Etiket arşivi: Büyük Atatürk

81 Yıl Sonra 5 Aralık 1934 : KADININ KURTULUŞU ÇARŞAF ve PEÇE KÖLELİĞİNE SON VERMEK

Dostlar,

81 Yıl Sonra 5 Aralık 1934..

Büyük ATATÜRK’ün pek çok Avrupa ülkesinden yıllar önce Türk kadınlarına seçme – seçilme haklarını tanıyan devrimci girişiminin 81. yılı..

Bu bağlamda, Eğitim İş İsparta Şubesi Başkanı dostumuz E. Tarih Öğretmeni
Sayın Mahmut Özyürek sitesinde kapsamlı bir irdeleme yapmış.

Yiğit – korkusuz AYDINLANMA SAVAŞIMCISI merhum Prof. Dr. İlhan ARSEL kaynakçalarından geniş ölçüde yararlanmış.

O Mahmut Özyürek ki, ADD’den uzaklaştırılmış, ADD İsparta Şubesinin 14 yılı aşkın kurucu başkanlığını yapmış ve savaşımı ile zaman zaman tek başına bir Ordu gibi Genel Merkezden bile daha üretken olmuştu.. İsparta gibi onlarca tarikatın yuvası olan bir yerde..
Cebinden harcayarak, maddi – manevi her şeyini yıllarca cömertce davasına sunarak..

O Prof. İlhan ARSEL ki, dinci yobazlar yazdığı onlarca kitaba, yüzlerce makeleye tek bir bilimsel yanıt üretememişti.. “Diyanet hurafe üretiyor!” haykırışına DİB da geçerli bir yanıt verememişti. Prof. Arsel ölüm tehditleriyle yurdunda yaşayamaz olmuş, vatan özlemi içinde ABD’de yaşama gözlerini yummuştu. Ama yapıtları hala dinci yobazlara karşı birer AYDINLANMA MEŞALESİDİR..

Büyük ATATÜRK ve silah – dava arkadaşları ANADOLU AYDINLANMASI‘nın öncüleridir.
Kadınlarımız ise herkesten önce aydınlanarak Anadolu Rönesansı‘na öncülük edeceklerdir.

Bu şanlı sürece katkı koyan herkese selam olsun!

Sevgi ve saygı ile.
08 Aralık 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

******

KADININ “KURTULUŞUNUN”
ÇARŞAF ve PEÇE KÖLELİĞİNE
SON VERMEKLE SAĞLANABİLECEĞİ

portresi

Mahmut ÖZYÜREK
E. Tarih Öğretmeni
Ulusal Eğitim Deneği İsparta Şubesi Başkanı 

Kahire’de, evvelce El-Hadid İstasyonu meydanında dikili iken sonradan üniversite avlusuna nakledilen bir heykel vardır ki, bir eliyle yüzündeki kara peçeyi kaldırıp atan ve diğer eliyle Sfenks’in başına dayanan modern Mısır kadınını canlandırır. Mısırlı heykeltıraş Mahmud Muhtar’ın güzel anlamlı bir yapıtıdır bu. Heykelin tabanına çakılı bir plakada, “Mısır’ın Kurtuluşu” satırları yazılıdır. Bu heykel ve bu yazı, Mısır’ın kalkınmasının ve gelişen dünyaya ayak uydurmasının ancak kadını özgürlüğe kavuşturmakla, serbest kılmakla, peçe ve çarşaf köleliğinden kurtarmakla mümkün olabileceğini anlatmaktadır. Bilindiği gibi Sfenks, Mısır’ın İslâm öncesi dönemlerdeki muhteşem uygarlığını temsil eder. O dönemlerde Mısırlı kadın, imrenilecek bir özgürlüğe ve devlet yönetebilecek üstünlüğe sahip bulunduğundan, söz konusu heykel, şeriat belâsından kurtulmanın ve kadına değer vermenin mutlak bir koşul olduğu anlamına gelmektedir.

Çünkü şeriatın zorladığı giysilerden ve daha doğrusu çarşaf felâketinden kurtulmak demek, kadın için bir bakıma “kişiliğe ve özgürlüğe” kavuşmak demektir. Kendisini tanınmaz hale getiren kılıktan ve bu kılığı Tanrı emridir diye zorlayan şeriat baskısından uzaklaşmakla hiç kuşkusuz bağımsızlığına ve insanlığına kavuşması demektir.

Kadını kapamakla ve çarşafa sarmakla ne sosyal ve ne de ahlaksal gelişme olamayacağını Mısırlı aydın az çok anlamışa benzer. Nitekim 1950’lerde bir Mısırlı yazar, Halid Muhammed Halid, oldukça cesur sayılacak şu satırları yazmıştır:

“Gerici yığınlara biz şunu anlatmak isteriz ki, kadın ancak haklarını kullanma olanağına sahip bulunduğu takdirde değer kazanır ve kendi kendisine saygınlık besler. (Özgürlüğe ve bağımsızlığa) kavuştuğu takdirde yok olacağından endişe ettiğiniz iffet duygusu, kadınlarınızı boyunduruk altında tuttuğunuz ve haklardan yoksun kıldığınız ve efendilerinin (yani kocalarının) oyuncağı olduğu fikrine saplandığınız takdirde zarar görür. İffet ve namus duygusunu kadını çarşafa tıkmakla ve evin dört duvarları arasına hapsetmekle değil, fakat onun ruhunda nefs duygusunu yaratmakla ve şahsiyetinin haysiyetine saygılı olmakla sağlayabilirsiniz.”(1)

Fakat belirtelim ki, kadını umacı kılıklarından çıkarıp sosyal yaşamlara sokmanın bir uygarlık sorunu olduğu bilincine Mısır ve diğer bazı Müslüman ülkeleri, Türkiye örneğiyle erişmişlerdir.(2) Atatürk devrimleri, bu alanda da İslâm dünyasına rehberlik etmiştir. İlginç olan şudur ki, bu devrimler Türk kadınını, eski Türk geleneklerine yöneltmek amacına dayanır. Bu gelenekler arasında kadını kapamak ve erkekten kaçırmak ve çarşafa sarmak gibi ilkellikler yer almamıştır. Muhammed’in yerleştirdiği hükümlere ve örneğin “kocası evde yokken kadının hiç kimseye (velev ki akrabası olsun) kapı açmaması gerekir”şeklindeki emirlere karşılık Dede Korkut’un dile getirdiği şu asil Türk geleneği bunun en güzel kanıtlarından biridir:

“Eve bir konuk gelse ve er adam evde olmasa, ol (karısı) onu yedirir, içirir, ağırlar, azizler (ve) gönderir.”(3)

İbn Batuta’nın “Seyahatname” adlı yapıtında tanımladığı Türk kadınının uygar yaşamı bir başka örnektir…

Kadını özgürlüğe ve eşitliğe sahip bir varlık şeklinde değerlendiren eski Türk geleneği, Türklerin İslam’ı kabul etmeleriyle giderek zayıflamış olmakla beraber tamamen yok olmuş değildir.

Türk kadını çarşafa sokulmuş olma durumlarına karşı için için tiksinti beslerken, özgürlüğüne, giyim ve kuşam uygarlığına daima özlem duymuştur. Eski Türk geleneklerine en fazla bağlı kalabilen kuruluşlarda ve örneğin orduda (ve kentlerden uzak köylerde) bunun böyle olduğu görülmüştür. Atatürk devrimlerinden çok önce, daha Osmanlı döneminde Kahire, Beyrut, Bağdat ve Şam, hatta daha küçük yerlerde görevli bulunan Türk subay eşlerinin uygar yaşamları Arap toplumlarını daima etkilemiş, kadın sorunları konusunda uyandırmaya başlamıştır.

Arap yazarlardan öğrenmekteyiz ki, bu subayların “beyaz tenli, mavi gözlü eşlerinin”, sigara tüttürerek, kahve içerek ve modern giysilerle son derece zarif ve “efsunkâr” tavırlarla oluşturdukları “sosyetik” yaşamları Arabın gözünde rüya âlemleri yaratırdı.(4) Yine bir başka Arap yazarının bildirdiğine göre hemen her Arap erkeğinin gönlünde bir Türk kadını yatardı.(5)

Arap ülkelerinde kadın hakları için girişilen çabaların temelinde bu etkilerin yattığı inkâr edilemez. Nitekim bir Arap şöyle der:

“(Türk kadınının bu) etkisi aslında çarşaf ve peçeden kurtulmaya doğru en büyük bir adım olmuştur. Müslüman kadının kurtuluş savaşımı ile ilgili olayların tarihçesi anlatılırken, İstanbul’dan, Edirne’den, İzmir’den… (bu Arap ülkelerine) gelen Türk subaylarının (erkekten kaçınmak nedir bilmeyen ve herkesin önünde sigara tüttüren ve bacak bacak üstüne atıp kahve köpürten uygar davranışı) eşlerine ya da kız kardeşlerine ya da diğer kadın akrabalarına, Arap dünyasındaki kadın hakları davasının öncüleri olarak şerefli bir mevki tanımak gerekir.”(6)

Subay eşleri kadar aynı uygar yaşamlara sahip Türk kadın öğretmenlerin de etkisini unutmamak gerekir. Gerek Cemal Paşa’nın ve gerek Beyrut Valisi Azmi Bey’in Beyrut’a getirttikleri kadın öğretmenler, Arap yaşantılarına uygarlık havası sağlayan örneklerdendir.

Halide Edip’lerin ya da Nigâr Hanım’ların ve benzerlerinin Arap ülkelerine yaptıkları ziyaretler, Arap yöneticileri ve Arap aydınları üzerinde unutulmaz izler bırakmıştır. Bir Arap tarihçisi, Muhammed Cemil Beyhum, Türk kadınının yarattığı bu etkiye değinirken aynı zamanda gerici Arap çevrelerin davranışlarını da sergiler. Gerçek odur ki, Türk düşmanlığı ile şişirilmiş bu çevreler, Türk kadınının bu tür yaşamlarını İslâm’a karşı “küfür” olarak tanımlamışlardır. Örneğin Ürdün Kralı Hüseyin, 9 Eylül 1919’da yayımladığı bir bildiride, Arabın Türk yönetimine karşı ayaklanmasının nedenlerinden birinin bu olduğunu ve çünkü Suriye Valisi Cemal Paşa’nın kadınlar için kongreler tertip ettirdiğini, bu kongrelerde kadınların erkeklerle birlikte aynı salonda oturup konuştuklarını, bazı kadınların bu toplantılar sırasında erkekler önünde şiirler okuyup demeçler verdiğini ve toplantının şeref mevkiine getirildiklerini, oysaki bütün bunların İslâm dinine ve Arap geleneklerine ters bulunduğunu ve bu nedenle Türklere karşı ayaklanmanın dinsel bir görev olduğunu belirtmiştir.(7)

Öte yandan çarşaf ve peçe gibi İslâmî giysilere karşı nefret, Osmanlı toplumunun en muhafazakâr sanılan varlıklı ve mevki sahibi ailelerin kadınlarına da yayılmıştı. Meşrutiyet döneminde çarşaf ve peçe aleyhinde konuşan pek olmazdı. Gizliden gizliye yükselen bazı seslere rastlanmakla beraber, koyu taassubun oluşturduğu korku içerisinde bu nefret duyguları etki yaratmazdı. 1913’lerde Mükerrem Belkis adındaki bir kadın yazarın “peçe” musibetini lanetleyen şu sözleri, etkisiz kalan örneklerden biridir:

“Peçe bizi daha çok bozmadan, biz onu bozalım. Yırtalım, çiğneyelim. Menfaatlerimizi kıran, duygularımıza aykırı, bizde masumiyet bırakmayan ve hiçbir yararı olmayan o peçeyi, yüzümüze örttüğümüz siyah örtüyü kaldıralım, yırtalım. Artık bu gerçeği anlamak zamanı gelmiştir. Cansız, kansız olmayalım… Onu yırtacak kadar da ellerimizde güç yok mu? Yoksa yazık! Yazık!..(8)

Bu ortamdan uzaklaşıp yabancı diyarlara göç edebilenler ve duygularını açıklama serbestisine kavuşanlar haklı olarak hınçlarını çıkarma fırsatını ararlardı. Selma Ekrem adındaki bir genç kızımızın 1930 yıllarında Amerika’da yayımladığı bir kitap ilginç örneklerden biridir. Çocukluk döneminin anılarıyla dolu bu kitabında kendisinden birkaç yaş büyük ablasına ilk kez çarşaf giydirilmesi olayını anlatırken duyduğu üzüntü nakledilmeye değer:

“…Ablama giydirilen (kara) çarşaf, başını ve kollarını (ve her tarafını) kavrayan bir pelerin ve ayak bileklerine kadar inen bir eteklik şeklinde kalın siyah ipek kumaştan yapılmış bir şeydi. Yüzüne de kalın bir peçe geçirilmişti… (Onu bu halde görünce) salonda bulunan kalabalık gözlerimin önünden silindi ve karşımda bambaşka bir kılığa bürünmüş bir abla belirdi. Bana şimdi tamamıyla yabancı bu bohçanın kapkara örtüleri, beni (adeta) gölge gibi sardı; tıpkı tüm hayatımı pençesi arasına alıp dev gibi büyüyen bir gölgeydi bu… Hiddet ve dehşet içerisinde taş kesildiğimi hissettim. Ablamı kara bir çarşaf içerisinde zindana tıkılmış gibi görmek istemezdim… (Diyebilirim ki) çarşaf (korkusu) benim yaşantıma işte böylece, pek zalim bir şekilde girmiş oldu ve o andan itibaren (bu olumsuz etkisiyle) çocukluğum boyunca belli edecek şekilde zihnimin içine çöreklendi. Bu (tiksinti verici) düşünceyi kafamdan çıkarmam mümkün değildi; (çarşafa sokulma düşüncesi) öldürücü bir düşünce olarak o ana kadar tanık olduğum her türlü korkudan çok daha korkunç bir nitelik taşımaktaydı. Milyonlarca kadın bunu, benden önce giymişti. Gözlerimin önüne, kalın kara çarşafa bürünmüş, yüzleri kapalı, hep bu kadınlar gelir oldu. Kara bohçalar şeklindeki bu milyonların (bilinçsiz) teslimiyeti beni nefessiz bırakmaya yeterliydi. Üstüme büyük bir fırtınanın çöktüğünü duyar oldum; fakat başımı azimle dolu olarak kaldırıp bu fırtınaya karşı savaşmaya ve beni saran bu gölgeyi yırtmaya hazırdım. (Kara bohçalara sarılı) milyonlarca insan bana gülebilir; benimle alay edebilir, beni küçük görebilir (beni dinsiz bilebilirdi); fakat ben (her ne olursa olsun) bir bohça haline girmeyecektim. Ben yaşamım boyunca temiz havayı ve rüzgârı yüzümde hissetmek istiyordum. Ruh çökerten bu kara ağıl beni pençesine alamayacaktı. Ne demekti ‘dinsel’ emirler ya da benim büyüklerimin ’emir’ denen sözleri? Gençliğimin verdiği pervasızlıkla bütün bunlara karşı direnecektim.”(9)

Ve işte Türk kadınına bu güzel özlemi gerçekleştirme fırsatını Atatürk Devrimleri verecektir. Atatürk bizzat kendisi, çeşitli yollardan Türk kadınını çarşaf ve peçe rezaletine karşı direnmeye çağırmış, örneğin 28 Ağustos 1925 tarihinde İnebolu’da yaptığı bir konuşmasında şöyle konuşmuştur:

“Yolculuğum sırasında köylerde değil, özellikle kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok kalın ve özenle kapatmakta olduklarını gördüm. Özellikle bu sıcak mevsimde bu tarzın, kendileri için kesinlikle işkence ve sıkıntı yarattığını tahmin ediyorum. Erkek arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi kavrayışlı ve düşünceli insanlardır. Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler. Ve gözleriyle dünyayı dikkatli görebilsinler. Bunda korkulacak bir şey yoktur…”

İki gün sonra, 30 Ağustos’ta yaptığı diğer bir konuşma ile aynı konuya dönmüş ve şöyle demiştir:

“Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştamal veya buna benzer bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın anlamı ve medlülü nedir? Efendiler, uygar bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşî vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal düzeltilmesi gerekir.”(10)

Söylemeye gerek yoktur ki İslâmî bir giysi olan çarşafa yönelik böyle bir konuşmayı desteklemek, çoğu kişiler bakımından korku yaratan bir şeydir. Ve işte onları peşinden sürükleyebilmek için Atatürk şunu bildirir:

“Arkadaşlar, korkmayınız, bu gidiş zorunludur. Bu zorunluluk bizi yüksek ve önemli bir sonuca ulaştırıyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için gerekirse bazı kurbanlar da verelim… Önemle uyarıyorum ki, bu durumun korunmasında inat ve bağnazlık, hepimizi her an kurbanlık koyun olma istidadından kurtaramaz.”(11)

Atatürk’ün bu konuşmasından üç ay sonra, 30 Kasım 1925 tarihinde TBMM, “Kılık Kıyafet Kanunu”nu geçirir. Az geçmeden valilikler ve belediyeler, genelgeler yayınlayarak kadınların çarşaflı olarak sokağa çıkmalarının yasaklandığını ve çarşaflı çıkanların polis marifetiyle karakola götürüleceklerini ilan ederler.

Bu devrimleri bazı Müslüman ülkeler, örneğin Afganistan izlemek isteyecek fakat şeriatçının melaneti ve tepkisiyle çabuk vazgeçecektir.(12) Bu devrimleri tek başına sürdüren Türk toplumu ise, Atatürk’ün ölümünden az sonra kafasını kaldırmaya çalışan yedi başlı şeriat yılanının zehriyle sendelemeye başlayacak ve o eski felâket vadisine doğrulacak ve ilk iş olarak kadını çarşafa sokma yollarını arayacaktır.

Prof. İlhan Arsel
Şeriat ve Kadın,
Kaynak Yayınları, 20. Baskı Şubat 2014, s. 347 vd.

Dipnotlar              :

1 – Halid M. Halid, age, 1950, s.159. Halid M. Halid’in Arapçadan İngilizceye çevirisi için
bkz. From Here We Start, 1953, s.159.
2 – Katibah, age, 1940, s.208-209.
3 – Türk Dili dergisi, sayı 268, 1974, s.326.
4 – Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, 1977, s.190 vd.
5 – Katibah, age, s.209.
6 – İbid, s.210.
7 – Arsel, age, 1977, s.191, not: 187.
8 – Aydınlık dergisi, 22 Mart 1998 tarihli sayısından alıntı.
9 – Selma Ekrem, Unveiled; The Autobiography of a Turkish Girl, New York, 1930,
s.178-180.10 – Bu alıntı için bkz. Aydınlık dergisi, 22 Mart 1998, s.8-9.
11 – Bu alıntı için bkz. Aydınlık dergisi, 22 Mart 1998, s.8-9.
12 – Afganistan kralı 1927 yılında, Atatürk‘ü takliden peçe ve çarşafı yasaklamıştır.
Kraliyet ailesine mensup bazı prensesler, halka örnek olmak için sokağa çarşafsız ve peçesiz çıkmaya başlamışlar, fakat din adamları bu davranışı “gâvurluk” ilan ederek
halkı isyana çağırmışlardır.

Gönderen Mahmut Özyürek zaman: Pazartesi, Aralık 07, 2015
http://ankhukuk1.blogspot.com.tr/2015/12/kadinin-kurtulusunun-carsaf-ve-pece.html 

 

Av. Ali İhsan Tertemiz çizimi..

Av. Ali İhsan Tertemiz çizimi..

Barış olan adını değiştirme davası ve gerekçesi…
Baris_adini_degistirme_davasi_AITertemiz

Değerli dostumuz Tekirdağ Barosu Avukatlarından Sayn Ali İhsan Tertemiz‘e çizimi ve paylaşımı için teşekkür ederek..

“Barış” acaba başka hangi coğrafyada ve tarihsel zamanda bu denli aşağılanmıştı??

Üstelik “YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ” diye haykıran kurtarıcı – kurucu
Büyük ATATÜRK‘ün ülkesi Türkiye’de ??

Sevgi ve saygı ile.
06 Aralık 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Deniz Kavukçuoğlu : Vefa Duygusu


Vefa duygusu

Deniz Kavukçuoğlu

ATATÜRK’ün varlığında kutlanan 29 Ekim törenleri


ATATÜRK’ün VARLIĞINDA KUTLANAN 29 EKİM TÖRENLERİ


Dostlar,

Büyük ATATÜRK‘ün varlığında kutlanan 29 Ekim törenleri hakkında
notlar ve fotoğraflardan oluşan 15 sayfalık kapsamlı bir dosyayı paylaşmak istiyoruz..

İncelemek için lütfen tıklar mısınız??

29_EKIM_TORENLERI

Sevgi ve saygı ile.
29 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

PEMBE KÖŞKE (İSMET İNÖNÜ EVİ) ZİYARET ÇAĞRISI..

PEMBE KÖŞKE (İSMET İNÖNÜ EVİ)
ZİYARET ÇAĞRISI..

Değerli Dostlarımız, 

“29 Ekim Cumhuriyet Bayramı”  nedeniyle, Pembe Köşk olarak bilinen 
İSMET İNÖNÜ EVİ,  24 Ekim – 29  Kasım 2015 arasında her gün saat 10.00-12.00 ve 13.00-17.00 arasında okullarımızın ve halkımızın ziyaretine
ücretsiz olarak açılacaktır. 

Pembe Köşk yılda 2 kez ziyarete açılıyor ve her kezinde değişik konular işleniyor. 

Bu yıl sergimizin adı; “İkinci Dünya Savaşının Sona Erişinin 70. Yıldönümü” 

1939’dan 1945 yılına dek süren 2. Dünya Savaşı sürecinde dünyada ve bu savaşa girmemeyi başaran Türkiye’de yaşananları anımsatmak istedik. 

2015 aynı zamanda 1. Dünya Savaşından sonra, bütün dünyaya karşı açtığımız Kurtuluş Savaşımızın utkuyla sonuçlanması sayesinde kurulan
Türkiye Cumhuriyeti’nin 92. yıldönümü.

 Sergimizde bu iki savaşla ilgili elimizde olan fotoğrafları, belgeleri, nesneleri bulacaksınız. 

Kurtuluş Savaşında Akşehir Karargahı’nın kapısında asılı olan Osmanlıca
Garp Cephesi Kumandanlığı” yazısının seramikten yapılmış özgününü
ilk kez sergiliyoruz. 

Kurtuluş Savaşında çekilmiş çoğu 1922 tarihli fotoğrafları ve o dönemde kullanılan silahları da görebileceksiniz. 

2. Dünya Savaşının dünyayı nasıl kasıp kavurduğunu ve bu dönemde savaşa girmemeyi başaran Türkiye’de ne sıkıntılar yaşandığını anlatmaya da çalıştık. 

2. Dünya Savaşı sırasında Cumhurbaşkanı İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı Köşkündeki kütüphanesinde çalışmalarını gösteren fotoğraf ve nesneleri sergimizde bulacaksınız.  

Bunların arasında  özel kütüphanesinin raflarında sıralanmış 8.000 kitaptan
örnekler de var. 

Her sergide olduğu gibi İnönü ailesinin özel yaşantısını yansıtan elbiselerini, eşyalarını sergilemeyi de unutmadık.                       

24 Ekim Cumartesi günü saat 10.00’da başlayarak ziyaretinizi bekler,
saygılar sunarım.

Özden TOKER
İnönü Vakfı Başkanı

=============================

Dostlar,

2. Cumhurbaşkanımız Saygın Devlet adamı İsmet İNÖNÜ‘nün kızı
Sayın Özden TOKER, İnönü Vakfı Başkanı olarak her yıl aile adına bu çağrıyı yapıyor..

Pembe Köşk bir tarih ve anı mekanı.

portre

İsmet Paşa, Büyük Atatürk‘ün sağ kolu ve en yakın dava  ve silah arkadaşı. Kurtuluş Savaşımızda ve Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında imza attığı dev başarılar ve hizmetler saymakla bitmez.. Örn. 2. Dünya Paylaşım Savaşı kıyametine ülkemizi sokmayışı.. W. Churchill gibi bir siyaset dehasını aşarak..

 

1946’da çok partili yaşama sancısız geçiş ve iktidarı, Cumhurbaşkanlığını devri gibi..

Öncesinde Lozan Kahramanlığı gibi..

Daha öncesinde Kurtuluş Savaşında 1. ve 2. İnönü Utkuları gibi..
Sakarya’da ve Kocatepe’de Başkomutan ATATÜRK‘ün sağ kolu oluşu gibi.

Tüm bu özverilere ve üstün komutanlık – devlet ve siyaset adamlığı başarımına (performansına) karşın gördüğü değerbilirsizlikler hatta gadirler de az değildir.

Pembe Köşk ne denli alçakgönüllüdür (mütevazidir)!
Binlerce kitap – belge içermektedir Saygın İnönü tarafından okunan..

Pembe_KoskŞimdiki yasa – hukuk dışı KAÇAK SARAY‘ın yoksul halkımızın sırtından muazzam şatafatına bakıyoruz da midemiz bulanıyor.. Bay RTE en son hangi kitabı okudu acaba? Bir yabancı gazete, haber ajansında birşeyler işledi mi? Yabancı dil bilmez ki! Okumaz ki, okuyamaz ki!

 

Kendisini eleştiren akademisyenlere, Bn. Merkel gelmesin.. diyen aydınlara “Mankurt” diye hakaret etmeyi kendine hak görecek bir devlet başkanı durumdadır..  Yurttaşlar ağzını açınca da hakaret davaları saniye gecikmiyor..

*****

Pembe Köşk…

“29 Ekim Cumhuriyet Bayramı” nedeniyle, Pembe Köşk olarak bilinen 
İSMET İNÖNÜ EVİ, 24 Ekim – 29 Kasım 2015 arasında her gün saat 10.00-12.00
ve 13.00-17.00 arasında okullarımızın ve halkımızın ziyaretine ücretsiz olarak açılacaktır.

Bu fırsatı değerlendirmek, çok değerli tarihsel belgeleri görmek, çocuklarımıza
tarih bilinci kazandırmak, İnönü ailesine bir tür vefa borcu ödemek adına..
Pembe Köşk’ü (İNÖNÜ EVİ’ni) ziyaret çağrısına karşılık verelim..

Sevgi ve saygı ile.
19 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Nobel ödüllü Prof. Sancar: Ben Türk’üm o kadar!

Nobel ödüllü Prof. Sancar: 

Ben Türk’üm o kadar!

Nobel ödülü alan Prof. Aziz Sancar etnik köken tartışmalarına tepki gösterdi. BBC’nin telefon ettiğini aktaran Sancar
şöyle konuştu: 

“İlk sorduğu soru… Bana ‘Arap mısınız, Türk’müsünüz’ diye sorarak saygısızlık yaptılar. BBC’ye söyledim, ‘Arapça konuşmuyorum, Kürtçe konuşmuyorum,

ben Türküm‘ dedim. Ben Türküm, o kadar!

İsveç Kraliyet Bilim Akademisi tarafından Nobel Kimya Ödülü’ne yaraşır görülen Prof. Dr. Aziz Sancar, BBC’nin “Siz Arap mısınız?” sorusuna, “Ben Türküm, o kadar. Mardin’de doğmuşsam. Cizre’de doğmuşsam, Kars’ta da doğmuşsam ben Türküm” yanıtını verdi.

Satır içi resim 1

Yıllarca verdiği emeklerin ardından ödüle yaraşır görülmekten büyük hoşnutluk duyduğunu belirten Prof. Dr. Aziz Sancar,

  • “En çok ülkem için sevindim. Türkiye’ye bilim lazım,
    güç durumdan çıkıp Avrupa düzeyine varılması için
    bilim gerekli. O yönden katkı sunduğum için de
    çok sevinçliyim.”

şeklinde konuştu.

Chapel Hill kasabasındaki Kuzey Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya ve Biyofizik Bölümü’nde çalışmalarını sürdüren Sancar, büyük ödül sonrası duygularını paylaştı.

Sabah saat 05.00’te gelen telefona eşinin yanıt verdiğini ifade eden Sancar, telefondaki kişinin Stockholm’den aradıklarını ve çok önemli bir telefon görüşmesi yapmak istediklerini söylediğini, eşinin de kendisini şaşkınlıkla uyandırdığını anlattı.

Sancar, eşi Gwen’in Stockholm’den aradıklarını söylemesini o anda algılayamadığını belirterek, “Uyandım, telefona gittim, bana Nobel Kimya Ödülü’nü aldığımı söylediler.
Ben de uykulu biçimde, gerektiği şekilde teşekkür etmeye çalıştım” dedi.

Kendisine haberi veren kişinin ödülü kimlerin kazandığını yarım saat içinde de basına bildireceklerini aktardığını kaydeden Sancar, hazırlanarak hemen laboratuvarına geldiğini
dile getirdi.

“KİMYA ÖDÜLÜ BEKLEMİYORDUM”

Ödülü açıkçası bu yıl beklemediğini aktaran Sancar, daha çok tıp ağırlıklı araştırmalara odaklandığını, dolayısıyla kimya alanında bir ödülü beklemediğini söyledi.

Sancar, “Ancak çalışmalarımın hem tıp yönü hem de kimya yönü var. Tıp ödülünü alacağımı düşünüyordum. Fakat o ödül iki gün önce verildiği için, artık olmaz diye düşünüyordum. Dolayısıyla bu kimya ödülünü beklemiyordum. Biraz sürpriz oldu” diye konuştu.

“EN ÇOK MEMLEKETİM İÇİN SEVİNDİM”

Prof. Dr. Sancar bu yıl olmasa bile bir gün bu ödülü alacağını bildiğini dile getirerek, “Yaptığım katkılardan dolayı bu ödülü alacağımı evet biliyordum” ifadesini kullandı.

Ödülü almaktan büyük onur duyduğunu belirten Sancar, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Benim için, yaptığım araştırmalar, verdiğim onca emek için tabii ki büyük memnuniyet verici bir ödül. Ayrıca ailem için sevindim. Çünkü büyük bir aileyiz. Sekiz öz, iki üvey kardeşim var. Onlar için tabi çok sevindim. Fakat en çok memleketim için sevindim.
Çünkü Türkiye için bence bilim lazım, Türkiye’nin kalkınması için, bu güç durumdan çıkıp Avrupa düzeyine varması için bilim gerekli. O yönden katkı sunduğum için çok sevinçliyim.”

“LİDERLER ARAYIP, KUTLADI”

Türkiye’den devlet büyüklerinin kendilerini aradığını ve tebrik ettikleri bilgisini veren Sancar, “Türkiye’den sağolsunlar çok arayan oldu. Başbakan Ahmet Davutoğlu aradı, konuştum,
çok memnun oldum. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan aradı ancak o anda maalesef iletişim kuramadık. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu aradı..” dedi.

“BEN TÜRKÜM, O KADAR”

Ödülü aldığının duyurulmasından sonra kendisine dünyanın birçok medya kuruluşundan ulaştıklarını ve bundan memnuniyet duyduğunu belirten Sancar, ancak bazı medya organlarının sorularından ve sosyal medyada kendisinin kökenine ilişkin yorumlardan rahatsızlık duyduğunu dile getirdi.

İngiliz yayın kuruluşu BBC’nin telefon ettiğini aktaran Sancar, “Bana ‘Arap mısınız,
kısmen mi Türk’sünüz’ diye sorarak saygısızlık yaptılar. BBC’ye söyledim, ‘Arapça konuşmuyorum, Kürtçe konuşmuyorum, ben Türküm’ dedim. Güneydoğulu olunca bundan kaçamıyorsunuz ama kendimi öyle biliyorum, BBC’ye de söyledim size de öyle söylüyorum” diye konuştu.

Sancar, “BBC’nin bana sorduğu ilk soru, ‘Siz Arap mısınız ‘ oldu. Ben Türküm, o kadar. Mardin’de doğmuşsam, Cizre’de de doğmuşsam, Kars’ta da doğmuşsam ben Türküm” dedi.

NOBEL’i HANGİ ÇALIŞMAYLA ALDI

Kendisini ödüle götüren çalışması hakkında da bilgi veren Sancar, şunları kaydetti:

DNA onarımı insanı kansere karşı korumakta önemli. Çünkü kanser yapan etkenlerin çoğu DNA’yı bozuyor ve o yolla kansere sebep oluyor. Biz, ‘DNA kendini nasıl onarıyor, hücreler kendini nasıl kansere karşı müdafaa ediyor’, bunu aydınlattık. Ayrıca bu DNA onarımının bir de kanser tedavisi için önemi var. Çünkü kanseri tedavi etmek için kullanılan ilaçların çoğu, kanser hücrelerinin DNA’sını tahrip ediyor ve kanser hücreleri onu tamir etmeye çalışıyor.
Biz de orada girişim yapıp kanser ilaçlarının daha etkili olmasına çalışıyoruz.”

Sancar, çalışmalarının hastalara ulaşmasının zaman alacağına işaret ederek, “Şimdilik tedavi bakımından bu mümkün değil. Ancak koruma bakımından yaptığımız araştırmaların önemi var.” değerlendirmesinde bulundu.

“UYKU DÜZENİ ÜZERİNE ÇALIŞIYORUM”

Devam eden önemli başka çalışmaları olduğuna da değinen Sancar, sözlerine şöyle devam etti:

“Ben Nobel ödülünü DNA onarımı konusunda aldım. Bir de gündelik uyku düzenimizi, sağlık düzenimizi ayarlayan içimizde bir saat var. O saatin mekanizması üzerinde çalışıyorum. Bunların arasındaki bağlantıyı buldum. İkisinin bağlantısı da hem insanları kanserden kurtarmak hem de tedaviyi daha etkili kılmak için çalışıyoruz. Mayıs ayında
bütün DNA genomunun onarım haritasını çizdik. Bunun tedavi için önemli bir gelişme olduğunu düşünüyoruz. Onu geliştirmeye çalışıyoruz. Bu içimizde bulunduğunu söylediğimiz saat mekanizması üzerinde çalışan bir sürü (AS: yığın) bilim adamı var. Bu saat, dört gen tarafından kontrol edilir ve bir genini biz keşfettik. Ben bu Nobel’i, ya DNA onarımı ya da
bu saat mekanizması üzerine alırım diye düşünüyordum.”

SANCARIN EŞİ GWEN: İNANMAK OLDUKÇA GÜÇTÜ”

Sancar gibi Kuzey Carolina Üniversitesi’nde Biyokimya ve Biyofizik Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapan eşi Gwen Sancar da sabah saatlerinde gelen telefonla büyük sevinç yaşadıklarını söyledi. Gwen, duygularını şöyle paylaştı:

“Bugün sabah saat 05.00 sularında telefon çaldı. Ben açtım. Aziz ile görüşmek istediklerini söylediler. Ben de şu anda saatin sabah 5 olduğunun farkında olup olmadıklarını sordum. Onlar da çok önemli bir telefon görüşmesi olduğunu ifade ettiler. Stockholm’den aradıklarını söylediklerinde ben anladım ne olduğunu tabii. Hemen Aziz’i uyandırdım. Telefonda ödülü kabul edip etmediğini, Stockholm’e gelip gelemeyeceklerini sordular. Görüşme sonrası Aziz’le oturduk ve bir süre birbirimize baktık. Bu gerçek mi diye düşündük, inanmak oldukça güçtü. İkimiz de çok mutlu olduk.”

(http://www.ntv.com.tr/teknoloji/bbcnin-arap-misiniz-sorusuna-nobel-odullu-sancardan-cevap-ben-turkum-o-ka,TaX58ozJZE2xGtYH7uAsUw)

================================

Dostlar,

Prof. Sancar, geldiği yeri, aldığı Nobel ödülünü Mardin’de ve İstanbul Tıp Fakültesi’nde
çok iyi eğitim alışına bağladı. Savur ve Mardin’de çok özverili öğretmenleri olduğunu, sınıfından 20’ye yakın Profesör yetiştiğini anlattı. İstanbul Tıp Fakültesi’nin ise
Dünyanın en iyi fakültelerinden biri olduğunu
özellikle vurguladı..

  • “BAŞARIMI CUMHURİYETİN EĞİTİM SİSTEMİNE BORÇLUYUM!”

Biz de Van Atatürk Lisesini bitirdik (1971). Genç öğretmenlerimiz yeni mezunlardı ve gerçekten çoook özverili idiler… Örneğin Matematik öğretmenimiz Kemal beyin boyun damarları şişer, kalem gibi görünürdü ders anlatırken. Bizim sınıfımız (6 Fen A), 2’si kız
46 kişi idi. İzleyebildiğim ölçüde bu sınıftan 3 tıp profesörü, 4 uzman doktor, 1 ODTÜ makine mühendisliği mezunu… (??) yetişti. Biz Hacettepe Tıp’ta başladık (1971) ve
İstanbul Tıp Fakültesi‘nden mezun olduk (1977). Her 2 fakülte de ülkemizin yüz akı, uluslararası nitelikte okullardı..

Günümüzde İstanbul Tıp Fakültesinin AKP’nin akıl ve çağ dışı sağlık politikalarına
kurban edilmeye çalışıldığını acı ile izliyoruz.. Çocuk kliniği depremden hasar gördü ve yıllardır kasten onarılmıyor.. TOKİ lüks konutlar ve binlerce kişi alan camiler yapıyor. 1 milyon onut fazlası üretmiş durumda, öğrenci yurdu yok! Haramiler, bu Dünya mirası İstanbul Tıp Fakültesi‘nin arazisine göz koymuş durumdalar.. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin de.. Özellikle mali bakımdan iflasa zorluyorlar.. Özel sektöre rakip olmasın diye..
Avcılar’a taşıyıp gözden ırak, önemsizleştirmek istiyorlar.. Kökü dışarıda bu güdümlü politikalar ülkeye ihanettir.. Derhal vazgeçilmelidir.Eğitim kurumlarımıza, pozitif bilime ve araştırmaya hak ettikleri önem, özen ve saygıyı esirgemez isek başkaca Nobel ödülleri de almamamız için bir neden yok!

Biz her şeyimizi ülkemize, Cumhuriyet’e borçluyuz ve bu sorumluluk bilinci bizim başlıca
yaşam kaynağımızdır. Son nefesimize dek bu boyun borcumuzu ödemeye çabalayacağız.

AKP iktidarına bu vesile ile bir kez daha rica ediyoruz :

TÜBA, TÜBİTAK, Üniversiteler, bilim – sanat – kültür kurumları ile uğraşmayın.
  • Bu vb. bilim kurumları mutlaka yönetsel (idari) ve akçal (mali) açıdan özerk;
    bilimsel açıdan ÖZGÜR olsunlar.. Başkaca bilim üretilemez, taklit ve nakil olur..
    Ülke ilerlemez, kalkınamaz, dışa bağımlı olur.. YÖK’ü kaldırın..
  • Demokrasi ancak özerk kurumların kolonları üzerinde yükselebilir.
  • Tüm yaşam alanlarında AKIL VE BİLİMİN tek yol gösterici olacağı bir kültür yerleştirin.
  • İHL’lere tapmayı bırakın.. Dini siyasete alet etmeyi sürdürürseniz siz de Türkiye de batar!

Nobel Kimya ödülü alan Prof. Aziz Sancar hocamıza;

  • Ulusal gururumuzu yücelten, özgüvenimizi pekiştiren görkemli başarısı için
  • Ülkemize ve Cumhuriyetimize vefasını koruyup sürdürdüğü ve vurguladığı için
    sonsuz teşekkür ve minnetimizi sunuyoruz.. 

    O bir Cumhuriyet aydınıdır. Büyük Atatürk‘ün evrensel “millet” tanımının çoook net olarak ayırdındadır.“Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı”, “Türk Milletidir”!

    Bunun çok iyi bilincindedir ve hiç sıkılmadan etnisite – milliyet sorgusu yapan
    BBC görevlisine hak ettiği yanıtı vermiştir.

    “İlk sorduğu soru… Bana ‘Arap mısınız, Türk’müsünüz’ diye sorarak saygısızlık yaptılar. BBC’ye söyledim, ‘Arapça konuşmuyorum, Kürtçe konuşmuyorum,

    ben Türküm‘ dedim. Ben Türküm, o kadar!

    Sormak gerekir           :

    NOBEL ödülü alacak düzeyde yüksek zeka sahibi Türk / Kürt / Arap / Süryani.. her ne ise..
    50 yıldır ABD’de yaşayan bir yurttaşını “Ceberut TC” (!) assimile mi etmiştir??

    İnsaf ediniz efendiler; bu yalnızca bir ULUSLAŞMA – ULUS DEVLET OLMA SÜRECİDİR.. ABD başta, hemen tüm Avrupa, Dünya devletlerinin yaptığı gibi..

    Prof. Aziz SANCAR önce Türkiye’nin sonra tüm insanlık ailesinin gururu, övüncüdür!

    Sevgi ve saygı ile.
    08.10.2015, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

İş güvencesi var mı?

İş güvencesi var mı?

Engin Ünsal

Dr. Engin Ünsal
enginunsal35@gmail.com
AYDINLIK, 27 Eylül 2015

Yasaların ve toplu sözleşme düzeninin amacı çalışanlara güvenli bir çalışma ortamı sağlamaktır. Ekonomik yönden güçsüz olan çalışanı güçlü olan işverene karşı korumaktır. Bu güvenin tüm devletlerde sağlanması için Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) adına sözleşme (convention) denilen uyulması zorunlu kurallar belirler ve bu kuralara uyulmasını sağlamaya çalışır. İşte bu kurallardan en önemlisi 158 sayılı İşçinin Feshe Karşı Korunması adını taşıyan ve yaygın adı ile İş Güvencesi Sözleşmesi olarak bilinen Sözleşmede tanımlanmıştır. Buna göre işçinin iş sözleşmesinin sona erdirilmesi için

– işverenin geçerli bir nedene dayanması
,
– bu nedenin somut olarak var olması,
– işçinin savunmasının alınması..

gibi işçiyi koruyucu hususlar öngörülmüştür. ILO üyesi ülkeler ILO Sözleşmelerini kendi iç mevzuatlarında yaşama geçirmek zorundadır, yoksa ILO tarafından kara kitaba (AS: Listeye) alınarak uluslararası alanda zor durumda bırakılabilmektedir.

İŞ YASASININ PERİŞAN DURUMU
ILO tarafından işçileri yeterince koruyamadığı gerekçesi ile çok sık eleştirilen Türkiye, 2003’te kabul edilen 4857 sayılı İş Yasası’nın 18-22. maddelerinde 158 sayılı ILO Sözleşmesinin ilkelerini iç mevzuatına katmak zorunda kalmıştır. Bu zorunluk, işverenlerin güdümündeki hükümet tarafından şahane bir aldatmaca ile sözde yerine getirilmiş ama özde işçilerin iş güvencesi yok edilmiştir. Yapılan kurnazlık ve aldatmaca sendika yöneticilerinin gözleri önünde yapılmış ve işçi çıkarlarını korumakla görevli sendikacıların kalesine müthiş bir gol atılmıştır. Neydi bu yapılan kurnazlık? Yasanın getirdiği güvenceden kimlerin yararlanacağı 18. maddenin 1. fıkrasında iş güvencesinin ancak 30’dan çok işçi çalıştıran işyerlerinde, 6 aylık kıdemi olan ve ancak belirsiz süreli iş sözleşmesi ile çalışan işçiler için var olacağı hükmü getirilmiştir. Bu düzenleme ILO’ya karşı yapılan büyük bir aldatmaca ve dostlar alış-verişte görsün türündendir. Bu oyuna sendikacıların nasıl geldiğini bugün bile anlayabilmiş değilim. Oysa iş güvencesi hükümleri hiçbir ayırım yapılmaksızın tüm çalışanlar için var olması gereken bir kavramdır. ILO Sözleşmesi bizdeki ayırımlara destek olacak hiçbir hükme yer vermemiştir.

18. MADDENİN TERCÜMESİ NEDİR DERSİNİZ?

Yukarıda belirtiğimiz sınırlamaların rakamlarla tercümesini yaparsak ortaya korkunç bir gerçek çıkmaktadır. 4857 sayılı yasanın 18-22. maddelerinde öngörülen düzenleme, ILO’ya ve ülkemiz çalışanlarına karşı sergilenmiş şahane bir aldatmacadır ve bu düzenleme ile ülkemizde çalışan işçilerin önemli bir bölümü için iş güvencesi yok edilmiştir. Nasıl mı? Ülkemizde 30 işçiden az sigortalı işçi çalıştıran işyeri sayısı 1.545.647’dir ve sayı ülkemizdeki toplam işyeri sayısının % 96’sını oluşturmaktadır. Başka bir anlatımla iş güvencesi, ülkemizdeki işyerlerinin ancak %4’ünde çalışan işçiler için vardır. Bu güvence burada çalışan işçilerden 6 aydan çok kıdemi olan ve belirsiz süreli sözleşme ile çalışan işçiler için var olacaktır. Buna Türkçemizde, “ölme eşşeğim ölme..” derler.

YAVAŞ İŞLEYEN ADALET

Yasanın 20. maddesinin 3. fıkrası işçinin feshin geçersiz olduğu iddiası ile mahkemeye yapacağı itirazın seri (AS: hızlı) muhakeme (AS: yargılama) usulüne göre yapılacağını, iki ay içinde sonuçlandırılacağını ve kararın temyizi durumunda Yargıtay’ın bir ay içinde kesin karar vereceğini söylemektedir. Bu hüküm de uygulamada büyük bir yalana dönüşmüştür. Konu ile ilgili avukatların belirtiğine göre davalar beş yıla dek sürmekte ve hak arama büyük bir işkenceye ve haksızlığa dönüşmektedir.

4857 sayılı İş Yasasında ve 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi yasasında çalışanlar aleyhine o denli çok kural var ki; bu konuda neler yapılabileceğini ve nelerin yapılması gerektiğini bir başka yazıda ele alacağız.

===============================

Dostlar,

Kıdemli sendikacılık uzmanı Dr. Engin ÜNSAL‘a bu yazısı için teşekkür borçluyuz.. Bu arada 1475 sayılı İş Yasası’nın değiştirilerek 4857 sayılı yasanın yerine konuşu 2003’tedir ve AKP ürünüdür. Büyük Atatürk döneminde 1921’de çıkarılan 151 sayılı Amele Birliği Yasası‘nı ilk olarak ele alırsak, 1936’da ILO yardımıyla edinilen (üyeliğin 4. yılında, 3330 sayılı yasa) 2. İş Yasası ve derken 2003’te 4. İş Yasası’na sahip olduk ama çalışma yaşamını bir türlü emeğin haklarını koruyan bir içeriğe kavuşturamadık.. ILO’yu arkadan dolanmayı hüner sayabiliyoruz!?

30.6.2012 tarihli 6331 sayılı İş Güvenliği Yasası da öyle.. Birkaç yıl içinde ne çok değiştirildi!Çünkü ülkemizde gerçek egemen SERMAYE! 

Hele küresel sermaye ile eklemlendikten sonra yerel sermaye daha da güçlendi..
Gerçek vesayet sermayenin.. Askeri vesayet, elitlerin vesayeti kocaman birer yanılsama aracı..
Siyaseti finanse edenler, siyasilere yapılacakları da dikte ediyor..
Türkiye demokrasisiciliğinin özü, ne yazık ki, 21. yy. başında hala bundan ibaret..

Türkiye’de etnik siyasete soyunanlarla onlara akıl hocalığı yapan sözde akillerin dikkatine :

İşçi – emekçi sınıfının sorunları bitti de 1. sırayı sözde “Kürdara azadi” mi aldı efendiler??

Tarih daha büyük aydın ihanet gördü mü, hatta görecek mi Türkiye örneğindeki gibi??

Asıl sorun TAM BAĞIMSIZLIK sorunu efendiler TAM BAĞIMSIZLIK!
Sonra da ekonomik temelli politik demokrasi..
Mustafa Kemal Paşa
boşuna mı hançeresini yırtarcasına haykırıyordu :

– İSTİKLAL-İ TAMME, İSTİKLAL-İ TAMME, İSTİKLAL-İ TAMME….
 
Hukukun üstünlüğü” de çoğu retorik (takiyye) gibi çok hünerli değil mi??
Şimdi “Hangi hukukun üstünlüğü?” diye sorarsak muzırlık mı olacak?

Biz “emeğe saygılı hukukun üstünlüğü” diyoruz, “sermeyenin hukukunun üstünlüğü” yerine!

Kim yapacak? Sermayenin iktidarları mı, hadi canım sen de..
Elbette emeğin iktidarında, önce ulusal temelde.. sonra evrensele uzanarak..

Selam olsun en yüce değer EMEĞE!

Lütfen tıklar mısınız ?

TÜRKİYE ve DÜNYADA İŞÇİ SAĞLIĞI ve GÜVENLİĞİ..

http://ahmetsaltik.net/2014/05/14/turkiye-ve-dunyada-isci-sagligi-ve-guvenligi/

Sevgi ve saygı ile.
03 Ekim 2015, Ankara
 
Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Hayalet Uzuv Sendromu (ve bize düşündürdükleri..)

 

Ben de o yaşlarda ‘Şuram ağrıyor, şöyle kötüyüm, böyle ölüyorum!’ demezdim. Bir tarafım ağrıdığında pek önemsemeden gülüp geçerdim. Acı eşiğimin çok yüksek olduğunu düşünüp, kimseye belli etmezdim. Mutsuz sonlar hiç olmayacakmış gibi düşünürdüm ya da başıma gelecek kötü şeylerin üstesinden gelebileceğime inanırdım.
Fakat sonra hiç hatırlamak istemediğim bir olay sonucunda hayatım alt üst oldu ve tekerlekli sandalyeye mahkûm oldum.
BEYNİN DİRENİŞİ
21 yıl olmuş fakat hala alışamadım. İki bacağımın gözlerimin önünde parçalanması ya da tekerlekli sandalyede yaşamak ya da kalçamın yok olup yerine kolostomi denen bir torba takılması değil sorun… Ya da idrara gitmek için sonda kullanmak değil! Sadece ve sadece ‘Olmayan bacağımda hissettiğim tarifsiz acılar’ var. Evet, bacaklar yok ama ayak başparmak tırnağımın etime battığını, ayak bileğimin kaşındığını ya da iki ayağımın birden kopup parçalandığı andaki acıyı hala hissettiğimi söyleyebilirim.. Tıp dilinde ‘phantom ağrısı’ ya da ‘hayalet uzuv sendromu’ deniyormuş. Uzuv kaybedilmiş olmasına rağmen beyne, uzvun yanlış konumlandırıldığını ve düzeltilmesi gerektiğini bildiren acı ve ağrı komutları gönderiyormuş. Bir bakıma beynin, bir organı yitirmeye direnişi. Birey yeniden konumlandırabileceği bir uzvu olmadığı için bu acıyı yıllarca yaşayabilir.
Ayak bileğim yerine, kesilen yerin güdük kısmını delirircesine kaşıyorum fakat nafile. Kaşınmak öyle bir boyuta varıyor ki, bir yerden sonra tırnak aralarına deriler doluyor ve farkında olmadan mühim damarlarınıza kadar iniyorum. Fakat nafile…
Buna benzer, çileden çıkaran o kadar çok örnek var ki ölmek istiyorsun, ölemiyorsun. Bas bas bağırıyorsun, yatağım hafif sarsılsa avazın çıktığı kadar bağırırsın… Kendi kendime, olmayan bacak nasıl ağrır, nasıl kaşınır diyorum cevabını alamıyorum.
AĞRI KESİCİ BAĞIMLISI OLMAK
Ameliyat sonrası o ilk aldığın ağrı kesicilerden sonra, ağrı kesici bağımlısı oluyorsun, sonra ilaç istiyorsun ama vermiyorlar. Kâh koridorda, kâh acilde bir sedyenin üstünde kıvranırsın. Gece uyuyamadığın sayısız günler olur. Ayak bandajı sarımına çok dikkat edersin, sanırsın ki iyi ve biraz fazla sıkarsan ağrın dinecek. Ama nafile…
Akla gelen bütün renklerdeki reçeteleri kullanırsın ama boş… Morfinle uyursun… Sonrasında Aldolan, Dolantin, Contramal Retard türü ilaçlar bulursan kullanırsın… Almayınca bacağıma baltayla vuruyorlar, sanki ani refleks hareketlerim oluyor. Yakınlarıma en ufak şeylerde çok kızıyorum, sinirleniyorum. Hiç uyuyamıyor, oturamıyorum, vücudumu kontrol edemiyorum…
Bir ara mücadele etmeyi bıraktım. Acılarla yaşayayım dedim ama bir yere kadar. Doktorlar bana psikolojik tedavi gerektiğini söylediler.
– Gittiğim psikoloğa acılarımı anlattığımda, kadın ağlamaya başlayınca ben teselli ettim.
Bu arada unutmadan bir de 21 yıldır baş edemediğim osteomiyelit kemik enfeksiyonu var, yani kemik akıntısı… Tıp çaresini bulamamış durumda. Gitmediğim doktor kalmadı, uygulamadığım pansuman, içmediğim ilaç… 21 yıldır tam ayağımın kesilen yerinde kapanmayan, kapanır gibi olup da her gün büyüyen bir delik var. Bıktım artık pansumanlardan. Akıntıyı durdurmak için Grefleme yapıldı, (kemiğin biraz üsten kesilmesi) o da işe yaramadı.”
*****
Değerli okurlar,

Okuduğunuz satırlar, teröristlerle girilen çatışmalarda bazen söylenen bazense hiç söylenmeyen, yaralı askerlerimizden birine ait. Onun gibi yüzlerce var. Özellikle mayına basarak ayaklarını kaybeden ya da felç kalan gazi arkadaşlarım çektikleri acıların tarifi yok desem yeridir.

Onları birer sayı olmaktan çıkaracak olan asla unutmamaktır. Bu millete hizmet yolunda fedakarlık yapan herkese özellikle uzuvlarını kaybedenlere karşı sorumluluğumuz onları hatırlamaktır. Hatırlamak ve asla göz ardı etmemek en büyük sorumluluk olmalıdır. Millet olabilmenin koşullarından biri de budur.

Kahramanlarına sahip çıkabilmek..======================================

Dostlar,

Arka arkaya çok acı veren yazılar paylaştık Sitemizde.. Neyleyelim ki, Ülkemizin dramı bu. 24 Temmuz 1923 Lozan Barış Andlaşması‘nın hemen ertesi günü emperyalistlerce başlatılan Yeni Sevr intikamı – rövanşının ürünü denebilecek bir trajedi yaşamaktayız. Büyük ATATÜRK döneminde de rahat vermedi Batılılar bize. Kürt isyanları bunların belki de başında. Mustafa Kemal Paşa, güvenlik sorunu nedeniyle hiç yurt dışı gezi yapamadı 15 yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminde.

Sayın Koray Gürbüz‘ün bir Gazimizden kalkarak bu yürek yakan makalesinde dile getirdikleri gerçektir ve abartılı değidir. Bir hekim olarak yabancı olmadığımız bir sorundur.

Fantom / Hayalet ağrıları, bu hastalarımızın yakasını bırakmamaktadır. Bilindiği gibi Fantom “hayalet” anlamına geliyor ve sesten hızlı uçan bu uçaklar, önce bir noktadan “sessizce” (!) geçiyorlar, denk gelirse o anda görülebiliyorlar. Motorlarının gürültüsü, kendileri gözden yittikten sonra duyuluyor. Böylelikle, gökyüzünde uçak yokken (!), uçak gürültüsü algılanmış oluyor. Bu bir sanrı (hezeyan) değil, gerçek. Salt gaziler için değil, başkaca tıbbi nedenlerle  de (trafik kazası, iş kazası, tümör, sigara içimine bağlı Buerger hastalığı ürünü damar tıkanıklığı.. gibi) özellikle bacakların (kolların da!) kesilmesinden sonra, ağrılar sürebiliyor!
Öyle ki, sigaraya bağlı Buerger hastalığı yüzünden gelişen damar tıkanıklığı yüzünden hastalar dayanılmaz ağrılar duyumsar ve an gelir, bacaklarının / kollarının kesilmesi için adeta yalvarırlar! Ne var ki o dayanılmaz ağrılar sürer gider.. Merkezi sinir sisteminin (Beynin) koşullanmasına bağlı gelişen bu sanrısal ağrı yolaklarının (pathway) kırılması (sönümlendirilmesi), uzu süreli ciddi psikiyatrik – psikolojik rehabilitasyonu gerektirebilir.
Bu bakımdan, Gazilerimizin ve benzer durumdaki hastalarımızın bu yakıcı sorununu iyi kavramak ve başetmeleri için aile desteği, tıbbi destek… sağlamak gerekir.
*****
Hal böylesine çok boyutlu ve yürekleri sızlatan nitelikte iken,– Askerlik yan gelip yatma yeri değildir..
– Bu mesleğin fıtratında ölüm var..
– Şehitler.. birkaç kelle..
– Birkaç Mehmet öldü diye Meclisi toplayacak değiliz..
– Ahlakı bozuk şehit babası..
gibi çok incitici / aşağılayıcı sözleri Başbakan – 12. CB RT Erdoğan, eski M.E. Bakanı Hüseyin Çelik gibi AKP’li üst düzey yöneticilerin ağzından duymak kahredicidir. Ulus olarak acımızı katlamaktadır.
Bu tür olumsuz (patolojik) davranış sahiplerine bir nebzecik olsun empatik (özdeşimsel) davranabilme yetisi diliyoruz.

Şehit cenazelerinde isyan eden şehit yakınları aleyhine dava açmak / açtırmak artık sözün tükendiği yerdir, katmerli zulümdür. Bu davalar hemen geri alınmalıdır. Erdoğan, kimi söz ve davranışları ile insanları çileden çıkarmaktadır. Bir hakaret suçu oluşuyorsa, bunda Erdoğan’ın doğrudan tahrik gibi ağır kusuru – sorumluluğu vardır ve davalarda bu husus sanık yapılan çok sayıda insan lehine değerlendirilmeli ve yaşamın olağan akışı içinde ağır eleştiri sayılarak tazminat ve ceza yaptırımına gidilmemelidir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘nin de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) dayalı “ifade özgürlüğü – ağır da olsa eleştiri hakkı” kapsamında (Md. 10) kalıcı içtihat niteliği kazanan çok sayıda istikrarlı kararı vardır.

Bir devlet başkanı, özellikle kamuoyu önünde, söz ve davranışlarına en üst düzeyde özen göstermek zorundadır. Çok ağır da olsa eleştirilere demokrasi gereği dayanç (tahammül) göstermeli, hoşgörmelidir.

Erdoğan aynaya bakmalı ve artık insaf etmelidir.

Şehit ve Gazilerimizin sevgin (aziz) anıları önünde ödenemeyecek bir minnetle eğiliyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
01 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

CHP’ye TARİHSEL GÜÇBİRLİĞİ ÇAĞRISI


CHP’ye
TARİHSEL GÜÇBİRLİĞİ ÇAĞRISI

CHP’nin başta Vatan Partisi, DSP ve toplumun önde gelen vatansever isimleriyle seçim ittifakı yapması gerektiğini seslendirenler giderek artıyor. Bu “birleşik güç”, büyük ölçüde, oy kullanmayan % 16 gibi, yani her 7 kişiden 1’ni bir seçenek sunarak umutlandırır ve oy kullanmaya teşvik eder. Bu kitle, 7 Haziran’da %16 ile 9,1 milyon gibi muazzam bir rakama erişmektedir ve seçimin yazgısını belirleyecek büyüklüktedir. Kuşku yok ki, çok büyük çoğunluğu da AKP seçmeni değildir. MHP ve HDP seçmenleri, AKP çok gibi yüksek oranda oy kullanmışlardır. Atıl kalan bu kitle yüksek oranda coşkusunu yitiren (de-motive olan), CHP’den umudunu kesmiş – küskün kitledir ve “küçük” partilerin oy kullanmayı anlamlı bulmayan seçmenleridir. Unutulmasın, AKP oyları 7 Haziran’da toplam kayıtlı seçmenin yalnızca 1/3’üdür; seçmen kitlesinin 2/3’ü AKP’ni karşısındadır ve bu çok önemli bir veridir.

Söz konusu Güçbirliğini bu kez CHP, “Kapımız açık, isteyen gelsin..” gibisinden örtük bir red anlayışı ile yürütemez. İlgili tüm kesim ve kişilerle sonuç alma kararlılığıyla hızla görüşülmeli ve “makul olmayan” istekler kamuoyuna açıklanmalıdır. Bu saydamlık tarafları sorumlu davranmaya itecektir. Nitekim Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, Kılıçdaroğlu ile görüşmesinde CHP ile seçim ittifakı için pazarlığa girmeyeceklerini”CHP’nin Kemalist  – Atatürkçü insanları Milletvekili adayı yapmasını çok önemsediklerini belirtmiştir.

Seçime katılım arttıkça, AKP’nin sayısal olarak (nominal) sabit kalması hatta düşmesi beklenen 7 Haziran’daki 18,8 milyon dolayındaki oyunun toplam içinde oranı düşecektir. %84 yerine, oy kullanmayan %16’lık kitlenin yarısının daha seçime katılması sağlanabilirse, bu %92’lik katılım 4,55 milyon oy demektir ve en az 3/4’ü CHP oyudur. CHP’nin %25 olan oyunu yarı yarıya dek artırabilecek bir büyüklüktür ve % 35’i aşarak 1. parti olma, iktidarı yakalama olanağı sağlayabilir! %92’lik katılım çok güç değildir; 12 Eylülcülerin Anayasa oylamasına katılma 7 Kasım 1982’de %91,3 olmuştu. Ayrıca 1,3 milyonu bulan anormal sayıdaki “geçeriz” oy oranının da düşmesi, CHP’ye yönelmesi beklenebilir.

CHP’yi ve bu bağlamda muhataplarını ağır ve ciddi bir tarihsel siyasal sorumluluk beklemektedir. Ülkenin, AKP – RTE tarafından içine sürüklendiği iç savaş eşiğinden mutlaka alınması gerekmektedir. Bu kaçınılmaz zorunluk ivedidir ve ötelenemez. Gereğini yapmayanları tarih ve bu toplum bağışlamayacaktır. Zaten AKP bu seçimi de alırsa, artık Türkiye’de çok partili demokratik yaşam göstermelik olacak, izleyen sözde seçimleri hep muktedirin partisi % 80’lerle alacaktır; tipik totaliter rejimlerdeki gibi. Bir kez daha yazmış olalım: Hesap matematik netlik ve kesinliktedir. Dostumuz, arkadaşımız, hemşehrimiz, Büyük ATATÜRK‘ün çooook onurlu o ökçüde de sorumluluğu ağır koltuğunda oturan sevgili Kemal Kılıçdaroğlu‘ndan kamuoyu önünde bizim de tarihsel ricamızdır.. Kendi adımıza hiçbir beklentimizin olmadığını belirtmemize bile gerek yoktur, kamu görevimizi halen sürdürmekteyiz..

Yazının pdf biçimi : CHP’ye_TARIHSEL_GUCBIRLIGI_CAGRISI_14.09.2015


Sevgi ve saygı ile.
15.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net,
profsaltik@gmail.com

Uğur Dündar : ‘İttifak kararsızları sandığa götürür’ ve düşündürdükleri

‘İttifak kararsızları sandığa götürür’ 
ve düşündürdükleri

Gazeteci ve program yapımcısı Uğur Dündar, AYDINLIK’ın
“Seçime giderken muhalefetin nasıl bir yol haritası izlemesi gerekir?” sorusunu yanıtladı. Dündar, 1 Kasım seçimleri için CHP’nin Vatan Partisi, DSP ve toplumun
önde gelen vatansever isimleriyle ittifak yapması gerektiğini belirtti.

1 Kasım seçimleri için CHP’nin Vatan Partisi, DSP ve toplumun önde gelen vatansever isimleriyle ittifak yapması gerektiğini belirten Dündar’ın açıklamaları şöyle:

Demokrasiye gönül verenleri ülke barajında göz önünde bulundurarak seçmen üzerinde psikolojik yönden olumsuz etki yaratan bu gerçeği değerlendirerek, demokraside birleşen, demokrasiye gönül veren tüm güçlerle güçbirliği yapması gerekir.

‘RAHMİ TURAN’LA AYNI DÜŞÜNCEDEYİM’

Ben SÖZCÜ gazetesinde yazıyorum, biliyorsunuz. Bizim önce başyazarımız, medya duayeni ağabeyimiz Rahmi Turan CHP’nin ittifak yapmasını yazdı.

Vatan Partisi,
– Sadettin Tantan,
– Abdullatif Şener gibi isimlerin de bu ittifakta bulunması gerektiğini ifade etti.

Sonra benim değerli arkadaşım araştırmacı gazeteci Soner Yalçın aynı çağrıyı yaptı. Dün de Cumhuriyet sevdalısı olarak bildiğimiz 101 yaşında ve Türkiye’nin düze çıkması ve Cumhuriyetin yaşamasından başka hiçbir dileği olmayan büyük Sümerolog değerli bilim insanı Muazzez İlmiye Çığ da bir mektup yazdı, hem sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na hem de sayın Doğu Perinçek’e… Mutlaka ittifak yapmaları gerektiğini, aksi takdirde bunun kolay bağışlanabilecek bir durum olmayacağını söyledi. Ben de onlarla yani Rahmi Turan’la, Soner Yalçın’la, Muazzez İlmiye Çığ’la aynı çizgide düşünüyorum.

‘GÜÇBİRLİĞİ CHP’Yİ OLUMLU ETKİLER’

Ve diyorum ki CHP, Vatan Partisi hatta DSP ve bazı partilerle; Ümit Kocasakal, Metin Feyzioğlu, Saadettin Tantan ve Abdullatif Şener gibi hem kirlenmemiş, cesur, en ufak bir şaibesi bulunmayan isimlerle de ittifak yapmalı. Ve bu seçimden tek başına iktidar olabilecek bir oy çoğunluğuyla çıkmayı bir görev edinmeli. Bu güçbirliği CHP’yi olumlu etkiler.

‘SANDIK KÜSKÜNLERİNİ MOTİVE EDER’

Anayasa ayaklar altında. Anayasa dışı bir ‘de facto’ durumla, düzenle karşı karşıyayız. Daha doğrusu AKP ülkeyi yönetme iktidarını gösteremiyor. Ve paralize (AS: felç) olmuş bir görüntü sergiliyor. Bundan bir an önce Türkiye’nin kurtulması, düze çıkması ve bunu demokrasi yoluyla gerçekleştirmesi gerekiyor.

Ben ittifakların yani demokrasiye gönül vermiş kesimlerin yapacağı güçbirliğinin, sandığa gitmemekte kararlı olan kesimleri de motive edeceğini düşünüyorum. Sandığa gitmeme oranı bu ittifakla hızla düşecektir. Sandığa gidenlerin %65 dolayındaki kesimi CHP’ye oy verecektir. Bu anketlerle, kamuoyu yoklamalarıyla ortaya çıkmış bir gerçek. Şimdi bu durumda eğer bir güçbirliği yapılırsa sandığa gitme konusunda isteksiz, kararsız hatta gitmemeye karar vermiş seçmenler sandığa gider.

===========================

Dostlar,

Çağrıyı ve gereğini biz de yerinde ve hatta “zorunlu” buluyoruz.

Bu birleşik güç, büyük ölçüde, oy kullanmayan % 16 gibi, yani her 7 kişiden 1’ni bir seçenek sunarak umutlandırır ve oy kullanmaya teşvik eder. Bu kitle, 7 Haziran’da %16 ile 9,1 milyon gibi muazzam bir rakama erişmektedir ve seçimin yazgısını belirleyecek büyüklüktedir. Kuşku yok ki, çok büyük çoğunluğu da AKP seçmeni değildir. MHP ve HDP seçmenleri, AKP çok gibi yüksek oranda oy kullanmışlardır. Atıl kalan bu kitle yüksek oranda coşkusunu yitiren (de-motive olan), CHP’den umudunu kesmiş – küskün kitledir ve “küçük” partilerin oy kullanmayı anlamlı bulmayan seçmenleridir..

Söz konusu güçbirliğini bu kez CHP, “Kapımız açık, isteyen gelsin..” gibisinden örtük bir red anlayışı ile yürütemez. İlgili tüm kesim ve kişilerle sonuç alma kararlılığıyla görüşülmeli ve “makul olmayan” istekler kamuoyuna açıklanmalıdır. Bu saydamlık tarafları sorumlu davranmaya itecektir. Nitekim Vatan Partisi Genel Başkanı Sn. Dr. Doğu Perinçek, CHP ile “seçim ittifakı için pazarlığa girmeyeceklerini”CHP’nin Kemalist  – Atatürkçü insanları vekil adayı yapmasını çok önemsediklerini belirtmiştir.

Seçime katılım arttıkça, AKP’nin sayısal olarak (nominal) sabit kalması beklenen 18,8 milyon dolayındaki donmuş oyunun toplam içinde oranı düşecektir. % 84 yerine, oy kullanmayan % 16’lık kitlenin yarısının daha seçime katılması sağlanabilirse, bu %92’lik katılım 4,55 milyon oy demektir ve en az 3/4’ü CHP oylarıdır. CHP’nin % 25 olan oylarını %50’ye dek artırabilecek bir büyüklüktür ve % 35’i aşarak 1. parti olma, iktidarı yakalama olanağı sağlayabilir! %92’lik katılım çok güç değildir; 12 Eylülcülerin Anayasa oylamasına katılım 7 Kasım 1982’de bu düzeyde (%91,3) olmuştu.

CHP’yi ve bu bağlamda muhataplarını ağır ve ciddi bir tarihsel siyasal sorumluluk beklemektedir. Ülkenin, AKP – RTE tarafından içine sürüklendiği iç savaş eşiğinden mutlaka alınması gerekmektedir. Bu kaçınılmaz zorunluk ivedidir ve ötelenemez. Gereğini yapmayanları tarih ve bu toplum bağışlamayacaktır. Zaten AKP bu seçimi de alırsa artık Türkiye’de çok partili demokratik yaşam göstermelik olacak, izleyen sözde seçimleri hep muktedirin partisi % 80’lerle alacaktır; tipik totaliter rejimlerdeki gibi..

Bir kez daha söylemiş ve yazmış olalım..
Hesap matematik netlik ve kesinliktedir.
Dostumuz, arkadaşımız, hemşehrimiz, Büyük ATATÜRK‘ün çooook onurlu o ökçüde de sorumluluğu ağır koltuğunda oturan sevgili – sayın Kemal Kılıçdaroğlu‘ndan kamuoyu önünde bizim de tarihsel dilek ve ricamızdır.. Kendi adımıza hiçbir beklentimizin olmadığını belirtmemize bile gerek yoktur, çünkü kamu görevimizi halen sürdürmekteyiz..

Sevgi ve saygı ile.
13.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com