Etiket arşivi: Le Monde’

Sarı Yelekliler: Unutulanların öfkesi

Sarı Yelekliler: Unutulanların öfkesi

Sarı Yelekliler üç haftadır alım gücünün düşmesi ve başta akaryakıt olmak üzere çeşitli ürünlere yapılan zamlar karşısında sokaktalar. Gelir dağılımı adaleti en temel istemleri. Temsili demokraside temsil görevini üstlenenlerin zevk ve sefalarının son bulması (maaşlarının düşürülmesi, seyahat ve ulaşım harcamalarının denetlenmesi ve yalnızca zorunlu olanlarının karşılanması, eski cumhurbaşkanlarına ömür boyu ödenek uygulamasına son verilmesi, vs.) da bir o ölçüde istemleri arasında yerini alıyor. Temsilcileri aradan çıkarıp siyasete doğrudan müdahil olma istemleri bile var: Bireysel yasa teklifinde bulunmak istiyorlar. Köşelerinden çıkıp kendilerini unutmuş olan siyasilere seslerini yükselten kişiler bu protestocular. Kısacası “Biz de varız” diyenler.

Tıpkı Gezi eylemlerinde olduğu gibi, Sarı Yelekliler’in eylemleri vesilesiyle en çok dillendirilen konu, siyasetle olan mesafeleri ve örgütsüz olmaları. Protestocuların önemli bir bölümü eylemler öncesinde siyasetle ya çok zayıf ilişki içindeler ya da apolitikler. Hatta içlerinde hiç oy kullanmamış olanlar var. “Salt kendi çıkarları için hareket eden bu küçük siyasal toplulukla (siyasileri kastediyor) işi bitirmek gerek” diyorlar (Le Monde, 5 Aralık 2018). Zira, siyasilerin yalnızca kendi yerlerini korumak için mücadele ettiğini düşünüyorlar. Bu sözler bize sorunun önemli boyutlarından birinin “temsili demokrasiye duyulan güvensizlik ve siyasilere ilişkin bıkkınlık hali” olduğunu gösteriyor. Seçimlik demokrasiye yönelik bir “yetti artık” hali bu. Mevcut haliyle siyaseti yeterince anlamadığı, sıradan insan olarak hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini düşündüğü için siyasetten uzak durduğunu, ancak “siyasetin gündelik yaşamı üzerindeki etkisini anlamasıyla” bu eylemlere dahil olduğunu söylüyor birçoğu. Sokak siyaseti tam da bu noktada, daha az görünür, o zamana kadar sesi çıkmamış veya sesini duyuramamış olanlarda “yapabilirim, değiştirebilirim” düşüncesinin oluşması ve pekişmesi için olanak sunuyor. Oy sandığında tek başına iken, sokakta, sorunların ne kadar da ortak olduğunu görüp nicel gücünün farkına varıyor. Yapmak ve değiştirmek için araçlardan yoksun olmadığını görüyor. Sahip oldukları “dayanıklılık kayıtlarının”, yani insanların başlarına geleni anlamlandırmak, onunla mücadele etmek ve sorunların üstesinden gelmek için bireysel ve kolektif bir pratik dağarcığına sahip olduklarının farkına varma durumu bu.

  • İnsanların, aynı sorunlardan mağduriyet yaşarken ve kendi köşelerinde tek başına çaresizce ve sessizce durma halinden, köşelerini terk ettikleri, bir araya geldikleri ve kolektif pratik dağarcıklarını kullandıkları bir konuma geçme hali.

Sokakta öğreniyorlar. Siyasetin kendi gündelik yaşamlarının içinde ve hatta yaşamlarının bizzat kendisi olduğunu öğreniyorlar. Sokak siyaseti dayanışmayı ve yoldaşlığı öğretiyor, siyasallaştırıyor. “Blokaj eylemlerinde, barikatlarda, dinliyoruz, tartışıyoruz ve fikir alışverişi yapıyoruz” diyor bir Sarı Yelekli.

Maruz kalınan devlet şiddeti çoğu durumda bu dayanışmayı güçlendirir, safların sıklaşmasına neden olur. Ortak bir mesele, amaç etrafında seferber olan çok farklı görüşlerden insanlar birlikte hareket etmeyi öğrenir. Gruplar taleplerini dış dünyaya anlatmak için anlamları ve araçlar setini kullanmayı öğrenir, ki zaten sokak siyaseti bu açıdan oldukça zengin bir alet kutusuna sahip.

Sarı Yelekliler talep etmeyi ve seslerini duyurmanın yollarını öğrenirken, hükümet kanadından istemler karşısında gelen ilk yanıtlar cop, gaz bombası, şiddet ve hor görme oldu. “Seslerini duymamak olanaklı değil” açıklaması ve bir dizi geçici çözüm sonradan geldi. Salt bu tavrından dolayı Macron’u “demokrat” olarak niteleyecek değiliz elbet. Böyle olmadığını, hükümet sözcüsü Benjamin Griveaux’nun 5 Aralık tarihinde eylemlerin son bulması için açık çağrı yapmayanları da suçlu kabul etmesi ve “bu bir politik karşıtlık değildir, bu cumhuriyete bir saldırıdır” açıklamaları açıkça göstermiş oldu. Çünkü yalnızca protestocuları değil, protestoları açıkça eleştirmeyenleri de kriminalize etti (AS: suça bulaştırdı).

Macron hükümetinin zamları askıya alarak geri adım atması göstericilerde o kadar da heyecan uyandırmışa benzemiyor. En azından büyük bir kısmında. “Sanki maymunların önüne fıstık atıyorlar” diyerek tepki göstermeleri de bundan olsa gerek.

Hiçbir şeyi yarıda bırakmıyoruz” sözleri adeta başbakan Edouard Philippe’in sözlerine yanıt oluyor. Eylemcilerin büyük çoğunluğu Noel’e kadar eylemleri sürdürme eğiliminde. Yılın bu dönemi Paris’in en fazla turisti çektiği dönem. Zamanlama bu açıdan önemli. Hem seslerini daha çok duyurma hem de hükümeti köşeye sıkıştırma bakımından stratejik önemde bir zaman dilimi. Bununla birlikte, göstericilerden bir bölümü altı ay sonra yeniden sarı yelekleri giymeye hazır olduklarını belirterek hükümeti uyarıyor. Bu aynı zamanda şimdi sürdürmek isteyenlere de bir mesaj.

Önümüzdeki günler hareketin nasıl bir yol alacağını gösterecek.

Hareketin yayılıp başka coğrafyalarda da seferber edici bir kıvılcım olup olmayacağı da şimdilik net değil. Şimdilik ortalık sisli.

Bu denli yoğun sisin içinde açık olan şu ki, “unutulmuşlar” olarak tanımlanan Sarı Yelekliler toplumsal hoşnutsuzluklarını seslerini çıkararak giderme yolunu seçti. Üstelik de şiddetin muhatap alınmalarında önemli bir araç olduğunu, kendilerini görünür kıldığını düşünüyorlar.

İtirazı yalnızca alım güçlerinin düşmesine ve gelir dağılımındaki adaletsizliğe değil, onlar aynı zamanda “bizim seçtiklerimiz bizi ne kadar temsil ediyor” diye soruyorlar.

Hem de çok yüksek sesle.

Bu açıdan bakılınca da Sarı Yeleklilerin mücadelesi aynı zamanda siyasal sistemlerin yeniden inşa edilmesi mücadelesi

Foucault – İran Devrimi Türk Liberalleri ve İkiyüzlü Batı

ARŞİVİMİZDEN       :

Foucault – İran Devrimi Türk Liberalleri ve İkiyüzlü Batı

Av. Şevket ÇİZMELİ
Cumhuriyet, 4 Ocak 2014

1978 yılının yarısında İran’da militan İslamcısı grupların başını çektiği, laik milliyetçi liberal ve solcu koalisyonun yürüttüğü Şah karşıtı başkaldırı, giderek “dini terimlerle ve Hüseyin’in Kerbela’da öldürülmesini “ anan Muharrem törenlerine de yansıyarak ifade edilmeye başlamıştı (Focault ve İran Devrimi, Janet Afary Kevin B. Anderson, Boğaziçi Üniversitesi yayınları, 2010).
Protesto gösterileri Muharrem bayramında bir milyon kişinin katılmasıyla en üst sayıya erişmişti. 1979 Şubatında Şah’ın İran’dan kaçması üzerine sürgünden dönen Humeyni’nin öncülüğünde düzenlenen halkoylaması sonucu İran İslam Cumhuriyeti ilan edildi. İzleyen günlerde ise bilindiği gibi Humeyni’nin iktidarı, her gün artan kanlı uygulamalarla gelişerek pekişti ve hedefinde öncelikle birlikte yola çıktığı koalisyon ortakları ulusalcılar, liberaller, solcular ve İslamın doğası gereği kadınlar vardı.
Felsefi düşüncelerinin ayrıntılarını bir yana bırakarak Foucault’un, Doğunun geleneksel toplumsal, normlarına duyduğu ilginin başlangıcını, 1960’larda sömürgeciliğin çöküşü ile birlikte Batı düşüncesinin buhrana sürükleneceği öngörüsünün teşkil ettiği anlaşılmaktadır (Foucault ve İran Devrimi syf. 17). Halbuki Batı, kısa sürede globalleşme politikaları aracılıyla geliştirdiği finans enstrümanları ile, ekonomik sömürüsünü daha yaygın ve sahte barışçıl bir görüntüye büründürecektir.
Foucault 1978 Eylülünde İran’a ilk ziyaretini yaptı ve Ekiminde de Fransa’da Humeyni ile tanıştı. İran’a 2. gidişi 1978 Kasımında oldu ve İtalyan Corriere Della Sera gazetesinde makaleleri yayınladı. Bu makalelerde kabaca ulemanın otoriter bir rejim kurarak başta kadınlarınki olmak üzere her türlü insan haklarını ortadan kaldıracağına ilişkin kuşkuları bir yana bırakıp, İslam’ın “arkaik bir faşizm” den ibaret baskıcı devlet ideolojisini, 1970’lerin sonlarında fark etmemesi anlaşılır değildi.
Atlas Okyanusundan Uzak Doğuya uzanan kuşaktaki onlarca İslam devleti ve halkı
tüm ögeleriyle gözler önündeydi.
Kuran’a göre asgari Müslüman köktenciliği,
– hırsızın elinin kesilmesini ve
– kadının mirasının ikiye bölünmesini gerektirir.

Geleneğe dönülürse ulemanın da koşul koyduğu gibi;
şarap içerken yakalananlar kamçılanmalı ve
zina işleyen de kırbaçlanmalı ya da taşlanmalıdır.

Rakibimizi “Tanrı düşmanı” ilan etme göreneği eski geçerli bir yöntemdir fakat
hiçbir şey bundan daha kolay ve daha tehlikeli değildir.” (Maxime Rodinson,
İslamcı Köktendincilik Uyanıyor mu?, Le Monde, 6 Aralık 1978; 1981’de 3 bölümden oluşan bu 8 makale İngilizcede “İslam Diriliyor mu” başlığıyla çıkmıştır.) Nitekim İran’da mollaların yönetiminde Şii Mezhebinin ateşli söylemleri ile yürütülen kurtuluş aşaması, kısa sürede Humeyni’nin o tarihe dek bilinen kin dolu ilkel söylemleriyle beslenen
kanlı bir tasfiyeye dönüşmüştür.
Humeyni’nin kadın haklarını kısıtlamak için yalnızca “27” gün beklediği ve ilk iş olarak

– “kadınların yargıda çalışmasını yasakladığı” ertesi günü
– “boşanma hakkını kadınlardan aldığı”,
– spor yapan kadınlara yasak getirerek, çarşaf giymelerini emrettiği

görülmüştür. Humeyni liderliğindeki bu dönem giderek feministlerin, etnik ve dinsel azınlıkların, liberallerin, solcuların İslam adına büyük baskı altına alınması ve
toplu idamlara varan işkencelerin günümüze değin sürmesiyle kendini göstermiştir. Son olarak Humeyni 1989 Şubatında ölümüne yaklaşırken, Şeytan Ayetleri kitabı yüzünden Salman Rüşdi’yi ölüme mahkûm eden fetvasını yayınladı ve
bu Müslüman yazarın başına 6 milyon Dolar ödül koydu.
Hal böyle iken Türkiye yıllar önce Milli Görüş adlı tutarsız bir din programıyla siyasal arenada yerini almış Erbakan’ın çıraklarının kurduğu AKP’nin 2002 Kasımında iktidara gelmesi, Batı (ABD-AB) tarafından nerdeyse alkışlarla karşılanmıştır.
Batılılar burada Foucault’un değişik bir yüzünü temsil ederek sözde Ilımlı İslam aldatmacasıyla bu kuşkulu gurubu fütursuzca bağırlarına basmışlarıdır.
Dünyada ilk ve tek laik ülke olma onurunu taşıyan Atatürk Türkiye’sine tahammülü olmayan bu ikiyüzlü Batı, içeride onlardan daha ahlaksız bir yerli ittifak gurubunu
hazır bulmuştur. Önce basında kümeleşen ve daha sonra AKP iktidarı tarafından beslenip devlet örgütü, üniversiteler ve görsel medyayı işgal eden bu sözde liberal (LİBOŞ) kitlenin bir bölümü 2013’ün son günlerinde patlak ile son bulan dinci siyasetin iflasıyla kara yaslara bürünmüşlerdir. Başka bir bölümü ise kullanma miadı dolmuş malzeme gibi kenarda köşede yazgılarına terk edilmişlerdir. İkiyüzlü Batı ise, bu kez, AKP’yi antidemokratik uygulamaları nedeniyle derece derece sertleşen bir üslupla eleştirmeye başlamıştır.
Halbuki AKP’nin geçmişteki sicili Batı için hiç de öyle bilinmezlikleri barındırmıyordu. Üstelik yukarıda kısaca özetlenen İran örneği yanı başımızdaydı. Fransa’da İran yanılgısıyla öne çıkan Foucault‘un yalnızlığına karşın Türkiye’de hızla çok sayıda yandaş türemesi, iki dindar kültürünün benzemezliğindeki anlamlı ipuçlarıdır.

Onur ÖYMEN : Gizli Belgelerin Sızdırılması ve Basın Özgürlüğü


Gizli Belgelerin Sızdırılması ve Basın Özgürlüğü

Portresi_ATA_ile Onur ÖYMEN

Sayın Başbakan kimi gizli belgelerin bir gazetede yayınlanması üzerine o gazete ve haberi yazan gazeteci aleyhinde
çok ağır suçlamalarda bulundu ve yargıyı göreve davet etti.
Gizli belgelerin basına sızdırılması bütün ülkelerde yasaktır ve suç oluşturur.

Ancak bu gibi durumlarda demokratik ülkelerde yasal sorumluluk esas olarak belgeleri sızdıranlardadır. Bunları yayınlayan gazetelerin mahkûm edildiğini işitmedik.

Bunun en ilginç örneklerinden biri Amerika’nın 1945-1967 arasında Vietnam’da izlediği politikaların gerçek yüzünü belgeleyen ve Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon tarafından hazırlanan çok gizli belgelerin gazeteci Daniel Ellsberg tarafından elde edilerek basına verilmesi olayıdır. “Pentagon Belgeleri” denilen bu belgelerin bir bölümünü yayınlayan New York Times gazetesi belgelerden Başkan Johnson’un halka ve Kongre’ye sistemli olarak gerçek dışı bilgiler verdiğinin anlaşıldığını yazdı.

Belgelerde Güney Vietnam’ın ayrı bir devlet olarak ortaya çıkartılmasının Amerika’nın eseri olduğu ve Başkan Eisenhower’in Ngo Dinh Diem’in Devlet Başkanlığına seçilmesini sağladığı, daha sonra yönetiminden memnun kalmadığı Diem’e karşı 1963 yılında yapılan askeri darbenin de arkasında olduğu bildirilmekteydi. Amerika’nın darbeyi yapan generallerle önceden işbirliğinde bulunduğu ve darbeden sonra da onları desteklediği ifade edilmekteydi. New York Times bu gizli belgeleri yayınlarken Amerikan Anayasasına uygun hareket ederek hükümetin faaliyetleri hakkında halkı bilgilendirme görevi yaptığını yazdı.

Gazeteci Ellsberg de belgelerin, Başkanların Anayasayı ve içtikleri andı ihlal ettiklerini gösterdiğini belirtti. Hükümet yargı yoluna başvurarak New York Times’taki yayınları bir süre için engelledi. Ellsberg aleyhinde de casusluk suçlamasıyla dava açıldı. Buna karşılık New York Times da Yüksek Mahkemede Amerikan Hükümeti aleyhine dava açtı.

18 Haziran 1971’de Washington Post da Pentagon belgelerini yayınlamaya başladı. Savcının bu yayınları durdurma istemi mahkeme tarafından reddedildi. 15 gazete daha belgeleri yayınlamaya başladı. Federal Mahkeme, belgelerin yayınlanmasının engellenemeyeceği yolunda karar aldı.

Ellsberg ve arkadaşı Russo yargılandı, ancak Federal Mahkeme, ilk yargı sürecindeki hatalar nedeniyle bu iki gazetecinin serbest bırakılmasını kararlaştırdı.

4 Mayıs 2011’de belgeler üzerindeki gizlilik kaldırıldı ve 7,000 sayfalık Pentagon Belgelerinin tümü devletin kütüphanelerinde halkın bilgisine sunuldu.

Basının devletin kimi gizli işlerini ortaya çıkartmasının ilginç bir örneği de
Watergate skandalı oldu. Washington Post’un iki başarılı gazetecisi Bob Woodward ve Carl Bernstein, Cumhuriyetçi Başkan Nixon’un Demokrat Parti’nin binasına gizlice ajanlar soktuğunu kanıtladı. Beyaz Saray’da kurulan gizli dinleme aygıtlarıyla Başkanın içlerinde Jane Fonda, Barbra Streisand ve Paul Newman gibi sinema sanatçılarının da bulunduğu siyasal rakiplerini gizlice dinlettiği ortaya çıktı. Gazetecilerin yayınladıkları
bu bilgilerin sonucunda Başkan Nixon, Kongre tarafından görevinden azledilmek üzereyken istifa etti. Bu gizli işleri belgeleriyle bulup ortaya çıkartan gazetecilere ve onların gazetelerine karşı herhangi bir yasal işlem yapılmadı. Tam tersine,
onların çalışmaları ve elde ettikleri belgeler hakkında övücü sözler söylendi,
kitaplar yayınlandı ve bu çalışmalar bütün dünyada büyük yankılar yaptı.

Başka bir örnek de Wikileaks belgeleri denilen ve 2006’dan bu yana çeşitli ülkelere ilişkin gizli belgelerin Wikileaks örgütü tarafından basına sızdırılması olayıdır. Bu örgütün elinde toplam 1,2 milyon belgenin bulunduğu söylenmektedir. 2010’da Wikileaks’in Amerikan Hükümetinin dış temsilcilikleriyle gizli yazışmalarından oluşan 250,000’den çok belgeyi New York Times, Le Monde, The Guardian, Der Spiegel, El Pais gibi önemli gazeteler aracılığıyla kamuoyuna duyurması bütün dünyada yankı yaptı. ABD Wikileaks ve sorumlusu Julian Assange hakkında adli işlem başlattı. Belgeleri Wikileaks’e sızdıran Amerikan askeri Chelsea Manning 35 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve orduyla ilişkisi kesildi. İsveç ve başka kimi ülkeler Wikileaks’in özgün belgelerinin bir bölümüne
el koydular ama bu belgeleri yayınlayan gazeteler hakkında yargı yoluna başvurulduğu duyulmadı.

Aynı biçimde Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı NSA’nın eski görevlisi Edward Snowden, yabancı ülkelerin devlet adamlarının telefon konuşmalarını gizlice dinlendiği yolundaki bilgileri de içeren 200,000 gizli belgeyi basına açıkladı. Bu açıklamaları yapan Edward Snowden aleyhine ABD’nin hukuksal girişimleri oldu. Amerikalılar Rusya’yadan geçici sığınma hakkı elde eden Snowden’in iadesini istediler ama O’nun verdiği bilgileri yayınlayan gazeteler ve de Spiegel gibi dergiler hakkında yargı yoluna başvurulduğu duyulmadı.

Bu örneklerin de gösterdiği gibi, devletler gizli belgelerinin ele geçirilip yayınlanması konusunda çok duyarlıdırlar ve bu belgeleri sızdıranlar hakkında yargı yoluna başvururlar. Ama demokratik ülkelerde bu bilgileri yayınlayan gazetelerin yargılanıp mahkûm edildikleri duyulmadı.

Hükümetin Türkiye’de kimi gazetelerde yayınlanan gizli belgelerle ilgili tavrını belirlerken yalnız yasalardaki hükümleri değil, aynı zamanda dünyadaki bu gelişmeleri de
dikkate alması ve yasa dışı belgeler sızdıranlar hakkında yasal yollara başvururken
basın özgürlüğünü zedelemekten kaçınması ve belgeleri sızdıran devlet görevlileri yerine onları yayınlayan gazeteleri hedef almaktan kaçınması bence daha uygun olur.

Kim Hitlere Benziyor?


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Mahmut Adem, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nin
emekli öğretim üyelerindendir. Ülkemizin eğitim tarihini iyi bilenlerdendir. Bu yazısında salt eğitim tarihimizden örneklerle Başbakan RTE’nin nasıl gerici adımlar dayattığını ve Anayasa’yı, Devrim Yasalarını (md. 174) çiğneyerek eğitimi dincileştirdiğini işliyor.
Bir yanda Yüce Atatürk ve en yakın dava ve silah arkadaşı İsmet İnönü’nün devrimci ve ilerici adımları, bir yandan RTE’nin despot – dinci dayatmaları..
Hitler’e kim benziyor??

Sevgi ve saygı ile.
27.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================

Kim Hitlere Benziyor?

portresi
Prof. Dr. Mahmut Adem
Atatürkçü Düşünce Derneği
Yazı Kurulu ve Bilim Danışma Kurulu Üyesi

Gezi Parkı direnişi konusunda Başbakan Erdoğan’ın yaklaşımına, Almanya’nın önde gelen bir haftalık gazetesi, RTE’ye Hitler bıyığı takıp saçlarını da onunki gibi taranmış bir fotoğraf yayınlamış, “yeni diktatör” başlığını atmış. Benzer bir karikatür de Fransa’da

Le Monde gazetesinde yayınlanmış.

Hiç kuşku yok, bunun yorumunu okuyucu yapacaktır.

CHP genel başkanı ve öbür yöneticiler Başbakan’a “diktatör” deyince onlara yüklenmek, hatta belki de Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’yü halkın gözünden düşürmek için zaman zaman tek parti dönemini kötülemeye girişir. Çoğuna söylediği “diktatör mü arıyorlar, aynaya baksınlar, sizin geçmişiniz belli, genel başkanınız İsmet İnönü’nün bıyığı da Hitler’in bıyığına benziyordu..” vb.

  • “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz…”
Bizce burada önemli olan kişinin ne yaptığıdır. Bu bağlamda ben şu konu üzerinde durmak istiyorum:
Eğitimde, özellikle yükseköğretimde İsmet Paşa ne yaptı? RTE ne yapıyor?Bu bağlamda geçmişten ve günümüzden kimi kesitler sunacağım. Amacım, kesinlikle İsmet İnönü ile RTE’yi karşılaştırmak değildir.Çünkü;
Atatürk’ün en yakın silah ve dava arkadaşı,
– Kurtuluş Savaşı’nın Batı Cephesi komutanı,
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı,
Lozan barış görüşmelerinin Başdelegesi,
– 2. Cumhurbaşkanı,
– ülkemizi 2. Dünya Savaşı dışında tutan büyük devlet adamı,
– çok partili demokratik düzene geçişi büyük bir özen ve başarı ile gerçekleştiren,
– daha açık deyişle ülkemizin çok partili demokrasiye geçişini gerçekleştiren
(hiç kuşku yok, RTE’nın başbakan olmasının önünü açan) devlet başkanı…
1972 yılında kurultayca partisinin genel başkanlığına seçilen Bülent Ecevit’i, demokrasiye olan inancı ve ulusal iradeye saygısı gereği ceketini düğmeleyip kutlayarak bir demokrasi destanı yazmış, dolayısıyla tarihe mal olmuş
İsmet Paşa ile RTE hiçbir biçimde karşılaştırılamaz.
Eskilerin deyişi ile RTE, İsmet Paşa’nın eline su bile dökemez.
  • Bir ulus bireyleri ancak bir türlü eğitim görebilir.
    Bir ülkede iki türlü eğitim, iki tür insan yetiştirir.
    Bu ise; duygu ve düşünce birliğini ve dayanışma amaçlarını
    bütünüyle yok eder.”
İşte bu gerekçe ile Büyük Önder’in öncülüğünde İnönü Hükümeti, ulusal birliği güçlendirmek ve pekiştirmek amacıyla 1924’te Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) yasasını çıkarmıştır.RTE hükümeti;
– ulusu dindar-kindar / laik,
– türbanlı/ çağdaş,
– alevi/ sünni vb.
ayrıştırmak ve hayal kurduğu İslam devletine uygun insan yetiştirmek için
4+4+4 gece yarısı yasasını dayatmıştır.
Böylece 89 yıl önceki iki kanallı eğitime dönülmüş,
iki tür insan yetiştirilmeye başlanmıştır.
Bununla da yetinilmemiş, “Türk milliyetçiliğini ayaklar altına alıyorum.” demesiyle
RTE, 10,5 yıldır yaptıklarının üstüne tuz biber ekmiş, ulusal birliği temelinden sarsmıştır.İnönü Hükümeti;- başta Öğretim Birliği,
– hukuk devrimi,
– harf devrimi,
– dil devrimi,
– üniversite reformu…
olmak üzere gerçekleştirdiği devrimlerle, çağdaş uygarlığın yapı taşlarını birer birer örmüştür. Devrimlere karşı çıkan, hatta büyük taarruzdan birkaç ay önce Konya’da bir medrese talebelerinin askere alınmamalarını bizzat Başkomutan Mustafa Kemal’den isteyen Osmanlı medresesi kapatılmıştır. Ve evrensel ölçülerde bilim ve araştırma kurumu olan yeni bir üniversite kurulmuştur. İşte bugünkü AKP kadroları, anılan bu cumhuriyet okullarında yetişmiştir!Din eğitimi vermek için okullarda
anayasal olarak zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi okutuluyor.RTE iktidarında resmi ve kaçak Kuran kursları Milli Eğitim Bakanlığı denetiminden çıkarılmış ve
Kuran kurslarına gitmek isteyenlerin yaş sınırını kaldırılmıştır.

Buna karşın okullara

– “zorunlu” seçmeli Kuranı kerim,
– Hz. Muhammet’in hayatı,
– temel dini bilgiler,
– Arapça… vb. dersler konulmuştur.

  • Böylece bir tür herkese Arap alfabesi öğrenme zorunluluğu getirilmiş,
    Harf Devrimi yok sayılmıştır!
Kendi kendime soruyorum:
Hangi Arap ülkesinde Türkçe, okullarda ders olarak okutuluyor?
  • RTE hükümeti,
    Abdullah Gül’ün de koşulsuz onayı ile bilim yuvası çağcıl üniversiteyi
    yeniden “medreseleştirmiştir”.
– Bir üniversite, 33 yıl Osmanlı’yı gaddarca yöneten “Abdülhamit”e “fahri doktora” unvanı vermiştir.
Başka bir rektör de, mensubu olduğu tıp fakültesi için “ben buranın kimyasını değiştireceğim..” diyebiliyor.
Bu gücü kimden alıyor?
  • İslami eğitim veren sibyan medreseleri kaçak olarak kurulabiliyor.
Denetleyen var mı? Bir sonraki hedefleri, var olan İslam üniversitelerine ek olarak, yoğun şeriat eğitimi verilen ve Mısır’daki “Müslüman kardeşlerin” yetiştirildiği
El Ezher Medresesini Türkiye’de açmak mı?
Cumhurbaşkanı İnönü yönetiminde;
– ulusal,
– bilimsel,
– laik,
– karma ve
– uygulamalıeğitim verilen Eğitmen Kursları açılmış ve Köy Enstitüleri kurulmuştur.
Bu kurumlarda Cumhuriyetin öğretmenleri yetiştiriliyordu. Hedef ülke nüfusunun
% 80’inin yaşadığı 40 bin dolayındaki köyde yaygın olan bilisizliği (cehaleti) tümüyle ortadan kaldırmaktı. O günlerde ilköğretim sorununu şöyle değerlendiriyor Cumhurbaşkanı İnönü:

  • “İlköğretimi olmayan ülkelerde ortaçağ yönetimi tüm şekilleriyle sürer. Bilmeyen, siyasi güç sahiplerinin elinde, Ortaçağ”da olduğu gibi köle hayatı sürer. Hür vatandaşlardan birleşik bir millet olmanın çarelerinin başında, ilköğretim çaresi vardır. Davayı bu kadar geniş ve derin görmeliyiz.
    İlköğretim davası insan olmak, millet olmak davasıdır…” 

Oysa RTE yönetimi, temel yurttaşlık eğitiminin verildiği 8 yıllık kesintisiz zorunlu ilköğretimi 4+4+4 ucube yasası ile kesintili duruma getirmiş, böylece
imam-hatiplerin orta kısmını yeniden açmıştır.

Burada amaç, imam-hatiplerin gözde okullar olmasını sağlamaktır.
Ayrıca bu okul mezunlarının üniversitelerin tüm bölümlerine girmeleri sağlanmıştır.

Bu, Anayasa’nın 174. maddesine göre korunacak devrim yasalarının ilki olan
Öğretim Birliği yasasını yok saymaktır.

Çünkü bu yasada imam-hatip okullarının amacı, “imamlık ve hatiplik gibi dinsel hizmetlerin yerine getirilmesi ile görevli memurlar yetiştirmektir”.Cumhurbaşkanı İnönü yönetiminde 1946’da çıkarılan üniversiteler yasası ile,
ilk kez üniversitelere bilimsel ve yönetsel özerklik verilmiştir (A. S. 4936 sayılı yasa). Üniversite öğretim üyelerine, rektör-dekan vb. yöneticilerini seçme hakkı tanınmıştır.1956’da Demokrat Parti iktidarının üniversite özerkliğine müdahalesi üzerine
ana muhalefet lideri İnönü şöyle diyor:
  • “Özerk üniversiteyi rejimin temel öğelerinden biri sayarız.
    İktidar (DP), özerk üniversiteyi dili olmayan, işe yaramayan bir unsur haline getirmek istiyor. Bu yanlıştır, zararlıdır. ”

Bugün üniversitelerde rektör olmanın en önemli ölçütleri, AKP’den milletvekili aday adayı olmak, türbana yandaş olmak vb. Bu, RTE iktidarının amacı, üniversiteyi işe yaramayan bir kurum haline getirmek değil de nedir?

1960 askeri yönetimi Milli Birlik Komitesince çıkarılan bir yasa ile görevden alınan 147 öğretim üyesi, İsmet İnönü hükümetince çıkarılan başka bir yasa ile 1962’de yeniden eski görevlerine dönmüşlerdir.

12 Mart 1971 askeri müdahalesinden sonra başta Genel Kurmay Başkanı Tağmaç olmak üzere askerler üniversite özerkliğini kaldırmak istiyor. Ancak CHP lideri İnönü
şu gerekçe ile karşı çıkıyor:

“Üniversitedeki elemanlar Türkiye’nin en iyi eğitim görmüş, en iyi yetişmiş insanlarıdır. Oların kendilerini yönetemeyeceklerini nasıl kabul edebiliriz?”12 Eylül 1980 darbesini yapan generallerden yaşayan ikisinden yargıda darbenin hesabını sormak isteyen RTE iktidarı, darbe yasası YÖK’ü kullanarak üniversiteyi medreseleştiriyor.
Rektörler, Profesörler düzmece iddialarla 5 yıldır Silivri zindanında tutuklular.
  • RTE iktidarı, 11 yıldır adım adım ulusal, bilimsel, laik ve karma eğitimi dinselleştiriyor.

Buna karşı olan bilim insanları, aydınlar, gazeteciler, askerler Silivri zindanında.
Neden?
Çünkü onlar yurtsever, demokrat, laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü.

Bu örnekler, bu yazının boyutu aşacak biçimde çoğaltılabilir.
Sonuçta eğitimde izlediği politikalara ve yaptığı uygulara bakıldığında İsmet Paşa mı diktatör Hitlere benziyor, Başbakan Erdoğan mı?

Buna okuyucu karar verecek. Bizden söylemesi.

24 Nisan ve Soykırım İddiaları

Dostlar,

ADD Genel Yönetim Kurulu ve ADD Bilim Danışma Kurulu’ndan değerli çalılma arkadaşımız Sayın Ahmet Gürel’in sözde Ermeni soykırımı konusunda (24 Nisan 1915) makalesi aşağıda..

Daha kapsamlı bilgi edinmek isteyenler için Değerli Gürel’in kitabını okumak gerek..

Ahmet_Gurel'in_Turk_Ermeni_Iliskileri_kitabi

Teşekkürler sevgili Gürel..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 24.4.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

AHMET GÜREL
ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi 

portresi

24 Nisan ve Soykırım İddiaları

Her 24 Nisan geldiğinde, Ermeni diasporasının; “Türkler Ermeni Soykırımı” yaptılar, diye kulis yaptığını ve 2015 yılına da büyük hazırlıkları olduklarını biliyoruz. Gerçekten de 24 Nisan 1915 tarihinde ne oldu? O tarihte, Osmanlı Hükümeti’nce 2345 Ermeni lideri ve ihtilalcisi Anadolu’da olaylara karıştıkları nedeniyle tutuklanmıştır. Aynı gün, iletişim araçları yeterli olmamasına karşın, Bütün Ermeniler Katagigosu olan Başpiskopos Kevork, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’na Türklerin ‘Ermeni katliamı’ yaptığını duyurmuştur.

‘Soykırım’ kavramını, devletler hukukuna 11 Aralık 1946 tarihinde girmiş ve
12 Ocak 1951’de yürürlüğe girmiştir. ‘Soykırım Sözleşmesi’ni, Türkiye 1950’de imzalarken; İngiltere 1970’te, ABD 1989’da, Ermenistan ise 1991 yılında kabul etmişlerdir.1

Emperyalist ülkelerin emelleri için kullanılan Ermeniler, bu kez de aynı ülkeler tarafından
‘Soykırım’ adına çıkışı olmayan bir yöne doğru götürmektedirler.

Sözde Ermeni Soykırımı’nın ilan edildiği günden bu güne, dünyada birçok sahte belgelere dayalı kitap yayınlanmıştır. Ermenilere destek olan başta İngiltere olmak üzere tüm emperyalist güçler, Ermeni katliamı yalanını çeşitli propaganda araçlarıyla kendi kamuoyuna sunmuşlardır. İngiliz İstihbarat Birimi, Türkiye için Mavi Kitap
(The Blue Book) yayımlanmıştır. Arnold J. Toynbee ve James Bryce tarafından Türklerin aleyhine hazırlanmış olan bu kitapta, Türklerin, Osmanlı topraklarında
600 bin Ermeni’yi öldürdüğü yazılmıştır.

Mavi Kitap’ı takma tanıklara dayanarak yazdığı açıklanan Prof. A. J. Toynbee,2
1960 yılında yapılan bir konferansta, Prof. Türkkaya Ataöv’ün bir sorusu üzerine; 1914-18 arasında yapılan, kendininkiler dahil tüm İngiliz yayınlarının savaşı ne pahasına olursa olsun kazanma hedefine yönelik tek yanlı ve abartmalı yayınlar olduğunu,
bugün böyle değerlendirilmesi gerektiğini söylemiştir.3

ABD İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau, anılarını içeren ‘Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü’ adlı kitap, sahte Ermeni tezleriyle hazırlanan başka bir kitap olmuştur.

ABD Princeton Üniversitesi’nde görevli tarihçi Prof. Health Lowry’nin yaptığı araştırmalar sonucunda; Morgenthau’nun İstanbul’da görev yaptığı döneme ait kendisinin ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporlar ile anıların karşılaştırılması sonucunda, anılarda gerçek olmayan verilerin kullanıldığı kanıtlanmıştır.
Prof. Lowry, anlatımını şöyle sürdürmüştür :

“Amerikan kamuoyunun belirgin politikası haline gelen ve günümüzde varlığını sürdüren güçlü Türkiye karşıtlığı, kitabın temel taşlarından biri olmuştur. Morgenthau’nun bu kitabı, İttihat ve Terakki Hükümeti’nin I. Dünya savaşını bahane ederek, Ermeni azınlığa karşı planlı bir soykırım uyguladığı inancının ana çıkış noktalarından biridir.4

1920’de, Aram Andonyan adında bir Ermeni, Paris’te sahte evraklara dayalı bir kitap yayınlamıştır. Bu kitap, diğerleri gibi düzmece propaganda araçlarından biridir.
Batılılar ve Ermenilerin gerçeklerle yüzleşmek istemediğini belirten Amerikalı Savcı
Sam Weems, ‘Ermeni Hilesi’ adlı bir kitabında görüşünü şöyle açıklamıştır:

  • “O tarihlerde ileri sürüldüğü gibi bir soykırım yapılması mümkün olamaz. Ermeniler, hiç utanmadan, sıkılmadan Washington’da milyonlarca dolar verip bir bina satın alıyorlar ve soykırım müzesi kurmaya kalkıyorlar.
    Bu Hıristiyanlık adına utanç verici bir durumdur. Eğer soykırım müzesi kuracaklarsa, sergileyecekleri arasında Türklere ait hatıralar da olmalıdır. Yoksa kurdukları müze, ırkçı nefret müzesi olmaktan öte bir anlam taşımaz.”5

Türkiye’nin, soykırım yaptığı iddia edilen Ermenilerin ülkesi Ermenistan’dan 41 yıl, destekçileri İngiltere’den 20 yıl, ABD’den 39 yıl önce neden ‘Soykırım Sözleşmesi’ni imzaladığını iyi düşünmemiz gerekiyor?

Eğer Türkiye, 1915 yılında soykırım yaptıysa, geriye dönük bir yaptırımla,
‘Soykırım Sözleşmesi’ni imzalamışken niçin yargılanmamıştır?
Yıllarca yapılmayan bu suçlama, niçin 1980 yıllarından sonra gündeme getirilmiştir?

Fransız Av. Georges de Maleville’nin yazdığı ‘1915 Osmanlı-Rus Ermeni Trajedisi’ adlı kitap, Türkiye’yi asılsız iddialarla suçlayanlar için hazırlanmış bir iddianamedir.
Av. Georges de Maleville, ‘Ermeni soykırımı’ tezini belgelerle sadece çürütmekle kalmıyor, Fransa’nın diktiği kin anıtlarının boş bir düşüncenin ürünü olduğunu vurgulayarak tarihe bir not düşüyordu:

“1. Dünya SavaşınIın ilanından başlayarak, Kilikya ve Maraş yöresindeki Ermeniler ayaklanmıştır. Öylesine önemli bir ayaklanma olmuştur ki, 1915 Şubatı’nda, Rusya’nın Londra Büyükelçisi, Antakya’ya çıkartma yaparak gelen 15 bin asiye erzak sağlamak amacıyla, İngiliz Hükümeti’nden yardım isteminde bulunacaktır. Olayın ciddiyetini belirtmek için, Osmanlı İmparatorluğu’nun aynı dönemde, Çanakkale’yi savunmakta olduğunu belirtelim.”6

ABD’li Prof. Bernard Lewis, ‘Ermeni soykırımının gerçek olmadığı’ konusundaki görüşünü açıklaması nedeniyle, Ermenilerin yoğun tepkisiyle karşılaşmıştır.
16 Kasım 1993’te ‘Le Monde’ gazetesinde Bernard Lewis, Ermeni soykırımıyla ilgili olarak makalesinde şunları yazmaktadır:

  • “Osmanlı Hükümeti’nin Ermeni ulusuna karşı kitlesel yok etmeyi öngören bir planı olduğunu gösteren geçerli kanıt yoktur.
  • Türklerin ‘tehcire’ başvurmalarının geçerli nedenleri vardır.
  • Çünkü Ermeniler, Osmanlı topraklarını işgal eden Rusya ile birlikte
    Türklere karşı çarpışıyorlardı.”7

Tehcir sırasında bölgedeki aşiretlerin saldırılarına karşı Ermenilerin korunması,
gıda ve ilaçlarının karşılanması için Türk hükümetinin ordusuna emir verdiğini anlatan
ABD’li Prof. Dr. Stanford Shaw, göçle ilgili görüşlerini şöyle anlatıyordu:

  • “Bölgede Ermeni nüfusu iddia edildiği kadar değildi. Tehcirden önce
    iki yüz elli bin Ermeni Rus Ordusu’na katılmış, yedi yüz bin Ermeni de Rusya Ermenistan’ına göç etmiştir. Ancak savaş ve tehcir sırasında her iki taraftan da karşılıklı olarak on binlerle ifade edilecek kadar öldürmeler olmuştur. Fakat ölen Ermenilerin sayısı üç yüz bini geçmez. Fakat tepki olarak Ermenilere karşı katliam da olmuştur. Ama Osmanlı hükümeti emriyle gerçekleştirilmiş bir Ermeni katliamı kesinlikle söz konusu değildir.”8

Prof. Dr. Justin Mc Carthy, Yeditepe Üniversitesi’nde ‘Ermeni Soykırımı İddialarında Gerçek Nedir?’ konulu konferansında şunları söylemiştir:

“Bugün Ermenistan olarak bilinen yerin büyük çoğunluğu, Rusya’nın bu bölgeyi işgali öncesinde Türklere aitti. Ermeniler, Güney Kafkasya’nın hiçbir yerinde çoğunluk olmamıştır. Türk-Rus savaşlarında, Ermeniler, Ruslara katılmış ve Türkiye’ye karşı düşmanla işbirliği yapmışlardır. Ruslar, geri çekilirken beraberinde Ermenileri de götürmüşlerdir. Ve sonradan bunları Türklerin topraklarına tekrar yerleştirmişlerdir.

* Ölümleri, öldürmeleri başlatan Ermenilerdir.
* Türkler Ermenilere saldırmadılar.

* Ermeniler Türklere saldırdılar; Türkler Ermenilerin saldırılarına yanıt verdi.
* Kan dökülmesini Türkler başlatmadı.”9

Taşnak lideri ve Ermenistan’ın 1918-1920 arasında ilk Başbakanı olan
Ovanes Kaçaznuni, Ermeni gerçeğinin yanlışlarını o yıllarda görmüştür.
‘Büyük Ermenistan’ hayalinin gerçekçi olmadığını saptayan bu lider, Kaçaznuni’nin tehcir konusundaki tespiti çok ilginçtir, okuyalım:

  • “1915 yaz ve sonbahar döneminde, Türkiye Ermenileri zorunlu tehcire tabi tutuldu, kitlesel sürgünler ve baskınlar gerçekleştirildi. Bütün bunlar, Ermeni sorununa ölümcül bir darbe vurdu. Tarihsel Ermenistan’ın, bize devreden gelenekleri ve Avrupa diplomasisinin vaatleri doğrultusunda, bağımsızlığımızın temelini oluşturması gereken bölgeler boşaltıldı; Ermeni illeri, Ermenisiz kaldı.
  • Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir konu bulunmamaktadır. Sonradan da anlaşılacağı üzere, Türkiye’de Ermeni meselesinin temelli çözümü açısından bu yöntem, en keskin ve en uygun bir yöntemdi.”10

‘Türk Ermeni İlişkileri’ (Yabancı Belgeler Işığında, Dünü Bugünü) adlı kitabımda yer alan 524 yabancı belgeden yalnızca 10 tanesini bu makaleme aldım. 1906-1922 arasında Ermeniler tarafından 518.105 Türk’ün katledildiğinin belgesini bile dünyaya duyuramazken, onlar haksız oldukları bu konuda her ülkeyi soykırım anıtlarıyla doldurmak başarısını göstermektedir.

Tarihi gerçekleri saptıranlara, Değerli Hukukçu Emin Değer‘in, ‘Tarihe Not Düşürmek’ başlıklı yazısıyla yanıt verelim:

  • “Soykırım yapmamış bir ulusun bireylerinin bilgisizliğinden, bilenlerin de ilgisizliğinden yararlanarak yerel karşılıklı öldürme olaylarını soykırım olarak yansıtan kimi aydınların yol açtığı suçluluk psikozuyla hareket etmeyen her sağduyulu insanın, savunma değil hesap sorma konumunda olması gereken günlerdeyiz.”

Kaynaklar

1- Ali Eşref Uzundere, İnsanlık Suçu; Iğdır ve Çevresinde Ermenilerin Türk Kırımı, T.C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 2002, s. 52–55.
2- SBF Profesörler Kurulu Salonunda yapılan bir konferans.
3- Türkkaya Ataöv, Ermeniler, Mavi Kitap ve Toynbee, Cumhuriyet, 12 Mart 2005.
4- Şükrü Elekdağ, ‘Tarihsel Gerçekler Işığında Ermeni Soykırım Savı’ adlı makalesi, Cumhuriyet, 25 Nisan 2005, sayı: 3.  
5- Mürsel Köse, İşgalden Kurtuluşa, Kuban Yayıncılık, Ankara 2003, s. 144.
6- Georges de Maleville, 1915 Osmanlı-Rus Ermeni Trajedisi, Toplumsal Dönüşüm Yayınları,  İstanbul 1998, s. 72–73..
7- Ali Eşref Uzundere, İnsanlık Suçu; Iğdır ve Çevresinde Ermenilerin Türk Kırımı, T.C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 2002, s. 308.
8- Köse, a.g.e., s. 134.
9- Prof. Dr. Justin Mc Carthy ile yapılan röportaj, Hürriyet, 22 Mart 2001.
10-Ovanes Kaçaznuni, Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok, Kaynak Yayınları, İstanbul 2005, s. 32–33.