Kategori arşivi: Hekim Saltık

SAĞLIK ÇALIŞANLARINDA İŞ KAZALARI VE MESLEK HASTALIKLARINA YAKLAŞIM SEMPOZYUMU

Dostlar,

SAĞLIK ÇALIŞANLARINDA İŞ KAZALARI VE MESLEK HASTALIKLARINA YAKLAŞIM
SEMPOZYUMU”

18-19 Ekim 2014 günlerinde İstanbul’da yapıldı.

Sağlık Çalışanlarının Sağlığı Çalışma Grubu etkinliği üstlendi (www.saglikcalisanisagligi.org).

DÜZENLEYEN KURUMLAR aşağıdaki gibiydi :

ANESTEZİ TEKNİSYENLERİ VE TEKNİKERLERİ DERNEĞİ (ATTD)
DEVRİMCİ SAĞLIK İŞ SENDİKASI (DEV SAĞLIK İŞ)
SAĞLIK VE SOSYAL HİZMET EMEKÇİLERİ SENDİKASI (SES)
TÜRK DİŞ HEKİMLERİ BİRLİĞİ (TDB)
TÜRK EBELER DERNEĞİ (TED)
TÜRK ECZACILARI BİRLİĞİ (TEB)
TÜRK HEMŞİRELER DERNEĞİ (THD)
TÜRK MEDİKAL RADYOTEKNOLOJİ DERNEĞİ (TMRT-DER)
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ (TTB)
SEMPOZYUM SEKRETERLERİ

Meslektaşımız Dr. Hasan Oğan, Sağlık Çalışanlarının Sağlığı Çalışma Gurubu
Genel Koordinatörü olarak çalışmayı yayına hazırladı,
TTB (TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ) basımını gerçekleştirdi.

Sağlık Çalışanlarının meslek hastalıkları ile iş kazaları tıbbi ve hukuksal boyutlarıyla incelendi.

Bir de anket eklendi : SAĞLIK ÇALIŞANLARINDA MESLEKİ RİSKLERİN
DEĞERLENDİRİLMESİ ANKETİ..

ÇALIŞMA GRUP RAPORLARI yapıtı daha da varsıl ve değerli kıldı.

83 sayfalık bu değerli çalışma geçtiğimiz günlerde sanal ortamda da paylaşıldı.

Emek verenlere çoook teşekkür ederek; sağlık çalışanlarına da sağlıklı – güvenli çalışma ortamları dileyerek raporu aşağıda sunuyoruz. İndirmek için lütfen tıklar mısınız??

SAGLIK_CALISANLARININ_SAGLIGI_SIMPOZYUM_KITABI_2014

Unutulmasın; Avrupa Sosyal Şartı” (European Social Chart) md. 3,
“Tüm çalışanların sağlıklı ve güvenli çalışma ortamı hakkı olduğunu” kurala bağlamaktadır.

Sevgi ve saygı ile.
24.03.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Öcalan’ın Nevruz mesajının düşündürdükleri


Öcalan’ın Nevruz mesajının
düşündürdükleri

Portresi_ATA_ile

Onur Öymen

 

 

İktidar çevreleri ve basının büyük bir bölümü tarafından merakla beklenen
Öcalan’ın Nevruz mesajı açıklandı.

Bu mesajda dile getirilen görüşler, iktidar partisi ve onu destekleyen çevrelerce olumlu karşılandı. Şimdi herkes Öcalan’ın sözlerinin ne anlama geldiğini yorumlamaya çalışıyor.
Oysa mesaj açık ve ana hatları şöyle:

-Emperyalist kapitalizmi suçluyor. Demek ki, PKK anti-emperyalist bir örgütmüş.
Peki o zaman, kollarında ABD bayrağıyla Kobani’ye gitmek için Güneydoğu Anadolu’dan geçenleri “Biji Obama” diye selamlayanlar hangi örgütün destekleyicileriydi?

PKK’yla son zamanlarda kader birliği yapan Barzani’nin bağımsız Kürt devleti kurulacağı yolundaki demecine ilk desteği veren İsrail Başbakanı Netehyahu da anti-kapitalist bir ülkenin başbakanı mıydı?

Etnik ve dinsel farklılıkların anlamsız ve acımasız kimlik savaşlarıyla tüketildiğini,
vicdani değerlerinin buna izin vermediğini söylüyor.
Bu acımasız terör saldırılarını düzenleyerek 40 bin kişinin ölümüne sebep olanlar kimlerdi?

Kırk yıllık mücadelenin boşa gitmediğini söylüyor.
Demek ki, yaptıklarından ve on binlerce insanın yaşamına mal olan eylemlerden
pişmanlık duymuyor. Bunların yanlış olduğunu kabul etmiyor.

On maddelik AKP – PKK bildirgesinin yaşama geçirilmesini istiyor ve ancak bu ilkelerde uzlaşma olursa bir kongre yapılmasını gerekli görüyor. Varılan mutabakat Parlamentoda ve İzleme Heyetinin oluşturacağı Hakikat ve Yüzleşme Komisyonunda onaylanacak, ondan sonra kongre toplanacakmış.

Yani terörü kayıtsız şartsız bitirme kararı yok.

Koşullu bir uzlaşma önerisi var.
Bütün bu koşullar yerine getirilirse Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı eylem yapılmayacağı Kongrede kararlaştırılabilirmiş!

Yani “Terör örgütünü feshedeceğiz, bütün silahları her yerde gömeceğiz, artık hiçbir koşulda teröre başvurmayacağız!” demiyor.

Öyle anlaşılıyor ki, bütün koşullar yerine getirilse bile, Türkiye’ye komşu coğrafyada
silahlı varlıklarını sürdürecekler ve beki de kurulması öngörülen Bağımsız Kürt devletinin Peşmergelerle birlikte silahlı ögelerinden biri olacaklar, bu gün yaptıkları gibi gerektiğinde onlarla birlikte savaşacaklardır.

Peki bu koşullarda anlaşma olmazsa ne olacak?

Bu ifadenin doğal sonucu terör, onların koşulları kabul edilinceye dek sürecektir.

-Yeni dönem eşit anayasal yurttaşlık temelinde oluşturulacakmış.
Bu ifade, 1924 yılından beri anayasalarımızın temel maddelerinden olan,

etnik ve dinsel kimliği ne olursa olsun bütün vatandaşlarımızın Türk milletinin
bir parçası olduğu
anlayışına ters düşüyor.

Yani Türk hükümeti uzlaşmak istiyorsa, milli birliğimizi oluşturan bu temel anayasa hükmünden vaz geçecek.

Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkanların bunu kabul etmesi mümkün mü?

-90 yıllık Cumhuriyet tarihi çatışmalarla dolu geçmiş diyor. Oysa tarihimizin en uzun barış dönemlerinden biri o 90 yıldır. O dönemdeki kimi silahlı ayaklanmaların sorumlusu Cumhuriyet hükümetleri değildir.

-Ulus devlet milliyetçiliği etnik ve dinsel kimlikleri birbirine düşman etmiş ve
böl-yönet politikası izlemiş, varlığını acımasızca bugüne dek sürdürmüştür deniliyor.

Gerçek bunun tam tersidir. Ulus devlet Cumhuriyetimizin en büyük kazanımıdır. Cumhuriyeti kuranlar
* Toplumun tümüne sahip çıkmışlar,
* Bütün milleti kucaklamışlar,
* Etnik ve dinel ayırımcılığa izin vermemişlerdir.

Çağdaş milliyetçilik anlayışı devlet anlayışımızın temellerinden biridir.

Bu açıklama da gösteriyor ki; terörü bitirmek için bir terör örgütünden medet ummak yanlış bir yoldur ve boş hayaldir.

Siyasal istemlerini yıllardan beri devlete silah zoruyla dayatmaya çalışanlarla uzlaşma aramak
vahim bir siyas
al hata olmuştur.

Kürt kökenli bütün vatandaşlarımızın sözcüsü gibi ortaya çıkanlar, bu ülkenin
asli ögeleri olan ve anayasamıza göre eşit haklara sahip olan bu vatandaşlarımızın
tümünü kendi hedeflerinin destekçisi gibi göstermeye çalışmaktadırlar.

Öbür bütün vatandaşlarımız gibi, Kürt kökenli vatandaşlarımızın bireysel haklarına
sahip çıkmak hepimiz için insanlık borcudur.

Ama terör dayatmasıyla bu vatandaşlarımızın Türk vatanı üzerinde adeta
koalisyon ortakları gibi gösterilmesi kabul edilemez.

Ne yazık ki, aydınlarımızın ve basınımızın bir bölümü ile bazı siyasetçiler bu oyunu
ya görmemekte veya bilerek buna destek olmaktadırlar.
Öyle anlaşılıyor ki, “Ver de Kurtul” lobisi hala varlığını sürdürmektedir.

  • Cumhuriyetimizin değerlerine içtenlikle sahip çıkan vatandaşlarımızın
    bu oyunu içlerine sindirmeleri mümkün müdür?

    Kim ne derse desin; Devletiyle – milletiyle bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti; Atatürk’ün gösterdiği çağdaş, milli, laik ve demokratik devlet olma niteliğini
    sonsuza dek sürdürecektir. 

Saygılar, sevgiler. 23.03.2015

==================================

Dostlar,

Biz de içeriğini paylaşarak yayımlıyoruz Sn. Öymen’in iletisini.

Yazılarımızda – söylemlerimizde hep sorup durduk PKK’lılara – ayrılıkçı Kürt kardeşlerimize :

1. Emperyalizmle işbirliği yaparak özgürlük -bağımsızlık savaşı verilebilir mi?
2. Emperyalizmin özgürlüğüne – bağımsızlığına kavuşturduğu bir halk var mıdır?
3. Mazlum, anti – emperyalist savaşla kurulan Türkiye’ye bu başkaldırı niyedir?
4. Apo – PKK hiç yüzü kızarmadan, işbirlikçisi emperyalizme nasıl çatabilmektedir?
5. Tarihte hangi sol – emperyalizm karşıtı örgüt, ABD – AB emperyalizminin
her türlü 
açık desteğini hem de onlarca yıl alabilmiştir??

*****
Dolayısıyla, PKK emperyalizmin maşası bir bölücü örgüttür.
40 yıldır bölgede kardeş kanı dökmektedir. Elleri fevkalade kanlıdır.
Kürt kardeşlerimizin kurtarıcısı bir örgüt olmayıp, emperyalizmin taşeronudur.
Hedefi, bölgede BOP kapsamında İsrail güdümünde kukla Kürt devleti kurarak
Kürt kardeşlerimizi sonsuza dek emperyalizme sömürge – uşak kılmaktır
.

Oysa şimdi Kürt kardeşlerimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit haklara sahip 1. sınıf yurttaşlarıdır. Kopenhag Ölçütleri bağlamında tüm hak ve özgürlükleri elde etmişlerdir.
Sorun şu ya da bu etnik kümenin, inanç kümesinin hak ve özgürlükleri değil;
tüm Türk halkının / ulusunun 1. sınıf bir demokrasi olması sorunudur.

Vee “Türk” sözcüğü bir etnik kümenin adı değildir!
“Türkiye Cumhuriyetini kuran halkın – ahalinin adıdır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün tanımı budur. Bu çağrı bir uygarlık çağrısıdır :

“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına / ahalisine TÜRK MİLLETİ denir.”

ULUS DEVLET olarak emperyalizme bu topraklarda set çekmenin çağrısıdır.
Bu tarihsel – gerçekçi sosyolojik bilimsel temelli çağrı görülmez de ayrışmaya çanak tutulursa, 40 yıldır pisi pisine ödenegelen çok acı bedeller daha da büyüyebilecektir.

Kürt kardeşlerimizin ezici çoğunluğunun bu kanlı emperyalist bölünme oyununa gelmeyeceklerini ummak istiyoruz.

AKP hükümetinin de aklını başına alarak, bu yaşamsal ülke – ulus bütünlüğü sorununu seçimlere alet etmemesini diliyoruz.

Bay RTE ve AKP iktidarının bu bağlamda düştüğü derin çatlak ibret vericidir.
İzlenen sözde “açılım” politikaların ürkünç (vahim) sonuçlarını sezen Erdoğan,
ürkü (panik) içindedir. Hükümet ise seçim öncesinde emperyal odakları karşısına almak istememektedir.

Oysa bir siyasal kadronun en başta gelen görevi ülkesini ve halkını iç savaştan, bölünmekten korumak değil midir?

Ülke – Ulus birliği, tüm sorunların büyülü çözüm anahtarı değilse nedir??

Halkımız, 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde elbette bu nazik – kritik değerlendirmeleri yapacak ve bölücü siyasal kadro ve partilere oy vermeyecektir..

Sevgi ve saygı ile.
23.03.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Prof. Dr. Raşit TÜKEL İstanbul Üniversitesi Rektörüdür


Prof. Dr. Raşit TÜKEL
İstanbul Üniversitesi Rektörüdür

TTB_logo
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
BASIN AÇIKLAMASI

Üniversitelerinde Demokrasi İşletilmiyorsa,
Demokratik Bir Ülkeden Bahsedilemez!

Ülkemizin en büyük ve dünyanın sayılı üniversiteleri arasında sayılan İstanbul Üniversitesi’nde rektörlük seçimleri tamamlandı. 2595 öğretim üyesinin oy kullandığı seçimlerde
Prof. Dr. Raşit Tükel 1202, Prof. Dr. Mahmut Ak 908, Prof. Dr. Harun Cansız 382,
Prof. Dr. Faruk Erzengin 18, Prof. Dr. Recep Seymen 17 ve öbür adaylar 1’er oy aldı.

Üniversitelerde demokratik işleyişe aykırı pek çok uygulama var, ancak tüm eksikliğine karşın hala üniversitelerde rektörlük için seçimlerin varlığı, öğretim üyelerinin irade kullanıyor olması önemlidir. Bunu daha da değerli kılacak ve ülkemizin demokrasi karnesini geliştirecek olanın ise bu seçimlere gösterilecek olan saygılı tutum olduğu çok açıktır.

Buradan açıklıkla ifade ediyoruz ki; üniversitenin iradesine, öğretim üyelerinin oyuna
saygı gösterilmelidir.  İlk sırada çıkamayan adaylar demokrasiye saygının gereği olarak
geri çekilmeli, 12 Eylül ürünü olan YÖK süreci ve üniversitenin kararını onaylamakla
sorumlu olması gereken Cumhurbaşkanı’nın atama süreci demokratik beklentiye uygun olmalıdır. 1202 oyla seçimden 1. sırada çıkan ve açık farkla İstanbul Üniversitesine
rektör olması istenen Prof. Dr. Raşit TÜKEL’in ataması derhal yapılmalıdır.
Tersi bir tutum ülkemizi bir karabasana doğru sürükleyen otoriter, totaliter yönetim anlayışının bir kez daha onaylanmasından başka bir anlam ifade etmeyecektir.

Bizler, bu ülkenin hekimleri olarak, üniversitelerimize ve ülkemize sahip çıkmanın yolunun demokratik değerlerin korunmasından geçtiğini çok iyi biliyoruz.
Öğretim üyelerinin iradesine saygı duyulması üniversiteye saygı duyulmasıdır.
Her fırsatta milli iradeden söz edenlerin öğretim üyelerinin iradesine saygı göstermesi
tutarlılık olacaktır.

1202, 908’den büyüktür.
Prof. Dr. Raşit TÜKEL 
İstanbul Üniversitesi Rektörüdür!

==========================================

Dostlar,

Biz de aynen katılıyoruz bu açıklamaya..

YÖK’ü de, RT Erdoğan’ı da sandığa saygılı olmaya, demokrat davranmaya çağırıyoruz..

RT Erdoğan BM Genel Kurulu’nda 5 sürekli üyenin avantajlı konumunu eleştiriyor ve
adalet duygusu incinmişliği ile, isyan ile “5; 1’den büyüktür” diyordu feryat edercesine..
1202 ise 908’den çooook büyüktür..
Erdoğan, üzerinde biriken olumsuz – negatif anti-demokratik yükü azalmaya çalışmalıdır.
Bu atama kendisi için önemli bir fırsat olacaktır.
YÖK düzenini 13 yıldır bu yüzden değiştirmediniz, turnusol kağıdı budur..

Biz de aşağıdaki söylemi – belirlemeyi yineliyoruz..

1202, 908’den büyüktür.
Prof. Dr. Raşit TÜKEL 
İstanbul Üniversitesi Rektörüdür!

Sevgi ve saygı ile.
22.03.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Su Krizi


SU KRİZİ

Hakan KARA
Cumhuriyet, 22.3.15

Çevreciler daha 80’li yıllarda uyarmıştı:

“Böyle giderse Türkiye’de su sıkıntısı yaşamaya başlarız. Çeşme suları içilemez hale gelir.”

Sulak alanların kurutulmasına tepki gösteriyor, yaşanan savurganlığa dikkat çekiyorlardı.
Onları dinlemedik.
Çünkü kentlerde çeşmeyi açtık mı su, gürül gürül akıyordu. Bardağa doldurduğumuz suyu kana kana içiyorduk. Su tertemizdi. Çeşmeden akan suyun kirlenebileceği, içilemez hale geleceği düşüncesi bize o kadar uzaktı ki.
Aradan 30 yıl geçti. Bugün çeşmeden akan suyu içmek bir yana, banyo yaparken bile tedirginiz. Bedenimize ne tür kimyasallar dökülüyor biliyor muyuz? Çeşmeden gürül gürül akan
tertemiz suyu kana kana içtiğimiz zamanlar sanki bir düş gibi artık.


Bugün Dünya Su Günü.

Birleşmiş Milletler 22 Mart’ı “Dünya Su Günü” ilan edeli 22 yıl oldu.
Amaç su sorununa dikkat çekmek, içilebilir su varlıklarını korumaktı.

UNESCO’nun web sayfasında önceki gün yayımlanan 139 sayfalık su raporuna bakıyorum:

“786 milyon insan temiz suya ulaşamıyor.
2050’de sanayide
su kullanımı % 400, tarımda %100 artacak.”

Dünyada nüfusla birlikte su tüketimi de hızla artıyor.
Giderek büyüyen bir su kriziyle karşı karşıyayız.

Peki, Türkiye’nin durumu ne?

Raporun 52. sayfasında Türkiye’de kentlerde şişe suyu kullanımının 2000-2010 yıllarında % 20’den %54’e yükseldiği yazıyor. Türkiye’de şişe suyu tüketiminde öylesine büyük bir artış yaşanmış ki; Endonezya, Gana ve Filipinler’i geride bırakmışız.


Türkiye’de kişi başına yıllık 1.519 metreküp su düşüyor.

“Su sıkıntısı çeken ülkeler”
arasında yer alıyoruz.


Türkiye nüfusu 2030’da 100 milyona ulaştığında, bir basamak daha gerileyerek,
“su fakiri” ülkeler arasına katılacağız. Burası zaten en alt basamak. Daha aşağısı yok.


Suyu bilinçsiz tüketiyoruz. Tarımda su verimliliğini sağlayamıyoruz. Tarımsal sulamada
atık suların arıtılarak kullanımı, damla veya yağmurlama gibi modern yöntemler yaygın değil. Bu yöntemlerin yaygınlaştırılması için neyi bekliyoruz o da belli değil.


Yeraltı sularının seviyesi giderek düşüyor. Çiftçiler öyle söylüyor.
Bu konuda uzun dönemli somut, güvenilir veriler yok. Çünkü ölçüm yapılan kuyu sayısı yetersiz. Öbür yandan yeraltı sularının kullanımında denetim de yok.
Türkiye’de kaçak kuyu sayısının 180 bin dolayında olduğu kestiriliyor.


Göller kuruyor, sulak alanlar yok oluyor, nehirlerin debisi azalıyor.


İklim değişimi Türkiye’yi nasıl etkileyecek pek bilmiyoruz.
Kuraklık hangi bölgelerde ne ölçüde yaşanacak? Ne gibi önlemler aldık?

Suyu düşüncesizce tüketmekle kalmıyor, aynı zamanda kirletiyoruz.
Türkiye’de belediyelerin yalnızca %22’sinde atık su arıtma tesisi var.

30 yıl önce çevrecilere inanmadık. Haklı çıktılar. Ne dedilerse oldu. Peki, bugün ne diyorlar?

Su ticari bir mal olarak görülmemelidir. Suyun korunması, savunulması ve
doğru kullanılması
gereklidir. Herkesin suya ulaşma hakkı var. Konuya önce insan ve doğa diyen bir anlayışla yaklaşırsak su krizine kolektif çözümler üretebiliriz.
Fosil yakıt bağımlılığını azaltarak; hem iklim değişikliğinin önüne geçebilir hem de
çevresel
baskıyı azaltarak su kaynaklarının korunmasına katkıda bulunabiliriz.”


Onların sesine bu kez kulak verecek miyiz?
Yoksa, gelecek kuşaklardan çalmaya devam mı edeceğiz?

===========================================

Dostlar,

Durum kritik ve sorun ciddi boyutlarda..

İvedi olarak küresel ölçekte önlem ve hala olanaklı ise (korkarız çoook güç!)
geri düzeltim (restorasyon) planları yapmak ve hızla tüm dünyada uygulamak zorundayız..

kuraklik_feci

 

 

 

 

 

Kuraklık ve çölleşme hızla yayılıyor..
Dünya, kaldırabileceğinin üstünde nüfusa ev sahipliği yapmada çoook zorlanıyor.

Nüfusun 5 milyarın altına çekilmesi…  HER AİLEYE 1 ÇOCUK!

ve doğaya saygılı, tasarruflu yaşanması gerek.

Doğaya hükmetmek değil, yasalarını öğrenip barış içinde birlikte ortak (komünal) yaşam
tek seçenek..

Barış içinde birlikte varoluş :

Peacefull coexistence / Coexistence pacifiqu”!

Doğa bizim fahişemiz değil, evsahibimiz..
Ve gelecek kuşaklara sağlıklı teslim edilmek üzere bizlere emanet!

Ekolojik olarak “çöküntü” dönemindeyiz!

BM’nin 3. Binyıl Ekosistem Öngörü Raporu‘nda (UN 3rd Millenium Echosystem Assessment) son 50 yılda Dünyaya zararımızın geçmiş tüm zamanları aşkın olduğu belirtiliyor.
Bu korkunç yıkım hızını tanımlayacak matematik formülasyon yok!

Bir de gidecek başka gezegenimiz yok!

Sevgi ve saygı ile.
22.03.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Prof. Dr. Ali ERCAN’DAN “ENERJİ ve ÇEVRE” Konferansı


Prof. Dr. Ali ERCAN’DAN

Ali_Ercan_portresi

“ENERJİ ve ÇEVRE” Konferansı


Dostlar
,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan‘dan nefis bir konferans izledik 7 Mart 2015 günü..

Yer Fizik Mühendisleri Odası Ankara Şubesi idi.. (Mithatpaşa Cd. 44/16).
Oda Başkanı Sayın Abdulllah Zararız ve çalışma arkadaşları son derece zarif konukseverlik gösterdiler daha önceleri de olduğu gibi..

Konu “ENERJİ ve ÇEVRE SAĞLIĞI” idi..

Ali hoca coşku ile, ayakta, 2 saat, ara vermeden, yarım bardak su ile sunumunu sürdürdü.
O da bizler de büyük keyif içinde etkinliği izledik.
Ardından sorular sorduk ve tartışma (bilimsel) yaptık.
Ali hoca onları da sabır ve olgunlukla teker teker yanıtladı.

Bir kez daha pozitif bilimin, bilimsel akılcılığın insanlığın ilerleme ve kurtuluşunda
BİRİCİK YOL GÖSTERİCİ olduğunu kavradık.

Büyük ATATÜRK‘ün son derece yerinde sözü – uyarısı kulaklarımızda çınladı :

  • “Dünyada her şey için, maddiyat için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir;
    bilim ve fennin dışında kılavuz aramak aymazlıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmaktır.”
    (22.09.1924, Samsun Ögretmenleriyle Konuşma, 1925, Atatürk’ün M.A.D. s. 19)

Sn. Ercan bu başlık altında zaman zaman konferanslar veriyor değişik yerlerde.
Ancak bu sonki çok daha olgunlaştırılmış ve yoğun emek içeren bir çalışmaydı.
Ustaca ve emek vererek hazırlanan yansılar 80’i aşkındı ve sunu 2 saat kesintisiz sürdü..

İzlemek ve üzerinde düşünmek için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Enerji_ve_Cevre_Ali_Ercan_7.3.15

Sayın Prof. Ercan’ı hem kutluyor hem de bu bilimsel ziyafetinden dolayı teşekkür ediyoruz.
Sunu nüfus sorununa da epey değinmekte.. Bu bakımdan başlığa eklenmesi düşünülebilir.

Sunuyu sitemize koymakta, boyutu nedeniyle teknik sıkıntılarımız oldu..

2 hafta gecikmeyle 22 Mart DÜNYA SU GÜNÜNE rastladı..

İyi de oldu.. Bu tema da işleniyor yansılarda..
Çok varsıl bir içerik.. Özenle izlenmeli bizce..

Sevgi ve saygıyla.
22.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

22 Mart Dünya Su Günü…


22 Mart Dünya Su Günü…

Dunya_Su_Gunu_22_Mart_2015

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Amman…. 1 damla suyu bile telef etmeyelim..

Veriler hiç ama hiç iç açıcı değil…

1 milyarı dolayında insan sağlıklı  içme – kullanma uyuma erişemiyor ve birkaç milyon insan, çoğu çocuk olmak üzere her yıl salt bu nedenle ölüyor

Düyanın tüm sularını 5 Lt’lik bir kaba koysak, içilebilir olan 1 çorba kaşığı ölçüsünde..
Yaklaşık 15 cc (ml).. Toplam Dünya suyunun 300’de 1’i bile değil..
Kirlenmiş su kaynaklarını arıtmak çok pahalı..
İşte Ankara.. 5 milyonluk Başkent bu olanaktan yoksun…
***
Türkiye de su zengini değil!..
Dünya nüfusunun % 1,1’i bu toptraklarda ama su payımız % 0,2!
Enerji kaynakları payımız % 0,6! (Prof. Dr. Ali Ercan..)
Dünyada 1 km2 toprağa 50 kişi düşerken bu sayı Türkiye’de 100!

Nüfus artışına kesin fren gerek…

HER AİLEYE 1 ÇOCUK!

Tüm  musluklar fotoselli olmalı ve su basınçları standart, makul (optimal) ayarlanmalı.

Su tasarrufu içi halkı bilinçlendirmek üzere
TV’lerde kamu aydınlatma iletileri yayımlanmalı..
Ulusal planlar yapılmalı yakın – orta – uzun erimli..
İlgili Bakanlık ne yapmakta?? Seçime mi kilitli tüm iktidar, Devlet??

Yazık…

Küresel ısınma ve iklim değişikliği çooooom ciddi bir tehdit oluşturuyor..

Sevgi ve saygıyla.
22.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

SAĞLIK ÇALIŞANLARININ SAĞLIĞI SİMPOZYUMU


Dostlar
,

Geçtiğimiz yıl (2014) 18 – 19 Ekim’de İstanbul’da yapılan

SAĞLIK ÇALIŞANLARININ SAĞLIĞI SİMPOZYUMU

sunumları kitaplaştırıldı ve bize de sağolsunlar, sevgili meslektaşlarımız ulaştırdılar..

Sağlık çalışanlarında İş Kazaları ve Meslek Hastalıkları.. başlıca tema.
90 sayfa ve 1,2 MB. Meslektaşımız Dr. Hasan Ogan yayına hazırladı ve
TTB (Türk Tabipleri Birliği) bastı..

Hem halkımızın hem de sağlık çalışanlarının ilgisini çekeceğini umarız.

Bu sorun alanında iyileştirici girişimler yapılması başlıca dileğimizdir.

Kitabı okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

SAGLIK_CALISANLARININ_SAGLIGI_SIMPOZYUM_KITABI_2014

Sevgi ve saygıyla.
21.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

“Hastalar müşteri midir?”


“Hastalar müşteri midir?”

sorusunun altı maddede yanıtı!

Hastaların, en azından iş algısıyla, müşteri kabul edilmemesi için nedenler sıralandı:

Müşteri” sözcüğü, “para karşılığında başka bir insan veya kuruluştan hizmet veya
ürün alan kişi veya kuruluş” anlamını taşır. Müşteriler, mal veya hizmet satın alırlar.

Sağlık bakımı devlet tarafından “hizmet” olarak tanımlanır, çünkü elle tutulur bir şeyden çok, soyut bir şey sağlar. Bir mal satın aldığınızda, örneğin; araba.. gönüllü olarak alışveriş yapar, para verir ve belli bir ücrete arabayı alırsınız. Tatilde bile; gezi turunda veya mavi tur bir maldır. Güzel bir akşam yemeği ise bir mal iken, yemeğin hissettirdiğiyle birlikte bir hizmettir. Ahçının ve garsonun hizmetini de satın alırsınız.

Hastaların, en azından iş algısıyla, müşteri olarak kabul edilmemesi için
nedenler şunlardır:

1. Hastalar tatilde değildir. Hekimin muayenehanesinde ya da hastanede iyi vakit geçirme zihniyetinde değildir. Gevşememişlerdir; sorunlarını arkalarında geçici olarak bırakıp gelmemişlerdir. Oda servisi ve bir masaj hizmetini satın almamışlardır. Mutlu olma
ruh hâlinde değillerdir. “İstedikleri” hizmetlere gereksinim duymamaktadırlar;
istedikleri değil, ihtiyaçları olan hizmete gereksinimleri vardır.

2. Hastalar hizmeti satın almayı seçmemişlerdir. Hastalar çoğu olguda hizmeti almak zorunda kalmışlardır.

3. Hastalar hizmet için para ödememektedirler. En azından doğrudan değil.
Zaten ücret hakkında da herhangi bir fikirleri de yoktur.

4. Hastalar her zaman olumlu sonuç alabilecekleri bir ürün almazlar;
verilen hizmetin sonucu kimi kez hastalığın sürmesi ve/veya  ölüm olabilir.
Bu, sunulan hizmetin iyi olmadığı anlamına gelmez.

5. Hasta her zaman haklı değildir! (AS: Oysa müşteri her zaman haklıdır!)
Bir hasta doktordan kimi şeyler istememelidir. Hasta iyi bir hizmet bekleyebilir ama
bu bakım, hastanın gereksinimi olan bakımdan yoksun bırakmak anlamına gelebilir. Hekim bir uşak değildir; hastanın her istediğini yapmak zorunda değildir.
Hastanın gereksinim duyduğunu vermekle yükümlüdür.

6. Hasta memnuniyeti her zaman ürünün kalitesi ile korele değildir (AS: ilişkili, bağlantılı) örneğin; hasta grip için antibiyotik ister, bu isteği gerçekleştirilirse tatmin edici ancak kalitesiz (!) bir hizmet verilmiş olunur. Diz ağrısı için artroskopi yapılan hasta, birçok diz ağrısında artroskopinin gereksiz olması gerçeğine karşın,
memnun olmuş olabilir.

Kevin MD’den çeviri: Dr. E.Y.

(http://www.medimagazin.com.tr/medimagazin/tr-hastalar-musteri-midir-676-682-12359.html)

======================================

Dostlar,

IHEB-md-25

 

Bu da bizim yanıtımız olsun başlıktaki soruya…

İHEB md. 25.. Doğuşta kazanılan evrensel Sağlık hakkı..

Sevgi ve saygıyla.
21.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

96 Yıl Önceki İlk Tıp Bayramı


96 Yıl Önceki İlk Tıp Bayramı : 

TEK YOL BİLİM VE FEN!

portresi

Zeki Sarıhan

 

 

 

Sağlık çalışanlarının 14 Mart Tıp Bayramını kutlarım. Ağrımızı, sızımızı dindirmek için uğraşmaları nedeniyle onlara şükranlarımı sunarım. Bu vesileyle bütün sağlık hizmetlerinin tamamen parasız ve herkes için kolayca ulaşılabilir olması ortak dileğimizdir.

Tıp mesleğinin mensupları, Türkiye’nin demokratikleşme ve çağdaşlaşma tarihinde oynadıkları büyük rol nedeniyle de saygıyı hak etmişlerdir. Mektebi Tıbbiye,
Tanzimat’tan da önce, İkinci Mahmut tarafından 1827’de, ordunun ihtiyaçları için kurulan Tophanei Amire ve Cerrahhanei Amire adlı iki kurumun geçirdiği evreler sonucu ortaya çıktı. Bu okuldan çıkanlar ve buralarda okuyanlar, aldıkları çağdaş eğitimin gereği olarak Türkiye’de ilk ilerici siyasal örgütleri kurdular. Hükümetler bunlarla baş edemez hale geldi. Tıbbiye, Türk devrim tarihinde onurlu yerini bu şanlı geçmişine borçludur.

Türkiye’de 14 Mart Tıp Bayramı, ilk kez 1919’da, Tıbbiyenin açılışının 92. yılında kutladı. Niçin daha önce değil de 1919’da? Bunun en akla yakın yanıtı, Tıbbiyelilerin Türkiye’yi bekleyen parçalanma ve milletin tutsak olma projelerine karşı adeta genlerine işlemiş olan başkaldırma geleneğidir. 5 ay sonra toplanacak Sivas Kongresi’ne bir Tıbbiye temsilcisinin katılmasının nedeni de budur.

İSTANBUL BİZİMDİR

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması ile Türkiye’yi bekleyen felaketler kapıya dayanmıştır. İtilaf devletleri orduyu terhis ettirmekte, silahlarını toplamakta, yurdu yer yer askeri denetim altına almaktadır. Paris’te toplanacak barış konferansıyla Türkiye’nin kaderi çizilecektir. İstanbul’un Türklerden alınacağı gibi söylentiler ortalıkta dolaşmaktadır.

İşte bu koşullarda Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti, hocalarıyla işbirliği yaparak
İstanbul Üniversitesinin konferans salonunda büyük bir kutlama töreni düzenlemiştir.
15 Mart 1919 tarihli İstanbul gazetelerinin yazdığına göre, Tıp Fakültesi öğrenci ve öğretmenlerinden başka, eski mezunlar, öbür fakültelerin mensupları, Kız Üniversitesi ve Kız Öğretmen Okulu öğrencileri de salonu hınca hınç dolduranlar arasındadır.
Gazetelerin haberlerinden anlaşıldığına göre kutlamanın ana teması, 92 yıllık Tıbbiye örneği üzerinden Türkiye’nin medeniyet dünyasına katılmada boş bir ülke olmadığı,
kendi kendini yönetebileceğini anlatmaktır. Nitekim Yenigün gazetesi, haberin başlığını “İstanbul Bizimdir” diye koymuştur. Toplantıya İtilaf devletleri ve Amerika temsilcilerinin, özellikle onların İstanbul’da bulunan sağlık elemanlarının davet edilmesi de bu ülkeler üzerinde Türkiye hakkında olumlu bir izlenim bırakmaktır.

KADIN HAKLARININ SAVUNUCUSU BİR TIBBİYE

Bu toplantıda Kız Öğretmen Okulu mezunlarından öğretmen Meliha Hanım, arkadaşları adına kürsüye çıkarak Tıbbiye’nin kadın hakları konusundaki tutumundan ötürü bir tebrik ve teşekkür konuşması yapmış ve kürsüden bir alkış tufanı içinde inmiştir. Onun bu sözleri üzerine kürsüye çıkan Profesör Besim Ömer Paşa, bakın neler söylüyor:

“Bir toplumsal devrim yapabilmek için kadın ve erkeğin el ele çalışması gerekir.
Biri bu tarafta, diğeri öbür tarafta oturursa memleket yaşayamaz.”

O’nun bu sözleri salonu hınca hınç dolduran davetliler, özellikle kadınlar tarafından şiddetle alkışlanmıştır. Besim Ömer Paşa, salonda kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı gruplar halinde oturmasına karşı çıkmaktadır. İzmir’in işgali üzerine gene bu salonda yapılacak büyük toplantıda üniversiteli kadın ve erkeklerin karışık oturmasına daha iki aydan fazla, üniversitede karma eğitime geçilmesine ise iki yıl vardır.

TEK YOL BİLİM

Tıp Fakültesi Dekanı Doktor Âkil Muhtar Bey, “fevkalade samimi duyguları davet eden” konuşmasında bakınız ne diyor:

“Tıp Fakültesi, memleketimizde yaygın olan bedeni ve psikolojik hastalıklara karşı koyacak doktor ve irfan erbabı yetiştirdiğinden dolayı kutlamayı hak etmiştir. Bizi en çok tahrip eden malarya (sıtma), verem ve frengi gibi hastalıklardır. Manevi hastalıklarımız da zihniyet bozukluğundan ileri geliyor. Bunların zihniyetleri yapılan fen öğrenimi ve
ciddi bir surette fenle meşgul olarak gelişecektir. Bunun için talebenin laboratuvarlarında, dershanelerinde, kütüphanelerinde yorulmaz bir şevk ve gayretle daima çalışmaları gerekir. Bu biricik yoldan başka hiçbir surette mükemmel bir zihniyete sahip olmak ihtimali yoktur.”

Yenigün gazetesi, Türkiye’nin büyük bir ilim adamı tarafından yapılan bu konuşmanın, hazır bulunan erkek ve kadın İtilaf tabipleri üzerinde iyi bir etki yaptığını ve müsamerenin ardından bunlarla Türk âlimleri arasında uzun müddet samimi sohbetlere konu olduğunu yazmıştır. Gazete “memleketteki “hareketi milliye”nin, hak uğrundaki uğraşların belirgin bir örneği olan bu gibi tezahüratın tekrarı ne kadar ümit vericidir!” diye yazmaktadır.

14 Mart 1919’da ilk kez kutlanan Tıp Bayramı, 96 yıl önce başta doktorlarımız olmak üzere aydınlarınızın bağımsızlık reflekslerini ortaya koyduğu gibi, kadın-erkek eşitliği ve kadın hakları açısından da bugünün muhafazakârlığına çok şey söylüyor…
(13 Mart 2015)

—————————————
Kaynaklar: Yenigün, Hadisat, Tasviriefkâr, Vakit, Memleket gazetelerinin 15 Mart 1919 tarihli sayılarından derlenmiştir.

İlk resim Besim Ömer Paşa, ikincisi Âkil Muhtar Bey’dir,

Besim Ömer Paşa.jpg

AkilMuhtarOzden.JPG
==================================

Çooook teşekkürler değerli dostumuz Sayın Zeki Sarıhan…

Gecikme için bağış dileyerek…

Sevgi ve saygıyla.
20.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Nükleer Santrallerin Ruh Sağlığı Üzerindeki Etkisi


Dostlar
,

11 Mart 2011, Japonya Fukuşima’da nükleer güç santralinde (NGS) yaşanan facianın
4. yıl dönümü idi. Korkunç afet, yaklaşık 20 bin insanın yaşamına mal oldu.
Büyük Okyanus kıyılarına 6 m yükseklikte Tsunami duvarları örülmüştü ama depreme bağlık yıkıcı tsunami dalgaları 10 m yüksekliğe erişince NGS’ni sular bastı ve
çok yüksek düzeyde nükleer serpinti (emisyon) gerçekleşti, dünyaya yayıldı.

Japonya, doğal kaynakları bakımından özyeterlikten çok yoksun ve yüksek düzeyde sanayi enerji girdisi gereksinimli  bir ülke olmasına karşın, NGS’ni bırakıyor.

Almanya’da benzer durumda ve 2030’a dek bu ülkede hiç NGS kalmayacak!..

Türkiye ise, kör gözüm parmağına Sinop ve Akkuyu’da 2 NGS‘ni Rus Gasprom şirketine Yap İşlet Devret (BOT: Build – Operate – Transfer) modeliyle ihale etmiş durumda.

Ülkemizin yoğun gündeminde, Türk Psikiyatri Derneği‘nin yayımladığı basın açıklamasını, sıraya almamıza karşın geciktirdik. Daha da çok gecikmeden,
hoşgörü dileğiyle aşağıda paylaşmak istiyoruz. (Metin, TPD web sitesinden alınmıştır; http://www.psikiyatri.org.tr/news.aspx?notice=1378)

Türkiye, başta güneş enerjisi olmak üzere yenilenebilir (renewable) enerji kaynaklarına yönelmeli, nüfus artış hızını düşürmeli, tasarruflu yaşamalı, enerji kaçak – yitiklerini azaltmalı…. dır..

Sevgi ve saygıyla.
19.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

====================================

TPD Görüşü   :
Nükleer Santrallerin
Ruh Sağlığı Üzerindeki Etkisi

Nükleer kazalar geniş bir toplumu etkileyebilen, yaşam kaybı, iş kaybı ve sosyal kayıplar gibi birçok kayba neden olan afetlerdir. Nükleer kazalar Çernobil Nükleer Kazasında olduğu gibi çalışmalar sırasında yapılan bir hata sonucunda çekirdek patlaması nedeniyle olabileceği gibi, Büyük Japonya Depremi sonrasında Fukuşima Nükleer Santralinin hasar görmesi nedeniyle erime ve patlamaların meydana gelmesinde olduğu gibi doğal afete ikincil olarak da meydana gelebilmektedir.

Nükleer kazalardan başta nükleer santralde çalışanlar olmak üzere temizlik işçileri,
riskli bölgede ve radyasyonun atmosfer yolu ile yayıldığı bölgede yaşayan kişiler ve
radyasyon nedeniyle kirlenen besin maddelerini tüketen kişiler etkilenmektedir.

Nükleer kazalarda kişiler birincil ve ikincil maruziyet (AS: karşılaşma, sunukluk) yolu ile zarar görebilmektedir. Birincil maruziyete örnek olarak nükleer santralde çalışan kişilerin patlama esnasındaki maruziyeti, ikincil maruziyete ise radyasyondan hemen sonra
ortaya çıkan stres, kıtlık ve enfeksiyonlar örnek olarak verilebilir.

Nükleer kazalar sonrasında radyasyona maruz kalma nedeniyle fiziksel ve ruhsal
sağlık sorunlarının yanı sıra çeşitli sosyoekonomik sorunlar ortaya çıkmaktadır.

Riskli bölgede yaşayan kişilerden geçici ya da sürekli olarak evlerini terk etmeleri istenebilir. Böyle bir durumda kişiler evlerinden, işlerinden, yaşadıkları sosyal çevreden, ailelerinden ayrılmak zorunda  kalabildikleri gibi göç ettikleri bölgede ise kontamine olduklarına ilişkin damgalanma nedeniyle toplum tarafından istenmedikleri için
sosyal ağlarında bozulmalar meydana gelmektedir. Yanlış bilgilenme nedeniyle toplumda kontaminasyonun bulaştırıcılıkla eşit kabul edilmesinden olayı kontamine olmuş kişiler bulaştırıcı olarak damgalanmakta, sosyal desteğe ihtiyaçları olduğu zaman komşuları ve ait oldukları topluluk tarafından dışlanmaktadır. Bu kişiler kendilerini kontamine olmuş
ve “kirli” olarak kabul edebilmekte ve kendilerini damgalayabilmekte, gereksiz yere kendilerini arkadaşlarından ve ailelerinden izole edebilmektedirler. De-kontamine olan kişiler sevdikleri kişileri tehlikeli materyale maruz bıraktıklarına ilişkin endişelenebilmektedir. Ayrıca, nükleer kazalar sonrasında medyadan gelen haberler
sınırlı olabildiği gibi kişilerin kaygısında artmaya neden olabilmektedir.

Nükleer kazaların sağlık üzerindeki etkileri erken dönem ve geç dönem etkileri olarak değerlendirilebilir. Erken dönem etkileri kazanın hemen sonrasında toksik dozda radyasyona maruz kalan kişilerde ortaya çıkan ve ölümle sonuçlanan Akut Radyasyon Sendromu, organ kayıpları ile sonuçlanabilen radyasyon yaralanmaları / yanıkları ve
akut stres tepkileri, geç dönemdeki etkileri ise başta tiroid  kanseri ve kan kanseri olmak üzere kanser, süregen psikiyatrik bozukluklar ve yol açtığı genetik mutasyonlar nedeniyle sonraki kuşaklarda ortaya çıkması olası olan hastalıklardır.

Nükleer kazalar ölümcül sonuçları, kontrol edilemez olmaları, riskleri ve yararları arasında orantısızlığın olması, istem dışı meydana gelmesi ve gelecek kuşaklar açısından yüksek risk taşıması, maruz kalanlar üzerindeki yeni, gözlenemeyen, bilinmeyen ve gecikmiş etkileri nedeniyle “yaygın korku, derin bir incinebilirlik duygusu ile devam eden alarm ve dehşet duygusuna” yol açma kapasitesine sahip olaylardır. Bu nedenle, nükleer kazaların psikolojik sonuçları, daha erken dönemde ve bilinebilir etkileri olan sel,
deprem veya geleneksel silahların kullanıldığı terörist eylemler gibi afetlerin psikolojik sonuçlarına göre daha fazla miktarda ruhsal zorlanmaya yol açabileceği düşünülmektedir.

Ayrıca, doğal bir afete ikincil nükleer bir afet meydana gelmesi durumunda afetten sonra ortaya çıkan ruhsal sorunların daha uzun sürdüğü bilinmektedir. Nükleer kazalardan sonra suların kontamine olması gibi pek çok yıkıcı olayın meydana gelmesi nedeniyle
Büyük Japonya Depreminde olduğu gibi doğal afete nükleer kazaların eşlik ettiği afetlerden sonra ortaya çıkan ruhsal sorunların, nükleer kazaların meydana gelmediği doğal afetlerle kıyaslandığında daha geç iyileştiği gösterilmiştir.

Yapılan araştırmalarda nükleer kaza sonrasında radyasyona maruz kalan kişiler arasında temizlik işçileri ve yüksek miktarda radyasyona maruz kalan çocukların annelerinin
ruhsal bozukluklar açısından daha riskli oldukları bulunmuştur. Temizlik çalışanları arasında yapılan çalışmalarda bu kişilerde tanı konulabilir bozukluklar açısından anlamlı fark bulunmamakla birlikte depresyon belirtileri, özellikle travma sonrası stres bozukluğu olmak üzere anksiyete belirtileri ve tıbben açıklanamayan belirtilerde kontrol grubuna göre iki – dört kat artma olduğu bulunmuştur. Yapılan bir başka araştırmada radyasyona maruz kalan temizlik çalışanlarında şizofreni spektrum bozukluklarının arttığı gösterilmiştir. Özkıyım düşüncesinde artma, bilişsel işlevsellikte bozulma, alkolizm, işsizliğin (iş verenlerin ve öbür kişilerin bu kişilerin kontamine olduğuna ilişkin
endişe duymaları nedeniyle) temizlik çalışanlarında görülen öbür ruhsal ve sosyal sorunlar olarak bildirilmiştir.

Yüksek doz radyasyona maruz kalan çocukların annelerinde yapılan araştırmalarda
bu kişilerin tahliye edildikten sonra da SCL-90 GSI puanlarında yüksekliğin devam ettiği, fiziksel sağlıklarının daha kötü olduğunu ve daha fazla iş gücü yitiği belirttikleri saptanmıştır. Nesnel tıbbi verilerle desteklenmemiş olmakla birlikte yüksek dozda radyasyona maruz kalan çocukların anneleri ve öğretmenleri, bu çocukların sağlıklarının daha kötü olduğunu bildirmişlerdir.

Çocuklarda yapılan araştırmaların bir bölümünde sınırda mental kapasite oranlarında artma, duygusal sorunlar, EEG anormallikleri, yaşamdan memnuniyette azalma ve daha çok tıbbi hastalık tanısı aldıklarını belirtme, depresyon ve dikkat eksikliği hiperaktivite ile ilgili belirtiler, fiziksel sağlıklarına ve tiroid kanseri olmaya yönelik endişeler saptanmıştır. Bununla birlikte uzun dönemde yapılan gözden geçirmeler sonucunda radyasyonun fetüs üzerine korkulduğu gibi yıkıcı bir etkisi gösterilememiştir.
Ancak, Çernobil kazasından sonra hükümet tarafından kürtaj olunması çağrısında bulunulması, üreme hızında azalma, kürtaj oranlarında artma ve planlanmış gebeliklerde azalma görülmesi nedeniyle radyasyonun fetüs üzerindeki etilerine ilişkin bulgular değerlendirilirken çalışma örnekleminin kısıtlılıkları unutulmamalıdır.

Genel toplumda yapılan araştırmalarda ise psikolojik gerginlikte ve sağlık kaygısında artma olduğu saptanmıştır.

Bilişsel konsantrasyonda bozulma, organize olamama, unutkanlık,
karar vermede güçlük, dikkatte azalma
Duygusal– şok, inanamama, korku, kaygı ve tasa, irkilme, öfke, inkar (AS: yadsıma) , umutsuzluk, çaresizlik, yenilmişlik hissi
Davranışsal uyku bozuklukları, iştah bozuklukları, diğer insanlardan izolasyon,
yalnız kalmada güçlük, yerinde duramama, madde kullanımında artma (alkol, tütün, reçete edilen ilaçlar ve yasa dışı maddeler).
Fiziksel– terleme, aşırı uyarılmışlık, çarpıntı, sersemlik hissi, kan basıncında artma, yorgunluk, baş ağrısı, hazımsızık, bulantı, tıbben açıklanamayan belirtiler.
Ruhsal (Spiritual)- belirsizlik hissi, terkedilmişlik hissi, dünyanın ve diğer insanların iyi olduğuna ilişkin inançta azalma ya da tümden kaybolma, kötülük duygusuyla mücadele, güven duygusunda yıkılma

Bugüne dek meydana gelen üç büyük nükleer kazadan biri olan Çernobil Nükleer Kazasının sonuçlarını gözden geçirmek nükleer santrallerin insanların fiziksel ve
ruhsal sağlıkları üzerindeki yıkıcı etkisini anlamada yol gösterici olacaktır:

Çernobil Nükleer Patlamasından sonra 31 kişi anında ölmüş, 600.000 ilk yardım çalışanı ve öbür çalışanlar temizlik operasyonu sırasında yüksek dozda radyasyona maruz kalmıştır. 200.000 kişi yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalmıştır. En başta çocuklarda tiroid kanseri insindansında dramatik artış, temizlik çalışanlarında lösemi insidansında artış görülmüştür. 2006 yılında yayınlanan 20. Yıl Chernobil Forum Raporu‘nda Çernobil’in ruh sağlığı üzerine etkisi, bugüne dek bir kazaya bağlı en büyük
halk sağlığı sorunu olarak kabul edilmiştir.

Yukarıdaki gözden geçirmemizde nükleer kazaların insan sağlığı üzerindeki etkisinin üzerinde durulmuş olmakla birlikte, nükleer kazalar sonrasında ortaya çıkan radyasyonun öbür canlılar ve doğa üzerindeki yıkıcı etkisinin de unutulmaması gerektiğini
vurgulamak isteriz.

Sonuç olarak     : Türkiye Psikiyatri Derneği olarak yukarıdaki bilimsel veriler ışığında nükleer kazaların insanların ruh sağlığını olumsuz etkilediğini belirtiyoruz.
Son yıllarda ülkemizde kurulan ya da kurulması planlanan nükleer güç santrallerin
toplum ruh sağlığına olası etkilerine dikkat çekmek istiyoruz.

Saygılarımızla, 11.3.15

Dr. Feyza Çelik
TPD Ruhsal Travma ve Afet Psikiyatrisi Çalışma Birimi adına 

KAYNAKLAR

1- Cordero J.S, The Epidemiology of Disasters and Adverse Reproductive Outcomes: Lessons Learned. Environmental Health Perspectives Supplements 101 (Suppl.2):131-136(193)
2- Bromet J. E. Emotional Consequences Of Nuclear Power Plant Disasters.
Health Phys. 106(2):206Y210; 2014
3- Bromet EJ. Mental health consequences of the Chernobyl di- saster. J Radiol Prot 32:N71YN75; 2012
4- Bromet E J, Havenaar J M and Guey L T 2011 A 25 year retrospective review of the psychological consequences 
of the Chernobyl accident Clin. Oncol. 23 297–305
5- Indart M at all. Disaster Mental Health: Assisting People Exposed To Radiation. Institute for Disaster Mental Health at SUNY New Paltz for the New York State Department of Health.
6- World Health Organization 2013. Health risk assessment from the nuclear accident after the 2011 Great East Japan earth- quake and tsunami, based on a preliminary dose estimation.
7- Matsuoka Y, Nishi D, Nakaya N et al. Concern over radiation exposure and psychological distress among rescue workers fol- lowing the Great East Japan Earthquake. BMC Public Health 2012;12:249.
8- Williams J.H.G,  Ross L. Consequences of prenatal toxin exposure for mental health
in children and adolescents
A systematic review Eur Child Adolesc Psychiatry (2007) 16:243–253 DOI 10.1007/s00787-006-0596-6
9- Niwa S. Mental health in evacuees from the 3.11 complex disaster in Japan.
Seishin Shinkeigaku Zasshi.2014;116(3):219-23.
10- Loganovsky KN, Loganovskaja TK. Schizophrenia spectrum disorders in persons exposed to ionizing radiation as a result of the Chernobyl accident. Schizophr Bull 2000;26(4):751e773.