Etiket arşivi: Mustafa Kemal Paşa

İNGİLİZ SAVAŞ GEMİLERİ GELDİKLERİİ GİBİ GİDERLER: MUSTAFA KEMAL

İNGİLİZ SAVAŞ GEMİLERİ GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER: MUSTAFA KEMAL

Dr. Ali Nejat ÖLÇEN

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Hiçbir Batı ülkesinde bizdeki kadar nankör, art niyetli ve alçak kişiler yetişmemiştir. AKP iktidarının bu tür insanların ortaya çıkmasına neden olan davranış ve kararları bir gün tarihin çöplüğünde yok olup gidecektir.
Kendi yakın tarihini öğrenmeye bile gereksinim duymayan böylesi nankör ve alçakların kişilerin ortaya çıkılının nedenleri, bir gün Sosyal Psikoloji’nin gündeminde yer alacaktır elbet.

Bir İngiliz yazarın yıllar sonra yazdıklarını kaynak göstererek 14 Kasım 1918 tarihinde “İngilizlerden görev isteğinde bulunduğu”nu doğruymuş gibi nasıl ileri sürebilirler anlamak olanak dışıdır. Onların zihinlerini çarpıtan psikolojik olguyu, uzmanlar inceleyerek yorumlayabilmelidirler. Böylesi çarpıklaşan zihin nasıl oluşabilir, hangi kanı ve sanılardan etkilenebilir ve bu denli gerçek dışı zanlara nasıl ulaşılabilinir. Öyle umuyoruz ki 21. yüzyılda bu alanı psikoloji bilimine kazandıracak bir Sigmund Freud (1856-1939) ülkemizde yetişebilmelidir. Bu kişilerin “nervous disorders”ini yaratan olayların  “hysteria”sı incelenmelidir. Ve belki de bu inceleme sonucunda AKP kadrolarının  “nervous disorders”lerinin yorumu ortaya çıkacaktır.

Şimdi kim olduğu kimsenin ilgisini çekmeyen İngiliz yazarı, 14 Kasım 1918 günü Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul Boğazında demir atan ülkesinin donanmasını gördüğünde acaba merak edip öğrenmek amacıyla O’na soru yöneltti mi? Yönetseydi acaba ne yanıtı alacaktı:

  • Geldikleri gibi gideceklerdir, yanıtını alacaktı.İşte geldikleri gibi gittiler. (Kaynak: Türk İstiklâl Harbi, s. 80. Selahattin Tansel, Mondoros’tan Mudanya’ya Kadar, MEB, 1991, s. 75) Ve o İngiliz yazar, 1 Kasım 1918’de Mustafa Kemal’in Ali Fethi (Okyar) ile Minber gazetesini çıkarmaya başladıklarını acaba biliyor mu:

Ve İstanbul’da demir atan İngiliz ve Yunan savaş gemilerinin nasıl ve kimin öncülüğünde ülkelerine geri döndüklerini öğrendi mi? Ve Çanakkale’den Anadolu’ya ulaşacağını sanan  komutan Churchill, ”Can çekişen bir İmparatorluk içinden çıkan bir kahraman, bir milletin varlığını meydana koydu..” diyebilmişti.

Ülkemizdeki nankör, ard niyetli ve alçak yaratıklar Churchill bu sözlerini işiterek acaba utanç duyacaklar mı? Osmanlıcılıkçılar o can çekişen devleti mi yeniden yaratacaklarını sanıyorlar? Mustafa Kemal Atatürk’ün yoktan var ettiği Cumhuriyetinin ve Devrimlerinin koruyucuları varken Osmancılığı tarihin çöplüğünden çıkarmaya kimsenin gücü yetmeyecektir.

Böyle biline. (17.8.2017)
===========================================
Dostlar,

Sayın Ali Nejat Ölçen Cumhuriyetimizden yaşça büyüktür. 95’i bulmuştur!
İTÜ mezunu mühendis, Ekonomi doktoralı (Sağlık Ekonomisi tezli) politikacı ve eski CHP milletvekilidir. Tam katıksız bir Cumhuriyet aydını ve Mustafa Kemal ATATÜRK sevdalısıdır.
Kendisi ile geçmişte ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Genel Yönetim Kurulunda birlikte çalışmaktan mutluluk duyuyoruz..

Milletvekillerine tanınan kıyak emeklilik ödemesini etik bulmayıp, hak etmediğini düşünerek, iade etme yolu da olmadığından, yaklaşık 20 yıldır ‘‘TÜRKİYE SORUNLARI” başlıklı kitapçığı 2 ayda bir çıkararak ücretsiz dağıtmaktadır. Dileyen, www.olcen.net web sitesinden kendisine erişerek, bu değerli çalışmanın kendisinde de gönderilmesini isteyebilir.. En son 115. sayı Mart 2017’de web sitesinde yüklüdür. (Kimi sayılarda biz de yazdık…)

Sayın Dr. Ali Nekat Ölçen büyüğümüze ülkemize kattıkları ve katacakları için şükran borçluyuz..  Yazdığı kitaplar sayıca 10’a yaklaşıyor.. O’nu okumak ve tanımak gerek..
Kendisine, aydınlık üretimini sürdürecek nice sağlıklı yıllar dileriz..

Sevgi ve saygı ile. 17 Ağustos 2017, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Cumhuriyet Gazetesi’nin Nuray Mert kararı

Cumhuriyet Gazetesi’nin Nuray Mert kararı

Cumhuriyet Gazetesi’nin Nuray Mert kararı

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır.)

Cumhuriyet gazetesi Nuray Mert’in yazılarına son verdi.

Mert’e kararı Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Erinç iletti.

Diken’in haberine göre, gerekçe olarak, Mert’in son dönemdeki yazılarının Cumhuriyet’in yayın ilkeleriyle ters düşmesini gösteren Erinç, kararın, ‘Silivri’de tutuklu bulunan Cumhuriyet yöneticilerinin bilgisi dahilinde alındığını’ vurguladı.

Nuray Mert, bir süredir evrim teorisi ve müftülere nikah yetkisi gibi konularda, tepki çeken yazılar yazıyordu. (

Doğru bir karardır Cumhuriyet gazetesinin aldığı…

Sayın Nuray Mert bizim yakalayabildiğimiz 3 önemli hata yaptı son zamanlarda..
Birinde AKP’nin Kemalistlerle mücadele etmesi gerektiği (!?) anlamında yazdı.
Aslında bu yazı bile yeterliydi tek başına. Dehşet vericiydi.

İkincisinde EVRİM’i anlamadığını, bu bağlamdaki derin ve ciddi bilgi açığını ortaya koydu ama daha ürkünç (vahim) olanı, bu bilgisizliğinin ayrımında (farkında) olmaksızın Evrim’e karşı çıkışı, Milli Eğitim Bakanlığı’nın öğretim programından Evrim’i dışlamasını eleştiremedi, karşı çıkamadı. Bu da büyük bir gaftı. Bir Cumhuriyet yazarının böylesi bir lüksü olamaz.

Son olarak müftülere resmi medeni nikah kıyma yetkisi getirecek olan yasa tasarısına karşı çıkmak bir yana, bu düzenlemenin kendince yararlarından (!) bile söz edebilecek ölçüde aymazlık sergilemesi ve AKP’lilerden de öne geçmesi, hatta onlara malzeme sağlaması.

Cumhuriyet Gazetesinin yayın ilkeleri bellidir. Bu gazetede yazacaksanız 6 Ok ile, Atatürk Devrim ve ilkeleri ile, bilimsel akılcılıkla, Cumhuriyetmizin temel değerleri ile içten barışık olacak hatta derinlemesine içselleştirerek her durumda ustalıkla savunacaksınız onları.

Siz bu çerçevenin dışında düşüncelere elbete sahip olabilirsiniz ve onları dile getirme (ifade etme) özgürlüğüne de sahip olmalısınız. Ancak Cumhuriyet Gazetesinde değil..
Örneğin AKP’ye üye olarak ya da olmadan, yandaş basında köşe bulabilirsiniz.

Biz Cumhuriyetçi – Ulusalcı – Kemalistler (Atatürkçüler) size katılmasak da görüşlerinize
saygı duyarız. Onları dillendirme özgürlüğünüzü bile savunuruz gerçek bir demokrat olarak. Mustafa Kemal Paşa‘dan öğrendiğimiz gibi davranırız; nasıl mı?

  • “Fikirler, cebir ve şiddetle, top ve tüfekle asla öldürülemez.”

Dolayısıyla en etkili yolun, Atamızın yol göstermesiyle, “bir karşı düşünce akımı vermek” olduğunu biliriz. Daha açıkçası, teze karşı tez ile yanıt verir ve “fikirlerin çarpışması” ile gerçeği bulmaya çabalarız. Klasik diyalektik yöntemdir: Tez – Karşı Tez – Sentez..

Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar : Gerçekler, fikirlerin çarpışmasından doğar.

Sayın Mert’i etik çatışma zemininden sıyrılarak, yazacağı yeni ortamlarda izlemek isteriz..
Bu ortamların nereleri olacağını da doğrusu merak etmekten kendimizi alıkoyamıyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 09 Ağustos 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Suay Karaman : DÜNDEN BUGÜNE

Konuk yazar : Suay Karaman..

DÜNDEN BUGÜNE

Birinci Dünya Savaşı, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’yı ziyaret eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdı Franz Ferdinand ve eşinin, Gavrilo Prinsip adlı bir Sırp genci tarafından öldürülmesi sonucunda başlamıştı. Bu olaya Avusturya-Macaristan Hükümeti’nin tepkisi çok sert oldu ve Sırbistan’a ağır bir nota verdi. Sırbistan bu notayı kabul etmeyince, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan’a savaş açtı. Daha önceden Rusya’nın seferberlik ilan etmesini savaş nedeni olarak kabul edeceğini açıklayan Almanya, 31 Temmuz 1914’te genel seferberlik ilan eden Rusya’ya, ertesi gün 1 Ağustos’ta savaş ilan etti. 3 Ağustos’ta da Fransa’ya savaş ilan eden Almanya, 4 Ağustos 1914’te Belçika’ya saldırdı. Bu gelişmeler üzerine İngiltere de, Almanya’ya savaş açtı.

Birinci Dünya Savaşı, dört yıl sürdü ve 9 milyon kişinin yaşamına mal oldu. Ayrıca 22 milyon kişi yaralandı ve 8 milyon kişi kayıp olarak bildirildi. Bu savaş sonucunda Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Rus Çarlığı gibi dört büyük imparatorluk yıkılmıştır. Rusya’da 7 Kasım (25 Ekim) 1917’de  Ekim Devrimi gerçekleştirilerek, rejim değişmiş ve 30 Aralık 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adında ilk kez komünist bir devlet kurulmuştur. Kurulan bu devlet kısa sürede büyük güce ulaşmış ancak komünizmin yanlış uygulamaları ve devlet bürokrasisinin hantallığı gibi nedenler sonucunda 25 Aralık 1991’de SSCB dağılarak, kapitalist devletlerle komünist devletler arasındaki mücadele(AS: 1945-90 arası 45 yıllık Soğuk savaş) son bulmuştur.

Birinci Dünya Savaşı sonucunda yenilen Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamış ve bu antlaşma sonucunda işgal edilmiştir. Ancak bu antlaşmanın imzalanması, Anadolu’da eşi benzeri görülmeyen bir kurtuluş mücadelesinin fitilini de ateşlemiştir. Mustafa Kemal Paşa, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak amacıyla 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmış, kararlı ve azimli yurtsever mücadelelerin ardından, 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

1923’te kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti, halkın büyük çoğunluğu yoksul ve eğitimsiz, sanayi kuruluşları yok denecek ölçüde az ve sermaye birikiminden yoksun, geri kalmış bir ülkeydi. Yapılan Kemalist devrimlerin amacı, ülkenin aydınlanması, kalkınması, gelişmesi ve çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkartılmasını sağlamaktı. 1923-38 arasında 15 yılda gerçekleştirilenler, Kemalist Devrim’in büyük başarılarla oluşturduğu yapılanmanın ürünüdür. 1929-39 arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, Türkiye’de %96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı %4-5 iken, Türkiye’de %10 olmuştur (AS: 1923-38 arası 15 yılın ortalaması %6,6!). Bu süreçte yurt dışına uçak satan bir devlet olma özelliğine sahip Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk parasının yabancı paralar karşısında değer kazandığı, fiyatlarda artış oranının %1 düzeyinde olduğu, gelir ve giderin eşit olduğu denk bütçenin gerçekleştiği, dış satımın hep dış alımdan fazla olduğu bir dönem yaşanmıştır.

Eşsiz liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde on beş yıl gibi kısa sürede yaratılan gurur verici tablonun ardında “6 Ok”;

1. Cumhuriyetçilik,
2. Ulusalcılık,
3. Devletçilik,
4. Halkçılık,
5. Laiklik,
6. Devrimcilik

ilkeleri bulunmaktaydı. Atatürk’ün

– tam bağımsızlık,
– emperyalizm karşıtlığı ve
– “yurtta barış, dünyada barış”

ilkeleriyle bütünleşen kararlı yönetimi sayesinde gelişen Türkiye Cumhuriyeti, bugün 100. yılına yaklaşırken, kuruluş ilkelerinden, cumhuriyet değerlerinden, Atatürk Devrimlerinden uzaklaştırılmış ve çağdaş ülkeler düzeyine ulaşamamıştır.

Büyük önderimiz Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ile Bursa Söylevi’ni okumayan, okuyup da anlayamayan ya da özümseyemeyen bir toplum, bugün

  • şeriatın karanlığında ve terör ile bölünmenin eşiğindedir.

    Ulusal değerlerimiz satılmış, yer altı ve yer üstü zenginliklerimiz talan edilmiş, tarım ve hayvancılık bitirilmiş, ulusal sanayi yok edilmiş, laik eğitime son verilmiş, yoksulluk ve yolsuzluk ile hukuk dışı tutum ve davranışlar alıp başını gitmişken bu geldiğimiz durumun asıl nedeni bizleriz ve bu ayıp hepimize aittir. Atatürk’ün cumhuriyeti emanet ettiği gençler olarak, başarısız bir sınav verdiğimiz ortadadır. Ancak gelinen nokta ne denli olumsuz olursa olsun, Atatürk’ün gençleri için umutsuzluğa yer yoktur. Yurtseverler, vatanseverler, ülkesini sevenler bilinçli ve kararlı örgütlenme ile yapacakları haklı ve demokratik bir mücadele sonucunda,
    yaşanan bu karanlığı, aydınlığa çevirebilme potansiyeline sahiptirler. Yolumuz uzun ve çok zor ama başaracağız, başarmak zorundayız. (3 Temmuz 2017)

23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK BAYRAMI

23 NİSAN
ULUSAL EGEMENLİK BAYRAMI

-TBMM, ulusun meclisidir…
O, ancak ulusun hizmetkârıdır…

Prof. Dr. Kemal Arı

23 Nisan 1920…
Hay babam, hay!
Gelin o güne, o günün ayrıntılarına odaklanalım…
Tarihçi aynasını, tarihin bu kesiti üzerine tutalım ve alıp önümüze o muhteşem günü, onun anlamını sorgulayalım…
Var mısınız? Evet, başlıyoruz…
23 Nisan, Cuma gününe denk geliyordu. O gün özellikle seçilmişti. Çünkü İslam Dinine göre kutsal yönü olan bir gündü ve İslam Ahali, meşveret için camiye giderdi. Hep birlikte, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Hacı Bayram Camisinde namaz kılındı. Sonra camiden çıkılınca, yürüyerek Meclisin açılacağı tarihi yapıya geldiler. Eller açıldı, dualar edildi; kurbanlar kesildi… Türkler, Ankara’nın bozkırında gerçek bir bayram yaşıyorlardı. Ulusal coşku, en üst düzeydeydi.
Kıt olanaklar içinde her yer bayraklarla süslenmişti. Güzel bir ilkbahar günüydü. Güneş, ufuktan gözlerini Meclisin açılması için yığılmış olan kalabalıkların üzerine gözlerini dikmiş; gülümseyerek bakıyor; ılık sıcaklığını tenlerin içine, yüreklere kadar salıyordu. Bu sıcaklık, karanlıkları dağıtacak ışıl ışıl günlerin geleceğini muştuluyor gibiydi.
Belleklere gelince, neleri anımsamıyordu ki! Her şey geçmişin gri, boz renkli dumanları arkasında, bütün acı yanlarıyla sırıtıp duruyordu. İşgaller; tecavüzler; çiğnenen ulusal onur; derken İstanbul Hükümeti’nin acizliği; bu acizlik yetmiyormuş gibi, ulusal tepkileri köreltme çabaları… Ne demekti ki bu şimdi?
Örneğin Heyet-i Nasihalar ne anlama geliyordu? Bu kurulların kuruluş nedenlerini kendince sıralayan arkadaki anlamı neydi?
Olup biten kötülüklere ve kimi zaman insanın kanını donduran yaşanmış acılara bakarak, şunu mu söylüyordu Heyet-i Nasihalar aracılığıyla Osmanlı Devleti’nin neredeyse bugün tanrısal bir değer verilmeye çalışan acz içindeki yöneticileri:
“Ey Ahali… Artık kırıla kırıla ne kadar kaldınız bilmiyoruz ama biz bu olup bitenlere bir çözüm bulamıyoruz. Sizleri bu kötülüklerden kurtarmak için, size karşı sorumluluklarımızı yapamıyoruz… Siz de tepkiler ortaya koymayın! Silahlara sarılmayın! Bırakın tecavüzler olsun! Kirli ayakların altında ülke çiğnensin! En kutsak değerler ayaklar altına alınsın!”
Gerçekte olup bitenler karşısında bunlar söylenmiyordu belki; ama görüntünün arkasındaki gerçekler, bunlardan başka şeyler değildi. Hele kimi sözler vardı ki, bunlar, bu söylenen sözlerden de acıydı. Örneğin kimi resmi duyurularda düşman askeri için, onların Müslümanların dostları ve padişahın konukları olduğu söyleniyordu.
Dostlarımız ve padişahımızın konukları, konuk olarak ülkemize gelmiş ve o nedenle mi analarımızın, bacılarımızın ırzına saldırıyor, ülkenin kaynakları kurutuluyor, direnişi kırılıyor ve onun için mi atalarımızın mezarları, Türk kanı bulanmış çizmelerle çiğneniyordu?
Ve bu dostlar, adım adım Sevr’i bir idam fermanı gibi hazırlamaya uğraştıkları günlerde, sanki şunları söylüyorlardı:
“Biz sizi hukuka göre yargıladık… Hukukun yerine gelebilmesi için Türklerin yok edilmesi gerekiyor. Uzat boynunu kemende ey koca Türk! Ölüm senin için artık hak!”
Allah, Allah; hale bak! Evet, bundan başka hiçbir anlam taşımıyordu gerçekten de olan biten şeylere bakıldığında… Emperyalizmin hukuku buydu işte…
Uzat başını, uzat; hukuku temsil ettiğini söyleyen güçler, yok etsin Türk’ü ve böylece adalet yerini bulsun ha? Sen yok ol ki o senden kalan coğrafyaya hâkim olsun; tıksırıncaya, patlayıncaya kadar sömürsün… Onun derdi zaten baştan beri soymak, el koymak ve sömürmekti. Bu nedenle direnen boyunlara tırpanı çalacaktı elbet… Buna yemini vardı. Yoksa sen yok oluyormuşsun, tarihten siliniyormuşsun; bunların hiçbir anlamı yoktu batının algı dünyasında… Yok etmek, onun doğasında vardı. Bunu ya kendi yapar, ya taşeronlarına yaptırırdı. Daha olmadı seni yine senden olanla karşı karşıya getirir, sonra birbirinizi size kırdırtır; ardından karşına geçer, sen suçlusun, sen ezildin, sen de ezdin der; o başkalarını kırdırırken, kendisi nereden ne elde edeceğinin hesabını yapardı… Güya masum olanın yanında görünür, bu kez sanki hiç kışkırtan kendisi değilmiş gibi sahte gözyaşları dökerdi. Akıl almaz baskılar, onur kırıcı durumlar ve işlerdi bunlar… O günlerde, Anadolu’da Temsilciler Kurulu’nun dayatmasıyla, kapatılmış olan Meclis-i Mebusan, yani Osmanlı mebuslar meclisi açılmıştı. Mustafa Kemal Paşa, bu Meclisin açılmasını şiddetle istemesine karşın; “Hayır!” diyordu; “İngilizlerin gölgesinde açılacak bir meclisten bir yarar elde edilemez. Kaçınılmaz olarak meclis Anadolu’da açılmalıdır… Öyle ki bu meclis açıldığında ben de ulusal işleri izleyebilmek ve onlara yön verebilmek için bu meclise başkan olmalıyım!”
İdealist ve yurtseverdi Atatürk. Yurdu için, her şeyi göze alabilen bir karar adamıydı.
Dolayısıyla yetkiyi hiçbir makamdan, kuruldan ya da kişilerden almıyor; tek “istinatgahı” (AS: dayanağı), ulusun temiz bağrı ve kendi ulusal vicdanı…
Ancak onun önerisi yerine getirilmedi. Kendisi de İstanbul’a gitmedi. Meclis İstanbul’da açıldı. 28 Şubat 1920 günü ulusal andı (Misak-ı Milli) Anadolu’dan tek tek Mustafa Kemal Paşa’nın seçerek gönderdiği özel bir kurulun çabalarıyla Meclis kabul etmiş ve orada ulusal amacı açıklamıştı. Bu and, tek tek Türk Ulusu’nun yurt topraklarının sınırlarını belirliyor; ardından da tam bağımsızlık vurgusu yapıyordu…
Ancak İngilizler bundan olağanüstü rahatsız oldular. Ve bir anda Meclisi basarak, tek tek milletvekillerini tutukladılar. Silahlı müfrezeler, Meclis koridorlarından geçerek, toplantı halinde bulunan milletvekilleriyle karşı karşıya geldiler. Önce bir arbede oldu. “Direniş” bağırmaları, haykırışlar arasında, İngiliz askerleri, kimi milletvekillerini süngü zoruyla, kimi zaman da yakalarından tutup, koyun gibi sürükleyerek, kuytu yerlere tıkıvermişlerdi. Yerlerde sürüklenen, yalnız milletvekilleri değildi ki!
Türklerin onuru da yerlerde sürüklenmişti.
Manastırlı Hamdi Bey adlı yurtsever bir telgrafçı, bu gelişmeleri Mustafa Kemal Paşa’ya telgrafla bildiriyor, bu görevini alnına sıkılıveren düşman mermilerinin hedefi olana kadar fedakârca yerine getiriyordu…

Ne yapılabilirdi ki?

Mustafa Kemal Paşa, bu olaya karşı büyük bir öfke duyarak, derhal karşılık verdi. Lloyd George’un yeğeni olan Albay Rawlinson Erzurum’daydı… Paşa, Erzurum’da bulunan Kazım Karabekir Paşa’ya ünlü buyruğunu verdi: Malta’ya sürülen ulusun vekilleri özgürlüklerine kavuşuncaya dek, Rawlinson ve müfrezesi tutuklanmalıydı. Karabekir Paşa hiçbir duraksama göstermedi. Ardından da Eskişehir ve Afyonkarahisar’da bulunan yabancı birliklere karşı Türk birlikleri harekete geçirerek, bunları tutukladılar.. Bu emri de Mustafa Kemal Paşa vermişti. Dişe diş, politikası uygulanıyordu.
Bununla yetinilmedi; İstanbul Hükümeti’nin Anadolu’daki paralarına el konuldu.
Ardından da işgal güçlerinin, Anadolu’ya ilerleyebileceği düşünülerek, onların olası ilerlemelerini yavaşlatmak için, yer yer demiryolları imha edildi.
İstanbul’un sesi soluğu kesilmişti. Cansız mecalsiz, bir yana atılmış gibiydi ülkenin yazgısını elinde bulunduran yüce kurullar…
Ancak Ankara ulusun gerçek temsilcisi olarak, duyarlılığını göstermeye kararlıydı. Mustafa Kemal Paşa, bir bildiri yayınlayarak, İstanbul’un haksızca işgalini kınadı. Ankara bütün dünyaya işgalin haksız olduğunu, kesinlikle kabul edilmeyeceğini ve geçersiz olduğunu haykırdı.
Bu tarihin akışına karşı sanki karanlıkların ortasına atılmış bir haykırış, bir direniş çığlığıydı. Yurtları işgal altında iken direniş göstermeyenler, onursuz bir yaşamı, zilleti, yüz kızartacak duyguları kendi vicdanlarına karşı nasıl anlatabilirlerdi ki?
İstanbul’un işgalinin üzerinden üç gün geçmişti. 19 Mart günü, Mustafa Kemal Paşa Heyet-i Temsiliye imzasıyla bütün vilayetlere bir genelge göndererek, Ankara’da olağanüstü yetkileri olan bir ulusal meclisin toplanacağını bildirdi. Bu meclis,
Meclis-i Mebusan’ın işgal nedeniyle yasama ve yürütme görevini yapamaz duruma düşürülmesinden dolayı zorunlu olarak toplanacaktı. Ulusun iradesini yansıtan meclis, yabancı güçlerce dağıtılmıştı. Buna boyun eğmek ve bunu kabullenmek, yurda karşı işlenmiş bir ihanetti. Açılacak meclise başkentin korunması, ulusun bağımsızlığı ve devletin kurtarılması için gerekli önlemleri düşünüp uygulamak üzere, ulusça olağanüstü yetkiler verilecekti. Bunun için seçimlerin yapılması ve güvenilir kişilerin Ankara’ya gönderilmesi gerekliydi.
Mustafa Kemal Paşa, açılacak meclisi bir “Meclis-i Müessesan”, yani kurucular meclisi olarak görüyordu. Niçin? Çünkü kurucu meclisler yeni bir sistemi kurarlardı.
O da artık saltanat rejimine karşı, kurucu meclisin ulusun iradesini yansıtacak bir siyasal sistem kuracağını düşünüyordu. Yeni meclis, bu niteliğiyle yeni bir yönetim biçimi getirmek için kurgulamış ve tasarlamıştı. Ancak bunu açıklamak ilk başta sıkıntı doğurabilirdi. Bu nedenle şimdilik bu sözcük kullanılmıyordu. Bu meclisin işlevini tamamlayabilmesi için, yurdun seçilmiş bireyleri Ankara’ya gelmeliydiler…
Artık ülkenin birçok yerinde ulusal güçlerin denetiminde seçimler yapılıyordu.
Bu arada Sultan ve Halife, Mustafa Kemal Paşa ve yakın arkadaşları hakkında kararını çoktan vermişti bile… Onlara göre Mustafa Kemal Paşa bir haindi. Sultan ve Halifeye karşı başkaldırmıştı. Ulusun yanında olmak, sultan ve halifeye karşı başkaldırmaktı, ha?
Bu nedenle; “Beyan buyurula” diye başlayan fetvalar ve fermanlar hazırlandı.
Türkiye böylece bir iç savaşın içine yuvarlanıvermişti. Dini açıdan kutsal olan ne varsa, orta yere dökülmüş, yanlış algılamaların ve tutumların kirli ellerinde didiklenip duruyordu. Dini yücelttiğini, din adına bu eylemlere ve tutumlara giriştiklerini düşünenler, yurt savunması gibi belki dinsel yükümlülüklerin en başında yer alması gereken bir konunun ne kadar dışında kaldıklarının ayırtında bile değillerdi.
Milletvekilleri Ankara’ya doğru, tozlu topraklı yollara dökülmüşlerdi. Yollara dökülenlerin yanı sıra, yola çıkamamış olanlar da vardı:
Kargaşa ve kalkışma eylemleri, kimi kişilerin adları belirlense de onların Ankara’ya doğru yollara dökülüşüne olanak vermemişti.
Milletvekili olacak kişiler yolculuk için hazırlıklarını yaparlarken, Ankara’da da hummalı bir çalışma başlamıştı. Meclis nerede açılacak, hangi bina ilk meclis binası olarak ayrılacak; bunun hazırlıkları yapılıyordu. Gelen önerilere göre kimi binalar gözden geçirildi. Önerilenlerin kimisi küçük, kimisi kentten uzaktaydı. Bu aşamada, meclis için en uygun binanın, İttihat ve Terakki Cemiyeti için hazırlanmış kulüp binası olduğu görülüyordu. Bina gözden geçirildi; eksikleri belirlendi; ardından da ivedi olarak onarımına başlandı. Ulucanlar‘da yapımı süren bir ilkokulun çatısındaki kiremitler alınarak, getirilip meclisin toplanacağı binanın çatısına sıralandı. Bunlar yetmedi; halktan kimi kişiler, kendi çatılarından söktükleri kiremitlerle binanın çatısının eksiklerini tamamladılar. Toplantı salonunda ise oturacak yer yoktu. Bunlar da bir ilkokuldan getirildi. Salonun aydınlatılması için gerekli ışık yoktu; bu nedenle bir kahvehaneden büyük bir asma lamba getirilip, salonun ortasına asıldı.
Ve o gün… 23 Nisan 1920
Hay babam, hay…
Ulus, kendi elleriyle, o günkü dar koşullarda, kendi meclisini kurmuştu.
Türkiye büyük çırpınışların, kaygıların olduğu ortamda; en büyük ulusal kurumunu kendi elleriyle yaratmıştı… O meclis, ulusun yazgısına el koyacaktı.
En yüce güç, ulusun gücü ve onu temsil eden en önemli kurum da Büyük Millet Meclisi’ydi. O günlerden bugünlere ne kaldı?
Ülkemizde olup bitene bakıldığı zaman, kimi zaman düş kırıklıkları yaşamak olanaklı değil… Böyle olmamalıydı diyeceğiniz yığınla şeyler var…
Bir yönden de çok şey anlamını hala koruyor. Bize düşen ne?
Anlamını yitiren şeyleri yeniden anlamlı kılalım, kalan ne varsa, onları da daha nitelikli ve işlevsel yönden güçlendirelim… Tarihi özümüze ve anlamımıza yönelelim.
23 Nisan geliyor: Coşkusu daha bugünlerden sarsın bizi, yüreklerimizi…
Unutmayın; Meclis’i bizler, bizim gibi düşünenler, yurtseverler yarattılar.
Meclis yurtseverlerindir; ulusa ihanet etme eğilimi içine girip, ülkenin birlik ve bütünlüğüne kast edenler değil… Yıpranan imgeyi ve işlevi yeniden diriltelim.
İmgeye ve yapılan işlere, tarihsel derinliği olan yeni anlamlar verelim…
Meclis, ulusun meclisidir. Kimi para babalarının ya da çıkar duygusuyla ulusal istenci önemsemeyenlerin tekelinde olamaz o yüce kurul..
Ulusun gerçek iradesini içinde taşıyan kutsal bir kurum olarak hep ayakta kalmalı ve bu yönüyle ulusun kaderinde, ulusun çıkarlarıyla bütünleşmiş bir politik duruşu inatla kendi içinde taşımalıdır. Bu nedenle şimdiden, bütün yüce Türk Ulusu’nun 23 Nisan Ulusal Egemenlik bayramını kutluyor, yurduma sıcak bahar havalarıyla birlikte nice esenlikler ve güzellikler gelmesini gönülden diliyorum… (13.04.2014)

Yarbay Mehmet Alkan: Albaylık beklerken tek kelimeyle ihraç edildim

Yarbay Mehmet Alkan: Albaylık beklerken tek kelimeyle ihraç edildim

Yarbay Mehmet Alkan: “Albaylık beklerken tek kelimeyle ihraç edildim”

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Yarbay Mehmet Alkan, şehit olan kardeşinin cenazesindeki isyanıyla Türkiye’nin gündemine oturmuştu ve KHK ile TSK’dan ihraç edilmişti. Aylar sonra konuşan
eski Yarbay Alkan, ‘Albay olacakken ihraç edildim’ dedi. (AYDINLIK, 27.02.2017)

Yarbay Mehmet Alkan, şehit olan kardeşinin cenazesindeki isyanıyla Türkiye’nin gündemine oturmuştu. Mehmet Alkan, RS FM’de Yavuz Oğhan’ın “Bi De Bunu Dinle” programına konuk oldu ve değişen hayatı ile verdiği hukuk mücadelesini anlattı. Yarbay Mehmet Alkan, ihracına neden olan o cenaze gününü şu sözlerle anlattı:

“Biz 9 kardeşiz, ben erkeklerin en büyüğüyüm. Ali, en küçüğümüzdü. Göreve gitmeden önce son 2 yıl yanımda kaldı. Aynı evi paylaştık, aynı işyerinde çalıştık. Şehit olduğu yer de benim bizzat görev yaptığım yerdi. Ben cenazeye Yarbay Mehmet Alkan olarak değil şehit ağabeyi olarak katıldım ve konuştum. Kardeşimin cenazesinde o an aklımızdan geçen ne varsa dile getirdiğimiz bir husustu. Söylediklerim benim sözüm değildi aslında, milletin aklından geçen, herkesin kendi arasında konuştuğu, dile getirdiği bir husustu. Ben sadece yüksek sesle
dile getirdim.”

‘ŞEHİTLİK HEP GARİBANLAR İÇİN’

Yarbay Mehmet Alkan: ‘Şehitlik hep garibanlar için’ Cenazedeki tepkisi nedeniyle uyarı alan Yarbay Alkan, TSK’deki görevine devam etse de yaşadıkları yıpratmış, psikolojik tedavi yardımı almış. Alkan görevden alınmasının kardeşi yaşamını yitirdikten sonra katıldığı bir toplantıdaki ifadeleri nedeniyle olduğunu söylüyor:

“Ali’nin olay gecesi yanında mevzide olan, hayatlarını kurtardığı, vesile olduğu 9 askeri, terhis olduktan sonra benim yanıma geldi. Evlerine, memleketlerine gitmeden benim evime geldiler. Sonra da Osmaniye’ye komutanlarının mezarına gittiler. Ben de Osmaniye’ye bir hafta sonra kardeşlerimle beraber gittim. Mezarlık ziyaretinden sonra Şehit Yakınları ve Gaziler Derneği‘nde yakınlarıyla bir sohbet toplantımız oldu. Toplantıdaki konuşmam da söylediklerimi bugün yine söylerim.

  • Bu ülkede 32 yıldır şehit veriliyor ama bir türlü çözülmüyor.
  • Çünkü ülkeyi yanlış yönetenler, yanlış kararlar alanlar bunun bedelini ödemiyor.
  • Bedeli sadece polis, asker, korucu, öğretmenler yani garibanlar ödüyor.
    Şehitliği yükseltiyorlar hep. Şehitliği yükselten arkadaşların kendileri ya da yakınları şehit olmadığı sürece şehitlik süper bir şey. Çünkü onlar için öyle bir ihtimal yok.
    Bu ancak garibanlar için olabilecek bir şey.Konuşmalarımız basına yansıyınca bu kez hem adli hem de idari soruşturma açıldı. TSK’dan ihraç talebiyle geçtiğimiz haziran ayında Yüksek Disiplin Kurulu toplantısı oldu. Başta Ankara Barosu başkanı olmak üzere yaklaşık 40 avukat savunmak için hazır bulundu. Ama kurul bir karar vermedi.”

‘ALBAY OLACAKKEN İHRAÇ ETTİLER’

Yarbay Alkan asıl savunmasını yapmak için hazırlanıp, albay olmak için gün sayarken, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL KHK’sıyla 48 bin kişiyle birlikte ihraç edildi:

“1 Eylül’de hiç beklemediğimiz bir şekilde bir kararnameyle 48 bin kişilik listeye bir satır olarak beni de koyduklarını gördüm. İnanamadım, benim 30 Ağustos’ta Albay olmam gerekiyor. Beni atıyorsan bile albay olarak atman gerekiyor. İhraç edilmemle ilgili bildiğimiz ya da söylenen hiçbir gerekçe yok. Hakkımda işlem yapanlarla ilgili dava açtım. Çünkü

  • Beni FETÖ ile aynı işleme tabi tutmak alçaklıktır.
    Hakkımda herhangi bir adli soruşturma yoktur olamaz da.
  • Hakkımda işlem yapanlar ve yaptıranlar, kendi FETÖ’cülüklerinin yüzde biri kadar FETÖ’cü olduğumu ispat etsinler, her şeyden vazgeçeceğim.
  • Yetkililer FETÖ hakkında birilerine işlem yapacaksa ilk önce kendi haklarında yapmalı.”
    ===================================
    Dostlar,

Bu haberi okuyunca John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” adlı yapıtı usumuza geldi.
İlahlar, Türkiye nam coğrafyada gazaba gelmişler ve OHAL KHK’sı kılıcıyla onbinleri doğramaktalar. Kuru ya da yaş, masum ya da suçlu, at izi ya da iti izi.. karmakarışık. Üstelik yapılan vahim ve fahiş hataların giderimi (telafisi) de çoğu kez olanaksız. Çelik çembere alınan insanlara hiçbir umut bırakılmaksızın özekıyıma (intihara) sürükleniyor.

  • Genç akademisyen Dr. Mehmet Fatih Traş geçen hafta Adana’da intihar etti!
    İşten çıkarılmış, hocalarının dışarıdan 2 ders verme desteği de engellenmişti.
    Umudun tükendiği yerde “intiharı” seçmek zorunda bırakılmıştı.
    Genç akademisyen Dr. Mehmet Fatih Traşın gerçek katilleri kimlerdir?
    Yazarsak suç olur mu? Yazmazsak suç işlememiş sayılır mıyız?Ülkemizin gündeminde bu süreç “sivil ölüm” olarak adlandırılıyor. Sözde “idam” AKP tarafından AB baskısıyla anayasadan (+ ceza yasasından) çıkarılmış durumda. Biz bu vahşete “post-modern idam” diyoruz..  İntihar etmeseler bile kurbanlar ve yakınları ağır depresyon vb. ciddi ruhsal bozukluklara, yoksulluğa, yoksunluğa, itilmişliğe, ötekileştirilmeye, yalnızlaşmaya itiliyor. Bunca ağır ceza kişisel olarak da kalmıyor böylece. Damgalanan insanların emekli olma, unvanlarını kullanma, mesleklerini sürdürme olanağı da verilmiyor. Malvarlıklarına el konduğu da..
    Tam bir damgalanma!
    Böylelikle dolaylı olarak kalıcı biçimde tasfiye edilmiş oluyorlar.
    Hukukun evrensel ilkelerinin, insan haklarının, anayasa ve ceza hukukunun
    en temel ilkeleri ayaklar altında..ABD, 1963-73 arasında Vietnam’da 10 yıl savaşmış ve ordusu çok büyük yitikler vermişti. 60 bin ABD askeri ölmüş ya da yitmiş, onbinlerce ABD askeri bedensel
    ve ruhsal olarak ağır zedelenmeler (travmalar) yaşamıştı. Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) [Post traumatic Stress Disorder – PTSD] başta olmak üzere pek çok ruhsal sorun onbinlerce ABD askerini ciddi olarak hastalandırmıştı. Bu insanlar sosyal yaşamdan kopmuş, yuva kuramamış, iş edinememiş, kariyer yapamamış…. psikiyatrik sağaltıma, psikolojik desteğe, ilaçlara bağımlı duruma düşmüşlerdi. Ağır ve kalıcı yeti yitimine uğramış engelli kalmışlardı. Ezici çoğunluğu ise alt sosyoekonomik sınıflardan gelen Zenci, Hispanik, Indian (Kızılderili) yoksul ve
    iş bulamadığı için ABD ordusuna girmiş, bir bölümü de lejyoner (paralı asker) idi..

ABD neredeyse yarım yüzyıldır bu ağır toplumsal sorun ile deyim yerinde ise boğuşmakta.. “Veterans Administration” (Gaziler İdaresi) bu amaçla özel olarak kuruldu ve ABD bu uğurda yüzlerce milyar dolar (belki de birkaç trilyon dolar!) harcama yapmak zorunda kaldı..

Ne yazık ki, benzer bir acı tablo ülkemizi bekliyor, hatta yaşanıyor. 12 Mart 1971,
12 Eylül 1980 mağdurlarını 15 Temmuz 2016 sonrası OHAL KHK kurbanları izledi. üstelik bu kez “tasfiye edilenler” yüz bini çoktan geçti..

Nazilerin bile akıl edemediği biçimde pasaportlarına da el kondu!
Führer’in faşist Almanyasında bilim insanları pasaportları ile Mustafa Kemal Paşa‘nın Türkiye’sine sığınmışlardı (1933 sonrası ve 140’ı aşkın parlak bilim insanı!)

Benzer tablolar insanlığa karşı suçtur, zamanaşımı yoktur.
Birkaç kez ağırlaştırılmış yaşamboyu (müebbet) hapis cezasına çarptırılan insanlar bile 40 yıl yattıktan sonra çıkabilecekleri umudu ile yaşama tutunmaktadırlar.
Türkiye elbette FETÖ ve militanlarını hukuka uygun biçimde cezalandırmalıdır. 1984’ten bu yana 32-33 yılda can yitiklerimiz 40 bine yakın. ABD’nin Vietnam yitiklerine yaklaşıyor.

Türkiye İNSANCIL HUKUKU asla elden bırakmamalıdır.
Hele hele AKP içinde FETÖ’cü milletvekili, bakan, parti yöneticisi… kadrolarına hiç dokunmayıp yüzbiini aşkın insanın üstüne Tanrıların gazabı düzeyinde gitmek olağanüstü yanlıştır.

Türkiye ABD kadar ağır bir “Veterans sendromuna” sürükleniyor; aman dikkat!

  • Kılı kırk yarmak, itirazları hızla ve duyarlıkla değerlendirerek yanlış işlemler geri almak zorunludur.
  • OHAL asla kötüye kullanılmamalı, Anayasa – yasalar- hukuk -uluslararası andlaşmalara mutlak saygı gösterilmelidir.
  • OHAL koşulları hızla giderilmeli ve olağan rejime dönülmelidir.
  • OHAL KHK’ları Anayasa – yasalar- hukuk -uluslararası andlaşmalara mutlaka bağlı kalmalı, ölçülü – orantılı olmalı, OHALilan gerekçesiyle sınırlı olmalıdır.
  • Cezalar kişisel, ölçülü, geri döndürülebilir, insan onuruna saygılı olmalı ve
    kesinleşmiş bağımsız mahkeme kararlarına dayanmalıdır.

TSK’dan uzaklaştırılan Yarb. Mehmet Alkan‘ın feryadının yanlış, haksız.. olduğunu
kim söyleyebilir?? Çığlıklar herkesin, özellikle iktidarın vicdanınadır :

  • ‘ŞEHİTLİK HEP GARİBANLAR İÇİN’ midir?

Bu vahim yanlışları yapanlar, en azından çok ağır vicdan azabına mahkumdurlar.

  • “Yetkililer FETÖ hakkında birilerine işlem yapacaksa,
    ilk önce kendi haklarında yapmalı.”

ADALET salt ülkenin  temeli olmayıp, tüm erdemleri (fazilet) içeren en üst erdem
ya da erdemlerin erdemidir.. Onsuz yaşam düşünemiyoruz, olmamalıdır..

Sevgi ve saygı ile. 28 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Anayasa hukukçularından ‘Kuvvetler Birliği’ uyarısı: Kurgu Erdoğan’a göre..

Anayasa hukukçularından ‘Kuvvetler Birliği’ uyarısı: Kurgu Erdoğan’a göre..

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
Türkiye’nin önde gelen anayasa hukukçuları, Meclis’e sunulan anayasa teklifinin, ülkeyi kuvvetler birliği sistemine ve otoriterleşmeye götüreceği uyarısında bulundu. Hukukçulara göre “Erdoğan’a göre kurgulanmış bir sistem” hedefleniyor.

Türkiye’nin önde gelen anayasa hukukçuları, TBMM Başkanlığı’na sunulan anayasa teklifinin, ülkeyi kuvvetler birliği sistemine ve otoriterleşmeye götüreceği uyarısında bulundu. Hukukçular, teklifle oluşturulmak istenen “Cumhurbaşkanlığı sisteminde” kontrol-denge mekanizmasının olmadığını vurgularken, 316 milletvekilinin görmeden imza attığı tekliften demokratik bir sistemin çıkmayacağını, bunun “Tayyip Erdoğan’a göre kurgulanmış bir sistem” olduğunu kaydetti.

Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu: Teklif, sayın Tayyip Erdoğan’a göre kurgulanmış bir sistemdir. Cumhurbaşkanlığı sistemi diye bir sistem yok. Bu teklif, ülke açısından Türkiye’deki parti disiplini de düşünüldüğünde çoğunluğun yasama ve yürütmeye hâkim olacağı bir otoriteleşmeye götürür. Çünkü Cumhurbaşkanlığı seçimi ile Meclis seçimi beraber yapılıyor. Parti lideri, Cumhurbaşkanı adayı olacaktır. Seçimi kazandığında Cumhurbaşkanlığı makamı, parlamentoda çoğunluğu aynı partide olacağından yargıya ilişkin atamalar Cumhurbaşkanı ve TBMM tarafından yapılıyor. Çoğunluk partisi yargıya atamaları yapacak. Yasama, yürütme ve yargının çoğunlukta odaklandığı kuvvetler birliğine dönüşecektir. Bunun doğuracağı sistem otoriter bir rejim olacaktır. Yargı da kuvvetler birliğine dahil olmuş olacak. Bunun adı çoğunlukçu demokrasi, çoğulcu değil. Yasama, yürütme ve yargı bir çoğunluk doğrultusunda oluşacak. Kontrol-denge mekanizması yoktur. Buradan bağımsız – tarafsız yargı çıkmaz.

Avukat Turgut Kazan: Anayasa kitaplarının yazdığı başkanlık sistemi dahi değildir. Bu, çokça edebiyatını yaptıkları Türk tipi başkanlık sistemidir. Getirdikleri sistem tek adam sistemi. Bütün yetkilerin Saray’a teslim edileceği bir sistem. Oysa başkanlık sistemi kitaplarda, kuvvetler ayrılığının en kesin olduğu sistem olarak anlatılır. Çünkü başkanlık sistemi denilen sistem tek adam sistemine, krallığa, imparatorluğa dönüşeceği için kesin ayrılıklar vardır. Yasama organı bir frendir. Denetleme görevi yapan bir organdır. Yargı organı kesin bir denetim organıdır. Bizde ise sayın Erdoğan’ın Genel Başkanı olacağı bir sistemi düşünün. Milletvekillerini Erdoğan belirleyecek. Yasama organı Saray’a bağlı bir organ ve onay makamı olacak. Yargı organının da hem AYM hem HSYK hem de Danıştay, Yargıtay ve bütün mahkemeler Saray’a bağlı olacak. Dolayısıyla hiçbir fren mekanizması olmayacak. Böyle bir sistem korku imparatorluğudur, karanlık bir döneme geçiştir. Getirilen bu sistem padişahlıktır. Bir gün bu anlayışın da teleffuz edileceğine inanıyorum.

Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu: İktidara mensup 316 vekilin biat etme zihniyeti içinde üç dört kişinin hazırladığı bir metni görmeden, okumadan, değerlendirmeden imzaladığı bir tekliften demokratik bir anayasa değişikliği çıkmaz. Bu anayasa değişikliği teklifinin nedeni sayın Cumhurbaşkanı’nın fiili durum yaratması, Anayasayı askıya aldığını ilan etmesi karşısında ona anayasal bir zemin hazırlama gayreti ise sayın Cumhurbaşkanı’nın bundan sonra yine kendisinin uygun gördüğü bir şekilde yeniden fiili durum yaratmasının veya yapılan değişiklikleri askıya almasının önüne geçecek herhangi bir güvence bulunmamaktadır. Yapılan ‘Cumhurbaşkanlığı’ ismi altında gerçekte başkanlık sisteminde bulunan denge ve kontrol gereğinin bir tarafa bırakılması ve yürütmenin tamamen denetimsiz hale getirilmesidir. (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/643837/Anayasa_hukukcula rindan__Kuvvetler_Birligi__uyarisi__Kurgu_Erdogan_a_gore.html, 12.12.16)
==============================
Dostlar,

Erdoğan’ın 3. Abdülhamitleşmesine “ne yazık ki” (!) zamanın ruhu elvermiyor..

Şu sözler Mustafa Kemal Paşa‘nın :

  • Yasa koyan insanlar birtakım seçkin özelliklere sahip olmak zorundadır. O özelliklerden birincisi şudur efendiler: Yasa öneren, yasa yapan, yasa koyan bir insan, insanlığın bütün hislerini bütün ihtiraslarını herkesten daha çok sezer ve bilir. Fakat nefsini herkesten çok ve tümüyle, bütünüyle bunlardan ayırt etmek kudret ve yeteneğine sahip olmalıdır.Bu seçkin özelliklere sahip olmayan insanlar, insan topluluğu için yasa yapmak hak ve yetkisinden men edilmiştir. Efendiler, yasalar duygulara dayanarak ve uyularak yapılmaz. (1.12.1921, TBMM) 
  • Hukukta yatıştırma siyaseti ve asılsız öykülere bağlılık, ulusları uyanmaktan alıkoyan en ağır bir karabasandır. Türk ulusu, üzerinde böyle bir ağırlık bulunduramaz.
  • Günün gereklerine uygun yasa yapmak ve onu iyi uygulamak zenginlik ve ilerleme araçlarının en önemlilerindendir. (1925)

Erdoğan ve AKP açıkça ve fiilen Anayasayı askıya almışlar, uygulamamaktadırlar.
Kendilerini ve kamuoyunu fiilen (de facto) bu hukuk dışı duruma alıştırma çabası içindedirler. Biz de apaçık yazalım : Anayasayı çiğneme – ihlal suçu işlenmektedir!

5237 sayılı Türk Ceza Yasası’nın ilgili maddesi (ilk fıkra), bir kez daha, önemi nedeniyle aşağıdadır :

BEŞİNCİ BÖLÜM:
ANAYASAL DÜZENE VE BU DÜZENİN İŞLEYİŞİNE KARŞI SUÇLAR

Madde 309 – (1) Cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar.

Erdoğan ve AKP’si tam da bu suçu birlikte işlemektedirler ve siyasal iktidar gücü ile Cumhurbaşkanlığı makamının anayasal korunma – dokunulmazlık düzenlemelerini fiilen ve açıkça kullanarak, adeta cebir ve şiddetle bu ağır anayasa ihlalini yapmaktadırlar.

Yaratılan hukuk dışı fiili durum = anayasayı ihlal suçu görmezden gelinerek, yapılmak istenen değişikliklere, pervasızca, Bakan – Başbakan düzeyinde, TEK ADAM REJİMİNE gerekçe yapılmaktadır!

Bu suçun teşebbüs düzeyinde kalmasının bile cezası Yüce Divan’da (Anayasa Mahkemesinde) yargılanmak ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yaptırımı ile karşılaşmaktır.

Aristoteles‘ten bu yana 2400 yıldır siyaset bilimi yazınında yöneticilere ılımlılık – denge önerilmekte, uçlara savrulmamaları ve diktatörlük eğilimlerine kapılmamaları salık verilmektedir. Tersine davranışların, yöneticilerin TİRANLAŞMASININ halkın direnme – isyan hakkı doğuracağı ve bunun haklı – meşru olduğu vurgulanmaktadır. Hatta sonraki siyasetbilimi yazarlarınca, yöneticinin tiranlaşması durumunda “Tiranisid” (tiranı öldürme) yetkisi bile meşru bir hak olarak tanımlanmaktadır. (Bkz. Salisburyli John – Tiranı Öldürmek..)

Bu “marazi sevda” dan vazgeçmek gerekiyor yol yakınken. AKP – Erdoğan Türkiye yönetiminde “muazzam” bir güce sahiptirler. Tek başına iktidarları 15. yılındadır. Devletin bütün kurumlarında dehşet verici düzeyde örgütlenmişlerdir. Cumhurbaşkanlığı makamı, 12 Eylülcülerce Kenan Evren için özellikle güçlendirilmiştir. Asla bir güç zaafiyeti yoktur, hatta çoğulcu demokratik rejim açısından kabul edilemez derecede Yürütme güçlüdür, TBMM’yi (Yasamayı) ve Yargıyı baskılamaktadır.

Bundan sonrası artık demokratik cumhuriyetin tasfiyesi ve baskıcı – otoriter – totaliter – despotik… sultanlık rejimi olacaktır ki küresel konjonktür Erdoğan’ın gönlündeki hastalıklı sultanlık yangınını söndürmesine elvermediği gibi, ülkemizin neredeyse 200 yıla varan demokratikleşme deneyimi de bu çok tehlikeli ve kabul edilemez serüvene geçit vermeyecektir.

Sorun, Cumhuriyetimizi giderek demokratikleştirerek taçlandırmaktır.

Erdoğan’ın 3. Abdülhamitleşmesine “ne yazık ki” (!) zamanın ruhu elvermiyor..

Sevgi ve saygı ile.
12 Aralık 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com

Yazımızın pdf biçimi : 
ERDOGAN’IN_3._abduhamitlesmesine_ne_yazık_ki_zamanin_ruhu_elvermiyor

Uğur CİLASUN : NUTUK

NUTUK

portresi

Dr. Uğur CİLASUN
YURT Gazetesi,
07.11.16

6 Kasım 2016 günü sabah uyandım. Memlekette vaziyet-hâl ve ahvâl-i şerait şöyle idi:

Misak-ı Milli sınırları dışında dost olarak bir tek komşu devlet kalmamış idi.
Ordumuz, Suriye’de eğittiği başıbozukları, IŞİD denen İslami terör örgütünün üzerine gönderiyormuş gibi yapıp, Suriye idaresine muhalif Kürt kuvvetlerine hücum ettiriyordu. Sultan ve Sadrazam bu harekâtı tasdik etmeyen ABD’ye ‘’Eey Amerika’’ diye posta koyup, kapalı kapılar ardında temenna çekiyordu.
Eğitimli başıbozuklar bir gün üç köy alıyor,ertesi gün beş köy verip geri çekiliyordu.
Sultan Irak’ta Musul’a sefer etmeyi ve fethetmeyi çok istiyordu.
Bunun için sınıra tanklar ve asker yığıyordu ama Irak Başbakanı, ABD ve Rusya ‘’hööt’’ deyince kıpırdayamıyordu.
Sultan hırsından muhtarları toplayıp onlara “gazanız mübarek ola” naraları attırıyordu.
Misak-ı Milli sınırları içinde terör örgütleri cirit atıyordu.
PKK’lı şakiler ve IŞİD’li haramiler her gün şehirlerimizde bombalar patlatıyor, asker, polis, sivil, çoluk-çocuk demeden insanlarımızı katlediyordu.
Buna karşı Saray ve çevresi hamasi nutuklar atıp, ölenlere rahmet, ailelerine başsağlığı dilemekten başka bir şey yapmıyordu.
Bütün memlekette “örfi idarenin” bir alt basamağı olan “Olağanüstü Hal” ilan edilmiş idi.
Meclis-i Mebusan’ın kanun yapma selâhiyeti elinden alınmış, Heyet-i Vekile’ye devredilmiş idi.
Bu suretle mebuslar, bir anda boşta gezen ‘kaldırım mühendislerine’’ dönüşmüş idi.
Anayasa lüzumsuz bir metin halini almıştı.
Bir iktidar mebusu, televizyonlardan, “Anayasayı yırtıp yakacağız” diye şirretleniyordu.
Anayasayı korumakla vazifedar mahkeme “yetkim yok” diye kanun hükmünde kararnameleri incelemeyi reddediyordu.
15 Temmuz akşamı “aslında iktidar bizim hakkımız” diye Cumhuriyete karşı ayaklanan FETÖ’cüleri, 31 Mart Vakası’nda olduğu gibi düzenli orduları ve demokrasiye inanmış sivil güçler marifeti ile defeden saray idaresi,

  • Bu ayaklanma bize Allahın bir lütfudur diyordu.

Darbecilerle birlikte nerede kendisine muhalif bir teşkilat mensubu, Darülfünun hocası, muharrir, gazeteci ve benzeri kişi varsa işinden ayırıyor, hapishaneye atıyor, olmadık eza-cefa yapıyordu.
Son olarak muhalif “Cumhuriyet” ceridesinin idareci ve muharrirlerini derdest edip hapishaneye tıkmıştı.
Sultan’ın “selahiyetlerinin azlığı” şikâyeti ile getirmek istediği, garplıların “Diktatorya” dedikleri idareye destek vereceğini açıklayan Meclis-i Mebusan’daki bir fırkanın reisi Devlet Efendi’nin arzusu üzerine, HDP Fırkasının Kürt mebusları gözaltına alınıp tutuklanıyordu. Memleketin afakını, büyük şair Tevfik Fikret’in dediği gibi bir “dûd-ı muannid” sarmış idi.

Ey Türk Gençliği!

İşte bu ahval ve şerait altında dahi vazifen Cumhuriyeti ve Demokrasiyi ilelebet müdafaa ve muhafaza etmektir. Muhtaç olduğun kudret sana “ATA”ndan tevarüs etmiştir.’’
================================
Evet Dostlar,

Meslektaşımız, bizim gibi Halk Sağlığı Uzmanı hekim olan ağabeyimiz Uz. Dr. Uğur Cilasun’un “NUTUK” adını verdiği “hiciv” ve “tarihsel analoji” yazısı yukarıda. Çok öğretici ve düşündürücü değil mi?? Tarihten eytişimsel (diyalektik) çıkarımları yap(a)mayan toplumların başı, benzer koşullarda benzer sonuçlar determinizmi gereği dertten – beladan kurtulamıyor; TARİH HAZRETLERİ TEKERRÜR EDİYOR!..

Oysa Mustafa Kemal Paşa bu olgunun da ayırdındaydı ve en büyük kutsal emaneti olan Türkiye Cumhuriyeti‘ni ne bağrında yetiştiği ve sonsuza dek Başkomutanı olduğu Ordu’ya ne de Kurtuluş Savaşı’nı Başkanı olarak verdiği TBMM’ye emanet etmiş; tam da TÜRK GENÇLİĞİNE bırakmıştı.. O denli emindi ki; kendi ölümlü bedeninin elbet bir gün toprak olacağını biliyor ama Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşayacağını haykırıyordu..

Sevgi ve saygı ile.
08 Kasım 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Cumhuriyet’e operasyon günü

Cumhuriyet’e operasyon günü

portresi_resmi

 

Emre KONGAR
Cumhuriyet
, 1 Kasım 2016

 

75 yaşına geldiğinde, daha 19 yaşında üniversite birinci sınıf öğrencisiyken, demokrasiyi askıya alan DP iktidarının polisi tarafından, fakültesinde üzerine ateş açılan çilekeş bir akademisyen-yazar… Gazetesine operasyon yapıldığını, yöneticilerin, yazarların gözaltına alındığını duyunca ne yapar?
***
Gözaltına alınacağı ihtimalini düşünerek hazırlanır:
Hemen aceleyle, her sabah almak zorunda olduğu ilaçlarını içer…
Duşunu yapar… Giyinir…. Gözaltına alınırsa, yanında götürmesi gereken ilaçlarını toparlar… Ve bilgisayarının başına oturur, o günkü yazısını düşünmeye başlar.
Aslında sonucu belirsiz ve ne işe yaradığı da pek bilinmeyen bir çabadır bu:
Yazıyı bitirebilecek midir? Bitirebilirse gazeteye yollayabilecek midir?
Yazı gazeteye ulaşsa, Cumhuriyet yarın sabah çıkabilecek midir?
Yarın gazete çıksa, yazı da yayımlansa Türkiye’de ne değişecektir;
40 yılı aşkın yazı yaşamında yazdığı kitaplar, makaleler, köşe yazıları ne işe yaramıştır?
Ama sonra silkinir ve kendi kendine mırıldanır:

“Ben yazılarımı, bütün yaşamımla bile bu dünyada hiçbir şeyi etkileyemeyeceğimi bilerek umutsuzca, ama tek bir makale ile tüm dünyayı değiştirebilecekmiş gibi bir sorumlulukla yazıyorum.” (Demokrasi ve Laiklik, s.87)
***
Bu yazıyı yazarken, bir an, Deja vu” denilen “Ben bunu yaşamıştım hissine kapıldım: 28-29 Nisan 1960, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 24 Ocak 1993, 2 Temmuz 1993, 21 Ekim 1999 ve daha nice unutulmaz uğursuz günler, böyle olayları toplumcak yaşadığımız ve benim iliklerime kadar etkilendiğim tarihlerdi. Derken, 31 Ekim 2016 sabahı, 21 Mart 2008 tarihinde, Cumhuriyet Gazetesi’nin Vakıf Yönetim Kurulu Başkanı ve İmtiyaz Sahibi, sevgili dostum İlhan Selçuk’un Silivri davaları dolayısıyla evinden gözaltına alındığı gün hissettiklerimi aynıyla yaşadığımı fark ettim:

Hukuk ve adalet adına büyük bir isyan… Gözaltına alınanlar adına büyük bir üzüntü… Rejim adına büyük bir hüzün! O zaman İlhan Bey’in sağlığı için endişelenmiştim… Şimdi çok ciddi hastalıklar geçirmiş ve geçirmekte olan Hakan Kara, Aydın Engin ve HikmetÇetinkaya’nın sağlıkları için kaygılanıyorum.
***
Özgürlüğümden mahrum bırakılma olasılığını hissedince önce mideme kramp giriyor, sonra garip şeyler üşüşüyor zihnime:
Hay Allah keşke sigarayı bırakmış olmasaydım.
Kahve içmem gerek, evde yeterince kahve var mı?
Yarın ay başı, nerelere hemen ödeme yapmalıyım?
Eşim uzakta, şimdi çok telaşlanır. Çocukların üzülmesini nasıl önlerim?
İlaçlarım yeter mi, yedek kaç kutu ilaç almalı?
Eve aramaya gelirlerse avukat çağırmalı mı; ama gazetenin avukatlarını da tutukladılar galiba? Bugünkü yazıyı ne yapmalı; bu durumda yazı yazılır mı?
Bir sürü randevu vardı, hepsini iptal etmeli; sonra insanlara ayıp olur!
Götürürlerse yanıma okumak için hangi kitabı almalıyım?
15 Temmuz üzerine yazmaya başladığım son kitabımı bitirmeye fırsat olacak mı acaba?

İlhan Başgöz olsa “Bu kaçıncı tehdit yahuuu” derdi; yeter artık be!
Gözaltına alınanlar arasında hastalar var, yazık, çok yazık! (Sağlamların gözaltına alınması yazık değil mi???) Yani abuk sabuk, garip, takıntılı düşünceler işte!
***
Hayır; bu, demokrasi filan değil…
Bu, FETÖ veya PKK terör örgütleriyle mücadele filan da değil…
Bu, yıllardır yazdığım, vurguladığım, toplumu uyarmaya çalıştığım gibi, resmen demokrasiye yapılan sivil bir darbenin ta kendisi!
======================================

“Bu da geçer” Saygın Aydınlanmacı Prof. Dr. Emre Kongar.. “Bu da geçer”
Dayan yüreğim dayan…

Dayan Cumhuriyet gazetesi,dayan!
Sonra da köklerine sıkı sıkıya sarıl; senin adını koyan Mustafa Kemal Paşa‘nın rotasına gir; tirajın 30-40 bin değil 130-140 bin olsun en az; o zaman sana dokunmak kimin haddi?

Sevgi ve saygı ile.
01 Kasım 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Can DÜNDAR : Niye çıldırdılar?

Niye çıldırdılar?

portresijpg


Can DÜNDAR
Cumhuriyet
, 01.10.2016

Biz sizi neyin çıldırttığını biliyoruz:

Hiçbir karşı ses duymak istemiyorsunuz. Hiç kimse size karşı çıkmasın, farklı bir görüş yazmasın, zulmünüzün hesabını sormasın istiyorsunuz. Yükselen her farklı sesin, başkalarını cesaretlendireceğini, başkanlık yolunu engelleyeceğini düşünüyorsunuz.

Bütün o yolsuzluk dosyalarının açılmasının, “sıfırlama” konuşmalarının yayımlanmasının, damat mail’lerinin yazılmasının, yandaş işadamlarının off-shore dosyalarının açılmasının, Gülencilerle eski ortaklığınızın hatırlatılmasının acısını çıkarmak istiyorsunuz. Medyanın neredeyse tamamını satın alarak, cezalandırarak, baskı uygulayarak dize getirmişken, “son kale” Cumhuriyet’in hâlâ direniyor olmasına katlanamıyorsunuz.

Onu yıkabilirseniz, adını taşıdığı Cumhuriyetin yıkılmasında önemli bir kavşağı daha dönmüş olmayı umuyorsunuz.
***
Biz, sizi neyin çıldırttığını biliyoruz    :
Batağa saplanan dış politikanızın, dünya önünde maskenizi düşüren kirli operasyonlarınızın, ülkeyi felakete sürükleyen savaş stratejinizin deşifre olmasından tedirgin oluyorsunuz.

OHAL fırsatçılığınızı, işten attığınız on binlerce insanı, demokrasiyi, hukuku nasıl katlettiğinizi, Güneydoğu’da seçilmişlerin yerine atanmışları koyarak, interneti yasaklayarak, nasıl bir polis devletine yöneldiğinizi kimse yazmasın, dünya duymasın diye çırpınıyorsunuz. Her gün ülkenin ilerici güçlerine saldırırken gericiliği beslemenizi, aydınları içeri alırken saldırganları salıvermenizi, okulları, üniversiteleri, mahkemeleri birer ikişer ele geçirmenizi Türkiye’yi dünyanın utanç listesine hapsetmenizi görmezden gelelim diye uğraşıyorsunuz.

Despotik bir başkanlık rejimini inşa edecek referanduma, hiç engelsiz gitme peşindesiniz. “Cumhuriyet’i de susturursak kalan muhaliflere gözdağı vermiş oluruz” diye düşünüyorsunuz.
***
Yanılıyorsunuz.
Karşınızda bir talimatla görevden aldığınız Başbakanınız, yeterince biat etmedi diye Saray’dan kovduğunuz danışmanlarınız, bir telefonla susturduğunuz medya yöneticileriniz, maaşlı trolleriniz, goygoycularınız, ihbarcılarınız yok.

Karşınızda her darbede aynı baskıları defalarca yaşamış, karanlığa karşı aydınlığı savunurken kurbanlar vermiş, sizin zorlamanızla harekete geçen Fethullahçı savcılara direnmiş, asla diz çökmemiş bir gazete ve onun yöneticileri, çalışanları, yazarları, okurları, destekçileri var. Bu baskının, bizi azaltmayacağını, tersine çoğaltacağını dün gördünüz.

Bunun sizi çıldırttığını biliyoruz    : Cumhuriyet’in bir türlü teslim olmamasını, tersine ona sahip çıkılmasını hazmedemiyorsunuz. “Bu kadar korkutuyoruz, hâlâ sinmiyorlar” diye öfkeleniyorsunuz. Biat kültüründen geldiğiniz için bu isyanı tanımıyorsunuz. Tanıtmak boynumuza borç olsun. Biz, susanlar kervanına katılmayacağız, ama siz, susturmaya çalışan darbecilerin, tezgâhçıların, Fethullahçıların, kirli listesinde yerinizi alacaksınız.
=====================================
Dostlar,

Can Dündar’ın bu yazısına şimdilik çekince (rezerv) koymadan destek veriyoruz..
Cumhuriyet gazetesi ayakta kalmalıdır.
İlk ve ivedi taktik hedef budur.
Sonrasında sıra, Cumhuriyet gazetesini yeniden köklerine uygun Kemalist çizgiye, İlhan Selçuk’ların hattına sokmaya gelecektir..

Ayrıca bu gün, 1 Kasım 1922’de Saltanatın, Osmanlı Padişahlığının kaldırılmasının 94. yılındayız.

Mustafa Kemal Paşa ile dava ve silah arkadaşlarının Cumuriyet’e giden yoldaki bu görkemli devrimlerini saygı ve bağlılıkla ile selamlıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
01 Kasım 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

“HACI ANESTİ!.. GEL DE ORDULARINI KURTAR!”

30 AĞUSTOS 1922

“HACI ANESTİ!.. GEL DE ORDULARINI KURTAR!”

(-Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!)

portresijpg
Prof. Dr. Kemal Arı
https://www.facebook.com/kemal.ari/posts/10153451791782860:0

 

 

Türk topçusu ve piyadeleri, beş günün sonunda Dumlupınar’a ulaşmışlardı.
O güne değin süren şiddetli muharebelerle pek çok çephede düşmana ağır darbeler vurulmuş
ve geri çekilmeye zorlanmıştı.
Bunun sonunda artık, bir ölüm kapanına düşer gibi, Dumlupınar’a toplanmış bulunuyorlardı.
Türk ordularının kuzey ve güney kanatları birbirine yanaşarak, düşmanı hilal biçiminde bir kuşatmanın içine toparlamıştı…
Askerler aç ve yorgundu…
Günlerdir sıcak bir tas yemek yiyememişler; toz toprak içinde ölümle burun buruna düşmanla vuruşmuşlardı.
Anadolu toprakları Ağustos’un sıcağında, dökülen kanlarla sanki üzerindeki kirlerden arınıyor gibiydi…
Kir; yani işgal
Zillet dolu günler…
Ölümler, işkenceler…
Namus ve onurlara vurulan ağır darbeler…
Şimdi düşman yarım bir çemberin içinde, ne yapacağını bilmez bir durumda kıvranıyordu.
Süvariler ise batı geçitlerini tutmuş, kaçış yollarını tıkamıştı…
Her an, bir dere boyunca kaçmaya niyetlenen dağınık düşman birlikleri Türk süvarilerinin nefesini boyunlarında hissediyorlardı.
Önce korku ve panik halinde sağa sola kaçışlar oluyor, ardından da süvarilerin kılıçları yalım gibi şimşekler çakarak düşmanın gövdesine iniyordu.
Süvariler ise çoktan batı yönündeki kaçış yollarını denetimlerine almışlardı. Süvariler düşmana karşı yıldırıcı darbeler vuruyor; ani baskınlar düzenliyor, imha hareketi yapıyor, sonra da hızla çekiliveriyorlardı.

Mustafa Kemal Paşa, başkomutanlık karargâhını hemen ateş hattının yakınına kurdurmuştu.
Her an kendisine ulaşan hareket planlarını inceliyor; sık sık çadırının önüne çıkarak,
yanında kurmay heyetiyle elinde dürbünü, uzakları gözetliyordu.
Beş gündür, hemen hiç uyumamış gibiydi.
Harekatın her aşamasını gözden geçiriyor; kurmay erkanını topluyor, gelişmelere göre planını sürekli güncelliyordu…
Ara ara atına binip, sade muharip elbiseleri üzerinde, mevzileri gözden geçirmek için
siperlere gidiyordu…
Türk Ana işte üzerindeki kiri, pası; onca çirkinliği atmak üzereydi…
Gazi, yüreğinde heyecanlar; artık düşmanın iyice avucunun içine düştüğünü ve
kaçamayacak biçimde sarıldığını görüyordu.
Artık o anın geldiğini düşünerek, önce top atışı için emrini verdi…
Gazinin emri üzerine düşmanı sarmış Türk topçuları toplarını ateşlediler…
Kulakları patlatırcasına yoğun gürültülerle toplar düşman üzerine gülleler atıyor;
patlayan gülleler Dumlupınar’ı sanki yakıyordu.
Bir süre sonra top atışı yavaşladı.
Ardından da piyade ve süvarilerin taarruzu başladı.
Düşman ordusu bir iki basit hareketin dışında direnme yeteneğini bütünüyle yitirmişti.
Anadolu’yu baştan aşağı istila etmek için yollara dökülen koskoca Yunan ordusu
topçuların güllesi, piyadelerin süngüsü ve süvarilerin kılıçları altında adeta eriyordu.

Dumlupınar yaylası, Anadolu’nun namusları ve onurları üzerine yemin etmiş çocuklarının
sanki mitolojik destanlarına tanıklık ediyordu.
Bu direniş, Adalardan gelen Yunan saldırganlara karşı savaşan Truva’nın direnişinden
çok daha görkemliydi.

Mustafa Kemal Paşa, yitip eriyen, yok olmamak için sağa sola kaçışan, ancak sıvışacak
bir delik bulamayan Yunan ordusunu gözetlerken, gözlerini İzmir yönlerine dikmiş, haykırıyordu:

-“Hacıanesti! Gel de ordunu kurtar!”…

Hacıanesti; yani Yunan ordularının başkomutanı…
Ordusu yok olurken, Hacıanesti İzmir’de, bir yatın içinde kendisini Anadolu’nun fatihi sayıyor ve savaşı yönettiğini sanıyordu.
O günün sonunda Gazi Mustafa Kemal Paşa, yanında Fevzi ve İsmet Paşalar olduğu halde
savaş meydanında on binlerce düşman ölüsünün oluşturduğu yığınlar arasındaydı.
Bir ara yerde bir Yunan bayrağı gördü.
Yunan bayrağının savaş meydanında yerlerde sürünüp kalmasına içi yatmadı:
Çevresindekilere buyruğunu verdi:

-“Bayrak, bir ulusun bağımsızlığının alametidir, kaldırın!”

Yunan bayrağı Gazi’nin buyruğu üzerine yerden kaldırıldı ve kırık bir top üzerine serildi.
Mustafa Kemal Paşa kırık bir kağnı arabası gördü.
Kağnıya doğru yürüdü.
Yürüdüğü mesafe üzerinde o kadar çok insan ölüsü vardı ki, Paşa yeri geliyor, cesetlerin üzerine basmak zorunda kalıyordu.
Sonunda kağnı arabasına ulaştı.
Bir hamlede kağnının üzerine sıçradı.
Oradan, insan ölülerini, dumanı tüten yangın yerlerini görüyordu.
Parçalanmış toplar, ölüp kalmış hayvanlar, kanlar içinde insan cesetleri, silah yığınları,
tüten ateş kümeleri; barut ve kan kokusu
Görüntüden tiksindi.
Binlerce genç yaşta, yaşamın ne olduğunu bile tam kavrayamadan gövdeleri parçalanmış,
kan ve barut yanığı içinde ölüp gitmiş insan ölülerine bakarken, içi bir tuhaf oldu.
Bu sahneye bakarken, çevresindekilere şunları söylüyordu:

-“Bu insanlık adına yüz kızartıcı bir sahnedir…”

Evet, yeri geldiğinde askerine ölmeyi emreden, ölümün üzerine ölmek için giden Gazi;
bu kez, düşmanı da olsa gencecik insanların cesetlerine bakarak, bu sonucu insanlık adına
yüz kızartıcı bir sahne olarak görüyordu.
Ne tuhaftı?
Zaferine koşarken insanlık, felaketinin de sonunu hazırlayabiliyordu.
Zıtlık içinde zıtlık; çelişki içinde çelişkilerle örülmüştü yaşam…
Bu ölüp giden gencecik insanlar, Anadolu’ya tıpkı İskender’in gelişi gibi coşkuyla,
zafer tutkularıyla gelmişlerdi. Olmadık cinayetlerin altına imza atmışlar;
Türkler’in onurlarını, kutsal değerlerini ayaklar altına alıp çiğnemişlerdi.
Ancak daha düne kadar, Anadolu’yu yutacaklarını sanırlarken, işte şimdi Anadolu kartallarının pençeleri altında can vermişlerdi.

Gazi devam ediyordu:
-“Ama ne yapalım ki bizi buna mecbur ettiler. Çünkü onlar birer caniydiler” …

Paşa bir yandan yaşananları, dökülen bu kanı ve ölümleri insanlık adına yüz kızartıcı olarak nitelerken öteki yandan da düşman askerlerini birer cani olarak görüyordu.
Niçin?
Anadolu’da öldürülen on binlerce günahsız insan, kirletilen namuslar, akıl almaz işkenceler, yok etmeler, yakıp yıkmalar, çalıp çırpmalar, bu sorunun karşılığı verilemez yanıtlarıydılar…
1 Eylül günü, Gazi Paşa, orduyu kutlayan bir genelge yayınladı. Ardından da o çok ünlü emrini verdi:

-“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir; İleri!”

=================================

Dostlar,

Sayın Prof. Kemal ARI kardeşimize teşekkür doluyuz bu ayrıntılı ve içtenlikli yazısı için..
30 Ağustos 2015’te de yayımlamıştık, yineliyoruz..
Saynın Prof. ARI’nın sağlık sorunlarını aşmasını ve gene Arı gibi üretmesini diliyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
30.08.2016, Tekirdağ

 Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmailcom