Etiket arşivi: G. Filiz Tuzcu

BAYRAMI OLMAYAN BİR 23 NİSAN (2020) (ULUSAL EGEMENLİK ???)

BAYRAMI OLMAYAN BİR 23 NİSAN (2020) (ULUSAL EGEMENLİK ???)

Güzide Filiz Tuzcu
Büyük Atatürk’ün siyaset bilimci ve tarihçi kız evlâdı

(AS: Sayın Tuzcu’nun uzun makalesi 12 sayfa olup, giriş, gelişme ve sonuçtan bölümler aktarılmıştır. Yazının tümüne erişmek için tıklayın.. Yazıdaki görüşler yazarını bağlamaktadır.)

23 NİSAN 1920 – ANKARA

Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Paşa liderliğinde Türk Ulusunun “kendi kaderini kendi eline aldığı, yani hayattaki varlığını ve bağımsızlığını ilân ettiği ve böylece  kendi vatanında yüzyıllarca süren esaretinin son bulduğu”, o tarihsel ve kutlu gündür. Aziz Türk Ulusunun kurtuluş ve özgür yaşam iradesini temsil etmek üzere – Ahi Türklüğünün Başkenti – Kutlu Ankara’mızda büyük umutlarla ve içten dualarla açılan Büyük Millet Meclisimizin açılışının 100’cü yılını gururla, ancak buruk kutluyoruz.  Nice 100 yıllara, hatta bin yıllara inşallah…

Evet 23 Nisan 1920 tarihi, bir ölüm ve kalım savaşı içinde kalmış, dehşete düşmüş Türk Milleti için tam bir dönüm noktası olmuştur. Dünyada bilinen en eski milletlerin başında gelen Türk Milleti, kendi vatan topraklarında yüzyıllarca her türlü haksızlığa ve baskıya maruz kalarak, ezilmiş, ulusal kimliğinden – kültüründen ve tarihi köklerinden kopartılmış, emeği – alın teri, malı, kanı ve canı son damlasına dek Osmanlılarca sömürülmüştür; hatta bunlar da yetmezmiş gibi Birinci Dünya Savaşı sonrasında vatan toprakları, topyekûn düşman kuvvetlerinin işgaline uğramıştır.

       Tüm bu korkunç olaylar olurken, Türklerin yüzyıllarca sadakatle bağlanarak, baş tacı ettikleri, hatta “kulu” oldukları sözde halife padişah silsilesinden Vahdettin ise Türklere sahip çıkmak bir yana, tam tersini yaparak Türkleri, mezbahaya teslim edilen  “kurbanlık koyunlar” gibi,  düşmanın kanlı ellerine teslim etmiştir! Tamamen sahipsiz, biçare ve şaşkın kalan Türkler, bu yüzden “insanlık ve ahlâk dışı saldırılara, tecavüzlere ve ölümlere” maruz kalmışlardır… İşte o kapkaranlık ve çaresiz günlerde Türk Ulusunun imdadına Mustafa Kemal Paşa yetişmiştir.

Evet 23 Nisan 1920 günü, Türklerin karanlık dünyasına Mustafa Kemal Paşa’nın bir güneş gibi doğduğu, o kutlu gündür. Türk Ulusunun varlığını ve canını hiçe sayarak, kendi saltanatının derdine düşen, bu bağlamda işgalci düşmanlarla işbirliği içine giren son Osmanlı padişahı Vahdettin ve onun emrindeki Osmanlı hükümetinden tümüyle bağımsız, yalnızca ve yalnızca TÜRK MİLLETİNİN İRADESİNİ TEMSİL EDECEK ve TÜRKÜN KURTULUŞUNA REHBERLİK EDECEK OLAN BÜYÜK MİLLET MECLİSİ işte o kutlu günde, Kutlu Kadim Türk Şehrimiz – Ankara’mızda açılmıştır. O tarihte ve o adeta olanaksız koşullarda, hatta en yakın silâh arkadaşlarının bile itirazları ve engellemeleri altında, söz konusu bu KUTLU TÜRK MECLİSİ’NİN açılabilmesi, tam anlamıyla, mucizevi bir MUSTAFA KEMAL PAŞA başarısıdır.

Bu yüzden 23 Nisan ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI’MIZ,  Büyük  Atatürk tarafından “TÜRKİYE’MİZİN umudu, geleceğimizin güvencesi olan Türk Çocuklarına” ve Türk Çocuklarının yanı sıra tüm dünya çocuklarına da armağan edilmiş en güzel – en anlamlı Ulusal Bayramlarımızın başında gelmektedir.  Bu BAYRAMDA İKİ ÖNEMLİ HUSUSUN özellikle altı çizilmiştir;

………………
………………………………
…………………….

Bu bağlamda Büyük Atatürk, “Kuran Âyetlerinin” TÜRKÇE açıklamalı olarak öğretildiğinde, bireylerin manevi dünyasına manevi güzellik ve güç katacağı görüşünü benimsemiştir. Bu amaçla O, İslâm Dinini, onun tek kaynağı Kuran’dan – Türkçe olarak – anlayarak – ibret alınarak öğretilmesini hedeflemiştir. Kuran’da Allah’ın istediği de tam budur: ÂYETLERİNİN ANLAŞILMASIDIR – ÂYETLER   ÜZERİNDE DÜŞÜNÜLMESİDİR – DERS VE İBRET ALINMASIDIR. (O’nun bu hedefi de, 1938 sonrasında maalesef engellenmiştir!)

Yani Büyük Atatürk’ün, “dine” değil, “dini saptırarak, kendi siyaset ve çıkarlarına alet eden takiyyeci siyasetçilere, yöneticilere, yobazlara, sahte şeyhlere, tarikatlara ve bunların uydurdukları hadislere, yalanlara, yasaklara ve hurafelere” karşı olduğunun bir kez daha altını kalın bir çizgiyle çizmek istiyorum.)

      Atatürk, Devrim İlkelerini ilgilendiren meseleler dışında, Millet Meclisi çalışmalarına karışmamıştır. Tartışmalar serbestti. Hele salı günkü parti toplantılarında yapılmadık eleştiri kalmazdı. Ben ömrümde Atatürk kadar tartışmalara katlanan bir devlet veya hükümet adamına rastlamadım. Çok genç yaşımdan itibaren devamlı Onun yanında bulundum, ben hiçbir düşüncemi Ondan saklamak ihtiyacı duymadım. Atatürk ile tartışmak için yiğit olmaya gerek yoktu.

(Ancak 1938 sonrasından günümüze kadar olan dönemden söz edersek, yiğit olmak bir yana, gözü kara büyük bir kahraman olmak gerekiyor! Ben Yüksek Lisans’a (Antalya’da) ve Doktora’ya (İstanbul’da) başlarken,   deneyimli arkadaşların bana yaptıkları uyarılarını hiç unutamam! Bana şöyle demişlerdi; “Aman sakın ha rengini belli etme – gerçek düşünceni söyleme; hocaların siyasetine uymayan şeyler söylersen, sorular sorarsan  hocalar sana takar; örneğin “filanca prof. hocanın dersinde sakın Avrupa Birliğini eleştirme, bununla ilgili gerçekleri anlatma; ya da filanca prof. dersinde Osmanlılar hakkında sakın olumsuz bir şey söyleme vs…”  gibi;  yani “konuşurken – yazarken çok dikkatli  ol,  yoksa  allâme  olsan (yani BİLGİN OLSAN) seni yıllarca süründürürler… unvanını vermezler!” diye uyarmak gereği duymuşlardı! Ben ise bu uyarılara gerçekten çok şaşırmıştım; kendi kendime burası siyaset meydanı mıdır, Osmanlı sarayı mıdır – yoksa bir bilim yuvası mıdır, aman Allah’ım ben nereye gelmişim diye kendime sordum!  Arkadaşlara “siz düpedüz bana “tiyatro yap, rol yap, bilimsel gerçeklerden söz etme” diyorsunuz! Burası tiyatro mu?, Ben rol yapamam ki, bilim ne söylerse, gerçek ne ise, kanaatim neyse ancak onu söyler ve onu yazarım” dedim ve öyle de yaptım. Evet gerçekte arkadaşlar haklı çıktılar; elbette onlar boşa konuşmuyorlarmış ve onların dediği gibi oldu! Ancak ben karakterimden ve bilimden asla ödün vermedim.

Bilimi – tarihi gerçekleri tamamen arka plana atmış, siyasi tavırda politikacıları bile geride bırakan, takiyye yapmakta adeta ustalaşan ve böylece kendine üniversitede saltanat kurmuş, keyfine bakan sözde hocaların önünde eğilip, el-pençe durmadım, onların yazılarını yazıp, çay ve kahvelerini yapıp, bardaklarını / fincanlarını yıkayıp, misafirlerini ağırlamadım! Ne acı ve düşündürücüdür ki, kendi vatanımda ve kendi vatanımın üniversitelerinde çok haksızlıklara, zorluklara ve sıkıntılara maruz kaldım! Ancak çok şükür ki bilimin yolundan şaşmadım. Bu bağlamda bilgime güvenim ve kendime saygım tamdır. Bunun içinde kendimle gurur duyuyorum.)

Bir tek parti devri iken ve yalnız o devirde, yolsuzluk yüzünden bakanlar Yüce Divan’a verilmiştir. (“Atatürk diktatördü – demokrasi yoktu – o devir tek parti rejimiydi vs…” gibi iftiralar atanlara duyurulur!) Bakanların yolsuzluğunu ispat hakkı  kullanılması,  çok partili devirde yasaklanmıştır (1945). (Demek ki keramet çok partili sistemde veya sözde kalan demokraside değilmiş!)

Atatürk sonrasında dinin, korkaklar ve cüceler elinde yozlaştırılmasına engel olamadık! Din, politikacıların oyuncağı haline geldi. Cahil ve kaba softanın kışkırttığı kalabalığın despotluğu ve gericiliği neredeyse bütün Türkiye’yi kaplamıştır. Ben 1932 yılında bir ramazan günü hanımlarla birlikte bir öğle yemeyi yemiştim. Bize bir yan bakan bile olmamıştı. Daha sonra (yani 34 yıl sonra geriye gidiş…), bu ramazanda (yıl 1966) Bursa yolundaki bir kasabada ilacımı almak için bir bardak su bile bulamadım! Turistler, Müslüman bile değilken hepsi aç kalmışlardı! Anayasa’nın “LAİKLİK İLKESİ” her gün ayaklar altında çiğneniyor…
…………………
……………………………….
………………………………………

 

Bu tarihsel gerçekleri bilmek ve Ulusal  Egemenlik  ve  Çocuk Bayramımızı” içimize sinerek kutlamak, nasıl olacaktır? )

Prof. Çetin Yetkin, 1945 – 1950 Karşı Devrim Kitabında şunları yazmıştır: “Karşı devrim Atatürk’ün ölümüyle eşzamanlı olarak gündeme gelmiştir. Atatürk’ün birçok eserini tersyüz eden, yıkan da İnönü’nün ta kendisidir. İmam Hatip okullarının, tekke ve zaviyelerin açılması ve okullara din derslerinin konması gibi birçok geriye dönüş İnönü zamanında gerçekleşmiştir.”

(Atatürk’ün, “Türk Milletinin menfaatleri ve güvenliği için tesis ettiği ilkelerine, devrimlerine – milli politikalarına ve bin bir emekle tesis ettiği VATANIN TAM BAĞIMSILIZĞINA” en ağır darbelerin vurulduğu, ABD ile, ABD’nin talepleri ve menfaatleri doğrultusunda, Türk tarafının hiçbir kaydı ve itirazı olmaksızın yapılan “İKİLİ ANTLAŞMALARIN” yapıldığı, Milli Eğitimimizin, yani Türk Milletinin geleceği Türk çocuklarının ve gençlerinin eğitim ve öğretiminin  Amerikan elçisine teslim edildiği dönem, evet bunların hepsi de 12 yıl içinde 11 Kasım 1938  ile 1950 arasında gerçekleşmiştir!

Bu tarihsel gerçeklerin sayısız kanıtları ve belgeleri elbette vardır. Biz de o bilgi ve belgelere dayanarak konuşuyor ve yazıyoruz.  Bazıları İnönü’ye sempati duyuyor diye ya da babası – dedesi ondan nemalandı diye, tarihsel gerçekleri gizlemek – örtbas etmek vicdan sahibi hiçbir insana yakışmaz, hatta bir bilim insanına hiç yakışmaz. O halde her Türk Vatandaş silkinip, kendine gelecek, tarihsel gerçeklerle yüzleşecek, ezberlerini bozacak, kişileri ve olayları sorgulayacaktır. Eğer kandırılmak ve aymazlık (gaflet) içinde uyutulmak istemiyorsa!)

 Sn. Cüneyt Arcayürek’in son sözleriyle yazımızı bitiriyoruz:

“TÜRKİYE’NİN NEREYE GÖTÜRÜLMEK İSTENDİĞİNİ ANLAMAK VE BUGÜN GELİNEN NOKTANIN SORUMLULARINI ARAMAK GEREKİRSE, ŞÖYLE 1945’LERE VE ONDAN SONRAKİ YÖNETİMLERİN YAPTIKLARINA BAKMAK… YETER DE ARTAR BİLE.“

19 MAYIS 1919 (Nice Kutlu 100 Yıllara…)

19 MAYIS 1919 (Nice Kutlu 100. Yıllara…)

G. Filiz Tuzcu
Tarihçi

Yüzyıllarca kul köle edildi padişahlara – yabancı Hıristiyan cariyelere – devşirme yöneticilere Türkler,

Keyfi fetih savaşlarından savaşlara –  cephelerden cephelere sürüldüler,

Akıtıldı sebil gibi şerefli Türk kanı, değersiz bir puldu ancak aziz canları!

Ne eğitim, ne sağlık, ne beslenme, ne yüzleri güldü – ne de gün yüzü gördüler, solduruldu Türklerin asil ruhları…

Saltanat derdine düşmüştü padişahlar ve onların yabancı saray güruhu,

İçten içe, günden güne zayıflatıldı – tüketildi koskoca devlet, nihayetinde kaçınılmaz son – çökertildi Türkün Aziz Vatanı,

Derken emperyalist akbabalar ve leş kargaları, kapkara bulutlar misali ufukları sardı, çıkarmışlardı dört yıllık korkunç bir savaş – Birinci Dünya Paylaşım Savaşı,

Birleşerek düşman güçler, Türklerin binlerce yıllık ata yurduna hücum ettiler; Türk topraklarını gasp etmeye – Türkleri de yok etmeye ant içtiler,

İnsafsız işgaller – vahşice saldırılar başladı; Türklerin namusuna, şerefine, canına, yuvasına – hayvanına – bahçesine – tarlasına kast etti zalimler,

Köyler – kasabalar basıldı, tarlalar, camiler yakıldı, namaz kılan müminler kurşunlandı, yaşlı genç, kadın – çocuk biçare Türkler, gavurların çizmeleri altında ezilmeye bırakıldı…

Türklerin o çok sevdikleri, “Allah’ın yeryüzünde gölgesi – İslâm Halifesi” diye bildikleri, yüzyıllarca baş tacı edip, önünde secde ettikleri halife padişahları o kapkara günde ne mi yaptı?

Kasaba teslim edilen kurbanlık koyunlar örneği Türkleri, insanlıktan çıkmış eli kanlı düşmanların önüne attı…

Yetinmedi bununla da padişah, düşmana teslim olmayan, can havliyle namusunu – canını kurtarmaya çalışan Türklere fena halde içerledi – kızdı,

Düşmanlarla birlik olan padişah, düşmana boyun eğmeyen – bu onurlu  Türklere  savaş açtı, ordular toplayıp üstlerine saldı…

Bir yanda dış düşmanlar, bir yanda kardeşi kardeşe kırdırtan padişah, güzeller güzeli Anadolu’muzu bir baştan bir başa kana boyadı…

Derken  Allah Aslanı bir YİĞİT razı gelmedi bunca zulme, sığınarak Rabbine ortaya atıldı cesaretle,

Tarihin derinliklerinden gelen efsanevi bir kahramandı sanki O,  Türkün eşsiz gücü yüreğinde, asil kanı damarlarında coşkun sular – seller gibi çağladı ve dedi ki;

  • Ne Allah’ın Kitabında, ne Türkün Yasasında yoktur  düşmana boyun eğmek; Türk hep hür yaşamıştır, hür yaşayacaktır sonsuza dek…”

Ancak düşmanlar güçlü, düşmanlar donanımlı; üstüne üstlük Osmanlı hükümeti, İslam maskeli tarikatlar – şeytana pabucu ters giydiren şeyhler ve o muhteşem(!) Osmanlı padişahı, hepsi de düşmanın tarafı,

Elde yok avuçta yok, dışta düşman – içte düşman sarmış dört bir yanı; Türkler şaşkın, Türkler sahipsiz, Türkler çaresiz, yediden yetmişe gözleri hep yaşlı,

Razı gelir mi hiç Yüce Allah böylesi korkunç bir zulme, içtenlikle yüzyıllarca kendisine iman etmiş, zulme karşı “Allah’ın kılıcı olmuş” asil bir milletin yok edilmesine…

Derken “Yürü ya benim güzel ahlâklı kulum, Mustafa Kemal Paşa” demiş: O büyük vatanseverin yüreğine sarsılmaz bir güven, bileğine güç, bakışlarına şimşeğin ateşini, ayaklarına özgür rüzgârların o erişilmez hızını vermiş…

Vatan aşkıyla çarpan cesur yüreği Mustafa Kemal Paşam‘ı, Türklerin kapkara bahtına doğan bir güneş, düşmanlarına karşı bir yıldırım, bir şimşek, bir kasırga yapmış,

Kurtuluş andı içerek O, masmavi göklerde görkemli kartal örneği bir çırpıda Anadolu’ya ulaşmış, böylece 19 Mayıs 1919’ta yalnızca Samsun’u değil, tüm yurdumuzu güneş gibi aydınlatmış…

Kahraman bir Milletin Kahraman Evlâdı Büyük Mustafa Kemal Paşam, senin büyüklüğünü anlatmaktan aciz kalıyor satırlarım,

Sığmıyorsun ne anılara, ne şiirlere, ne kitaplara, ne destanlara, ne tarihe, zaman üstü – ölümsüz bir LİDER oldun biz Türk Milletine,

Tırnağının hükmünde olmayan acizler, dil uzatabiliyor sana günümüzde! Biliriz ki onların asıl düşmanlığı Aziz Türk Milletine…

Her bir karış vatan toprağımız ve her bir çakıl taşımız, ağacımız, ormanımız, her şeyimiz SENDEN emanettir – azizdir – kutsaldır bizlere, ölümüne koruyacağımıza ant içiyoruz, bu böylece biline.

 

 

 

 

 

Sayın Ayhan Şıhmantep’e yanıt

Günaydın Ahmet Hocam,
Dün gece, sözü geçen kişiye yanıt olarak size bir e-posta göndermiştim; sizden ricam bu yanıtı da sitenizde paylaşmanızdır.
Bir kez daha altını önemle  çizmek isterim ki pek çok akademisyen – aydın – entelektüel vs… dinsizliği – ateistliği, “modernlik, çağdaşlık ve bilimin bir gereği gibi” zannetmektedir!!!! Bu onların düşüncesidir ve sadece onları bağlar.  (OYSAKİ KURAN İLE BİLİM ÇELİŞMEMEKTEDİR, BİLAKİS KURAN BİLİMİ, HAYATINIZA REHBER KILIN DEMEKTEDİR.) Söz konusu bu aydınlar, bu düşüncelerini halka zorla empoze etmeye ve halkın bin küsur yüzyıllık dini inancına hor gözle bakmaya kesinlikle hakları yoktur.
Dini inanç, adı üstünde hür bir inançtır – bir gönül ve maneviyat işidir; ateist bir insanın “söz konusu dini inancı ve Kuran’ı” sorgulama hakkı kesinlikle yoktur. Hatta din nasıl dayatılamazsa ise, dinsizlik de dayatılamaz.
Ayrıca samimiyetle “Ben Atatürkçüyüm” diyen aydın bir vatansever (kendi ister inançlı olsun – isterse olmasın), İslâm Dinini dışlamak yerine, halkını dinen bilinçlendirmeye çalışmalıdır; çalışmalıdır ki bir kez daha halkı, din maskesiyle – din kisvesiyle sömürülmesin.
Hem din insanı “ÖZÜYLE İNSAN” yapmak için vardır; Kuran “aklı – düşünmeyi – araştırmayı – bilimi esas alarak – gerçeklere ulaşmayı, her zaman her yerde ve  herkese karşı doğru sözlü olmayı, doğrularla birlikte olmayı, adaleti mutlaka yerine getirmeyi, üretimi –  paylaşımı, tüm canlılara karşı şefkat ve merhametli olmayı” öngörmektedir… Yani insanın maneviyatını – ahlâkını yükseltmeyi esas alır. Bundan neden rahatsızlık duyulur ki ??????????
KURAN’IN TANITTIĞI “GERÇEK İSLÂM DİNİNİ” ÇOK İYİ ANLAMIŞ OLAN VE  TÜM ÂYETLERİ DE ÇOK İYİ BİLEN  BÜYÜK ATATÜRK BAKIN NE DİYOR;
DİN GEREKLİ BİR MÜESSESEDİR; DİNSİZ MİLLETLERİN DEVAMINA İMKÂN YOKTUR; YALNIZ ŞURASI VAR Kİ; DİN, ALLAH İLE KUL ARASINDAKİ MANEVİ BİR BAĞLILIKTIR. (İşte ülkemizde 1938 sonrası  genel olarak aydınlar, bu dini gerçeği halka öğretmiş olsalardı, yani dinin Allah ile kul arasında bir sevgi ve bağlılık olduğunu, hiç kimsenin Allah ile kulu arasına giremeyeceğiniAllah’ın BİLİME, DOĞRULUĞA – ADALETE – ÜRETİME – HAKÇA PAYLAŞIMA büyük değer verdiğini, Müslümanlardan ne gibi temel özellikler talep ettiğini vs… öğretmiş olsalardı), Türkiye’de bu halk, din adına 80 yıldır sömürülmeyecekti…) BÜYÜK DİNİMİZ, ÇALIŞMAYANIN, İNSANLIKLA İLGİSİ OLMADIĞINI BİLDİRİYOR. BAZI KİMSELER ÇAĞDAŞ OLMAYI İNANÇSIZ OLMAK – DİNSİZ OLMAK SANIYORLAR. ASIL İNANÇSIZLIK ONLARIN BU İNANIŞIDIR; BU YANLIŞ YORUMU YAPANLARIN AMACI, MÜSLÜMANLARIN, İNANÇSIZLARA ESİR OLMASINI İSTEMEK DEĞİL DE NEDİR? (Ne kadar da haklı; tam da bir dahiye yakışan  muhteşem bir tespit; evet 1938 sonrasında Türk Milletine, Kuran’ın tanıttığı İslam değil, Hıristiyan batılı emperyalistlerin istediği – Türk Milletini manevi çöküntüye uğratacak –   sözde bir din, İslâm diye öğretilmiştir!  Şöyle ki inananlara maneviyat ve güzel ahlâk  kazandırmayan – otomasyona bağlanmış – şekli – göstermelik  ibadetlerin  ve anlaşılmayan Arapça ezberlerin hakim olduğu –  anlamsız ve ruhsuz  sözde bir din öğretilmiştir!!!)  MİLLETİMİZ,  DİL VE DİN GİBİ KUVVETLİ İKİ FAZİLETE SAHİPTİR. BU FAZİLETLERİ HİÇBİR KUVVET, MİLLETİMİZİN KALP VE VİCDANINDAN ÇEKİP ALAMAMIŞTIR VE ALAMAYACAKTIR.
AYDIN SINIFLA HALKIN ZİHNİYET VE HEDEFİ ARASINDA DOĞAL BİR UYUM OLMASI GEREKİRYANİ AYDIN  SINIFIN  HALKA  AŞILAYACAĞI  DÜŞÜNCELER,  HALKIN RUH VE VİCDANINDAN ALINMIŞ OLMALIDIR. HALBUKİ BİZDE BÖYLE Mİ OLMUŞTUR? ŞÜPHESİZ HAYIR; AYDINLARIMIZ İÇİNDE ÇOK İYİ DÜŞÜNENLER VARDIR, FAKAT GENEL OLARAK ŞU HATAMIZ VARDIR Kİ, KENDİ GELENEKLERİMİZİ, KENDİ ÖZEKLLİKLERİMİZİ VE İHTİYAÇLARIMIZI ESAS ALMAYIZ. AYDINLARIMIZ BELKİ BÜTÜN DÜNYAYI, BÜTÜN DİĞER MİLLETLERİ TANIR, AMA KENDİ MİLLETİNİ BİLMEZ!  HALKA YAKLAŞMA VE HALKLA KAYNAŞMA, AYDINLARA YÖNETİLEN BİR VAZİFEDİR. BUNUN İÇİN GENÇ AYDINLARIN HER ŞEYDEN ÖNCE MİLLETE GÜVEN VERMESİ GEREKİR.”  MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
(Millete güven vermekte, her şeyden önce onun geleneklerine ve dini inancına saygı duymaktan geçer.  Aklı olan biri bilir ki, milletin dini inancını dışlayarak, onlara “Tanrı yoktur, sizin inancınız saçma sapandır vs..” diyerek bir yere varılamayacağı, hatta milletin nefretini kazanılacağı aşikârdır.)
Ancak 1938’den günümüze  genel olarak “aydın denen kesim” dini tümüyle dışlayarak, “dini,  avamın temelsiz – boş – saçma bir inancı görerek – horlamış” ve çok çok büyük, hatta ölümcül bir HATA yapmıştır; bu mutlak gerçek artık kabul edilmelidir. Çünkü din açısından doğru bilgilendirilmeyen halk, Kuran’ın tanıttığı İslâm’ı, 21. yüzyılda bile maalesef halâ tanıyamamış ve bir kez daha – Osmanlı devrinde olduğu gibi, ve Büyük Atatürk’ün en çok endişe duyduğu gibi – dini siyasetine alet eden çıkarcı siyasilerin, sahte şeyhlerin – sözde dini tarikatların eline terk edilerek, tekrar dinen sömürülmesine fırsat verilmiştir! Söz konusu bu gerçeği inatla görmek istemeyenlerin iyi niyetinden şüphe etmek gerek…
Saygılarımla, 11 Nisan 2019

TORYUM MADENİ : TÜRKİYE’MİZİN BAĞIMSIZLIK VE AYDINLIK GELECEĞİ

TORYUM MADENİ 
(TÜRKİYE’MİZİN BAĞIMSIZLIK VE AYDINLIK  GELECEĞİ)

Konuk yazar  : G. Filiz Tuzcu
Tarihçi – Siyaset Bilimci

 

Bir  profesörün yazmış olduğu “Toryum Efsanesinin İç Yüzü” başlıklı yazısı dikkatimizi çekmiştir; şöyle ki bu kişi yazısına şöyle başlamıştır; “Gerçeklerden köşe – bucak kaçan (prof. unvanlılar gerçeklerden vebadan kaçar gibi – köşe bucak kaçıyorlar da, halk kaçsa çok mu?), ama palavra – masal – efsaneye çok düşkün halkımızın türettiği komplo uyduruklarından biri de 2007’deki elim uçak kazasında kaybettiğimiz değerli bilim insanı Prof. Engin Arık ve arkadaşlarının “dış  kaynaklı bir suikasta kurban gittikleri” yalanıdır.” ??????????  (Bu denli kesin konuşabilmesi oldukça kuşku uyandırıcıdır! )

  • Söz konusu bu bilim insanı, pek çok ciddi kuşkuyu içinde barındıran, hatta kazayla ilgili yanıtlanması gereken soruların gerek kaza günü, gerekse ertesi gün, hatta gerekse daha sonraki 12 yıllık zaman içinde bile halâ yanıtlanmadığı Isparta uçağının düşmesi olayına (30 Kasım 2007), bunun “suikast olmadığını, suikast suçlamasının yalan olduğunukesin bir dille ifade etmiş olması, yani yüzde yüz emin olabilmesi fazlasıyla şaşırtıcı olmakla birlikte, bilimsel bir yaklaşım da değildir! Bir başka deyişle bir bilim insanının, “uçağın düşmesi neticesinde ölenlerin, dış kaynaklı bir suikasta kurban gittiler” görüşünde olanları yalancılıkla” suçlaması, bilimsel bir görüş olmadığı gibi, hakaret teşkil eder. Söz konusu bu kişi,  hangi kesin kanıtlara dayanarak “uçağın düşmesinin bir suikast olmadığını ve uçağın sabote edilmediğini” kesin bir dille ifade edebiliyor??? Hangi kesin kanıtlara dayanarak! Bir bilim insanı, elinde sağlam kanıtlar olmadan böylesi kesin bir hükümde bulunamaz; böyle davranmak bilimsel değildir.
  • Kaldı ki aklını çalıştırabilen – sorgulayan – araştıran ve tarih bilincine sahip olan bir insan için “Isparta uçağının kaza sonucu düşmediğini gösteren son derece önemli ipuçları ve göstergeler” vardır. Bu önemli konu benim de çok ilgilimi çekmişti ve Isparta uçağının düşmesi haberini, hatta bu olaya tanıklık edenlerin gözlemlerini, uzmanların tespit ve yorumlarını dikkatle dinlemiş ve okumuştum:
  • ) Bir kez uçağın düştüğü gün hava oldukça açık ve güzeldi; yani hiçbir hava muhalefeti yoktu – ya da uçak için tehlikeli bir hava durumu söz konusu değildi.
  • ) Uçağın bir alev topu halinde düştüğüne tanık olan bölge sakinlerinin (köylülerin) ifadeleriyle – basına açıklama yapan yetkililerin ifadeleri birbiriyle çelişiyordu!
  • Uçağın pilotu Isparta Hava Limanına inişe geçmiş ve saat 01; 36’da Isparta Kule’ye “in bound olduk” diyerek, yani “Isparta Hava Limanı Pistini karşıladık (gördük)” diye bildirmiştir! Isparta Kule de “anlaşıldı yaklaşmaya devam edin” diye cevap vermiştir. Kule, “bu konuşmadan sonra, uçağın piste iniş yapması beklenirken, pilotla bağlantısının birden kesildiğini” ifade etmiştir!
  • Uçaklarda iki adet aygıttan oluşan ve genelde “kara kutu” olarak bilinen cihazların, Isparta uçağında bozuk oldukları ifade edilmiştir! Yani “Pilot Kabini Ses Kayıt Etme Cihazının (Cockpit Voice Recorder)” ve “Uçuş Veri Kayıt Cihazının (Flight Data Recorder)” bozuk oldukları ifade edilmiştir! Oysa ki CVR – Pilot Kabini Ses Kayıt Etme Cihazı önemli sesler kayıt etmiştir; örneğin pilotun inişe geçtiğini ve Isparta Pistini karşıladığını, Isparta Kulenin inişe onay verdiğini ve pilotu yönlendirdiğini kayıt etmiştir! Söz konusu bu cihaz şayet bozuk olsa idi, hiçbir sesi kayıt etmesi mümkün olmazdı!
  • Ayrıca düşen Isparta uçağı “Kara Kutusunun, incelenmek üzere Almanya’ya gönderildiği” belirtilmiştir! Kara Kutunun, en az 8 – 10 gün gibi bir sürede incelenmesi – çözümü beklenirken (hatta bazen birkaç hafta da sürebildiği belirtilmiştir…) Isparta uçağı Kara Kutusunun 3 gün gibi oldukça kısa bir sürede incelendiğine dikkat çekilmiştir!
  • ) Uçağın düştüğü bölgeyi – tepeyi iyi tanıyan yerli sakinlerin, bu bölgeye ulaşımın kolay olduğunu belirtmelerine rağmen, yetkililerin bunun tersini belirtmeleri ve “uçağın düşmesinden yaklaşık 6 saat sonra (06: 55) uçağa ulaşılabilindiğini” ifade etmeleri şüphe yaratmıştır! Hatta o zaman doğal olarak insanların aklına şöyle bir soru gelmişti; “Acaba birileri (uçağın düşeceğini bilen birileri) önceden hemen uçak enkazına ulaşıp, bazı delilleri karartmış ve gerekli gördükleri önemli eşyaları almış mıdır?” Örneğin Prof. Engin Arık’ın “Toryum Madeni ile ilgili bütün hassas çalışmalarının içinde bulunduğu dizüstü bilgisayarının da içinde bulunduğu bavulunun” alınmış olması ve ortadan kaybolması gibi???
  • ) Konuyla ilgili basına açıklama yapan yetkililer, uçağın düşmesiyle ilgili kamuoyunu tatmin edici makul ve net açıklamalar yapamamışlar ve bu bağlamda kafalara takılan sorular, yıl 2019 olmasına karşın ne yazık ki halâ yanıtsız kalmış ve uçağın gerçek düşme nedeni açıklık kazanmamıştır! Kaza deyip geçiştirmek ve olayın üstünü örtmek, doğallıkla en kolay yoldur: Bizim Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde Ceza Hukuku dersi hocamız, “En zor kanıtlanan cinayetler ve suikastlar, ‘kaza süsü verilmiş’ olanlardır” diye bizlere derste anlatmış ve bunlardan çeşitli örnekler vermişti…  
  • ) Bir başka dikkat çekici husus şudur: Değerli bilim insanı Prof. Engin Arık’ın kendisi gibi profesör olan eşi, uçağın düşmesinden haberdar edilip bölgeye gittiğinde basına şu açıklamayı yapmıştır; “Eşimin şahsi eşyaları bana teslim edilirken, onun diz üstü bilgisayarının içinde bulunduğu bavulu bana teslim edilmedi; bana “bavulun olay yerinde ve çevresinde çok arandığı, ancak bir türlü bulanamadığı” söylendi! Oysaki uçak yolcularına ait her eşya bulunmuş ve en ince ayrıntılarına dek tanımlanarak, tutanak kaydı altına alınmıştı; hatta para banknotlarının seri numaraları bile yazılmıştı… Ama eşimin diz üstü bilgisayarının bulunduğu bavulu ortada yoktu – kayıptı!” demiştir.

      Ayrıca 30 Kasım 2007’de Isparta uçağının düşmesinin, “bir suikast – sabotaj olma ihtimalini” kuvvetlendiren son derece önemli olgular mevcuttur:  Hayatını vatanına hizmete – milletini kalkındırmaya adamış samimi bir vatansever ve gerçek bir bilim insanı olan (yani salt bilim aşkıyla hareket eden)  Prof. Engin Arık ve bilim insanlarından oluşan değerli ekibi, Türkiye’nin gelecekte elektrik ve ısı enerjisi gereksinimlerini karşılayabilecek, Türkiye’nin dışa bağımlılığını ve yüksek oranda döviz giderlerini önleyecek muazzam bir proje üzerinde – Toryum Madeni – üzerinde çalışıyor olmaları, elbette ki bu olayı kuşkulu kılmaktadır…( Prof. E. Arık, Türkiye’de bu alanda yetişmiş uzman bilim insanlarının sayısının zaten yok denecek ölçüde az olduğunun altını çizmiştir) Şu bir tarihi gerçektir ki; Ortadoğu ve Anadolu’da başta petrol yatakları olmak üzereyer üstünde ve altında zengin madenler olduğununyüzyıllar öncesinden – bilincinde olan emperyalist batılı devletler,  bu değerli madenlerin Türk Milleti tarafından bilinmesini, Türklerce işletilmelerini – elektrik ve yakıt enerjisine dönüştürülmelerini ve enerji konusunda kendi kendisine yeten, zengin, güçlü ve tam bağımsız bir ülke olmasını asla istememektedir. (Biraz tarih bilen ve akıl sahibi olan herkes bu hususu gayet iyi bilir. Zaten bu gerçeği bilmek için dahi olmaya, ya da kahin olmaya da gereksinim yoktur.)

Şöyle ki; bu coğrafik bölgede Büyük Atatürk’ün canhıraş hedeflediği gibi “tam bağımsız – kalkınmış – güçlü  ve ileri medeniyet seviyesine ulaşmış bir Türkiye”, emperyalist batılıların en büyük kabusu olup, bunun gerçekleşmemesi için 1938’den günümüze (10 Kasım 1938 saat 09: 05’den bu yana) ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır ve yapmaktadırlar… Onların bu hususta, gayet başarılı olduklarını ifade etmeye gerek var mıdır!

     Türkiye’de pek çok sözde aydının da, bu konuya hiç değinmeden, hatta bu konuyu bilhassa örtbas ederek, emperyalistleri sürekli aklama çabası içinde oldukları gözlerden kaçmamaktadır. Türkiye’nin başta eğitim ve bilim olmak üzere, ekonomide – teknolojide – sanayide – uluslararası ticarette gelişmesini, kalkınmasını ve güçlenmesini engellemede, emperyalist batılıların en büyük yardımcılarının, onların yerli uzantılarının olduğunu söylemeye de gerek yoktur! Zaten bunlar olmasa, dış güçler hiç bir şey yapamazlardı. Bunlar Büyük Atatürk döneminde Türkiye’ye en küçük bir zarar bile verememişlerdir; çünkü Büyük Atatürk buna izin vermemiştir.

Batılı emperyalistlerin uzantılar kimlerdir? Her kesimden, her meslekten şahsi çıkarlarını her zaman ön planda tutanlardır; bunlar, bilim insanları, siyasetçiler, iş adamları, gazeteciler – yazarlar vs… Bu işbirlikçilerin başında da, maalesef sözde bilim insanları gelmektedir; en büyük sorumluluk sahibi olan ve en suçlu olan kesim de onlardır! Çünkü bunlar, yaşadıkları millete bilimsel gerçekleri  bildirmekle, milleti aydınlatma görevliyken ve bunun için maaş alıp, vatanımızda saltanat sürerken, bu görevlerini yerine getirmeyerek, hatta tam aksini yaparak, bilimi engelleyerek ve gerçekleri gizleyerek resmen Türk Milletine ihanet etmektedirler.

Bunun içindir ki Türkiye,  dünyada kendi kendine yetebilen 7 ülkeden biri olmasına rağmen, ılımlı iklimine – verimli topraklarına, ormanlarına, su kaynaklarına, denizlerine rağmen, bunca değerli yer üstü ve yer altı  zengin madenlerine rağmen, ve de genç – verimli – kalabalık  ve dinamik nüfusuna rağmen, 80 yıldır halâ geri kalmışlık statüsünden kurtulamamıştır ve halâ borç batağında çırpınan, dışa bağımlı bir ülke konumundadır!Görünen köy kılavuz istemez” demiş atalarımız; aslında tüm gerçekler – apaçık bir şekilde gözler önünde serilidir; ancak pek çok sözde aydın, bilimle değil, söz konusu gerçeklerin sürekli üstünü örtmekle meşguldürler… Onun içindir ki yineliyorum; Türkiye’nin bu duruma gelmesinin bir numaralı – en büyük sorumluları, “milletinden, vatanından ve en önemlisi bilimden yana olmayan” işte bu sözde aydınlardır. Değerli Profesör Engin Arık  da bu hususta oldukça rahatsız olduğunu, gerekli maddi ve manevi desteği alamadığını ve buna üzüldüğünü yakınlarına bildirmiştir. Bu bağlamda Prof. Engin Arık’ın vatanı ve milletini kalkındırmak – bağımsızlaştırmak adına yapmakta olduğu son derece değerli çalışmalarını “sıradan ve önemsiz” gibi gösterme çabası içinde olan bazı sözde aydınları şiddetle kınıyorum.

       İşin gerçeğini özetle ortaya koymanın gereğine inanarak da bu yazımı kaleme alma gereği duydum… Geleceğin enerji kaynağı Toryumu Madenini “Türkiye’nin kurtarıcısı” olarak gören değerli Türk Profesörümüz sayın Engin Arık hanımefendi neler üzerinde çalışıyordu ve hedefi neydi? Hocamızın Hürriyet Gazetesi yazarı Sayın Özdemir İnce’ye – 27 Temmuz 2002’de verdiği söyleşide şu hususların altını çizmiştir (özetle) :

  • Dünya Toryum Rezervlerinin yarıdan fazlası Türkiye’de, Batı Anadolu’da bulunmaktadır: Eskişehir, Sivrihisar, Beypazarı ve Kızılcaören yörelerinde…” (1918’de Türk topraklarını işgal eden emperyalist batılılar, diğer Türk Bölgelerinin yanı sıra, Batı Anadolu’yu da koparıp, Greklere vermeyi planlamışlar ve bu hedefle Grek ordularını {Türk toprakları üzerinden vaatlerde bulunarak} Türklerin üzerine saldırtmışlardır. Bir bulmacanın çeşitli parçalarının bir araya getirilip, anlamlı bir resim oluşturulması gibi, TARAFSIZ – GERÇEK TARİH de bir olayda yer alan tüm parçaları/taşları yerli yerine oturtarak, ortaya milletin görüp, anlayabileceği anlamlı bir resim çıkarmaktadır. Onun içindir ki Türk düşmanları “Gerçek Türk Tarihinden” çok büyük rahatsızlık duymakta ve sürekli üzerini örtmek çabasındadırlar.)
  • Engin Arık;Toryum Madeninin 21. Yüzyılın en stratejik maddesi olması büyük bir olasılık. Eğer 2005 yılına kadar yapılması planlanan yeni tip nükleer enerji santralleri gerçekleşirse, TORYUM bir numaralı element olacaktır, çünkü yeni tip reaktörlerde yakıt olarak TORYUM kullanılacaktır. Eğer biz TORYUM ile elektrik enerjisi üretebilmek olanağına kavuşursak, bu trilyonlarca varil petrole eş değerde bir enerji kaynağı olacaktır.”
  • Ö. İnce soruyor; Yakıt olarak Toryum’u kullanmak için dünyada ne gibi çalışmalar yapılıyor?
  • Hocamız yanıtlıyor; “Ön araştırma çalışmaları bitmiştir; projenin fizibilitesi 1998 yılında tamamlandı. 11 Avrupa ülkesinin “Bilimsel Araştırma Bakanları” araştırma panelleri oluşturdu; bir de bilim insanlarının katıldığı Teknik Danışma Grubu var. Buralarda ne yazık ki Türkiye yok! CERN Laboratuarı da 1954 yılından bu yana var. Burada da ne yazık ki biz yokuz; olmak için Türkiye Bilimler Akademisiyle birlikte yoğun çaba içindeyiz…
  • Ö. İnce soruyor; Sadece Bilimler Akademisi mi? Devletin – hükümetin de bu işe el koyması gerekmiyor mu?
  • Hocamız yanıtlıyor;Hepsi bir arada olmalı; CERN’e ve öteki çalışmalara katılan devletler, kendi bütçeleri nispetinde katkıda bulunuyorlar. Bilimsel araştırmalara yapılan yatırımlar, bir süre sonra misliyle kendini öder duruma geliyor. Prototip reaktör 2005 yılında tamamlanırsa, seri üretim 2010 yılından önce başlar. Ama Türkiye bu gibi bilimsel konulara para ayırmadığı için büyük bir bilim insanı eksikliğimiz var. Araştırmaların içinde olursak, biz kendimize daha iyi santraller üretebiliriz.”
  • Hoca devam ediyor;Türkiye’nin yerin altındaki TORYUMU 2015 yılından itibaren kullanabilmesi için 2010 yılında hızlandırıcı, deneysel yüksek enerji fiziği ve nükleer fizik konularında 1200 bilim insanın çalışıyor olması gerekir. Şu anda sadece 80 kişi var. ÖNCE BİLİME VE BİLİM İNSANINA YATIRIM YAPMAK LAZIM.
  • Ö. İnce soruyor; Bu desteği kim verecek?
  • Arık Hocamız yanıtlıyor; “Devlet – Hükümet, ve tabii ki TÜBİTAK ve Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA). Özel teşebbüsün, sanayi kesimin de katkıda bulunması gerekir. Hızlandırıcı alanında çalışanların sayısı 10’u bile bulmaz. Sıfır diyebiliriz. BÜYÜK BİR SERVETİN ÜZERİNDE OTURUYORUZ, KÜÇÜK BİR BİLİMSEL YATIRIMLA TORYUMLA ENERJİ ÜRETME ALANININ DÜNYA DEVLERİ ARASINA GİREBİLİRİZ. 290 bin tonluk Toryum rezerviyle Hindistan bile, enerji geleceğini Toryum’da arıyor. TÜRKİYE, YAKLAŞIK 900,000 Ton TORYUM Rezervine (Dokuz Yüz Bin Ton) sahiptir.”
  • “TÜRKİYE’NİN ELEKTRİK ÜRETMEK İÇİN DIŞARIDAN PETROL VE DOĞAL GAZ ALMADIĞINI DÜŞÜNELİM; ISITMADA KULLANILAN DOĞAL GAZI TORYUMDAN ÜRETİLEN ELEKTRİĞİN ALDIĞINI DÜŞÜNELİM; TÜRKİYE’NİN BAŞINA BÜYÜK BİR DEVLET KUŞUNUN KONDUĞUNU ANLARIZ. ÖNÜMÜZDEKİ 10 – 15 YIL İÇİNDE TÜRKİYE’NİN TALİHİ DÖNEBİLİR VE ÖNÜ AÇILABİLİR. TÜRKİYE’NİN TORYUM YATAKLARI, DÜNYANIN EN ZENGİN YATAKLARIDIR, TÜRKİYE SAHİP OLDUĞU ZENGİN TORYUM MADENİNİ KULANIRSA (SENEDE 50 TON), TÜM ENERJİ İHTİYACINI KARŞILAYACAKTIR. Toryum madeni işlenip, paraya çevrilirse, Türkiye tüm dış borçlarını da rahatlıkla ödeyebilir.” ( 1 Ton Toryum enerjiye dönüştüğünde,  Bir Milyon Ton Petrole eşdeğerdir: “Toryum madeninin topraktan çıkarılabilmesi için 1 (Bir) Milyon Doların gerektiği, ancak hükümetin bu parayı bilim insanlarına vermediği” ifade edilmiştir.)

Şimdi Türkiye’nin tümüyle lehine olan, “Toryum Madeninin” işlenmesi  – enerjiye dönüştürülerek, elektrik ve ısınma gereksinimlerini karşılanması, dışa bağımlılıktan ve dış borçlardan Türkiye’nin tümüyle kurtulması – bu bağlamda zengin ve güçlü bir Türkiye, Türkiye’nin üzerinden muazzam paralar kazanan, böylece gittikçe daha da güçlenen Batılı emperyalistlerin işine gelir mi?  Elbette gelmez ve onlar, söz konusu çıkarlarının önüne set çekecek olanların defterini dürmesini çok iyi bilirler. (Onlar bu konuda oldukça deneyimlidirler – profesyoneldirler; şöyle ki; onlar,  pek çok bölgede yaşayan milyonlarca insanı köleleştirmiş, bedava işgücü ve asker olarak kullanmış, topraklarını – servetlerini gasp etmiş ve milyonlarcasına da soykırım uygulamışlardır…)

Dikkat edin “Türkiye’yi düşünen, Türk Milletini uyandırmak, bilgilendirmek ve kaldırmak için içtenlikle çalışan, özverili –  vatansever bilim insanları, devlet görevlileri, araştırmacı – gazeteciler vs…” nedense çok uzun ömürlü olamıyorlar; bir biçimde ya engelleniyorlar ya da ortadan kaldırılıyorlar! Kimi kez açıkça bombalı bir suikast ile, kimi kez de kanıtlanması en zor olan “kaza süsü verilmiş” profesyonel bir sabotaj ile!  Isparta uçağının düşüp parçalanması olayı da büyük bir olasılıkla profesyonel bir sabotaj; tıpkı değerli komutan Eşref Bitlis’in helikopterinin düşürülmesi gibi…

  • Tıpkı Adnan Kahveci’nin, Recep Yazıcıoğlu’nun, Büyük Atatürk’ün manevi kızı Sn. Ülkü Adatepe’nin, Prof. Engin Arık’ın şüpheli kazaları gibi…

Bir bilim insanı olarak bu tür olaylarda kesin bir dille konuşmak elbette ki mümkün değildir; ancak bu olayların tamamen aydınlığa kavuşturulduğunu ve vicdanların rahatlatıldığını – tatmin edildiğini söylemek de mümkün değildir.

        O halde aklımız –  mantığımız ve vicdanımız bunun basit bir kaza olmadığını sürekli haykırmaktadır… Böyle düşünenleri “yalancılıkla suçlamak”, hem bilimsel değildir, hem de hiç kimsenin haddi değildir. Diğer yanda bildiğimiz kesin ve mutlak bir gerçek varsa, o da şudur, “şüpheli kazalar, kaza – ya da intihar süsü verilmiş korkunç cinayetler, sabotajlar, suikastlar, bombalı saldırılar vs…” nedense hep samimi Atatürkçüleri – Vatanseverleri – Türkiye için canla başla çalışan, fedakâr –  Kahraman Türk Evlâtlarını bulmaktadır? Öte yanda Türkiye’ye ve Türk Milletine hiçbir olumlu katkıda bulunmayan, hatta tersine, fazlasıyla zararları dokunan hainlerin, kriptoların, ikiyüzlülerin, dolandırıcıların, din tüccarlarının – tarikatçıların, tecavüzcülerin, hırsızların, millete en ağır biçimde hakaret ve küfür edenlerin başına hiç böyle kuşkulu kazalar – bombalı saldırılar, suikastlar, boyunları kesilerek – korkunç bir biçimde katledilişler gelmemektedir!

Oysa ki “işini doğru yaptığı ifade edilen, dürüst ve vatansever bir devlet adamı olarak tanınan” Adnan Kahveci’nin sakin trafikte şaşırtıcı ölümü kaza! Değerli Vatansever Komutan Eşref Bitlis’in helikopterinin düşmesi ve hayatını kaybetmesi kaza! Vatan ve milletsever – çalışkan valimiz Recep Yazıcıoğlu’nun ölümü kaza! Sayın Muhsin Yazıcoğlu’nun helikopterinin düşmesi ve yaşamını yitirmesi kaza! Değerli Aselsan Mühendislerinin korkunç ölümleri kaza, intihar vs…  Okullarda – TV programlarında ve çeşitli konferanslarda sürekli manevi babasını anlatan, O değerli İnsanı en yakından tanıma fırsatı bulmuş Büyük Atatürk’ün manevi kızı Sevgili Ülkü Adatepe’nin ölümü kaza! Türkiye’nin siyasal, ekonomik ve akçalı (mali) tam bağımsızlığının  ve  kalkınmasının güvencesi olan Toryum madeni üzerinde çalışan ve bunu yaşama geçirmek için var gücüyle çabalayan Prof. Engin Arık ve ekibinin ölümü kaza!

Hep kaza, hep kaza???

Değerli ceza hukuku Profesörü hocamızın dersteki sözlerini bir kez daha yineleyerek- altını çizerek kulaklarını çınlatalım:

  • İspat edilmesi en zor olan cinayetler ve suikastler, KAZA SÜSÜ VERİLMİŞ olanlardır.”

Anlayana ve anlamak isteyene sivrisinek saz, anlamayana ve anlamak istemeyene davul zurna az…

Bilime ve gerçeklere her şeyden çok değer veren tüm vatanseverlere selâm ve saygılarımla,
 

 

10 Kasım’ın Düşündürdükleri

10 Kasım’ın Düşündürdükleri:

Konuk yazar :  G. Filiz Tuzcu

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Her 10 Kasım saat 09: 05’te – tüm yurdumuzda sirenler acı acı çaldığında, yüreğim nasıl da burkulur, ruhum acıyla nasıl da ürperir, sanki  o an yerler sarsılır, dağlar üzerime gelir, ufuklarda kapkara bulutlar ve gözlerimde sağanak yağmurları belirir…

Türkün Ölümsüz Kara Sevdasıdır Atatürk  Aşkı,
O Ölümsüz Kara Sevdadır  ki, içinde ne değerli anılar – ne tarih barındırır;

Hiç kimsenin boyunduruğu altına girmemiş, binlerce yıldır onuruyla – özgür yaşamış Yiğit Türk Ruhunu –  Nice Krallıklar, Nice Devletler kurmuş  ve İçinden Ne Büyük  Kahramanlar Çıkarmış  Kutlu Bir Milleti – Dünyaya Göz Kamaştıran Bir Medeniyet Mirası Bırakmış Kadim Türk Atalarımızı, Türk Milletin Namusunu, Şerefini, Özgürlüğünü ve Tam Bağımsızlığını yeniden kurtaran ve Milletini dipsiz karanlık kuyulardan çekip çıkaran, Onları yeniden ışığa kavuşturan O En Son Asil Kahramanı…”

Evet, yıl 2018, O Asil Kahramanımız – O Ölümsüz Kara Sevdamızın bedensel olarak  aramızdan ayrılışının üstünden tam 80 yıl geçmiş; “boynu bükük – öksüz – çığ gibi çoğalan acı ve özlem dolu” tam 80 yıl.

Peki ya şimdi!  

Sevgi – hele ki “Ölümsüz Kara Sevda” büyük emek ister, yürek ister, özveri ister, sevdiğini savunmak, ilkelerini ve düşüncelerini yaşatmak ister, anılarına saygı ister, sevdiğinin ideallerini ve hedeflerini gerçekleştirmek ister;  Onun emanetlerini  can pahasına korumak ister

Kuru kuru sevgi – kuru kuru sevda olmaz! Aradan geçmiş tam 80 yıl, bugün O’nun En Değerli Aziz Emaneti – Vatanımız Türkiye nerede?

Büyük Atatürk’ün “ömrünü fedâ ederek, mucizevi zaferler kazanarak, bin bir emekle – zahmetle kurduğu, her türlü yoksulluklar ve yokluklar içinde kalkındırdığı, o yıldızı pırıl pırıl parlayan, bilimi tek rehber edinmiş,  medeniyet yolunda emin adımlarla ilerleyen, dünyaca saygı gören, üreten, kazanan, milletin gözlerinde kendine güvenin ışığı – yarınlara umutla baktığı,  O Güçlü ve Tam Bağımsız Türkiye” nerde?

İtiraf etmemiz gerekir ki, büyük bir çoğunluğumuz  Büyük Atatürk’e ne yazık ki lâyık olamadık…  80 yıldır sahte Atatürkçülerin peşinden gittik… Cumhuriyet değerleri bir bir yıkılırken seyirci kaldık! (1940’lı yıllarda Sarı Öküz verilirken ses çıkarmadık!) 

 1938’den 2018’e dek Büyük Atatürk’e yaraşır (lâyık) olanlar ve gerçekten O’nun yolunda kararlı –  emin adımlara, yüreklice (cesurca) yürüyenler elbette ki oldu, onların hepsini en derin sevgi, saygı ve  minnet duygularımla – rahmetle anıyorum… Ancak o değerli vatanseverler çok ağır bedeller ödemek zorunda kaldılar. Eğer Ulusça o kahramanların arkasında dursaydık, onlar o bedelleri ödemek zorunda kalmazlardı! Bu vatan salt onların vatanı mıydı, yoksa hepimizin mi?

İnsan olmanın gereğidir düşünmek… Müslüman olmanın da gereğidir düşünmek. O halde artık zahmet edip de düşünelim diyorum… Zahmet edip, birbirimize sahip çıkalım diyorum… Yoksa Atatürk’ü yalnızca belli günlerde anmak, ağlayıp – sızlamak, televizyonlarda ahkam kesmek, göstermelik törenler yapmak, havanda su dövmekten öteye gidemeyecektir!

O halde Atatürk’ü çok iyi anlamak gerekir; O’nun hür ve tam bağımız asil ruhunu  – ilkelerini ve düşüncelerini yaşam rehberimiz yapmamız gerekir; O’nun hedeflerini hedef edinmemiz gerekir… Bu ruhu taşımayan sahte Atatürkçülerden –  iki yüzlülerden mutlaka ama mutlaka uzak durmamız gerekir.

Evet, sevgi ve sevda emek ister, özveri ister, yürek ister, hele ki sevdiğin Ölümsüz Atatürk ise, hele sevdiğin O’nun Aziz Emaneti Canımız Vatanımız – Türkiye’miz ise, hele sevdiğin O dünyanın en güzel,  en anlamlı  en şanlı – şerefli Bayrağı – Mavi Göklerin Nazlı – Kırmızı Gelinciği Türk Bayrağımız ise,  onların yoluna baş koymak ister.

Sevgisinde, hatta Kara Sevdasında içten olan, bu yola baş koyan tüm Atatürk Sevdalılarına selâm olsun

Ölümsüz Atatürk’ümüzün O, eşsiz güzellikte..

Aziz Ruhu şad olsun…
====================================

Dostlar,

Sitemizin değerli yazarlarından Sayın Güzide Filiz Tuzcu hanımefendiye bu içten dizeleri için teşekkür ederek yazısını yayınlıyoruz.. Yazı içeriğine elbette biz de aynen – fazlasıyla katılıyoruz..

Yüce ATATÜRK’ün emanetleri kutsaldır ve vargücümüzle koruyacak, anlaşılmasını sağlayacak, sevdirecek ve gönüllere yerleştireceğiz..
*****
Atatürk’ün ölümü üzerine İsmet İnönü’nün yayınladığı iletisi

Büyük Türk Milletine,

Bütün ömrünü, hizmetine vakfettiği sevgili milletinin ihtiram kolları üstünde Ulu Atatürk’ün fani vücudu, istirahat yerine tevdi edilmiştir. Hakikatte yattığı yer, Türk milletinin onun için aşk ve iftiharla dolu olan kahraman ve vefalı göğsüdür.

Atatürk, tarihte uğradığımız en zalim ve haksız itham gününde meydana atılmış, Türk milletinin masum ve haklı olduğunu iddia ve ilan etmiştir. İlk önce ehemmiyeti kavranmamış olan gür sesi, asla yıpranmayan bir kuvvetle, nihayet bütün cihanın şuuruna nüfuz etmiştir.

En büyük zaferleri kazandıktan sonra da Atatürk, ömrünü yalnız Türk milletinin haklarını,insaniyete ezeli hizmetlerini ve tarihe hak ettiği meziyetlerini ispat etmekle geçirmiştir. Milletimizin büyüklüğüne, kudretine, faziletine, medeniyet istidadına ve mükellef olduğu insaniyet vazifelerine sarsılmaz itikadı vardır.

“Ne mutlu Türk’üm diyene!” dediği zaman, kendi engin ruhunun, hiç sönmeyen aşkını en manalı bir surette hulasa etmiş idi.
Fena zihniyet ve idare ile geri bırakılmış Türk cemiyetini, en kısa yoldan insanlığın en mütekamil ve en temiz zihniyetleriyle mücehhez modern bir devlet haline getirmek, O’nun başlıca kaygısı olmuştur. Teşkilat-ı Esasiye’mizde ve bugün hizmet başında, irfan muhitinde ve geniş halk içinde bulunan bütün vatandaşların vicdanlarında yerleşmiş olan laik, milliyetçi, halkçı, inkılapçı, devletçi cumhuriyet, bize bütün efsafiyle Atatürk‘ün en kıymetli emanetidir.

Üfulünden beri Atatürk‘ün aziz adı ve hatırası, bütün halkımızın en candan duygularıyla sarılmıştır. Memleketimizin her köşesinde ve bütün milletçe kendisine gösterdiğimiz samimi bağlılık, devlet ve milletimiz için kudret ve vefanın beliğ misalidir. Türk milletinin aziz Atatürk’e gösterdiği sevgi ve saygı, Onun niçin Atatürk gibi bir evlat yetiştirebilir bir kaynak olduğunu bütün dünyaya göstermiştir.

Atatürk‘e tazim vazifemizi ifa ettiğimiz bu anda, halkımıza, kalbimden gelen şükran duygularını ifade etmeyi, ödenmesi lazım bir borç saydım.

Milletlerarasında kardeşçe insanlık hayatı Atatürk‘ün en kıymetli ideali idi. Bütün dünyada ölümün gördüğü ihtiramı, insanlığın atisi için ümit verici bir müjde olarak selamlarım. Bu sözlerim, yazılarıyla ve toprağımızla şövalye askerleri ve mümtaz şahsiyetleriyle yasımıza iştirak eden büyük milletlere Türk milleti adına şükranlarımın ifadesidir.

Devletimizin banisi ve milletimizin fedakar, sadık hadimi,
İnsanlık idealinin aşık ve mümtaz siması;
Eşsiz kahraman Atatürk
Vatan sana minnettardır.

Bütün ömrünü hizmetine verdiğin Türk milletiyle beraber senin huzurunda tazim ile eğiliyoruz. Bütün hayatında bize ruhundaki ateşten canlılık verdin. Emin ol, aziz hatıran, sönmez meş’ale olarak ruhlarımızı daima ateşli ve uyanık tutacaktır.

Reisicumhur İsmet İnönü
*****

Sevgi ve saygı ile. 10 Kasım 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com


SEVR ANLAŞMASI

Dostlar,

Web sitemizin değerli konuk yazarlarından Tarihçi Sayın G. Filiz Tuzcu hanımefendi, ricamız üzerine büyük vererek Osmanlı tarihinin yüz karası ve Batı Emperyalizminin kirli sabıkası SEVR ANLAŞMASI‘nı yazdı.. Dolu dolu 22 sayfa.. Çok sayıda kaynağa dayalı ve dipnotlarıyla desteklenen..

Bu gün, 26 Ağustos 2018.. Sevr Antlaşması’nı Osmanlı Saltanat Şurası kabul etmiş ve Anadolu da dahil işgal başlamıştı. 1. Meclis bu Anlaşmayı tanımadığını ve imza koyanları da (Osmanlı saltanatı) vatan haini ilan ederek Kurtuluş Savaşını başlattı Mustafa Kemal Paşa önderliğinde.

Bir dizi zorlu muharebe ve görkemli Sakarya Savaşından sonra sıra Büyük Taarruza gelmişti ki, o da 96 yıl önce bu gün, şafakla birlikte Kocatepe’den yönetilerek Afyon ovasında başlatılmıştı. Bu Başkumandan Meydan Savaşı’nın kazanılması sayesinde işgaller sonlandırılmaya başlanmış, Lozan Barış görüşmelerinin yolu açılmıştı.

İşte, Büyük Atatürk‘ün nitelemesi ile TÜRK ULUSUNU tarih sahnesinden silme amaçlı bu Sevr paçavrasının ibretlik içyüzünü yurtsever bir tarihçiden bir kez daha okumanın – genç kuşaklara okutmanın tam zamanı.. Elde ULUSAL EĞİTİM SİSTEMİ de kalmadığına göre, iş anababalara düşüyor, evde ulusal – bilimsel eğitim!

Tarihçi G. Filiz Tuzcu, ”SEVR Antlaşması’‘ konulu kapsamlı makalesine (monografisine) şöyle başlıyor :
******

HAÇLI EMPERYALİZMİN TÜRK MİLLETİ  İÇİN VERDİĞİ ÖLÜM KARARI: SEVR ANTLAŞMASI (10 AĞUSTOS 1920)

Filiz Tuzcu – Ağustos 2018 

GİRİŞ

SEVR Antlaşmasını gerçek boyutlarıyla kavrayabilmek için Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili “Geçmişten Günümüze Köprü Kurabilen – Tarafsız – Aydınlatıcı Ön Bilgilere” mutlak bir gereksinim vardır; şöyle ki Osmanlı Devletini kim kurdu, Osmanlı hanedanı soy – ırk olarak kimlerden oluşuyordu, zamanla yönetime hangi “yabancı unsurlar” hakim oldu ve o noktadan sonra Osmanlı zihniyeti ve siyaseti nasıl 180 derece yön değişerek “Türk Ve İslâm karşıtlığına” dönüştü ve Osmanlı Devletinin gerçek sahibi olan Türkler nasıl devlet yönetiminden tamamen uzaklaştırılarak, bir zamanlar himayesine aldığı, güvenli, refah ve mutlu bir hayat yaşattığı yabancı kökenli gayrimüslim azlıklardan aşağı bir statüye indirilerek, nasıl ezilmeye ve hor görülmeye başlandı…?

       1938 sonrası Türk Milletinden özellikle gizlenen söz konusu bu tarihi gerçekleri bilmeden, “ne Osmanlı zihniyetini, ne bu zihniyetin Türk Milleti üzerinde bıraktığı ve bugüne kadar derin izlerinin silinemediği son derece olumsuz etkilerini” anlayabilmek mümkün değildir. Bir başka deyişle “Gerçek Osmanlı Tarihini” bilmeden, Osmanlı devletinde hakim konuma gelen yabancı unsurları, onların iç ve dış politikalarını, Osmanlı İmparatorluğu’ nun çöküş süreci ve nedenlerini, Balkanlar ve Kafkaslarda yaşanan Türk Soykırımını, 1. Dünya Savaşına neden girildiğini, Osmanlıların boyun eğip, hiç itirazsız kabul ettikleri Mondros Ateşkes Antlaşmasını ve  “Türk Milletinin Onurlu Ölüm – Kalım  Mücadelesi  Olan  Kurtuluş  Savaşı Destanımızı” anlamaya imkân yoktur.
******

Sn. Tuzcu devamla                                    :

… çünkü Orhan Gazi’nin üç Hıristiyan Grek (Rum) eşleriyle – Horofira – Asporçe – Teodora- ile başlayan yabancı gayrimüslim kadınları “şehzade eşleri, anaları, babaanneleri ve akrabaları yapmak”, Osmanlıda gayet köklü ve değişmez bir gelenek halini almıştır! Söz konusu bu yabancı kadınlar Osmanlı sarayına gelirken elbette yalnız gelmemişlerdir; yanlarında rahiplerden, papazlarından, danışmanlarından, güvendikleri özel hizmetçilerden vs… oluşan kalabalık bir grupla beraber gelmişler ve Osmanlı sarayında kraliçeler gibi saltanat sürmüşleridir! Ayrıca yine bu yabancı kadınlar, memleketlerinde kalan aileleriyle, akrabalarıyla, ruhban sınıfla, soydaşlarıyla irtibat içinde olmuş ve doğal olarak her fırsatta onların çıkarlarını gözetmekten  geri kalmamışlardır.[1]

Osmanlı padişahları ise Müslüman Türkleri, mevcut durumdan şüphelendirmemek adına, yabancı cariyelerine – eşlerine – yabancı annelerinin şehzadeyken kendilerine tayin ettiği lalarına (öğretmenlerine) – nedimlerine (iç-oğlanlara – yani oda hizmetçilerine) birer Türk /Müslüman takma adı vererek ve “bunlar artık Müslüman oldular” açıklaması yaparak, Türklerin gözünü boyamışlardır! Osmanlıların ailelerine – mahremlerine – saraylarına alıp baş tacı ettikleri bu yabancı Hıristiyan veya Yahudi unsurlar içinde İslâm dinini ve Türklüğü samimiyetle benimsemiş olan bazı istisnalar olabilir! Ancak bu durum tamamen istisnadır. Çünkü genel olarak Osmanlı hanedanına ve devlet yönetimine hakim olan padişah ailesi ve devşirmelerin siyaset ve uygulamalarına baktığımızda, bu unsurların Türk ve İslâm karşıtı oldukları açıkça görülmektedir… Örneğin tarih kaynaklarında “en erken Orhan Gazi devrinde bile, İslâm’da yasaklanmasına rağmen zoraki bir ruhban sınıfının yaratıldığı ve böylece Kuran’da yer almayan hurafelerin İslâm’a sokulmasına göz yumulduğuna” dikkat çekilmiştir![2]

Osmanlıların, bünyelerine – mahremlerine aldıkları yabancıların etkisi altına girdiklerini gösteren pek çok çarpıcı örnek vardır; bunlardan biri de kendi öz babasını tahttan indirmek için ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim’den olma, Yahudi Helga’dan doğma Kanuni Sultan Süleyman’dır; güvenilir Tarih Kaynakları Süleyman’ın köle cariyesi – Rus papazının kızı Roksalan’ın (Hürrem’in) etkisi altına girerek, onu baş tacı ettiğini – genelde onun sözünden dışarı çıkmadığını, hatta Hürrem’in isteğiyle öz oğlunu ve öz torununu öldürttüğünü ifade etmişlerdir; ayrıca Kanuni, oda hizmetçisi – nedimi (şehzadelik yıllarından itibaren yanından ayırmadığı – özel bakımını yapan, hamamda yıkayan – tırnaklarını kesen, onu giyindiren, eğlendiren vs…) Pargalı Hıristiyan kölesini de en az Hürrem kadar çok sevdiğini ve bu kölesine de “İbrahim” adını vererek ve onu “Paşa” unvanı ile taçlandırarak koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun başına getirdiğine, yani oda hizmetçisini “sadrazam” yaptığına, hatta bu uygunsuz davranışının sonucunda imparatorlukta düzen ve otoritenin bozulduğuna dikkat çekilmiştir![3]

[1][1] Örneğin Orhan Gazi’nin üçüncü Grek eşi Teodora’nın, adını değiştirmeye dahi razı olmadığı ve Türk topraklarında Hıristiyanlığın baş savunuculuğunu yaparak, Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara değerli hizmetlerde bulunduğu ifade edilmiştir.
[2] Alphonse De Lamartine, Osmanlı Tarihi Cilt  1, Sabah Yayınları, İstanbul, 1991, s. 70.
[3] Koçi Bey, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2008, s. 11 – 16, 81.

………
………

Anadolu Türklerinin uyanabilmesi ise ancak dört yıllık – korkunç bir 1. Dünya Savaşı sürecinde ve savaş sonrasında gerçekleşen dış güçlerin Türk topraklarını fiilen işgal etmeleri, yabancı asker ve azınlıkların saldırı ve tecavüzleriyle mümkün olabilmiştir! Büyük Atatürk konuyla ilgili şu çarpıcı açıklamayı yapmıştır; “Özellikle bizim milletimiz, milli kimliğini bilmemenin çok acı cezalarını çekmişlerdir.  [Zamanla tamamen yozlaşan, Türklükten ve İslâm’dan uzaklaşan Osmanlı padişahları ve onların devletin en üst makamlarına getirdikleri devşirme yöneticileri, Türklere binlerce yıllık köklü milli kimliğini ve tarihini kasıtlı olarak unutturmuşlardır, Türkleri ümmet anlayışı içinde pasifleştirerek, eritmişlerdir (melting pot) ] İmparatorluğun içindeki çeşitli toplumlar, hep milli kimliklerine ve inançlarına sarılarak ve milliyet idealinin kuvvetiyle kendilerini kurtarmışlardır. Bizler ise, ne olduğumuzu, onlara yabancı, onlardan ayrı bir millet olduğumuzu, sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimiz zayıfladığı anda biz hor ve hâkir gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmakmış. Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, öncelikle bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı bütün davranış ve hareketlerimizle göstermemiz gerekir; bilelim ki milli benliğini bulamayan milletler, başka milletlerin avı olur.” [1]

[1] Mustafa Kemal Atatürk, Atatürkçülük: Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 2001, s. 277.

………
…………

Büyük Atatürk, Türkler için son derece vahim ve karanlık olan o sürecin “1918 – 1922” bir kısmını şöyle anlatmıştır; “Dahiliye Nazırı Damat Şerif Paşa, Sivas’ta işgalleri protesto eden ve “kahrolsun işgal” diye bağıran halkı kastederek Sivas Valiliğine yaptığı bildiride “Kahrolsun işgal” gibi yazılar, hükümetin şimdiki siyasetine uygun değildir” diyordu. Bu ne demektir baylar? Osmanlı Hükümeti, düşmanların yurdumuza girişini kötü görmeyen bir siyaset mi güdüyordu? Bunun üzerine 13 Ekim 1919’da Harbiye Nazırı Cemal Paşa’ya şu telgrafı çektim; “Ulusun gerçek duygularına dayanarak hükümetin, haksız işgalleri tanımadığını resmi siyasi bir dille bildirmesini ve Ateşkes Antlaşması hükümlerine aykırı olarak, düşmanlarımızın bugüne dek işlerimize karışmalarını protesto edilmesini beklemekteyiz.” Delegemiz ve Harbiye  Nazırı Cemal Paşa’nın verdiği yanıt çok ilgi çekicidir; (Belge: 154, 18 Ekim 1919 ) “Ulusal isteklere uygun olarak işleri yürütme sorumluluğunu yüklenen İstanbul Hükümeti, tutumunda ve yürütümünde siyasetinin gereklerini kollamak, yabancılara karşı daha konuksever ve ılımlıca davranmak zorundadır. Sayın Heyeti Temsiliye’den hükümetin yaptığı işleri daha çok destekleyici olmalarını rica ederim.”

……..
………

Sn. Tuzcu şöyle bağlıyor                                     :

Sonuçta diyebiliriz ki      :

Sevr Antlaşmasıyla” Türk Milletinin ölüm fermanını yazan birleşik emperyalist güçler, bu antlaşmayı zorla Türklere dayatmak için ellerinden gelen her zorbalığı, her saldırı ve katliamı yapmışlar ve bunun için Türk topraklarına Grek ordularını salarak, yerel Grek ve Ermeni çetelerini silahlandırarak, azınlıkları kışkırtarak Türk köylerine ve şehirlerine her türlü saldırıyı yapmışlar ve Türklere dünyada resmen cehennemi yaşatmışlardır. Ayrıca onlar, Osmanlı padişahını ve dini örgütleri kullanarak iç isyanlar çıkartmışlar, kardeşi kardeşe katlettirerek de Türk milletine çok büyük kayıplar ve acılar yaşatmışlardır. Yine işgalci güçler, Türk vatanını bir baştan bir başa tahrip etmiş, evleri, ahırları, camileri, ekinleri dahi yakmış ve yıkmışlardır. Ancak Mustafa Kemal Paşa gibi bir dahi – mükemmel bir komutan – bilge bir devlet adamı, cesur bir vatanseverin liderliğinde topyekûn bir araya gelen Milli Güçler (7’den 70’e topyekûn Türk Milleti)  – hep birlikte el  ele vererek – korkunç yokluklar, açlıklar, acılar içinde, ölümüne savaşarak bağımsızlığımızı ve vatan topraklarımızı kurtarabilmişlerdir. Bizler o acı günleri çok şükür ki yaşamadık; yaşamadık ama, yaşamış gibi empati yapabiliriz, hatta mutlaka yapmamız gerekir.

Şayet yüzlerce yılda ender yetişen bir Mustafa Kemal Paşa ortaya çıkıp, her şeyini feda ederek, “şaşkınlık – korku ve çaresizlik içinde kalmış biçare Türk Milletine sahip çıkmasaydı, dağınık bölgesel milli örgütleri biraya getirmesiydi, herkese cesaret ve umut olmasaydı, milletini aydınlığa – özgürlüğe doğru var gücüyle teşvik edip, Kurtuluş Savaşımız ve Destansı Zaferlerimizi” gerçekleştirmeseydi, işte o zaman Sevr Antlaşması, tüm hükümleriyle devreye girmiş olacaktı!  

Böylece Batı Anadolu ve Karadeniz sahil Bölgemiz Greklere, Kuzey Doğu Karadeniz Bölgemiz Ermenilere, İstanbul ve Boğazlar yabancılardan oluşan ortak bir komisyona, İstanbul Fener Bölgesi “Vatikan Modeli” özerk İstanbul Grek patrikhanesine, Güney Doğu başkalarına verilecek ve biçare Türkler ise Orta Anadolu’da, Konya merkezli, üç – beş şehir içine sıkışarak, hapsedilecekti; ancak bu kadar değil, “İngiliz gizli belgelerinde Türklere lütfen bırakılacak olan bu küçük İç Anadolu bölgesinde bile Türkler, kendi başlarına – özerk bırakılmamalı, bizden biri başlarında – yönetimde olmalı – yani manda altına alınmalılar” deniliyordu! Böylece Türk Milleti kabul edilemez bir esaret ve alçaltıcı bir zillet içinde yaşatılacaktı! Tabii ki buna yaşamak denirse!

Onun içindir ki bizler, Büyük Atatürk’ümüze ve Onun izinde gitme sağduyusu gösteren fedakâr Aziz Türk Milletimize ödenemeyecek kadar büyük minnet borçluyuz. Bu tarihi gerçekleri hiçbir zaman unutmamak ve unutturmamak dileğiyle…
====================================

22 sayfalık kapsamlı tümünü okumak için lütfen üstünde tıklayınız..

Tarihçi Sayın Güzide Filiz Tuzcu hanımefendiye bir kez daha çok teşekkür ediyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 27 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

19 Mayıs 1919 – TARİHTEN BİR KESİT

19 Mayıs 1919 – TARİHTEN BİR KESİT

Konuk yazar : G. Filiz Tuzcu

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır.)

Bir gün sonra 19 Mayıs 1919“,  Aziz  Türk Milletinin kapkara yazgısını değiştiren, Milleti karanlıklardan – esaretten – çaresizlikten çekip çıkaran, onlara  özgür bir vatan ve aydınlık bir gelecek armağan eden  Büyük Atatürk’ün kahramanca başlattığı Kurtuluş Savaşı Destanımızın” başladığı “o hayırlı – o muhteşem – o güneşe giden günün” kutlu ve mutlu 99’uncu yıl dönümü…

Biz Türkler için yaşamsal derecede önemli  bu gün vesileyle “tarihi bir hatırlatma yapmak“, bir tarihçi olarak boynumuzun borcudur diye düşündük; şöyle ki,  Büyük Atatürk,  sadece işgalci dış güçlere – yani dünya kaynaklarını gasp eden, aç gözlü – saldırgan – zalim ve zorba emperyalist devletlere karşı savaşmamıştır; O, söz konusu bu emperyalistlerin  “toprak vaatleriyle” kandırarak, kışkırttığı, silahlandırdığı ve  maşa gibi kullandıkları Greklere ve Ermenilere karşı da savaşmıştır;

Aynı zamanda O, yüzyıllarca Türk Milletinin sırtından geçinmiş, göz kamaştıran bir saltanat sürmüş, ancak karşılığında Türk Milletini aşağılamış, ezmiş, sömürmüş, cahil, yoksul ve çaresiz bırakmış olan Osmanlılara karşı da savaşmıştır… İşte bu husus son derece önemlidir.

Çünkü 1918’de Osmanlı padişahı, hanedanı, onların devşirme yöneticileri, devlet adamları vs…, kendilerine yüzyıllarca sadakatle – ölümüne bağlı olan, emeğiyle, kanıyla, canıyla hizmet eden Türk Milletine hiçbir biçimde sahip çıkmamış, hatta padişah Vahdettin daha da ileri giderek Türklerin ellerinden silahlarını toplamış ve Türkleri tümüyle korumasız bırakarak,  aynı cellâtlarına teslim edilen koyunlar gibi “Türklerin,  hiçbir direnme göstermeden, sessizce – uysalca işgalci düşmanlara teslim olmalarını” emretmiştir!  Düşmana teslim olmayıp da, ailesini, şerefini, namusunu, canını kurtarmak için mücadele eden Türkleri ve Türk Milli Güçlerini ise, “asi – çapulcu – eşkıya – celâli” ilân eden padişah, onların katledilmelerini emretmiş, padişah ve İstanbul Hükümeti düşman güçlerle birlik olup,  Türklerin elini kolunu bağlama  ve onları cezalandırma yoluna gitmiştir!

Bir başka deyişle Büyük Atatürk, maddi, manevi ve askeri yönden güçlü – oldukça donanımlı – küstah ve zalim “Türk düşmanlığı ortak paydasında buluşmuş” olan bu üç güce karşı aynı anda savaşmak zorunda kalmıştır:

1. Emperyalist Dış Güçler,

2. Emperyalistlerin ülke dışında ve içinde yer alan gayrimüslim ve Müslim işbirlikçile-ri; Grek ve Ermeni taşeron orduları, Grek ve Ermeni patrikhaneleri, silahlı çeteleri, gizli örgütleri, yerli azınlık grupları, yabancı okul idarecileri, misyonerler vs…

3. Osmanlı padişahı Vahdettin, hanedanı,  Osmanlı devlet adamları, devşirme Osmanlı yöneticileri ve onların kışkırttıkları “İslâm Görünümlü” bazı yerli tarikatlar…

Önemle hatırlatmak isteriz ki; tarihten günümüze “Türk düşmanlığı ortak paydasında buluşan bu üçlü şer grubu“, her zaman ve her koşulda tam bir işbirliği içinde hareket edegelmişlerdir… Ve bu unsurlar, çok üzülerek bildirmek zorundayız ki,  Türk Devletlerinde “yönetimi ele geçirerek“,  Türkleri her zaman yönetimden bertaraf etmeyi (dışlamayı) başarmışlardır!

Söz konusu bu unsurlar, bir tek Büyük Atatürk’ü “Türk Devlet Yönetiminden” bertaraf edememişlerdir ve onun için Ona  amansız bir düşmanlık beslemektedirler… Halâ… Çünkü onlar, Büyük Atatürk’ün ölümsüz olduğunu, Asil Ruhunun bizlerle yol gösterdiğini,  Onun bizim gönüllerimizde yaşamaya devam ettiğini gayet iyi bilmektedirler.

Onun içindir ki Büyük Atatürk bize şu yaşamsal vasiyette bulunmuştur: “Saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerim ki; bağrında yetiştirerek, başının üstüne dek çıkaracağı adamla-rın kanındaki ve vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmektenhiçbir zaman geri kalmasın. (Gazi Mustafa Kemal, Nutuk – Söylev, Cilt 2, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s. 811.)

Evet, tarihten günümüze Türk Milleti, başının üstüne dek çıkaracağı“, başına kral – padişah – devlet yöneticisi yapacağı insanı – insanları maalesef iyi incelememiştir! Maalesef  çoğu zaman yalnız görünüşe – görüntüye, boş sözlere ve boş vaatlere kanmıştır!

Türk Milleti tarihten günümüze, hiçbir zaman “önyargılı, ayırımcı – ırkçı” olmamıştır; tarih Türklerle ilgili böyle bir olgu kayıt etmemiştir;  tersine, pek çok tarihsel kaynak Türklerin ne denli insancıl olduğunu, fazilet erdem) ve ahlâki değerlere sahip olduklarını, savaşta bile kadınlara, çocuklara, yaşlılara, yaralılara asla dokunmadıklarını, hatta onlara yardımcı olduklarını; öbür milletlerle kıyaslandıklarında Türklerin yabancılara  karşı olağanüstü hoşgörülü, cömert ve konuksever olduklarını kayıt altına almıştır. 

(Bunların aksini söyleyenlerin sözleri tümüyle siyasal  ve iftira amaçlıdır, yani tarihsel ve  bilimsel değildir.)

Ancak “aşırı derecede iyimserlik – herkesi kendinden zannetme – hoşgörü ve kucakla-ma“, devlet yöneticisi seçerkenyani vatanını, şerefini, canını, geleceğini emanet ederken, elbette ki geçerli bir davranış biçimi değildir! Akıl ve tarih bilimi devreye girmelidir. Bu can alıcı noktada elbette Büyük Atatürk’ün yaşamsal vasiyeti”  kulağımıza küpe olma-lıdır.

Dünyada tüm milletler, soyuna – ırkına – diline – dinine – atalarına sımsıkı sarılırken, hatta öz değerlerini büyük bir duyarlıkla, gözbebekleri gibi  korurken, biz neden böyle davran-mayalım! Biz Türkler, böyle davranmadığımız için çok kez, çok çok ağır bedeller ödedik…

Türkler Milli Kimliğine sahip çıkmasın diye, en doğal hakkımız olan “milli kimliğimize – soyumuza  – atalarımıza – tarihimize sahip çıktığımızda“,   hemen kripto Türk düşmanları devreye girip aaaa  ırkçılık yapmayın” gibi saçma – sapan ve aslı olmayan sözler söylerler! Bunlara asla kanmayın ve sizler onları hemen susturun, hadlerini bilsinler. Bu aynı kişi-ler, gerçekten ırkçı olan, başka milletleri kendilerinden aşağı gören, onları sömüren, top-raklarını gasp eden, onları öldürmekte sakınca görmeyen gerçek ırkçılara, asla “ırkçı” demezler, hatta onlara uşaklık ederler!

Tarihten ders almamız ve Büyük Atatürk’ün vasiyetine titizlikle, harfiyen uymamız gere-kir…

19 Mayıs ATATÜRK’ü ANMA, Gençlik ve Spor Bayramımız Kutlu Olsun ve tüm vatan-severlerin yolu, Atatürk’ümüzün gösterdiği o “tam bağımsız, özgür ve aydınlık MİLLİ TÜRK YOLU” olsun…

Saygılar ve Sevgiler…
===================================================
Dostlar,

Sitemizin değerli yazarlarından Sayın Güzide Filiz Tuzcu, gerçek bir yurtsever, birikimli bir aydındır. Yazılarını yayınlamaktan büyük mutluluk duyuyoruz ve çok da okunuyor. Bu yazısını ne yazık ki az önce görebildik yüzlerce e-iletimiz arasından. Kendisinden ve okuyucularımızdan hoşgörü dileyerek, 1 gün gecikmeyle hemen yayınlıyoruz..

Yazan da, okuyan da, gereğini yapan da sağolsun, varolsun!

Anımsatmak istiyoruz; bu bayramın tam ve gerçek adı;

  • 19 Mayıs ATATÜRK’ü ANMA, Gençlik ve Spor Bayramı‘dır!Ne yazık ki; günümüzde TBMM başkanlığı gibi en yüksek makamlara bile Atatürk Cumhuriyeti sayesinde yükselebilmiş, gençliğinde 6. Filo’ya kol – kanat gerip karşı çıkan yurtseverlerin kanını dökmüş birileri, “Samsun’dan yola çıkan heyet..” gibi tuhaf – takıntılı söylemlerle tarih bilimini çarpıtıp vefasızlığın en acımasız örneklerini vermekteler..

Aslında merd-i kıpti şecaat arzederken, sirkatin söylemektedir..

Herkes kendine yakışanı yapmakta ve kendisini ele vermektedir.
Erdoğan yarım ağız, iğreti, “Gazi Mustafa Kemal” demekte, “ATATÜRK” sözünü ağzına almamaktadır. TBMM Başkanının açık Atatürk düşmanlığını çok iyi bilmesine ve ileri yaşına karşın 2. kez aynı göreve getiren Erdoğan değil miydi?

Yüce ATATÜRK‘ün aşağıdaki kritik uyarısını kulaklara bir kez daha küpe etmeli 24 Haziran 2018 yaşamsal seçimlerine giderken :

  • Saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerim ki; bağrında yetiştirerek, başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki ve vicdanındaki öz mayayı
    çok iyi incelemeye dikkat etmekten
    hiçbir zaman geri kalmasın.
     

Sevgi ve saygı ile. 20 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Büyük Atatürk’ü Anmak Yetmez; O’nu İyi Anlamak Gerekir..

Büyük  Atatürk’ü Anmak Yetmez;
O’nu İyi Anlamak Gerekir..

G. Filiz Tuzcu

(AS: Bizim kapsamlı katkımızı yazının altındadır..)

Büyük Atatürk’ü bir gün, ya da bir kaç gün değil, her gün anmak, her gün takdir etmek ve minnet duymak  için yüzlerce nedenimiz var… Çünkü O Büyük Ruhlu İnsana  o kadar çok şey borçluyuz ki … Onun, hepimizin üzerinde o kadar çok “kul hakkı” var ki…

O halde Onu gerçek devasa boyutlarıyla – yani gerçek değeriyle;  düşünce ve ilkeleriyle, Aziz Vatanımıza ve Dinimiz İslâm’a yaptığı üstün – kahramanca hizmetleriyle, Türk Milletini “kula kul olmaktan kurtarıp”, özgür, saygın ve onurlu bireyler yapmasıyla” tanımak ve tanıtmak, bu kutsal vatan topraklarında yaşayan her birimizin  vicdan, namus ve şeref borcudur kanaatindeyim.

Aksi takdirde Ona olan sevgimiz ve saygımız, samimi olmaz ve sadece sözde kalır!

Ben yıllardır tarih araştırmaları yapıyorum, tarih ile ilgili yerli ve yabancı yüzlerce kitap okudum; ve  o zaman anladım ki “Büyük Atatürk” Türkiye’de gerçek boyutlarıyla tanınmamış, tanıtılmamış, ya da kasten tanıtılmamış!

Oldukça düşündürücü  olan  ve dikkat çeken ise  şudur; önyargısız – dürüst yabancı araştırmacılar, gazeteciler, bilimden başka hiçbir kaygısı olmayan akademisyenler, Büyük Atatürk’ün gerçek değerini keşif etmişler ve Onu, Türkiye’de  yaşayan pek çok aydından  daha iyi tanımışlar ve tanıtmışlardır. Bir başka deyişle söz konusu bu yabancılar, Büyük Atatürk’ün tarihi hakkını, Ona teslim etmişlerdir.  Bu da bizlere açıkça gösteriyor ki,  Büyük Atatürk, kendi vatanında – kendi milletine doğru tanıtılmamıştır!  (Tıpkı Kuran’ın tebliğ ettiği İslâm Dininin de tanıtılmadığı gibi…) Biz Türklerin,  şöyle bir durup, iyice düşünmemiz ve bu durumu sorgulamamız gerekmez mi?

Şöyle ki 79 yıl sonra dahi Büyük Atatürk’ün Türk Milletine sağladığı bu özgür vatanı ve yaşamı halâ takdir etmeyenler varsa;

Büyük Atatürk’e ve laikliğe halâ “dinsizlik  iftirası atanlar” varsa;

Din tüccarları, sahte şeyhler, şıhlar, tarikatlar vatanımızda cirit atıyorsa; 

Cumhuriyetin faziletleri millete halâ doğru anlatılmamışsa;

İslam dininin “güzel ahlâk” olduğu, Yüce Allah’ın “sarığa, cüppeye, türbana, şekle ve göstermelik “Arapça” ibadetlere değer vermediği” millete halâ öğretilmemişse,

Burada “Ben Atatürkçüyüm, Türkiye laiktir – laik kalacak, Atatürk’ün izindeyiz, Atatürk’ün düşüncelerini anlatıyoruz – yaşatıyoruz” diyen bazı kurumlar,  makam ve unvan sahibi pek çok aydın, demek ki  79 yıldır görevlerini doğru yapmamışlar ve milletini aydınlatamamışlar demektir.  En büyük eksiğimiz – ya da yanlışımız “öz eleştiri” yapmamak ve “doğru konuşanları” susturmaktır!

Ben şuna inanıyorum ki, 1938 sonrası herkes – “siyasetçisi, milletvekili, gazetecisi, öğretmeni, akademisyeni vs…”  herkes – sözüne  ve ettiği yemine sadık kalsaydı, Atatürk ile ilgili sözleri ve eylemleri birbirini tutsaydı, bugün Türkiye bu halde olmazdı.

O halde 10 Kasım’da bu hayati hususu bir kez daha düşünelim ve sahte Müslümanlara, sahte demokratlara, sahte cumhuriyetçilere, sahte bağımsızlara, sahte bilim insanlarına ve  illâ ki sahte Atatürkçülere  geçit vermeyelim…

Atatürk’ü samimiyetle seven – takdir eden, vatanını da sever ve korur; Vatanını samimiyetle seven – koruyan,  Atatürk’ü de sever, Onun düşüncelerini yaşatır  ve  hedeflerini  hayata geçirir…

Gerçek Müslümana gelince, asla “nankör olmaz, iki yüzlü olmaz ve mutlaka kul hakkı gözetir”; Böyle bir Müslüman da, Büyük Atatürk’ün onca emeğini görür, takdir eder, Ona sevgi, saygı  ve minnet duyar.

Büyük Atatürk’ü iyi tanımak ve tanıtmak, O’nun aydınlık izinden gitmek ve O’nu her gün anmak dileğiyle, tüm vatanseverlere selâmlar…
==========================================

Dostlar,

Yurtsever kardeşimiz Sn. Güzide Filiz Tuzcu hanımefendiye, Büyük ATATÜRK hakkında içtenlikli çağrısı ve nesnel saptamaları için teşekkür etmekteyiz.. Evet, Mustafa Kemal ATATÜRK’ü anmak yetmez, O’nu, görkemli TÜRK Devrimi üzerinden anlamaya çaba göstermek gerekir. Yeryüzünün en kansız devrimi…

Saltanat’ın buru kanatılmamış, Vahdettin kendisi 22 Kasım 1922’de İngiliz Malaya zırhlısı ile bu ülkeye sığınarak İstanbul’dan kaç(ırıl)mıştır.. Çünkü aynı gün Meclis Saltanatı kaldırmıştı.. Hiçbir Osmanlı hanedanı üyesi hapsedilmemiş, gözaltına alınmamış, kötü işlem – davranış görmemiş ancak yurtdışına çıkarılmışlardır. Suçlama vatan hainliğidir, gerekçesi ise yurdun işgal ve parçalanmasına olanak sağlayan Sevr Anlaşması‘na son Osmanlı padişahı Vahdettin’in Saltanat Şurası’nın onay vermesidir.

Rus Devrimi son derece kanlıdır..
Fransız Devrimi son derece kanlıdır..
Çin Devrimi son derece kanlıdır..
Amerikan Devrimi son derece kanlıdır… İç savaşta 1860’larda 600 bini aşkın insan ölmüştür..

Türk Devrimi ise, İstiklal Mahkemelerinde 2500 dolayında insanı asker kaçağı – ırz düşmanı – vatan haini.. suçlamasıyla idam kararı vermiştir.

Mustafa Kemal Paşa‘nın örgütlediği ve yönettiği, görkemli bir başarıya ulaştırdığı Kurtuluş Savaşımız, tam anlamıyla bir özgürlük – bağımsızlık – yaşama hakkı (beka) savaşıdır ve yerin 7 kat dibinden göğün 7 katına dek meşru ve uluslararası hukuka uygundur. Bu gerçeklik 24 Temmuz 1923’te bize yenilen 7 düvel tarafından da kabul edilerek Lozan Andlaşmasıyla belgelenmiş, bu metin ülkemizin adeta tapusu ve tabusu olmuştur (İsmet Paşa‘nın gerçek kahramanlığıyla!) .

En azından bu yakın ulusal tarihimizin bütün kuşaklara, özellikle çocuk ve gençlerimize öğretmek ve ulus bilincini pekiştirmek zorundayız.

AKP’li  CB R.T. Erdoğan, 10 Kasım 2017 günü sarayında gene toplama kalabalıklara seslenirken, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk” demesinin yadırganmasını anlamadığını belirtti!? Eğer bu kişinin adı “Gazi Mustafa Kemal Atatürk” ise, böyle demesinden daha doğal ne olabileceğini sordu! Doğrusu şaştık kaldık… Madem böyleydi de neden en azından 15-20 yıldır “Atatürk” sözcüğünü ağzınıza almıyordunuz; salt “Gazi Mustafa Kemal” diyordunuz? Biz de buna çooooook şaşırıyorduk.. Ne çabuk unuttunuz o dönemleri? Belleğinizde bir sorun mu var, halkın çooooook mu unutkan olduğunu düşünüyorsunuz?? Ne oldu size?? Her 10 Kasım’da ya hastalanıyordunuz ya da rastlantı bu ya, yurtdışı gezileriniz denk düşü(rülü)yordu!?

Başınıza %51 kayaları düştü korkarız..
“Allah ile Aldatmak” (merhum Prof. Yaşar Nuri Öztürk bunun kitabını yazdı!) dönemi bitti, sıra “Atatürk ile aldatma”ya mı geldi? 2019 seçimlerini de böylelikle almayı mı tasarlıyorsunuz?

Hani 10 Kasımlarda sap gibi ayakta durmanın gereği ve anlamı yoktu??

Öyle çok sabıkalısınız ki; sizlere inanmak, içtenlikli olduğunuzu düşünmek asla olanaklı değil! Israr edecekseniz inanmamız için attığınız yüzlerce dinci – gerici adımı geri almaya başlayın hemen.. Bakalım siz, yıkıp – harap ettiklerinizi kaç onyılda onarabileceksiniz..

Gördünüz mü, tarih ve Ulusumuz haklı ATATÜRK davasında direndi ve sizleri “takiyye” ile bile olsa boyun eğmek zorunda bıraktı..

  • “Beni inkâr edeceksiniz hatta bühtanla yad edeceksiniz. Hint’e, Yemen’e ve Mısır’a giden fikirlerim, orada filizlenerek gelip sizi boğacaktır.”
    demişti Yüce ATATÜRK.. “Kehaneti” (!) doğru mu çıktı yoksa?? Rüyalarınıza mı giriyor? Çankaya Köşkü’nde bu nwdenlerle mi kalamadınız??

Gene de kör kör inadı – sadırıyı bırakmak iyidir, sizin de hayrınızadır. Zararın neresinden dönülürse kârdır.. Haydi görelim sizi, alkışlamak isteriz sizi.

Sevgi ve saygı ile. 12 Kasım 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI BÜYÜK ZAFERİNİN TAÇLANMASI “24 TEMMUZ 1923 TARİHLİ LOZAN ANTLAŞMASI BAŞARISI”

TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI BÜYÜK ZAFERİNİN TAÇLANMASI “24 TEMMUZ 1923 TARİHLİ LOZAN ANTLAŞMASI BAŞARISI”

Vatansever Dostlar,

G. Filiz Tuzcu
Tarihçi

Türk Milletinin, dünyanın en güçlü korkunç güçlerine karşı  “tamamen yokluklar içinde verdiği amansız  bir ölüm – kalım mücadelesi” olan MUCİZEVİ KURTULUŞ SAVAŞI ZAFERİMİZİN,   “LOZAN ANTLAŞMASIYLA” TAÇLANDIRILMASININ yıldönümündeyiz;
24 TEMMUZ 1923!

TÜRK TARİHİNE ALTIN HARFLERLE YAZILAN bu mucizevi başarımızın altını elbette önemle çizmemiz  ve  defalarca vurgulamamız  gerekmektedir…

Hatta T.C. Devletinin her vatandaşı, söz konusu bu  “ONURLU – EŞŞİZ  ZAFERİ” adeta zihnine kazımalıdır… Kazımalıdır ki, bir daha o korkunç – karanlık günlere maruz kalmasın…

Dikkat çekmek isteriz ki LOZAN’NIN söz konusu bu hayati önemi maalesef ki Türkiye’de yeterince vurgulanmamaktadır! Bunun nedenini  açıklamak, elbette ki biz sorumluluk sahibi  tarihçilerin görevidir:

1938 sonrası Türkiye’sinde siyasi liderlerce kademe kademe değiştirilen devletin milli iç ve dış politikalarıyla, Büyük Atatürk’ün “Düşünceleri – İlkeleri – Hedefleri ve Milli Devlet Politikaları” tamamen rafa kaldırılmıştır!

Onun o son derece değerli düşünceleri, ilkeleri, hedefleri ve milli politikaları ki, T.C. Devletinin “tam bağımsızlığını, sağlıklı işleyişini, dünyadaki  saygınlığını ve  güvenini koruma altına almaktaydı, ayrıca Türk Devletinin siyasi, iktisadi, askeri, sanayii ve ilmi kalkınmasını sağlayarak, Türk milletini en ileri medeniyet düzeyine yükseltmiş olacaktı…”   

Biz Türkleri kutsal bir baba sevgisiyle, içtenlikle seven, acılarımıza merhem olan, hayatlarımızı  ve onurumuzu kurtaran ve de biz evlâtları için her türlü fedakarlığı yapan, “gençliğini, çok sevdiği askerlik mesleğini, rütbelerini, ömrünü, hatta canını ortaya koyan”  Büyük Önderimiz Atatürk’ün bizlere lâyık gördüğü SÖZ KONUSU BU TAM BAĞIMSIZ – AYDINLIK – GÖRKEMLİ  ve MEDENİ GELECEK; “Biz Atatürkçüyüz, biz Atatürk’ün izindeyiz” diye haykırarak , “Türk Milletine, Atatürk Düşünce ve İlkelerine bağlı kalacaklarına” dair yeminler ederek, Türk Milletinin Vekilleri olmaya hak kazanan ve böylece TBMM’ne girebilen siyasiler ve onlarla “makam, mevki, unvan, maddi menfaat” karşılığı işbirliğine giren yazar, çizer, entel – dantel, bilim insanı vs… gibi sözde aydınlarca ne yazık ki engellenmiş ve geleceğimiz karartılmıştır.  Türkiye’de gelinen karanlık tablo apaçık ortadır…

Tüm Türk düşmanları, aynı tarihte olduğu gibi,   bu durumdan ziyadesiyle faydalanmaktadırlar… (Biz bu filmi daha önce defalarca görmüştük; bazıları  “adalarımız niye işgal ediliyor” diye halâ şaşırmaktadırlar! Biz de onlara şaşırmaktayız!)

Aklını biraz çalıştıran, önyargısız olarak biraz düşünebilen, vatanını samimiyetle seven, biraz da Türkiye’nin siyasi geçmişine vakıf olan, ne demek istediğimizi gayet iyi anlayacaktır.

O halde bizler “TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI ZAFERİNİN GÖREKEMLİ TACI  VE T.C DEVLETİ’NİN TEMEL KURULUŞ BELGESİ” olan  L O Z A N    A N T L A Ş A M A S I N I, büyük bir onurla anımsatıyoruz ve dünya tarihinde eşi ve benzeri bulunmayan bu muhteşem zaferimizi gururla ve sevinçle KUTLUYORUZ…

Şimdi de Büyük Atatürk’ün LOZAN ile ilgili sözlerine yer vermek istiyoruz;

  • Lozan Antlaşması, Türk Milletinin aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte örneği bulunmayan siyasi bir zaferdir.” 

(Kaynak; Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkez, Ankara, 1999, s. 337 – 338.)

Ayrıca Büyük Atatürk 27 Temmuz 1923 tarihinde İzmir’de bulunduğu sırada halkı selâmlayarak şöyle demiştir;

  • “Memlekete ve milletin menfaatine yan bakanların yeri ya denizin dibi, yahut toprakların altıdır.” (A.g.e, s. 338)

Son olarak değerli bir Türk Büyüğümüzün “uyarı” niteliğinde sözlerine yer vermeyi faydalı buluyoruz;

Atatürk, Cumhuriyeti kurduğunda henüz 42 yaşındaydı. 57 yıllık yaşamının son 27 yılını, sınır boylarında, ateş hatlarında, savaş meydanlarında geçirmiştir… Daha sonra  ortaçağ kalıntısı karanlık bir ortamı yırtmak – aydınlatmak üzere, kitaplıklarda, bilim kurumlarında, ya da elinde tebeşir ve önünde kara tahtayla halkın arasında eğitim savaşımıyla geçirmiştir. Birinci savaşı vatan savunması (kurtuluşu) içindi; ikincisi de Türk Ulusunu aydınlığa kavuşturmak için bir kültür savaşıydı …

Türkiye Cumhuriyetini bölmek ve yıkmak isteyenler vardır;  bunlar, türlü yöntemlerle gençlerin kafalarını yıkamaktadırlar; bunlar dış düşmanlardan yardım görmektedirler… Gönlünü, varlığını ve yazgısını bu vatanın yazgısına bağlamış namuslu hiçbir yurttaş böylelerinden yana olmaz.

TÜRK AYDINLARINA DÜŞEN ULUSAL VE KUTSAL GÖREVLER VARDIR. (Genel olarak Türk aydınları üstlerine düşen bu “ulusal ve kutsal görevleri” yerine getirmişler midir? Maalesef ki hayır…)

DAHA ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI SIRASINDA BİLE MUSTAFA KEMAL PAŞA’YI HEDEFİNDEN SAPTIRMAYI VE YABANCI BİR İDEOLOJİNİN UYDUSU YAPMAYI TASARLAYANLAR OLMUŞTUR. ATATÜRK, BUNU HEMEN SEZİP, GEREKEN ÖNLEMLERİ ALMIŞTIR. MECLİSTE SARIKLI BİR MİLLETVEKİLİN “PAŞAM, BİZİM HÜKÜMETİMİZ (YANİ REJİMİMİZ) HANGİ DEVLETİNKİNE BENZER” SORUSUNA ATATÜRK’ÜN,  “HOCAM BİZ KİMSEYE BENZEMEYİZ, BİZ BİZE BENZERİZ” BİÇİMDE YANITLAMASI, ONUN TAKLİTÇİLİKTEN NEDENLİ UZAK VE ULUSAL ONURA NE DENLİ BAĞLI BİR LİDER OLDUĞUNU GÖSTERİR.

(Oysaki Osmanlıda Türklere, “aşağılık kompleksi, yabancı dil ve kültür taklitçiliği, devasa boyutlarda Avrupa hayranlığı “  yüzlerce yıl sürekli olarak pompalanmıştır…)

ATATÜRK İDEOLOJİSİNİN TEMELİNDE MİLLİYETÇİLİK VE TAM BAĞIMSZLIK YATAR.

(Atatürk Milliyetçiliği; Vatana ve Millete Sevgi ve Bağlılık duymaktır. Bundan daha doğal ne olabilir? Dünyada her özgür, onurlu, medeni ve  gelişmiş millet, milliyetçidir.  Bilmeyenler, ya da “milliyetçiliğe” olumsuz ve gerçek dışı anlamlar yüklemeye çalışanlar öğrensinler…  O halde samimiyetle “Ben Atatürkçüyüm” diye herkes, “vatanın ve milletin tam bağımsızlığına, güvenliğine, özgürlüğüne, iyiliğine,  iktisadi olarak kalkındırılmasına, diline, dinine ve kültürüne” azami derece önem vermek  ve bu yolda çalışmak zorundadır…)  

ATATÜRK KURTULUŞ SAVAŞINDA VE DAHA SONRASINDA YANILGIYA DÜŞSEYDİ, TARİHSEL FIRSATLARI İYİ KULLANMASAYDI, YERYÜZÜNDE BÜGÜN BAĞIMSIZ BİR TÜRKİYE CUMHURİYETİ OLMAZDI. BUNU GÖRMEMEK İÇİN YA BİLGİSİZLİK, BİLİNÇSİZLİK VEYA NANKÖRLÜK,  YA DA VATANINA VE ONUN EVLÂTLARINA KARŞI BESLENEN KORKUNÇ KİN VE DÜŞMANLIĞIN YOĞURDUĞU HAYİNLİK İÇİNDE BULUNMAK GEREKİR.” Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu 16 Mart 1981

(KAYNAK; GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK, NUTUK – SÖYLEV CİLT 1 – 2,  Basıma Hazırlayan, Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Cumhuriyet Kitap Kulübü, İstanbul, 2002, s. ÖNSÖZ, 19  – 21.)

LOZAN gibi olağanüstü büyük, şanlı – şerefli bir zafer belgesini ve bu belgeye dayanan
T.C. Devletimizi bizlere armağan eden Büyük Atatürkümüze sonsuz teşekkürlerimizi sunuyor ve Onun aziz hatırası önünde saygıyla, sevgiyle, en derin minnet ve özlem duygularımızla  eğiliyoruz…

Saygılarımla, 24 Temmuz 2017
===================================
Çooook teşekkürler değerli yazar, Tarihçi Sayın Güzide Filiz Tuzcu hanımefendi..
Cumhuriyete ve onun şanlı tarihine bilim ve bilinçle, yurtseverce sahip çıktığınız için!

Sevgi ve saygı ile. 24 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

TÜRK DİL KURUMUNUN KURULUŞUNUN (1932) 85’İNCİ YILDÖNÜMÜ KUTLU OLSUN

TÜRK DİL KURUMUNUN KURULUŞUNUN (1932) 85’İNCİ YILDÖNÜMÜ KUTLU OLSUN

G. Filiz Tuzcu

Sevgili Vatansever Dostlar,

Aziz Türk Milleti olarak, Kurtarıcısı ve Ebedi Önderi Büyük Atatürk’ü “en derin sevgi, saygı ve minnet duygularımızla”  bir kez daha  anmak için  bugün de “TÜRK DİL KURUMU’MUZUN”  85. kuruluş yıldönümü  vesilemiz olmuştur.

Bir kez daha hatırlatmak isteriz ki Türk Milleti için güzel, faydalı, verimli ve bilimsel aydınlanma olarak nitelendirilen her ne husus varsa, bunların tümü de Büyük Atatürk tarafından düşünülmüş, planlanmış ve hayata geçirilmiştir… 

Bir insan hayatında, onun  “HAFIZASI”  yaşamının her anında nasıl son derece büyük bir önem taşıyorsa, benzer şekilde bir milletin hayatında da HAFIZASI yani “TARİHİ” aynı derecede hayati bir önem taşımaktadır…

Onun içindir ki söz konusu bu anlamlı “yıldönümünü” anarken de, kısaca tarihten bahsetmemiz kaçınılmazdır:

Objektif Tarihçilerin ve tarihe ilgi duyan duyarlı kişilerin de bildiği üzere “TÜRK KİMLİĞİNİN EN BELİRGİN VE BELİRLEYİCİ  VASFI OLAN TÜRKÇE DİLİMİZ, HATTA TÜRK KÜLTÜR VE TARİHİMİZ” maalesef ki hem Anadolu Selçuklu Devleti, hem de Osmanlı dönemlerde arka plana atılarak, önemsenmemiş, hatta ne yazık ki zamanla aşağılanmaya dahi başlanmıştır…   Her şeyden önce bu tarihi gerçeği Milletçe bilmemiz, bizler için büyük bir önem taşımaktadır.

Oysaki Türklerden binlerce yıl sonra tarih sahnesine çıkan ve birbirinden oldukça farklı toplumlardan birer “millet” oluşturarak,  birer devlet kurabilenler – yani İngilizler, Fransızlar, Almanlar, İspanyollar, İtalyanlar, Grekler vs… –  bu farklı toplumlar arasında “eğitim yoluyla ortak dil, din,  gelenek ve toprağa bağlılık  bilinci oluşturarak”, millet olma bilinci kazanmışlardır.

Çinlilerle birlikte dünyada bilinen en eski milletlerden biri oldukları bilimsel olarak tescillenen Türkler ise, söz konusu bu binlerce yıllık köklü geçmişlerine ve de pek çok krallık, devlet, imparatorluk kurma gelenek ve kapasitelerine rağmen,  kendi öz değerleri olan “Türk Kimliğini – Türkçe Dilini ve Kültürünü”  korumakta maalesef ki başarılı olamamışlardır! Bunun içindir ki pek çok görkemli Türk Devleti yıkılıp, gitmiş ve tarihe gömülmüştür… (Dikkat çekmek isteriz ki hepsi de içten, yani hanedan üyelerinin keyfince  devletin  en üst makamlarına  kadar getiridikleri yabancı unsurlar eliyle zayıflatılarak, zamanla da çökertilmişlerdir. Bu hayati husus,  Orhun Anıt Taş Yazıtlarında dahi dile getirilmiş ve Türkler dikkatle uyarılmıştır.)

Daha yakın zamanlara gelirsek, Mustafa Kemal Paşa ve Onun liderliğinde canla başla düşmanlara karşı mücadele eden Türk Milli Güçleri ve yediden – yetmişe, erkek, kadın, yaşlı, çocuk topyekûn Aziz Milletimizin olağanüstü gayretleri ve fedakârlıkları  şayet olmamış olsaydı, bugün T.C. Devleti de maalesef ki olmayacaktı; ve Türkler binlerce yıllık kadim vatan topraklarını yitirmiş, çeşitli bölgelere dağılmış, başlarına yabancı efendiler gelmiş olarak, esaret ve zillet altında “sözde yaşayacaklardı! ”  (Böylesine acı ve korkunç durumun çeşitli örnekleri – Uygur Türkleri, Makedonya Türkleri, Kafkas Türkleri, Irak Türkleri, , Suriyeliler, Filistinliler vs… –  bugün gözlerimizin önünde canlı olarak durmaktadırlar…)

 T.C. Vatandaşları Olarak Biz Türk Milleti,  her şeyi hazır ve kolay bulduğumuzdan, geçmişimizi çok çabuk unutup,  tekrar derin bir gaflet içine daldık ve maalesef ki bizleri tarihte mahvetmiş  olan yanlışlara – hatalara tekrar ve tekrar düştük! Geldiğimiz sonuç apaçık ortadır… 

(Bunların başında da “Osmanlıdan kalma hayret verici bir yabancı hayranlığı ve yabancı kelimeleri  Türkçe cümlelerimizin arasına tarzanca sıkıştırmak geliyor!.”  Kanada’da yaklaşık yirmi yıl kaldım, Quebec (Fransızlara ait)  eyaleti dışında, ana dili İngilizce olanlardan ne Kanada’da, ne ABD’de  tek bir Fransızca kelime dahi duymadım;  hatta “mersi” kelimesini bile hiç duymadım! İŞTE HER MİLLET, BÖYLESİNE TİTİZLİKLE VE BÜYÜK BİR AZİMLE “ANA DİLİNE” SAHİP ÇIKMAKTADIR…)

O halde kanaatimizce hepimiz durup iyi düşünmeliyiz ve mutlaka öz eleştiri yaparak, tarihten hiç ders almadığımız ve sürekli aynı hatalara düştüğümüz için kendimizi kınamalıyız… (Meşhur Türk Ata Sözü: “DOST ACI SÖYLER” (ANCAK DOĞRUYU SÖYLER) 

O HALDE VATANSEVER DOSTLAR, MİLLETÇE, “YALANCILARIN, SAHTEKÂRLARIN, İKİ YÜZLÜLERİN, DİNİ  SİYASET VE ÇIKARLARINA ALET EDENLERİN, KENDİ MİLLETİNİ HOR GÖRÜP,- ARAPLARA – YA DA BATILILARA KÖRÜ KÖRÜNE BAĞLANARAK, ONLARA HAYRANLIK DUYANLARIN,   ONLARIN  DİLLERİNİ TAKLİT EDENLERİN,  BATILILARIN SÖZLERİNİ İLÂHİ GERÇEKLERMİŞ GİBİ  KABUL EDİP, TÜRKLERE DE ZORLA DAYATANLARIN, YABANCI KELİMELERLE KONUŞMAYI MARİFET VE ÇAĞDAŞLIK  SAYANLARIN” KARŞISINDA YER ALALIM;

VE  VATANIMIZDA “MENFAAT, MAKAM, UNVAN VE MADDİYAT  PEŞİNDE KOŞMAYAN, CESURCA GERÇEKLERİ DİLE GETİRENLERİ TAKDİR ETME VE REHBER EDİNME ALIŞKANLIĞIMIZI“,  YENİDEN  KAZANALIM.

Bu hiç de zor olmasa gerek; şöyle ki yapacağımız tek şey yeniden  Türk Özümüze dönmektir; yani Kadim Türk Kimliğimize – Türkçemize, Türk  Kültür ve Töremize,  ve de Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslam’a dört elle sarıldığımızda, her sorunun üstesinden kolayca gelebileceğimize yürekten inanıyorum, hatta biliyorum. Tıpkı Büyük Atatürk’ün yapmış olduğu ve başarıya ulaşmış olduğu gibi… 

Şimdi “Türk Dil Kurumu ve Türkçe Dili” derken neden bu kadar laf ettik?  diye akıllara bir soru gelebilir! Çünkü Türklerle ilgili tüm hususlar bir BÜTÜNDÜR, ve hepsi birbirleriyle bağlantılıdır… Sadece dili veya dini, ya da Türklerle ilgili herhangi bir konuyu tek başına ele alıp, incelersek, bu son derece yanıltıcı  ve aldatıcı olur.

Büyük Atatürk “TÜRK TARİH KURUMUNU – TÜRK DİL KURUMUNU – DİL, TARİH COĞRAFYA FAKÜLTESİNİ” çok büyük hedeflerle kurarken, bu Milli Kurumların  ortaklaşa çalışarak – ortaklaşa hareket ederek , başta TÜRKÇEMİZ  ve ANTİK TARİHİMİZ olmak üzere  “Tüm Kadim Türk Değerlerini” yeniden gün ışığına çıkarmalarını ve bunları Türk Milletine belletmelerini arzulamış ve hedeflemiştir.  (Çünkü Türk Milleti bu hususta yüzlerce yıl çok çok çok  geç kalmıştır…)

Her kim ki “Ben Atatürkçüyüm” iddiasında bulunuyorsa, ki bu son derece önemli bir iddiadır, bunun da gereğini yerine getirmek zorundadır; ve millet olarak biz bu hususu sorgulamakla mükellefiz.  Çünkü “Ben Atatürkçüyüm” demekle Atatürkçü olunmuyor!   Tıpkı “Ben Müslümanım” demekle Müslüman olunmadığı gibi!   Hatta bu pek çok konu için geçerlidir;  örneğin “Ben Demokratım – Cumhuriyetçiyim” demekle de öyle olunmuyor. AYNASI İŞTİR KİŞİNİN LAFA BAKILMAZ…

1938 – 2017, KOSKOCA 79 YIL GEÇMİŞTİR;  BİRİCİK VATANIMIZ – GÖZBEBEĞİMİZ TÜRKİYE’NİN GELDİĞİ HAZİN DURUM GÜN GİBİ APAÇIK  ORTADIR; 

GÖRÜLÜYOR Kİ BUNCA YILDIR PEK ÇOK MAKAM, MEVKİ VE UNVAN SAHİBİ KİŞİ “SÖYLEDİĞİ VE VERDİĞİ SÖZLERİN ARKASINDA DURMAMIŞTIR”, SÖZLERİ BAŞKA – DAVRANIŞLARI BAŞKA OLMUŞTUR, YANİ GÖREVLERİNİ  LAYIĞIYLA YAPMAMIŞLARDIR.

HERŞEYDEN ÖNCE BU GERÇEĞİ KABUL ETMELİYİZ VE BUNDAN SONRA KİŞİLERİN,  Kİ BU KİŞİLERİN  “MAKAM, MEVKİ VE UNVANLARI HER NE OLURSA OLSUN  ONLARIN LAFLARINA, MAKAM ODALARININ DUVARLARINDA ASILI BÜYÜK BOY ATATÜRK PORTRELERİNE,  YAKALARINDAKİ ROZETLERİNE, ATATÜRK HEYKELLERİNİN ÖNÜNDEKİ GÖSTERİŞLİ TÖRENLERİNE, SÜSLÜ DEMEÇLERİNE VS… BAKMAYACAĞIZ…

BUNDAN BÖYLE “ATATÜRKÇÜ OLDUKLARINI İDDİA EDEN KİŞİLERİ” TESTE TABİ TUTMAMIZ GEREKMEKTEDİR; ŞÖYLE Kİ; ONLAR ,  GERÇEKTEN “ATATÜRKÜN DÜŞÜNCELERİNİ, İLKELERİNİ – MİLLİ HEDEF VE POLİTİKALARINI  SAMİMİYETLE BENİMSEMİŞLER MİDİR? BUNLARI HAYATA GEÇİRMİŞLER MİDİR?, SAMİMİ ATATÜRKÇÜ OLANLARI DESTEKLİYORLAR MI? “ASIL BU HUSUSLARA AZAMİ ÖLÇÜDE DİKKAT EDECEĞİZ… 

BÜYÜK ATATÜRK’ÜN DEYİŞİYLE, “HER GÖRDÜĞÜMÜZ SARIKLIYI HOCA ZANNEDİP, YA DA HER GÖRDÜĞÜMÜZ MAKAM VE UNVAN SAHİBİ KİŞİYİ BAŞ TACI EDİP“, ONLARIN ARKASINDAN GİTMEMELİYİZ.  ANCAK İŞİNİ DOĞRU YAPAN, DOĞRU KONUŞAN, VATANINA VE MİLLETİNE  KARŞILIKSIZ  HİZMET EDEN KİŞİLER SAYGIYA VE SEVGİYE LÂYIKTIR VE ANCAK ONLARIN ARKASINDAN GİTMELİYİZ.

DÜŞÜNCESİ VE SÖZÜ BİR OLAN, GÖREVİNİ EN DOĞRU ŞEKİLDE YAPAN, BİLİNÇLİ VE SAMİMİ TÜM VATANSEVERLERE

EN İÇTEN SEVGİ VE SAYGILARIMLA.
=================================================
Dostlar,

Büyük ATATÜRK‘ün ülkemiz Türkiye’nin ve tüm halkımız Türk Ulusu’nun Tarihi ve Dil’i Türkçe için ne denli özel özen gösterdiği iyi bilinmektedir. Bu amaçla 2 “Bağımsız” yapı (Cemiyet) kurmuş ve kalıtından (mirasından) bu 2 seçkin Kuruma sürekli  gelir bırakmıştır.

türk dil kurumunun açılması ile ilgili görsel sonucu

12 Eylülcüler Atatürk’ün vasiyetini çiğneyerek bu 2 Kurumu devlet dairesine dönüştürerek işlevsiz bırakmayı başardılr ne acı ki!

Demokrasi aşığı ve de şampiyonu AKP 1982 Anayasası’nda 3 kez çok kapsamlı değişiklik yaptı ama YÖK’e, kapatılan Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’na… ilişkin sorunu çözücü adım atmadı…

Atatürk’ün kurduğu Dil Tarih Coğrafya Fakültesi hep darbe yedi ve hocaları görevden atıldı..

Böylesine kendi köklerine düşman aymaz toplumların ayakta kalması ne yazık ki olanak dışı..

Sayın yurtsever Tarihçi yazar Güzide Filiz Tuzcu hanımefendiye yazısı için teşekkür ederiz.

Sevgi ve saygı ile. 13 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Dil Derneği Üyesi
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com