Etiket arşivi: Zeki Sarıhan

MAZLUMLARA SELAM OLSUN

Konuk yazar : Zeki SARIHAN..

Ramazan Sohbetleri-7
MAZLUMLARA SELAM OLSUN

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Bektaşi’ye sormuşlar: “Erenler İslam’ın şartı kaçtır?”
“Birdir” demiş Bektaşi.
“Nasıl olur, beş değil mi?” diye üstelediklerinde:
“Hac’la zekâtı siz kaldırdınız, namazla orucu da biz kaldırdık. Tek kelime-i şahadet kaldı” yanıtını almış.

Bu fıkrada Bektaşi’nin, maddi gücü yerinde olduğu halde hac ve zekât vermekten kaçınan cimri zenginleri iğnelediği anlaşılıyor. Bu arada İslam’ın diğer iki şartına da kendilerinin uymadığını itiraf ediyor. Bu fıkra dinin şartlarının bir kısmını yerine getirmeyenler tarafından gülümseyerek anlatılır.

KİMLERE MÜSLÜMAN DENİR?

Bunun en kestirme ve hayata uygun yanıtı şudur: Müslüman ana babadan doğan ve Müslüman bir çevrede yetişen insanlara Müslüman denir. Yeter ki bu dinden çıktığını resmen ilan etmemiş olsun. Bu nedenle Türkiye nüfusunun tamamına yakını Müslüman’dır.

Dinler yalnız birer inanç sistemi değil, aynı zamanda, belki ondan da çok kültürün bir parçasıdır. Dünyada hemen herkes, bir millete olduğu gibi bir din toplumuna da doğar. Onun değerleriyle biçimlenir. Kimse milliyetini de, dinini de kendisi seçmez.

Yaşadığı ortamın koşullarına bağlı olarak derecesi değişmekle birlikte, herkes toplumunun din ritüellerine tanık olur. Bir Müslüman için bunların başlıcaları geleneksel bayramlar, Ezan, Mevlit ve cenaze törenleridir. Hıristiyan kültüründe çan sesi, kilise, haç önemli bir yer tutar.  Toplum inanç ve ibadet koşullarına uymayan kişileri de dinin dışına atmaz. Kısaca şunu demek mümkündür: Kim hangi dinden olanların mezarlığına gömülürse o dinden sayılır.

İslam toplumunda tamamen bilimsel düşüncelerle donanmış, bilimi kılavuz edinmiş, dinleri tarihsel materyalizme göre yorumlayan bir kişinin Müslüman sayılmasında hiçbir gariplik yoktur. Bundan kaçınmak da boşuna ve gereksiz bir çabadır. Ömer Hayyam da Müslüman’dır, Şeyh Bedrettin de. Pir Sultan da, Yunus Emre de, Nazım Hikmet ve Atatürk de birer Müslüman’dır.

Diğer dinlerde de olduğu gibi İslamiyet pek çok yoruma uğramıştır. Hiçbir mezhep ve tarikatın diğerlerini Müslümanlık dışı göstermeye hakkı ve yetkisi yoktur. Bir dinin mensubu ve çevresi içinde olmak (AS: olmamak da!) insanı ne alçaltır, ne yükseltir.

İSLAMİYET BİR DEVRİMLE GELMİŞTİR

İslam’ın kurucusu Hazreti Muhammet’in bir devrimci olduğunda kuşku yoktur.  O, Hicaz toplumundaki kabileler kargaşasında ve çok tanrılı bir inanç sistemine, Mekke toplumunda halkı ezen düzene karşı isyan etmiş ve bu nedenle “dinden çıkmış” sayılarak öldürülmek istenmiştir. Kendinden önce gelen peygamberlerden Musa Firavunların İsrailoğullarını köleleştirmesine isyan etmiş ve onları bu ortamdan çekip çıkararak kendi yurtlarına getirmişti. Tevrat İsrailoğullarının yüzlerce yıllık destanını hikâye eder. İsa ise Romalıların işbirlikçisi haline gelmiş bu toplumun kurulu düzenine karşı çıkmış olduğu için devrimcidir. Muhammed bu isyan geleneğinin devamıdır Nemrut’la mücadele etmiş İbrahim dininin devamı olduğunu belirtmiştir. İslam nasıl kendisinden önceki bu devrimleri tanımış ve bünyesi içine almışsa, Günümüz devrimi de insanlık tarihinin bütün devrimci atılımları gibi bu dinlerin insanlığa kattıklarını da bünyesi içinde saymak zorundadır.

Muhammed’in ölümünden hemen sonra başlayan iktidar kavgası, İslam’ın zenginlerin eline geçerek çeşitli evrelerden sonra bugünkü tanınmaz hale gelişi diğer dinlerin de uğradığı bir olaydır.  Düşünmek gerekir ki, Hıristiyanlık üç yüz yıl yasaklandıktan sonra Roma zalimlerinin dini haline gelmiştir. Tarihte böyle bir evrim geçirmeyen ideoloji de yok gibidir.

Bugün uygulama olanağı bulunmayan bütün din emirleri, ortaya çıktıkları dönemde bir nedene bağlı olarak vaz edilmiştir. Felsefi olarak idealizmi değil, tarihi ve diyalektik materyalizmi kılavuz edinenler, dini reddetmek yerine onu anlamaya çalışırlar.

EZİLENLERE “SELAM” OLSUN

İlkçağ’da insanlık her kabilenin bir totemi veya tanrısının olduğu koşullarda yaşadı. Yahudilik böyle bir millet dinidir. Fakat Hıristiyanlık ve Müslümanlık öyle değildir.  Bu nedenle de bütün dünyaya yayılmışlardır. Müslümanlık hem Mezopotamya dinlerinden hem onun kaynaklık ettiği tek tanrılı daha önceki dinlerin mirası üzerine kurulduğu için yalnızca bir Arap dini değildir. Farslar ve Türkler, bu dini kendi bünyelerine uydurmuşlardır.

Din de milliyet de toplumun temel gerçeklerindendir. Fakat bunların yanında daha çağdaş bir gerçek vardır ki o da sınıf bilincidir. İnsanlar çeşitli sınıflardan oluşmaktadır. Bunları kısaca ezenler ve ezilenler olarak niteleyebiliriz. Ne zaman ki ezilenler iktidara gelir ve kendi düzenlerini kurarsa dünyada din ve milliyet savaşları sona erer. İnsanlık barışa kavuşur ve ilerlemenin bütün yolları açılır.

İslam” sözcüğü “Selam”dan türemedir. Müslümanlar birbirlerine selam verirken barış ve esenlik dilemektedirler. Öyleyse bu “selam”ı ezilenlerin kurtuluşu sözlüğüne katmakta yarar var.

Not : 10 Haziran Cumartesi ve 11 Haziran Pazar Günleri, Haydarpaşa Garındaki Kadıköy Kitap Fuarında Güzel Ordu Derneğinin masasında kitaplarımı imzalayacağım.
=============================
Dostlar,

Sayın Sarıhan’ın bu yazısı, Ramazan ayı içinde 7. sohbet makalesi..
Sayın Sarıhan hep çok üretken olagelmiştir.
Bu makalesinde de olgun ve sorumlu bir biçem (üslup) ve içerik izliyoruz..

Metin içinde bir ayraç içi eklememiz oldu :

  • ‘Bir dinin mensubu ve çevresi içinde olmak (AS: olmamak da!) insanı ne alçaltır, ne yükseltir.’

Şu tümcesi öne çıkarılabilir değerli Sarıhan’ın :

  • ”..Felsefi olarak idealizmi değil, tarihi ve diyalektik materyalizmi kılavuz edinenler,
    dini reddetmek yerine onu anlamaya çalışırlar..”

Ancak aşağıdaki Kur’an Suresini ve ayetini de paylaşmak gerekir :
(http://www.dinkulturum.com/2012/12/yusuf-suresinin-2-ayetinde-gecen.html)

Yûsuf suresinin 2. ayetinde geçen

  • Anlayasınız diye biz onu Arapça Kur’an olarak indirdik.’’ ifadesiyle anlatılmak istenen nedir?- Kur’an Arapça konuşan bir kavme Arap bir peygamberle gönderilmiştir.
    Bu nedenle de dilinin Arapça olması çok önemlidir.Gerçeği anlamaya çalışıyoruz; Dinin – Kuranın – İslamiyetin de gerçeğini..

    Mazlumlara, tüm ezilenlere bizden de selam olsun elbette.. Hele hele Ortadoğu coğrafyasında emperyalizm tarihin en ağır baskı ve zulmünü uygularken..

    Türkiye de talihsiz ve basiretsiz kukla yönetimler sayesinde bu kanlı zulme
    sahne ve alet olurken..

     

     

    Sevgi ve saygı ile. 10 Haziran 2017, Datça

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ATATÜRK SAMSUN’A NASIL ve NEDEN ÇIKTI?

ATATÜRK SAMSUN’A
NASIL ve NEDEN ÇIKTI?

portresi

Zeki Sarıhan
19 Mayıs 2016

 

19 Mayıs günü CHP’lilerin Anıtkabir’e yapacağı yürüyüşün hükümetçe yasaklanması üzerine (AS: CHP’nin girişimiyle Valilik bu yasağı kaldırdı!)  bir televizyon kanalında karşıt görüşlü dört kişi tartıştı. Yıllardır yapıldığı gibi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a neden ve nasıl gönderildiği konusunda yanlış ve eksik görüşler söylendi.

Yazılıp söylenmemiş değildir ama aşağıda yazacaklarımın çoğu kişi tarafından bilinmediğini düşünüyorum. Yanlış ve eksik bilgiler kullanılınca konunun bir çıkmaza girmesi kaçınılmazdır.

Ataturk_Genc_Subay

  1. Samsun’a bir general gönderilmesinin nedeni:
    Mondros Ateşkes Anlaşmasında, anlaşmaya uyulmazsa
    İtilaf Devletlerinin istedikleri yeri işgal etme hakkı vardı. Silahlar toplanıp İtilaf Devletlerine teslim edilmeli, milliyetler arasında bir çatışma yaşanmamalıydı. Hükümet, Müttefikleri tatmin etmek için Mütareke koşullarına harfiyen uyulmasını istiyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Birlikleri Müfettişi olarak atanma kararnamesinde O’na şu üç görev verilmiştir:a) Karadeniz bölgesinde Rumlarla Müslümanlar arasında olduğu söylenen çatışmayı durdurmak,
    b) Doğu Anadolu’da kurulduğu söylenen Şûra yönetimlerini dağıtmak,
    c) Ordunun elindeki fazla silahları toplayarak İngilizlere teslim etmek.

    Fakat O, Samsun’a çıktıktan sonra bu görevleri yapmayı reddetmiştir.
    Hükümeti de buna ikna etmeyi çalışmıştır.

  2. Bu göreve neden Mustafa Kemal Paşa atanmıştır?
    Mütareke’de İttihat ve Terakki politikaları çöküp, parti yöneticilerinin yurt dışına çıkması veya yargılama altına alınması üzerine devlet yönetiminde İttihat ve Terakki yönetimine muhalefet etmiş kişilerin önü açıldı. Mustafa Kemal Paşa da bunlardan biriydi. Mütareke’de altı ay kaldığı İstanbul’da hükümete geçmek için çalışmalar yaptı. Sırf bunun için altı kez Vahdettin’le görüştü. İtilaf Devletleri temsilcilerinin tepkisini çekecek ilişkilerden ve demeçlerden kaçındı. Mustafa Kemal Paşa, 1. Dünya Savaşı’nda Almanya ile ittifaklıktan ayrılarak İngilizlerle ayrı bir anlaşma yapılmasını savunmuş, Ermeni tehcirinde de görev almamıştı. Bu nedenle İngilizlerin ve Fahrî yaveri olduğu Padişahın da güvenine sahipti. Damat Ferit Paşa da atanmasından önce O’nunla tanışmış ve amaçlarına uygun biri olduğuna karar vermişti. Müfettiş olarak atanmasının nedeni budur.
  3. Padişah O’nu vatanı kurtarsın diye mi gönderdi?
    Padişah, vatanın kurtuluşunu İngiliz dostluğunda görüyor
    ve bu dostluğu kanıtlarlarsa İngilizlerin Türkiye’nin himayesini üzerine alacağını, devleti parçalamayacağını düşünüyordu. Vatanın bu tutumla kurtulacağını düşünürsek, evet, Padişahın O’nu vatanın ‘kurtuluşu’ için gönderdiği söylenebilir. Mustafa Kemal Paşa’nın ordunun, bürokrasinin ve halkın başına geçerek İngilizlere karşı bir direniş örgütlemesine taraftar olmadığı gibi, kendisinden önce İngilizlerin bu ‘tehlikeyi’ görmesi ve İngilizlerin isteğiyle O’nu derhal geri çağırmış,
    Mustafa Kemal bunu reddedince de O’nun görevine son vermiştir.
  4. Kurtuluş Savaşı 19 Mayıs 1919’da mı başlamıştır?
    Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı’ndaki önderlik rolünü vurgulamak için de yapılsa
    bu iddia doğru değildir. 19 Mayıs 1919 tarihi bu açıdan sembol bir tarih sayılabilir. Bu savaşın başlangıç tarihi olarak Mondros Ateşkes Anlaşmasının hemen ertesi gününü kabul etmek gerekir. Çünkü Mütareke’den 19 Mayıs’a dek geçen 6.5 ay içinde Müdafaai Hukuk Dernekleri kurulmuş, Millî Kongre gibi kuruluşlar eliyle milli birlik arayışları başlamış, işgallere karşı kıpırdanmalar olmuştur. Mustafa Kemal Paşa Samsun yolundayken İzmir’in işgali üzerine
    bütün millet ayaktaydı. Mustafa Kemal Paşa’nın rolü, bu ayaklanmanın başına geçerek
    onu zafere eriştirecek bir önderliği yapmış olmasıdır.
  5. AKP iktidarı Mustafa Kemal’i neden silmek istiyor?

    Bunun nedeni tarihsel bir hesaplaşma isteğinden kaynaklanıyor. Kurtuluş Savaşından sonra Mustafa Kemal Paşa’nın feodal üst yapı kurumlarına karşı açtığı savaş, bu sınıfın günümüzdeki temsilcilerini ona karşı bir itibarsızlaştırma ve unutturma kampanyasına götürmektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın adıyla bütünleşmiş milli bayramlara karşı sistemli önemsizleştirmenin tek nedeni budur. Bu onları, Atatürk’e karşı Vahdettin’e sarılma çaresizliğine kadar düşüyorlar. (19 Mayıs 2016)

Sonuç       : Kurtuluş Savaşı tarihi doğru bir biçimde yazıldığında, bundan asıl zararlı çıkacak olanlar teslimiyetçi padişahçılardır. ‘Yerli ve millî’ olan padişah değil Kuvayı Milliye direnişidir.
============================
Güncelleme : 19 Mayıs 2016’da sitemizde yayımladığımız bu yazıyı,
bu yıl bir kez daha paylaşmak istiyoruz.. 19 Mayıs 2017

Değerli dostumuz Sayın Zeki Sarıhan‘a bu önemli yazısı için teşekkür ediyoruz..
O’nun devrimci tarih birikimini ve bilincini önemsiyor ve kendisinden hep öğreniyoruz..

1999’da ATV’de, Sn. Hulki Cevizoğlu’nun Cevizkabuğu programında saatlerce biz de
bu gerçekleri anlatmaya çabalamıştık bir “Padişah Vahdettinci” karşısında..
O tarihte 80 yaşını geçmiş olan bu kişi, önceleri yazdığı bir kitabında ise tersine tezleri savunmuştu. Kitabından alıntı yaptığımızda saçma – komünistçe bulmuştu!
Kitabını gösterince ise çoook mahçup ??

İnsanlar neden kendilerini böyle zora sokar?
Saygın olan gerçeği – yalnızca nesnel gerçeği öğremeye çabalamak olmalı..

Sevgi ve saygı ile. 19 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com

ÇAMUR DERYASINDAKİ “DERİN” TARİH

ÇAMUR DERYASINDAKİ
“DERİN” TARİH

Zeki Sarıhan

Her sınıfın tarihi farklıdır. Her sınıfın da tutulmuş veya gönüllü tarihçileri vardır. Bir tarihçi geçmiş olayları yorumlarken gelecekte nasıl bir ülke ve dünya özlediğini de anlatır. Bir kısmı çok “derin”lerdeki çamurlarda gezinir…

Son günlerde “ödenekli” tv kanallarına bağdaş kurup sözüm ona tarih bilgilerinden milleti “istifade ettirme”ye çalışan birtakım adamların Atatürk hakkında söyledikleri toplumdan sert ve haklı bir tepki gördü. Bu zatlar, artık bütünüyle tarihe göçmüş olması gereken bir sınıfın tarihini yazarken kendilerine yakışanı yapıyorlar.  Belge aramıyorlar, olguları titiz bir bilimsel elekten geçirmeye ihtiyaçları yoktur. Atatürk’e hınçları, onun laikliği bir devlet düzeni haline getirmiş olmasıdır. Gününü çoktan tamamlamış medresenin küf kokan hücrelerinden başını kaldırıp tv’lerden konuşturulan bu kişiler, kadının iş hayatına atılmasına, tek eşli evliliğe karşıdırlar. Kölelik ve cariyeliği savunmaktadırlar. Onlar için dünyada Müslüman ve gâvur olarak iki çeşit insan vardır. Uygarlık da gâvurluktur.

Bu son olayda da görüldüğü gibi kadınlar üzerinden harekete geçiyorlar.  Bu kadınlardan biri, bütün analar gibi Atatürk’ün eli öpülesi annesi Zübeyde Hanım’dır.  Atatürk’ün gözden düşürülmesi için önce annesinin gözden düşürülmesi gerekir. O’nunla ilgili iddialarını bundan 15-20 yıl önce Milli Eğitim Bakanlığında dağıttıkları bir bildiride dile getirmişlerdi. Sözüm ona bunu bir belgeye de dayandırıyorlardı. Bu “belge”nin tümden acemice uydurulmuş olduğu uzmanlar tarafından açıklanmıştır.

Belge uydurmak, yalan söylemek, iftira atmak, bu dünya görüşüne sahip olanların her zaman başvurdukları bir yöntemdir. Sözü edilen ikinci kadın, tarih öğretmeni ve Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşı Afet İnan’dır.  Onun Çankaya’nın nikâhsız kadını olduğunu söylemişler.

SANA NE?

Bundan 20 yıl kadar önce Ankara Milli Eğitim Müdürlüğünde müdür yardımcılığı yapmakta olan bir arkadaş bana dedi ki: “Milli Eğitim müdürü bir kadınla görüşüyor. Bir fotoğrafçı gönderin, daireden çıkarlarken birlikte fotoğrafını çektirin ve dergide basın”

Ona dedim ki: “İşin mi yok arkadaş? Bize ne müdürün bir kadınla görüşüp görüşmediğinden. Biz onun eğitim uygulamalarıyla ilgiliyiz.”

Atatürk’ün veya başka bir devlet ileri geleninin hangi kadınla görüştüğü kimseyi ilgilendirmez. Onlara verilecek en kestirme yanıt: “Sana ne!” olmalıdır?

Bu ülkede siyasi hayata kasetlerle yön vermeye kalkanlar oldu. Tarih dedikoducuları, iddialarında etkili olabilmek için toplumumuzu en zayıf olduğu yerden yakalamışlardır.
Bundan 20 yıl önce aynı iddialar ileri sürüldüğünde neden bu kadar tepki gösterilmemişti de şimdi büyük bir kesim ayağa kalktı. Çünkü 20 yıl önce bunu ileri sürenlerin toplumda küçük bir azınlık bile oluşturmadığı sanılırdı. Zaten bu iddiaları açık adlarıyla da yapamazlardı.
Milli Eğitim Bakanlığında dağıtılan bildiri, herkes binayı boşalttıktan sonra masalara gizlice konulmuştu. Şimdi tv kanallarından yayınlanıyor!

Bakmayın kerhen tutuklama kararı çıkartıldığına ve kerhen verilen “tasvip etmiyoruz” demeçlerine, bu zihniyetin arkasında bir iktidar vardır. Televizyon kanalları vardır. İtibar edilen dergileri, satın alınıp dağıtılan kitapları, konferans vermeleri için salonlarını onlara açan belediyeler vardır.

YALNIZ ONLAR MI?

Ne yazık ki kişilerin soy ve sopları, anababaları üzerinden politika yapmak, yalnız bu takıma özgü değildir. Uzun süredir kimlerin anasının babasının Ermeni, Rum, Gürcü, Selanik dönmesi olduğu konusunda yazan az yayınla karşılaşmadık. Gericilikle modern görünümlü ırkçılık, birbirleriyle çarpışsalar da toplumu böyle zehirliyorlar. Bu anlayıştan ne gerçekçi bir tarih çıkar ne de bununla sağlıklı bir toplum kurulur.

Günümüz iktidarı bu iki anlayışı siyasetinde birleştirmiş bulunuyor. Onun başlıca iki hedefi vardır: Biri
ırkçı bir anlayışla ve Osmanlı özlemleriyle Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına sürüklemek,
– diğeri, ülkeyi bir körfez diktatörlüne çevirmek.

Yazık onlarla hâlâ bir “Milli Cephe” kurmaya çalışan aymazlara. (16 Mayıs 2017, 17.45)
=============================

Çoook teşekkürler değerli dostumuz Sn. Zeki Sarıhan… 
Yazdıklarınızı bütünüyle paylaşıyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 17 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ŞEYHİM NE DERSE DOĞRUDUR!

ŞEYHİM NE DERSE DOĞRUDUR!

Zeki Sarıhan
04.05.2017

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Ülkemizde çok kullanılan, fakat bir türlü düşünme yöntemi haline getiremediğimiz AYDINLANMA’ya ne kadar çok ihtiyacımız olduğu her gün biraz daha ortaya çıkıyor. Size söylenenleri akıl ve mantık süzgecinden geçirmeden kabul etmeyeceksiniz. Düşüncelerinizin maddi bir temeli olacak. Bir görüşe saplanıp kalmayacaksınız. Bir partiye mensup olsanız da kendinize özgü düşünceleriniz olabilecek. Farklı düşünen insanları dinleyebilecek, değişik gazeteler, kitaplar okuyabileceksiniz.

Dogmalar, genellikle din alanında aranır ama din dışında da dogmaların sayısı az değildir.
Bu tip dogmalara sahip olanların, “Benim şeyhim ne derse doğrudur” diyenlerden bir farkı yoktur. Bu kişiler başkalarından öğrenme ve farklı görüşlere hoşgörüyle bakma kapılarını kapatmışlardır. Geçtiğimiz seçimlerden birinde İşçi Partili bir arkadaş, partinin propagandasıyla o kadar uçmuştu ki, facebooktaki sayfasında “İP’e oy vermeyecek olanlar beni arkadaşlıktan silsin” diye yazmıştı.

Bundan önceki yazımın başlığı “1 Mayıs’ta Oluşan İki Cephe” idi. İşçi ve memur sendikalarının 1 Mayıs kutlamalarını başka başka yerlerde yaptığını anlatmış, Tandoğan’daki iktidar destekçisi Türk-İş mitinginde yer alan Vatan Partisi’nin, Kolej Meydanında miting yapanları vatansız olarak suçlamasını haksız bulduğumu anlatmıştım. Yazımı okuyamayanlar veya yeniden hatırlamak isteyenler, 2 Mayıs tarihli gelen e-postalarına bakabilirler. Yazımı e-posta adresinde okuyan eski bir arkadaş, aynen şu tepkisini gönderdi:

“Gözlerinin kör olduğunu düşünüyorum. CHP yandaşlığı ve sırf Şenal’ı milletvekili yapma yoluna bunları yazmanı anlamıyorum, yuh olsun sana. Seni siliyorum. Artık benim için yoksun.”

Benim gibi 2-3 günde bir yazı paylaşanlar ve ikide bir ister istemez siyasi konulara değinenler, bu tip tepkileri göze almalıdırlar. Gazete köşe yazılarına kim bilir ne hakaretler geliyor,
onların da canı var! Serçeden korkan darı ekmez. İlgi duyduğum konularda tartışmayı severim. Hem öğrenmeye çalışırım, hem de bildiklerimi başkalarına aktarmanın yararına inanırım. Aydınlanma devrimimizin ilk kahramanlarından Namık Kemal,
“Fikirlerin çarpışmasından gerçeğin şimşeği doğar” demiş.
(AS:”Barikayı hakikat, müsademeyi efkârdan doğar.”)

Arkadaşıma yanıt vermedim. Cevabının bir çıktısını alarak hatıra kabilinden dosyama koydum. Zaten beni “sildiğine” göre yanıtımın ona ulaşma yollarını kapatmış bulunuyor. Yazımdaki yanlışlıklar nelerdir? Hangi yargımda yanılıyorum? TÜRK-İŞ yönetiminin iktidar yanlısı sarı sendikacılık yaptığında mı? Mitingi onunla birlikte yapan Vatan Partisi yönetiminin Erdoğan hayranı olduğunda mı?

  • DİSK, CHP, Halkevleri, Haziran Hareketi gibi Kolej Alanında 1 Mayıs için bir araya gelenleri vatansız olarak nitelemesinin yalan mı olduğu? Bunların hiçbiri yok.

EŞİMİ MİLLETVEKİLİ YAPAN BEN DEĞİLİM

Gelelim, yanıtında kullandığı ifadeye: Beni CHP yandaşı olarak suçladığı gibi, o yazımı sırf (AS: salt) eşimi milletvekili yapmak için yazdığımı ileri sürüyor ve sonunda da bir yuh çekiyor!
Önce onun gibi düşünenler varsa bir kez daha açıklamalıyım: CHP’li değilim. Altı yıl önce İşçi Partisinden, gerekçelerimi yayımlayarak istifa ettim. Zaten aynı süreçte parti de usulsüz bir biçimde beni ihraç etti. Bu partinin üyesi iken de sosyalist görüşlerimi korudum ve katıldığım parti organlarında genel merkezin politikalarına aykırı görüşlerimi dile getirmekten kaçınmadım. İstifa ettikten sonra da başka bir partiye üye olmadım. Bütün partiler için olduğu gibi CHP’nin izlediği politikalar hakkında da yeri gelince eleştirilerimi yazdım. Beni daha yeni “silen” arkadaş, yıllardır bu yazılarımın hiç değilse bazılarını okumuş olmalı. Buna rağmen hakkımda neden gerçek olmayan şeyler yazıyor? Benim için “Karısının milletvekili olması için CHP lehine yazı yazan adam” imajının belki de tutacağını sanıyor.

Oysa O’nu milletvekili yapan ben değilim. Zaten kim benim tutumuma bakarak eşime milletvekilliği armağan eder ki? Ben üstelik aktif politikadan hoşlanan biri değilim. Eşim, öğretmenlik, avukatlık ve kadın mücadelesinin sağladığı birikim sonucu ve arkadaşlarının ısrarlı çabalarıyla milletvekili oldu. Sevgili arkadaşımızın bizi kendi inisiyatifleri olan bireyler olarak değil, bir aile şirketi olarak görmesi de çok yanlış. Eşimin milletvekilliği hikâyesini (AS: öyküsünü) geçmişte yarı şaka, yarı ciddi bir üslupla anlatmıştım. Benim O’na başarılar dilemekten başka elimden ne gelirdi? Arkadaşımız kadınların ancak kocalarının çabalarıyla bir yerlere gelebileceğini sanıyorsa ülkemizdeki yükselen kadın gücünü anlamamış.

Hem bu arkadaşlarda yeminli bir CHP düşmanlığının nedeni nedir? Rekabet duygusu mu? Kıskançlık mı? CHP’yi bölerek bir bölümünü yanına çekmek mi?

  • İçinde bulunduğumuz koşullarda aklı başında hangi devrimci, sosyalist, demokrat,
    enerjisini CHP düşmanlığına ve Tayyip Erdoğan’ı müttefik yapmaya harcar?

Keşke benim yazıma ağırbaşlı bir yanıt verseydi. Oturur tartışırdık.
Ancak “Benim şeyhim ne söylerse doğrudur” mantığı onu bana hakaret etmeye sevk etmiş. Dogmatizme saplanmanın bir sonucudur bu. Gene de sabırlıyım. Gelişmelerin ve ülkemizin ihtiyaçlarının pek çok kişiye doğru yolu göstereceğini düşünüyorum. (4 Mayıs 2017)
=================================
Dostlar,

Sn. Sarıhan’ı savunmak üstümüze görev değil, kaldı ki O’nun buna gereksinimi de hiç yok.

Değerli yazar, düşünür, eylem insanı, örgütçü ve doğrultu tutarlığını nerdeyse 50 yıldır koruyan Sn. Zeki Sarıhan’ın ağırbaşlı yazısını yukarıda sunduk. Sn. Sarıhan’ı 20 yılı aşkın bir zamandır tanırız. Ülkemizde Devrimci Öğretmen Hareketine ciddi katkıları olmuştur. Kuruculuğunu üstlendiği ve ÖĞRETMEN DÜNYASI adlı dergi, yayın yaşamını 35 yıldır sürdürüyor. Küçümsenecek başarı değildir.

Ayrıca yine Sn. Sarıhan’ın kurduğu ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ (biz de üyesiyiz) 15 yıla yakın zamandır önemli bir Aydınlanma hizmetini yayınlarıyla, konferanslarıyla, bilimsel toplantılarıyla… ülkemize sunuyor. Fatsa’nın yoksul köylerinden çıkan Zeki ve Av. Ayhan Sarıhan kardeşler sosyalizme gönül veren bir tutarlıkla yaşamlarını özveri içinde ve son derece mütevazi olarak sürdürüyorlar. 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde hapislerde yatarak.. Zeki beyi, ADD Edirne Şubesi Başkanı olduğumuz yıllarda (1996-2000) davet etmiş, çok başarılı konferansını dinlemiş ve ETV’de (Edirne TV) çok izlenen bir de söyleşi yapmıştık. Kendileri Ulusal Eğitim Derneği Genel Başkanlığı dönemlerinde bizi birçok kez konferanslara, etkinliklere çağırmıştı. O göreve çakılı kalmadan, görevini olgunlukla, şimdiki Gn. Bşk. Sn. Nazım Mutlu’ya bırakmayı da bildi ki bu davranışı da çok yerinde oldu; Sn. Mutlu bu görevi son birkaç yıldır ustalıkla, bağlılıkla yürütüyor..

Sn. Sarıhan ile bir açıkoturumda birlikte konuşmacılardık ve Türkçe’nin tek “resmi” dil olması noktasında görüş ayrılığına düşmüştük (http://ahmetsaltik.net/2014/10/18/anadilinde-egitim/). Ancak uygar ilişkilerimiz elbette sürüyor ve Sn. Sarıhan’ın yazdığı 20 dolayında değerli kitaptan ve söyleşilerimizden öğrenmeye devam ediyoruz. Bileğinin hakkıyla CHP Ankara milletvekili seçilen Av. Şenal Sarıhan‘ın AYDINLANMA savaşımını da çok değerli buluyor ve saygı ile, teşekkür ile selamlıyoruz.

Emekli öğretmen Sn. Zeki Sarıhan’ın seçim kampanyasında (2015) eşine mütevazi birikimini ödünç verdiğini ve hala geri alamadığını / alamayacağını da, -hoşgörüsüyle- paylaşmak istiyoruz… Adam gibi çalışınca, Milletvekili ödeneklerinin yetmediğini / yetmeyebileceğini öğreniyoruz..

Sarıhan ailesine selam olsun..
Ülkemize kattıkları ve katacakları için onlara şükran borçluyuz..

Sevgi ve saygı ile. 04 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Not : Vatan Partisi ve Sn. Dr. Doğu Perinçek‘i son zamanlarda anlamakta zorluk çekiyoruz. Herhangi bir siyasal parti üyesi olmadığımızdan, daha özgür ve nesnel olabiliyoruz sanırız.
03 Mayıs 2017 günü AYDINLIK Gazetesinin manşeti “CHP 5 parça” idi.. Başka haber bulamadı herhalde gazete yönetimi ve abartarak manşetine öyle bir haber koydu.. Ne denli doğru olduğu ayrı bir tartışma konusu.. Zaman, tüm yanlışlarına karşın CHP’yi, toplumsal muhalefetin merkezi – motoru yapma yükümü yıkıyor herkesin omuzlarına kanısındayız.. Ulusal Kanal, AYDINLIK ve Sn. Perinçek’in kimi somut ağır yanlışlarına bu yazıda değinmeyeceğiz..

KOMŞUYA TAŞ ATMANIN CEZASI…

KOMŞUYA TAŞ ATMANIN CEZASI…

portresi

Zeki Sarıhan

16 Ağustos tarihli Hürriyet gazetesinde Ersin Arslan’ın Oslo’dan verdiği kısa fakat çok ilginç bir haber yayınlandı. Norveç’in kuzeyinde Rusya ile sınırını belirleyen Jacopselven Irmağı üzerinden Rusya topraklarına taş atan dört Norveçli gözaltına alınmış! Polis, bu kişilerin sınır güvenlik yasasını ihlal etmekten üç aya dek hapisle cezalandırılabileceklerini açıklamış. Dört kişiden ikisi suçlarını itiraf etmiş. İkisi ise sınır ötesine taş atmanın yasak olduğunu bilemediklerini söylemişler. Oysa çevrede bu konuyla ilgili levhalar varmış… Haberi okuyanlar benim gibi herhalde:

Allah Allah” diye hayretini ifade etmekten geri kalmamıştır. Şu işe bakın. Bizde değil sınırın ötesine taş atmak, MİT tırlarıyla tonlarca mermi taşımanın bile bir cezası yok! Aksine, ülkenin yöneticileri değil bu konuda suçluluk duymak, onu haberleştiren gazeteciyi yargılıyorlar.

Kuzey Avrupa’da Finlandia Yarımadasında Norveç ve Finlandiya arasında uzanan bu ormanlık ülkenin nasıl bir yasa düzeni içinde yaşadığını biliyorum desem yalan söylemiş olurum. Galiba dünyanın en zengin ülkelerinden biri. Başlarında hâlâ bir kral var ama umarım ki Kral da işine bisikletle gidip geliyordur! 12 Eylül 1980’den sonra Avrupa’ya iltica eden bir devrimcinin İsveç’e yerleştiğini ve oradaki sosyal devleti görünce “Oh be!” demiş “Dünya varmış! Türkiye’de sosyalzme hasret çekiyorduk. Sosyalizm işte burada.” Arkadaşım Rıfaz Öztürk de uzun yıllar orada öğretmenlik yapmış, dönüşünde bu ülkenin düzenini kötüleyen bir kitap yazmıştı.

Ben gene de gözümle görmeyince bir şey söyleyemem fakat İsveç yasalarının sınırın öte yanına taş fırlatmaya ceza veren bu tutumunu çok beğendim. Keşke bizim de böyle yasalarımız olsa… Sınır ötesine bombalar yağdırmayı bir yana bırakın, başka bir ülkede hükümete karşı savaşan gruplara yıllarca silah gönderenlere kimbilir ne cezalar verilirdi.

İsveç, ne NATO üyesi, ne de Avrupa Birliğine üye. Dünyanın bu soğuk ve büyük kısmı yılın altı ayı karanlık ülkesinde barış hüküm sürüyor. Dünyaya barış, edebiyat, bilim ödülleri dağıtıyor. Biz ise savunmamızı NATO’ya emanet edip Ortadoğu’da ABD çıkarlarının bekçiliğini yapıyoruz. Üstelik de birbirimizi yiyoruz. Tevekkeli burnumuz boktan kurtulmuyor.

NE İŞİNİZ VAR SURİYE’DE?

Bu yazıyı paylaşmaya hazırlanırken ordunun Suriye topraklarına girdiği haber veriliyordu. Şam’da cuma namazı kılma hevesi kursaklarında kalan hükümetimiz hiç değilse Suriye’de hangi bölgenin kimde kalacağına karar vermek istiyor. ABD ile birlikte… Yazık. Tarihten hiç mi ders çıkarılmaz?

Haydi hep beraber İsveç gibi olmaya çalışalım. Emperyalist silahlı paktlardan çıkalım. Kendimizi Yavuz Sultan Selim zamanında zannedip komşularımız üzerinde horozlanmayalım. Demokratik bir düzen kurup birbirimizle didişmekten vaz geçelim. Gereksiz savunma harcamalarını kısıp paramızı eğitime (AS : ve sağlığa!) harcayalım hem de okullarımızda bilim okutalım. Sanayilaşmeye, bayındırlığa harcayalım. Ayakkabı kutularına paralarını istif etmek isteyenlere fırsat vermeyelim.

Birbirimizin gözünü çıkarmayı marifet saymayalım. Kürsülerde biraz alçak sesle fakat mantıklı konuşalım. Bütün komşularımız bize gıpta ile baksın. Bizi parmakla göstersin. Unutmayalım ki, tarih boyunca birçok uygarlıkların kurulduğu topraklarda yaşıyoruz. Bizden öncekilerin ve bugün bizi yönetenlerin hatalarını ve suçlarını tekrar etmeyerek, bunlara özenmeyerek Yunus Emre’nin, Şeyh Bedrettin’in, Hacı Bektaş Veli’nin, Kuvayı Milliye Ordusunun başındaki Mustafa Kemal Paşa’nın, Nazım Hikmet’in, Yaşar Kemal ve benzerlerinin bize bıraktıkları kültür üzerinde yeni bir uygarlık kuralım. Bilim ve sanat ödüllerini biz dağıtalım…. (Ayvalık, 24 Ağustos 2016)

===============================

Dostlar,

Değerli arkadaşımız Sn. Zeki Sarıhan’ın bu güzelim yazısında bir çekincemiz var;

NE İŞİNİZ VAR SURİYE’DE?

Bu sorgulamayı ne yazık ki yapamıyoruz.. Ülkemizin güvenliği, BOP’un Büyük Kürdistan projesi üzerinden ülkemizin toprak bütünlüğünün ciddi risk altına girmesi.. başlıca gerekçeler.. Uluslararası Hukuka da uygun. Dileyelim, 5,5 yıldır sürdürülen olağanüstü yanlış, emperyalist maşası Suriye politikamız düzeltilsin.. Yapılan vahim yanlışlar ağır yitikleri geri getiremese bile!

İkincisi minik bir ekleme.. Ulusal kaynakları eğitime öncelikle yönlendirelim ama her şeyin başı sağlık! Sağlıklı olmayan insanları eğitebilme olanağı da olmayabiliyor..

Sevgi ve saygı ile.
24 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

DEVLETİ YENİDEN İNŞA ETMEK…

DEVLETİ YENİDEN İNŞA ETMEK…

portresi

 

Zeki Sarıhan

 

 

15 Temmuz Fetullahçı darbe girişiminden sonra iktidar çevrelerinden “Devleti yeniden inşa edeceğiz” sözleri işitilmeye başlandı. İnşadan kast ettikleri şeyin kendi iktidarlarını ayakta tutmaya yarayacak kimi önlemler olduğu anlaşılıyor: Ordu’yu doğrudan doğruya kendilerine bağlamak, askeri liseleri kapatmak, Fetullahçı örgütlenmeye destek veren kişi ve kurumları etkisiz kılmak, memur alımında mülakat yöntemini getirmek bunların başlıcalarıdır.

Bir devlet inşa etmek veya inşa edilmiş bir devleti yıkıp yerine yenisini yapmak kolay değildir. Bu ancak köklü bir devrim veya karşı devrim dönemlerinde yapılabilir. Yepyeni bir devlet için yepyeni bir insan gereklidir. Oysa sizin bütün insan kaynaklarınız, eski devletten devşirmedir. Yeni bir anayasa yapsanız bile bunun temel çatısı eski anayasadan alınmadır. Yasaların büyük çoğunluğu yürürlüktedir.

İktidar partisinin yaptığı ve yapmak istediği, devletten bir bölüm insanları tasfiye edecek kimi
yasa ve kararnameler çıkarmaktan ibarettir.

AKP’nin, eski ortağı Fetullahçıları tasfiye ederken bunu “devletin yeniden inşa edilmesi” diye açıklaması gerçekçi değildir. Peki bu yeni veya yenilenmiş devletin ideolojisi ne olacaktır?

Devlet de öbür bütün kurumlar gibi eskir ve yıpranır. Onu canlı tutmak için yeni yasalar ve anayasalar çıkarılır. Yasalar olduğu gibi yerinde kalsalar bile devletin amaçları ve işleyişi ile ilgili yorumlarda esnemeler olur. Bunların ileri mi geriye mi yönelik olduğu iktidardaki sınıfların çıkarlarıyla ilgilidir. 1876 Anayasası ile 1921’e, hatta 1924’e, 1924 Anayasası ile de 1961’e dek yönetildiğimizi anımsamak gerekir.

      Gölge etme başka ihsan istemez!

AKP, devletin yapısıyla oynamak yerine ona gölge etmeseydi başka ihsan istemezdi!

14 yıl boyunca laik bir devletti dinci bir devlete dönüştürmek için yapmadıklarını bırakmadılar.

Parlamenter sistemi ve güçler ayrılığını bir yana bırakıp fiili bir diktatörlüğe özendiler. “Dünyada barış” politikası yerine emperyalistlerin yelkenine binip komşularımıza askerî müdahaleye özendiler ve İslam dünyasının ağası olmak istediler. İçeride barış ve kardeşliği kurma fırsatlarını heba edip yurdumuzun bir bölgesinde taş üstünde taş bırakmadılar.

  • Devleti yeniden inşa etmekten söz eden AKP çevreleri, şimdi eski ortaklarının tasallutundan kurtulmaktan başka millete ne vaat ediyor?

Gerçek inşanın nasıl olması gerektiği konusunda söylenecek çok şey vardır. Bunlardan bir var ki acilen belirtilmesi gerekiyor: Din ve devlet ilişkisi.

AKP iktidarına ilk söylenecek şey; yalnız onun değil, milletin başına gelen darbe felaketinin din ve devlet ilişkisinin yanlış kurgulanmasıdır. Bu konuda Fetullahçılarla AKP zihniyeti arasında yalnızca yöntem farkı vardır. Fetulahçılar, niyetlerini gizleyerek ve sureti haktan görünerek devleti ele geçirip onu bir din devletine dönüştürmek istiyorlardı. AKP ise bunu seçim yoluyla ele geçirdiği devleti bir din devleti haline getirerek yapmak istedi.
Dini, yeni muhafazakâr burjuva iktidarının bir kaldıracı olarak kullandı.
İhale yolsuzluklarının ve hırsızlıklarının üzerini bununla örtmek istedi.

Şimdi yeniden inşa işinde, hadi o denli iddialı olmayalım; yapılacak düzeltme işinde ilk yapılacak iş, devlet işleriyle din işlerinin kesinlikle birbirinden ayırmaktır. Hiçbir din, mezhep ve tarikat, kendisini iktidarda hissetmemelidir. Devletin görevi din propagandası yapmak değildir. Yurttaşları belli bir din, mezhep ve tarikata ikna etmek devletin görevi değildir. Bunlar Ortaçağ devletlerine aitti.

Devletin din işerinden elini çekmesi, yurttaşların inanç ve ibadetlerinin de güvencesidir.

Hiçbir inanç kesimi, kendisini devletin üvey evladı olduğu duygusuna kapılmamalıdır.

Okullardan din dersleri kaldırılmalı, din adamı yetiştirme politikasında Tevhidi Tedrisat Yasası’nın hükümlerine dönülmelidir. Yani, gerektiği ölçüde imam ve hatip yetiştirmek.

Hükümet, 15 Temmuz şokundan sonra kendi durumunu tahkim edecek yeni bir inşaata başlamış görünüyor. İktidar binasının çevresine kalın duvarlar örüyor. Ancak bu kaçak bir inşaattır. (Ayvalık, 13 Ağustos 2016) 

=================================

Teşekkürler değerli dostumuz Sn. Zeki Sarıhan..
Ülkenin çarpıcı gerçeklerini ve AKP’nin çoook derin açmaz ve kabul edilemez çelişkilerini  sergilediğiniz ve ek olarak yerinde öneriler de ürettiğiniz için..

Sevgi ve saygı ile.
13 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ÖĞRETMEN DÜNYASI’ndan KERMESE ÇAĞRI…

ÖĞRETMEN DÜNYASI’ndan

KERMESE ÇAĞRI…

Dostlar,

ÖĞRETMEN DÜNYASI dergisi yanılmıyor isek 30 hatta 35 yılı aşan bir süredir sebat ile, özveri ile yayın yaşamını sürdürmekte. Eğitim emekçisi Sayın Zeki Sarıhan‘ın başlattığı
AYDINLANMA İMECESİ sürüyor, sürdürülüyor.

Bizim de sürdürümcüsü (abonesi) olduğumuz bu seçkin derginin okunmasını, okutulmasını dileriz. Dergi yararına Kermes 28 Kasım 2015 Cumartesi günü Kızılay Alba Otelde..

İlgi ve bilginize sunarız..
Emek verenlere ve vereceklere teşekkür ederiz.

Sevgi ve saygı ile.
27 Kasım 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ANKARA’DAKİ KATLİAM SON UYARIDIR


ANKARA’DAKİ KATLİAM
SON UYARIDIR

portresi

Zeki Sarıhan 

10 Ekim 2015 Cumartesi günü, Ankara’da barış mitingi için toplanan on binlerce vatandaşın ortasında patlatılan bombalar, savaş politikalarında ısrar edenlerin akıllarını başlarına getirecek midir? Hem sınır ötesi savaşa müdahil olmak, hem de ülkede savaş ortamının barışa dönüşmesini istemeyenleri, bir kez daha düşündürecek midir?

Suriye’deki savaşta ABD ile Rusya’nın silahları konuşurken Türkiye savaş veya barış politikalarından birini tercih etmekle karşı karşıyadır. Gelişmeler gösteriyor ki, Türkiye halkının büyük bir bölümü barış isterken bir savaş lobisi de kolay kolay bu politikalarından vazgeçmeyecek.

Amerika’nın yelkenine binerek 15 gün sonra Şam’da Cuma namazını kılmak isteyenlerin ülkeyi yönettiği başkentte, gerici şiddet onlarca yurttaşın hayatına mal oluyor. Suruç’ta, Ankara’da yurttaşlarının güvenliğini sağlayamayanların bir başka ülkede güvenlik ve düzeni nasıl sağlayabileceği büyük bir sorudur. Suriye’de rejim muhaliflerini desteklemek için harcanan milyarlarca lira Türkiye’de barış ve refah için harcansaydı, Suriyeli göçmen sorunu da olmazdı. Osmanlıcılık hayallerine kapılınmasaydı, mezhepçilik güdülmeseydi komşularımızla Türkiye’nin arası bu kadar açılmayacaktı. Milletin dirliği ve düzeni başkanlık adı altında bir diktatörlük hevesine feda edilmeseydi Ankara’da ne böyle bir miting yapma ihtiyacı olurdu, ne de bu saldırı gerçekleşebilirdi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savunmasını Batı ittifaklarına teslim eden Türkiye’nin yöneticileri, hem müttefiklerinin Suriye’de kepaze olmaları, hem de kendi politikalarının sert bir kayaya çarpması sonucu ne yapacaklarını kara kara düşünüyor olmalılar. Onların kullanılma süreleri bitmiştir. Asıl gözlerini açması gerekenler bizleriz. Halkız. Başka nedenlerle de olsa onları kılavuz edinenler bu kez de başarırsa başımız uzun süre daha beladan kurtulamayacak demektir.

Türkiye halkı olarak Suriye’deki savaşın ve ülkemizdeki iç savaşın bizi sürüklediği kargaşadan ve tehlikelerden korunmak için yapmamız gereken, savaş politikalarında ısrar eden bir yanı açıkta, bir yanı karanlıkta bulunan odakların iktidarına son vermektir. Yaşadığımız acı deneyleri fırsat bilerek ülkemizin bağımsızlığını güvence altına almalıyız. Orduyu ve polisi Amerikan çıkarları ve diktatörlük hevesleri için harcamanın büyük bir vebali olacaktır.

Dış ilişkiler açısından: Türkiye savunmasını hiçbir emperyalist devlete ve bloka emanet edemez. Türkiye’nin hiçbir ülkenin toprağında ve servetlerinde gözü olamaz. Kendi ülkesinin bağımsızlığını ve birliğini hedeflemeyen, hiçbir savaştan kazançlı çıkamaz. Hiç vakit geçirmeden “Dünyada barış” politikalarını dönülmelidir. Dünyada barışı sağlamak için de hiçbir devlete ve halka düşmanlık beslemeyen ve bütün ülkelerle eşit ilişkiler kuran politika acilen hayata geçirilmelidir.

İç politika açısından: Yurttaki barışın sağlanması için milliyet ve mezhep kavgasına son verecek eşit yurttaşlık ilkesine dayanan sağlam bir demokrasiyi acilen gerçekleştirmek şarttır.

Bir kez daha görüldü ki, barışı savunmak kolay değildir. Büyük riskleri göze almak demektir. Ancak bu zorlukları ve tehlikeleri göze almadan aydınlık bir sabaha ulaşmak da kolay değildir. Görev biz milyonlarca barışsevere düşüyor. (10 Ekim 2015, 12.55)

======================

Dostlar,

10 Ekim 2015, salt ülkemiz açısından değil dünya tarihi açısından da son derece özellikli bir gün olarak kayıtlara geçecektir..

Saat 23:10 ve 95 (doksan beş) yurttaşımızı yitirdik..
246 (iki yüz kırk altı) da yaralımız var.. Bunların 48’i ağır, 26’sı yoğun bakımda..

Bu çok acı olayı kuşkusuz bir yandan yüreğimizin kavurucu yangını ile bir yandan da elden gelen serinkanlılıkla işleyeceğiz.

Sayın Zeki Sarıhan, ülkemizin yetiştirdiği nitelikli – değerli – tutarlı – sorumlu – ağırbaşlı sosyalist aydınlarından biridir. (Erken) Yazısını yukarıda aktardık.. 2 noktada gözden kaçırılan önemli yanlışa dikkat çekmek istiyoruz :

İlki EŞİT YURTTAŞLIK İLKESİ : “Eşit yurttaşlık”, bir ülkede toplulukların (halkların, milliyetlerin, cemaatlerin) birbirlerine eşitliği temelinde kurulan sistemi anlatır. Farklı etnisite ve inanç topluluklarının hukuksal-siyasal olarak tanınması; farklı toplulukların birbirleri karşısında konumlandırılması demektir. Bu etnikçi anlayış, bir tür yeni-feodalizm icadıdır. Çağdaş demokrasi, Devletin yurttaşların etnik köken, inanç, cinsiyet, vb. topluluk özellikleri karşısında kör-sağır kalmasını, bunlardan bağımsız olarak her yurttaşın birey olarak eşitliğini yükseltir.
Bu nedenle “eşit yurttaş” değil, “yurttaşların eşitliği” ilkesi esastır.

İkincisi ORTAK VATAN İlkesi : “Ortak vatan”, ulusal siyasetin değil, etnik siyasetin temsilcisi olan partilerin-kişilerin değeridir. Vatan, üzerinde yaşayan toplumun “ulus” durumuna geldiği siyasal sistemlerin coğrafyasıdır. Vatanın “ortak” olması için, bir coğrafyada 1’den çok ulusun tanımlanmış olması gerekir. Etnik siyasetçilerin değerlerine göre Vatan, üzerinde vatandaşlık bağıyla yaşayan her bir yurttaşındır; hepimizindir. Bizim için ise
“ortak vatan” değil “hepimize ait olan tek vatan” vardır.

Bu siyasal bilim verilerinden Sayın Sarıhan’ın yoksun – habersiz olduğu düşünülemez. Dolayısıyla bilerek – bilmeyerek / örtük – açık etnik temell bir siyaseti savunmak durumundadır. Bir sosyalist açısından ideolojik tutarlık anlamına gelir mi böylesi bir konumlanma yoksa derinlemesine bir çelişkiyi mi kodlar; site okurlarımızın değerlendirmesine bırakıyoruz..

*****

Ülkemizin – ulusumuzun derin acısını hücrelerimize hatta moleküllerimize dek paylaşıyor, yüreğimizin derinliklerinde duyumsuyoruz.

Ölenlerin yakınlarına sabır ve dayanç diliyoruz..
Katliam sorumluları er ya da geç ortaya konacak ve hesabı sorulacaktır.

Başlangıç için diyelim ki; uçan kuştan haberli muazzam MİT ve öbür istihbarat örgütleri
neden gerekli istihbaratı edin(e)memştir?? Mitinge girenler neden gereğince aranmamıştır?

Siyasal sorumluluk tartışmasız AKP’nindir..
Yasa dışı buyruklara uyan bürokratlar da yasal sorumluluktan kurtulamayacaklalrdır.

Sevgi ve saygı ile.
10 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

BU SAVAŞI KİM KAZANIR?

BU SAVAŞI KİM KAZANIR?

portresi

 

Zeki Sarıhan

 

 

Türkiye devletiyle PKK arasında 30 yıldır sürmekte olan savaş, birkaç yıldır çatışmasızlık dönemi yaşarken Erdoğan’ın verdiği komutlarla yeniden alevlendi.

Bu savaşı, taraflardan hangisi kazanacak? Birçok okuyucu bu soruyu abes ve yanlış bulabilir ama gene de üzerinde soğukkanlılıkla düşünmek gerekir.

Bir savaşı hangi tarafın kazanacağı savaşın özelliğine, tarafların kuvvetine ve savaşı yönetin komutanların uygulayacakları strateji ve taktiklere göre değişir. Tarihte öyle savaşlar görülmüştür ki, taraflardan birinin yalnız savaşçı kuvvetleri değil, topluluğun tamamı hemen hemen yok edilmiş, sürülmüş ya da o topluluk dize getirilerek uzun zaman boyunduruk altında tutulabilmiştir. Ancak bir topluluk tümüyle yok edilememiş ve uzun bir zaman içinde din ve dil olarak asimile edilememişse günü gelir varlığını ortaya çıkarır. Kaybedilmiş bazı savaşlar ise, kaybeden topluluğun belleğine bir travma olarak yerleşir.

BU BİR TÜRK-KÜRT SAVAŞI MI?

Devlet ile PKK arasında 40 binden fazla kişinin öldüğü ifade edilen savaşı bir “Türk-Kürt Savaşı” olarak ifade etmek doğru değildir.  Ne devlet rastladığı her Kürt’ü öldürüyor, ne de PKK bütün Türkleri düşman ilan ediyor. Zaten galeyana getirilen bazı fanatik toplulukların gördüğü her Kürt’e, onların işyerine ve Kürtlerle ilişkilendirdiği kurumlara karşı yaptıkları densizlikler sayılmazsa, Türk ve Kürt nüfus ülkenin her yanında yan yana ve iç işe yaşıyor.

Milletin tümünü oluşturan Kürt ve Türk unsuru böyle bir savaşın kararını oylayarak almış değildir. Zaten hiçbir hükümet, savaşı halka sorarak çıkarmaz. O bunu millet adına yaptığını ileri sürer. Yakın zamanlara kadar yapılan araştırmalar göstermekteydi ki, halkın büyük bir bölümü çatışmasızlıktan memnundu, Kürtlerin taleplerinin görüşmeler yoluyla çözüme ulaştırılmasını istiyordu. Hükümet partisi, oyların bir kısmını da bu politikası nedeniyle alıyordu.

Bu savaşı tarihte okuduğumuz birçok savaşlardan ayıran, onun ülkede yaşayan bir etnik topluluğun kimlik taleplerinde bulunması, devletin (veya hükümetin) bu isteği yerine getirmemesi nedeniyle çıkmış olmasıdır. Devlete göre, talep sahibi Kürtler devlet düzenine aykırı hareket etmekte ve ülkeyi bölmeye çalışmaktadırlar. Kürtler ise, yalnızca eşit yurttaşlık istediklerini, ülkeyi bölmek gibi bir niyetlerinin olmadığını söylemektedirler.

Taleplerinin gerçekleşmesi ne kadar imkânsız görülürse görülsün, Kürtlerin artık eskisi gibi yönetilemeyecekleri anlaşılmış olmalıdır.

Uzun süre Kürt isyancıların üzerine yalnız asker ve polis gönderilerek, köyler boşaltılarak ve cezaevlerinde bu unsurlar ağır işkencelere uğratılarak bu savaşın kazanılabileceği sanıldı. Fakat sonunda bu yöntemlerle ateşin söndürülemeyeceği, hatta yangının daha da alevlendirildiği anlaşılınca, Kürtlerin kalbini kazanacak bazı uygulamalara da başlanmıştı. Askerî birliklerdeki elemanlar tarafından Kürt gençleri için üniversiteye hazırlık kurslarının verilmesi, Nevruz bayramlarında vali ve kaymakamların ateş üzerinden atlamaya başlamaları, Kürtçe üzerindeki yasakların bazı alanlarda kaldırılması, bu kalp kazanma uygulamalarından bazılarıydı.

AKP Hükümetleri döneminde girişilen Kürt sorununda açılım politikası ise Kürtlerin oyunu almaya yönelikti. Türkiye yönetilebilir bir ülke olmaktan çıkmıştı. Bu “bela” def edilemezse Türkiye, içte ve dışta büyük sorunlar yaşayacaktı. İktidarlar demokrat değillerdi. Açılımı Kürtler rahat etsin diye değil, kendileri rahat etmek, meşrulaşmak ve bunun sonucunda muhafazakâr yeni bir devlet ve toplum biçimlendirmek için ortaya attılar.

Kürtler, bu taleplerinden vazgeçirilebilir mi? Sınır ötesindeki PKK kampları tümüyle yok edilse ve PKK’lıların tümü öldürülse bile, Kürtlerin zihninden artık demokratik özerkliğin çıkmayacağı anlaşılıyor. Çünkü bu düşünce artık onların arasında iyice yaygınlaşmıştır ve bunun için daha pek çok zayiat vermeye hazır oldukları görülüyor. Güneydoğu kentlerinde yapılan gözlemler, durumun devletin itibarı açısından pek de parlak olmadığını gösteriyor.

KARANLIKTA ISLIK ÇALMAK…

Fotoğrafı bütünüyle görmeye yanaşmayanlar, karanlıkta ıslık çalarak kendini rahatlatmaya çalışanlar gibi, Kürt nüfusun PKK’dan el aman dediğini, Kürtlerin içinden PKK unsurlarını ayıklayabilirlerse sorunu çözebileceklerini ileri sürüyorlar. Tahmin etmek hiç de güç değildir ki, bütün Kürtlerin PKK’ya, hatta HDP’ye sempati duyması mümkün değildir. Ülkede halkın yarısından çoğu iktidar partisinden nefret ettiği halde AKP Türkiye’yi yönetmeye devam ediyor. HDP’nin Kürtleri temsil özelliğinin çok daha yüksek olduğunu yerel ve genel seçimlerde kullandıkları oylardan da görüyoruz. Bu gerçeğe göz kapatarak Kürt sorununun çözülemeyeceği açıktır.

PKK’nın en büyük avantajı, modern silahlarla donanmış ve personel sıkıntısı çekmeyen devlet güçleri karşısında kendilerine taktıkları adla gerilla taktiklerini uygulamasıdır. Bu tip bir savaş Uzak Doğu ve Güney Asya’da, Latin Amerika’da, Balkanlarda gerek dış istilacılara, gerek devlet güçlerine karşı uzun yıllar uygulanmış ve bunların çoğunda halk desteği ile başarıya ulaşmıştır.

Devletin Kürt halkının kalbini kazanması, bu saatten sonra yol, hastane yapmak, çocuklara oyuncak dağıtmak ve Nevruz kutlamalarında ateşin üzerinden atlamakla mümkün olamayacaktır.  Kürtlerin temsilcileriyle bir araya gelip ne istediklerini sormak ve bu istekler doğrultusunda bir uzlaşmaya varmaktan başka çare yoktur.

Hiç şüphe edilmesin, Kürt halkının çoğunluğunun kendileri için isteyecekleri toplumsal düzen, Türklerin zararına olamaz. Kürtlerin yaşamak istemeyecekleri bir düzen, Türkler için de cennet olmayacaktır. (20 Eylül 2015)

===============================

Dostlar,

Sayın Sarıhan’ın bu yazısına da web sitemizde yer verdik ancak içeriğine büyük ölçüde katılmadığımızı belirtmek zorundayız.

Ülkemizde “Kürt sorunu” değil “Kürtçülük” yapılarak etnik ayrımcılık ve iç çatışma tohumlandığını düşünüyoruz.

PKK’nın da bu bağlamda Batılı güçlerce ülkemize karşı bir vekaleten savaşta 1984 Eruh – Şemdinli baskınından bu yana bölücü teör örgütü işlevi ile maşa olarak kullanıldığı, ABD-AB-İsrail tarafından “her türlü” desteğin onyıllardır cömertce verildiğini.. artık bütün kanıtlarıyla biliyoruz.

Amacın BOP kapsamında Büyük Kürdistan kurmak olduğu PKK kurulmadan önce bellidir. Başlangıçta sözde bağımsız bir devlet gibi kurulacak Büyük Kürdistan, kısa sürede İsrail hegemonyasına alınack ve Büyük İsrail inşa edilecektir. O zaman Kürtler sonsuza dek, kendi devletlerinde sömürge olacak ve geçmiş zamanlarını arayacaklardır.

PKK; Türkiye’yi de bölerek, Irak, İran ve Suriye’den koparılacak topraklarda Batı Emperyalizminin Büyük Kürdistan hayal ve projesinin silahlı milis gücüdür. Adı geçen 4 ülkede Kürt etnisitesine demokratik istemler maskesi ile bölücülük yaptırılmakta, PKK da bu amaçla kullanılmaktadır. Bu arada söz konusu 4 ülke istikrarsızlaştırılmakta, çok büyük maddi – manevi bedeller ödemektedir. Toplumsal psikoloji ardışık ve ağır travmalarla zedelenerek zaman içinde toplumsal direncin kırılması, “ver kurtul demesi” hedeflenmektedir. Sayın Sarıhan’ın da bu kesimler içinde direncinin kırıldığı üzüntüyle görülmektedir.

Açıktır ki,  Emperyalizm, terihinde hiçbir halkı – etnisiteyi özgürleştirmemiştir.
Bu doğasına aykırıdır çünkü özü – ruhu sömürgeciliktir.
İkinci olarak, bir demokratik özgürleşme – özerkleşme uğraşı emperyalizmin kucağında verilemez! Bu hem ahlak dışı hem de tarihsel gerçeklere aykırıdır ve Türkiye Kürtlerine de doğrusu hiç ama hiç yakışmamaktadır!

Türkiye’de ana sorun; ülkemizde, özellikle Doğu – Güneydoğu’da toprak ağalığına dayalı ilkel feodalitenin tasfiye edilememesidir. Toprak reformunu toprak ağaları – aşiret reisleri ve büyük sermaye 90 yıldır engellemektedir. Büyük Atatürk‘ün bile gücü yetmemiştir! Bu yapılabilse idi ülke türdeş (homojen) bir bölgesel kalkınma ve bütünleşme (integrasyon) sağlayabilecekti.

Hala geç değildir..

Sorun, salt Kürtlere birtakım demokratik haklar ve bölünmeye uzanacağı ilgili batılı çevrelerce planlanan ve açıklanan “demokratik özerklik” tanıma sorunu değildir.

Sorun, tüm Türkiye insanına, hiçbir ayrım elbette yapmadan, 1. sınıf insan – yurttaş gibi davranarak evrensel demokrasiyi tüm kuralları ve kurumları ile oturtmaktır.

Sayın Sarıhan gibi değerli aydınlarımızın Batılı stratejistlerin zamana oynayan kurgularına yenilmemesini dileriz.

Geçelim kendilerinin de itiraf ettiği Batı’nın silahlı gücü PKK’yı; yasal zeminde görünmeye çalışan HDP bu projenin organik ve ayrılmaz bir parçasıdır. Teslim etmek gerekir ki; bir etnisiteye dayalı siyaset ırkçılıktır ve ilkeldir, demokrasilerde yeri yoktur ve mahkum edilmelidir.

Türkiye, son çözümlemede, ülkesi ve halkıyla bölünmez bütünlüğü için uluslararası hukuk katında meşru bir savunma içindedir!

Sevgi ve saygı ile.
21 Eylül 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Sayın Sarhan’ın e-iletisine yanıtımız.. 

Değerli Sarıhan,
Yazınızı yayımladık..
Bir yerde “Türk ve Türk nüfus” derken 2. sini Kürt olarak düzelttik..
İçerik olarak büyük ölçüde paylaşmıyoruz yazınızı..
Ancak gene de yayımladık ve altında yorumumuzu koyduk..
Bilginize..

“TERÖRE HAYIR; KARDEŞLİĞE EVET” YÜRÜYÜŞÜ


“TERÖRE HAYIR; KARDEŞLİĞE EVET” YÜRÜYÜŞÜ

portresi

 

 

Zeki Sarıhan

 

 

17 Eylül günü Ankara’da Sıhhiye’den Ulus’a kadar yapılan “Terör’e Lanet, Kardeşliğe Evet” yürüyüşü, bir Erdoğan organizasyonu olarak görülüyor. Bunun üç kanıtından

– birincisi yürüyüşü düzenleyen meslek birliklerinin çoğunun hükümet yanlısı olması,
– ikincisi şiddetin durdurulması için hükümete bir çağrı yapılmayışı,
– üçüncüsü ise Erdoğan’ın 3 gün sonra İstanbul’da Meclis Başkanı ve Başbakan’la birlikte katılacağı aynı temalı büyük bir miting yapacak olmasıdır.

Mitinge siyasal partilerin çağrılmayışı, bunun bütün milleti, ayrım gözetmeden temsil ettiği izlenimini vermek içindir. Katılımcıların kendilerini temsil eden pankartları taşımalarının ve slogan atmalarının yasaklanması da aynı görüntüyü güçlendirmek içindir.

Önce Osmanlı Ocakları, yurdun çeşitli yerlerinde Kürtleri dövmekle, terörü destekliyor diye gazete basma ve gazetecileri tehdit etmekle işe başladılar. Fakat bu eylemler, zaten gergin olan Kürtlerle devlet arasındaki düşmanlığı daha da derinleştiren ve ülkeyi yönetilemez hale getiren bir sonuç doğurabilirdi. Tüccarlarımızın, sanayicilerimizin, esnafımızın ise bundan bir çıkarı olamazdı. Hükümet çevreleri de Osmanlı Ocaklarının bu hareketini zapturapt altına aldılar ve protestoları daha büyük kitlelerin makul göreceği bir şekle sormak istediler.

Türkiye siyasi bir kriz içindedir ve bu tip krizlerden Başbakan’ın birkaç gün önce oylarının biraz arttığını söyleyen demecinde de görüldüğü gibi hükümet partisi yararlanır. Kendisini güvende görmeyen kitleleri koruyabilecek tek güç kendisinin olduğu izlenimini verir.

Türkiye halkının Türküyle, Kürdüyle şiddetin bir an önce durmasını istediği, şiddet ortamından derhal barış ortamına geçilmesini istediği bir gerçektir ve birçok aklı eren kişi de bunu dile getiriyor. Aydınlar, bağrı yanık anneler, bazı meslek odaları ve kitle örgütleri, siyasi partiler şiddetin sona ermesi için asıl görevin devlete düştüğünü, hükümetin şiddeti azdıran tutumdan vazgeçmesini istiyorlar. Fakat hükümet, 1 Kasım seçimlerinde milliyetçi oyların hiç değilse bir kısmını kazanmak için bu önerilere yaklaşmıyor, hatta bu insanları ve çevreleri
terör destekçileri olarak ilan ediyor.

17 Eylül yürüyüşünü düzenleyenler, hükümeti bu konuda göreve çağıran bir söylem geliştirememişlerdir. Niyetleri ne olursa olsun, yürüyüşe katılan ve yurtseverliklerinden kuşku duyulamayacak kitleler, sonunda hükümet politikalarının bir eklentisi haline gelmiştir. Pazar günü yalnız AKP’lilerin katılması beklenen İstanbul mitingiyle 17 Eylül mitinginin, özünde aynı olacağı görülecektir. Şu farklı ki, Erdoğan yalnız kendi seçmen kitlesine hitap edeceği için alışılageldiği üzere üslubunda daha sert olabilecektir.

Bu zamana kadar benzer temalı yürüyüşler Anıtkabir’de sonuçlanırdı. Bu kez yürüyüş 23 Nisan 1920’de açılan İlk  Meclis binasına yönlendirildi. Bunun anlamı mitingi düzenleyen kesimlerden bir kısmının Anıtkabir yolunda ayaklarının geri geri gitmesi bir de “Kurtuluş Savaşını Türk Kürt birlikte verdik. Bu bizim kardeşliğimizin tescilidir” anlayışını hatırlatmaktır. O ilk Meclis, gerçekten de kardeşliği güçlendiren politikalar geliştirmişti. Pek çok kez tekrar edilen bu söylem artık derde deva olamıyor.

Şimdi, Ortadoğu’daki yangına karşı Türklerle Kürtlerin gönüllü birlik içinde karşı koyacağı politikaları geliştirmenin zamanıdır.

YARANIN SARILDIĞI BAYRAK…

Bir de bayrak tartışması yaşandı. Bu bayrak çok uzun yıllar resmi dairelerde başka bir rakibi olmadan dalgalandı ve devleti temsil etti. Ancak, AKP’nin iktidara gelmesinden sonra onun İslami bir söylemi benimsemesiyle, Atatürkçüler ve milliyetçiler tarafından hükümete karşı sallandı. Sonunda AKP, bu bayrağı ihmal etmenin kendisine hayır getirmeyeceğini anlayınca mitinglerini bayrak denizi haline getirdi. Devletin ve milletin böyle ortak bir simgesinin el değiştirmesi, din ve milliyetçilik gibi başka bazı simgelerin de başına gelmemiş değildir.

HDP’yi bir Türkiye partisi haline getirmeye çalışan Selahattin Demirtaş’ın bu mitingin bir bayrak mitingi halinde geçecek olmasından ürktüğü anlaşılıyor. Her ne kadar bu bayrağın kendileri de içinde olmak üzere herkesin bayrağı olduğunu söylese de onun Kürt siyasi hareketine karşı kullanılacağını anlamıştır. Geçtiğimiz haftalarda sorumsuz bazı grupların HDP bürolarını basarak buraya zorla Türk bayrağı asmaları, hele bir Kürt çocuğunu döverek vücuduna -yaralarını sarmak için değil- boğazına hançeri dayayıp kelime-i şahadet getirilmesi istenen biri gibi bayrak sarılması, Kürtlerin bu bayrağa psikolojik olarak niçin uzak durduklarını anlatıyor.

Türkiye bayrağının bütün Türkiye cumhuriyeti yurttaşlarının bayrağı olduğunu kabul ederek bunu içeride yurttaşların birbirlerine karşı değil, gerektiği zaman düşmanlara karşı kullanılması gerekir. Din gibi, Atatürk gibi Bayrağın ve İstiklal Marşı’nın ifade ettiği sembollerin de politik nedenlerle yıpratılmamasına özen gösterilse iyi olur.

miting

 

 

 

 

 

 

 

======================

Dostlar,

Sayın Zeki Sarıhan, kendi penceresinden 17 Eylül Yürüyüşünü değerlendiriyor..
Doğrusu biz de bu yürüyüşe katılmadık.
AKP’nin ayak oyunlarına gelmeyi ve ekmeine yağ sürmeyi hiç ama hiç istemiyoruz..

Hem bu karmaşayı yaratacaksınız hem de topluma, “tersine” ileti vermek üzere bu tür kitlesel eylemler düzenleyeceksiniz. Ehh, toplum mühendisliği bakımından fena manevra sayılmaz..

Halkımız AKP’nin girişimlerini çok iyi değerlendirmelidir.
1 Kasım seçimleri gerçekten son derece kritiktir.

Sevgi ve saygı ile.
17 Eylül 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com

profsaltik@gmail.com