Kategori arşivi: SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ

Bizim yazdıklarımız, oluşturduklarımız dışında değişik kaynaklardan alarak paylaşılmasını uygun bulduğumuz dosyaları içermektedir.

Sanattan Ahlâka…

SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ…

Birsen İĞCİ SALTIK, MA
Gazi Üniv. Güzel Sanatlar Fak. Resim Öğr. Bl.
https://birsenigcisaltik.com/dusun-yazilari/
02.08.2024

Hançerlioğlu’na göre sanat, “insanla nesnel gerçeklik arasındaki estetik ilişki…” olarak tanımlanmıştır. İnsanın, yeryüzünde kendine yaşam alanı oluşturabilme arayışı, yaratıcılığı ile maddeyi biçimlendirmiş, bu etkinliği başarabildiğini duyumsadığında da sanata yönelmiştir.

Dolayısıyla sanat; dünya, çevre, öbür insanlarla olan ilişkileri sanat yapıtlarıyla bilgi dünyasına aktarmaktadır.

Sanat yapıtları doğrudan yaratıcısının bilinciyle biçimlenir ve sanatçının yoğrulduğu ekinle (kültürle) bütüncül değer edinir. Böylelikle sanatın evrensel değer olduğu konusunda
görüş birliği olduğu anlaşılmaktadır.

Sanat, insanla birlikte var olmuştur. Bu nedenle insanlığı ve onun tarihini de yansıtır.
Bazı çağlarda toplumlar sanatçıyı, süper-egonun ahlak ve ideallerinden damlayan yorum aracı durumuna getirmişlerdir. Bu nedenle sanat da dinin, ahlakın veya toplumsal ideolojinin hizmetçisi olmuştur.

Bir bütün olarak insanlık, gereksinimlerini karşılayan çeşitli pratik dürtülerinin yanı sıra,
estetik dürtüye de sahiptir. O bütünlük içinde estetik dürtü de karşılanmazsa, öbür temel içgüdülerle çatışma durumu olacaktır. Bu aynı zamanda toplumsal bütünlüğün de rahatsızlığı anlamına gelir.

Sanatı, başlangıçta büyü (mağara resimleri), daha sonra din-büyü ile dünyaya egemen olmaya çalışan tılsımlı araç olarak değerlendirebiliriz. Ancak, sanayileşmeyle birlikte sanat,
kendi alanının dışındaki dünyada yer alarak metalaşmıştır.

Meta dünyasıyla ilerleyen yüzyıllarda, acımasız kâr beklentisi üzerine kurulu bir toplumda kültürel birliğin yok olduğu belirlenmektedir.

Üretim fazlası ve pazarlama çılgınlığının yaşandığı son iki yüzyıl, 1. ve 2. Dünya Paylaşım Savaşlarını insanlığa yaşatmıştır. 1950’den sonra gereksinimlerin çeşitlendirilmesi,
pazar tüketicilerinin nüfusça çoğaltılmasını gerektirdi.

1980’den başlayarak küreselleşen emperyalizm, acımasız-doğrudan-kazanç-rekabet silahlarını toplumların kültürel bütünlüğü ile doldurmaya başlamıştır.

Durumu biraz daha açalım :

Duyularımızın neşe, üzüntü, öfke, sevgi vs. yoğunlaştığı yaşam deneyimi anları vardır.
Temel gereksinimleri olmayan, güvenle ve özgür seçimle değil, acımasız rekabet – kârlılık işbirliği, sevginin değil, öfkenin, neşenin değil acının seçimini gerektirir.

Sanatçı, ardında binlerce yıllık duyusal ögeleri barındıran renkleri, biçimleri, sözleri, sesleri ve devinimleri yaratıcı ve yapıcı olarak ürettiği sürece neşe, sevgi, mutluluğu yoğunlaştıracaktır.

İnsanın yaşamla sürgit ilişkisi, gerçekliğin-bütünlüğün yoksun olduğu bir denge üzerine nasıl kurulabilir? Bu dengeyi insanın-insanlığın bilincinde tümüyle yok etmek, insanın aklını kullanma ve hayal kurma cesaretini yok saymak demektir.

Sizce yaşamsal içgüdüyle tümüyle tersi yöndeki kurgu, öylece, olduğu gibi var olan yaşamın kendisine üstün gelebilir mi?

Kuyudan Çıkan Gerçek

Burcu UĞUR
Kuyudan Çıkan Gerçek: En Son Ne Zaman Yalan Söylemediniz – 23 Derece 10.1.23

Kuyudan Çıkan Gerçek” 1896 yılında Jean Leon Gerome tarafından resmedildi.

Resme konu olan söylenceye (efsaneye) göre,

Yalan ile gerçek buluşurlar. 

Yalan “Bu gün hava çok güzel” der. 

Gerçek çevreye bakınır. Gerçekten de o gün hava çok güzeldir. 

Bir kuyunun önüne gelene dek zaman geçirirler. 

Yalan “Su çok güzel, birlikte banyo yapalım” der.

Kuyudan Çıkan Gerçek, 1896, Jean Leon Gerome

Gerçek, kuşkucu biçimde suya dokunur.
Su gerçekten çok güzeldir.

Ve bu, yalanın ikinci doğrusudur.

Gerçek inanır. Soyunur. Yüzmeye başlarlar.

Yalan birden sudan çıkar. Gerçeğin giysilerini giyer
ve kaçıp gider.

Gerçek kızar. Kuyudan çıkar. Yalanı bulup, giysilerini
geri almak için her yere gider.  

 

Dünyada çıplak Gerçek’i görenler O’na iyi davranmaz
ve öfkeyle bakar.

Sonunda Gerçek kuyuya geri döner ve sonsuza dek ortadan yiter.

Söylenceye (efsaneye) göre, o zamandan beri yalan, dünyanın her yerinde gerçek gibi giyinmiş olarak içimizde yaşar.  

Dünya ise hiçbir biçimde çıplak gerçeği görmek istemez.

Ne denli tanıdık (ve Jean Leon Gerome ne denli gerçekçi resmetmiş, değil mi?

Gerçek ve Yalan’dan çok, gerçek ve doğru (hakikat) ayrışmasının tam orta yerinde duruyoruz.

Çarpıtılan gerçekler, içi boşaltılan gerçekler, beyaz yalanlar, dezenformasyon, kara propaganda, stratejik yalanlar, zamanı geldiğinde gerçeğin açıklanması anlatımları (ifadeleri) ile yıllardır sarmalanıyoruz.

“Sanal Gerçeklik” (Virtual reality) çağın harika buluşu olarak bizi, bulunduğumuz zeminden, zamandan koparıyor.

İnsansı robotlar (MER) ile yakın gelecekte, “Hangisi gerçek insan!?” sorularını soracağız.

Yalnızca görünen üzerinden düşünce sistemi modelleniyor, kitleler uyum sağlıyor.

İyi de, sonuç?

Sonuç yok!

Cumhuriyet’in 100. yılına giderken tek bir yol var, sonuca götürme olasılığı olan: Yüzleşmek.

İşe gelenin kabul edildiği,

Bilgiye sahip olunmasına karşın sessizliğin seçildiği –ki yalanın en güzel yansıması olsa gerek– ve acaba kaç ayrı yüzü ile karşılaşıyoruz çarpıtılan yalın gerçeğin??

Akılla düşünülmediği ve duyguların(hislerin) dondurulduğu ile yüzleşmek…

Eyleme geçmek yerine, konfor alanında izleyici kalmanın yeğlendiği..

Ekran önünde kim beğeniliyorsa, kimin modası varsa onun peşine takılıp gidildiği..

Eline gücü geçirenin, eleştirdikleri ile hızla aynı noktaya geldiği ile yüzleşmek..

Belki de en önemlisi, kendi ürettiğimiz yalanlar ile yüzleşmek

Tam da bu noktada insan, ‘İyi ki sanat var!’ diyor.

Sonra da soruyor :

  • Sanat, gerçeğe en yakın konumlandığı için mi insanların çoğu ve iktidarlar ondan kaçıyor?

Kuyudan Çıkan Gerçek” gerçeği en çıplak durumu ile bize anımsatıyor, eğer gerçekle yüzleşme gücümüz ve yürekliliğimiz var ise…

Bu arada; en son ne zaman yalan söylemediniz?

ÎSLÂM’I DOĞRU ANLAMAK

ÎSLÂM’I DOĞRU ANLAMAK

Dostlar,

Sitemizin değerli yazarlarından Sn. Güzide Filiz Tuzcu hanımefendi, “İSLAMI DOĞRU ANLAMAK” başlıklı özgün bir monografisini bizimle paylaşmak inceliği gösterdi. Kendisine teşekkür ederiz. Çalışma 35 sayfa dolayında. Sitemizin tasarımı ne yazık ki tümünü birden yayınlamaya uygun değil. Bu yüzden giriş, ilerleyen sayfalardan bir alıntı ve sonuç bu sayfada aktarılmış, tüm metin için ise erişke (link) verilmiştir. Bu Erişke tıklanarak 35 sayfalık tüm metni pdf olarak çağırıp okuyabilirsiniz. Doğallıkla, konuk yazarların görüşleri kendilerini bağlamaktadır. (ISLÂM’I _DOGRU_ANLAMAK)

Sevgi ve saygı ile. 08 Ağustos 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
================================================

Konuk yazar :
Güzide Filiz TUZCU

GİRİŞ

        İslâm Dini, Yüce Allah[1] tarafından peygamber seçilen Hz. Muhammed aracılığıyla ve bu dininin tek ve biricik kaynağı olan KURAN ile insanlık âlemine tebliğ edileli 1400 yıl olmuştur; Türklerin İslâm Dinini kabul etmeleri ve özümsemelerinin üzerinden ise yaklaşık 1000 küsur yıl geçmiştir! Evet yaklaşık “1000 küsur yıldır” genel olarak Türkler Müslüman’dır, hatta Türkler Müslüman olmakla kalmamışlar, İslâm’ı en doğru şekilde anlayan – temsil eden ve İslâm uğruna Hıristiyan haçlı ordularına karşı cesurca savaşarak, İslâm Dininin korunmasına – yayılmasına ve devamına büyük katkılar sağlayan kahraman bir millet olarak da tarihi kayıtlara geçmişlerdir.[2] Söz konusu bu süre, aslında oldukça uzun bir süredir ve bunca zaman zarfında Müslüman Türklerin Kuran’da belirtilen – İslâm’ın kalbi – özü olan “Müslüman olabilmenin esaslarını – inançlı olabilmenin olmazsa olmaz ilkelerini – Yüce Allah’ın uyarılarını – emirlerini – yasaklarını, açıkça günah diye belirttiklerini ve de açıkça “bu insanlar benim düşmanımdır, bunlardan uzak durun” dediklerini” çok iyi bilmeleri, hatta iyice hafızlarına kazımaları gerekirdi!  Peki öyle olmuş mudur? Maalesef ki hayır!

        Örneğin Kuran’a göre her şeyden önce bir Müslüman Allah’tan başka hiç kimseden, ama hiç kimseden çekinmemeli ve korkmamalıdır ve de Allah’ın emirlerine her zaman – her yerde…
==================================================
Dipnotlar..
[1] Bazı Arap severlerin, ya da Arap emperyalistlerinin iddia ettikleri gibi “Allah Adı”, kesinlikle ve kesinlikle Arapça değildir. Allah adı, Yüce Allah ile ilgili tüm kutsal sıfatları içinde barındıran, özel – orijinal ve eşsiz bir addır (örnekler; Rahman  – herkese merhamet eden, acıyan – şefkat gösteren, Rahim – Koruyan, kollayan,  merhametini esirgemeyen,  Melik – Bütün kâinatın mutlak ve gerçek sahibi,  Hâlik – Her şeyi yoktan var eden, Kahhâr – Her şeye, her istediğini yapacak güce sahip olan, kudreti yeten, Rezzâk – Rızıkları yaratan ve kullarına bahşeden vs…)  Tek Olan Yaratıcı,  bizzat Kendisine “ALLAH” adını vermiştir.

[2] Türklerin, İslâm hususunda yaptıkları fedakârca hizmetleri ve sağladıkları önemli katkıları en net ve adaletli bir şekilde anlatan kişiünlü Tunuslu İslâm Bilgini – İslâm Hukukçusu, Felsefeci İbn-Haldun  (1332 – 1406) olmuştur. O, şu çarpıcı hususlara dikkat çekmiştir;Hz. Muhammed’in öncülüğünde İslâm’ın tarihsel gerçeği “dürüstlük – eşitlik – yardımlaşma – dayanışma – yiğitlik” yönündeki ilk saf gelenekleri, Hz. Muhammed’in vefatından sonra Emevi Devleti tarafından kanla bastırıldıktan sonra hilafet saltanata dönüştürülmüş ve iktidar babadan oğula geçerek ebedileştirilmiştir!  Sözde Sünni İslâm, zümre (sınıf) çıkarlarının peşinde koşan görüşün adı olmuş, bu nedenle Ehl-i Sünnet yolu, yerini bağnaz İslâm’a – İslâm Ortodoks’una bırakmıştır.  Orta Asya Türkleri ise, yüzyıllar süren uğraşlarında gittikleri bölgelere dayanışmaya dayanan, eşitlikçi ve adaletli “demokratik geleneklerini” sürekli aktararak, İslâm’a taze kan taşımışlar ve Horasanlı Türkler İslâm’ı adeta yeniden diriltmişlerdir. Türklerdeki kurultay – dayanışma meclis geleneği, Alplik – Yiğitlik geleneği, sosyal ve siyasal hayattaki bütün demokratik gelenekler,  doğudan batıya doğru  evrensel nitelikler göstermiştir… Eski Türk Beylerinin ne kadar serveti varsa, umumiyetle  “İl’e – yani Devlete” aitti. Türk Beylerinde tamah ve haset yoktu; Türk Beyleri idaresi altındaki halkı yedirip, içirmek, giyindirmek, korumak ve borçlarını ödemekle yükümlüydü. vs…”  Ümit Hassan, İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, Sevinç Matbaası, Ankara, 1977, s. 77, 78, 80, 186.  (Kadim Türk Devlet anlayışında var olagelmiş demokratik gelenekleri ve Türk Devlet Başkanlarının halkını iyiliğini – refahını düşünmesini, onları koruyucu – kollayıcı özelliklerini  ünlü Türk Büyüğümüz Ziya Gökalp de ayrıntılı olarak vurgulamıştır; Türkçülüğün Esasları (1997) ve Türk Uygarlığı Tarihi (1991), her ikisi de İnkılâp Kitabevi Yayınları)
*****
……
……
devamla….

Öyle ki Büyük Atatürk, din ile ilgili söz konusu bu “vahim toplumsal çelişki ve sorunu”, henüz  öğrencilik  yıllarından  itibaren fark etmiş, din ile ilgili kişi ve olayları gözlemlemiş ve daha ileriki yıllarda, bilhassa Balkan Savaşında ve Kurtuluş Savaşı Sürecinde dinin, emperyalist batılı güçlerceTürkler aleyhine nasıl bir silah gibi kullanıldığını, din bahanesiyle Türklerin nasıl kandırıldıklarını, yine din baskısıyla gerici isyanlar ve iç savaşlar çıkartıldığını, binlerce Türkün kanının ve canının nasıl telef edildiğini, kardeşin kardeşe nasıl kırdırıldığını” bizzat görmüş ve yaşamıştır.  Onun içindir ki O BÜYÜK DAHİ – O BÜYÜK İNSAN – O BÜYÜK DEVLET ADAMI, Türk Milletinin samimi ve köklü dini inancı olan İslâm’ı,  onun tek ve en doğru kaynağından, yani  “KURAN’DAN”, anlaşılarak  öğrenilmesine çok büyük önem vermiştir. Böylece samimi olarak “Atatürkçü olan, Onun düşünce, ilke ve hedeflerine saygılı olan bir kişinin”, İslâm Dinini dışlaması ve böyle önemli bir konuyu ehil olmayan – yobaz ve gerici unsurların ellerine terk etmesi düşünülemez bile!

       Ancak fiiliyatta genel olarak “Biz Atatürkçüyüz, Atatürk’ün izindeyiz diyerek, makam odalarına dev Atatürk fotoğrafları asanlar, O’nun adını dillerinden düşürmeyenler ve Atatürkçülüğü hiç kimselere bırakmayanlar…”, Türk toplumunun kültürel değerlerinin başında gelen “İslâm Dinine” yıllardır gereken önemi maalesef vermemişler, hatta hiç anlamadan – bilgi sahibi bile olmadan bu dini “gericilik sayarak – Arap’ın dini diyerek” küçümsemiş ve tümüyle dışlamışlardır! Bu bağlamda Büyük Atatürk’ün İslâm Dininin doğru anlaşılması yönünde göstermiş olduğu takdire ve saygıya şayan üstün çabaları, 1938 sonrasında, “yaşadığı toplumdan kopuk – toplumun kültürel değerlerini anlamayan – anlamadığı halde küçümseyen sözde aydınlarca ve yeniden dinden nemalanmak isteyen sözde şeyhler  ve tarikatlarca, ve de sırf oy kaygısıyla hareket eden, bu yüzden tüm bu kötü niyetli  kişilere, yanlışlara – hurafelere – şekilciliğe göz yuman siyasetçilerce” Kuran’ın tebliğ ettiği “Gerçek İslâm Dininin Anlaşılması ve Uygulanması”, bir kez daha  engellenmiştir!  Aynı Osmanlı Devrinde olduğu gibi…

O halde “düşünen, sorgulayan, kişi ve olayların arka düzleminde yer alan gerçeği ortaya çıkarmayı hedefleyen bir Türk Bilim İnsanı olarak, bu önemli konu üzerinde de etraflıca düşünmemiz ve gerçeği araştırmamız gerekmez miydi? Elbette ki gerekirdi… Bizde öyle yaptık ve diğer çalışmalarımızın yanı sıra İslâm’ı da, onun tek ve yegane kaynağından, yani Kuran’dan doğru öğrenmeye karar verdik.  Bu bağlamda Kuran’ı da aynı bir ders kitabı gibi  15 yılı aşkın bir süredir, “Ana Dilimiz Türkçede” anlayarak okuduk, inceledik, Âyetler üzerinde derinlemesine düşündük, hatta Kuran’ı okumaya ve incelemeye de devam ediyoruz…

Bu bağlamda “Genel olarak Türk Milleti 21. Yüzyılda bile neden İslâm Dinini halâ bilmiyor? Türk Milleti Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslam’dan neden uzaklaştı, hatta hurafeler batağına neden saplanıp kaldı?” gibi sorular sormamız kaçınılmaz olmuştur. Araştırmalarımız görünenlerin ötesinde, yani sorunun arka planında bildik – tarihi nifak merkezlerinin olduğunu gördük;  şöyle ki arka planda,  İslâm’ı  ve dolayısıyla onun en güçlü temsilcisi ve kuruyucusu olan Türkleri, bin küsur yıldır en büyük rakip ve düşman olarak gören, hatta Türklere boyun eğdirmek, Türkleri  ezmek ve haritadan silmek isteyen emperyalist batılıların devrede olduklarını belirledik…
……
……
*****
ve kapsamlı inceleme şöyle bağlanıyor :

………..

Kişilerin değil, hukukun ve yasaların üstün olduğu, her bir vatandaşa – hayvana ve doğaya değer verilen, gelişmiş, çağdaş, uygar batılı ülkelere bir bakın, (bilerek – bilmeyerek) Yüce Allah’ın “uyarı ve emirlerine harfiyen uydukları” görülmektedir. Söz konusu bu ülkelerin vatandaşları huzur ve güven içinde, karnı tok, sırtı pek, “yarın ne olacağız endişesi olmadan; düşüncesini özgürce açıkladı diye tutuklanma  – işten atılma korkusu olmadan” özgür ve mutlu, yani insanca yaşamaktadırlar. Aynı şeyleri sözde Müslüman ülkeler için söylemek olanaklı mıdır? Doğal ki, değildir. O halde Türkler de içinde olmak üzere, genel olarak dünya Müslümanlarının Kuran’ın tebliğ ettiği “GERÇEK İSLÂM’I”  bilmediklerini ve yaşamlarına uygulayamadıkları rahatça ifade edebilir miyiz?  Tabii ki edebiliriz.  

         Hatta daha da kötüsü, daha da vahimi ve kabul edilemez olanı  ise şudur : Yüzyıllardır emperyalist batılılar, İslam’ın nasıl yaşanacağını Müslümanlara resmen dikte etmektedirler!  Şöyle ki “rahibe modeli sıkma baş bağlama – türban – tesettür dayatması (oysaki Kuran’da kadınlar başını örtecekler, çarşaflara dolanacaklar – öcü gibi örtünecekler hükmü kesinlikle yoktur)  sakal – sarık – cüppe  gibi  çağ dışı kıyafetler – körü körüne aç kalınan oruçlar – ruhsuz ve anlamsız – göstermelik Maun namazları, aynı zamanda binlerce insanın hücum ettiği – insanların birbirini ezdiği haçlar”, hep batılıların eliyle dayatılanlardır… Ne denli trajiktir ki genel olarak dünya Müslümanları, dinleri hususunda söz konusu Hıristiyan emperyalist batılıları (Allah’ın ifadesiyle kafirleri) dinlemekte ve onlara itaat etmekte, ancak bu dinin sahibi – Tek ve Yüce Allah’ı ise dinlememektedirler!

Sonuçta; gerçekleşen korkunç yaşam koşulları ortadır; pek çok Müslüman orta çağın zifiri karanlığında yaşamaktadır. Şöyle ki; cehalet – açlık – yoksulluk, hastalıklar, kanlı iç savaşlar, çocuk ve hayvan tecavüzleri, insanlık dışı vahim durumlar vs… apaçık ortadır…

İnsanı,  insan olmaktan utandıran – sözün bittiği yer de işte burasıdır.

(Tüm metin için erişke yazının başındadır..)
===================================                                         

Terörle mücadelede yaşanan çelişkiler

Dostlar,

Site okurlarımızın alışık olduğu üzere, zaman zaman arşivimizden
metinleri paylaşıyoruz. 8 Temmuz 2013 tarihiyle arşivlediğimiz,
Sn. Onur Öymen‘in kaleminden çıkan bir makale aşağıda..

11 ay önceki yazısında Sn. Öymen bugünleri öngörmekte..

Sevgi ve saygı ile.
11 Haziran 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

Terörle mücadelede yaşanan çelişkiler

Portresi_ATA_ile

Onur ÖYMEN

 

Bir ülkede bir yandan Genelkurmay Başkanıyla üst düzey komutanlar, saygın bilim adamları, gazeteciler ve siyasetçiler terör örgütü üyesi oldukları iddiasıyla en ağır cezalara çarptırılırken bir yandan da fiilen terör suçu işleyen, askerlerimizi şehit eden, adam kaçıran, mayın döşeyen tescilli bir terör örgütünün silahlı mensupları Meclisten
bir af yasası bile çıkartılmadan Başbakan tarafından sorgusuz sualsiz ülke topraklarını terk etmeye davet ediliyorsa; o ülkede eşitlikten, adaletten ve hukukun üstünlüğünden söz etmek mümkün olabilir mi? 


Siyasal partiler yalnızca mahkemeleri suçlayarak, şu veya bu yargı kararını eleştirerek görevlerini tam olarak yapmış sayılamazlar.

Terörü bitireceği iddiasıyla Hükümetin başlattığı süreçte teröristlere fiilen af getirilmesine şu veya bu düşünceyle sessiz kalanlar bunun hukuk üzerinde yapacağı tahribatın sorumluluğuna da ortak olurlar.

Bu ağır cezaları veren mahkemenin eski yargıçlarından biri “üzerimde kurumsal baskı var” diyerek istifa etmişse, başka bir eski yargıç kararları eleştiren demeçler veriyorsa, buna karşılık iktidar partisi sözcüleri bu kararları sevinç içinde karşılıyorlarsa, o ülkede yargının her türlü siyasal etkiden uzak biçimde karar verebildiği iddia edilebilir mi?

Ülkemizde hukuk alanında yaşanan bu sıkıntılar ve çelişkiler giderilmeden
Türkiye’nin gerçek demokrasiler arasında yer alabilmesi mümkün değildir.


Unutulmamalıdır ki, Türkiye’de seçimler yargı denetimi altında yapılmaktadır.
Yargının tam anlamıyla bağımsız ve yansız biçimde görev yaptığı inancı sarsılırsa seçimlerin adil olarak yapıldığına inanmak da güçleşir. 


Türkiye’ye yıllardan beri demokrasi ve hukuk dersi vermeye çalışan devletler, mahkemenin kararlarına karşı sessiz kalıp Başbakanın teröristleri yurt dışına çıkmaya davet eden sözlerini alkışlıyorlarsa, bütün bu gelişmelerin dış etkilerden uzak
geçekleştiğini iddia etmek de zorlaşır.


Bence şimdi, başta siyaset adamları, barolar, üniversiteler, basın ve sivil toplum örgütleri olmak üzere ilgili bütün kişilerin ve kuruluşların bu kaygı verici hukuksuzlukların ve çelişkilerin üzerine cesaretle gitmeleri ve hukun üstünlüğünün ve yargı bağımsızlığının çağdaş demokrasiler düzeyine yükseltilmesi için çaba göstermeleri her zamankinden daha önemli bir görev durumuna gelmiştir. 

Türkiye artık bir dönüm noktasına gelmiştir.

  • Ya gerçekten laik, çağdaş bir hukuk devleti olarak yoluna devam edecek veya “kanun benim!” anlayışında olanları sineye çekecektir.

Bu 2. yolun seçilmesi Cumhuriyetimizin temel değerlerinin tahrip edilmesini
göze almak demektir. 


İnanıyorum ki; Türk milleti demokrasi içinde Cumhuriyetimizin değerlerine ve
hukukun üstünlüğüne sahip çıkacak ve Atatürk’ün hedef gösterdiği
çağdaş uygarlık düzeyine ulaşacaktır.


Saygılar, sevgiler.

YALAN VE YALANCILIK


YALAN ve YALANCILIK

Ahmet NİŞANCI
ADD Marmari Şubesi Önceki Başkanı

Yalanı saklamak nereye dek olanaklıdır?
Ne denli saklarsan sakla bir yeri mutlaka açıkta kalır; ya ortası, ya uçları.

Peki, nedir yalan ve kime yalancı denir?

Gerçeğe aykırı olan ve insanları aldatmak, kandırmak ereği üzerine kurgulanmış
her türlü söz, söylence “YALAN” olarak tanımlanır. Bu ereğe yani yalana uygun olarak kurgulanmış sözler eden, bunu alışkanlık haline getirmiş kişiye de “YALANCI” deniyor.

Bir adamın gereksiz baş ağrıtıcı sözlerine bir de yalanları eklenirse,
o adam için artık yiğitlik, cömertlik, iyilikseverlik, insanlık yolu kapanmış demektir.

Bir insan , -yalan söyleyene ne dek insan denebilirse- diliyle, eliyle, gövdesiyle, koluyla, bacağıyla, olmayan yüreğiyle ne denli yalan söylese ve çevresini inandırsa da,
yine de onu ele verecek ve yalancılığını haykıracak bir organı vardır ki,
kesinlikle yalancıyı ele verir; gözleri, gözlerdeki bakışları.

Yalan ve yalancı üzerine söylenecek öyle çok söz var ki!

Son günlerde, hele de ülkemizde söylenen yalanlar uç uca eklense Hakkâri’den Tekirdağ’a, Marmaris’ten Artvin’e köşegen yol olur da yine de ucu bucağı kestirilemez.

Yapamayacağı ya da yapmadığı işleri bile “yaptım” diye ileri sürerek
mangalda kül bırakmayan kişilere Yalancı Pehlivan” dendiğini bilmeyen mi var?

Mumu ancak yatsıya dek yanar yalancının.
Yalanları bir yere dek etkili olsa da insanlar üzerinde, uzun süre aldatamazlar insanları; er geç gerçek anlaşılır.

Başkasının uydurduğu yalanları, işine geldiği için gerçekmiş gibi sahiplenen ve yaymaya çalışanlara “başkasının yalancısı” denir ki; gerçek yalancıları aratmayacak ölçüde tehlikelidir bu tip yalancılar.

Yalan büyük olduğu ölçüde inananları da, etkisi de öylesine çok olacaktır.
Yalancılar aynı zamanda ikiyüzlüdürler. Hiçbir şey yapmadıkları halde,
her şeyi kendilerinin yaptıklarını, başardıklarını ileri sürerek insanları etkilemeye çalışırlar.

Yalancılar, bellekleri çok güçlü insanlardır. Söyledikleri yalanları unutmayarak,
bu yalanları kezlerce yineleterek insanları inandırmaya yönelik üstün bir beceri gösterdiklerini yalanlamak olanaklı değildir.

Yalancıların, kendisinin yalanları üzerine ne denli yalanlama olursa olsun,
zeytinyağı gibi üste çıkmakta üzerlerine yoktur: yalancılar gerçeklerin üzerini örtmek için akla, düşe gelmedik yeni yalanlar düzmekte pek yeteneklidirler.

Yalancıların en önemli özelliklerinden biri de, gerçekleri ortaya koymaya çalışanların üzerine en ağır küfürlerle gitmekte gösterdikleri kararlılıktır.

Yalancıların yalanlarına ortak, yandaş bulabilmek için önemli özellikler gösterirler; Yalanlarıyla, ereklerine ulaşmak için kendi yalanlarını yaygınlaştıracak yeni yalancılar yaratırlar.

 Yarattıkları yeni yalancılarla, elde edeceklerinin bir bölümünü gizlice paylaşarak onları suçlarına ortak durumuna getirirler.

Peki, insanlar hiç mi yalan söylememelidir?

Eğer bir toplumu daha iyiye götürecek bir durum söz konusu ise, burada söylenebilecek suçsuz (beyaz!) yalanlardan söz edilebilir. Ama bu tür yalanların bile toplum içinde
hangi ölçüler içinde doğru bulunabileceğini tartışmak gerekebilir.

Yalan, ayakta kalabilme yollarından biri olarak bütün insanlık tarihinin kara yüzü olarak etkisini sürdürüyor.

Günümüzde bile en küçük topluluk aileden başlayarak, ereklerini yalanlarla, dolanlarla gerçekleştirmek üzerine kuran yandaş ve topluluklar var ve
birlikte yalan söyleyerek bir arada ve ayakta kalmaya çalışıyorlar.

KABATAŞIN TÜRBANI


KABATAŞIN TÜRBANI

Satılmış DENGİZ

Sayın Devlet Bahçeli bu günkü başbakana yönelik konuşmasında;

“Sayın Başbakan, bu millet delikanlı adamı sever ama omuzu düşüklerden huylanır.” demiş.

Şimdi laf mı bu yani? Ey başbakan; türban, Vandallar, paralel, Haşhaşiler ve
buna benzer tekerlemeler yapıp, kendinden geçip celalleniyorsun. Oysa
BDP sözcüleri “özerklik” der durur, Apo beş yüz bin ölüden dem vurur
hiç duymazsın.

Obama’nın beyzbol sopası karşısında dut yemiş bülbülsün. İsrail Rumlarla ortak tatbikat yapıp Akdeniz’de bize meydan okur, görmezsin.. diye sorması gerekmez mi?

Soramaz çünkü aynı mahfillere o da selam duruyor. Rejisör ne rol dağıtmışsa dışına çıkılmıyor. Doğaçlama yapmaya kalkanlar Ergenekon çuvalına konup Silivri’ye tıkılıyor.

Hakkari’de bir mevsim... Pardon bu film ismiydi değil mi? Bir zamanlar yurdumuzun batısında Hakkari bu filmle anılır olmuştu. Şimdilerde ayrılıkçı terör olaylarıyla biliniyor. Yıl 1988; belediyenin yakınında bulunan bir kahveye dalıyorum.
Delikanlılar saygıyla hoş geldin komutanım deyip masalarında yer açıyorlar.
Küçük yer, herkes birbirini tanıyor ki, asker olduğumdan şüpheleri yok.
Ben de bir iskemle çekip masaya yanaşıyorum, ısmarlanan çayla birlikte
sohbet başlıyor. Uzun yıllar geçtiğinden, konunun aşiret ilişkilerine nasıl geldiğini
tam anımsamıyorum. İçlerinde eke olanı ağabey dedi;

“Sana ne kadar anlatmaya çalışsak da bizi tam anlayamazsın. Kısa bir örnek vereyim; biz burada can ciğer arkadaşlarız ama ayrı aşiretlerdeniz. Bizim aşiretler Irak’ta da yaşarlar. Onlar Irak’ta kavga etse bizler burada birbirimize selam vermeyiz.”

Ne acı değil mi? Bir başka örnek:

Tanıştığım genç adam, bizim askeri lojmanların yakınındaki ilkokulda öğretmenmiş.
Hal hatırdan sonra şehrimizi nasıl buldun diye soruyor. İnsanların çok pis ve hijyen diye bir kavramdan hiç haberli olmadıklarını anlatıyorum. Bir aydının ilk görevi halkını uyarmaktır diyorum. Utanıyor, haklısın ama olanaksız diyor. Öyle bir şey yapmaya kalksam sen benim koluma kelepçeyi vurur hapse atarsın. Çünkü uyardığım kişi
hemen gelip sana benim PKK propagandası yaptığımı söyleyecektir.

İşte Apo’nun devrimciliği, Ahmet Türk ağasının demokratlığı.
Tek görevleri Atatürk aydınlarını çaresiz bırakıp halkına ihanet etmek, emperyalizme hizmet sunmaktır.

  • İnsanları eğitmeden devrim,
    feodal ilişkiler kırılmadan demokrasi gerçekleşir mi? 

Ne Apo’nun ne de Ahmet ağanının derdi kesinlikle bu değil. Ama batıdaki insanlara özelikle de aklı bir karış havada bulunan vatansız solculara anlatamazsın.
İnsan ve yurttaşlık ilişkilerinde gerçeği aramak yerine benim aşiretim, ağam, kabilem, memleketlim, dindaşım, partim.. gibi değerleri ön plana çıkarırsan demokrasi ve
insan haklarından söz ederken birazcık yüzünüzün kızarması gerekir.

Bilinen fıkradır :

Medineli tüccar Şam’da mallarını satmış, geri dönmek üzere devesinin yularını kavramışken, birisi önüne geçip dikilmiş. Medineli sormuş, ne istiyorsun Şamlı?
Şamlı soruyla karşılık vermiş, yularından çektiğin benim devem, nereye götürüyorsun? Karşılıklı atışmalar sonra tartışma ve kavgaya dönmüş. Gürültüye halk toplanmış ve arkasından Muaviye gelmiş olay yerine? Haberi yokmuş gibi sormuş, nedir bu şamatanın aslı?

İlk önce Medineli sonra Şamlı anlatmış derdini ve devenin sahibi olduklarını iddia etmişler. Muaviye halka dönmüş;

– Eey ahali, şu gördüğünüz erkek deve Medinelinin midir, Şamlının mıdır?
Kalabalık hep bir ağızdan “Şamlınındır efendim” demişler! Şamlı deveyi çekip götürürken Medineli ağlamaklı çaresiz kalmış orta yerde. Kendince iç çekerek düşünüyormuş,

– Ey Muaviye senin adaletin bu mu?

Muaviye gülerek yaklaşmış,

– Bak Medineli; o dişi devenin senin olduğunu biliyorum. Git Ali’ye de ki;
Muaviye’nin Şam’da dişi deveye erkektir diyen on bin tane adamı vardır.

Kıssadan hisse; başbakanınız yalan olduğunu bile, bile camide içki içildi, Kabataş’ta türbana saldırıldı diye tepiniyor. Dinsel ve feodal ilişkilerden iktidarına payanda arıyor. Kusura bakmayın ve kendinizi kandırmayın; bu kumaştan ne demokrasi,
ne de insan hakları adında elbiselik çıkmaz.

Yalnızca ülkeye ve millete yazık olur.
Tek çıkar yol, Atatürk’de birleşenlerin iktidarıdır.

MUSTAFA KEMALİN ASKERLERİYİZ!
satilmisdengiz44@gmail.com
19-02-2014

Barış DOSTER : ABD’nin Zayıflamasının Sonuçları


ARŞİVİMİZDEN…

ABD’nin Zayıflamasının Sonuçları

PORTRESİ

Doç. Dr. Barış DOSTER

ABD’nin inişte olduğunu, bizzat bu ülkenin en seçkin diplomasi, ekonomi ve strateji uzmanları görüyorlar. Ama Türkiye göremiyor. Oysa dünyanın gördüğünü bir de Türkiye görse, neler olmaz ki? ABD’nin zayıflaması, dünyayı rahatlatır. Onun koruyucu şemsiyesi altında yaşayıp, sağa sola sataşan, saldıran İsrail başta olmak üzere Gürcistan’dan Ermenistan’a, Güney Kore’den Körfez’deki Arap ülkelerine dek pek çok ülke, kendilerini daha savunmasız, daha az güvende hissederler.

Bu nedenle saldırganlıktan vazgeçerler. Bu durum bölgesel tedirginlikleri azaltır. Zayıflayan, içe kapanan ABD, dünya jandarmalığını bırakır. Bu da bölgesel işbirliği arayışlarını güçlendirir, ittifakları hızlandırır. ABD’nin kışkırttığı, zemin hazırladığı, desteklediği etnik, dinsel, mezhepsel, bölgesel anlaşmazlıklar, çatışmalar, ABD destekli darbeler ortadan kalkarsa, pek çok ülkede istikrar artar. Savunma ve güvenliğe ayrılan bütçeler yatırıma, eğitime, sağlığa, bilim ve teknolojiye yönelir. Toplumsal refah yükselir. Gelir dağılımı adaletsizliği, bölgeler arası gelişmişlik farkı azalır, demokrasi, katılım güçlenir.

Batı, yalnızca siyasal olarak değil, iktisadi olarak da gerilemektedir.

  • ABD ekonomisi iyi değildir. 

Aynı durum Euro bölgesi için de geçerlidir. Beklenen, umulan toparlanma bir türlü gerçekleşmemiştir. Fransa, Yunanistan gibi ülkelerdeki seçim sonuçları da halkın ekonomik gidişata olan öfkesini yansıtmıştır. Yüksek kamu borcu olan ülkelerde halk, kemer sıkmayı öneren sosyal demokrat ve liberal partilere karşı öfkelidir. AB içinde zengin kuzey ve yoksul güney ülkeleri arasında ayrışma yaşanmaktadır. Güçlü ve eski üyeler ile zayıf ve yeni üyeler arasındaki uçurum derinleşmektedir. AB’nin en güçlü ülkesi olan Almanya’da bile, birliğin geleceğine olan güven ve Euro’ya duyulan sadakat azalmaktadır. Almanların bir bölümü para birimi olarak mark’a dönmeyi konuşmaktadırlar.

Euro’nun varlığını korumak için bu kadar büyük sıkıntılara katlanmanın gerekli olup olmadığını tartışmaktadırlar. Sokaktaki Alman, AB üyesi ülkeler arasındaki dengesizliğin, uçurumun, sıklet farkının maliyetine daha fazla katlanmaya karşıdır.
Dolar ve Euro, yani dünyanın en yaygın iki para birimi üzerinde kara bulutlar dolaşırken, başta Çin olmak üzere milli, halkçı, devlet güdümlü, planlamacı ekonomiyle öne çıkan ülkeler, kendi ulusal para birimleriyle ticareti yaygınlaştırmaktadırlar. Çin, pek çok ülkeyle, ticarette ulusal para birimlerinin kullanılması için anlaşmalar yapmıştır.

İnişte olan ABD’nin, yakın – uzak coğrafyalardaki siyasi, iktisadi, askeri varlığına, hatta işgallerine karşın, Çin ve Rusya’nın, bu haldeki bir ABD’nin liderliğinin sürmesine daha uzun yıllar razı olmaları beklenemez. İkisinin de, ABD’nin tek süper güç ve dünya lideri olarak devam etmesine de, eşitler arasında birinci güç olmasına da güçlü itirazları vardır.  Nitekim Rusya, razı olmayacağını ilan etmiştir. Yakın bölgesinden başlayarak bu yönde adımlar atmaya başlamıştır. 2008 Ağustos ayında Gürcistan ile Rusya arasında yaşanan savaşı ABD ile Rusya arasındaki bir gerilim olarak yorumlamak gerekir. Bu durum, inişte olan ABD’nin bu yeni duruma kolayca boyun eğmeyeceğinin göstergesi olduğu kadar, Rusya’nın da yeni, çok kutuplu bir dünya düzeni istediğinin kanıtıdır. Çin çok kutuplu dünyanın gerekliliğinden bahsetmektedir. Afrika’da yumuşak gücünü devreye sokmuştur. Askeri gücünü geliştirmektedir. Zamanın kendi lehine işlediğinin farkındadır.

  • Pekin ve Moskova hem kendi aralarındaki ilişkiyi,
    hem öbür ŞİÖ ve BRICS ülkeleriyle olan ilişkilerini güçlendirmektedir.
  • Çin 2025 en geç 2030 yılında dünyanın en büyük ekonomisi olacaktır. 

2020’de dünyada yalnızca gelişmiş ülkelerin değil, BRISC ülkelerinin de sözünün
daha çok geçeceği öngörülmektedir. Çin ve Rusya, AB’nin lokomotifi olan Almanya ile ilişkilere özel önem vermektedir.

Son yıllarda ise ABD karşıtlığıyla öne çıkan Latin Amerika ülkeleriyle de yakınlaşmaktadır.

Bu ataklarında Rusya enerji zenginliğini, Çin ise mali gücünü dış politika kartı olarak kullanmaktadır.

Dış şoklara karşı kırılgan, özellikle enerji açısından dışa bağımlı olan Çin, bu sorunlarını gidermek için önemli adımlar atmaktadır.

ABD’nin İran ve Suriye’yi silahla tehdit etmesi, Asya’da anti balistik bir füze savunma sistemi kuracağını açıklaması, Malatya Kürecik’e füze kalkanı radarı yerleştirmesi, Avustralya’ya yeni füze savunma sistemleri konuşlandırması, Filipinler’den deniz üssü istemesi, Güney Kore, Japonya, Afganistan’daki askeri varlığı, zayıflamakta olduğunu kabullenmekte güçlük çeken bir süper gücün fotoğrafıdır.

Çok kutuplu bir düzene kesinlikle karşı olan ABD, Rusya ve Çin’in kendi liderliğine rıza göstermelerini sağlamak için dünyayı “Ben olmazsam, kaos olur” diyerek tehdit etmektedir. Ancak bu nafile bir çabadır. Zira Moskova ve Pekin arasındaki yakınlaşma, artan silah ticareti, yapılan ortak askeri tatbikatlar önemlidir.

Rusya, silah harcamalarında İngiltere ve Fransa’yı geçip, ABD ve Çin’in arkasından üçüncülüğe yükselmiştir. Yılda en az 250 milyar dolar hacmi olduğu bilinen Ortadoğu silah pazarının büyük oyuncularındandır. Almanya, Çin-Rusya yakınlaşmasını yakından izlemekte, kendisi de bu iki ülkeyle yakınlaşmaktadır.

Türkiye, ABD’nin zayıflamasından en olumlu etkilenecek ülkelerdendir. Öncelikle,
Irak ve Suriye örneklerinde görüldüğü gibi, kriz bölgelerine müdahale gücü olmaktan kurtulur. Batının dilindeki “güvenlik tüketen değil, güvenlik üreten ülke” pozisyonundan sıyrılır. Daha açık söylemek gerekirse, George Soros’un dediği gibi, “en iyi ihraç malı ordusu olan” bir ülke görünümünden çıkar. Kısacası, Mehmetçiğin kanını satmaz.
Oysa şimdiki halde vatan toprakları parayla satıldığından, bu gidişle uğrunda ölecek toprak yani vatan kalmayacaktır. Türk askeri de emperyalistler için ölecektir. Çünkü Türkiye’nin bu görevini tamamlayan bir diğer görevi daha vardır. O da, bölgesel bir güç olan ve Avrasya jeopolitiğinde ABD’nin en amansız muhalifi olarak öne çıkan İran’ı dengelemektir.

Günümüzde Türkiye hem Ortadoğu’da İran’ı dengelemek adına, hem de bu ülkeye ve Sünni Araplara ılımlı, uyumlu, ABD destekli İslam’ı model olarak sunmak adına
Batı açısından kullanılmaktadır. Bu rol, BOP’taki görevinin gereğidir.

Türkiye, bu görevini eksiksiz yapabilsin diye ABD denetiminde İsrail’le danışıklı dövüş oynamış, iyi polis – kötü polis oyununu sahneye koymuştur. Mısır başta olmak üzere Arap dünyası, özellikle Körfez ülkeleri bu konuda Türkiye’ye bir süre için yardımcı olmuşlardır. Dışa bağımlı Türk ekonomisine Körfez ülkelerinden sıcak para gelmesinin nedenlerinden biri de budur. Arapların Türkiye’ye büyük miktarda para getirmesi, sadece iktidarla olan düşünsel yakınlıklarına dayanmaz. Türkiye’nin “hızlı büyüyen istikrarlı ekonomi” olmasıyla da açıklanamaz.

Türkiye, ABD nezdinde stratejik ortaklıktan model ortaklığa geçerken, İran’ın Şii hilaline karşı Sünni blok oluşturma görevini de üstlenmiştir. Ancak, komşularla sıfır sorun politikası çökmüştür. Suriye’yle ilişkiler gergindir. İran’a karşı füze kalkanı konuşlandırılmıştır. Ülkesinin bütünlüğünü ve bölge merkezli politikaları savunan Irak başbakanı Maliki’yle ilişkiler soğuktur. İran ve Rusya, füze kalkanı radarını tehdit olarak gördüklerini defalarca açıklamışlardır. Irak, Türkiye’nin düşmanca davrandığını belirtmiştir. Suriye ise Türkiye’yi emperyalizmin taşeronluğunu yapmakla suçlamıştır.

  • Kısacası, dünyadaki gelişmeleri görememenin bedelini Türkiye çok ağır ödemektedir. (15 Haziran 2012 – İlk Kurşun )

===============================

Dostlar;

Yetenekli ve birikimli, yurtsever genç akademisyen Doç. Dr. Barış Doster’den çok değerli bir yazı..

Arşivimizden aktardık.. Yeniyıl armağanı gibi..
Dün bu yazının öncülünü yayımlamıştık..

Teşekkürler sevgili Barış..

Sevgi ve saygı ile.
02.01.14, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

Doç. Dr. Barış DOSTER : ABD’den Teşhisler, Tespitler, Tehditler..


ARŞİVİMİZDEN….

ABD’den Teşhisler, Tespitler, Tehditler..

PORTRESİ

 

Doç. Dr. Barış DOSTER

 

Zbigniew Brzezinski, ABD dış politikasının değişmez akıl hocalarındandır.
Türkiye’de de özellikle “Büyük Satranç Tahtası” adlı kitabıyla, yakından tanınır. Bülent Ecevit’in, TÜSİAD’ın 1980 öncesinde CHP iktidarı aleyhine verdiği gazete ilanlarının arkasında, Brzezinski’nin TÜSİAD’a yaptığı telkinlerin olduğunu düşündüğü bilinir. Kısa süre önce “Stratejik Vizyon” (Timaş Yayınları, 2012, İstanbul) adlı kitabı çıkan Brzezinski’nin ABD’de verdiği bir konferansı izleyen iktisatçı, Milliyet yazarı
Prof. Dr. Güngör Uras, onun ABD’nin ve dünya siyasetinin geleceği hakkındaki saptamalarını birkaç gün boyunca köşesine taşımıştı. Kitabı ve bu saptamaları
Doğu Perinçek ve Mehmet Ali Güller de Aydınlık’taki köşelerinde işlemişlerdi.
Hem “Stratejik Vizyon” kitabından, hem de Brzezinski’nin Sabancı Holding’in davetiyle verdiği konferanstan izlenimlerini aktaran Güngör Uras’ın yazılarından
özet yapacak olursak, Brzezinski şöyle düşünüyor:

Brzezinski’nin saptamaları 
 
“Batı, dünyadaki politik dinamikleri belirlemede birkaç 10 yıldır giderek düşüşe geçmiştir. Güç doğuya kaymaktadır. Batıdaki çöküşün işaretleri güçlüdür. Önlem alınmazsa çöküş kaçınılmazdır. Ama şu an için çökmemiştir. Politik ve ekonomik sorunları vardır, ancak çözümsüz değildir.
ABD’nin dünya liderliği biterse, onun yerini alabilecek bir süper güç henüz yoktur.
ABD liderliğinden yoksun bir dünya, çok daha kaotik olabilir. Çatışmalar yaygınlaşabilir. Bunu önlemek için ABD yeniden toparlanmalı, Avrupa’nın güvenliğini sağlamalı, Avrupa da canlanıp, etkili hale gelmelidir. ABD Çin başta olmak üzere yükselen Asyalı güçlerle hem onları dengeleyecek, hem de karşılıklı anlayışı geliştirecek sürdürülebilir bir ilişki kurmalı, Çin, Japonya ve Hindistan arasında uzlaştırıcı rol oynamalıdır. Özellikle de Çin ile olan bağlarını güçlendirmeli, dengeli bir ilişki kurmalıdır. 
 
Geçmişte ABD, dünya liderliğini sürdürmek için Avrasya’ya, Ortadoğu’ya şekil vermek zorunda kalmıştır. Dünya nüfusunun ve enerji kaynaklarının dörtte üçüne, dünyada yaratılan gelirin yüzde 60’ına sahip olan bölgede ABD’nin küresel liderliği, Avrasya ve Ortadoğu’daki hakimiyetini ne zamana dek, ne ölçüde güçlü biçimde sürdüreceğine bağlıdır. Küresel süper güç olarak ABD’nin görevi, Avrupa, Asya, Ortadoğu’daki anlaşmazlıkları, başka güçlerin ortaya çıkarak ABD’nin çıkarlarını zorlaştırmasına izin vermeden çözmektir.

ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulamasında dirençle karşılaşmıştır. Irak’ı işgal etmesi de hatadır. Çözüm AB’nin parası ve ABD’nin silahıyla BOP’un sürmesidir. ABD’nin küresel rakibi yoktur, yakın vadede de olmayacaktır. Ama yine de düşmanlarından gelen tehditlere fazlasıyla açıktır. Bu rakipsizlik, ABD’ye yönelik nefreti körüklemektedir. Bu durum ABD’yi daha endişeli, daha içe kapalı hale getirebilir.

Temel soru ABD’nin dünya hakimi mi yoksa dünya lideri mi olacağıdır. ABD Batılı güçleri bir araya getirip, daha büyük bir Batı yaratırsa ancak Çin’i dengeleyebilir. Daha büyük Batı, Türkiye ve Rusya’yı da içerir ve bu iki ülkeyle yakın işbirliği şarttır. Onların Batının parçası olması Batıya katkı yapar. Çünkü Türkiye NATO’da ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’dan sonra en önemli ülkedir. İran’a model olabilir. Ortadoğu için denge unsurudur. Avrupa’nın güvenliği açısından önemi büyüktür. Soğuk Savaş ve sonrasında Türkiye NATO üyesi olarak önemli rol üstlenmiştir. Günümüzde de enerji güvenliği açısından önemi artmıştır. Rusya ise çelişkiler ülkesidir ve temel sorunu demokrasi eksikliğidir.

ABD’siz bir dünya kargaşaya sürüklenir..

Ekonomik bunalım, ABD’nin iktisadi ve siyasi konularda sağlıklı karar alma ve uygulama gücünü zayıflatmıştır. Bu durum ABD’yi daha milliyetçi, içe dönük, paranoyak, başka ülkelere karşı duyarsız, onları korumada isteksiz kılabilir. Dünya ABD sonrasına hazır değildir. Hiçbir ülke onun boşluğunu tek başına dolduramaz. ABD tökezlerse, dünya yeni bir paylaşım sürecine girer. ABD’nin yerini kimin alacağı arayışları başlar. Küresel ve bölgesel rekabet, ülkelerin kendi aralarında cepheleşmesi, milliyetçilik, köktendincilik, demokratik yapıdan otoriter yapıya geçişin önünü açar. Büyük bölgesel güçler, çevrelerindeki zayıf ülkeleri kendi sınırları içine alırlar.

Örneğin; Rusya, bağımsızlığına kavuşan eski cumhuriyetleri şemsiyesi altına alır. Brezilya Güney Amerika’da, Türkiye eski Osmanlı coğrafyasında siyasal yapıyı şekillendirme arayışına girerler. Bugünkü dünya düzeni altüst olur. Onun liderliğini devralabilecek en güçlü aday olan Çin bile henüz dünya liderliğine hazır değildir…”

Gelelim bizim saptamalarımıza…

Brzezinski’nin, ABD’ye ilişkin saptamalar yaparken, aba altından sopa göstermesi, dünyayı diplomatik bir dille tehdit etmesi, ABD’nin içine düştüğü durumu açıklamaktadır. ABD, Çin’i şimdilik dünya liderliği için hazır bulmasa bile, hazırlandığını bilmektedir.Brzezinski’nin Çin’in,
“ABD’nin hızla çökmemesi için dua ettiğini” yazması bile,
bunun kanıtlarından biridir. 
Afganistan’a, Irak’a, geçmişte Kore’ye, Vietnam’a saldırırken kimseye hesap vermeyen ABD, Rusya’nın, eski Sovyet coğrafyasına yerleşeceğinden endişe etmektedir. Bu endişesini de, kendisini “
özgürlüğün koruyucusu” olarak konumlandırıp, tanıtırken ortaya koymaktadır.

Belli ki Washington, AB’nin geleceğinden pek umutlu değildir. Öyle ki hızla zemin kaybeden AB’yi toparlamak işini, Avrupa’nın dinamiklerinin değil de, kendisini toparlamakta zorlanan ABD’nin kotaracağını düşünmektedir. Avrupa’nın büyük güçlerinin, özellikle de İngiltere ve Almanya’nın, farklı nedenlerle de olsa, AB’ye ilişkin ortak bir gelecek tasarımından hızla uzaklaşmaları, birliğin geleceği açısından ABD’yi hayli endişelendirmektedir. Almanya’nın Rusya ile yakınlaşmasından rahatsızdır. İngiltere’nin ABD ile olan yakınlığına karşılık, Fransa’nın dünyaya daha bir AB merkezli bakması (hele de ABD güdümlü Sarkozy’yi yenip cumhurbaşkanı olan solcu Hollande’ın bu konudaki tutumu dikkate alınırsa), birliğin geleceğini kurtarmada yetersizdir.

Brzezinski’nin, “yükselen güçlerin bölgesel liderliğe oynayacağı” yönündeki saptaması, Türkiye açısından eksiktir ve çarpıtılmıştır. Çünkü Türkiye’nin, bölgesinde yükselen bir güç olduğu iddiası yanlıştır. Tersine Türkiye, komşularıyla sorunlu ve hızla yalnızlaşmakta olan bir ülkedir. Bu durumun kaynağında da ABD başta olmak üzere Batı adına kalkıştığı işler yatmaktadır.Ekonomik açıdan dışarıdan gelen sıcak paraya bağımlıdır. Artan cari açık tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Bu nedenle Türkiye’nin, eski Osmanlı coğrafyasında öne çıkma çabaları, ABD’nin BOP çerçevesinde Ankara’ya verdiği rolden ibarettir.

Nitekim bu kapsamda Türkiye ABD’nin de isteği ve desteğiyle, Sünni İslam ülkelerinin, hatta Arap devletlerinin liderliğine oynamış, ama başaramamıştır. “Komşularla sıfır sorun” politikası iflas etmiştir. Rusya ve İran’la ilişkilerinin gerginleşmesinin temel nedeni NATO kapsamında Malatya’nın Kürecik ilçesine yerleştirilen, ama asıl amacı İran’a karşı İsrail’i korumak olan füze kalkanı radarıdır. Suriye ile ilişkilerinin gerginleşmesinin nedeni, bu ülkedeki rejim muhaliflerine her türlü desteği vermesidir. Irak merkezi hükümetiyle ilişkilerinin gerginleşmesinin temel nedeni bu ülkenin iç siyasetine müdahil olması, ülkeden kaçan bir yöneticiye kucak açması, özellikle de kuzeyde bağımsızlık ilanına hazırlanan yönetimle yakın ilişki kurmasıdır. Tüm bu nedenlerle 

  • Türkiye yükselen bir bölgesel güç değil,
    tersine yalnızlaşan bir bölge gücüdür.
    (14 Haziran 2012 – İlk Kurşun )

===============================

Dostlar;

Yetenekli ve birikimli, yurtsever genç akademisyen Doç. Dr. Barış Doster’den çok değerli bir yazı..

Arşivimizden aktardık.. Yeniyıl armağanı gibi..
Yarın devamı var..

Teşekkürler sevgili Barış..

Sevgi ve saygı ile.
01.01.14, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

Muzaffer İlhan ERDOST : Millet Milliyet Cehalet


ARŞİVİMİZDEN Sizin İçin Seçtiklerimiz…

Dostlar,

Son dönemlerde ulus, millet, milliyet, etnisite, ulus devlet kavramları
çok tartışılmakta..

Türkiye bu güdümlü hengamede önce özerkliğe, sonra federalizme ve son olarak da BOP kapsamında bölünerek Büyük Kürdistan’a = Büyük İsrail’e / 2. İsraile’e sürüklenirken.

Muzaffer İlhan Erdost‘un arşivimizdeki bir yazısı gözümüze ilişti..
Bu kavramlar çerçevesinde son yıllarda okuduğumuz en doyurucu yazı olduğunu söyleyebiliriz.. Üstelik çok uzun da değil, 3 sayfa.. Keşke çoook yaygın okunsa..

Bu vesile ile, gözaltında işkence ile öldürülen İLHAN ERDOST‘un ağabeyi
Muzaffer Erdost’un kişiliğinde selamlamak isteriz.. Bilindiği gibi İlhan Erdost’un öldürülmesinin ardından Muzaffer bey, kardeşinin adını da taşımaya başladı..
Muzaffer İLHAN Erdost..

Bu önemli yazı aşağıda..

*********

Millet, Milliyet, Cehalet

portresi_kardesimi_oldurduler

 

Muzaffer İlhan ERDOST
Cumhuriyet, 22.05.2013

 

 

Geçen on yıl içinde, ABD emperyalizminin “büyük sopası” altında,
Türkiye, değil komşularına, arkadaşlarına, kardeşlerine, kendine de düşmanlaştırıldı;
ulus ve ulusallık paspas yapılmaya çalışıldı. 

Prof. Dr. Birgül Ayman Güler’in, “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir.” sözünün tartışma konusu yapıldığı bugün de belleklerde olmalı. Prof. Güler, bir bölüm medyada ırkçılıkla karalanmak istenmiş; Başbakan Erdoğan, Güler’in, “ulus ile millet kavramını birbirine karıştırdığını”, “ülkemizdeki Türk için millet, Kürt için ulus” dediğini, “millet”in Arapça, “ulus”un öztürkçe olduğunu söyleyerek, üniversite kürsüsünden, bilim adamlarını, “imam” olarak irşad eylemişti.

Oysa Prof. Dr. Güler, “Türk milleti” ile “Kürt ulusu” karşılaştırması yapmamış,
“Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir.” demiş, bir başka deyişle, “ulus” ile “milliyet”in nicel ve nitel olarak eşit olmadığını söylemişti. Erdoğan’ın söylemiyle “ülkemizdeki
Türk için millet, Kürt için ulus” denmemiş, böyle cahillikler yapılmamıştı.

Ne demek “ülkemizdeki Türk milleti” ve ne demekti “ülkemizdeki Kürt ulusu”?
Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinden ve Kürt ulusundan oluşuyorsa, bu, nasıl bir ulus
ve bu nasıl bir milletti!

İkincisi, Prof. Güler’in söyleminden ırkçılık türetilebilir miydi ve bu, Nazi ırkçılığıyla özdeşleştirilir, Güler Ayman, faşist olarak nitelendirilebilir miydi? Fahri doktora unvanını aldığı kürsüden, Erdoğan, “kendisini güçlü olarak görenin ırkını yüceltmesi ne kadar tehlikeliyse, kendisini mağdur olarak görenin de ırkını yüceltmesinin, ırkını bir ayrımcılık unsuru olarak kullanmasının o kadar tehlikeli olduğunu” söylemiş, “
Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir.” sözünden, Türk ırkının yüceltilmesi sonucunu çıkarmış, yeni “Babıâli esnafı”, bu yorumun üzerine, Hitler’in “üstün ırk” tabelasını çakmıştı.

Zavallı ülkem! Başbakanı, “millet” ile “milliyet”i aynı şey sayıyor. Kendi sözleriyle söyleyelim “içerikten haberi yok”. “Millet”in Arapça kökenli olduğunu biliyor ama, “milliyet”in “millet” olmadığını bilmiyor. Hatta “milliyet”in ayırdında bile değil.
Üstelik, ulusu ırk ile özdeşliyor.

Türk ulusu, ulus olarak kendi bünyesindeki etnik topluluklardan doğası gereği
nicel olarak büyüktür.
Ulus, nitel olarak tarihin derinliğinden gelen ve ırksal özellik, dil, inanç bakımından farklılaşan milliyetten, tarihsel bir kategori olması açısından farklıdır.

Bir ulus birimi olarak Türk ulusunun bünyesinde, Kürt etnik topluluğu, ulustan
(Türk ulusundan) sayıca, yani nicel olarak küçüktür söyleminden, Kürtleri, “mağdur” bir ırk olarak ve sayıca çok olması açısından, Türkleri ırk olarak yüceltmek anlamı çıkarılabilir mi? Ulus, bir ırk topluluğu mudur? Irkların birliğinden mi oluşur?
Ulus, birbirinden farklı uluslardan mı oluşur? Yoksa Türk milliyeti ile Kürt milliyetinden mi oluşur, yani milliyetlerin ortak birliği midir?

Ulus’un tarihsel bir kategori olduğu bilinir. Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun’da, ulus’un, toplumların gelişmesinin belirli dönemlerinde, özellikle kapitalizmin şafak vaktinde oluşmaya başladığını belirtir ve Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliği.” olarak tanımlar.

Ulusun oluşum süreci

Ben, Ulus, Uluslaşma, Demokratikleşme’de, ülkemize uyarlayarak, ulusun oluşum sürecini ve niteliğini açımlamaya çalışmıştım:

  • Ulus, bireylerin, belirli sınırlar içinde, boy gibi, kabile ve aşiret gibi birliğe kan bağıyla bağlı olmaktan; köleci ve feodal birliğe bedensel bağlılıktan (bağımlılıktan), tarikat, mezhep, din gibi bir birliğe inançsal bağlarla bağımlı bulunmaktan, toplumsal ölçekte kurtulmalarının, yani özgür bireyler durumuna gelmelerinin maddi temelini oluşturan ekonomik bütünleşme üzerinde, siyasal olarak örgütlendiği birliktir.”

Kısacası Ulus; boy, soy, kabile ya da aşiretlerin, feodal ve yarı-feodal birimlerin, tarikat, cemaat, mezhep ve dinlerin birliği değil; geleneksel bağlardan ve bağımlılıklardan kurtulmuş özgür bireylerden oluşan, ekonomik temel üzerinde, siyasal örgütlenme biçimidir.

  • Ulus, eşit ve özgür yurttaşların birliğidir.

Toplumların gelişme düzeyine, tarihsel ve toplumsal konumuna göre farklı biçimler alır,
insanlığın gelişme sürecinde temel öğeler kalmakla birlikte, sürekli değişir.
Bu değişme, ileriye doğrudur.

Rahatsızlık neden?

Ulusun oluşmasında, tarihsel süreç açısından bir ya da birkaç kavim öncü rol oynayabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında, bin yıla yaklaşan süreçte devlet kurmuş, imparatorluk olarak etnik bakımdan olduğu kadar, din ve mezhep bakımından birbirlerinden farklı, hatta birbirlerine hasım toplulukları bir arada yönetmiş bir imparatorluğun bünyesinde oluşan ve gelişen kadrolarının, işgal edilmiş öz yurdunu kurtaran Türklerin, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olmaları ve onların bu devlete “Türk Devleti” adını vermiş olmaları, kimi, niçin rahatsız ediyor!

Kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti, yalnız Türk kavminden gelenlerin değil, kimi araştırmacıların 50’nin üstüne çıkardığı birbirinden farklı kavimlerin birliğinden oluşur. Ama soy, kavim, etnik topluluk, aşiret, kabile, beylik olarak değil; toprak sahibine, aşiretine, tarikatına bağlı ve bağımlı olsa da varsayımsal olarak, yani yasa açısından özgür ve bu anlamda eşit yurttaşlar olarak ulus birliğini oluştururlar.

Etnik adlandırma, çok dikkat edilsin, Türk etnisitesinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalacak olan öteki etnik toplulukları ya da bireyleri baskılama anlamında değil, bütün üyelerinin eşitlendiği, etnik adlarını koruyarak, ama bir etnik topluluğun değil ulusun üyesi Türk olarak adlandırılırlar. Kimliklerinde, etnik kimlikleri değil, ulusun üyesi kimliğini taşırlar.

Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze, örnek alınan Batı Avrupa’da uluslar, ulusu kuran öncü kavmin adıyla adlandırıldılar. Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan ulusu gibi.
Ama hiçbiri saf ve tek bir ırktan, etnisiteden oluşmuyordu. 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan, emperyalist paylaşımdan pay almak şöyle dursun, bu emperyalist devletler tarafından paylaştırılan Almanya, Nazi Almanyası olarak, üstün ırk kuramını, faşizmin
ve faşist yayılmacılığın kaidesine oturttuğu zaman, Türkiye’de, aynı anlamda, ırk üstünlüğünü esas alan eğilimler kitleselleşmeye başlamıştı.

Türk Ocakları, Mussolini’yi kılavuz olarak bayraklaştırmak istedi.
Kemal Atatürk, kurduğu Türk Ocakları’nı kapattı, ulus kültürünün kadrolarını, köyde, kasabada, kentte oluşturacak Halkevleri’ni kurdu.

Atatürk’ün sözleri

Irk ayrımcılığı söz konusu olduğunda, özellikle üstün ırk kuramına dayalı olarak Hitler ve Mussolini’nin Kuzey Afrika’daki vahşetlerini gördüğü zaman,

  • “Bu hayvanların dünyasında yaşamış olmaktan utanç duyuyorum!”
    diyen Kemal Atatürk,

Diyarbakır’da yayımlanan Diyarbekir gazetesinin sahibine Dolmabahçe Sarayı’nda verdiği demeçte;

  • Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.” (Cumhuriyet, 5.10.1932) söylemiyle,

yalnızca ırkçılığı değil, ırk ayrımcılığını da yadsımıştı. Irkları coğrafya ile adlandırarak, hepsini aynı ırkın, aynı cevherin parçaları olarak nitelemiş, yalnızca ırkçılığı değil,
“üstün ırk” kuramını da tarihin hurdalığına atmıştı.

Ulusa gelince; ulusun üyelerini, Türkiye Cumhuriyeti’ne yurttaşlık bağıyla bağlı olanları Türk olarak nitelerken, “etnik kökeni Türk olanlar Türktür” demedi. Çünkü ulus, etnik toplulukların etnik özelliklerinin birliği değil, özgür bireylerin yurttaşlık bağıyla bağlı olduğu ulusun üyeleridir.

Ulus ne tek bir etnik topluluğun ulus adını almasıdır, ne de etnik toplulukların koalisyonudur.

  • Ulus; etnik özelliklerin silindiği yeni, siyasal, toplumsal ve ekonomik açıdan
    modern bir birimdir.

1990’da İnsan Hakları Derneği Ankara Şube Başkanı olduğum dönemde yazdığım “Ulus, Uluslaşma, Demokratikleşme” de, ulusun ileriye ve geriye doğru birbirine karşıt iki yönelimine değinmiş, şunları yazmıştım:

– “Bugün, ‘ulus’ birliği (birimi) içinde etnik gibi, dil, din, mezhep gibi farklılıkları
geriye doğru derinleştirerek karşıtlığa ve dolayısıyla düşmanlığa dönüştürmek de;
bu farklılıkları geçmişten gelen özellikler ve zenginlikler olarak algılayarak
insanlığın gelişmesinin dinamiğine dönüştürmek de olanaklı.”

Geçen on yıl içinde, ABD emperyalizminin “büyük sopası” altında Türkiye;
– değil komşularına, arkadaşlarına, kardeşlerine,
– kendine de düşmanlaştırıldı;
– ulus ve ulusallık paspas yapılmaya çalışıldı.

Emperyalist kuşatmaya ve köleleştirmeye karşı ulus olarak varlığını ve bağımsızlığını korumanın büyük duvarı “ulusal”lığı paspas yapmaya kalkışanlar, ABD’nin “büyük sopası” sırtlarında, ulusu paspas yapanlar, ulusu ulus olarak çiğnemeye yeltenenler, unutulmasın, ulusun paspası olmaya er ya da geç yargılıdırlar.

TÜRKİYE’Yİ BÖLDÜRTMEYECEĞİZ


TÜRKİYE’Yİ BÖLDÜRTMEYECEĞİZ

Erdoğan Gökçe

2004 yılından beri  Türkiye’yi parçalayacağını ve Diyarbakır’ı Ortadoğu’nun yıldızı yapacağını söyleyen Tayyip Erdoğan, bu  amacına ulaşmak için yeni bir hamle daha yaptı! Diyarbakır’a davet ettiği Amerikan kuklası Barzani’nin ayağına gitti.

Sıradan bir aşiret liderini, “devlet başkanı” gibi karşıladı. Barzani’yi mi kendi seviyesine çıkardı yoksa kendisini mi o seviyeye düşürdüğü ayrı bir tartışma konusu.
Ama şurası gerçek ki; ABD talimatlarıyla hareket eden Tayyip Erdoğan,

  • Türkiye’nin parçalanması konusunda önemli bir hamle yaptı.

– İlk kez, Irak’ın kuzeyinden “Kürdistan” olarak bahsetti.
– “Diyarbakır’ı bölgenin kutup yıldızı- yani Irak, İran, Suriye ve
Türkiye “Kürdistan”ı’nın başkenti yapacağını söyledi.

– PKK’ya genel af çıkaracağını, dağdaki teröristlerin inmeleri için
her türlü kolaylıkları sağlayacağını söyledi…

– “Bu daha başlangıç” diyen Tayyip Erdoğan, “Diyarbakır değişirse
Irak ve Suriye de değişir” dedi.

– Yani, Türkiye’de bir Kürt Federasyon kurulursa
Irak ve Suriye’de kurulması kolaylaşır.. demeye getirdi.

Tayyip Erdoğan’ın son zamanlarda diline doladığı Yeni Türkiye söyleminin
anlamı bu!

ABD’nin yayınladığı BOP haritasına baktığınızda,
BOP eşbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın söyleminin ve eyleminin ne olduğu daha iyi anlaşılır.

Evet, ABD’nin sıkıştırdığı Tayyip Erdoğan bunları yaparken,
Meclis’teki ana ve yavru muhalefet ne yapıyor?
Biri, milletin gazını almaya, öbürü de desteğini sürdürmeye devam ediyor.

Peki bu durum karşısında  ayağa kalması ve milleti de ayağa kaldırması gereken gerçek Atatürkçülerle gerçek milliyetçiler ne yapıyor?

Gerçek Atatürkçülerin çoğu ayakta da gerçek milliyetçilerden öyle belirgin ve
örgütlü bir tepki görülmüyor henüz.

  • Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra dağı kadar Müslüman olanlar hani nerdeler?

“Ya sev ya terk et” diyerek, kendini en büyük milliyetçi ve vatanın gerçek sahibi sananlar! Nerdeler?

Ama Türk milleti ayakta!

Vatanı böldürmeyeceğiz!

Büyük ülkelerin büyük liderleri Ankara’ya Atatürk’ün ayağına gelirdi. Tayyip Erdoğan ise Diyarbakır’a, Amerikan kuklası bir aşiret liderlerinin ayağına gidiyor. Daha düne kadar Türk pasaportuyla gezen ve subaylarımıza ‘komutanım’ diyen, postal yalayıcısı birinden medet umuyor.

Tayyip Erdoğan’ın içine düştüğü durum işte bu!

AKP, PKK, Barzani ittifakı şarkılı, türkülü törenlerle Türkiye’yi parçalamak için
yeni hamleler yapsalar da, sonuçta yenilmeye ve kaybetmeye mahkumlar.

Çünkü o çok güvendikleri ve kucağına sığındıkları ABD çöküyor.

Çünkü AKP iktidarı çöküyor, Kürt halkı PKK’ya itibar etmiyor,
Barzani kendi bölgesinde zor durumda.

Bakın, Diyarbakır gibi bir ilde, İbrahim Tatlıses ile Şıvan Perver bir konser vermeye kalksa, inanın 100-150 bin insan toplanır o miting yapılan meydana.
Oysa AKP-PKK Barzani ittifakının yanına bir de Tatlıses ve Perver eklendiği halde, meydandaki kalabalık 40 bini geçmez.

Kaldı ki  “VATANI BÖLDÜRMEYİZ” Türküyle Kürdüyle TÜRK MİLLETİ ayakta!

Haziran eylemleri devam ediyor.

Sadece bir günde ve Ankara halkından Atatürk’ün huzuruna çıkan insan sayısı
1 milyon! Bir de 10 Kasım günü saat 9’u 5 geçe Ata’ya saygı duruşunda bulunan
insan sayısını bir düşünün.

Denizde boğulurken kurtulmak için birbirlerine sarılanlar gibi karada kaybedenler de birbirlerine tutunarak kurtulmaya çalışıyorlar. Diyarbakır’daki ittifakın diğer anlamı budur.

Irak, İran, Suriye ve Türkiye kazanmaya, AKP-PKK ve Barzani kaybetmeye başladı.

AKP yıkıldığında ve Milli Hükümet kurulduğunda,
bölgemize yeninden huzur ve barış gelecektir.

Devlet Bahçeli ve Özellikle de Kemal Kılıçdaroğlu!

AKP’ye yandaşlık yapmaktan, bölücülerle ve cemaatlerle ittifak yapmaktan vazgeçmeli, bir an evvel ayağa kalkan Türk halkının önüne düşmeliler.

Aksi taktirde kaybedenlerin kaderine ortak olurlar.