Etiket arşivi: Türk Psikiyatri Derneği

Nükleer Santrallerin Ruh Sağlığı Üzerindeki Etkisi


Dostlar
,

11 Mart 2011, Japonya Fukuşima’da nükleer güç santralinde (NGS) yaşanan facianın
4. yıl dönümü idi. Korkunç afet, yaklaşık 20 bin insanın yaşamına mal oldu.
Büyük Okyanus kıyılarına 6 m yükseklikte Tsunami duvarları örülmüştü ama depreme bağlık yıkıcı tsunami dalgaları 10 m yüksekliğe erişince NGS’ni sular bastı ve
çok yüksek düzeyde nükleer serpinti (emisyon) gerçekleşti, dünyaya yayıldı.

Japonya, doğal kaynakları bakımından özyeterlikten çok yoksun ve yüksek düzeyde sanayi enerji girdisi gereksinimli  bir ülke olmasına karşın, NGS’ni bırakıyor.

Almanya’da benzer durumda ve 2030’a dek bu ülkede hiç NGS kalmayacak!..

Türkiye ise, kör gözüm parmağına Sinop ve Akkuyu’da 2 NGS‘ni Rus Gasprom şirketine Yap İşlet Devret (BOT: Build – Operate – Transfer) modeliyle ihale etmiş durumda.

Ülkemizin yoğun gündeminde, Türk Psikiyatri Derneği‘nin yayımladığı basın açıklamasını, sıraya almamıza karşın geciktirdik. Daha da çok gecikmeden,
hoşgörü dileğiyle aşağıda paylaşmak istiyoruz. (Metin, TPD web sitesinden alınmıştır; http://www.psikiyatri.org.tr/news.aspx?notice=1378)

Türkiye, başta güneş enerjisi olmak üzere yenilenebilir (renewable) enerji kaynaklarına yönelmeli, nüfus artış hızını düşürmeli, tasarruflu yaşamalı, enerji kaçak – yitiklerini azaltmalı…. dır..

Sevgi ve saygıyla.
19.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

====================================

TPD Görüşü   :
Nükleer Santrallerin
Ruh Sağlığı Üzerindeki Etkisi

Nükleer kazalar geniş bir toplumu etkileyebilen, yaşam kaybı, iş kaybı ve sosyal kayıplar gibi birçok kayba neden olan afetlerdir. Nükleer kazalar Çernobil Nükleer Kazasında olduğu gibi çalışmalar sırasında yapılan bir hata sonucunda çekirdek patlaması nedeniyle olabileceği gibi, Büyük Japonya Depremi sonrasında Fukuşima Nükleer Santralinin hasar görmesi nedeniyle erime ve patlamaların meydana gelmesinde olduğu gibi doğal afete ikincil olarak da meydana gelebilmektedir.

Nükleer kazalardan başta nükleer santralde çalışanlar olmak üzere temizlik işçileri,
riskli bölgede ve radyasyonun atmosfer yolu ile yayıldığı bölgede yaşayan kişiler ve
radyasyon nedeniyle kirlenen besin maddelerini tüketen kişiler etkilenmektedir.

Nükleer kazalarda kişiler birincil ve ikincil maruziyet (AS: karşılaşma, sunukluk) yolu ile zarar görebilmektedir. Birincil maruziyete örnek olarak nükleer santralde çalışan kişilerin patlama esnasındaki maruziyeti, ikincil maruziyete ise radyasyondan hemen sonra
ortaya çıkan stres, kıtlık ve enfeksiyonlar örnek olarak verilebilir.

Nükleer kazalar sonrasında radyasyona maruz kalma nedeniyle fiziksel ve ruhsal
sağlık sorunlarının yanı sıra çeşitli sosyoekonomik sorunlar ortaya çıkmaktadır.

Riskli bölgede yaşayan kişilerden geçici ya da sürekli olarak evlerini terk etmeleri istenebilir. Böyle bir durumda kişiler evlerinden, işlerinden, yaşadıkları sosyal çevreden, ailelerinden ayrılmak zorunda  kalabildikleri gibi göç ettikleri bölgede ise kontamine olduklarına ilişkin damgalanma nedeniyle toplum tarafından istenmedikleri için
sosyal ağlarında bozulmalar meydana gelmektedir. Yanlış bilgilenme nedeniyle toplumda kontaminasyonun bulaştırıcılıkla eşit kabul edilmesinden olayı kontamine olmuş kişiler bulaştırıcı olarak damgalanmakta, sosyal desteğe ihtiyaçları olduğu zaman komşuları ve ait oldukları topluluk tarafından dışlanmaktadır. Bu kişiler kendilerini kontamine olmuş
ve “kirli” olarak kabul edebilmekte ve kendilerini damgalayabilmekte, gereksiz yere kendilerini arkadaşlarından ve ailelerinden izole edebilmektedirler. De-kontamine olan kişiler sevdikleri kişileri tehlikeli materyale maruz bıraktıklarına ilişkin endişelenebilmektedir. Ayrıca, nükleer kazalar sonrasında medyadan gelen haberler
sınırlı olabildiği gibi kişilerin kaygısında artmaya neden olabilmektedir.

Nükleer kazaların sağlık üzerindeki etkileri erken dönem ve geç dönem etkileri olarak değerlendirilebilir. Erken dönem etkileri kazanın hemen sonrasında toksik dozda radyasyona maruz kalan kişilerde ortaya çıkan ve ölümle sonuçlanan Akut Radyasyon Sendromu, organ kayıpları ile sonuçlanabilen radyasyon yaralanmaları / yanıkları ve
akut stres tepkileri, geç dönemdeki etkileri ise başta tiroid  kanseri ve kan kanseri olmak üzere kanser, süregen psikiyatrik bozukluklar ve yol açtığı genetik mutasyonlar nedeniyle sonraki kuşaklarda ortaya çıkması olası olan hastalıklardır.

Nükleer kazalar ölümcül sonuçları, kontrol edilemez olmaları, riskleri ve yararları arasında orantısızlığın olması, istem dışı meydana gelmesi ve gelecek kuşaklar açısından yüksek risk taşıması, maruz kalanlar üzerindeki yeni, gözlenemeyen, bilinmeyen ve gecikmiş etkileri nedeniyle “yaygın korku, derin bir incinebilirlik duygusu ile devam eden alarm ve dehşet duygusuna” yol açma kapasitesine sahip olaylardır. Bu nedenle, nükleer kazaların psikolojik sonuçları, daha erken dönemde ve bilinebilir etkileri olan sel,
deprem veya geleneksel silahların kullanıldığı terörist eylemler gibi afetlerin psikolojik sonuçlarına göre daha fazla miktarda ruhsal zorlanmaya yol açabileceği düşünülmektedir.

Ayrıca, doğal bir afete ikincil nükleer bir afet meydana gelmesi durumunda afetten sonra ortaya çıkan ruhsal sorunların daha uzun sürdüğü bilinmektedir. Nükleer kazalardan sonra suların kontamine olması gibi pek çok yıkıcı olayın meydana gelmesi nedeniyle
Büyük Japonya Depreminde olduğu gibi doğal afete nükleer kazaların eşlik ettiği afetlerden sonra ortaya çıkan ruhsal sorunların, nükleer kazaların meydana gelmediği doğal afetlerle kıyaslandığında daha geç iyileştiği gösterilmiştir.

Yapılan araştırmalarda nükleer kaza sonrasında radyasyona maruz kalan kişiler arasında temizlik işçileri ve yüksek miktarda radyasyona maruz kalan çocukların annelerinin
ruhsal bozukluklar açısından daha riskli oldukları bulunmuştur. Temizlik çalışanları arasında yapılan çalışmalarda bu kişilerde tanı konulabilir bozukluklar açısından anlamlı fark bulunmamakla birlikte depresyon belirtileri, özellikle travma sonrası stres bozukluğu olmak üzere anksiyete belirtileri ve tıbben açıklanamayan belirtilerde kontrol grubuna göre iki – dört kat artma olduğu bulunmuştur. Yapılan bir başka araştırmada radyasyona maruz kalan temizlik çalışanlarında şizofreni spektrum bozukluklarının arttığı gösterilmiştir. Özkıyım düşüncesinde artma, bilişsel işlevsellikte bozulma, alkolizm, işsizliğin (iş verenlerin ve öbür kişilerin bu kişilerin kontamine olduğuna ilişkin
endişe duymaları nedeniyle) temizlik çalışanlarında görülen öbür ruhsal ve sosyal sorunlar olarak bildirilmiştir.

Yüksek doz radyasyona maruz kalan çocukların annelerinde yapılan araştırmalarda
bu kişilerin tahliye edildikten sonra da SCL-90 GSI puanlarında yüksekliğin devam ettiği, fiziksel sağlıklarının daha kötü olduğunu ve daha fazla iş gücü yitiği belirttikleri saptanmıştır. Nesnel tıbbi verilerle desteklenmemiş olmakla birlikte yüksek dozda radyasyona maruz kalan çocukların anneleri ve öğretmenleri, bu çocukların sağlıklarının daha kötü olduğunu bildirmişlerdir.

Çocuklarda yapılan araştırmaların bir bölümünde sınırda mental kapasite oranlarında artma, duygusal sorunlar, EEG anormallikleri, yaşamdan memnuniyette azalma ve daha çok tıbbi hastalık tanısı aldıklarını belirtme, depresyon ve dikkat eksikliği hiperaktivite ile ilgili belirtiler, fiziksel sağlıklarına ve tiroid kanseri olmaya yönelik endişeler saptanmıştır. Bununla birlikte uzun dönemde yapılan gözden geçirmeler sonucunda radyasyonun fetüs üzerine korkulduğu gibi yıkıcı bir etkisi gösterilememiştir.
Ancak, Çernobil kazasından sonra hükümet tarafından kürtaj olunması çağrısında bulunulması, üreme hızında azalma, kürtaj oranlarında artma ve planlanmış gebeliklerde azalma görülmesi nedeniyle radyasyonun fetüs üzerindeki etilerine ilişkin bulgular değerlendirilirken çalışma örnekleminin kısıtlılıkları unutulmamalıdır.

Genel toplumda yapılan araştırmalarda ise psikolojik gerginlikte ve sağlık kaygısında artma olduğu saptanmıştır.

Bilişsel konsantrasyonda bozulma, organize olamama, unutkanlık,
karar vermede güçlük, dikkatte azalma
Duygusal– şok, inanamama, korku, kaygı ve tasa, irkilme, öfke, inkar (AS: yadsıma) , umutsuzluk, çaresizlik, yenilmişlik hissi
Davranışsal uyku bozuklukları, iştah bozuklukları, diğer insanlardan izolasyon,
yalnız kalmada güçlük, yerinde duramama, madde kullanımında artma (alkol, tütün, reçete edilen ilaçlar ve yasa dışı maddeler).
Fiziksel– terleme, aşırı uyarılmışlık, çarpıntı, sersemlik hissi, kan basıncında artma, yorgunluk, baş ağrısı, hazımsızık, bulantı, tıbben açıklanamayan belirtiler.
Ruhsal (Spiritual)- belirsizlik hissi, terkedilmişlik hissi, dünyanın ve diğer insanların iyi olduğuna ilişkin inançta azalma ya da tümden kaybolma, kötülük duygusuyla mücadele, güven duygusunda yıkılma

Bugüne dek meydana gelen üç büyük nükleer kazadan biri olan Çernobil Nükleer Kazasının sonuçlarını gözden geçirmek nükleer santrallerin insanların fiziksel ve
ruhsal sağlıkları üzerindeki yıkıcı etkisini anlamada yol gösterici olacaktır:

Çernobil Nükleer Patlamasından sonra 31 kişi anında ölmüş, 600.000 ilk yardım çalışanı ve öbür çalışanlar temizlik operasyonu sırasında yüksek dozda radyasyona maruz kalmıştır. 200.000 kişi yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalmıştır. En başta çocuklarda tiroid kanseri insindansında dramatik artış, temizlik çalışanlarında lösemi insidansında artış görülmüştür. 2006 yılında yayınlanan 20. Yıl Chernobil Forum Raporu‘nda Çernobil’in ruh sağlığı üzerine etkisi, bugüne dek bir kazaya bağlı en büyük
halk sağlığı sorunu olarak kabul edilmiştir.

Yukarıdaki gözden geçirmemizde nükleer kazaların insan sağlığı üzerindeki etkisinin üzerinde durulmuş olmakla birlikte, nükleer kazalar sonrasında ortaya çıkan radyasyonun öbür canlılar ve doğa üzerindeki yıkıcı etkisinin de unutulmaması gerektiğini
vurgulamak isteriz.

Sonuç olarak     : Türkiye Psikiyatri Derneği olarak yukarıdaki bilimsel veriler ışığında nükleer kazaların insanların ruh sağlığını olumsuz etkilediğini belirtiyoruz.
Son yıllarda ülkemizde kurulan ya da kurulması planlanan nükleer güç santrallerin
toplum ruh sağlığına olası etkilerine dikkat çekmek istiyoruz.

Saygılarımızla, 11.3.15

Dr. Feyza Çelik
TPD Ruhsal Travma ve Afet Psikiyatrisi Çalışma Birimi adına 

KAYNAKLAR

1- Cordero J.S, The Epidemiology of Disasters and Adverse Reproductive Outcomes: Lessons Learned. Environmental Health Perspectives Supplements 101 (Suppl.2):131-136(193)
2- Bromet J. E. Emotional Consequences Of Nuclear Power Plant Disasters.
Health Phys. 106(2):206Y210; 2014
3- Bromet EJ. Mental health consequences of the Chernobyl di- saster. J Radiol Prot 32:N71YN75; 2012
4- Bromet E J, Havenaar J M and Guey L T 2011 A 25 year retrospective review of the psychological consequences 
of the Chernobyl accident Clin. Oncol. 23 297–305
5- Indart M at all. Disaster Mental Health: Assisting People Exposed To Radiation. Institute for Disaster Mental Health at SUNY New Paltz for the New York State Department of Health.
6- World Health Organization 2013. Health risk assessment from the nuclear accident after the 2011 Great East Japan earth- quake and tsunami, based on a preliminary dose estimation.
7- Matsuoka Y, Nishi D, Nakaya N et al. Concern over radiation exposure and psychological distress among rescue workers fol- lowing the Great East Japan Earthquake. BMC Public Health 2012;12:249.
8- Williams J.H.G,  Ross L. Consequences of prenatal toxin exposure for mental health
in children and adolescents
A systematic review Eur Child Adolesc Psychiatry (2007) 16:243–253 DOI 10.1007/s00787-006-0596-6
9- Niwa S. Mental health in evacuees from the 3.11 complex disaster in Japan.
Seishin Shinkeigaku Zasshi.2014;116(3):219-23.
10- Loganovsky KN, Loganovskaja TK. Schizophrenia spectrum disorders in persons exposed to ionizing radiation as a result of the Chernobyl accident. Schizophr Bull 2000;26(4):751e773.

Erdoğan’ın akıl sağlığı

Erdoğan’ın akıl sağlığı

Mustafa_ALTIOKLAR_portresi

 

 

Uz. Dr. Mustafa ALTIOKLAR..

 

Erdoğan’ın akıl sağlığı durumu…

Mart 17, 2015 |Facebook Paylaş

Dr. Mustafa Altıoklar’ın,

Tayyip Erdoğan için “Kişilik bozukluğu var,
46 raporu vemek lazım.”

sözleri mahkemeye taşınmıştı.
Uz. Dr. Mustafa Altıoklar’ın davadaki savunması ortaya çıktı Ünlü sinema yönetmeni
Mustafa Altıoklar CNN Türk Aykırı Sorular programında Başbakan Tayyip Erdoğan için “Narsistik Kişilik Bozukluğu” olduğunu söyleyerek” kendisine rapor vermek lazım,
46 raporu.” ifadelerini kullanmıştı.

Başbakan Erdoğan için kullandığı ifadeler için mahkemede savunma yapan Altıoklar
Erdoğan için söylediği ifadelerden geri adım atmadı. Altıoklar, hakaret etmediğini,
bir doktor olarak teşhis koyduğunu söyledi.

Oyuncu Levent Üzümcü Altıoklar’ın savunmasını Twitter’dan paylaştı…

Dr. ALTIOKLAR’IN SAVUNMASI

SAYGIDEĞER YARGIÇLAR,

Ben bugün burada bir hakaret davasından yargılanırken savunmamı
DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ kavramı üzerine kurmayacağım. HAYIR…
Ben aslında bugün burada bir SAVUNMA YAPMAYACAĞIM… Bugün ben burada sizlere bana daha 24 yaşındayken verdiğiniz resmi bir görevi hatırlatacağım ve
TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI’nın 27. maddesinden bahsedeceğim.

ANAYASAMIZ’ın 27. maddesi; “Herkes, bilimi serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma hakkına sahiptir.” demektedir. Bendeniz, 1984 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olmuş, bir hekimim (BELGE 1). Mezuniyetimi takip eden hafta hekim olarak mesleki kariyerime başladım. Henüz 24 yaşındayken
sizler gibi hâkimler ya da savcılar karara bağlayacakları dosyaları tarafıma göndererek davalarıyla ilgili şahısların akıl sağlığının yerinde olup olmadığına dair raporlar talep ettiler. Benim ve benim gibi pratisyen hekimlerin, dikkatinizi çekerim psikiyatri uzmanları değil, pratisyen hekimlerin verdikleri kanaat raporları doğrultusunda adaletin gereğini yerine getirdiler. Bizler o akıl sağlığı raporlarını vermeyecek olsak kanun önünde suçlu sayılabilirdik. Özetle şahsımın verdiği kanaat raporları sizlere ışık tuttuğu için yargıya varabildiniz. Şimdi ise o günlerin üzerinden tam otuz yıl geçti ve değirmende değil, hekimliğimin yanı sıra yazar ve yönetmen olarak iştigal ettiğim karakter analizleriyle ağarmış saçlarımla, artık epeyce tecrübeli bir hekim olarak vardığım
Narsisistik Kişilik Bozukluğu kanaatimden dolayı “şüpheli” sıfatıyla karşınızdayım.

Söz konusu şüphe ise hakaret ettiğimdir. Savcılık makamı iddianamesinde
“Akıl hastalığına vurgu yapılması, eleştiri ve düşünce özgürlüğü sınırlarını aşarak hakaret suçu teşkil etmektedir.” demektedir.

Her şeyden önce akıl hastalığına hakaret demek, akıl hastalarına hakarettir.
Ben sözlerimde hakaret unsuru bulmamaktayım, eleştirmeye niyet dahi etmedim,
hele hakaret yoluyla suç işlemeye kastım hiç olmadı. Çünkü ben teşbih yapmadım,
teşhis koydum. Müştekide Narsisistik Kişilik Bozukluğu olduğunu söylerken
ne bir benzetme, ne bir yakıştırma, ne bir aşağılama düşüncem olmadı.

Hekim, Hekimlik etiği hastalarının durumlarını alay konusu yapmaz, aşağılamaz,
hele hakaret amaçlı asla kullanmaz. Biz hekimler Tababet ve Şuabatı Sanatlarının
Tarzı İcrası
na ehliyet almadan önce bu madde üzerine de and içeriz ve içtik.
Davaya söz konusu olan açıklamamda ise aynen meslektaşlarım olan
Türk Tabipler Birliği mensubu hekimlerin duyduğu kaygıyı kamuoyuyla paylaştım.

“ Bizler hekimiz. İnsanın bin bir ruh halini, bin bir duygu durumunu biliriz.
Başbakan Erdoğan’ın duygu durumundan endişe duyuyoruz.
Fevkâlâde endişe duyuyoruz.
Kendisi, çevresi, ülkemiz adına endişe duyuyoruz. Endişemizi kamuoyuyla paylaşıyoruz.” (BELGE 2)

Bakın ben sadece altı yıllık tıp fakültesi eğitimi almakla kalmamış, 1987-1991 yılları arasında Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak akademik kariyer yapmış uzman bir bilim adamıyım (BELGE 3). Bu belgeyle ve Anayasa’nın 27. maddesine göre “bilimi serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma hakkı”na fazlasıyla sahibim. Yayma hakkıma sahip olduğumu ben değil sizlere kılavuzluk eden T.C. Anayasası söylemektedir.

“Bu kanun maddesinden açıkça anlaşılabileceği gibi, doktor kimliğimle tıbbi kanaatlerimi açıklarken, örneğin; ilk cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk’ün sol göğsünde, Çanakkale’de aldığı şarapnel yarası nedeniyle ömrü boyunca yanık skarı taşıdığını,
2. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün sağır olduğunu, yine Cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel’in obes olduğunu, Başbakanlarımızdan Bülent Ecevit’in Parkinson olduğunu söylememle veya Şafak Pavey’de ekstremite yoksunluğu; Meclis Başkanvekili Sadık Yakut’ta vitiligo varlığı ya da sabık Başbakan’ın uzaktan gördüğüm kadarıyla omurga sorunundan bahsetmem hakaret sayılmazken; bir psikiyatrik kanaat teşhisimin hakaretten sayılması esas itibariyle ikirciklidir.

Müşteki vekilleri; “müvekkilimiz Altıoklar’a sormamıştır ki kendi akıl sağlığını.
Bu nedenle açıklamaları hakarettir demektedir.” Oysa Recep Tayyip Erdoğan yolda düşse, ilk müdahale edenlerden biri ben olurum. Doğru tedaviyi uygulamadan önce de kalp krizi nedeniyle mi, inme indiği için mi yoksa sara nöbetinden dolayı mı düşüp düşmediğini teşhis etmem gerekir,.Ve bu teşhisi koyarken hastanın bana sormasını da beklemem. Beklersem suç sayabilirsiniz. Çünkü durum acildir. Davamız konusu olan teşhisim de
acil bir durumun önlemi olarak kamuoyuyla paylamıştır. Bununla birlikte,
içinde bulduğum çevrede kuduz hastalığı taşıyan bir vaka teşhis etsem, hem müdahale etmek, hem de kamuoyuna bildirmekle yükümlü olduğumu yasalar söylemektedir.
Çünkü burada kamuoyunun sağlığı söz konusudur. Davamızda da kamuoyunun akıl ve bedensel sağlığı tehlike altında olduğu için yetkili kuruluşları uyarmak üzere teşhisimi açıkladım. Teşhisim koruyucu hekimliğin gereğidir. Bunlarla birlikte bir doktorun kamuoyuna mal olmuş, her gün defalarca televizyon başta tüm medya organlarında karşılaştığı şahsiyetlerle ilgili fiziksel hastalık teşhisinin olağan ama psikiyatrik hastalık teşhisinin suç unsuru sayıldığını yazan bir kanun maddesine Magna Carta dâhil
hiçbir kanun kitabında rastlayamazsınız.

Fiziksel hastalıklarla ilgili teşhis koymam ve rapor vermem suç teşkil etmezken,
akıl hastalığıyla ilgili teşhis koymam suç olamaz.

Müştekinin doktor yorumu yapmamı hakaret sayarak şikâyet etmesi, narsisistik kişilik bozukluğu teşhisini doğrulamaktadır.

Çünkü narsisistik kişilik bozukluğunun en temel teşhis kriterlerinden birisi de
eleştiriye tahammülsüzlüktür.

NARSİSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUĞU

Bu noktada Sayın mahkemenin müsadesiyle şikayetçi tarafından hakaret olarak addedilen narsisisistik kişilik bozukluğu hakkında özet bir bilgi vermek isterim. Karar yüce
Türk adaletinindir. Narsisistik kişilik bozukluğunun temel özelliği büyüklenmecilik ve üstünlük duygusudur. Tüm dünya Psikiyatristlerinin kabul ettiği DSM-IV tanı ölçütlerine göre, bir kişiye narsisistik kişilik bozukluğu denebilmesi için aşağıda verilen kişilik özelliklerinin beşinin bulunması yeterlidir: (BELGE 4)

1. Kendisinin özel, eşi bulunmaz ve herkesten çok daha önemli olduğunu düşünür.
2. Sınırsız başarı, güç, zeka, güzellik ve yetenekleri olduğunu sürekli deklare eder.
3. Üstün, seçilmiş ve ilahi kuvvetlerce vazifelendirilmiş olarak bilinmeyi bekler.
4. Kendilerine hayrandır. Çok beğenilmek ve sürekli dışardan onay görmek ister.
5. Her şeyi yapmaya hak kazanmış ve özellikle kayırılacak bir kişi olduğunu düşünür.
6. Kendi çıkarları için, amaçlarına ulaşmak için başkalarının zayıf yanlarını kullanır.
7. Empati yapamaz, başkalarının duygularını ve gereksinimlerini tanımaz.
8. Her başarılıyı kıskanır ya da başkalarının kendisini kıskandığına inanır.
9. Küstah, kendini beğenmiş davranış ya da tutumlar sergiler.

Narsisist kişi her yaptığının mükemmel olduğunu düşünür. Eleştiriye duyarlılık
ve kırılganlık narsisitik kişilik yapısının en belirgin özelliklerindendir. Narsisistik kişi kendini aşırı değerli hissettiği için eleştirilmeye karşı çok duyarlı ve kırılgandır.
Şikayetçi Erdoğan da kırılgandır. Bir doktor teşhisini şikayet ederek dava açtığına göre, belli ki epeyce kırılmıştır. İşte kendisi için de, yakın çevresi için de, ülkemiz için de, içinde yaşadığımız coğrafyamız ve hatta dünya için de endişelerimiz bu noktadan kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede şikayetçi Erdoğan’ın bir sonraki celseye teşrif etmesini, sizlerin huzurunda, sizlere ve şikayetçi olduğu bendenizin gözetiminde şikayetinin derinindeki dinamikleri, nereden rencide olduğunu anlatmasını talep ederim.

Bununla birlikte şikayetçinin şikayetlerini ve dinamiklerini dinlemek ve bilirkişi
heyet raporu vermek üzere, tarafsız bir üst kurum olan Türk Tabipler Birliği’ni temsilen bir Psikiyatristler heyetinin yüce mahkemenize gelerek gözlem ve inceleme yapmasını talep ederim.

Böylelikle şikayetçi için kullandığım “narsisistik kişilik bozukluğu” kavramının
bir teşhis mi, yoksa teşbih mi olduğu konusunda yüce mahkemenizin karara varmasının da daha adil olacağını düşünmekte olduğumu bildiririm.

Hal böyle olunca özetle şikayetçi Recep Erdoğan’ın bu mahkemeye gelmeyecek olursa, tam teşekküllü bir hastanede söz konusu belirti ve bulgulara sahip olmadığının belgelenmesini, aksi halde hatalı teşhis ve beyanda bulunduğumu kabul edeceğimi
açıkça beyan ederim.

Kısaca,

Recep Erdoğan’ın akıl sağlığı durumunun bilirkişilerce rapor edilmesini talep ederim.

SON SÖZ

Yüce mahkemenizin, hekim olan şahsımı, bu davayla suçlu bulması halinde
tarihe geçeceğini düşünmekteyim. Şöyle ki; “hakaret davası” olarak anılan bu davada, dava konusu olan bir hakaret söz konusu değildir. Çünkü ben bir teşbih yapmadım,
teşhis koydum. Teşhis koyan bir hekimi yargılayan bu mahkeme, hakaret davasına baktığı için değil, teşhis koyan tıp bilimini yargıladığı için tarihe geçecektir.

Saygılarımla…

————
Gezi’de,”Camiye ayakkabılarıyla” girdiler diyerek kıyameti koparan da;
türbenin yıkılmasını başarı sayan da aynı Recep Tayyip Erdoğan..

=================================

NARSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUĞU ve ERDOĞAN

Dostlar,

Son derece ilginç bir tablo ile karşı karşıyayız.
80 milyona varan nüfusuyla dev bir ülke ve pek çok başka devlet, uluslararası kurum..
RT Erdoğan’ın 1 yılı aşan yönetiminden illallah demektedir.

Bir “hal” çaresi bulunamamaktadır.
Toplum neredeyse nefsi müdafaya geçmiştir.
RT Erdoğan’ın davranışlarındaki tutarsızlıklar, çelişkiler onlarca, yüzlercedir.

Önceki gün de “ülkemizin bir anonim şirket gibi yönetilmesi gerektiğini” söyleyerek demokrasiden ne denli uzak ve son derece tehlikeli niyet ve düşünceler taşıdığını
kendi ağzıyla açıklamıştır. Şirketler Kapitokratik / Kapitokrasi ile (sermeye gücü ile, kapital ile) yönetilen yapılardır; toplumlar ise Demokrasi ile yönetilirler.
Kadim Plato’dan bu yana Demokrasi 2500 yıldır insanlığın özlemi – hedefidir ve Anayasamız da Türkiye’nin Demokratik bir Cumhuriyet olduğunu değiştirilemez bir hüküm olarak koymuştur (md. 2 ve 4).
***
“Narsisitik kişilik bozukluğu” seyrek görülen bir durum değil, tersine “sıkça” rastlanan
bir tablodur. RT Erdoğan’ın, haydi “Bozukluk” (İngilizce Disorder) sözcüğünü kullanmayalım, “Narsisitik bir kişilik” olduğu ülkemizde yaygın olarak konuşulmakta ve kabul görmektedir. Eski deyimle böylesi bir tanı vaka-i adiyedendir, sıradanlaşmıştır.

Öte yandan bir insana “Narsisitik kişilik bozukluğu” tanısı koymak için hekim olmak bile gerekmez. Hele tıpta herhangi bir dalda uzman hekim olmak hiç gerekmez.
Başta Pikologlar olmak üzere, ortalama her aydın, özellikle siyaset bilimciler, diplomatlar, öğretmenler…  böylesi bir tanıyı koyabilirler. Kişinin bir hekimin muayenesinden geçmesi de gerekmez. Kamuoyu önünde sergilenen sürgit davranışlar yeter ipucu hatta kanıttır.

RT Erdoğan’ın kişilik özelliği herkesin malumu iken, hekimler arasında yaygın olarak kabul görmekte iken; saygın ve kıdemli meslektaşımız Uz. Dr. Mustafa ALTIOKLAR “Kral çıplak” deme cesaretini göstermiştir.

Apaçıktır ki; aleme malum bu değerlendirmeyi – yargıyı – nitelemeyi … TIBBİ TANIYI “hakaret” gerekçesiyle dava etmek ise merdi kıptinin şecaat arzını çağrıştırmakta,
kendini ele vermektedir.

Bu sitede daha önce benzer kaygılar dile getirilmiş, Türk Tabipleri Birliği ile
Türk Psikiyatri Derneği‘nin, Türk Psikologlar Derneği‘nin meşru girişimlerde bulunması gerektiği vurgulanmıştı.

Şimdi, davacı olarak, aslında ayna tutarak kendisine ve ülkemize çok hayırlı bir iş yapmış olan Sayın Dr. Mustafa ALTIOKLAR’ın cezalandırılmasını istemek yerine, RT Erdoğan, resmi bir Psikiyatristler kurulunca muayeneyi kabul etmeli ve böylesi bir kişiliğinin olmadığını kanıtlamalıdır. Böylelikle şüyuu vukuundan beter bir durum aydınlatılmış olur.
Kendisi muayeneye yanaşmazsa, mahkemece, durumun netleşmesi için bilirkişi kurulu oluşturularak Uz. Dr. Altıoklar’ın koyduğu tıbbi tanının, kendisinin de pek yerinde istemine dayalı olarak yerindeliği / yerindesizliği belirlenmelidir.

Dr. Altıoklar’ın RT Erdoğan’ı sağlık raporu almaya zorlaması kişisel olarak
olanaklı değildir.

Öte yandan davaya bakan mahkeme böylesi bir yola başvurmadan nasıl hüküm kuracaktır?

Sav sahibi, savının kanıtlanması için mahkemeden yardım istemekte,
mahkemeyi göreve çağırmaktadır.

Ceza mahkemesi, ceza yargılaması hukukunun gereği olarak sanığın lehine ve aleyhine tüm kanıtları toplamak zorundadır. Dr. Altıoklar’ın, Erdoğan’a kurul sağlık raporu verilmesi isteminin reddi olanaklı değildir.

Kaldı ki; ülkenin üst düzey yöneticilerinin beden – ruh sağlığı ile ilgili olarak kamuoyunda bir kaygı – kuşku doğduğunda, demokratik gelenekler, bu kişilerin kendiliğinden
sağlık kurumlarına başvurarak durumlarını belgelemelerini ve kamuoyu ile paylaşmalarını gerekli hatta zorunlu kılar.

Dr. Altıoklar, Türkiye’de de böylesi bir geleneğin yerleşmesine hizmet etmiş olacaktır.

Açık bilimsel veridir ki; “Narsisitik kişilik bozukluğu”
demokrasi ile bağdaşmaz.
Narsisist kişiler demokrat değillerdir, olamazlar.

Bu durum Ülkenin selameti açısından son derece sakıncalıdır. Nitekim demokrasi ve Anayasa dışı pek çok istem ve eylem RT Erdoğan tarafından Türkiye’ye dayatılmaktadır.
Örneğin Demokrasinin bir tramvaya benzetildiği, istenen durağa gelindiğinde inileceği, laikliğin cumhur isterse tabii gideceğini… vd. apaçık söylenmiştir.
Cumhurbaşkanlığı yemini ve Anayasa ayaklar altındadır; Demokrasinin olanakları
kötüye kullanılarak fiili bir darbe yapılmakta, ülkemiz hızla totaliter bir rejime sürüklenmektedir.

Cumhurbaşkanı bile olsa, kişilik haklarına hakaret edildiği sözde savları ardına saklanarak sorumlu yurttaşlık görevini yüreklilikle yerine getiren kişilerin üzerine, “en iyi savunma saldırıdır” taktiğiyle gitmek hukuk ve demokrasi içi değildir. Dava açan savcılığın yargısı son derece sığ ve bilim dışıdır :

“Akıl hastalığına vurgu yapılması, eleştiri ve düşünce özgürlüğü sınırlarını aşarak hakaret suçu teşkil etmektedir.”

31 yıllık kıdemli hekim Uz. Dr. Mustafa Altıoklar akıl hastalığı vurgusu / iması da yapmamakta, akıl hastalığı tanısı koymaktadır. Tıbbi tanı koymak “eleştiri ve düşünce özgürlüğü” kategorisinde bir davranış değildir ki, bu sınırlar aşılarak hakaret suçu
işlenmiş olsun! Bu davranış ve eylem; yani “narsisitik kişilik bozukluğu” tanısı koymak, profesyonel sorumluluk gereği yetki ile yerine getirilen, üstün kamu yararı açısından kaçınılması olanaklı olmayan bir edim, bir eda / borçtur, Hipokrat yemininin gereğidir.
Yavuz hırsızlık yöntemleri ile agresyon göstererek Dr. Altıoklar’ı linç yerine,
buyurun, resmi bir uzman hekimler kurulundan raporla durumunuzu belgeleyin.
Bu sizin de ülkenin de hayrına olacaktır.

Türk Tabipleri Birliği derhal devreye girerek, bilimsel gerçeğin hızla aydınlatılması için tüm olanaklarını seferber etmelidir.

Unutulmasın; söz konusu Vatan olunca, geri kalan her şey teferruattır.

Yazının tümü, pdf olarak : NARSISTIK_KISILIK_BOZUKLUGU_ve_ERDOGAN

Sevgi ve saygıyla.
19.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : 46, eski Türk Ceza Yasası’nın maddesidir, 5271 sayılı yeni Ceza Yasasında karşılığı 32. maddedir.

AKIL HASTALIĞI
Madde 32 – (1) Akıl hastalığı nedeniyle, işlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılayamayan veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiye ceza verilmez. 

Ancak, bu kişiler hakkında güvenlik tedbirine hükmolunur.

(2) Birinci fıkrada yazılı derecede olmamakla birlikte işlediği fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği azalmış olan kişiye, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine yirmibeş yıl, müebbet hapis cezası yerine yirmi yıl hapis cezası verilir.
Diğer hâllerde verilecek ceza, altıda birden fazla olmamak üzere indirilebilir.
Mahkûm olunan ceza, süresi aynı olmak koşuluyla, kısmen veya tamamen, akıl hastalarına özgü güvenlik tedbiri olarak da uygulanabilir.

DEVLET ADAMLARININ BEDENSEL – ZİHİNSEL SAĞLIK DURUMLARI


DEVLET ADAMLARININ
BEDENSEL – ZİHİNSEL SAĞLIK DURUMLARI

portresi

 

Prof. Dr. Coşkun Özdemir
Cumhuriyet
Bilim – Teknik eki (syf. 18), 13.3.2015

 

1997’de Arjantin Buones Aires’te WFN’in (World Federation of Neurology)
düzenlediği uluslararası Nöroloji Kongresinde çok ilginç bir panel izledik.
Konu Amerika’nın ve dünyanım devlet adamlarının sağlık sorunları (disability)
ve bunların dünya siyasetindeki etkileri idi .

Amerika’da çoğunluğunu nörolog ve tarihçilerin oluşturduğu bir Çalışma Grubu Birleşik Amerika cumhurbaşkanlarının sağlık, engellilik, yetersizlik (disabilitiy) durumları konulu bir çalışma gerçekleştiriyorlar. Çalışma Grubu tarafından raporlar, tavsiyeler eleştiri ve yorumlar başlıklı bir kitap yayınlanıyor. Bilim insanlarının böyle bir çalışmaya neden gerek duyduklarını panel açılışında olduğu gibi, kitabın ilk sayfalarında bazı örnekler vererek açıklıyorlar.

Amerika cumhurbaşkanları tüm dünya için yaşamsal önemdeki acil durumlarda kararlar vermek durumundadırlar. Yurttaşların beklentisi bu durumlarda elbette Başkanın en yetkin ve en doğru kararları alabilmesidir. Çünkü Amerika cumhurbaşkanlığı dünyanın en güçlü makamıdır, onun geçici bile olsa yetersizliği (incumbent) bütün dünya için çok olumsuz sonuçlar getirebilir

Daha 1787’de Anayasa’da bu olasılığa karşı önlemler düşünülmüş ve hangi koşullarda cumhurbaşakanı yetki ve görevlerinin başkan yardımcısına devredileceği belirtilmiştir.
1881’de başkan Abram Garfield bir suikast ile yaralanmış görevi yardımcı (vice president) başkan üstlenmiştir.

1919 ilk aylarında başkan W. Wilson, birkaç küçük serebral inme (stroke) geçirir ve
açıkça zihinsel kapasitesi zaafa uğradığı halde Birleşik Devletleri temsil etmeye devam etmiştir.1919’da bu kez sol hemipleji ile sol tarafında felç oluşmuştur. Amerika ile Almanya arasındaki çok önemli Versay anlaşması sırasında hala iş başındadır. Burada sağlıklı bir başkan gibi davranamamış ve Amerika Yeni Milletler Cemiyeti (Cemiyeti Akvam) üyeliği konumunu kaybetmiştir .

Benzer durumlar Başkan Roosvelt döneminde de yaşanmıştır. Çocuk felci geçirmiş olan Roosvelt bu kez hipertansiyon ve ciddi kalp yetmezliği ile hastadır. 1945’teki
Yalta Konferansı’nda gereken dirayeti gösterememiş ve savaşın son ayında İngiltere başbakanı Churchill’in Berlin ve Çekoslavakya’yı Ruslardan önce bir askeri operasyonla işgal etme önerisini ret etmesi önemli bir hata olarak kabul edilmiştir.

1945’te ölen Roosvelt yerine geçen Harry Truman Sovyetlerle yapılan müzakerelerde
sağlıklı bir başkan rolünü oynayabildi. AncakO’onu izleyen Eisenhower 1’den çok hastalıkla yaşıyordu ve genel sekreteri Foster Dulles de kanserden ölünceye dek görevinde kaldı.

Eisenhower bizzat 1957’de şunları yazılı olarak ifade etti:

“Son üç yılda üç ciddi hastalık geçirdim ve bunlar beni güçsüzlük içinde bırakıyor ve
ofisi başkan yardımcısının alabilmesi için özel hazırlıklar yapmamı zorunlu kılıyor.”

Benzer uyarı ve önlem önerilerini 1965’te başkan Lyndon Johnson da yapıyor.
Böylece 1965’te senatör Birch Bayh’ın çabaları ile 25 no’lu (AS: Anayasal) Düzenleme (Amendment) için Kongre’nin onayı alınıyor ve bunu 1967’de 38 eyalet (state) meclisi tarafından onaylaması izliyor. Başkan Johnson’un Kongre’ye verdiği özel bir mesaj da şöyledir:.

“Bizim kendi güvenliğimiz için olduğu kadar dünyanın güvenliğini korumak gibi ayrıcalıklı bir sorumluluğumuz var. Bu sorumluluğu hareketsiz kalmış eller ve bilinç ve anlayış yetersizliği içindeki bir kumandanın komutasına bırakamayız. Bu yaklaşımlar ve anlayış üzerine kurulan komisyon tarafından 25 no’lu düzenlemenin, Başkanlığın sağlıklı ve muktedir ellerde olmasını sağlamak için yeterli olduğu kanısı ifade ediliyor.”

Sonraki yıllarda başkan Jimmy Carter 1994’te Amerikan Nöroloji Akademisine yaptığı bir çağrı üzerine BAŞKANLIK ZAAF VE YETERSİZLİĞİ (disability) KONUSUNDA ÇALIŞMA GRUBU kuruluyor. Bizim ünlü bir nörolog olarak yakından tanıdığımız WFN başkanlığı yapan Prof. James Toole ve Prof. Link 50 nörolojist ile birlikte tarihçi, politik bilimci, psikiyatrist, psikolog ve gazeteciler ve politika ile yakından ilgilenen çok sayıda delegeyi Başkanın
sağlık kaynaklı yetersizlik sorununu derinlemesine konuşup tartışmak üzere Atlanta’da
Carter Merkezi’ne davet ediyorlar. Burada konu ayrıntılı biçimde tartışılıyor .

İkinci bir konferans Wake Forest’de Başkan Gerald R. Ford’un katılımı ve konuşması ile yapılıyor. Burada halkın katılımı da (public forum) sağlanıyor. Son toplantı 1996’da Beyaz Ev (The White House) konferans merkezinde gerçekleşiyor. Burada başlıca 9 öneri benimseniyor. Doğaldır ki; Başkanın sağlık, bilinç, mental kapasite, anlayış yetersizliğini saptayıp bildirecek kişinin kim olacağı ciddi ve çetin bir konu olarak ortadadır. 3. toplantıdaki tartışmalarda bu konu en büyük ağırlığı taşıyor. Tıp doktorunun çok açık bir kimlik sahibi olması ve Başkanın
özel kişisel doktorunun bu konuda önemli bir rol oynaması gerektiği üzerinde görüş birliğine varılıyor.

Ancak özel doktorun (senior physician) Başkanın sağlık ve bilinç durumu ile ilgili 25 Numaralı (AS: Anayasal) Düzenleme’nin tayin ettiği ve Başkanın sağlık durumu hakkında karar verecek olan komite üyelerine bu konuda bilgi verme ve önerilerde bulunma sorumluluğu taşıması üzerinde de görüş birliği var. Kuşkusuz söz konusu doktor için zor bir görev (Hele bizim gibi azgelişmiş, demokrasi kültürünün yaygınlaşmadığı, diktatörler yetiştirmeye elverişli ortamlarda bu prosedürün işlemesi olanağını düşünürsek..). Başkanlık özel doktoru hakkında verilen rapor ve tavsiyeleri maddeler halinde özetlenmeye değer buluyorum.

BAŞKANIN ÖZEL DOKTORU
Başkan kendi özel doktorunu tayinde özgür olacaktır. Başkanın başkanlığın ofisine bir kıdemli hekim (Senior Physician) tayin etmesi tavsiye olunur. Bu doktor 25 Sayılı (AS: Anayasal)  Düzenleme’nin uygulamasını kolaylaştırıcı nitelikte olmalıdır.

Beyaz Evdeki Kıdemli Doktor (Senior Physician) Başkanın, Beyaz Evin doktoru ve Beyaz Ev Medikal Birim Doktoru ünvanını taşımalıdır. “Senior Physician” Başkanın asistanı ya da başkana yardımcı asistan ünvanı ya da ayni düzeyde askeri rütbe taşımalıdır.

Beyaz Ev‘deki Senior Physician (Kıdemli doktor) ofisi, Beyaz Ev Askeri ofisten ayrı bir kurum olmalıdır. Kıdemli doktor Beyaz Ev doktoru sivil ya da asker olacağı için onun askeri medikal destek alması tavsiye edilir.

Ona yüklenen görev ve sorumluluk nedeni ile en çok üzerinde düşünülen ve tartışılan konu olmasını çok doğal karşılamak gerekir. Çalışma grubu bütün bu görüş ve tavsiyeleri dikkate alan çalışma yaparak bunu kitaplaştırıyor. Bu grup, “25. Düzenleme’nin ideal kullanım ve işleyişi ancak toplum bunun amacı ve kullanımı hakkında yeterli bilgiye sahip olduğu zaman gerçekleşecektir..” yargısını önemle belirtmektedir.

Arjantin’deki kongrede çalışma grubu üyelerinin bazılarının katıldığı panelde kitapta
yer almayan ve devlet adamlarının sağlık durumu ile ilgili bilgiler de sunuldu.
Finlandiya cumhurbaşkanı KEKKONEN serebral damar hastalığı ve demans belitileri gösteriyordu. Bu nedenle bir süre sonra görevden çekildi. HİTLER’in bir post-ensefalitik Parkinson hastası olduğu, ellerinin titrediği (videoda gösterildi) ve psikopatik bir kişilik sergilediği ileri sürüldü.

MUSSOLİNİ saldırgan ve patolojik kişiliği ile anıldı. STALİN paranoid kuşkular taşıdığı suikast ve komplolardan şüphe ettiği, ünlü hekim Bechterew tarafından görülüp muayene edildiği, Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı GROMYKO’nun çeşitli hastalıklar geçirirken iş başında olduğu belirtildi.

Panel konuşmacısı bilim insanları, “Devlet yöneticilerinde kişilik (personality) bozuklukları
(bugünün dünyasında çok daha sık) tanık olduklarında geç kalmadan doğru zamanda seslerini yükseltmelidirler..” uyarısında bulundular.. “Bunun kolay olmadığı, bazı riskler taşıdığı,
hatta kimi ülkelerde iyice tehlikeli olabileceği açıktır..” demeyi ihmal etmediler ve eklediler:.

Politikacıları eleştirmek onların zihinsel sağlık içinde olmadıklarını söylemenin kolay olmadığı yadsınamayacak bir gerçektir. Ancak bilim insanları bilim kurumlarından bilim merkezlerinden destek alırlarsa bu cesareti kendilerinde bulabilirler. Ülke bilim insanlarının bu davranışının ülkenin bugünü ve yarını için büyük önem taşıdığı açıktır. Bilim insanlarının ve bilim kurumlarının bütün dünyada güç kazanmasını ve bu güçlerini daha iyi daha barışçı bir dünya için kullanabilmelerini dileriz.

Kitapte Bill Clinton’un Prof. James Toole’a imzası ile yolladığı çalışma grubu ile bir fotoğraf ve ve yine Başkan GERALD R. FORD tarafından Dr.Toole’a gönderilmiş bir mektup var.
Şöyle diyor başkan FORD :

“Wake Forest’deki USA başkanları ‘disability’ toplantısında sizlerle birlikte olmaktan gurur duydum. Sizi kutluyorum. Toplantıda saptanan 9 tavsiye ve yorumları etraflıca inceledikten sonra bu tekliflerl benimsediğimi, onayladığımı bildirmek isterim. Sadece Ek III ile ilgili çekincelerim var. Size ve çalışma grubu arkadaşlarınıza takdirlerimi ifade etmek isterim.”

Ben bu paneli ilgi ile izledim ve kitabı da merakla okudum. Amerikalı bilim adamlarının, Başkan ve yönetimdeki politikacıların sağlık ve zihinsel durumlarını sorgulayan,
bunun gerekliliğini vurgulayan girişimlerini önemli ve takdire değer buldum.
Ancak 1997’den sonra söz konusu 25 no.lu Düzenlemenin nasıl kullanıldığı hakkında
bir bilgimiz yok. 2001’de seçmenler karşısında çiğ mısır yiyerek ve benzer popülizm yollarına başvurarak başkanlığa seçilen George Bush, Tanrı tarafından görevlendirildiğini ortaya atarak halkına Amerikan Ordusunu da bu yetki ile Irak işgaline gönderdiğini ileri sürdü.

Bir psikiyatr Justin Frank O’nu megaloman ve paranoyak olarak nitelendiriyor.
25 sayılı Düzenleme herhalde başkan Bush için harekete geçirilmiş değildir.
Keşke iktidarın gücüne teslim olmayan bilim insanları yönetimde ve yöneticilerde gördükleri yetersizlikler ve adaletten sapmalar karşısında bir sorumluluk duygusu ile seslerini yükseltebilseler. Bu cesareti gösterebilseler.

Ülkemiz bu bakımdan pek şanslı görünmüyor. Geride bıraktığımız yıllarda akla, vicdana, bilimselliğe, adalete aykırı çok sayıda icraata tanıklık ettik. Bugünkü ileri demokrasidede (!) benzerlerini fazlası ile yaşıyoruz. Biz 25 no’lu Düzenlemeye benzer bir şeye sahip miyiz, bilmiyorum. Olsa bile, yazık ki, yaşadıklarımız, uygulamayı gerçekleştirecek yüreklere
sahip olmadığımızı gösteriyor.

==================================

Dostlar,

Prof. Dr.  Coşkun Özdemir hocamız 80’i devireli epey oldu…
Sağ ve üretken olsun, yazıp çizmeyi sürdürüyor..
Yukarıdaki yazısı oldukça önemli.

Bizde de ve üst düzey devlet görevlilerinin, en azından Devlet protokolündeki ilk 10 kişinin
ve her durumda başta Başbakan, tüm Kabine üyelerinin, Genelkurmay Başkanı ve
Kuvvet Komutanları ile Ordu komutanlarının.. sağlık raporlarının yıllık olarak ve
düzenli biçimde kamuoyuna açıklanması gerek.

Bunu bilme hakkına hepimiz sahibiz.
Sağlık raporu mal bildiriminden daha önemsiz midir?
Yasalar mal bildirimini, en azından göreve gelişte ve ayrılışta zorunlu kılıyor.
Benzer yasal düzenleme bu bağlamda da yapılmalıdır.
Sorun ülke gündemine politikacılarca taşınmalı, başta Türk Tabipleri Birliği olmak üzere tartışmaya açılmalıdır. Tıp Doktorlarından oluşan bir uzmanlar kurulu (3 ya da 5 uzman hekim)
yıllık olarak sağlık durumu değerlendirmesi yapmalı ve bulgularını resmi rapora bağlayarak kamuoyuna açıklamalıdır.

Bu bağlamda Türk Psikiyatri Derneği‘ne de önemli görevler düşmektedir.
Bu Dernek de zaman zaman kanuoyunu bilgilendirici açıklamalarla, doğrudan göndermede bulunmasa da, ülkenin tepe yöneticilerini uyarıcı bağlamda bildiriler yayımlamalıdır.

İstanbul Tıp Fakültesi’nden hocamız, sonraki yıllarda dostumuz, dava yoldaşımız,
saygın büyüğümüz Prof. Dr. Coşkun Özdemir’e bu önemli konuyu gündeme taşıdığı için teşekkür borçluyuz.

Sevgi ve saygı ile, 15.03.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not    : Yazıda epey noktalama hatası ve maddi yazım hatası ile yer yer tümce düşüklükleri vardı. Bunu Coşkun hocanın ileri yaşını dikkate alarak hoşgörebiliriz. Ancak Cumhuriyet Gazetesi görevlilerinin yazıyı Hocadan geldiği gibi basmalarını anlamak olanaklı değil..

Bir de Coşkun hocanın metinde “Düzenleme” (Ammendment) olarak değindiği konu,
ABD’de “Anayasa’ya ek” anlamındadır. ABD’de 1787 kuruluş Anayasası (Dünaynın
ilk anayasası!) neredeyse kutsanır, Hatta kimilerince “Tanr’nın ABD halkına bir armağanı” gibi görülür! Dolayısıyla Anayasa öyle gelişigüzel müdahale edilebilecek bir metin değildir.
Bu başlangıç Anayasası 10’dan (yazı ile on!) az madde içerir. Gerek görülen değişiklikler,
daha doğrusu “ekler”, ana gövdeye “Ammendment” adıyla iliştirilir..

SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMİNDE NELER SÖYLEDİK??


SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMLERİ, KOLLUK VAHŞETİ ve R.T. ERDOĞAN ÜZERİNDEN;
HALK AYAKLANMASININ SOSYAL PSİKOLOJİK İRDELEMESİ

Dostlar,

Sessiz Çığlık” eyleminde bu Cumartesi de katıldık.
Kitle sayısal olarak önceki haftadan daha küçüktü.
Ankara tatile çıkıyor galiba.. diye düşündük.
Ama tekerlekli sandalyesinde bir kadın da oradaydı!
Hasdal’da, Hadımköy’de, Maltepe’de, Silivri’de, Sincan’da… zindanlarda tutsak
ya da rehin alınan asker – sivil yurttaşların yakınları idi gene bir avuç..

Ellerinde “sevdiceklerinin” fotoğrafları vardı.. Yer yer kollarının var gücüyle yukarı kaldırıyor, yorulunca da sıkı sıkı göğüslerine bastırarak tutuyorlardı.

Kadınlar, ağızları bağlı örgü örüyorlardı. Hava çok sıcaktı..

Bir gezgin (mobil) sesbüyütürden (hoparlör) marşlar çalınıyordu…
Güzelim Harbiye Marşı da!
Basın olarak Ulusal Kanal ve Başkent TV dışında mikrofon görmedik ama
en az 5-6 kamera üçayaklarının (tripod) üzerinde çekim yapmaktaydı.

Geçen hafta, birşeyler söylemek istediğimizi düzenleyiciye belirtmiştik. O hafta tümüyle “sessiz çığlık” idi yapılan.. Ağızlar bağlı, kadınlar eşlerine çorap – hırka vb. örüyor; fotoğraf ve posterler de zaten dilsiz..

Siyasal iktidar belki bu “dil” den anlardı !?

Ama olumlu gelişen bir şey olmuyordu..

Bu hafta ilk sözü, Hukukun Egemenliği Derneği Başkanı Sayın Av. Erdem Akyüz aldılar. Bırakalım hukukun özünü, yani her somut olayda gerektiğinde hukuk yaratarak adaleti gerçekleştirmeyi; apaçık, net, pozitif hukuk kurallarının (normlarının) bile nasıl ayaklar altına alındığından örnekler verdi. Uluslararası normların da.. Dehşet verici bir tablo idi. Çünkü Hukuk içinde kalarak hak arama ve adaletsizliği dışlama (bertaraf etme) olanağı kalmamıştı.. Peki ne yapılacaktı?

Karşımızda hukuku pervasızca çiğneyen, yargıyı büyük ölçüde siyasallaştırmış bir iktidar vardı. Nasıl savaşım verilecekti? Silahlar denk değildi.. Hukukun Egemenliği Derneği Başkanı Sayın Av. Erdem Akyüzü dinlerken kafamızda bu acı çağrışımlar dolaşmaktaydı.

*******************

Pablo_Neruda_Halkin_gercek_gucu

Mikrofon bize uzatıldığında aşağı – yukarı ve şunları söyledik (yazarken eklemeler yaptık) :

Ülkemizin değişik zindanlarında yıllardır tutsak / rehin alınan asker – sivil yurttaşlarımızı saygı ve sevgi ile selamlıyoruz. Verdikleri ulusal dava savaşımının (mücadelesinin) ortaklarıyız.

Bu günler de elbet bitecektir. Onurlu ve dik duruşları nedeniyle onlarla övünüyoruz..

Biz bu gün burada salt bilimsel bir değerlendirme yapacağız. 40 yılı aşan tıp birikimimizi
öne çıkaracağız. Politik söylemler iktidarı çok rahatsız ediyor. Belki bilimsel gerçekler işe yarar??

Pekii.. Bir canlı, bir toplum neden ÇIĞLIK atar?

Tehlikede olduğunu, yardıma gereksinimi olduğunu başkalarına duyurmak için..
Bu davranışın Tıpta, Psiko-biyolojide karşılığı, Hans Selye’nin STRES KURAMI’dır. Canlılar strese sokulduklarında ÇIĞLIK atarlar.
Bu çığlık doğası gereği seslidir ve hatta olabildiğince yüksek şiddette
(dBA) ve tizdir ki duyulma olasılığı artsın.

Ne var ki, 1 yıla varan süredir bu eylemler SESSİZ ÇIĞLIK olarak yürütülüyor.
Hem çığlık atılacak hem de bu eylem, doğasına aykırı olarak SESSİZ olacak!
Aşkolsun bu halka, helal olsun bu insanların sabır, olgunluk ve yaratıcılıklarına!
Ancak bu sessiz çığlıkları da duyan yok! Oysa seslisinden etkili olur diye umulmuştu!

Çare neydi? Çare, hükümeti rahatsız edecek eylemlerde.. Bu belirlemenin de payı olsa gerek ki, 1 aydır bu kez “İNTİFADA” (sesli mi sesli çığlık!) sergilenmekte. İşte bu tablo siyasal iktidarı epey ürküttü ve o ölçüde de orantısız şiddet hatta vahşet kullanmaya başladı.

Oysa sağduyunun gereği, bu insanların ne dertleri olduğunu anlamaya çalışmayı gerektiriyordu. Ardından da demokratik uzlaşma kültürünün gereği olarak istemleri olabildiğince, hukuk içinde karşılamak..

Ne ki, tam tersini gözlüyoruz.. Gittikçe artan kolluk şiddeti..
Bu bir kısır döngüdür ve Sistem Kuramı’na göre yıkım doğurur.
Yıkılacak olan Halk değilse kimdir? Elbette siyasal iktidardır!

– 5 insanımız öldü,
– 13 insan gözünü yitirdi,
– çok sayıda insanın yüzünde sabit izler kalacak
(Adli tıp deyimi ile Çehrede sabit eser)..
– 60 dolayında ağır yaralı var. Kafatası kırılanlar, kaburgaları kırılanlar,
halen yoğun bakımda olanlar..
– 8 bini aşkın resmi kayıtlı yaralı var..

Bir de milyonlarca gönlü kırıklar..
Yani psişik travma alanlar ki olumsuz etkileri bırakın yaşam boyu sürmeyi, kuşaklar boyunca aktarılabilecek olanlar.. Özellikle can yitikleri!

Ne oluyoruz?? Ülkede iç savaş mı var??

Ve araçlarını bu denli ölçüsüz, orantısız, hukuk dışı ve yaralama – öldürme erekli kullanan polise parasal ödül (Osmanlı Ulufesi?) 2 anlama gelebilir :
Ya açık bir psikolojik savaş ya da tam bir düşünsel karmaşa (mental konfüzyon)!
İki seçenek de birbirinden sakıncalı AKP yönetimi ve ülkemiz için.

Çok talihsiz bir saptama ki, ülkenin tepe yöneticisi “kör gözüm parmağına” tutumu içinde. Hem de inatla, gözü kara biçimde.. Kolluk tek tutamağı gibi, tek koruyucusu gibi, öylesine bir algı içinde. Halkının en az yarısını kendisine “düşman” görmekte.
Oysa demokraside ötekileştirme yoktur, çoğunluk baskısı olamaz, çoğulculuk temeldir. En az sayıdaki insanların bile hakları korunur. İktidarınız değil %50 (ki gerçekte matematiksel olarak hiç %50 olmadığı gibi halen çok daha düşük, AKP azınlık iktidarı!), % 80 bile olsa, mutlak sınırlarınız vardır :

TEMEL İNSAN HAK ve ÖZGÜRLÜKLERİ!
Bunun da çerçevesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi – AİHS‘dir ve
Türkiye bu Sözleşme’ye taraftır, hukuksal olarak bu üstün hukuk normlarıyla bağlıdır (Anayasa md. 90)!

  • Bu olaylar AİHM’ne taşınacak ve Türkiye çok sayıda davada ciddi mahkumiyetler alacaktır. AKP iktidarının siyasal – tarihsel ömrü ve işlevi tamam olmuştur.

Toplumsal olaylarda kolluk, güvenlik önlemi alırken, sağlık hizmetleri için de koridorlar açmak zorundadır. YAŞAM HAKKI kutsaldır ve her şeyin üzerindedir. Devletin de
1. görevi yurttaşın can – mal güvenliğini sağlamaktır. Polis bunu becerememekte,
Sağlık Bakanlığı da görevini gereği gibi yapmamaktadır. Oluşan kabul edilemez hizmet boşluğu, gönüllü hekimler tarafından Türk Tabipleri Birliği örgütlemesi ile kapatılmaya çalışılmış ve çok sayıda acil sağlık hizmeti gereksinimi yerinde karşılanmıştır.
Bu yapılmasa idi tablo çok daha ağır olabilirdi. Hükümet en azından bu katkıyı şükranla karşılamak yerine, bir başka irrasyonel davranışla sağlık personelini ellerini
arkadan kelepçeleyerek
gözaltına almıştır! Yetkili Cumhuriyet savcısı bu açık yasa dışı davranışa nasıl göz yumabilir? Bırakın arkadan kelepçelemeyi, normal kelepçenin de koşulları yoktur! Bu kişilerin kaçma olasılığı, kendisine ya da çevresine zarar verme olasılığı.. Hangisi vardı? Üstelik elleri arkadan kelepçelenen insanın özel olarak korunması gerekir.. Gözaltına alınırken itilir kakılırsa ve düşerse kendisini ciddi – ağır yaralanmalardan nasıl korur? Yoksa amaç – murat tam da bu mudur? Tam da bu tür vahşet midir parasal ödül (başa bela Yeniçeri ulufesi!) getiren? Oysa sağlık çalışanlarının savaşta bile dokunulmazlığı vardır. Kendilerine ateş edilmez,
tutsak alınmazlar.. Hipokrat yemini ve Tıbbi Deontoloji Tüzüğü,
hekimleri her durumda gereksinim sahiplerine tıbbi yardımla yükümlü kılar.

Bir de Sağlık Bakanlığı’nın soruşturma işlemi.. Tam bir trajik-komedi!
Türkiye Barolar Birliği Sağlık Bakanlığı hakkında, çok yerinde bir girişimle
suç duyurusunda bulundu. Türk Tabipleri Birliği de bugünkü kongresinde Bakanlığı kınadı ve bu yardımın gerektiğinde sürdürüleceğini açıkladı
(Başkan, tıbbiyeden sınıf arkadışımız sevgili Prof. Özdemir Aktan’ın ağzından).

  • Biz de diyoruz ki; BARİ SAVAŞ HUKUKU UYGULAYIN!

 

Sessiz_ciglik_konusmamiz_30.6.13

 

 

 

 

 

 

 

Polisin kullandığı basınçlı suya gelince : Bir kez basıncı çok yüksek, çarptığı insanları savurup yere seriyor.. Bu ciddiyaralanma, sakatlanma hatta ölüm riski demektir. Gözünüze gelirse kesin olarak parçalar ve kör edebilir. Bu bakımdan basıncının azaltılması ve 45 derece açı ile yere sıkılması gerekir. En fazla diz altı düzeyinde insana sıkılabilir çok zorunlu kalınırsa..

İçine “ilaç” koymaya gelince.. İstanbul Valisi beyefendi “Suya kimyasal değil ilaç konuyor” buyurmuş. Özürü kabahatini öyle aşkın ki.. Bir kez ilacı yalnız hekimler kullanır. Böylesi bir amaçla kullanımı hekimlerin de yetkisinde değildir. İlaç kullanımı hekimler için ciddi tıbbi – yasal yükümlülükler de doğurur. Vali bey güya “kimyasal kullanmıyoruz” demeye getiriyor ama bilgisi her ilacın bir “kimyasal” olduğunu ayırtedemeyecek durumda! AKP’nin valisinin bu hallerini art alana itersek, tablo vahimdir. Kolluk, basınçlı suyu hatalı ve vahşice kullanmakla yetinmemekte, boyalı kimyasal katarak insanları damgalamaktadır. Ayrıca bu boyalı kimyasallar deride yangı tepkimesi oluşturarak insanların canlarını ek olarak yakmaktadır. Beklenen, her araç mübah olarak protestocuları dağıtmaktır. RT Erdoğan’ın asabı bozulmakta, tahammül edememekte, kalabalıkları zaafiyet olarak görmekte ve Bakanına kesin talimat vermektedir : DAĞITIN!

  • Polis de “DAĞILIN LAN DAĞILIN” buyurmaktadır.

An gelir, Halepçe vb. örneklerdeki gibi halkına kimyasal silah kullanma eşiğine gelirsiniz, uyaralım.. Bu sulara hiçbir kimyasal katılMAmalı ve yukarıda belirttiğimiz kısıtlarla kullanılmalıdır.

BİBER GAZI sorunu.. Başbakan “olağandır, polis kullanır..” deme zorunluğunu neden duyuyor? Danışmanları O’na, AİHM’nin Nisan 2012’de Ali Güneş davasında Türkiye’yi mahkum ettiğini, 10 bin € tazminat ödendiğini neden söylemiyor?? Ya da RTE bilmezden mi geliyor? Bu gazların içeriği nedir? Bir hekim olarak benim bunları bilmem gerekir ki, etkilenenlere uygun sağaltım verebileyim, varsa özgül antidotunu kullanayım. TTB İçişleri Bakanlığından sordu ancak yanıt yok.. Oysa Anayasa md. 74 “gecikmeden” yanıt yükümlüğü yüklüyor İdareye!

Kapalı mekanlara asla sıkılmamalıdır, kitleler uyarılmadan kullanılmamalıdır.
Düşük yoğunlukta ve havaya 45 derece açı ile atılmalıdır. Bu koşullarda bile insanlar zarar görürse, AİHM kararı uyarınca Devlet – Kolluk zincirleme sorumludur ve
Devletin zararı hatalı kamu görevlisine rücu (geri yükleme) zorunluğu vardır.

40 yılı aşan tıbbi birikimimizle rahatlıkla söyleyebiliriz ki;

  • Başbakan R.T. Erdoğan’ın ruhsal duygudurumu (İng. mood) ülkemizi yönetebilecek durumda değildir.

Her gün yazılı basın ve TV’lerden bu durum açık ve net olarak izliyoruz.

  • Başbakan zorunlu bir “mola” almalıdır.

Bir yurttaş olarak, tam donanımlı bir Üniversite hastanesinden “görevini sürdürebilir” raporu almasını istiyoruz. Başbakan buna zorlanmalıdır. Türk Tabipleri Birliği,
Türk Psikiyatri Derneği, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği HASUDER, Türk Psikologlar Derneği.. bu bağlamda baskı grubu olmalıdır.

TÜBA, TÜBİTAK, Üniversiteler etkisizleştirilmiştir
, sesleri çık(a)mamaktadır!
Başbakanın buna yanaşmayacağı kesin gibidir. O zaman “yokluğunda” (gıyabında) rapor düzenlenebilir.. Bu rapor istemi bir demokratik meşru direniş yöntemidir. Çünkü bu kişinin davranışları kamuoyu önündedir.  Panik bozukluğu içindedir. Bilerek ve isteyerek
gerçek dışı açıklamalarda ve tahriklerde bulunmakta, halkını yanıltmaya ve ayrıştırmaya çalışmaktadır. Realiteden kopmuş gibi bir görünümü vardır, bu durum çok tehlikeli
bir dissosyasyona neden olabiliir. Dissosyatif sendromlar tıpta ağır tablolardır,
kişilerin hak (ve fiil) ehliyetlerini ciddi düzeyde sınırlamak gerekebiir. Ayrıca ruhsal kapasitesinde apaçık bir regresyon izlenmektedir; geçen hafta Kayseri mitinginde kalabalıklara 2 kez “kadanızı alırım sizin” gibi üzerinde çooook durulması gereken
bir abartılı duygusal tepki göstermiştir. Regresyon, puerilizm eşiğinde ciddi midir?

Bu kritik soruların yanıtını merak ediyoruz.
Gerçek durum bu ise, RT Erdoğan’ın tıbbi raporla en azından bir süre görevinden ayrılması ve tedavi edilmesi gerekebilir.
Durumun ortaya konması 5 kişilik bir Psikiyatrist kurulunun raporunu gerektirir.
Bunu istemeliyiz.

Bu arada; Devletin başı olan kişi, neden bu denli atıldır neden, neden?

Sonuç olarak :  İktidar panik içindedir, halk, deyimi yerinde ise “teneke çalmaktadır”. Eylemler tüm dünyada haklı, meşru ve de çooook yaratıcı bulunmaktadır.
Sağduyu herkesten çok R.T. Erdoğan’a ve AKP yöneticilerine düşmektedir.
Bürokrasi de, yasaya aykırı emirleri uygulamamalıdır. Allah’tan ümit kesilmez; Çankaya’da oturan AKP’li zat da, hidayate erişir mi acaba?? Göreceğiz.

Siyaset kurumu, bu inanılmaz güzellik ve incelik (zarafet) taşıyan halk direnişine
benzer yaratıcılıkla önderlik etme yükümü altındadır.
Bu, dayanılmaz, karşı konulmaz, ertelenemez asal bir tarihsel sorumluluktur.
Aksi takdirde dere, akacağı yatağı kendi potansiyeli ile bulacak ve
kapsamlı bir politik tasfiye kaçınılmaz olacaktır.

Adnan Binyazar‘ın söylemiyle

  • “Son sözü, tarihin en kritik yerinde hep direnenler söyleyecektir!”..

Direniş şehidi, polis kurşunu kurbanı Ethem Sarısülük de bu dövizi taşıyordu vurulduğunda.. Elinde başkaca hiçbir şey yoktu..
Ama mahkeme, katil polis Ahmet Şahbaz’ı “nefsi müdafa” bağlamında salverdi!?
Dayan yüreğim dayan..

Dayanacak ve örgütlü savaşımla (mücadele) ile bu deli gömleğini de
mutlaka yırtacağız
.

Herkese ama herkese sabır, kolaylık ve kesin bir sağduyu diliyoruz.

Umutsuzluk ATATÜRK’ün devrimci halkına yakışmaz, bilimsel değildir, duygusaldır.

Felsefeci Prof. Ahmet İnam, “Umutsuzluk Ahlaksızlıktır” diyor bu adı taşıyan kitabında!

Adnan_Binyazar_son_sozu_hep_direnenler_soyler

Önümüzde 3 D modeli duruyor..

Diren Türkiye!

Dik dur Türkiye!

Dev-ri-le-cek-ler !!!

Yazımız pdf olarak da okunabilir :

 

HALK_AYAKLANMASININ_SOSYAL_PSIKOLOJIK_IRDELEMESI

Sevgi ve saygı ile.
30.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net