılımı, Suriye’ye savaş açma, 1 Mart 2003 Tezkeresi vb.). Ama ekonomik düzlemde =
rant dağıtımı alanında (yandaşlarına ve uluslararası ortaklarına) doğrusu
son derece atak ve “başarılı” (!) oldu.

11 yılda sağlık giderleri katlanarak büyüdü, devasa SGK açıkları borçlanılarak sübvansiyone edildi. Kamu eliyle yerli – yabancı yandaş sermayeye on milyarlarca dolarlık kaynak aktarıldı, haksız kazanç sağlandı. Ama halkımızı sağlık düzeyi
90. sıralarda kaldı, kıt ulusal kaynaklar talan edildi.

Artık finale gelindi bu alanda. “Tarikatlar koalisyonu”nun, aç kurtları doyurması gerekiyor. İktidarda kalabilmesinin ağır diyetini yine bu yoksullaştırılan halk ödeyecek, ödüyor. Prof. Erinç Yeldan’ın şu saptaması ne denli acı ve yerindedir :

  • “…Sağlıkta Dönüşüm Programı özünde, gerek IMF’ye gerekse ulusal ve uluslararası sermaye çevrelerine aktarılacak yeni kaynak arayışı içinde olan tarikatlar koalisyonu AKP‘nin kısa dönemde gerçekleştirmeye çabaladığı
    bir
    rant transferi ve güven tazeleme operasyonu olarak değerlendirilmelidir.”
    (Sağlıkta Dönüşüm Programı ve Gerçekler. Prof. Dr. ErinçYELDAN,
    Ekonomi Politik,
    www.cumhuriyet.com.tr, 12.01.2005)

Kamu – özel ortaklığı hakkında bu sitede epey teknik yazı yer aldı.
Uygun anahtar sözcüklerle tarandığında erişilebilir.

TBMM’deki muhalefetin halka bu sorunu etkili biçimde aktarabilmesi gerekiyor.

TTB, doğrusu son derece başarılı bir karşı duruş, halkın sağlığından yana tavır sergilemekte. Ancak kuşatılmış, satın alınmış yandaş (besleme!) basın
bu kritik uyarıları görmezden geliyor.

Eski deyimle; bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete..

  • AKP iktidarından bir “an” önce kurtumak,
    Türkiye için acil bir stratejik öncelik durumuna gelmiştir.

Tüm ulusal çıkarlar, dönüşü çok zor biçimde talan edilmektedir.

Öyle ki, Maliye Bakanı Mr. Mehmet Simsek, “SATILACAK DEVLET MALI KALMADI” buyurmuşlardır.

  • Gelinen yer; ülkenin tam da bekasıyla ilgilidir!
    Asimetrik küresel tehdit yaşamın her alanındadır..
    Tek çare TOPYEKUN SAVUNMADIR..
    Hattı müdafa yok, sathı müdafa vardır, o satıh tüm vatandır (ATATÜRK).
    TBMM’deki muhalefet olayın ciddiyetinin ayrımında mıdır?
    Topyekun toplumsal muhalefeti örmek ve örgütlemek zorundadırlar..

Bu son tümcemiz son derece kritik bir belirleme, uyarı ve çağrıdır..

Duyuluyor mu acaba??

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 13.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TTB’nin çok önemli basın açıklaması – uyarısı aşağıda, tarihe not düşüyor..

=========================================================

12 Eylül Darbesinin Yıldönümünde SAĞLIK (Eski Sütlüce Mezbahası’nda)
KONSORSİYUMLARA KURBAN EDİLİYOR!

alt

Sağlık Bakanlığı, 12 Eylül günü (bugün) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da katılımıyla İstanbul’da Haliç Kongre Merkezi’nde (Eski Sütlüce Mezbahası) yapılan törenle 14 ilde inşa edilecek 15 “Şehir Hastanesi” ile Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Binası inşaatı için, 25 yıllığına hem şirketlerin kiracısı olması hem de tüm hizmetleri taşerona devretmesinin altına imza attı!

TTB Merkez Konseyi tarafından ise törenin yapıldığı gün ve saatte İstanbul Tabip Odası’nda basın toplantısı düzenlendi. Toplantıda yapılan basın açıklamasında;

  • “12 Eylül darbesinin 33. yıldönümünde, bugün, AKP hükümeti tam da
    12 Eylül’cülerin açtığı yolda önemli bir adım atıyor.”

denilerek, AKP hükümetine “Kamu Özel Ortaklığı adı altında ‘torunlarımızın bile ödeyemeyeceği’ katrilyonlarca liralık borçların altına imza atıp sağlığı uluslararası konsorsiyumlara kurban ederek, kime hizmet ediyorsunuz?” sorusu yöneltildi.

TTB_logosu

12.09.2013
Basın Açıklaması

12 Eylül Darbesinin Yıldönümünde
SAĞLIK (Eski Sütlüce Mezbahası’nda) KONSORSİYUMLARA KURBAN EDİLİYOR

Bugün Türkiye’de, ABD yapımı 12 Eylül askeri darbesinin otuz üçüncü yıldönümü.

(Dün de, Şili’de halkın oylarıyla seçilmiş ilk sosyalist Devlet Başkanı’nı deviren,
gene ABD yapımı askeri darbenin kırkıncı yıldönümüydü. Aynı zamanda meslektaşımız olan Salvador Allende’yi sevgiyle, saygıyla anıyoruz.)

Otuz üç yıl önce bugün yönetime el koyan CIA’nın “Bizim Çocuklar”ı siyasal partileri, sendikaları, aralarında Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) de bulunduğu meslek odalarını kapattılar; işçilerin-emekçilerin haklarını gasp ettiler / sofralarındaki ekmeklerini çaldılar; toplumu büyük bir terör dalgasıyla susturdular ve piyasacı-özelleştirmeci düzenlemeleri içeren 24 Ocak “Acı Reçetesi”ni halka zorla içirdiler.
(A. Saltık’ın notu; 24 Ocak 1980 kararları için sitemizde yer alan dosyaya bakılabilir.. http://ahmetsaltik.net/2013/01/28/24-ocak-1980-kararlari/, 28.1. 2013)

12 Eylül darbesinden sağlık da nasibini(!) aldı.

1961 Anayasası’nda sağlık hizmetini devletin görevi olarak düzenleyen madde
(A.S. md. 49) kaldırıldı, sağlıkta özelleştirmenin önü açıldı.

12 Eylül darbesinin 33. yıldönümünde, bugün, AKP Hükümeti tam da 12 Eylül’cülerin açtığı yolda önemli bir adım atıyor.

Sağlık Bakanlığı bugün saat 14.00’de geniş katılımlı bir imza töreni yapılacağını duyurdu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla İstanbul’da Haliç Kongre Merkezi’nde (Eski Sütlüce Mezbahası) yapılacak törende, aralarında Ankara, İstanbul ve Kayseri’nin de bulunduğu 14 ilde inşa edilecek 15 “Şehir hastanesi” ile Türkiye
Halk Sağlığı Kurumu binası inşaatı için Sağlık Bakanlığı’nın 25 yıllığına hem şirketlerin kiracısı olması hem de tüm hizmetleri taşerona devretmesinin altına imza atılacak.

Protokolü imzalanacak şehir hastaneleri şunlar:

Adana,
Ankara Bilkent, Ankara Etlik,
Elazığ,
Gaziantep,
İstanbul İkitelli,
Kayseri,
Mersin,
Yozgat,
İzmir Bayraklı,
Konya-Karatay,
Manisa,
Bursa,
Kocaeli,
Isparta ve
Türkiye Halk Sağlığı Kurumu binası.

İmzalanacak sözleşmelerin konusu Kamu Özel Ortaklığı ile yapılacak şehir hastaneleri.

Peki nedir bu Kamu Özel Ortaklığı?

Geçmişi eski. Kamu Özel Ortaklığı teorisinin müellifi Milton Friedman, 70’li yıllarda olgunlaştırdığı bu yapının “hızla” ve “kitleler uyanmadan” gerçekleştirilmesi gerektiğini savunuyordu. Friedman’ın ilk laboratuvarı ise 11 Eylül 1973’te darbe yapılan Şili oldu. Askeri Diktatör Pinochet’nin danışmanı olarak ilk elden uygulamayı denetledi.

Biliyoruz ki, 20 yıldan fazla zamandır bu yöntemi uygulayan İngiltere’de şu an itibariyle
7 hastane resmen iflas etti, tüm sağlık sistemi mali krize girdi.

Türkiye’de ise ilk ihale 2011 yılı Nisan ayında Kayseri için yapıldı. (Eylül 2011’de
temel atma töreni yapılan Kayseri Entegre Sağlık Tesisi’nin 2.5 yılda bitirileceğine ilişkin tören esnasında yapılan anlaşma açısından yalnızca 6 ay kalmasına karşın henüz inşaatın temelinin atılamadığı, tahsis edilen arazinin bataklık çıktığı biliniyor.)

  • TTB’nin açtığı davalarda Ankara-Etlik, Ankara-Bilkent ve
    Elazığ şehir hastanelerinin ihalelerinin yürütmesi durduruldu.

Sağlık Bakanlığı kararlara itiraz etti, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu itirazı reddetti. Bu üç ihaleye ilişkin Danıştay’ın yürütmeyi durdurma gerekçesine uygun yeni bir ihale yapmadan sözleşme imzalanması yargı kararına uymamak, dolayısıyla
suç işlemek anlamına gelecek.

TTB’nin önceki tüm açıklamalarında da belirtildiği gibi,
Kamu Özel Ortaklığı bir özelleştirme yöntemidir.

Üstelik Sağlık Bakanlığı bu yöntemle yaptığı şehir hastaneleri ile aslen yatak sayısını artırmıyor yalnızca yenileme yapıyor, yani aslında yatırım yapılmıyor.
(Bunu Sağlık Bakanlığı da kabul ediyor.)

Ekteki tabloda da görüleceği gibi, Sağlık Bakanlığı’nın bütün bu binaları kendisinin yap(tır)masının, Kamu Özel Ortaklığı Modeli ile yaptırmasından çok daha ucuza geleceği biliniyor.

Bu tesislerden vatandaşların ancak çok yüksek ücretler ödeyerek yararlanabileceği, burada çalışan hekimlerin-sağlık çalışanlarının güvencesiz taşeron işçisi haline getirileceği, bu hastanelerde eğitim alacak hekimlerin çalışma koşullarının belirsiz hale geleceği, katrilyonlarca liralık kamu kaynağının yalnızca bina  yenileme adı altında şirketlere dağıtılacağı, ihalelerin içine gömülü modern kapitülasyonlarla
sağlık hizmetlerinin özelleştirileceği de biliniyor.

Bütün bunlar bilindiği halde, 14 ilde 15 “şehir hastanesi” ile Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Binası inşaatı için sözleşmeler imzalanıyor.

TTB olarak; bu hastanelerde çalışacak hekimler-sağlık çalışanları adına,
bu hastanelerden hizmet alacak hastalar adına soruyoruz  :

* Etlik, Bilkent ve Elazığ ihalelerinin yürütmesi durdurulmasına karşın nasıl sözleşme imzalanıyor?

Soruyoruz  : Kayseri’nin sözleşmesi 10 Ağustos 2011’de imzalanıp temeli 10 Eylül 2011’de atıldı. Bu durumda sözleşme mi yoktu yoksa kira sözleşmesi mi yenileniyor?

Soruyoruz   : Yozgat’ta sözleşme imzalanmaksızın mı temel atma töreni yapıldı?

Soruyoruz  : Türkiye Halk Sağlığı Kurumu binasına ilişkin ihale, içinde Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu da bulunan bir kampüs. İhale ikiye mi bölündü ki sadece Türkiye Halk Sağlığı Kurumu için sözleşme imzalanıyor?

Soruyoruz  : Türkiye Sağlık Bakanlığı eliyle Somali’de kamu özel ortaklığı ile yapılacak hastane için görüntüleme ve laboratuvar hizmetleri “kamu” eliyle yürütülecekken, neden Türkiye için yapılan ihalelerde bu hizmetler şirketlere veriliyor?

Halk adına soruyoruz      :

KAMU ÖZEL ORTAKLIĞI ADI ALTINDA “TORUNLARIMIZIN BİLE ÖDEYEMEYECEĞİ” KATRİLYONLARCA LİRALIK BORÇLARIN ALTINA
İMZA ATIP SAĞLIĞI ULUSLARARASI KONSORSİYUMLARA KURBAN EDEREK, KİME HİZMET EDİYORSUNUZ?

CEVAP VERİN!

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
MERKEZ KONSEYİ

Tablo: Sağlık Bakanlığı’nın Klasik İhale Yöntemi ve Kamu Özel Ortaklığı Modeliyle Yaptırdığı Bazı Sağlık Tesislerinin Maliyet Karşılaştırması

KLASİK İHALE
(Hak ediş olarak 1 kez ödenen)
KAMU ÖZEL ORTAKLIĞI
(25 yıl ödenecek)
333 yataklı Aydın Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesini donanımı ile birlikte toplam: 37 Milyon 797 Bin 556 TL Ankara-Etlik (3566 yataklı)276.000.000 (Bina kirası)256.288.181,53 (Hizmet bedeli)

532.288.181,53 (Toplam 1 yıllık kira)

400 yataklı Trabzon Kanuni Eğitim ve Araştırma Hastanesi donanımı ile birlikte toplam: 80 Milyon 115 Bin 600 TL Ankara-Bilkent (3660 yataklı)240.000.000 (Bina kirası)233.881.598,64(Hizmet bedeli)

473.881.598,64(Toplam1yıllık kira

1200 yataklı Erzurum Devlet Hastanesi
193 Milyon TL
Elazığ (1040 yataklı)94.837.104 (Bina kirası)58.451.037(Hizmet bedeli)

153.288.141,00 (Toplam 1 yıllık kira)

İl sağlık müdürlüğü, diyaliz merkezi, ağız ve diş sağlığı merkezi, 112 komuta kontrol merkezi ve istasyon ile toplum sağlığı merkezi içeren Yalova Sağlık Kompleksi: 10 Milyon 30 Bin TL Manisa (558 Yataklı)64.250.000(Bina kirası)(Hizmet bedeli henüz öğrenilemedi)
Bu 4 ihalede kira ve hizmet bedellerinin yanı sıra kapatılarak bu hastaneye taşınacak mevcut hastane binalarının da şirketlere verilmesi öngörüldü

http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/12eylul-4009.html, 13.9.2013

AB sevdasının faturası: 221 milyar dolar

Dostlar,

“AB emperyalist bir tasarımdır”.. diye yıllardır yazıyor ve konuşuyoruz.
Başta Prof. Erol Manisalı olmak üzere ne çok emek verildi bu tema için..
ATO Başkanı Sinan Aygün de çok çaba gösterdi.

Biz “Türkiye Gümrük Birliği ile anatılıyor..” söyşemini kullandık.

“Kanayan bir organizma er ya da geç mutlaka ölür!” diyerek çırpındık.

Günümüzde gelinen yer artık teknik deyişle “sürdürülemez” bir noktadır.
Halk deyişiyle artık mızrak çuvala sığmamaktadır.
Fatura hem ekonomik hem de siyasal olarak çok ağırlıklıdır.
DP – Menderes döneminde Kuyuya atılan bu taşı (1959) hangi akıllılar çıkarabilecektir. Ülke tam bir çıkmaza sokulmuş, ekonomik olarak bititilmiş ve geleceği ipotek edilirken siyasal bağısızlığını da büyük ölçüde yitirmiş, yarı sömürge olmanın ötesine geçmiştir. Hem de AB üyeliği
sözde Atatürkçülüğün bir muradı olarak çarpıtılarak takdim edilmiştir.

Sorun ivedidir ama AKP’nin de işi değildir..

Van Atatürk lisesinden devre arkadaşımız sevgili Mustafa Sönmez’in de baelirttiği gibi;

“…Çok yüksek dış kaynak gereksinimi ve dış borcu var, sanayisi gerilemiş, ihracat gücü yok, daha çok inşaata odaklı, burnunun ucunu göremeyen bir ekonomisi var. Bunun da ötesine geçebilecek bir iktidarı yok AKP’nin çünkü rejim tesis etme, diktatörlük tesis etme niyeti ön plandadır. Bir ekonomik güç olma vizyonu da yok. Hem ekonomik hem de siyasi olarak tükeniş halindedir (AKP).”

Haydi bakalım Türkiye kapitalizmi.. Umurunuzda mı acaba?

AB'ye_kosan_zavalli_Turkiye

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 22.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================================

AB sevdasının faturası: 221 milyar dolar

Türkiye’nin 1996’da üye olduğu Gümrük Birliği’nin bugüne dek ülkemize verdiği zarar, 221 milyarı doları aşmış durumda.

AKP döneminde fatura daha da kabardı. Salt son 5 yılda ülkemizin Avrupa Birliği’yle ticarette karşılaştığı açık, 100 milyar dolardan fazla. Bunun değişeceğine ilişkin hiçbir belirti yok.

İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası (İSMMMO), Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) tam üyelik sürecinde Eylül ayında yarım yüzyılı geride bırakmaya yaklaştığını (A. Saltık : 1963 Ankara Antlaşması), üye ülkelerle Türkiye arasındaki Gümrük Birliği sonrası gerçekleşen dış ticaret açığının toplamda 221 milyar doları geçtiğini bildirdi.

İSMMMO’nun

    “Türkiye-AB: Bitmeyen Senfonide 50 Yıl”

adlı raporuna göre, AB yolunda en heyecan verici gelişme olarak görülen Gümrük Birliği ile dış ticarette verilen açık son beş yılda 100 milyar dolara yaklaştı, toplamda ise 221 milyar doları 
aştı.

Avrupa Birliği üyeliği, Türkiye kapitalizminin yarım asırlık hedefi.

12 Eylül darbesi sonrasında tüm iktidarların paylaştığı neoliberal politikalar, 1996’da Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girmesiyle sonuçlandı. Türkiye’de sol, uzun yıllar boyunca “Onlar ortak biz pazar” diyerek
bu politikaya karşı çıkmıştı.

Bugünden geriye bakıldığında, solun itirazının ne denli haklı olduğunu gösteren
bir tablo karşımıza çıkıyor.

İSMMMO’nun raporuna göre Türkiye, Gümrük Birliği’nin imzalandığı (A. Saltık : İmza 1995, yürürlük 1.1.1996) 1996 yılını izleyen dönemde AB’ye dışsatımda (ihracatta) patlama bekledi, ancak açıklanan verilerde tam tersi bir görüntü ortaya çıktı.

Türkiye, AB ülkeleri arasındaki ticari ilişkide sürekli eksi denge verdi.

Dış ticaretteki negatif denge, son beş yılda hızla arttı. 1996-2009 arasında yıllık ortalama 10 milyar $ düzeyinde açık verilirken, 2010’da bu açık 19,5 milyar $, 2011’de 28,8 milyar $, 2012’de 28,2 milyar $ oldu. Son beş yılın toplam açığı 100 milyar dolara yaklaşırken 2013’ün ilk 5 aylık döneminde açık 12 milyar doları buldu.

1996’dan 2013’ün Mayıs sonuna dek verilen açık ise

    221 milyar doları aştı

.

Ticarette 
paylar düşüyor

Rapora göre; Türkiye ile AB arasındaki ticari ilişkilerin çarpıcı bir göstergesi de
hem dışalımda (ithalatta) hem de dışsatımda (ihracatta), AB ülkelerinin payının göreceli olarak azalması. Türkiye, Gümrük Birliği Anlaşması’nı imzalarken AB ile ticaretin artacağı ve taraflar arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin en üst düzeye çıkacağı varsayılıyordu. Oysa veriler karşılıklı bağımlılığın giderek azaldığını da ortaya koydu.

Rapora göre, Gümrük Birliği Anlaşması’nın imzalandığı 1996’da Türkiye’nin toplam ithalatı içinde AB ülkelerinin payı yaklaşık % 56 düzeyindeydi. 2012’ye gelindiğinde, bu oran % 37’ye düştü. Aynı şekilde, Türkiye’nin dışsatımı (ihracatı) içinde de AB’nin payı düşüş gösterdi. Rapora göre, Türkiye her 100 dolarlık dışsatımının (ihracatının) 54 dolarını AB ülkelerine gerçekleştirirken, bu oran 2012’ye gelindiğinde % 38,8’e dek düştü.

    Gümrük Birliği ihanetinin öyküsü

Avrupa Birliği, bugüne dek kendi üyeleri dışında 4 ülkeyle Gümrük Birliği anlaşması imzaladı:

1. Andorra,
2. Monako,
3. San Marino ve
4. Türkiye.

Türkiye dışındaki üç ülkenin çok küçük ekonomiye ve nüfusa sahip olmaları, anlamlı bir üyelik dışı Gümrük Birliği anlaşmasının yalnızca Türkiye ile yapılmış olduğunu gösteriyor. Türkiye dışındaki hiçbir AB adayı ülkenin böyle bir anlaşmaya yanaşmamasının nedeni, tek taraflı olarak AB’nin gümrük politikalarına tabi olunması ve bu nedenle ticaret hacminde büyük açık oluşması.

Türkiye’nin 1959’da başlayan AB üyelik sürecinin

başından beri gündemde olan Gümrük Birliği’nin üyelikten önce başlatılması, Tansu Çiller başbakanlığındaki DYP-SHP hükümetinin kararıyla gerçekleşti. Dönemin hükümeti, Gümrük Birliği’nin ardından tam üyelik sürecinin yakınlaşacağı mesajı vererek kamuoyunda beklenti oluşturmuştu. Sonuçta kamuoyunda “Gümrük Birliği Kararı” olarak bilinen ve 6 Mart 1995 tarihinde kabul edilen Ortaklık Konseyi Kararı’nın altına, DYP-SHP koalisyon hükümeti imza attı.

Asıl maliyet bundan sonra

Türkiye’nin AB ile yaptığı Gümrük Birliği anlaşmasının maliyetinin önümüzdeki dönemde giderek artması bekleniyor. Özellikle AB ile ABD arasında görüşmeleri sürdürülen Serbest Ticaret Anlaşması’nın yaşama geçmesi durumunda, Türkiye’nin ticaret açığında büyük bir artış olacak.

ABD ve AB arasında görüşmeleri sürdürülen Serbest Ticaret Anlaşması’nın imzalanması durumunda, bunun tarafların ticaret hacimlerine yaklaşık 100 milyar avro düzeyinde artış sağlaması bekleniyor.

Ancak Türkiye’nin AB ile yaptığı Gümrük Birliği Anlaşması hükümleri gereği, AB’nin serbest ticaret anlaşması yaptığı ülkeler Türkiye’ye gümrüksüz ürün satma hakkı kazanırken, Türkiye aynı haktan 
yararlanamıyor.

AKP’nin 
çaresiz adımları AKP hükümeti, şimdiye kadar, zaten kırılgan olan ekonomiyi uçuruma sürükleyebilecek bu durum karşısında başarısız girişimlerde bulundu. AB-ABD görüşmelerinde Türkiye’nin de
yer almasını isteyen hükümet, bu konuda her iki taraftan da olumsuz yanıt aldı. Başbakan Erdoğan, Mayıs ayındaki ABD gezisinde Başkan Barack Obama ile yaptığı görüşmede bu konuyu gündeme getirdi ve eli boş döndü.

Erdoğan’ın 100’e yakın işadamıyla yaptığı ziyarette, görüşmelere Türkiye’nin de dahil edilmesi veya bu olmazsa, ABD ile Türkiye arasında serbest ticaret anlaşması yapılması gibi öneriler sunulmuş, ancak bu öneriler Obama tarafından reddedildi. Bunun yerine alınan tek karar,
iki ülke arasında konuyla ilgili çalışacak ortak bir komite kurulması oldu.

Çağlayan’dan 
içten itiraflar

Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın konuyla ilgili önceden yaptığı açıklamalarda ise sürecin Türkiye’ye maliyetiyle ilgili önemli itiraflar bulunuyor. Türkiye’nin bu anlaşma dışında kalmaması için gerekli çabayı gösterdiğini belirten Çağlayan, şu ifadeleri kullanmıştı:

“AB de bu çabalarımız karşısında her türlü ikiyüzlülüğü göstermeye devam ediyor. Tekrar ediyorum, AB ikiyüzlüdür

.

AB, Türkiye’ye karşı içten değildir, AB’nin başkentinde özellikle bunları söylüyorum.

Türkiye, 18 yıldır Gümrük Birliği çerçevesinde,
AB’ye tam üyelik müzakeresini 50 yıldır sürdüren bir ülke.”

AB-ABD görüşmelerine koşut (paralel) olarak Türkiye ile de görüşmelerine başlatılmasını umduklarını belirten Çağlayan, açıklamasında ayrıca şu verileri sunmuş ve mevcut durumun sürdürülemez olduğunu itiraf 
etmişti:

“Türkiye serbest ticaret anlaşmasının dışında kalırsa, bizim Amerika ile zaten olumsuz olan ticaret hacmimiz daha olumsuza gidebilir. Biz Amerika’ya 1 satıyoruz, 3 alıyoruz. 5,6 milyar $ ihracatımız var karşılığında 14,1 milyar $ ithalat yapıyoruz. Tabii bu sürdürülebilir değil. 50 yıllık müttefikliğe yakışan bir olay, bir sonuç değil. Böyle bir şeyde Amerikan malları Avrupa üzerinden gümrüksüz girecek, benim ülkemin ürünü Amerika’ya giderken engelle karşılaşacak. Avrupalıların yapmış olduğu vurdumduymazlığı umut ediyorum ki ABD yapmayacaktır, samimi olacaktır. Umarız ki Amerika, Avrupa’nın yaptığı bu hatayı 
yapmaz.”

‘Türkiye şaşaalı görüntüsüne rağmen aslında kof bir ülke’

Ekonomist Mustafa Sönmez, AB’yle ekonomik ilişkileri soL’a değerlendirdi:

AKP’nin bunu sürdürmekten başka çaresi yok. Ancak blöf yaparlar.

İstanbul Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası’nın raporuna göre, Gümrük Birliği’nin 1996’dan bugüne ülkemize faturası 221 milyar doları aşmış durumda. Ne anlama geliyor Gümrük Birliği ülkemiz için?
Niye içindeyiz bu birliğin?

AB’nin kamu birliği olan ülkeleri kendi dışındaki ülkelere nasıl bir birlik ilişkisine sahiplerse, Türkiye de aynı formatı kabul ediyor.
AB ülkeleri Asya’dan özellikle giyim, dayanıklı tüketim malları ithal ediyorlar. Dolayısıyla bu ürünleri ithal etmekte gümrük uygulamıyorlar, malları oradan almak istiyorlar. Bu malların AB’de üretilmesi kârlı olmaktan çıktığı için Asya’da üretilen ve “sizden alırız” dediği ürünler. Türkiye bu ürünlerin kendi pazarına girişini de kabullenmiş oluyor.
Kendisine ciddi bir rakip yaratıyor.

Gümrük Birliği’nden dolayı Türkiye’nin kaygısı var

Türkiye için o zaman da yanlıştı, bugün de. Asya ülkelerinin ürünlerine karşı bir tedbir alamıyoruz, kendi ipliğimizi kumaşımızı bile koruyamıyoruz, bundan dolayı Türkiye zarara giriyor.

Gümrük Birliği, Avrupa’nın kendisi için geliştirdiği gümrüğe
Türkiye’nin hesapsız şekilde onay vermesidir. Yıkıcı etkisinden
kendisini koruyamamasıdır.

Gümrük Birliği baştan beri eleştiriliyordu ama her gelen iktidar sahip çıktı.

Avrupa bunu tam üyeliğe geçişi gibi takdim etti. Türkiye de pazarlık konusu yapamadı. Üyeliği, adaylığa giden yolda bir istasyon gibi gördü ve sonucu Türkiye’ye ağır oldu. Türkiye Asya ülkelerinin yıkıcı rekabetine engel olamıyor. Sanayi kapısını kapatmak zorunda kaldı, insanlar işsiz 
kaldı.

AKP ise son dönemde Avrupa Birliği’ne karşı kimi eleştirel çıkışlarda bulunsa da bunlar daha ziyade günlük konuşmalarda dile getirilen değerlendirmelerden ibaret. Uygulamada ise ülkemize zararlı olan ilişki tümüyle korunuyor.

Gümrük Birliği, tam üyelik beklentisiyle kabul edildi. AKP de buna dokunmadı. AKP iktidar olduktan sonra yeni bir uluslararası ilişkiler politikası kurmadı, 2001 krizinde başlatılan programı sürdürdü. Dış kaynakları Avrupa’dan buluyorsunuz, ihracatınızı % 50-60 Avrupa’ya yapıyorsunuz… AKP bunu değiştirebilecek niyette ve kapasitede değildir. Bunu sürdürmekten başka yapacağı bir şey yok. Ancak blöf yaparlar.

Bu gelişmeleri ele aldığımızda, sizin öngörünüz ve değerlendirmeniz nedir?

Türkiye bu ilişkileri içinde Avrupa’yla ne yeni bir müzakereye oturabiliyor ne de yeni bir anlaşma sunabilecek durumdadır. Avrupa’ya muhtaç bir ülkenin bunu yapabilmesi için ayaklarının üzerinde durabilmesi, müzakere gücüne sahip olması gerekir.

Türkiye son 10 yılda Avrupa’yla hem dış kaynak kullanma
hem de dış pazarda mutlak bir bağımlılık ilişkisi geliştirdi.

350 milyar dolar dış borcu olan ülkenin kalkıp da AB’ye “bu birlikte olmak istemiyorum” deme gücü yok.

Kendini de mecbur bırakıyor çünkü dış yatırımcılar sizi belli bir kulübün içinde, belirli bir çıtada görmedikleri takdirde serseri mayına benzetirler. Dış kaynağın girmemesi halinde ekonomi çarkı da dönmüyor,
AKP dış yatırımcılara “bizim bir yol haritamız var” diyebilmek için bu kulüpten ayrılmıyor.

Bağımsız olmanız ve gücünüzün olması gerekiyor. Güya bölgesel güç, sıfır sorun, Ortadoğu’da oyuncu havasına girdiler ama boylarının ölçüsünü aldılar. Böyle bir şey yok. Avrupa’ya karşın yapabileceği bir şey yok, pazarlık gücüne sahip olmak için bağımsız güç olmak gerekiyor. Daha kendi kaynaklarını kullanan bir ülke olması gerekiyor.

Türkiye, şaşaalı görüntüsüne rağmen kof bir ülkedir.

Çok yüksek dış kaynak gereksinimi ve dış borcu var, sanayisi gerilemiş, ihracat gücü yok, daha çok inşaata odaklı, burnunun ucunu göremeyen bir ekonomisi var.

Bunun da ötesine geçebilecek bir iktidarı yok AKP’nin çünkü rejim tesis etme, diktatörlük tesis etme niyeti ön plandadır. Bir ekonomik güç olma vizyonu da yok. Hem ekonomik hem de siyasi olarak tükeniş halindedir.

(http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/ab-sevdasinin-faturasi-221-milyar-dolar-haberi-78236, 21.8.2013)