Etiket arşivi: www.ahmetsaltik.net

Ataol BEHRAMOĞLU : SEÇİM SONRASINDA

SEÇİM SONRASINDA

Ataol BEHRAMOĞLU
Cumhuriyet, 07 Temmuz 2018
Kazananın dışındaki cumhurbaşkanı adaylarının oyları toplandığında 23.737.844 ediyor.

Kazanan 25.330.823 oy aldığına göre, arada yaklaşık iki buçuk milyonluk bir fark söz konusu. 
Yani öteki adaylar tek bir kişi üzerinde de anlaşsalar iki buçuk milyon eksikleri var. 
Bu arada Muharrem İnceTayyip Erdoğan’la aralarında 10 milyonluk fark olduğunu söylerken gerçeği dile getiriyor. 
İnce’nin oyu 15.340.321 olduğuna göre, neredeyse milimi milimine on milyonluk bir fark bu.
***
İşin bir yanı böyle. Gelelim öteki yanına… 
En yakın rakibinden on milyon fazla oy almış olsa da, toplam oylar bakımından Tayyip Erdoğan büyük sayılamayacak bir oy farkıyla 2. tura kalmaktan kurtuldu.
İkinci tur gerçekleşse sonuç ne olurdu? 
Şu anda bu konuda tahmin yürütmenin bence pek bir önemi ve anlamı yok. 
Fakat şu soru bütün önemi ve anlamıyla karşımızdadır: 
Toplumun %50’sinin biraz üstünde bir oy desteğiyle (rakiplerinin aldığı toplam oyun iki buçuk milyon fazlasıyla) başkan seçilmiş olan kişi, 80 küsur milyonluk bir ülkenin yönetim sistemini, bu demektir ki kaderini, bugününün ve geleceğinin yönünü kökten değiştirmeye ne ölçüde hak sahibidir? 
Tabii bu toplumun demokrasi ve evrensel hukuk ilkelerine göre yönetilmekte olduğu ve yönetileceği iddia edilmekteyse…
***
Her kesimden insanımızın içinde yükselen umut ve beklenti, haklı bir umut ve beklentiydi. 
Bu umudu sağdan ya da soldan küçümsemeye kalkmak, en azından toplumdan habersizliktir. 
Sağ kendince gerekeni yapıyor. Sola söyleyeceğim ise bu kafayla ileriye doğru bir milim yol alınamayacağıdır. Umut ve beklentiler haklıydı, fakat yenilgi de bir olasılıktı kuşkusuz. 
Kendi payıma ben, yenilgiden daha çok, sanıyorum milyonlarca seçmen gibi desteklediğim adaydan ve partisinden seçim gününde ve gecesinde beklediğim daha tutarlı, daha aydınlatıcı, daha enerjik tutumu ve tavrı göremeyişle hayal kırıklığı yaşadım. 
Ardından da alışılageldik parti içi çekişme sahneleriyle karşılaştık. Böyle bir aceleciliğin ne söz konusu partiye, ne yönetimi değiştirme çabasındakilere, ne de ülkemize iyilik getireceği kanısındayım.
***
İyi Parti başkanından da doyurucu, inandırıcı bir ses çıkmadı… 
Buna karşılık partisinden AKP’ye katılımlar olabileceği yönünde işaretler geliyor. 
Baskılar karşısında kararlı duruşuna ve lideri olduğu hareketin bir merkez parti gereksinimini karşılama potansiyeline verdiğim, bana nice hakaretlere yol açan ve şimdi belki yine açabilecek olan desteğimi henüz çekmiyorum…
Fakat bunu da ikinci bir hayal kırıklığı olarak not ediyorum.
***
Ülkemiz, insanlarımızın birbirini ciddi olarak dinleyip anlama gereğini duymadığı bireysel ve kabilesel bir çıkar ve sövgü sarmalında…
Bu konuda ben payıma düşenleri fazlasıyla alanlardanım. 
Yukarıda sözünü ettiğim hakaret ve eleştiriler, sol olarak tanımlanabilecek çevrelerle AKP yandaşlarından gelenlerdi… 
Seçim gecesi erken bir zafer ilanına ilişkin söylediğim birkaç söz ise bu kez solun yeminli düşmanlarının, kimileri olasıdır ki kiralık ağızların ağır hakaret ve saldırılarına yol açtı.
***
Bunların yanı sıra bir de HDP konusu var. 
Üç yıl önceki bir yazımda HDP’ye niye oy vereyim diye sormuş ve bu parti yandaşlarının genellikle eleştiri sınırlarını aşan hoşnutsuzluğuyla karşılaşmıştım. 
Bu seçim ise sonuçları bakımından tümüyle farklıydı. HDP barajı mutlaka aşmalıydı ve bunu yazılarımda birkaç kez açıkça belirttim. Buna karşın üç yıl önceki yazım şimdi yazılmış gibi sosyal medyada paylaşıldı. 
Açıkçası bütün bunlardan yoruldum ve sıkıldım. 
Köşe yazarlığı da bunun içinde. 
Başka çalışmalarımda da yoğunlaşabilmek için, okurlarımdan uzun bir süre, şimdilik bütün bir yaz için izin istiyorum…
=============================================
Dostlar,

Çok değerli düşünür, şair, yazar, bilim ve edebiyat insanı, gerçek aydın Sayın Ataol Behramoğlu’nun kolay kolay pes etmeyeceğini biliyoruz.. 

Hele buna dönük kurgulu saldırı olasılığını da dikkate alarak..

Bir süre dinlenmesini ve ülkemizin yakıcı sorunlarına akılcı çözümler sunan nitelikli yazılarına dönmesini diliyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 07 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

7 Temmuz 1980.. 38 Yıl Sonra; Şehit Edilen Babamızı Anıyoruz…

7 Temmuz 1980.. 38 Yıl Sonra;
Şehit Edilen Babamızı Anıyoruz…

 

Dostlar,

Bu gün 7 Temmuz 2017..
(Önceki yıldönümlerinde yazdıklarımızın güncellenmesidir.)

Ailemizin başına gelen bir yıkımın (felaketin) 38. yılı..
Hoşgörünüzle bu konuyu biraz yazmak istiyoruz.
Kendi özelimizle sizleri meşgul etmek aklımızdan geçmiyor. Ancak insanların belli yaşantı deneyimlerini paylaşmasında yarar olmalı. Üstelik ortak toplumsal kökenleri olan bir acı süreç ve aradan 38 koca yıl geçtiğine göre, duygusal tonlamaları da sanırız -büyük ölçüde- dizginleyebiliriz.
****
7 Temmuz 1980.. Sıcak bir yaz günü ve Türkiye doludizgin 12 Eylül darbesine sürüklenmekte. Adeta eğik düzlemde, ülke tanımlı – kurgulanmış bir hedefe kayıyor. Ülkenin birçok yerinde sıkıyönetim var ama her gün “ortalama” (bu sözcüğü böylesi bir bağlamda kullanmak zorunda kalmak ne acı değil mi!?) 20 (yirmi!) dolayında insanımız ölüyor, öldürülüyor!

TRT’nin siyah-beyaz ekranları ve gazeteler, dergiler.. kan – revan dolu..
Sunum çerçevesi ise tek tip (klişe) : ….. yerde çıkan sağ – sol çatışması”nda
şu sayıda insan öldü, bu sayıda insan yaralandı..
Ne mal güvenliği var ülkede ne de can!
Toplum şaşkın, ağır gerilim altında, neredeyse “öğrenilmiş çaresizlik / pes” sendromu (learned helplesness syndrome) içinde “pes” eşiğinde.. Kendince savunma önlemleri almaya bakıyor.. Kentler – kasabalar – kırsal.. bölünmüş ve “kurtarılmış bölgeler” ilan edilmiş. İnsanlar savunma amaçlı silahlanıyor..
*****
Biz o tarihlerde Hacettepe Tıp Fakültesi’nde Toplum Hekimliği (sonra YÖK düzeninde Halk Sağlığı oldu) Bölümü’nde Tıpta Uzmanlık Eğitimi alıyoruz.. İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdiğimiz 15 Haziran 1977 sonrası Elazığ / Keban’da 1 yılı aşkın süre SSK hekimliği yapmış ve uzmanlaşma kararı vererek adını andığımız Bölümün asistanlık sınavlarını kazanmış, 11 Kasım 1978’de ihtisasa başlamıştık.

Bölümümüzü ve Dalımızı aşkla seviyorduk. Daha 1971’lerde Hacettepe Tıp’ta 1. sınıf öğrencisi iken Prof. Dr. H. Nusret FİŞEK’i tanımış ve O’ndan Toplum Hekimliği dersleri almaya başlamıştık. Kalpaksız Kuvayı Milliyeci Prof. Fişek, bize sağlık ile sosyo-ekonomik etmenler arasındaki köklü, kapsamlı ve çarpıcı ilişkilerden söz ediyordu ustalıkla.. Üstelik bu ilişkiler neden-sonuç ilişkileriydi ve geleceğin çağdaş hekimleri ve tıbbı salt fiziksel – biyolojik – kimyasal nedenlerle uğraşmakla kalmayıp; sağlık sorunlarının asıl – altta yatan sosyal – kültürel – ekonomik nedenleriyle uğraşmalıydı, uğraşacaktı.

Bu Fakültede (Hacettepe) Tıbbiyenin ilk 2 yılını okumuş (İngilizce hazırlık sınıfından sınavla bağışık olmuştuk) ve İstanbul’daki ailemizin yanında olmak için İstanbul Tıp Fakültesi’ne 3. sınıfta yatay geçiş yapmıştık. Yeniden ayrılmak zorunda kaldığımız Fakülte’ye, Nusret hocaya, Bölüme.. üstelik asistan hekim olarak dönmüştük. İşimizi çok seviyor ve gelecekte ülkemiz halkının sağlığına kapsamlı katkılar verebilmeyi umuyorduk. Uzmanlık eğitimimizin 1 yılını örnek Eğitim ve Araştırma Sağlık Ocaklarında geçirecektik. Bu bağlamda Çubuk ve Etimesgut’ta Sağlık Bakanlığı ile Hacettepe Üniversitesi protokol yapmıştı ve bunlardan biri de Eskişehir yolu 28. km’deki Yapracık Köyü Sağlık Ocağı idi. (Bu köy, günümüzde artık Bütünşehir Belediye Yasası bağlamında Ankara’nın bir mahallesi!)

Bu Sağlık Ocağı’nda, 38 yıl öncenin “tam anlamıyla köy koşullarında” yaşıyorduk. Lojmanımız köyde idi, kömür sobalı idi ve hastane acil nöbetlerimiz ile Cuma öğleden sonra eğitim amaçlı Ankara toplantıları dışında hep (7/24!) köyde kalmak zorunda idik.

Günümüzde Ankara’nın en gözde mahallelerine dönüşen Ümitköy, Dodurga, Çayyolu, Aşağı Yurtçu, Yukarı Yurtçu, Türkobası, Alacaatlı, Ballıkuyumcu… bizim toprak damlı köylerimizdi!

Oralara kapsamlı 1. Basamak (hastaneye yatmadan) sağlık hizmeti sunuyorduk .. Gece – gündüz şevkle çalışıyorduk. Bölgede Brusella hastalığı yaygındı. Pendik Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü‘nden kendi olanaklarımızla anti-serum getirtmiştik; köylerde hastalardan kan alıyor, “el santrifüjü” ile çevirerek serumunu ayırıyor ve oracıkta lam üzerinde mikroskopla aglütinasyon bakarak Brusella’nın laboratuvara dayalı yarı-kantitatif tanısını (titrasyon yapmadan) koyuyorduk. Günümüz sağlık çalışanları bu yaşantıya, deneyime inanmakta zorluk çekecekler eminiz ama, gerçek bu!
*****
Böylesine çoook yoğun bir koşuşturma gününün (7 Temmuz 1980, Pazartesi) ardından birkaç saat da okuduktan ve Uzmanlık tezimiz üzerinde çalıştıktan sonra (Köylerimizde 30+ Yaşta Koroner Kalp Hastalığı Araştırması İzleme Araştırması-3) gece yarısı sonrası yorgunlukla yatmıştık.. Önce kapı, hemen ardından pencere camı şiddetle vurulmaya başladı, kalktık. Alışkındık, acil hastamız olmalıydı. Evimizde sabit telefon (elbette cep telefonu da!) yoktu! Ancak bu kez öyle değildi.. Karşımızda kayınbiraderimiz duruyordu ve yüz ifadesi çok hüzünlüydü. Ne olduğunu ağzından zorlukla aldık..

Babamız.. İstanbul’daki Emniyet Başkomiseri babamız Halis bey vurulmuştu!
Kayınbirader, sonuca ilişkin ipucu vermiyordu.. “Herhalde ölmüş??..” diyordu.

Doğallıkla biz de vurulduk! Karahaber ertesi güne kalmamış, yedivermişti. birkaç saatte. Hemen yola koyulmamız gerekiyordu. Ülkede akaryakıt kıtlığı vardı. 10 yaşındaki arabamızın bagajına 20 Lt benzin bidonunu da koyarak (ne büyük risk!) İstanbul yoluna koyulduk. Otoyol yoktu elbette.. 2-3 şerit karşılıklı trafik, bölünmemiş yolda akıyordu. Sağlık Ocağımızın usta şoförü Ömer, sağ olsun direksiyonu bize bırakmadı. Sabahın köründe Bahçelievler’deki evimizin kapısına vardık.. Cenaze evi idi hanemiz.. Işıklar yanıyor ve bir kalabalık deviniyor, insanlar vekarla acılarını yaşıyordu. Annemiz, 19 yaşında İstanbul Hukuk 1 öğrencisi kız kardeşimiz ve 23 yaşında Cerrahpaşa’dan 1 aylık mezun Hekim erkek kardeşimiz ve 27 yaşında 3 yıllık hekim, biz…

47 yaşındaki (1933 Hozat doğumlu) canımız babamızı, “anarşi” dedikleri canavar bizden vahşice koparıp almıştı. Şimdilerde “anarşi”ye terör, “anarşit”lere (!) de halkımız “terörist” diyor. Ölçüsüz bir acı içimizi kavuruyordu.. Bir yandan da zorunlu formaliteler vardı yürütülecek.
Evin abisi bizdik ve yük, tüm ağırlığıyla boynumuzda idi.

Babamız Emniyet Başkomiseri Halis Zeki Saltık, Sirkeci’de bir işyerinden haraç almak için gelen “örgüt” elemanlarıyla çıkan çatışmada tuzağa düşürülerek 7-8 kurşun yemiş, oracıkta kanamadan yitirilmişti. Otopsiden cenazesini aldığımızda teni kireç rengiydi.. Abondan (yaygın, şiddetli) iç – dış kanamadan gitmişti. Polis şehitliğine değil, Topkapı – Çamlık mezarlığına gömdük O’nu..

İl Emniyet Müdürü (Şükrü Balcı), Siyasi Şb. Müdürlerinden Elazığ’lı Mehmet Ağar, savcı, Vali (Nevzat Ayaz), Garnizon komutanı tümgeneral.. görüştüğümüz yetkililerdi. Katiller kaçmıştı, ellerinden geleni yapıyorlardı yakalamak için.. Sonra bu örgütün Dev-Sol olduğu bize söylendi. Yıllar sonra birileri de yakalanmıştı. Davaya karışmacı (müdahil) olduk. Ancak ilerleyen zaman, bizde bu sanıkların katil olup-olmadıkları hakkında ciddi kuşku uyandırdı ve davadan çekildik. Suç birilerine yıkılacak mıydı? Biz de suçlular cezasını buldu diye bir parça teselli mi bulacaktık? Bu da olmadı.. Kamu davası sürdü…
*****
Bir kez daha Hacettepe’den ayrıldık ve yine İstanbul Tıp Fakültesine yatay geçiş yaptık. Annemizin – kardeşimizin evine yakın bir ev kiralayarak kendimizce aileye göz – kulak olmaya çabaladık. Annemiz yıkılmıştı ve çok derin bir yas yaşıyordu. Bu koyu yası, hemen hemen ölene dek 13 yıl sürdürdü, çıkamadı… Biz uzmanlık eğitimimizi tamamladık ve Toplum / Halk Sağlığı dalında uzman hekim olduk. Yeniden Üniversiteye akademik kariyere zorlukla (yargı kararıyla!) dönene dek 6,5 yıl Elazığ’da çalıştık. Oysa Hacettepe’de kalabilseydik, Uzman olduktan sonra hemen akademik kariyere devam olanağımız olabilirdi.. İlerleyen yıllarda kız kardeşimiz hukuk eğitimini tamamladı ve avukat oldu.. Ortanca erkek kardeşimiz de İç Hastalıkları dalında uzman hekim oldu.
*****

 Halis Zeki SALTIK ( Başkomiser )

17.06.1933 AFYON KARACA doğumlu 15738 sicilli Başkomiser Halis Zeki SALTIK 07.07.1980 tarihinde İSTANBUL’da İstanbul Emniyet Müdürlüğü Bakırköy Emniyet Amirliği kadrosunda görevli iken, bir konunun takibi için Eminönü İlçesi Sirkeci’de bulunan otomotiv firmasında bulundukları sırada bu firmadan haraç isteyen şahısların yaptıkları silahlı baskın sonucu vurularak şehit olmuştur. Naaşı AFYON  ÇAY ÇAMLIK SALTIK AİLE MEZARLIĞIN’ dadır.

Yukarıdaki fotoğraf ve bilgiler İstanbul Emniyet Müdürlüğü web sitesinde yer alıyor..
(https://www.iem.gov.tr/iem/index.php?menu_id=26&detay_id=39, 07.07.2014).
Yanlışları var… Doğum tarihi 17 değil 16 Haziran 1933.. Doğum yeri Afyon değil Tunceli – Hozat Karaca köyü ve naaşı Afyon’da değil İstanbul Topkapı – Çamlık mezarlığında..

Babamız Halis bey, 1938 Tunceli olaylarında 5 yaşında iken annesini yitirmiş (öldürülmüş!); kendisi, babası ve 2 abisi ölümden kurtularak Afyon’da zorunlu oturmaya (ikamete, sürgüne) yollanmıştı. Oysa bizim Saltık ailesi hiçbir olaya / suça bulaşmamıştı 1937 ve 38 Dersim karmaşasında.. Babamız sürgünde, olağanüstü güçlükler içinde ancak ilkokulu bitirebilmiş, bir meslek ve iş edinememişti. “Sürgün” yılları bitince (İnönü affıyla) Elazığ’a dönmüş, sürgünde tanıştığı kendisi gibi sürgün annemiz ile 19 yaşında (1952’de) evlenmişti. Biz ilk çocuk olarak 14.11.1953’te dünyaya gelmiştik. Kahvelerde çaycılık yaptığını anımsıyoruz 6-7’li yaşlarımızda. Elazığ’da bir kerpiç evde kirada, çok yoksul yaşıyorduk. Şeker fabrikasında 10 (on) TL gündelik ile mevsimlik işçilik yaptığı da belleğimizde. Derken İzmir’e Polis Okulu’na eğitime gitti 1960 gibi.. 6 ay okudu, aksilikler (?!) oldu başarılı ol(a)madı.. Bu arada ailemizin geliri de yoktu… Çok zor günlerdi. 2. kez bu kursa gitti ve 1961’de Polis Memuru oldu! Biz de Elazığ’da İlkokula başlamıştık..

Gaziantep’e tayin edildik. Trenle bu kente geldik 1960 kış başlarında. Tüm ev eşyamız bir taksiye, bagajına sığdı! 1-2 “denk” ve birkaç tahta bavul.. Bir de ortanca kardeşimiz vardı 1957 doğumlu Ali Haydar.. Çok mütevazi bir ev kiraladık ve biz ilkokula, Kayacık İlkokulunda devam ettik (sonraları Fatih Sultan Mehmet İlkokulu adını aldı, Ekim 2022’de ziyaretimizde Belediyenin bir hizmet binası olarak kullanılıyordu.) 1961 sonlarında kız kardeşimiz Hülya doğdu.
*****
Bu kentte 9 yıl kaldık. Van’a, “Şark hizmeti” ne tayin olunduk. 2 yıl da orada kaldık, biz Van Atatürk Lisesini bitirdik ve Hacettepe Tıp Fakültesini kazandık. Bu 2 yılda babamız, dışarıdan Ortaokul bitirme sınavlarına devam etti ve diploma aldı. O’na, A4 daktilo kağıdını 4’e bölerek daktilo ile ders notları çıkarıyorduk, cebine koyuyor ve okuyordu her fırsatta.. 2 küçük kardeşimizin eğitimine destek oluyor ve hiçbir dersane desteği olmaksızın, Van Atatürk Lisesi’nin onca yetersizliği içinde, zorlu Üniversite sınavına hazırlanıyorduk. Yazları da aile bütçesine katkı için çalışıyorduk (gezgin satıcılık vs.).

Babamız, epey emekle edindiği Ortaokul diploması sayesinde Komiser Yardımcısı olabilmek için eğitim alma olanağı sağladı. İstanbul’da 6 ay eğitime alındı ve tamamlayarak Komiser Yardımcılığına terfi etti! Bu kez, 2 yıl Şark hizmetini tamamlamak üzere Artvin’e tayin edildi. O arada biz de Ankara Tuzluçayır’da bir gecekonduda yaşamaya başlamıştık ve Hacettepe Tıpta 1. yıl eğitimimiz sürüyordu. Artvin sonrası İstanbul’a atandı babamız ve evi de oraya taşıdı. Biz Ankara’da yurtlarda kaldık tıbbiyenin 2. sınıfında. Birçok nedenle zorlanıyorduk (başta ekonomik); 2. sınıfı bitirince İstanbul Tıp Fakültesi’ne yatay geçiş yaptık.. (Merhum Dekan, sonra Rektör Prof. Dr. Haluk Alp ve Doç. Dr. Uğur Hacıhanefioğlu empatik destekleri için sağolsunlar..)
*****
15 Haziran 1977 günü İstanbul Tıp Fakültesi’ni tam zamanında bitirdik ve mezuniyet belgesini alıp bir zarfa koyarak, 44. doğum günü olan ertesi gün, 16 Haziran 1977’de kendisine “armağan” olarak sunduk. Yaşamında bu denli sevindiğini görmemiştik. Dünyalar O’nun olmuştu. O, tüm çabasına karşın okuyamamıştı.. Her fırsatta bize “Ceketimi satar sizi okuturum, yeter ki okuyun..” derdi adeta ricacı bir tonla.

Yaşamla boğuşa boğuşa Başkomiserliğe dek gelmişti babamız Halis Zeki Saltık. Mesleğinde çok başarılı idi ve çevresinde çok seviliyordu, saygındı. Yaşam ve neşe doluydu, sağlıklıydı. 2 oğlunun tıp doktoru olduğunu görmüştü. Kızı da Hukuk öğrencisi idi. Övünç doluydu göğsü.
5 Ekim 1979’da 2 oğlunu da aynı gün evlendirmişti! 50 yaşına doğru emekli olmayı ve ticaret yapmayı kuruyordu. Çevresinde herkese çok yardımcı oluyordu..
*****
12 Mart’ın (1971…) sancılı günlerinde ”anarşit” (!) Ulaş Bardakçı’yı yakalamışlardı bir operasyonda. Kimi polis arkadaşları, “Bu …..’yi salalım, kaçıyordu diyerek arkadan vuralım..” derler. Babamız tüm gücüyle karşı koymuştu. Polis olarak onların görevi yargısız infaz değil, yakalayarak adalete teslim idi.. Hep anlatırdı bunu.. ve daha nicelerini..

Hiç torun göremedi.. 2 oğluna aynı gün çifte nikah yapmıştı ama 9 ay sonra
bir 7 Temmuz (1980) günü akşam saatlerinde görevi başında şehit edilmişti..
*****
Dostlar..

İşte ailemizin acılı – tatlı serüveni ya da öyküsü özetle böyle.. Ders ve ibretlerle dolu bize göre.. Eminiz ki, emperyalizmin pençesinde kıvrandırılan bir ülke olarak Türkiye’mizde nice daha acı yaşam öyküsü vardır.. Keşke onlar da yazılsa ve okusak, paylaşsak. Belki bu çoook acılı öyküler bizi biraz daha insanlaştırır ve asıl büyük fotoğrafı görerek birbirimizle uğraşmak yerine, hep birlikte emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerini ülkemizden kovmak için kol kola, omuz omuza ve yürek yüreğe, akılla, bir kurtuluş savaşı vermeye koyulurduk..

1920’lerde Yüce ATATÜRK‘ün dava ve silah arkadaşlarının öncülüğünde tüm ulus (topyekun), 7 düvele karşı yaptığımız gibi..
****
Bize elveren herkese şükranla..

Tüm şehit – gazi – ölmüşlerimizi özlemle, saygıyla anıyoruz.

Bu tür acıların olmadığı – en az olduğu bir toplumsal düzenin olanaklı olduğunu çok iyi biliyor ve onu da çok özlüyor; uğrunda çoook çaba harcıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 07 Temmuz 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Not    : Yazının ilk pdf biçim için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayınız..

7_Temmuz_1980-7_Temuz_2014

ŞEHİT HALİS ZEKİ SALTIK CADDESİ
Edirne Tabip Odası’nın önündeki cadde..
Biz Edirne’de yaşarken, Şehidin büyük çocuğu olduğumuz için bu kentte adını yaşatmak üzere bir Caddeye adı verildi babamızın.. Teşekkür ederiz ilgililere.

SEHIT_HALIS_ZEKI_SALTIK_CADDESI

 

Başbağlar köyünde PKK’lı teröristlerce 25 yıl önce katledilen 33 kişinin acısı hala yüreklerde

Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyünde PKK’lı teröristlerce 25 yıl önce katledilen 33 kişinin acısı hala yüreklerdeki tazeliğini koruyor.

Kendisinden başkasına yaşam hakkı tanımayan ve sivil halkı hedef alan, emperyalizmin taşeron terör örgütü PKK, cumhuriyet tarihinin en büyük sivil katliamlarından birini 25 yıl önce Başbağlar köyünde yaptı.

Kent merkezine 220 kilometre uzaklıktaki Başbağlar köyünü 5 Temmuz 1993’te basan
bölücü terör örgütü mensupları, 33 sivili öldürülüp köyü ateşe verdi.

O acı günün yaşamda kalan tanıkları, yaşananları ve acılarını AA muhabirine anlattı.

“ÜZERİMİZE KURŞUN YAĞMURU BAŞLADI”

Katliamdan ağır yaralı kurtulan köy muhtarı Ali Akarpınar, yaşadıklarını aradan ne denli yıl geçerse geçsin unutamadığını söyledi. Olay günü teröristlerin kendilerini akşam namazının ardından camiden aldığını belirten Akarpınar, “Toplantı yapacağız’ dediler. Toplantıda
kendi örgüt propagandalarını yaptılar. Özellikle vurguladıkları Sivas katliamıydı.
‘Burada öldürülenlerin intikamı sorulacaktır’ şeklinde bildiri bıraktılar.” dedi.

Toplantı sırasında köyde talan ve kundaklama yapıldığını ifade eden Akarpınar,
şöyle konuştu:

“Yaklaşık yarım saat sonra köyden birkaç el silah sesi gelince üzerimize doğru kurşun yağmuru başladı. Tabii ki o sırada köyde de yangın başlamıştı çünkü bulunduğumuz alanı duman sarmıştı. Orada ve biri de köy içinde olmak üzere

28 vatandaşımızı yüzlerce mermi sıkarak,
biri çocuk 5 vatandaşımızı da kendi evlerinde diri diri yakarak toplam 33 kişiyi katlettiler.

193 hane, okul, cami, imam evi, öğretmen lojmanı köy odaları, altyapısı, ağaçlar, insanlar, evlerin altında bulunan büyük ve küçükbaş hayvanlar hepsi birden, iki saat içinde
Başbağlar köyünde bir soykırım yapıldı.”

“CEZASINI GÖRÜRSE BELKİ O ZAMAN FERAHLARIZ”

Katliamda eşi Ali Özdemir’i yitiren Hatice Özdemir de bu büyük acının kendisi ve çocuklarının yüreğinden hiç gitmediğini ifade etti.

Çocuklarının babasız büyüdüğünü ve perişan olduklarını anlatan Özdemir,

“Bu olayla ilgili neden bir müebbet yok. Neden bir mahkum yok, duymuyoruz.
Biz bunları duymadıkça, ömür boyu da hep azap ve üzüntü içinde yaşayacağız.
Bir tanesi cezasını görürse belki o zaman biraz ferahlarız. Bu olayda eşimi kaybettim.
Çocuğum daha 1,5 yaşındaydı, daha babasını tanımıyordu.” dedi.
(http://www.sabah.com.tr/gundem/2016/07/04/basbaglar-23-yildir-katliama-agliyor)

=============================

Dostlar,

Başbağlar kırımı ile ilgili olarak meslektaşımız Dr. Ceyhun Balcı’nın yazısına daha önce yer vermiştik sitemizde. Bu yazıda Madımak vahşeti ile bağlantısı da irdelenmekteydi.
(http://ahmetsaltik.net/2016/07/03/basbaglarsiz-madimak/)

  • Sivas – Madımak vahşeti tarif ötesi bir insanlık suçudur
    ve yüreğimizin yangınını sözcüklere dökme olanağımız yoktur.Yine de, her şeye karşın, bir başka kırımla – şiddetle – vahşetle ilkinin acısını dindirme olanağı düşünülemez. Tersine sorun ve acılar daha da katmerlenir.
    Başbağlar kırımı işte tam da böyle, sözde intikam dürtüsüyle yapılmıştır.

O bakımdan, siyasal iktidarlar, aradan geçen bunca uzun zamana karşın (25 yıl!)
hala katliamı tüm boyutlarıyla aydınlat(a)madı iseler, bunun tek bir açıklaması vardır;
SUÇA ORTAKTIRLAR!

Uğur Mumcu cinayetinde dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar‘ın,
Mumcu’nun eşi Güldal hanıma verdiği yanıttaki gibi :

O tuğlayı çekersem duvar yıkılır, devlet ve hepimiz altında kalırız.. (mealen)

Yazıklar olsun..

Sevgi, saygı ve acı ile. 05 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

BİR ÜLKE NASIL ÇÖKERTİLİR?

BİR ÜLKE NASIL ÇÖKERTİLİR?

Rifat Serdaroğlu

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Türkiye üzerinde asırlardır hesabı olan emperyalist devletlere şöyle bir çağrı yapsak; “Aranızda bir komisyon kurun. Görevi “Türk Devletini çökertmek” olsun. Hadi gelin yapın!”

İnanın 16 senedir ülkemizi tek başına yöneten AKP kadar yıkım yapamazlar…

1.Olay;
24 Haziran akşamı Antalya Adliyesi önünde, oy çuvallarının tutanak altına alınmadan içeri sokulmaması konusunda bir grup CHP’li genç, Polisler ile tartışmaya girer. Gençler, teslim tutanağı imzalanmadan, oy çuvallarının adliyeye sokulmasını istemezler. Sonuçta tutanak imzalanır ve herkes dağılır.
3 gün sonra polis kamera kayıtlarını inceler ve 10 genç gözaltına alınır.
Hakim, 10 gençten 5’ini tutuklar…

-Aynı günün akşamı özellikle Ankara-İstanbul-İzmir’in kimi semtlerinde yüzlerce kişi, sırtlarında çelik yelek ellerinde otomatik tüfek ve tabancalarla sokağa çıkarlar. Çoğunda Erdoğan’ın posteri ve AKP flamaları vardır. Bu kişiler saatlerce havaya sürekli ateş ederler. İstanbul-Sultanbeyli-Eski Habibler Mahallesindeki “Çocuk Parkının” zemini mermi kovanları ile kaplanır. Ne bir polis gelir, ne kamera görüntüleri incelenir ne de bir kişi bile gözaltına alınır…

2.Olay;
24 Haziran akşamı İzmir’de içkili bir restoranda insanlar eğlenmektedir. Müşterilerden birkaçı, stadyumlarda söylenen ve içinde Erdoğan’a küfür içeren marşı söylerler.
Ertesi gün restoranı basan polis, kredi kartı sliplerinden müşterilere ulaşır ve insanları gözaltına alır.
Hakim, 12 kişiyi tutuklar. Bunların tamamı iş sahibi, itibarlı insanlardır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisi gibi düşünmeyen ve kendisine oy vermeyecek olan milyonlarca insanı her gün “Terörist-PPK uşağı-Terör örgütleri destekçileri” diye aşağıladığı, hakaret ettiği ortamda, üstelik seçim havasının gerginliğinde Hakim Bey’in aklına “Haddinizi aşmışsınız. Sizi bu defalık bağışlıyorum, bir daha olursa tutuklarım” demek gelmediğinden veya tayin edilme korkusundan insanları “Devlet Büyüklerine Hakaret” suçundan içeri atmak, özgürlüklerini ellerinden almak daha kolay gelmiş olmalı!

-Tutuklamaların yapıldığı günlerde, Ceylanpınar Belediye Başkanı (AKP) Menderes Atilla, hastaneden dönen abisi için karşılama töreni düzenledi.
Tüm resmî kurumlara katılım emri verildi.
İlçe girişinde yüzlerce kişi, ellerinde uzun namlulu otomatik silahlarla binlerce mermi ile ateş ettiler. Ateş etme olayı yarım saate yakın sürdü. Ne bir polis geldi ne bir Savcı gördü ne bir Hakim duydu.
Bu olayda, “Devlet Büyüklerine” hakaret edilmemişti ama “Türk Devletinin” temeline dinamit konup, patlatılmıştı!

Ülkenin bir bölümünde insanların çoğu, elektriği-suyu kaçak kullanır parasını ödemez, vergi vermezse ve devlet kör-sağır taklidi yaparak aldırmazsa, diğer yörelerde insanlar hem kendi kullandıkları elektriğin hem de kaçak kullanan zibidilerin parasını ödüyorsa o ülkede adalet olmaz.

Bir bölgede kaçak kullanılan elektriği kesmeye giden görevliler dövülüp gönderiliyor, diğer yerlerde anında elektrikler kesiliyorsa, o ülkede yasalar herkese eşit uygulanmıyor, demektir.

Bir ülkede dürüst-yasalara uyan- devletine milletine saygılı kişiler bizzat yönetenler tarafından “Salak” yerine koyuluyorsa, o ülkeyi bir arada tutamazsınız.

  • AKP’nin yaptığı ile emperyalist suç şebekelerinin yaptığı birebir aynıdır.

Demokrasiyi hazmetmemiş ortaçağ kafalıların ülke insanlarını “benden olan – olmayan” diye ayırması, ülkede adalete-devlete olan güveni yok edecektir.
Muhalefet Partileri bu durumun farkında değildir. Olsalar bir şeyler yaparlardı!
Bu ayrımcılık Türk Milleti tarafından da görülmediği ve anayasada var olan demokratik direnme hakkımız kullanılmadığı takdirde başımıza daha çok felaketler gelecektir…

Sağlık ve başarı dileklerimle 04 Temmuz 2018
===========================================

Evet dostlar…

Tarihte son sözü hep direnenler söyler..

8/9 Temmuz 2018 gece yarısı Türkiye, 1923’ten bu yana süregelen 95 yıllık parlamenter güçler ayrılığı rejimini terk ederek GÜÇLER BİRLİĞİ olarak da tanımı olanaksız, “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı altında dünyada örneği olmayan ucube bir sultanlık rejimine ge-çi-ri-li-yor..

1876 ilk Meşrutiyet öncesi Osmanlıda Sultanlar mutlak egemendi,.
1. Meşrutiyet (Şarta bağlanma, conditional) Meclis, Başbakan (Sadrazam) ve Bakanlar Kurulu (Heyet-i Vükela) getirdi.

Ayrıca Padişahın bir siyasal partisi de yoktu!

Şimdiki ucube Türkiye rejiminde 2 muazzam faklılık daha var :

1. Türkiye 15,5 yıllık tek başına AKP iktidarında tam anlamıyla ilkel bir PARTİ DEVLETİNE dönüştürülmüştür.

2. Bu partinin genel başkanı ve mutlak egemeni 1 kişi, aynı zamanda olağanüstü yetkilerle, neredeyse tümüyle siyasal ve yargısal denetimsiz kadir-i mutlak olarak ülkeye el koymuştur.

Seyreyleyin siz bundan sonra “gümbürtü” yü…
Bürokrasi yapacaktır, polis yapacaktır, jandarma yapacaktır..iktidarın örtük buyruklarının gereğini; sorun kamuoyunda yankı uyandırabilirse, siyasal iktidar bu kez “iyi polisi” oynayabilecektir..

Herhalde açık faşizmin “halen” azzzzzzzıcık yumuşak post-modern Türkiye örneği olsa gerektir.
Ayrıca “dinci faşizm” acı sosumuz da var Türkiye’de boooolca..
****

Bir ezginin melodisi kulaklarımızda, engelleyemediğimiz biçimde yankılanıyor..

Kendim ettim, kendim buldum..
Gül gibi sararıp soldum, eyvaaah eyvaaaah..

Öte yandan, tek bir kişiye çağdaş dünyada görülmemiş düzeyde denetimsiz yetki veren düzene 26 milyonu aşan oy yağdırdı necip milletimiz.. (+ şaibe ve siyaset oyunları payı ile?)

Bir acı da burada; bedeli “oy” verenler değil, “direnenler” ödüyor, onlara bedel ödetiliyor..

Şimdi anladınız mı 1 Kasım 1922’de Mustafa Kemal Paşa neden Saltanatı kaldırdı ve yerine kayıtsız şartsız halk egemenliğini koydu..

Şimdi anladınız mı, 3 Mart 1924’te içi boşaltılmış ve gerçekte din dışı olan heyula hilafeti kaldırarak bizi “acı sos” tan da (dincilik) niçin kurtarmıştı Mustafa Kemal Paşa!?..

Çifte kavrulmuş ucube, dünyada örneği olmayan yeni yoz yönetim rejimi neciiiiiiiiip milletimize hayırlı olsun..

Kaçınılmaz boool musibetleriyle.. Belki ancak böyle terbiye olur ve
Mustafa Kemal Paşa‘nın yaptıklarının değerini anlayabilir muhterem halkımız..

Çünkü “öngörü” öğretilmiyor bu toprağın insanlarına.. “Kul” eğitimi yapılıyor..
ATATÜRK Cumhuriyetinin başı dik özgür yurttaşları olmak yerine tam biat eden kullar..

Onlar da tarihin kanlı laboratuvarında gerçekleri ancak yaşayarak anlayabiliyor.
Taa ki yüzyıllar içinde ender olarak bir dahi çıkıp, mucize yaratıp kurtarıcı olana dek..
O dahi, kendisine yenildiği için İngiliz Başbakanı Lloyd Georg’u Başbakanlık koltuğundan eden Mustafa Kemal Paşa idi. Ama daha 1 yüzyıl bile geçmedi üzerinden..
Birkaç yüzyıl daha mı bekleyeceğiz ve gene bize mi nasip olacak!?

Anadolu halkı kendi göbeğini kendi kesecektir; her şeye karşın..

Bir umut ve de bir yasa var ki; tarihte son sözü hep direnenler söylüyor..
Aşağıdaki demlenmiş dizeler ozan Adnan Binyazar’dan..

  • Düşlerin sonsuza koştuğu yerde
    Sabrın çiçeklerini açtığı yerde
    Asla kapanmaz yaşanan defter
    Çünkü tarihin en güzel yerinde
    Son sözü hep direnenler söyler..

Sevgi ve saygı ile. 05 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

YSK 2018 kesin sonuçları açıkladı

YSK 2018 kesin sonuçları açıkladı

04.07.2018, http://www.ysk.gov.tr/tr/haber/kesin-secim-sonuclari/77783

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Geçerli oyların seçime katılan siyasi partilere ve bağımsız adaylara dağılımı ile bu dağılımın oranları:

Adalet ve Kalkınma Partisi  AKP
Yurt içi seçim sonucu: 20.559.732
Yurt dışı ve gümrük kapıları sandık seçim sonucu: 776.961
Türkiye geneli toplam: 21.338.693
Oran: % 42,56

Milliyetçi Hareket Partisi – MHP
Yurt içi seçim sonucu: 5.444.728
Yurt dışı ve gümrük kapıları sandık seçim sonucu: 120.603
Türkiye geneli toplam: 5.565.331
Oran: %11,10

Hür Dava Partisi
Yurt içi seçim sonucu: 153.649
Yurt dışı ve gümrük kapıları sandık seçim sonucu: 1.890
Türkiye geneli toplam: 155.539
Oran: %0,31

Vatan Partisi
Yurt içi seçim sonucu: 110.849
Yurt dışı ve gümrük kapıları sandık seçim sonucu: 4.023
Türkiye geneli toplam: 114.872
Oran: %0,23

Halkların Demokratik Partisi
Yurt içi seçim sonucu: 5.606.622
Yurt dışı ve gümrük kapıları sandık seçim sonucu: 260.680
Türkiye geneli toplam: 5.867.302
Oran: %11,70

Cumhuriyet Halk Partisi
Yurt içi seçim sonucu: 11.086.897
Yurt dışı ve gümrük kapıları sandık seçim sonucu: 267.293
Türkiye geneli toplam: 11.354.190
Oran: %22,65

İYİ Parti
Toplam 4.932.510   %10,14

Saadet Partisi
Yurt içi seçim sonucu: 660.749
Yurt dışı ve gümrük kapıları sandık seçim sonucu: 11.390
Türkiye geneli toplam: 672.139
Oran: %1,34
****

Cumhurbaşkanı seçiminde geçerli
50 068 627 oyun 26 330 823’ünü Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan aldı.
Erdoğan’ı CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce 15 340 121 oyla izledi.
HDP adayı Selahattin Demirtaş 4 milyon 205 bin 974,
İyi Parti adayı Meral Akşener 3 milyon 649 bin 030,
Saadet Partisi adayı Temel Karamollaoğlu 443 bin 704,
Doğu Perinçek, 98 bin 955 oy aldı.

Siyasi partilerin çıkardıkları milletvekili sayısı şöyle oldu:

AKP: 295
MHP: 49
HDP: 67
CHP: 146
İYİ Parti: 43
Bağımsız: 0
Türkiye toplamı: 600

KAYITLI SEÇMEN SAYISI: 59.367.469
OY KULLANAN SEÇMEN SAYISI: 51.189.444
GEÇERLİ OY SAYISI: 50.137.175
GEÇERSİZ OY SAYISI: 1.052.269
SEÇİME KATILIM ORANI: %86,22
========================================
Dostlar,

Aydın’ın “acul saati” ile
Homo sapiens’in politik matürasyon saati

YSK, 24 Haziran 2018 tarihsel çifte seçiminin “şaibesi ile brüt” kesin (?!) sonuçlarını ilan etti..
Durum böyle..
YSK Başkanı Güven, tüm sandıkların ıslak imzalı tarama tutanaklarının YSK web sitesinde görülebileceğini de ekledi..

AA’nın hızının sırrını da basından (Soner Yalçın) öğreniyoruz..
Sandık güvenlik görevlilerinin sonuçları cep telefonu üzerinden EGM’ne iletmeleri ve özel bir yazılımla hızla işlenerek AA’ya aktarılması..
Deyim yerinde ise YSK “debelenirken”…
Böylece Türk polisine yeni ve ek bir “stratejik” görev daha yükledik :

Seçim sonuçlarını muazzam bir hızla izleyip AA’ya servis etmek..
Dünya alem görsün, polis devletinin artık vazgeçilmez ölçütlerinden biri de bu..

Türkiye dünyaya örnek olmaya ve öğretmeye devam ediyor..
****

Bu arada zamlar yağıyor..
Avrasya tuneli.. Erdoğan “paran varsa geçersin.. “demişti..
Sigara..
Alkollü içkilerden alınan dünyada benzersiz oranda yüksek ÖTV, % 15,5 artırıldı.
Seçim giderleri ve bütçe açıkları alkollü içki tüketenlere yükleniyor..
Doğal gaza zam yolda.. Rusya %30 zam düşünüyormuş!
Akaryakıta zam ertelenmekte.. Devletimiz ÖTV’den özveride bulunmakta..
Oluşan açığı yükleyecek yer aramakta. Bu, alkollü içki oldu.

Daha çoooook zor günler önümüzde..

Necipler necibi milletimiz, bu ağır tablonun yaratıcılarına “devam” buyurdu..
Ülke çıra gibi yanıyor, daha da yanacak..
Ne var ki “gariban” kim, onu çözemiyoruz; biz somut olarak acıyı – kuşatmayı moleküllerimize dek duyumsar ve yaşarken, yurdum insanı değişik yollarla rasyonalize edebiliyor..

“Allahtan..” diyor, “Allah büyüktür..” diyor..
Tevekkülle idare edebiliyor..

Gerçek gariban kim(ler) acaba??

Öğrenciler İHO – İHL’lere yaratılan kapasite oranında “zorla” yönlendiriliyor..
Dindar – kindar nesiller yetiştirme kutsal projesi..
“Dininizi ve kininizi eksik etmeyin..” talimatı gereği..
Oysa hiçbir dinde kin yok; talimat din dışı!

Şaibeli seçimin dinci faşizmden olurmuş şırası..

Afiyet olsun “yurdum insanına”..
Bir yandan da insana, hayvana, çocuğa, çiçeğe, kadına… vahşet sürerken..
Uçkur altı boyutu da dahil..
Ve de hırslarında boğulan birileri, “al onursal başkanlığı – ver genel başkanlığı” diye
çığlık çığlığa..
******

Acı ironi bir yana; AYDIN SORUMLULUĞU ağırlaşarak sü-rü-yor!
İnsanlık tarihi boyunca ne zaman bitti ki?!
İnsanımıza yaşadıklarına doğru tanı koyabilmesi için rehberlik etmeye devam.
Herkes işini en iyi yapacak..
Aydın, sanatçı, bilim insanı.. topluma edimleriyle “rol modeli” olmayı sürdürecek.

Yurdum insanı yaşayacak, görecek, deneyimleyecek ve öğrenecek.
Giderek “matür” (olgun, kamil) olacak ve insan haklarına dayalı, hak ettiği demokratik – adil – gönençli toplum düzenini kuracak..

Seçim kazanınca topluca ve saatlerce havaya ateş açma ayinleri düzenlemek yerine;
ağırbaşlı kutlamalar yapılacak, rakipler kucaklanarak çiçekler verilecek..

Aydın’ın “acul saati” ile Homo sapiens’in politik matürasyon saati örtüşmüyor..
İlki dört nala, ikincisi rahman..

Durmak yooook, AYDINLANMAYA devam!

Sevgi ve saygı ile. 04 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Ankara Tabip Odası : Biz, 1993’te gülüşümüzü yaktık…

A

 

 

Ankara Tabip Odası :
Biz, 1993’te gülüşümüzü yaktık…


Değerli Meslektaşımız,

2 Temmuz 1993 yılında Dr. Behçet Aysan dahil, yazar, aydın, sanatçı, üniversite öğrencisi ve otel çalışanı olmak üzere 35 canımız yakılarak “insanlık suçu” işlendi.

Biz, 1993’te gülüşümüzü yaktık…

Bir otelde 8 saat yandık/yakıldık…

25 yıl önce yitirdiğimiz canlarımızı 3 Temmuz Salı günü saat 18.30’da Ankara Tabip Odası’nda anıyoruz.

Katılımınızı bekler, iyi çalışmalar dileriz.

sİvas.jpg

Sevgi ve saygı ile. 03 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

“Meclis’in bu sistemde yetkisi yok”

“Meclis’in bu sistemde yetkisi yok”

Nurzen Amuran sordu, CHP’nin eski Genel Sekreteri
Prof. Dr. Süheyl Batum yanıtladı…

(AS: Bizim kısa katkımız yazının sonundadır..)

Nurzen Amuran: Sizinle seçim sonuçlarını değerlendireceğiz. Ancak önce yaşanan bu renkli, katılımı yüksek, propaganda süreciyle ilgili izlenimlerinizi alalım istiyorum. Son yıllarda halkın beklentileriyle siyasi partilerin beklentileri örtüşmüyordu. Ama bu kez Millet ittifakı tarafından halkın beklentileri seslendirildi. Sorunlar su yüzüne çıktı, çözüm önerilerinde alternatifler çeşitlendi. Seçim çalışmaları sürecinde bu yönüyle sizin dikkatinizi çeken neler oldu? 

Süheyl Batum: Evet, hiç kuşkusuz bu seçim süreci, öncekilere kıyasla daha renkli, daha canlı, daha heyecanlı bir süreç oldu. Çünkü 1983 yılından beri seçim süreçlerini son derece kötü etkileyen, demokratik katılım ilkesi açısından son derece tartışmalı bir baraj uygulamasının; yani Türk demokrasisini “çoğulcu işleyiş ve mantıktan” tamamı ile uzaklaştırarak “çoğunlukçu bir işleyişe”büründüren “yüzde 10 barajının” etkisini oldukça yitirdiği bir seçim süreci yaşadık.

AKP’nin “artık yitirdiğini düşündüğü çoğunluğu” elde edebilmek (ki oyları yüzde 49’dan 42’ye düştü) amacıyla getirdiği “ittifak sistemi”, sonuçta istediğini elde etmesine de yardımcı oldu, ama aynı zamanda, diğer partiler açısından, “barajların sıfırlanması” sonucunu doğuran bir etkiye de yol açtı. Örneğin 2002’den bu yana baraj sorunu nedeniyle, yakın gördükleri siyasal partilere oy vermek zorunda kalan partilerin seçmenleri, örneğin Saadet Partisi’nin seçmenleri, ya da MHP’den kopanların oluşturduğu İYİ Parti, bu ittifak sistemi sayesinde, Parlamentoya temsilci soktular. Tabii bu söylediğime; “iktidar kendi oy kaybını önlemek için değil, daha demokratik olsun, barajın etkisi azalsın diye bu sistemi getirdi” diye düşünerek karşı çıkanlar olabilir. Bence bu doğru değil… Çünkü barajı indirmek gibi bir düşünceleri olsaydı, “ittifak sistemi” getirmek yerine, doğrudan barajı kaldırırlar ya da azaltırlardı. Ama bunu 16 yıldır bir türlü yapmadılar. Ve şimdi de kendi oylarını arttırmak, MHP’yi de baraj altından kurtarmak için yaptılar. (Gerçi hiç tahmin edilmemiş olsa da, ikincisine ihtiyaç olmadığı ortaya çıktı).

Ama hiç kimse, “partiler birkaç milletvekili ile temsil edilseler ne olur, temsil edilmeseler ne olur” diye düşünmesin… “Demokratik temsil” anlayışının esası, hele nisbi temsil sisteminin uygulandığı ülkelerde, partilerin aldıkları oy oranında temsil edilmelerine, yani ne kadar az oy alırlarsa alsınlar, az sayıda milletvekili ile olsa da, Parlamentoda mutlaka temsil edilmelerine dayanır. Dolayısıyla küçük partiler de parlamento süreçlerinde çok önemli katkılar sağlayabilirler. Nitekim hem Fransız Anayasa Konseyi (Mahkemesi), hem de Alman ve İtalyan Anayasa Mahkemeleri, seçim sistemlerini ele aldıkları kararlarında benzer değerlendirmeler yapmışlardır. Oysa, örneklerini özellikle 1983 ve 1987 seçimlerinde ve özellikle de 2002 ve sonraki seçimlerde gördüğümüz gibi, “yüzde 10 barajı”, bir demokraside “inanılması ve rastlanılması” güç bir sonuca yol açmaktaydı. İşte bu seçim, bu denli büyük bir demokrasi ayıbının, bir ölçüde de olsa gevşetilmesi sonucuna yol açtığından daha renkli, daha heyecanlı bir süreç biçiminde uygulandı. Evet bu söylediğim nedenle, renkli, katılımı yüksek bir propaganda süreci yaşandı, bu doğru…

Amuran: Bu seçim sürecinin güzel yanıydı. Bir de demokrasiyle bağdaştıramadığımız eşit koşulların oluşmadığı bir propaganda süreci yaşadık. Bu da resmin öteki yüzüydü. Bir hukukçu gözüyle bu koşulları da değerlendirir misiniz?

Batum: Bu seçimlerde de, yine Türkiye gibi bir ülkeye hiç yakışmayan, 1877 den beri seçimler yapan, 1950 de çok partili düzene geçmiş bir ülkeyi, yeni kurulmuş aşiret devletleri seviyesine düşüren bir olguyu yine yaşadık. Kim ne derse desin, isterse kızsın, bu olgunun, “demokrasi ile taban tabana zıt bir gerçeğin” üzerini net olarak ve mutlaka çizmemiz gerekir diye düşünüyorum. Maalesef 2007 seçimlerinden ve özellikle 2010’dan sonra, -2018 seçimleri dahil-, “çoğulcu demokrasi anlayışı” ve bu çerçevede “seçimlerin dürüstlüğü” ilkesi ve ayrıca “seçim denetimi” anlayışı çok büyük yara almıştı. Hiç kuşkusuz 2018 seçimleri de, aynı “dertten muzdariptir”. Yani maalesef tamamı ile “demokrasi dışı ve ancak tek parti sistemlerinde görülecek bir boyutta” yürütülmüştür. Bu kadar net bir şey söylüyorum, ama acaba doğru mu söylüyorum? Maalesef evet… Açıkça söylemek gerekir. Kendini “demokrasi kabul eden hiçbir ülkede”,Türkiye’de uygulandığı biçimi ile, bu denli eşit olmayan, bu denli tek taraflı, adeta beyin yıkama ağırlıklı bir kampanya süreci yoktur. Olamaz da…

İsteyen herkes bunun sağlamasını yapabilir. Doğru mu söylüyorum, kontrol edebilir. Hiç zor değil… Seçim yapan ülkelere, hatta Fransa, İngiltere’yi bir yana bırakın, daha az demokrasi geleneği olan ülkelere bir bakın; Cumhurbaşkanının tüm konuşmalarının, tüm mitinglerinin, tüm etkinliklerinin, ülkedeki televizyon kanallarının yüzde 99’unda, hem de seçim süreçlerinde, canlı yayınlandığı, devlet televizyonunun yayınlarının büyük çoğunluğunu iktidarın propagandasına ayırdığı; buna karşılık muhalefetin reklamlarının bile sınırlandığı; yine muhalefet adaylarının, televizyonların ezici çoğunluğunda “hiç”, bazılarında ise “ancak saniyelerle” kendini ifade edebildiği; devlet görevlilerinin neredeyse tümünün, Cumhurbaşkanının, Başbakanın, Bakanların, Valilerin, kaymakamların, yasada açıkça yazan hiçbir yasağa uymadığı, televizyonların, radyoların, gazetelerin, tüm demokratik gelenekleri yok saydığı ve en acısı (Anayasa ve yasaların bunları denetlemek için yetkili ve görevli kıldığı) Yüksek Seçim Kurulu’nun bu yapılanları tamamı ile görmezden geldiği, hatta “meşrulaştırmayı amaçlayan kararlar almaktan başka bir şey düşünmediği” bir demokrasi daha bulamazsınız. Tahayyül dahi edilemez.

Amuran: Biraz önce değindiğiniz, demokrasi kültürünü içselleştirmiş ülkelerdeki seçim çalışmalarından bir örnek verebilir misiniz, mesela nelere özen gösteriliyor?

Batum: Mesela Fransa’yı ele alalım; seçimler sırasındaki propaganda süreçleri medya kuruluşlarında “yer alma süreleri” yargı organları tarafından titizlikle düzenlenmektedir. Bu konuda Danıştay Genel Kurulu’nun 8 Nisan 2009 tarihli kararı ile Fransız RTÜK’ü olan CSA’nın 4 Ocak 2011 ve 7 Eylül 2016 tarihli kararları halen geçerli olan ilkeleri belirler. Bu ilke kararları doğrultusunda, seçime katılan tüm adaylar ve seçime katılan tüm partiler, “gerek süre açısından”, gerek ise “görünme ve programlarda yer alma” açısından tam bir eşitliğe sahiptir. Ve yargı organları, bu eşitliği titizlikle korurlar. O kadar ki “görevdeki Cumhurbaşkanının her tür konuşması dahi, eğer, -dolaylı bile olsa-, siyasal bir boyut taşıyorsa, iktidara ayrılan süreden düşülmektedir”. Hiç kimse ya da kurum, “biz Cumhurbaşkanını denetleyemeyiz, işlem ve eylemlerine karışamayız” diye bir hukuk dışı gerekçeyi ileri süremez. Oysa, YSK’nın bu konudaki kararlarını hepimiz biliyoruz… Hele Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, adaylar arasında “mutlak bir eşitlik” zorunludur… Hem de ne kadar radyo televizyon kuruluşu varsa, tümünde… İsterseniz İngiltere’yi ya da Almanya’yı ele alın… Örneğin İngiltere’de “Brexit referandumu” sürecine baktığınızda bir hususu açıklıkla görürsünüz; “AB’de Kalalım” diyenlerle “AB’den çıkalım” diyenler arasındaki yazılı ya da görsel medya organlarından yararlanma imkanları eşittir. Cameron’un başını çektiği “AB’de kalalım’cılar” ile, Nigel Farage ve Boris Johnson’un başını çektiği “çıkalım’cılar” arasında küçük farklar vardır. Bir de maalesef Türkiye’ye bakın. İktidar partisinin ve Cumhurbaşkanının, diğer tüm adayların en az 10-15 katı fazla yer aldığı bir seçim sürecinden söz ediyoruz. Üç günde 10 milyona yakın seçmenin katıldığı mitinglerin hiçbir televizyon kanalında yer bulamadığı, başka illerdeki seçmenlerin toplamı 10 milyonu bulan kalabalıklardan, neredeyse hiç haberinin olmadığı bir süreçten söz ediyoruz. Tabii kimse şu iki bahaneyi ileri süremez ya da sürmemelidir; birincisi “Fransa ve İngiltere gibi ülkeler demokratik ülkeler, biz farklıyız, biz Türkiye’yiz”. Böyle bir bahaneyi hiç kimse ileri süremez herhalde. İkincisi de, yine hiç kimse, “Türkiye’de seçimler eskiden de böyle yapılırdı” diyemez. Çünkü bu, kesinlikle, doğru değil.

Amuran: Peki o dönemler nasıldı, genç okurlarımıza da anımsatmış olalım.

Batum: Türkiye’de 1980 öncesinin sancılı günlerinde de, 1983 sonrasında da, tüm partiler ve adaylar, yüzde 30 alan da, yüzde 20 alan da, 5 alan da, yan yana seçim tartışmalarına katılırlardı. Birbirlerini eleştirirlerdi. Ne partiler, ne adaylar arasında, bu denli korkunç eşitsizlikler olmazdı. Olamazdı… Türkiye gerçekten de seçim süreçleri açısından, daha demokratik bir ülke idi.

“Artık seçim bitti, bunu neden söylüyorsun” ya da “yenildiniz diye, ipe un seriyorsun” diye düşünenler olabilir. Evet ben de biliyorum, bu tür anti demokratik propaganda süreçlerine artık alışmamızı isteyen ve bunu da “ne var eskiden daha mı iyiydi” diye geçiştirmek isteyenler ya da “1982 Anayasası daha mı demokratik koşullarda yapılmıştı” diye sorarak, “elma ile armudu karıştırmakurnazlığından” yararlanmak isteyenler çok var. Ama benim bu süreci tartışmakta iki nedenim var. Birincisi 2002 öncesini doğal olarak, dediğiniz gibi yaşları itibarı ile bilmeyen gençler var. Bu nedenle bu demokrasi dışı süreçlere alışmasınlar ve “Türkiye yeni seçim yapmaya başlamış bir ülke değildir”, bilsinler diye. İkinci nedenim de şu; bu demokrasi dışı uygulamalar, bu muhalefeti görmezden gelme, hem Anayasaya açıkça aykırı, hem de yürürlükteki yasalara… Gerçekten de 298 sayılı yasa da, diğer yasal ve idari düzenlemeler de, “adayların ve partilerin propaganda eşitliğine” yönelik düzenlemelere yer vermektedir. Bu eşitliği bozanlara “cezai yaptırımlar” öngörmektedir… Ve tüm bu anayasal ve yasal düzenlemeler orada dururken, ne iktidarlar, ne de YSK, bu düzenlemeleri görmezden açıkça gelmektedir. Çok üzücü…

TÜRK MİLLETİNİN EN AZINDAN %45’İ BAZI İLKELERİ ANLAYIŞI VE SİYASETİ SAVUNUYOR VE ISRARLA DA SAVUNMAYA DEVAM EDİYOR

Amuran: Bu propaganda sürecinde Cumhurbaşkanı adayları beklemediğimiz bir performans gösterdi, ülkemizde farklı partilerde siyasal lider olmaya hazır pek çok lider adayının olduğu, siyasi partiler yasasında demokratik anlayış yerleştirilirse çok sayıda başarılı siyasetçinin aktif siyasette rol alabileceği ortaya çıkmadı mı, ne dersiniz?

Batum: Çok haklısınız. Bence, önce bir noktaya dikkat etmek gerekiyor; 2018 seçimleri, bundan önce de 16 Nisan referandumu sonuçlarının açıkça gösterdiği gibi, Türkiye’de oy veren bir kesim var ki, “o kesim birilerinin bize ısrarla kabul ettirmeye çalıştığı gibi, artık yok olmuş değerleri savunan, dinozor Atatürkçüler, iki ayyaşı göklere çıkarmaya uğraşan, bir avuç kalmış, halktan kopuk elitler” filan değil. Türk milletinin en azından yüzde 45’i, bazı ilkeleri, anlayışı ve siyaseti savunuyor ve ısrarla da savunmaya devam ediyor.

İlk önce neden böyle söylediğimi, müsaade ederseniz açıklayayım. 1990’larla, “birileri” bence, bize “yeni bir program ve yeni bir Türkiye” planladı. Öyle ki 2002 seçim sürecinde (aynen 1983 de olduğu gibi) her şey “sadece iki partinin Meclis’te yer almasına” göre dizayn edilmiş, hatta propaganda süreçleri bile bu sonuca göre düzenlenmiş bir seçim süreciydi. Herkes o sürecin aktörlerini, medya ayağını da çok iyi bildiği için, daha fazla açıklamaya gerek yok herhalde.

2007 seçimi de buna benzer bir süreç idi. Nitekim seçimin hemen öncesinde, iki partinin ANAP ve DYP’nin birleşmeleri ve Demokrat Parti’yi oluşturma sürecini ve son anda (seçim sonuçlarını öngörülenin dışında değiştirebilecek) bu oluşumun nasıl engellendiğini, o dönemin “esas aktörlerinin” şimdi nerede olduklarını, ne yaptıklarını bir düşünün, hak vereceksiniz.

2015 seçimi sonrasında, istenmeyen bir sonuç ortaya çıktıktan sonra yaşananları bir düşünün. Muhalefet partilerinin davranışlarını, 35 gün süren sözde koalisyon görüşmelerini, hani o “ünlü istikşafi görüşmeleri”, Meclis’in açık tutulmayıp tatile sokulması hususunda partilerin tutumlarını hatırlayın. Ve maalesef 7 Haziran’ın hemen ertesinde başlayan, neredeyse her gün yeni bir örneğini yine maalesef yaşadığımız bombalı saldırıları, kaos ortamını hatırlayın. Ve bunların arkasından 1 Kasım 2015 seçimlerinin geldiğini hatırlayın.

2015 Cumhurbaşkanlığı seçimini hiç düşünmeyin bile. “Ne vardı o seçimlerde” diye soran olursa, bir tek soru ile yanıt vermek isterim, “Çatı Adayı” denilen zat-ı muhteremin Cumhurbaşkanı seçileceğine (gerçekten) inanan kaç kişi vardır Türkiye’de sizce? Çatı adayının “2002 de üzerinde anlaşılmış statükoyu”“dizayn edilmiş yapıyı” değiştirmek için “atandığına” inanan “birileri” var mıdır acaba? Soralım kendimize ve samimiyetle yanıt verelim… Zaten 2015 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, çatı adayı olan E. İhsanoğlu’nun, sadece “bu statükonun devam etmesi” için, aday gösterildiğini bildiğimizden, arkadaşlarımla birlikte, Emine Ülker Tarhan’ı aday göstermiştik. Sadece “2002’de çizilen plan” bozulsun diye.

Amuran: 2018 seçimleri için de statükodan söz edebilir miyiz?

Batum: 2018 seçimleri biraz daha farklı oldu. Hiç olmazsa, muhalefet partilerinde, 2015 Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi, “çatı adayları(!)”üzerinden, bu süreç yürütülmedi. Tabii bu çok kolay mı oldu? Hayır. Yine “çatı adayları” ortaya atıldı. Yine “statükoyu” değiştirmesi mümkün olmayan adaylar tartışmaya açıldı. Ama sonuçta, her parti, kendi istediği, kendi görüşüne uygun adaylarla yola çıktı. Ve en azından şu görüldü; örneğin Muharrem İnce, kendi partisi CHP’den “yüzde 36 fazla oy” aldı. Nitekim kendisi de, bu olgunun farkında olarak, “50 günde bu sonucu aldık, 500 günde daha fazla oy alacağız” dedi.

Her şeyden önce bu nedenle adayları başarılı buluyorum. Özellikle Muharrem İnce, Meral Akşener, Temel Karamollaoğlu ve Selahaddin Demirtaş, “sesleri tamamen kısılmaya çalışıldıysa da”, devlet televizyonu bile, bu adayların seslerini, Cumhurbaşkanına oranla, yüzde 8 (İnce) – yüzde 1,6 (Akşener) – yüzde 0,55 (Karamollaoğlu), yüzde 0,35 (Perinçek) ve yüzde 0,29 (Demirtaş) oranında duyurmuş olsa da; tüm medya patronlarına, kuruluşlarına, bunların arkasındaki iş adamlarına rağmen, kini, nefreti, kavgayı değil, huzuru, sevgiyi, anlaşmayı gündeme, zorla da olsa, sokmaya çalıştılar. Bence bu nedenle “tüm bu adayları” çok başarılı buluyorum. Kendi umduklarından az oy almış olsalar bile, “siyasetin sadece oy almak olmadığını; her ne olursa olsun oy alıyorsan meşrudur” anlayışının ne etik, ne demokratik olmadığını, hepimize gösterdiler. Sadece “bu tutumları, heyecanları, hepimize güç katan, inandıran, umutlandıran tavırları” nedeniyle bile, bence çok büyük bir hizmet yaptılar.

Bence, hiç kuşkusuz, 16 Nisan referandumu da, bu “karşı duruşun” ilk etabı idi. Orada da Fransa, İngiltere, Almanya gibi demokratik sayılan ülkelerde bile, o koşullarda yapılacak bir oylamada, en azından oy kullananların yüzde 65-70’i, devletin istediği yönde oy kullanırdı.

Ayrıca, bu seçimlerin bir getirisi daha var. Hiç kuşkusuz, özellikle “Cumhurbaşkanı adaylarının” topluma getirdiği heyecan, coşku, umut, açıkça gösterdi ki, 1980 sonrasında bize dayatılan (ve maalesef tüm siyasal partilerin sevmiyormuş gibi görünseler de esasında sevdikleri) anti demokratik parti yapılarını değiştirdiğimizde, “halkla bütünleşen, dertlerine çözüm üretebilen, umut ve heyecan veren” ve demokrasiyi isteyen siyasetçiler ortaya çıkabilecek.

DEMOKRATİK REJİMLER OLAĞAN KAHRAMAN OLMAK ZORUNDA OLMAYAN İNSANLARA ÖZGÜ REJİMLERDİR

Amuran: Olağanüstü hal nedeniyle zor koşullar olmasına rağmen mitinglerde gördüğümüz taşımasız kalabalıklar “halkın demokrasiye sahip çıkmasının bir tezahürüydü” değil mi? Bu kalabalıkları siz nelere bağladınız?

Batum: Kesinlikle haklısınız. Bu coşkunun, heyecanın ve inanılmaz zor koşullarda kendi adaylarına sahip çıkmanın (Meral Akşener’in merkez medyada dahi neredeyse hiç yer alamamasını, yaptığı mitinglerin zor yoluyla engellenmeye çalışılmasını, Üsküdar’da elektriklerin kesilmesini, Gaziantep’de miting yollarının belediye araçları ile kesilmesini ve daha bunun gibi sayısız engellemeyi hatırlayın), bence bir nedeni var. Demokrasiler “normal, sıradan insanların, içlerinde bir korku olmadan yaşayabildikleri, işe girebildikleri, günlük yaşamlarını sürdürebildikleri, oy kullandıkları rejimlerdir”. Kısaca demokratik rejimler, “olağan, kahraman olmak zorunda olmayan insanlara” özgü rejimlerdir.

Bu sıradan insanlar, devletlerine güvenirler, hukuka inanırlar, “kendilerine bir kötülük yapıldığında, devlet denilen kurumun kendilerine yardımcı olacağını”düşünürler. Bu nedenle “oluşturdukları siyasal kurumlara; örneğin partilere, yargıya, polise, askere” güvenirler. Kendilerinin korunmasını, siyasal nedenlerle ayırımcılığa uğramamalarını, bu kurumlardan beklerler. Örneğin seçimler mi olacak, bu seçimde oylarının dürüstçe sayılmasını, bir hile yapılmamasını, sandıklarının korunmasını, devlet kurumlarından, seçim kurullarından beklerler. Tüm bunları kendilerinin yapması gerektiğini düşünmezler.

Oysa maalesef Türkiye’de insanlar, sıradan insanlar, galiba bu inancı yitirdiler. Çok güvendikleri askerler, aydınlar, yazarlar 5 yıl- 6 yıl, düzmece suçlamalarla içeride yattılar. Hiçbir devlet kurumu ilgilenmedi. “Kendileri için bir gecede yasa çıkaran iktidar temsilcileri”, tam 7 yıl ilgilenmedi. Oysa tüm sözde delillerin düzmece olduğunu ispat ettiler. Yine kimse ilgilenmedi, hiçbir kurum oralı bile olmadı. Ve bu “sıradan insanlar bir baktılar ki, kendilerinden başka güvenecekleri bir kurum kalmamış”. Devlet kurumları, siyasal kurumlar, yargı dahil, medya dahil, tamamı ile tükenmiş, tamamı ile “kendilerini siyasete eklemlemişler”.

İşte bunu gören “o sıradan insanlar”, artık “geleceklerini doğrudan kendileri ele alma” gereğini hissettiler. Ve bir daha kendilerine bu dönemi yaşatmayacağına inandıkları; “huzurlu, sıradan bir yaşam sağlayacağını” düşündükleri adayları, inanılmaz zorluklara rağmen desteklediler. Meydanları doldurdular. Sandıkları koruma organizasyonları kurdular. Hem de çoğu yerde, çoğu il ya da ilçede resmi makamlara rağmen. Engellere rağmen… Gerçek bir sivil toplum girişimi olarak…

İşte bence, bu seçimlerin özelliği buydu. Umduklarından az oy almış olsalar da, oyları toplam olarak, ancak “yüzde 45’i” bulmuş olsa da, çok önemli bir kitle, gerçek demokrasiye, propaganda eşitliğine, korkusuz yaşama özgürlüğüne sahip çıktı. Yine çıkacağını ve hep orada duracağını gösterdi.

SEÇİM SÜRECİ TAMAMEN CUMHURBAŞKANI ADAYLARI ÜZERİNDEN YÜRÜTÜLDÜ    

Amuran: Bu seçimlerde siyasi partilerin değil Cumhurbaşkanı adaylarının seçimi ön plana çıktı. Oysa Meclisin güçlü kılınmasında partilerin de sahnede olması bölgeler dışında yeni milletvekillerinin de tüm ülkede tanınması tanıtılması gerekirdi. Bu bir eksiklik miydi yoksa yeni sistemin gereği mi yerine getirildi?

Batum: Çok doğru söylüyorsunuz. Bu durum, şundan kaynaklanıyor; 16 Nisan referandumu öncesinde, bir bölümümüz, “getirilen sistemin, Tek Adam Sistemi olduğunu, kesinlikle bir Başkanlık Sistemi olmadığını, bu yetkilerle Cumhurbaşkanlarının mutlaka tek yetkili olacağını, rejimin de otokratik bir yönetim biçimi olacağını” söyledik. Zaten bunu gizlemek için olsa gerek, bu sistemi savunan hukukçular (!), akademisyenler (!), ilk önce Başkanlık sistemi derken, inandıramayınca “bu sistem Türkiye’ye özgü Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemidir” demeye başladılar.

Bu sistem o kadar “Tek Adam Sistemi” ki, bu nedenle Meclis seçimleri bir yana bırakıldı. Toplumun ezici çoğunluğu milletvekillerinin seçimi ile ilgilenmedi. Zaten o milletvekilleri de, “zaman yok” diyerek, tamamen anti demokratik bir biçimde, sadece liderlerin iki dudağı arasından belirlendi.

Ama dediğim gibi, bu durum, getirilen sistemin gereğidir, zorunlu sonucudur. Neden mi? Çünkü gerçekten de Meclis’in bu sistemde yetkisi filan yok.

“Hayır, doğru söylemiyorsun” diyenler için; Demokratik bir sistemde, Meclisin görevi nedir? Birincisi yasaları yapar. Ve genel olarak, milletin temsilcilerinin ilk olarak düzenlemediği hiçbir konuda yürütme organı herhangi bir işlem yapamaz. Ve hiçbir konu ve alan yasama organına kapalı değildir. (Bazı ülkelerde istisnalar getirilmiştir, ama Meclisin genel anlamda yetkisi aynen devam eder) İkincisi Meclis, denetim görevini yerine getirir. Cumhurbaşkanını denetler, Bakanları denetler, İdareyi denetler. Üçüncüsü de, milletin temsilcileri olarak bütçeyi yapar. Bu yeni sistemde ise, bunların tümü de törpülendi. Neredeyse etkisiz ve işlevsiz hale dönüştürüldü. Yürütme artık (eskiden yasa ile yapılması zorunlu olan) birçok alanda doğrudan Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile işlem yapıyor. Meclis ters düşen bir yasa çıkartacak olsa, Cumhurbaşkanı bu yasayı veto edebiliyor, (ki eski sistemde, bu geri gönderme yetkisi olarak adlandırılıyordu, çünkü Meclis yine aynı yasayı o günkü çoğunluğuna göre çıkartabiliyordu) , ve yeni sistemde yasanın tekrar çıkabilmesi için, 301 oy gerekli. Yani salt çoğunluk… (ki seçimler sonrasında zaten 340’a yakın bir iktidar çoğunluğu oluştuğunu düşünürseniz, Meclis’in bu konuda da yetkisinin kalmadığı çok açık). Bütçe deseniz, o konuda da Meclis’in yetkisi törpülenmiş, Cumhurbaşkanı yetkilendirilmiş. Açın yeni 161. maddeyi bir daha okuyun göreceksiniz.

Bunun yanı sıra Meclisin denetim yetkisi de artık tamamen işlevsizleştirildi. Sadece görüntüde var. Bir kere artık gensoru yok, güven oylaması yok, sözlü soru yok. Bu yolların tümü kaldırıldı. Pekiyi Meclis mutlaka denetlemek istiyor, ne yapacak? Elinde tek yol kaldı; Meclis Soruşturması. O kadar…

Ama bu yol için de, yani Meclis Soruşturması yolu ile Yüce Divan’a gönderebilmek için de 400 oy gerekli. Bırakın Yüce Divan’a göndermeyi, sadece soruşturma talebinde bulunabilmek için (bir Bakan hakkında), eskiden 55 üyenin oyu yeterli iken, yeni sistemde 301 üye gerekli… Yani Meclisin bu yetkiyi kullanması da çok zor, hatta mümkün değil.

İşte bu gerçeği herkes gördüğü için, ne milletvekillerinin ne şekilde belirlendiği, ne kimlerin milletvekili olduğu, ya da neler yapacakları hiç tartışılmadı. Seçim süreci, tamamen Cumhurbaşkanı adayları üzerinden yürütüldü.

Amuran: 1991 yılında Anayasa Mahkemesinin geliştirdiği içtihat önemliydi. Mahkeme ‘Eğer olağanüstü hal KHK’sı ölçülü değilse, süreyle ve bölgeyle sınırlı değilse o zaman bu OHAL KHK’si değildir onları denetleyebilirim’ demişti. AYM bu hakkını kullanmış olsaydı Olağanüstü halin sonuçları siyaseti de bu kadar yıpratmazdı ne dersiniz?

Batum: Kesinlikle haklısınız. Maalesef, Anayasa Mahkemesinin 2016 tarihli “olağanüstü hal kararnamelerini denetleme imkanını reddeden kararı”, siyaseti de yıprattı. Sonuçlarını da yıprattı. Temel hak ve özgürlükler rejimini de yıprattı. Ancak, AYM’nin 2016 tarihli kararı da tek başına ele alındığında, anlaşılması ve sistem içine oturtulması zor olabilir. Bu kararı da, “uzun bir süreç” içine dahil ederek değerlendirmek gerekir. Nitekim karşı karşıya bulunduğumuz, 16 Nisan referandumunun (YSK’nın katkısıyla) mühürsüz oyları ile getirilen “Tek Adam Sistemi” de, esasında aynı uzun sürecin sonucudur.

AKP’nin iktidar olması ile birlikte, Türkiye’de bir “hukuksal görünümlü ama esası tamamen siyasal” bir mücadele başlatıldı. Bu mücadelenin esası ve hedefi, “siyasal iktidarın önündeki denetim engellerinin, özellikle de Anayasa Mahkemesi denetiminin kaldırılması” idi. Hatırlayacaksınız, bazı akademisyenler ve aydınlar(!) ortaya çıktı ve “yargının siyasallaştığı”, Anayasa Mahkemesi’nin denetiminin “judicial activism” anlamına geldiği ileri sürülmeye başlandı. Aynı şimdi yapılan gibi… Her televizyon kanalında, saatlerce, günlerce, hep aynı kişilerle… Hatta bu söylem, bazı aydınlar(!) tarafından “yargı vesayeti”ve “vesayetin her türüne” karşıyız türünde içeriği ve hedefi pek belli olmayan (daha doğrusu belki bazılarının anlamadığı) bir biçime dönüştürüldü.

Hemen ardından Prof. Dr. Ergun Özbudun yönetiminde kurulan bir komisyon, 2007 yılında bir Anayasa taslağı hazırladı. Bu taslakta yargı yetkisi, özellikle Anayasa Mahkemesinin hem kuruluşu, hem işleyişi, tamamen siyasal iktidarlara bağlı duruma getirildi. Ama o zamanlar toplumun buna hazır olmadığı görülerek, “vuslat başka bahara bırakıldı”. O baharın 2010 yılında geldiği anlaşıldı ve Osman Can ile Demokrat Yargı diye bir derneğin ve “yetmez ama evetçilerin”desteği ile, Anayasa Mahkemesi, oluşumu ile tamamı ile siyasal iktidarın iki dudağına bırakıldı. Artık iş tamamdı…

Bu yeni düzenlemeye göre oluşturulan AYM de, hemen görevini yerine getirdi ve 1991 den beri 25 yıldır sürdürdüğü (ve demokratik hukuk devleti için yetersiz ama çok önemli olan) “olağanüstü hal kararnamelerinin denetimi” yönündeki içtihadından bir anda vazgeçti. Bir anlamda şöyle dedi; “olağan üstü ilan edildikten sonra, Anayasa’nın diğer maddeleri, hatta değişmez maddeleri bile anlamını yitirir, hükümetler istedikleri her şeyi yapabilirler, Mahkeme olarak, bizi ilgilendirmez, bizim hukuk devleti anlayışımız sınırlıdır”.

Bu kararı veren Mahkemenin Başkanlığını da, şu anda AKP’ye o ilk 2007 taslağını yapan Komisyonun üyesi olması da, hiç şaşırtıcı değil bence.

Ama maalesef, AYM’nin bu kararı sonucunda, “kar lastiklerinin belirlenmesinden tutun; seçimlerde yazılı ve görsel medya kuruluşlarının denetlenmesine sınır getiren; istediği an kişilerin her tür temel hak ve özgürlüklerini sınırlayabilen” genişlikte düzenlemeler getirme olanağına sahip ve üstelik bu işlemlerin yargısal denetime takılacağı korkusu taşımayan bir iktidar olgusuna vardık. Böyle bir “durum ya da gerçeklik”, siyaseti bir yana bırakın, demokrasi ve hukuk devleti anlayışını bile yıpratmaz mı?

Ve bu konuda müsaade ederseniz, son olarak şunu söyleyeyim. Cumhurbaşkanı Erdoğan, çok sık olarak, “ne var bunda, olağanüstü hal Fransa’da da uygulanıyor” diyor. Evet bu doğru, ama açın Fransız Anayasasının 16. maddesinin (2008 değişikliği ile gelen son fıkrasını) ne denli farklı olduğuna ve Anayasa Mahkemesine ne tür bir denetim yetkisi verdiğine bir bakın. Bir de Fransa’da Danıştay’ın, olağanüstü dönemde çıkarılan “yürütme işlemi niteliğindeki işlemlerin” denetimini nasıl yaptığına bakın.

TOPLUMSAL SÖZLEŞME ANLAYIŞININ TEMELİNDE KORKUDAN MUAF OLMAK VARDIR

Amuran: “Tüm özgürlüklerin temelinde, korkudan muaf olmak vardır” demiştiniz. Erken seçim kararından önce bu korku yanında güvensizlik duygusu da yaygınlaşmıştı. Seçim çalışmaları sırasında İktidar da bunu gördü ve seçim vaatlerinden biri Olağanüstü halin kaldırılacağı vaadi oldu. Temel hak ve özgürlükler konusundaki düşüncelerinde ve eylemlerinde yumuşama bekliyor musunuz?

Batum: Bir kere, neden böyle söylemiştim, müsaade ederseniz, onu kısaca açıklayayım. Zaten demokratik ve özgürlükçü devlet anlayışının temelinde de bu vardır, hukuk devleti anlayışının temelinde de bu vardır. Kavramsal olarak bakarsanız, Toplumsal Sözleşme anlayışının temelinde de korkudan muaf olmak vardır; korkudan muaf olmak, her tür korkudan kurtulmak. Sizden farklı olan insanlardan, yabani hayvanlardan, doğa koşullarından, güçlü olandan, korku duymamanız gerekli…

Hukuk devleti de aynı hedefe yönelik değil mi? Diğer insanlardan korkmamak, gücü ya da parası olandan, iktidardan, dinsel otoriteden, hatta devletten…

Esasında yeri geldiğinde, bir parantez açıp, şunu söylemek gerek; Atatürk, daha 1927 yılında, Nutuk’da; “Türk milletinin ve Cumhuriyetin, şeyh, derviş, mürit, üfürükçü, ağa, beylere kader ve yaşamlarını emanet etmeyeceğini, bunların korkusundan kurtulmuş olarak yaşayacaklarını” söylüyor. Bu tarihten 14 yıl sonra, Roosevelt 6 Ocak 1941 ABD Kongresi önünde, 4 temel özgürlükten söz ederken, saydıklarından biri de “korkudan kurtulma özgürlüğü” … Bu ilke, “korkudan ve yoksulluktan kurtulmuş insanların” diye ifade edilerek, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde de aynen yer alıyor.

İşte, çağdaş demokratik toplumların ön koşulu şu; “o toplumun tüm bireyleri güven içinde olacaklar, korkmayacaklar”. Bu bağlamda, insanların sadece bir tek şeyden çekinmeleri, korkmaları gerekir; “milletin meşru temsilcilerinin yaptığı yasalardan ve hukuksal yaptırımlardan”. Yani hukuktan. O kadar…

Bu nedenle, hukuktan değil, iktidardan, iktidar partisinden, kendisi gibi bireylerden, parti liderinden, ekonomik olarak güçlü olandan korkan, kaygı duyan vatandaşlara sahip olan toplumlar, hiçbir zaman çağdaş, demokratik hukuk devleti değildir. Tam tersine otoriter, otokratik yönetimlerdir. İşte bu yönden baktığımızda, “hukukun üstünlüğü” ve “bağımsız yargı” kavramları, demokrasiler için yaşamsal derecede önemli. Açık söyleyeyim. Hukukun üstün olmadığı, yargının siyasal iktidara (ya da örneğin ekonomik ve her tür güç odağına) bağlı olduğu toplumlarda, isterse seçim olsun, isterse özgürlükler kağıt üzerinde yazılı olsun, demokrasi yoktur. Çünkü güven yoktur, çünkü güvence yoktur, “gerçek bir hukuk” yoktur. Yerine ne vardır; “korku…itaat… “

Şimdi elimizi vicdanımıza koyalım, düşünelim. Türkiye’de korku var mı, yok mu? Cumhurbaşkanı, Bakanlar, Devlet görevlileri, siyasal iktidar korku vermeye çalışıyor mu, çalışmıyor mu? Daha 16 Nisan’da hayır oyu vereceklere yönelik, tüm iktidar temsilcilerinin tavrı açık mıydı, değil miydi? İktidar yandaşları, açık açık televizyonlarda tehdit ediyorlar mı? Daha bugüne kadar bir tek tanesi bile, hukuk önünde bir ceza aldı mı, ya da soruşturma açıldı mı?

Şimdi bir de bunun üstüne, OHAL’de bulunduğunuzu ve insanların tüm özgürlüklerinin, yaşamlarının, bir gizli tanığın ifadesine ve iktidarın çıkaracağı bir KHK’nın iki satırına sıkıştırılabileceğini düşünün. Ve bir de “yeni” AYM’nin bu konudaki tüm denetim yetkisinden “imtina ettiğini” bir düşünün…

Bu nedenle, Cumhurbaşkanı, seçimlerden sonra OHAL’in kaldırılacağını söylediyse, bence bu bir “yumuşamadan” değil, böyle bir “ortamı”, demokratik sistem adı altında yıllarca daha sürdürmenin imkansızlığından kaynaklanıyor.

Amuran: Yeni sistemde demokrasinin güçlenmesi otoriter sisteme dönüş endişesinin giderilmesi için sistemin hukuki açıdan nasıl bir yol haritasına ihtiyacı var?

Batum: Bence bu sorunun yanıtı çok basit. İnsanların tekrardan Devlete güvenmesi gerek. Bunun için, korku, kaygı duymaması, “aman başıma bir şey gelmesin” diye düşünmemesi gerek. Bunun için de özellikle hukuka, hukukun eşit uygulanacağına, aynı kuralların aynı şekilde herkese uygulanacağına güvenmesi gerek. Bunun için de “yargının ve yargıcın bağımsız olması” gerek. Son olarak bunun için de, her yetkinin, her kurumun, tüm gücün, yargıçları belirleme yetkisinin, milletvekillerini atama yetkisinin, her şeyin tek kişinin elinde toplanmaması gerek. Yani “kuvvetler ayrılığı” gerek.

Bu yapılır mı, yapılmaz mı? Bunu bilemem, ben hukukçuyum, müneccim değil. Ancak bir şeyi biliyorum. Yapılmadığı takdirde, aynı hukukçuların(!), aynı kişilerin, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin demokratik bir sistem olduğuna, uzun süre inandırmaları mümkün olmaz. En azından ilgilenenleri…

Amuran: Her sorunun çözümünde hukuk ve adalete gereksinim vardır bu da demokrasi yolunda ilk adımdır. Bizleri aydınlattınız bilgilerimizi tazelediniz, zenginleştirdiniz. Samimi yanıtlarınız için teşekkürler. (01.07.2018)

Batum: Ben teşekkür ederim.

Nurzen Amuran
Odatv.com
https://odatv.com/meclisin-bu-sistemde-yetkisi-yok-01071805.html

=================================================
Dostlar,

Biraz uzun ama önemli bir söyleşi..
ODATV, Nurzan hanım ve dostumuz Süheyl hocaya teşekkür borçluyuz önemli bilgileri, yorum
ve açılımlar için..

TEK ADAM, bagajını büyüte büyüte, doğallıkla ve kaçınılmaz olarak kendi sonunu da hem belirliyor
hem hızlandırıyor..
İpek kozası.. kendi örüyor kozasını..
Kim ne yaparsa kendi ve de kendine yaparmış..
Hikmetli sözler bin yılların deneyimlerinden imbiklenen..
Yol yakınken dönülür mü?
Kocaman bir hayır..
RTE’nin yeryüzünde ender görülen dereceden narsisistik kişilik yapısı buna kesin olarak engeldir..
Yaşayacak, görecek ve bedelini hep birlikte ödeyeceğiz..
Herkes üzerine düşen bedeli ödeyecek..

Su testisi su yolunda kırılacak, içinden dökülenleri de görecek ve öğreneceğiz..
Hancı ve yolcu örneği..

Sevgi ve saygı ile. 02 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

PROF. DR. D. ALİ ERCAN : AÇIKLAMA

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

 

Değerli arkadaşlar,

Ben Siyasetçi değilim.
Hiçbir Partiyi tutmuyorum.
Doğa bilimci bir düşünür olarak, gördüğüm nesnel (ölçülebilir) gerçekleri paylaşıyorum,
o kadar…
Gerçeklerin birçok insanı rahatsız edeceğini de bilerek.

Türkiye’nin son 70 yıllık siyasal yaşamı (kısa ömürlü 1-2 istisna dışında) CHP’nin seçimlerde %20-30 bandında kaldığını gösteriyorsa, bu durum “Genel Başkanlardan ve Parti Programından bağımsız” bir gerçekliktir…

Beni derinden üzen, mutlaka partiler üstü, siyaset üstü tutulması gereken büyük Önderin,
Laik T.C. Devletinin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk‘ün, CHP aracılığı ile “zımnen” (AS: Örtük olarak) seçimlere sokulması ve her kezinde sandıklardan “yenik” çıkarılmasıdır. 😒

Bu nedenle, Mustafa Kemal‘in kurduğu Devletin temel ilkelerini simgeleyenAltı Ok simgesinin ve “CHP” adının kullanılmasına karşıyım. Keşke bu sorun 1946’da halledilse ve
“Altı Ok” TBMM simgesi olarak tarihe geçseydi…

CHP gibi “bütüncül mantıkla” yani, Üniter Ulus-Devlet içinde (imtiyazsız sınıfsız)
tüm toplumu kucaklamak iddiasıyla kurgulanmış bir Partinin, çok Partili Demokratik Sistemde kolay kolay tek başına iktidar olamayacağı öngörülebilmeliydi.

Nitekim CHP karşı-tezini kendi içinden çıkarmış, DP daha ilk serbest seçimde CHP’ni sandığa gömmüştü. (AS: 14 Mayıs 1950 seçimi)

Sevgilerimle. æ (01 Temmuz 2018)
==============================================
Dostlar,

Bilge İnsan Prof. Dr. D. Ali Ercan’a
Şükran Yazısı

Bu site yazarları, Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan’ı çok iyi tanırlar. Sitemize katkısı çoktur.
Kara Harp Okulunu bitirdikten ve yüzbaşı rütbesine dek geldikten sonra sivil – bilimsel yaşamı seçmiş ve Almanya’nın seçkin üniversitelerinde kendi seçimiyle temel bilim olarak “Fizik” okumuş, ardından Nükleer Fizik alanında uzmanlaşarak Doktora yapmış bir bilim insanıdır.

Yurda dönüşünde Kars Kafkas Üniversitesinde rektör yardımcılığı yapmış, Tıp Fakültesinde Biyofizik dersleri vermiş, Savunma Sanayisi Müsteşarlığı görevine atanmıştır.

Katıksız ama bilimsel akılcılığın süzgecinden imbiklenerek damıtılmış bir Kemalist / Atatürkçüdür. Biz 2004-2006 dönemi ADD Genel Başkan Yardımcılığı görevimizi, Jandarma Genel Komutanlığından emekli Org. Şener Eruygur Paşa’nın takımında (Harbiye’den sınıf arkadaşı) seçimleri kazanan kişi olarak kendisine devretmiştik. Sonraki yıllarda ADD Bilim Danışma Kurulunda birlikte çalışma olanağı bulmuş, birlikte raporlar hazırlamış, ortak konferans ve panellere katılma şansı elde etmiştik.

Sayın Ercan’ı bu süreçlerde daha da yakından tanıma ve “dostu” olma onuruna eriştik.sanırız

Yaşı 80’e yaklaşan ve kimi sağlık sorunları haliyle olan bu bilge kişiden çok ama çok yararlanmak gerek. Facebook sitesinde her gün özlü, kısa, düşündürücü, sorgulayan iletiler paylaşıyor. Sokratik yöntemi izliyor, soru sorarak düşündürtmeye ve çözümlerini insanların kendilerinin üretmesine çabalıyor.. En etkili, kalıcı iletişim – öğretim yöntemini yani..

  • Empozisyon, telkin, koşullandırma, baskı, korkutma… ilkelliği yok Ercan hocamızda.

Matematiği günlük yaşam sorunlarında ustalıkla kullanıyor.

Matematiksel Düşünme O’nun için vazgeçilmez bir yaşam biçimi.
Keşke bu konuda yalın bir rehber kitap yazsa..

Matematiksel DüşünmeSaygın Prof. Dr. Cemal Yıldırım denli başarılı olacağından kuşku yok..
*****
Ercan hoca bir siyaset bilimci değil kendi anlatımıyla da..

Biz, Tıbbiye’ye ek olarak Ankara Üniv. SBF – Mülkiye Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünü de bitirdik. Ancak itiraf edelim ki, O’nun siyaset bilimi alanında sergilediği matematiksel modellemeleri kıskançlıkla izliyor ve çok şey öğreniyoruz. Üstelik Hacettepe Tıp’ta ilk yılda 2 yarıyıl Yüksek Matematik eğitimi almış ve zaman zaman matematiği güncel sorunları çözmede kullanan birisi olarak.. Bu bölümlerde mutlaka yüksek matematik dersleri konmalı.

Bir kez daha görüyoruz ki evrenin dili Matematik!

Bir kez daha anlıyoruz ki, Mustafa Kemal Paşa‘nın çok büyük isabetle vurguladığı üzere;

  • Yaşamda BİLİMSEL AKILCILIK DIŞINDA YOL GÖSTERİCİ YOK!

Okul öncesi eğitimden başlayarak, aile içinde de her-ke-se temel – hatta ileri matematik eğitimi verilmeli. Ancak temel koşul; yaşamın sorunlarını çözmede nasıl kullanılacağını somutlayarak.

Çin tam da bu yolu izliyor.. Bambaşka bir Matematik dünyası geliştirdiğini duyuyoruz.
Bu eğitim üzerinden insanların soyutlama yeteneği, hayal kurma yeteneği de ateşleniyor.

An geliyor, uzayda hatta yaşamda kimi sorunların çözümünde Matematik bitiyor!
Endüstri 4, Robotik çağ, yapay zeka, nano-teknoloji, kuantum teknolojisi bambaşka yeni ve ileri matematik teknikler ve modellemeler gerektiriyor.

Ancak unutulmasın ki, günümüz uygarlığını başlıca Matematiğe borçluyuz!

Geçtiğimiz hafta ABD’de dünyanın en hızlı bilgisayar işlemcisinin üretildiğini okuduk.
Sıkı durun; saniyede 200 trilyon işlem yapabiliyor bu mikro işlemci! Gerçekte artık “mikro” değil nano hatta piko işlemci demek gerekiyor.. Çeyrek yy öncesinin milyonda 1’ine dek küçültülmüş teknoloji. 2. Büyük Paylaşım Savaşı yıllarında ABD ordusunun gereksinimi için yapılan ilk bilgisayar ENIAC, koca bir salonu dolduruyordu ve günümüz cep telefonu bilgisayarlarının milyarda 1’i yeteneğinde bile değildi.. Ve “fukara” ENIAC, çalışırken çooook ısınmış ve yanmıştı! Günümüz akıllı cep telefonlarında piko teknoloji ile sığdırılan 8 işlemci yerine göre seri ya da paralel bağlantılı olarak 2 GHz dolayında muazzam bir hızla çalışıyor; “quad-core” akıllı telefonlar..

  • Artık nano-piko malzemede boşluk yok; atomlar birbirine değiyor!
  • Nicelik olarak sınıra dayanıldı, niteliksel sıçrama gerekiyor; quantum teknolojisi..

Peki Türkiye nelerle uğraşıyor??

İyi güzel de, bu dünyanın en hızlısı süper hızlı bilgisayar, kendisine programlanan / öğretilen matematik işlemleri yapacak. Dolayısıyla yeni çağın yepyeni sorunlarına ve uzaybilimlerine dönük araştırmalarda, genetikte, farmakolojide, kanser tanı ve sağaltımında… matematik yetmezliğine bağlı bir duraksama dönemine girilmek istenmiyorsa, yeni kuşak (post-modern!) matematik teknikler geliştirilmesi gerek..

Bilim Sanayi Teknoloji Bakanlığı, TÜBİTAK, TÜBA ve üniversiteler bu yaşamsal sorunsalın ne ölçüde ayırdında acaba?? Bizi bağışlayın, bu yazıda kullandığımız teknik terimlerin kaçından haberli ortalama üniversite bitirenimiz (mezunumuz) ??

Somutlayalım                              :

CHP’nin elinde ya da yararlanabileceği bir süper bilgisayar olsaydı;
uygun yazılım ile 24 Haziran 2018 kritik seçimlerinin farklı senaryolarla politik-matematik modellemesi (simülasyonu : benzeşimi) yapılabilse idi..
Bu opsiyonlara dayalı politika seçenekleri geliştirilebilseydi..

Tabii bir de mekanik ve dijital seçim hilelerini önlemenin yolu bulunabilseydi;
Türkiye 24 Haziran 2018 sonrası kaotik cehenneme sürüklenmemiş olabilir miydi??

O nedenle, 1 haftadır sitemiz webinde çığlık atıyoruz :

  • Türkiye bu “lanetli parantezi” de kıracak. Tarihin tekerleği asla geri döndürülemeyecek!
    Mart 2019’da yerel seçim var öne çekilmezse.
  • CHP bu süreçte öncü – motor olmak zorunda.. Hızla toparlanmalı ve silkinmeli, iç çekişmeleri bırakıp, içerideki Truva atlarını tasfiye ederek.. 
  • “6 Ok” un büyülü rotasına girin, orada toplanalım yeniden! Anlaşıldı mı, TAMAM mı!?
  • Her şey Türkiye için, insanımız için – insanlık için ve yolumuz AYDINLIK!

  • KURTULUŞ KATIKSIZ “6 OK” !

Çünkü “6 Ok” programı akla ve bilime dayalı, dinamik, kendini yenileyebilen ve kendini çoğaltabilen, sınanmış ve bir mucize yaratmış, dünyaya örnek olmuş, halen Çin’in örnek aldığı.. bir reçete Türkiye ve insanlık için..

Türkiye’nin bu muazzam hazinesini – gücünü yeniden keşfetmesi ve sarılması gerek.

Birilerini vurmak “kurtuluş” değil.. Hele kurtuluşun “birilerini vurmak” olmadığı biliniyorsa..

Son söz :

  • Mustafa Kemal Paşa‘ya,
  • Sonsuza dek payidar kalacağı kesin olan eşsiz yapıtı Türkiye Cumhuriyeti’ne ve
  • onun seçkin aydınlanma savaşçılarından Prof. Dr. D. Ali Ercan‘a selam olsun, aşk olsun!

Sevgi ve saygı ile. 01 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Sayıştay raporu Şehir Hastanelerinde büyük soygunu ortaya koydu

Sayıştay raporu Şehir Hastanelerinde büyük soygunu ortaya koydu

http://haber.sol.org.tr/emek-sermaye/sayistay-raporu-sehir-hastanelerinde-buyuk-soygunu-ortaya-koydu-240428 01.07.2018
Heyet başkanının görevden alınmasına yol açan Sayıştay raporu Şehir Hastaneleriyle nasıl bir ‘soygun mekanizması’nın çalışmaya başladığını çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. soL raporun tamamına ulaştı. Yüklenici firmalar tüm kur riskini kamuya yansıtmakla kalmıyor, kur riskine konu olmayan yatırım tutarları için de devletten fark alabiliyor. En büyük gelir kalemini oluşturan ‘kira ödemeleri’nde sözleşme tadilatlarıyla her dönem bir önceki dönemin üzerinde döviz gelirinin garanti altına alındığı görülüyor.
soL, inceleme yapan heyet başkanının görevden alınmasına yol açan Sayıştay raporuna ulaştı. “Türkiye Kamu Hastaneleri Denetim Raporu”ndaki en çarpıcı bulgular Şehir Hastaneleri hakkında. Varlık ve yükümlülüklerin hatalı muhasebeleştirilmesi, ödemelere ilişkin detayları barındıran sözleşme eklerinin bulunmaması, heyete iletilen sözleşmelerle birebir hastanelerde uygulanan sözleşmeler arasında önemli farklılıklar olması, yüklenici firmalarla kamu idaresi arasındaki uyuşmazlıklarda hukuki işlemler için Londra’nın tarif edilmesi gibi bir dizi önemli bulgu içinde en kritik görünen “kira bedeli” ve “hizmet ödemeleri” hesaplamalarına ilişkin yapılan değişiklikler. Bugün bu başlıklardaki bulgulara yer vereceğiz.

ŞEHİR HASTANELERİNE İLİŞKİN BAŞLICA BULGULAR

  • Hizmete giren Şehir Hastanelerine ait varlık ve yükümlülüklerin kayıt edilmemesi, kira ödemelerinin hatalı muhasebeleştirilmesi.
  • Hizmete giren Şehir Hastanelerine ait sözleşmelerde atıf hataları ve mahiyeti belirsiz hükümlerin bulunması: Özellikle ödemelere ilişkin detayların yer aldığı ek maddelerin bulunmaması ya da heyete verilen sözleşme eklerinde yer almaması vurgulanıyor. Burada en önemli konu olarak “öğrenme dönemi” olarak adlandırılan ilk 6 ayda, yüklenici firma hatalarından kaynaklanacak olumsuzluklardan kamuyu korumak için getirilen maddelerin uygulanmamasına yönelik “revizyonlar”a atıf yapıldığı, ancak bunların mahiyetinin belirsiz olduğuna dikkat çekiliyor.
  • Şehir Hastanelerine ilişkin ihaleler bitip sözleşmeler imzalandıktan sonra sözleşmede, sözleşme eklerinde ve sözleşme bedelini oluşturan unsurlarda yapılan değişikliklerin yetkili makamlar tarafından yapıldığının ve usule uygunluğunun tespit edilememesi: İdare tarafından, denetim ekibine teslim edilen şehir hastanesi sözleşmeleri ile uygulamadaki sözleşmelerin birbirinden farklı olduğu, mahallinde yapılan denetimlerde tespit ediliyor.
  • Döviz kuru sepetindeki artışın Şehir Hastanelerine ilişkin kullanım bedeli hesabına yansıtılmasında belirsizlik olması: Kamu-özel işbirliği projelerine yönelik düzenlemeler ve ilk sözleşmelerde yer alandan farklı biçimde kur artışının tamamen ve tüm yatırım tutarı üzerinden kamu idaresine yüklendiği saptanıyor.
  • Sözleşmelerde idare aleyhine hüküm doğuracak şekilde değişiklikler yapılması: Hizmet ödemelerinde asgari ücret artışı, enflasyondan yüksekse sadece işçilik giderleri için değil, tüm hizmet bedeli için bu oranda artış yapılması, yüklenici firmanın yatırımdaki özkaynak tutarının da kur artışı düzeltmesine konu edilmesi gibi uygulamalara yönelik “tadilat” tesbit ediliyor.
  • Kamu idaresi ile yüklenici firma arasında uyuşmazlık durumunda tahkim yeri olarak Londra’nın belirlenmesi.
  • Şehir Hastaneleri sözleşmelerinin eklerinde yer alan hükümlerden, bu hastaneleri işleten şirketlerin, yine bu projeler nedeniyle finansman sağlayıcılarına ödemekle yükümlü oldukları anapara, faiz ve benzeri giderlerin, idare tarafından, yetkisi olmadığı halde, üstlenim taahhüdünde bulunulması ve bu işlemin mali tablolara yansıtılmaması.
  • Yüklenici firmanın sözleşme hükümlerini Iihlali veya sözleşmeyi haksız feshi halinde İdare’nin, sözleşmenin erken feshiyle maruz kalınan her türlü ceza ve masrafı şirkete tazminat olarak ödemesi ve mevzuat ile getirilen özkaynak kuralının manasız hale gelmesi.
  • Fiilen şantiye halindeki alanlar için yer ve bahçe bakım “hizmet ödemesi” yapılması

HER DÖNEMİN DÖVİZ BAZINDAKİ GELİRİ BİR ÖNCEKİ DÖNEMİN ÜZERİNDE OLMALI

Sayıştay raporunda açıkça saptandığı üzere Kamu İhale Kanunu ya da kamu-özel işbirliği projelerine ilişkin diğer düzenlemelerdeki döviz artışlarında kamu idaresiyle yüklenici firma arasında riski eşit paylaşma ilkesini ihlal eden ek düzenlemeler yapıldığı, kur riskinin tamamen kamu idaresine yıkıldığı saptanıyor. Özellikle son iki yıldaki kur artışı sırasında yüklenici firmaların bu konuda baskı uyguladığı biliniyordu. Sayıştay raporuyla hem kur artışının kamunun ilgili düzenlemelerinde öngörülenden daha fazla yansıtıldığı hem de sadece borçlanma tutarını kapsamadığı, yüklenici firmaların özkaynak tutarına da yansıtıldığı büyük bir açıklıkla saptanmış.

Kamu-özel işbirliği projelerinde yüklenici firmaların dövizle borçlanacağı esas alınarak dönemsel kira bedeli hesaplamasında iki kriterin karşılaştırılması esas alınıyor. Tüketici fiyatları artışıyla üretici fiyatları artışının ortalaması, kur artışının üzerindeyse artış enflasyon kadar oluyor. Eğer kur artışı daha yüksekse, enflasyon artışının üzerine bir düzeltme çarpanı ekleniyor. “Düzeltme çarpanı” dönemler arası farkı, kamuyla yüklenici firma arasında kur riskini bölüşmeyi hedefliyor. Sayıştay raporunda başlangıç sözleşmelerinde bu şekilde yer alan hesaplamaya sonradan “…her halükarda KBD/DKRD ≥ KB(D-1)/DKR(D-1) olmalıdır” ekinin yapıldığı saptanıyor. İlgili dönemdeki kira bedelinin, döviz kuru bazında hesaplanan değere oranının, bir önceki dönemdeki kira bedelinin döviz kuru değerine oranından yüksek olmasını ifade eden bu formülasyon, döviz bazında bir önceki dönemden hep daha yüksek gelirin garantilenmesi anlamına geliyor. Raporda bunun nasıl uygulanacağının belirsiz olması ve kamu idaresinin tüm kur riskini üstlenmenin de ötesine geçen bir yük üstlendiğine vurgu yapılıyor. Çok özetle yüklenici firmalar lehine, kur riskinin ötesine geçen bir hesaplama araya sıkıştırılmış, döviz bazında gelir artışı garantilenmiş oluyor.

KUR-ENFLASYON FARKI NE OLURSA OLSUN DEVLET ÜSTLENİYOR

Aynı zamanda daha önce yönetmeliklerle belirlenmiş, döviz kuruyla enflasyon arasındaki farkın 0,25 ya da daha küçük olması durumunda kur riskinin taraflar arasında paylaşılması, 0,25’i geçmesi durumunda 0,25’in üzerindeki kısmın kamu idaresi tarafından üstlenilmesi maddesi de açıkça ihlal ediliyor.

YÜKLENİCİNİN FİRMANIN ÖZKAYNAĞININ OLMAYAN KUR RİSKİNİ DE DEVLET ÖDÜYOR

“…her halükarda KBD/DKRD ≥ KB(D-1)/DKR(D-1) olmalıdır” ifadesi aynı zamanda döviz-enflasyon farkı hesaplamasının yani kur riskinin yüklenici firmaların kullandıkları krediler oranında uygulanması gerekirken yatırım tutarının tümü için uygulanmasına ilişkin bir muğlaklık da barındırması. Sözleşmelere göre yüklenici firmalar yatırım tutarının %80’ine kadar banka kredisi kullanabiliyor, %20’lik bölümü kendi özkaynaklarıyla karşılamak zorundalar. Bu bölüm de “kur riski” hesaplarına dahil edilmiş oluyor.

Hazine garantisiyle kullanılan kredilerin kur riskine kamunun ortak olması bile başlı başına tartışılması gereken bir konuyken tamamen kamu tarafından üstlenilmesini “sözleşme tadilatları”yla sağlamak özellikle son iki yılda, devreye alınan hastanelerde nasıl büyük bir soygun mekanizmasının işlediğine işaret ediyor.

AVRO KREDİ KULLANANLARA AYRICA ZENGİN OLUYOR

Raporda sözleşmelerin uzun dönemli olması gözetilerek dolar/avro paritesindeki avro lehine değişim dikkate alınmadan, döviz sepeti bazında kur artışı hesaplaması yapılırken borcu avro olan yüklenicilerin cebine ekstradan nasıl para girdiği değerlendirmesi yapılmamış.

Devletin hem finansmanı yapan bankaların hem de yüklenici firmaların tüm yükünü üstlendiği, hatta yüklenici firmanın ekstradan para kazanmasını sağladığı Sayıştay raporunda açıkça ortaya konuyor.

HİZMET ÖDEMELERİNDE KIYAK

Raporda bir diğer konu da “hizmet ödemeleri”nde yine bir sözleşme değişikliğiyle sağlanan fayda. Yüklenici firmalar, işçilik giderleri verdikleri hizmetlerin sadece bir bölümünü oluştururken asgari ücret artışı enflasyonun üstünde olursa tüm hizmet ödemelerinde bu artıştan yararlanabiliyorlar. Örneğin temizlik hizmetlerinde giderlerde temizlik malzemeleri vb unsurlar da yer alırken asgari ücret enflasyondan yüksekse tüm hizmet ödemesinin asgari ücret artışı oranında yapıldığı saptanıyor. Özellikle 2016 yılındaki yüzde 30’luk asgari ücret artışının hizmet ödemelerinde gider artışının çok üzerinde bir artışa yol açtığı vurgulanıyor.

AÇILAN HASTANELER İÇİN YOĞUN LOBİ FAALİYETİ

Sayıştay raporundaki saptamalar, esas sözleşmeyle uygulama sözleşmeleri arasındaki farklılıklar, usulsüzlükler, sözleşme tadilatları, özellikle son iki yılda yüklenici firmalar ve bankaların en tepeden başlayarak kamuya, Sağlık Bakanlığı’na ve Kamu Hastaneleri yönetimine uyguladığı baskıların sonuçları. Hastanelerin işletmeye alınması, “modelin başarısı”na ilişkin ısrar ve karmaşık sisteme duyulan güven toplam etkisi hesaplandığında yıllık bazda milyar liralar mertebesinde kamu zararına yol açmış durumda.

İLGİLİ HABER
=============================================
Dostlar,Bu konu belki de sizleri usandırdı, yordu..
Ama ŞEHİR HASTANELERİ üzerinden halkın ve ülkenin soyulması – TALANI sürüyor..
Bunu yapan ve yaptıranlar soygun – talan yorgunu gibi hiç durmuyorlar..
Tersine; tam gaz yola devam..
Ne buyurulur bu muazzam çıkar çatışması savaşına??

İktidar sahipleri, soygunu ortaya döken Anayasal kurum Sayıştay Başkanını, gözünü kırpmadan ve gecikmeden “altar” lara (sunaklara) kurban verdi..

İktidar sahipleri, soygunu ortaya döken Anayasal kurum Sayıştay Başkanını, gözünü kırpmadan ve gecikmeden “altar” lara (sunaklara) kurban verdi..

“Holokost” un gerçek kurbanları ise tüm Türkiye emekçileri..

Cellatlarımız yerli ve yabancı sermaye + iktidar ortaklığı!

Uyan eyyyy halkım uyan derin hatta ölümcül gaflet uykusundan..

Sevgi ve saygı ile. 01 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

CHP milletvekili Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu : ‘Bu sistem yürümez’

CHP milletvekili Prof. Kaboğlu :
‘Bu sistem yürümez’

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)
CHP milletvekili Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, anayasa öğreticiliğinden, anayasa pratiği için Meclis’e gidiyor. Kaboğlu, “İktidar ve Cumhur İttifakı, yeni anayasa metninin sürdürülemez olduğunu uygulamada göreceklerdir. Türkiye’nin geleceği demokrasi ve hukuk devletinde” diyor. (Cumhuriyet internet, 30.6.18)

[Haber görseli]

CHP İstanbul Milletvekili Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu , anayasa öğreticiliğinden, anayasa pratiği için Meclis’e gidiyor. ‘Demokrasi adına umarım bir katkım olur’ diyecek kadar mütevazı. Seçimleri değerlendirmek üzere Kadıköy’deki Anayasa Derneği’nde bir araya geliyoruz. Hocayı, seçim çalışmaları sırasında ayrı kaldığı yazınsal işlerini tamamlamaya çalışırken buluyoruz. Söyleşimiz sırasında, Ankara’dan gelen telefonla Meclis’teki odasının yerini öğreniyor. OHAL ve anayasa değişikliği üzerine, KHK ile Marmara Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırılmasının ardından pek çok görüşme yapmıştık. Hukuka olan inancına, uslübunun inceliğine bir kez daha hayran kalıyoruz. Öte yandan OHAL Komisyonu başvurusu aylardır sonuçlanmadı. Pasaportu bile hâlâ yok. Oturum başkanı ve konuşmacısı olduğu, Seul’de, iki hafta önce yapılan Anayasacılar Dünya Kongresi’ne katılamadı… Kaboğlu, önümüzdeki dönemi, “Anayasanın uygulamaya konulması, anayasaya saygı gösterilmesi, Türkiye’de başlı başına bir iyileştirme yaratır. Çünkü şu anda Anayasa askıdadır” diye değerlendiriyor.

Seçim bitti şimdi ne olacak?

Anayasaya göre yasama yetkisi devredilemez. Her şeye rağmen yasama organı kendi yetkilerini kullanmalı, kullanabilir. Bunun için mücadele vermeli. Anayasayı değiştirirken “biz Meclis’i güçlü kılmak için bunu yaptık” dediler. Seçim kampanyasında da “Güçlü Meclis” dediler. Şimdi bütün bunları hatırlatma zamanı. Tutarlıysanız, siz yürütme görevinizi yapın biz de yasama görevimizi yapalım deme zamanı. Sadece muhalefetin gücü yetmez. İktidar milletvekilleri de en azından bir kısmı buna inanmalılar. Yoksa iki liderin ikişer dudağının arasından çıkan söze sıkışırlarsa, onlara da liderleri Erdoğan’ın seçim söylemlerini anımsatmak gerekiyor.

Seçimin hemen ardından CHP’de yaşanan tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ortaya çıkan tartışma bir kısır döngü çünkü seçim döneminde en tutarlı parti CHP oldu. Hedef parlamenter rejime dönmek olduğuna göre, Cumhurbaşkanı tarafsız olmalıdır, parti başkanı olmamalıdır. Parti başkanı, başbakanlığa adaydır. Cumhurbaşkanı da günlük politikanın üstünde, bütün ülkenin Cumhurbaşkanı’dır. Muharrem İnce, partinin başına geçsin gibi söylemler, CHP’nin parlamenter rejim hedefinden vazgeçmesi anlamına gelir. Bu hedeften bu kadar çabuk vazgeçilmemeli. İktidar ve Cumhur İttifakı, bu yeni anayasa metninin sürdürülemez olduğunu, uygulamada göreceklerdir.

Neden sürdürülemez?

Erken seçim, bunun bir göstergesi. Kasım 2019’da yapılacak seçimlerin erkene alınmasının hiçbir nedeni yok. Anayasacı olarak ben bunun yanıtını bulamadım. Bizzat yaptığınız anayasa metnini ihlal ediyorsunuz ve kamuoyuna niçin ihlal ettiğinizi açıklamıyorsunuz. Bu ihlalde Bahçeli daha makuldu. Seçim için 26 Ağustos’u dillendirdi. Ben YSK üyesi olsaydım, ‘bize iki ay daha tanıyın’ önerisi getirirdim. ‘Bu görevi Anayasaya uygun olarak yerine getirebilmemiz için süre lazım’ demelilerdi. Belki dediler, belki de demeye cesaret edemediler bilemiyoruz. Milyonlarca öğrenci üniversite sınavına girecekti. Aileleriyle birlikte 10 milyonluk nüfusu ilgilendiren bir konuda, iki kişi, arabanın frenini öne çeker, arkaya alır gibi karar alıyorsunuz. Bunlar sıradan şeyler değil. Bir de serbest seçimin en önemli unsuru propaganda yapılamadı.

Cumhurbaşkanı yapabildi ama…

Bir taraf zaten hep propaganda yapıyor. Televizyon onun tekelinde. Ekranlar bir anda kesiliyor. Bu durum adeta bir tür fizik kanunlarına dönüşmüş bulunuyor.

8 yılda 7 seçim halkın iradesiyle dalga geçmektir

Erken seçim kararını nasıl yorumluyorsunuz?

OHAL döneminde Anayasa değişikliği yapıyorsunuz. Anayasa’yı Anayasa dışı yolla değiştiriyorsunuz. Halkoylamasını OHAL sayesinde kazandığınızı da itiraf ediyorsunuz. Bu yetmezmiş gibi kendi yaptığınız Anayasa’da öngördüğünüz süreye sadık kalmıyorsunuz. Seçimleri öne alırken OHAL’i kaldırmıyorsunuz ama kampanya ortasında oy almak için “OHAL’i kaldıracağım” diyorsunuz. Bütün bunları iktidarınızı muhafaza etmek için kullanıyorsunuz. Buna da serbest seçim diyorsunuz. 16 Nisan referandumunu hatırlayalım. Seçimler 3 Kasım 2019’da yapılacaktı. Altı ay içinde uyum kanunları çıkarılacaktı. Parlamento seçimleri ile Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Meclis öne alırsa bir arada yapılacaktı. Uyum kanunlarının bir yıldır yapılmamış olması, ihmal yoluyla Anayasa’ya aykırılıktır. Meclis’e ait olan erken seçim kararını iki kişi aldı. Meclis altı gün sonunda bunu onayladı. Ama gerekçe açıklanmıyor. Cumhurbaşkanı, seçim konuşulunca, ‘sandığa gitmek lazım’ diyor. Bunun inandırıcılığı yok; çünkü Türkiye seçimden hiç çıkmadı ki. Sandık müptelası olduk. Çoğu kişi, 2010’lu yıllarda yapılan seçimleri sayamaz. 8 yılda 7 seçim. Bu sandığın kötüye kullanılması demektir. İnsanları sürekli sandığa götürüyorsunuz, seçimin ve referandumun ciddiyetini, demokratik işlevini ortadan kaldırıyorsunuz. Halkın iradesiyle adeta dalga geçiyorsunuz.

Seçim gününün bir fotoğrafını çeker misiniz?

Türkiye tarihinde ilk kez çifte seçim yaptı. Çağdaş demokrasiyi anayasasına koymuş bir devlette, Cumhurbaşkanı ve parlamento seçimlerinin aynı gün, aynı sandıkta ve zarfta yapıldığına ben ilk kez tanık oldum. Sayım görevlilerinin yoğunluğunu, kadınların, gençlerin, yaşlıların, oy çuvallarıyla gece yarısı üst üste kuyrukta bekleyişlerini gördüm. Seçim hilelerinin dillendirilmesi de cabası. Bir örnek: 298 sayılı yasada yapılan değişiklikle, sandık kurulu başkanlarının kamu görevlisi olması öngörüldü; ama İstanbul 1. Bölgede bile çok sayıda doğru doldurulmayan seçim sonuç tutanaklarına tanık oldum. 140 yıldır seçim yapan bir ülkede bunlara tanık olunması hoş değildi. 24 Haziran gecesinden bu yana CHP merkez alınarak, Millet İttifakı artı HDP, iktidarın hedef tahtası haline geldi. Musalla taşı olarak gördüler.

Neden?

İktidarı, tek başına kaybetme olgusunun bastırılması mı diye sorabiliriz. En başta CHP’nin, Millet İttifakı’nın, muhalefet bloku olarak HDP’nin bu oyuna gelmemesi gerekir. Seçimler nasıl sonuçlandı, kim kimden oy aldı. Bunlara girmiyorum. Anayasa madde 67’nin ve AİHS 1 No’lu ek prokol madde 3’ün gerekleri yerine getirilmiş olsaydı bu konulara girerdik. Büyük okumayı, 2010’dan beri, en azından 1 Haziran 2015’ten beri yapmak lazım. Yapmazsak ormanı göremeyiz.

Muhalefetin her türlü zorluğa rağmen dayanışma içinde olması mı rahatsız ediyor?

Doğruları söyleme görevimiz, her zamankinden daha acil. CHP hakkında saatlerce konuşanlar, o devasa afişlerin, bütün ülkeyi saran posterlerin, kimin parasından harcandığını sorgulamıyor. Milli Eğitim bütçesinin acaba ne kadarını siz bu posterlere harcadınız? Biri oltayla balık tutmaya çalışıyor, diğeri ise dinamit atıyor dereyi, gölü berbat ediyor. Kampanya sırasında, Külliye görevlileri, tepeden emirle TV ekranlarından, yeni düzenlemenin bir devrim olduğu şeklinde kirli bilgileri saatler süren tek yanlı konuşmalarla halka şırınga etmeye çalışıyor. Anayasal ve siyasal kamuoyu oluşumuna katkıda bulunmak amacıyla sunulan doğru bilgi ise ekranlara ancak dakikalar ile sınırlı yansıyabiliyor. Bütün bunlara karşılık muhalefete sürekli saldırı pişkinliği eksik edilmiyor.

[Haber görseli]

Ormana baktığımızda ne göreceğiz?

Öncelikle şu sözcüğü hatırlayalım. İstikşafi. Ahmet Davutoğlu, “CHP ile koalisyon görüşmesi yapmadık, istikşafi görüşme yaptık” dedi. Yani CHP’yi aldattık dedi. Süreç devam ederken, Cumhurbaşkanı, Kılıçdaroğlu için “Külliye’nin yolunu bilmiyor ki görev vereyim” dedi. Bunu dediğinizde anayasa dışı bir yol izliyorsunuz demektir. 17/25 Aralık döneminde, “ne istediler de vermedik” demesi gibi tarihi bir cümleydi. 1 Kasım 2015 erken seçim kararı, Cumhurbaşkanı’nın Davutoğlu’nu kullanarak yaptığı bir operasyondu. 1 Kasım seçimlerine, Anayasal darbe yapılarak gidildi. Suruç, Ankara, Sultanahmet, Beşiktaş, İstiklal Caddesi patlamalarını da unutmayalım. Tarihimizde böylesi beş ayı bir kez daha yaşamadık. 15 Temmuz darbe girişimine girmeyeyim ama 15 Temmuz’a, anayasa yüzünden değil anayasanın amir hükümlerinin ihlal edilmesi sonucu geldiğimizi, esasen darbecilerin hükümetin 10 yıl boyunca görünür ama yasal olmayan ortağı olduğunu da hiç unutmamamız lazım. Dolayısıyla seçimi kazanabilirsiniz ama hangi ortam ve koşullarda kazandığınıza, OHAL’in nasıl kullanıldığına bakmak lazım. Bir lider, devletin bütün imkânlarını kulanıyor, öbür lider ise mazgal deliğinden, hapishaneden mesajlar vermeye çalışıyor. O bile çok görülüyor. Acaba bu bir sanal dünya mı diye düşünüyorsunuz.

‘15 yıl önce evlerde fırın yoktu’ demek de sanal dünyanın bir göstergesi mi?

Toplumu aptal yerine koymak. Toplumu zaten ikide bir sandık başına götürmek değersizleştirmektir. Sandığı ciddiye almayan yönetim demokratik yönetim olarak görülemez.

Erdoğan, seçileceğine inandığı için mi sürekli sandığa gidiyor?

Şunu sormak lazım : Bahçeli’yi Ecevit hükümetinden kaçtı diye suçlayan siz değil miydiniz? Şimdi sizi Bahçeli mi kaçırdı? Çoğunluğa sahip olduğunuz halde ülkeyi yönetemediğiniz için mi kaçtınız? Yoksa ‘ben hemen yıldırım seçim yaparsam ancak seçim kazanırım diye mi? Birincisi doğruysa, kaçtıysan, şimdi nasıl yöneteceksin? ‘Ben kazanacağım’ diye yaptıysan, muhalefeti bastırmak için yaptın demek oluyor. Bu da anayasanın ilgili maddelerine aykırı. Seçim anayasal açıdan ciddi meşruluk sorunu içeriyor demektir.

Umudumuzu yitirmeyelim

Türkiye’nin önümüzdeki dönemini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İki yıllık bunalımı anımsayalım. Aileler yıkıldı, ocaklar söndürüldü. Türkiye, anayasal düzen dışında tutuldu. Suç ve cezanın şahsiliği ilkesi ortadan kaldırıldı. Suç ve ceza tanımı değişti. Adil yargılanma hakkı yok edildi… Toplum, hamur gibi yoğrularak, yeniden dizayn edilmek istendi. Dolayısıyla toplumda direnme ve dayanma gücü bırakmadılar. OHAL komisyonuna başvuran 130 bin kişi içerisinde belki 30 bin, belki de 100 bin kişi suçludur ama bilmiyoruz. Hukuki hiçbir işlem yapılmadı. Haklarında bir karar verilmeyen onlarca insanın hayatı, bir daha geri gelmeyecek zamanları çalınmış oldu. Genç meslektaşlarımız, ülkemize hapsedildiler. Dünya çapında yaptırım uygulandı. Bu peki insanlığa karşı suç değil mi? Bu süreçte, 5 yaşındaki, 15 yaşındaki çocuğun yaşadığı travma silinebilir mi? Bu dönem hukuk dışı bir dönemdir ve başka dönemlerle kıyaslamak suretiyle bunu hafife indirmemekte yarar var. Bana göre askerin anayasayı askıya alması daha dürüstçedir. Siz “Türkiye hukuk devletidir. Yargı bağımsızdır” deyip deyip, yargıyı askıya alıyorsunuz. Çok daha tehlikelidir. Şimdi, anayasanın uygulamaya konulması, anayasaya saygı gösterilmesi, Türkiye’de başlı başına bir iyileştirme yaratır. Çünkü şu anda anayasa askıda.

Meclis’e gidince ilk ne yapacaksınız?

Ben bugüne kadar anayasa kuramcısıydım. Şimdi anayasa öğrencisi konumuna, yaklaşık 50 yıl sonra dönmüş olacağım. Gerçi mahkemede (insan hakları raporu davası ve barış bildirisi davası) de pratik çalışmalar yaptırdılar. Ben hukukun gücüne, etkinliğine hep inandım. YSK’ye yapılan itiraz sonucu adaylığımı engelleyememeleri de umudun bu topraklarda hala var olduğunu gösterdi. Sonuna kadar vurmaya çalıştılar. Ben tabii en kötü anımda bile yaptığım gibi hukuku hiçbir zaman arka plana atmayacağım. Karşımdaki ne kadar hukuka inançsız olursa, hukuk dışı kavramlar kullanırsa kullansın. Onların da hukuka ihtiyaçları olduğunu hep anlatmaya çalışacağım.

Bu sistemde parlamenter olmak hâlâ önemli mi?

Önemli. Ben parlamentoyu işlevli kılmak amacıyla parlamenter olma yoluna koyuldum. Çünkü parlamentoyu işlevli kılmak gerekir. Anayasamıza göre yasama, ana organ. Tarihsel kazanımlarımız parlamentonun üstünlüğüne dayanıyor, Osmanlı’dan beri.. Başka devletlerde olmayan çok önemli bir Meclis deneyimimiz var. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran birinci ve ikinci Meclis. Bu parlamentoyu eski saygınlığına kavuşturmak gerekiyor. 1970’de Ankara Hukuk Fakültesi’ne kayıt olduktan 48 yıl sonra Meclis’e gidiyorum. Orası benim ikinci hukuk öğrenciliğim olacak. Hukuk fakültesinde öğrendiğim, hukuku uygulatmak için orada olacağım. Tabii 1970’lerdeki hukuku öğrenme heyecanım bu kez yok.

Muhalefet olarak Meclis’teki önceliğiniz ne olacak?

Yapmamız gereken, iktidar partisi vekillerine sürekli yeminlerini hatırlatmak, Meclis’in anayasa güvencesi mekânı olduğunu sürekli işleyebilmek. Türkiye’nin 16 Nisan’da oyladığı anayasa değişikliğiyle Cumhuriyet’in 100. yılına ilerleyemeyeceği bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Geniş mutabakatla kabul edilecek bir demokratik anayasa gereği var. Ben eminim ki OHAL kalktıktan sonra, gerek AKP, gerek MHP içerisinde, anayasal denge ve denetim düzeneğini öngören, görev, yetki ve sorumluluk üçlüsünü yansıtan bir anayasal düzenlemeye dönülmesi gerektiğine inanan birçok Meclis üyesi olacaktır. Önemli olan onlara bunu anlatabilmek ve diyalog yollarını asla kapatmamak.

Muhalif kamuoyuna uyarılarınız var mı?

CHP, ‘demokratik olmayan Anayasa dışı tabloya evet diyorum, gemisini kurtaran kaptandır’ diyebilirdi. Ama iktidarın planlarını bozarak, demokrasi yolunu tercih etti. Meclis’te AKP’nin azınlığa düşmüş olmasını, AKP’nin ittifak yaptığı MHP sayesinde Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasını göz ardı ederek, CHP’ye saldırmak emeklerin heba olması demek. Emek, nitelik, dayanışma içerisinde, Türkiye’nin geleceğinin demokraside ve hukuk devletinde olduğu idealimizi, hiçbir zaman gözardı etmeden çalışmalıyız. Onların bizi çekmeye çalıştıkları bilgi kirliliği alanına uzak kalmamız gerekiyor.

Bitti bitiyor derken parlamenter sistem tarih oldu? Neler hissediyorsunuz?

Çoğunluğu biz alacağız diye bekliyordum. Daha fazlasını hak ediyoruz. Kaybetmek üzdü ama beni daha çok üzen bu kaybetmenin olağan bir kaybetme süreci olmayışı. Zorla, dayatılarak anayasal düzeninin ortadan kaldırıldığı gelişmeler bağlamında hükümet tarihe karıştı. Osmanlı’nın tarihine dalmayalım ama kendilerinin göklere çıkardığı 2.Abdülhamit’ten bu yana oluşmuş olan anayasal ve siyasal hafızanın üstüne çarpı işareti konulduğu için üzgünüm. Türkiye’yi seviyoruz. Tarihsel, kültürel ve doğal mirasımız bütünüyle seviyoruz. Bu toprağın çocuğu olarak, bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak üzüldüm haliyle. Ömrünü bu konunun uzmanlığına vermiş biri olarak çifte üzüntüm çok daha arttı. 1876’dan bu yana 140 yıl süreyle oluşan anayasal düzenin, Türkiye Cumhuriyeti’nin özgeçmişini sildiler. Türkiye’nin çehresi değişecek ama yine de umudumuzu yitirmeyelim.

Son olarak seçim gecesi İsmail Küçükkaya size WhatsApp’tan yazsaydı ne derdiniz?

Bu hüznün tarifi yok derdim.
==================================
Kaboğlu hoca OHAL KHK’sı ile Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden atılmıştı..
Emeklilik hakkı da alınmıştı.
Pasaportuna el konarak yurt dışında çalışarak geçimini sağlaması da engellenmişti.
Avukatlık da yapamıyordu..
*****
Bunca “yaptırım”, “orantısız ve ölçüsüz ağır ceza” 65 yaşında bir insana verilebilir mi?

Üstelik hiçbir yargılama olmadan..
Üstelik idari ya da yargısal itiraz olanağı olmadan..

İşte AKP = RTE’nin FETÖ bahanesiyle OHAL hukuku (!) budur..

Umar ve dileriz ki Anayasa Hukuku üstadı, bilgeleşmiş hukukçu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu TBMM’de yararlı olur.. Onu dinlerler belki.. Ak saçlı bilge kafasına hürmet ederler??

AKP=RTE’den umut kesilir mi hiç!?

CHP doğru bir iş yaptı Sayın Kaboğlu’nu TBMM’ye taşıyarak..

Sevgi ve saygı ile. 01 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com