Etiket arşivi: Brexit

Koronavirüs Sonrasında Dünya?

Koronavirüs Sonrasında Dünya?

  • ‘Ortak bir tespitten hareket ediliyor: Öngörülemeyen, ancak etkileri frenlenebilecek bir salgın karşısında kapitalizm bir sistem olarak veya bugünkü (‘neoliberal’) düzenleme biçimi içinde çaresiz kaldı. Üstelik çaresizlik, sistemin yoksul, azgelişmiş çevresinde değil, merkezinde ortaya çıktı. Salgının yaygınlığı, kurban sayıları, oranları ABD’de, İngiltere’de ve üç büyük AB ülkesinde zirve yaptı.’

  • “Koronavirüs sonrasında dünya eskisi gibi olmayacak…”

Bir öngörü, bazen de bir çağrı olan bu ifadeyi defalarca duyuyoruz.

  • Ortak bir tespitten hareket ediliyor: Öngörülemeyen, ancak etkileri frenlenebilecek bir salgın karşısında kapitalizm bir sistem olarak veya bugünkü (“neoliberal”) düzenleme biçimi içinde çaresiz kaldı. Üstelik çaresizlik, sistemin yoksul, azgelişmiş çevresinde değil, merkezinde ortaya çıktı. Salgının yaygınlığı, kurban sayıları, oranları ABD’de, İngiltere’de ve üç büyük AB ülkesinde zirve yaptı.

İzolasyon ortamındayım. “Koronavirüs sonrasında dünya?” sorusunu tartışan yazılar hem önemli, hem de çekici oluyor. Bazılarını okurlarımla paylaşmak, tartışmak istiyorum.

Bugün, salgının merkezinden (İngiltere’den) başlayacağım: Kapitalizm için yeni bir toplumsal sözleşme çağrısı…

Financial Times yeni bir “toplumsal sözleşme” öneriyor…

Financial Times (FT), Batı kapitalizminin, özellikle de İngiliz finans sermayesinin sözcülüğünü üstlenmiş seçkin yayın organlarından biridir.

“FT Editörler Kurulu” imzası ile 3 Nisan 2020 tarihli sayısında yayımlanan bir yazının uzun başlığı dikkat çekicidir:

  • “Virüs, toplumsal sözleşmenin kırılganlığını (“frailty”) ortaya koydu:
  • Herkese yarayacak bir toplum oluşturmak için radikal reformlar gereklidir.”

Bu gazetenin Editörler Kurulu zaman zaman bu türden çağrılar yapar. Pek çoğu, neoliberal doğrultuda “toplumsal mühendislik” önerileridir. Küreselleşmenin fanatik savunucusudur; bu nedenle Trump’ın korumacılığına ve Brexit’e karşı çıkar.

Gazete, “dünyanın hali, ülkelerin kaderleri” ile de yakından ilgilenir. Lügatçesinde emperyalizm sözcüğü yer almaz. Örneğin Editörler Kurulu, 13 Kasım 2019 tarihli bir yazıda Bolivya’daki ABD destekli askerî darbeye, “bu bir darbe değildir” diye teşhis koydu; utanmadan devrik Başkan Maduro’yu kusurlu buldu.

Editörler Kurulu’nun bu özellikleri 3 Nisan tarihli yazının yukarıda aktardığım başlığı ile uyumlu görünmüyor. Yazının devamı da aynı “aykırı” doğrultuda seyrediyor. Önemli kesimlerini aktarıyorum:

“Koronavirüs ve onunla mücadele için gereken yasaklamalar, mevcut eşitsizliklere ışık tutuyor; yenilerinin de yaratılacağı ortaya çıkıyor. Tüm ülkeler hastalığı yenmenin ötesinde bir sınavdan geçiyor: Bugünkü çıkar ortaklığı duygusu, kriz sonrasında toplumları biçimlendirecek mi?”

“Batı’nın liderleri Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında şu gerçeği öğrenmişlerdi: İnsanlardan fedakârlık talep etmek için herkese yarayacak bir toplumsal sözleşme önerilmelidir. Bugünün krizi, zengin toplumların bu idealden ne kadar uzakta kaldığını ortaya koydu.”

“Savaşı kazanan liderler, sonraki güzergâh için zaferi beklemedi. Franklin D. Roosevelt ve Winston Churchill 1941’de Birleşmiş Milletler’e giden yolu açan Atlantik Bildirisi’ni yayımladı. Britanya 1942’de Beveridge Raporu’nu yayımladı; kapsayıcı bir refah devletini üstlenmiş oldu.”

FT Editörler Kurulu, 2020’nin insanlarına seksen yıl önce sonunda kapitalizmin liderlerinin uzlaştığı “toplumsal sözleşme”yi hatırlatıyor: “Herkese yarayacak bir refah devleti…”

Bu ifade, kapitalizmin sermaye ve emek arasında çıkar ortaklığını öngören bir düzenleme biçimini özetliyor. Bu toplumsal uzlaşma, kırk yıla yaklaşan bir dönem boyunca kapitalist dünya sistemini biçimlendirdi ve “Altın Çağ” diye de adlandırıldı.

Batı’daki temel yapı taşlarından biri, Britanya’da birkaç yıl sonra başlatılacak refah devleti ilkelerini öneren Beveridge Raporu idi. Sonraki yıllarda İngiltere’nin iki büyük partisi, Muhafazakâr ve İşçi partileri, bu programın kurumlaşmasını bir anlamda ortaklaşa gerçekleştirdi. İngiltere, 1945 sonrasında Batı’daki yönelişlere de bir anlamda örnek oldu.

Financial Times’ın çağrısı altı ay gecikmiştir…

Refah devletinden neoliberalizme geçiş… Bu tarihçeye burada giremem. İki tespitle yetineceğim:

(1): Kapitalizmin Altın Çağı, sömürgeciliğin son bulması, sosyalist blokun etkisi, Bağlantısızlar Hareketi ve uluslararası Keynes’cilik sayesinde Üçüncü Dünya’yı da kapsadı.

(2): İngiltere, bu dönüşümün başlangıcını da, bitimini de simgeledi. Margaret Thatcher, 1979’da refah devletinin giderek tasfiyesini hedefleyen bir programla seçimi kazandı ve Batı’da neoliberal karşı devrimi başlatan siyasetçi oldu.

“Karşı devrim” diyorum; zira, neoliberalizm, aslında, sermayenin dünya çapında sınırsız tahakkümünü gerçekleştirme tasarımıdır. FT Editörler Kurulu’nun bugün özlemle andığı refah devletini de reddeden bu tasarım, sonraki kırk yıla da damgasını vurdu.

FT, bu karşı devrimci dönüşümün sonuçlarından Nisan’da yakınıyor ve seksen yıl öncesinin toplumsal uzlaşmasına dönüş çağrısı yapıyor.

Ne var ki bu çağrı, altı ay gecikmiştir. Ülkesinde Ekim 2019’da erken seçim kararı alındı. Jeremy Corbyn’in liderliğindeki İşçi Partisi, “refah devletine dönüş”ün ilk adımlarını oluşturan bir programla iktidara aday oldu. Üstelik, Brexit’e öncelik veren neo-faşist Boris Johnson’un Muhafazakâr Partisi’nin rakibi olarak…

Bu kritik dönemeçte FT Editörler Kurulu ne yaptı? Brexit sorununu unuttu; İşçi Partisi’nin programına karşı sermaye çevrelerinin başlattığı sert muhalefetin ön saflarında yer aldı. 25 Eylül 2019’te “Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi Britanya’yı yönetmeye ehil değildir” başlığı altında bir yazı yayımladı.

Düzmece bir “Yahudi karşıtlığı” (anti-semitizm) suçlamasına FT de katıldı; Corbyn’in Aralık’taki seçim yenilgisini coşkuyla karşıladı. Editörler Kurulu bununla yetinmedi. Refah devleti programıyla İşçi Partisi’ni sola taşıyan Corbyn’in etkisi tümüyle tasfiye edilmelidir. Bu çağrı, 15 Aralık 2019’da FT Editörler Kurulu imzasıyla “İşçi Partisi sol kanadının gücünü kırmalıdır” başlıklı bir yazıda yer aldı.

Etkili olduğu da söylenebilir. FT’nin yeğlediği Sir Keir Starmer, delegelerin %56’sının oylarıyla İşçi Partisi liderliğine getirildi. Eşi Musevidir.

İnsanlığın çaresizliği…

Bir ileti izledim: İspanya’da bir TV muhabiri kendisine ulaşan bir sesli mesajı ağlayarak aktarıyor:

“Madrit’te 65 yaşını aşkın hastalara müsekkin veriliyor; solunum cihazları alınıyor;
bu insanlarımız ölmeye terk ediliyor…”

Durum budur!

Sermayenin sınırsız tahakkümü, koronavirus salgını karşısında insanlığı çaresiz bıraktı.

Bu tahakkümü hayata geçirenler, yönetenler, ona alet olanlar paniğe kapıldı. FT Editörleri gibi “böyle devam edemeyiz” diye yakınmaya başladı.

Ama aynı zamanda emeğin, yoksulların, Altın Çağ’daki kazanımlarının bir bölümünü geri almaya dönük tüm örgütlenmeleri insafsızca önlemeye öncelik verdiler. Tahakkümü hayata geçiren tüm ideolojik, politik araçları sonuna kadar kullanarak…

“Güney” coğrafyası söz konusu olduğunda, emperyalizm, devlet gücü ile devreye giriyor. Koronavirüs dahi, örneğin Venezuela ve İran’da sözü geçen hegemonyayı pekiştirmek için fırsat olarak kullanılıyor.

Bu yazıda, Financial Times’ın Yazı Kurulu’ndan 4 örnek verdim. Tarih sırasıyla tekrarlayayım:

Bolivya’da faşist darbeyi destekledi;
İngiltere’de Corbyn’in iktidara layık olmadığını vurguladı;
İşçi Partisi’nde sol kanadın tasfiyesini talep etti.
İngiltere’de salgından ölüm oranı %13’e yaklaşıp dünya zirvesine çıkınca da utanmadan “refah devletine dönüş” çağrısı yaptı…

Elbette insanlığın vicdanı, yani sol kanadı da suskun değildir; koronavirüsü ve sonrasını tartışmaktadır. İzlemeyi, aktarmayı, değerlendirmeyi sürdüreceğim.

Değişen Koşullar, Değişen Yaklaşımlar

Değişen Koşullar, Değişen Yaklaşımlar

Mahfi EĞİLMEZ, PhD
21 Mart 2019

 

 

(Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

2018 yılının son çeyreğinde dünyada farklı bir görünüm vardı. ABD neredeyse artık krizden çıkmış, Avrupa benzer aşamaya geçişte epey bir yol almış, Japonya neredeyse 30 yıl sonra tünelin ucunda ışığı görmüş gibiydi. Gelişmiş ülkeler kategorisinde tek sorun Brexit olarak duruyor onun da çözümü yolunda ilerleme sağlanıyor gibi görünüyordu. Gelişme yolundaki ekonomilerde de durum istikrarlı bir görünüm içindeydi. Sadece Çin’de büyüme ivme kaybediyor bir de gelişmiş ekonomilerin parasal sıkılaştırmaya başlaması dış finansmana aşırı bağlı gelişme yolundaki ekonomilerde bazı finansmana erişim sorunları yaratabilecek gibi duruyordu. Bu durum da büyük endişe yaratmıyor, yönetilebilir olarak kabul ediliyordu.

2019’a girerken görünüm değişmeye başladı. Uzakdoğu ve Latin Amerika kökenli bir resesyon dalgasının dünyayı sarabileceği ve yeniden bir küresel krizin içine çekebileceği korkusu egemen olmaya başladı. Bu yeni bakışın en belirgin kanıtı Davos toplantısı öncesinde World Economic Forum grubunun 800 büyük şirketin CEO’suyla yaptığı anket. Anket sonucuna göre bu en önemli karar alıcıların 2019 için en büyük endişe kaynağının resesyon olduğu ortaya çıktı. Birkaç ay önce küresel krizin artık sonuna gelindiği kanısı egemenken bu hızlı değişim oldukça şaşırtıcıydı. Bu kadar üst düzey karar alıcıların beklentisinin resesyon olması, kararlarını da buna göre alacakları, örneğin yatırımların kısılması, istihdamda azaltmaya gidilmesi gibi adımlar atabilecekleri endişesinin doğmasına yol açtı. Böyle kararlar bu adımların dünyanın her yanındaki diğer şirketlerce de izlenmesine yol açacak bir dalga yaratabilir ve bu gelişme yeni bir resesyonu tetikleyebilir.

Beklentilerin böyle yön değiştirmesinde birçok gelişme etkili oldu. Bunlar arasında Brexit, İtalya’nın giderek bozulan ekonomik durumu, Fransa’daki karışıklıklar, Arjantin ve Venezuela’nın büyük sıkıntıları, Çin ekonomisinin yaşadığı ciddi ivme kaybı, ticaret savaşları, Almanya’da Merkel sonrasında ne olacağının belirsizliği, Türkiye ekonomisinin slumpflasyona gidişi ilk akla gelenler.

Ekonomi, bütün o matematiksel gösterisine karşın, merkezinde insan ve toplumun olduğu bir bilim ve o nedenle beklentiler ekonomide çok önemli bir yer tutuyor. Eğer beklentiler olumlu ise gerçekleşme de büyük ölçüde öyle oluyor. Çünkü karar alıcılar o olumlu beklentilere göre karar alıyor. Tersi geçerliyse yani karar alıcıların gelecekle ilgili beklentileri olumsuzsa kararlarını bu havada alıyorlar ve gerçekleşme de olumsuz oluyor.

Bu gelişmeye göre kararlarını ilk gözden geçiren Avrupa Merkez Bankası oldu. Avrupa Merkez Bankası, 2018’in sonlarında parasal genişlemeyi sadece vadesi gelen tahvillerin yenilenmesine indirgemişti. Draghi verdiği mesajlarda 2019 yılının son çeyreğinde faiz artırımı yapabileceklerini ve parasal genişlemeyi tümüyle durdurabileceklerini ima ediyordu. Sonrasında Avrupa’nın krizden çıkışının daha zaman alabileceğini ve o nedenle faiz artırımı ve parasal sıkılaştırma bir yana, parasal gevşemeye yeniden girebileceklerini söylemeye başladı. Ardından Fed de yaklaşımını revize etmeye yöneldi. Yeni yıla girilirken piyasalar, Fed’in 2019 yılında 3 kez faiz artıracağı ve 600 milyar Doları piyasadan çekeceğine neredeyse kesinlikle emindiler. Fed, son iki toplantısından sonra yaptığı yeni açıklamalarla bu beklentiyi değiştirmeye başladı. Bugün gelinen noktada Fed’in 2019 yılında faizi hiç artırmayacağı ve parasal sıkılaştırmaya da son vereceği beklentisi yerleşmiş bulunuyor. Dünyanın en büyük iki merkez bankası parasal sıkılaştırmadan hızla uzaklaşmaya yönelerek piyasadaki olumsuz beklentileri olumluya çevirmeye çabalıyorlar. Her ikisi de küresel sistemde sadece kendi ülkelerinin veya bölgelerinin sağlam olmasının yetmeyeceğinin, bütün dünyanın iyimser bir havaya geçmesinin gerekli olduğunun farkındalar.

Keynes’e sormuşlar “Üstat, koşullar değişirse ne yaparsınız?” Keynes yanıtlamış: “Koşullar değişirse ben de düşüncemi değiştiririm.” İşte şimdi tam da oradayız. Koşullar değişti, beklentiler olumsuz bu durumda para politikası uygulayıcıların yapması gereken şey bu olumsuz havayı dağıtacak adımlar atmak. Asıl kritik soru bu adımlar yeterli olacak mı sorusu. Bu kez Fed ve Avrupa Merkez Bankası erken davrandı ve politikalarını hızla revize ettiler. O nedenle resesyon eğilimini önleyebilirler. Ama yine de bu adımlar başka bazı gelişmelere de bağlı bulunuyor. Örneğin Brexit’in nasıl sonuçlanacağı, ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşının nasıl çözümleneceği, Çin’in yaşadığı ivme kaybını durgunluğa girmeden tersine çevirip çeviremeyeceği, IMF’nin Arjantin’in toparlanmasını sağlayıp sağlayamayacağı, Türkiye’nin girdiği slumpflasyondan ne kadar sürede çıkacağı gibi meseleler Fed ve Avrupa Merkez Bankası’nın para politikası değişikliğinden bağımsız yanları olan konular. Bu konularda da olumlu gelişmeler yaşanması gerekiyor. Bütün bunlar da yetmiyor, parasal sıkılaştırmanın gevşemeye dönmesi halinde bu kez piyasalarda yeni balonlar yaratılmasının da önlenmesi gerekiyor.

Özetle söylemek gerekirse 2019 yılı bütün dünya için son derecede dikkatle ele alınması gereken hassas bir yıl. Diğer ülkelerin, küresel sistemin ekonomik yönetimini Fed ve Avrupa Merkez Bankası’na bırakıp arkalarına yaslanarak seyredecekleri bir dönem değil bu. Herkesin üzerine düşeni yapması yeni bir küresel krizden uzak durmanın ilk koşulu.
==========================
Dostlar,

ERDOĞAN’ın GOLAN TEPELERİ İÇİN TRUMP’a ÇATMASININ BEDELİ 26 MİLYAR $!

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi   

Hazine eski Müsteşarı, Mülkiyeli Dr. Mahfi Eğilmez’in irdelemesi son derece uyarıcı ve ayrıca yol gösterici (bkz. başlıktaki erişke..). Eğilmez, SBF = Mülkiye mezunu bizim gibi. Bu seçkin Fakülteyi, bilim yuvasını AKP = RTE, 15 Temmuz 2016 “darbe girişimi” sonrası ağır biçimde yaraladı.

Sayısı 30’a varan akademisyen, haklarında kesinleşmiş yargı kararı olmaksızın ve daha korkuncu, yargıya başvurma hakkı da tanımaksızın OHAL KHK’leri ile görevden uzaklaştırıldı..

  • Oysa Anayasa m. 38/4 ve AİHS m. 6/2 uyarınca herkes, evrensel masumluk karinesi gereği,
    suçluluğu kesinleşmiş mahkeme kararları ile hükmen sabit oluncaya dek masumdur!

AKP = RTE iktidarı, Sn. Eğilmez’in ciddi uyarılarının ne ölçüde ayırdında acaba?

Damat Hazine – Maliye Bakanı alaycı söylemlerle dövizin yükselmek yerine daha da düşeceğini hiçbir bilimsel veriye dayanmaksızın, basın önünde kafiyeli sözlerle ileri sürerken,
birkaç güne kalmadan kayınpederinin (RTE!) gadrine uğradı adeta!?

AKP = RTE “mutada inkiyaden” (alışıldığı üzere..) gene köpürdü bir bahane bularak (yerel seçim!).. Bu kez, Suriye’nin yarım yüzyıldır İsrail işgali altındaki (9-10 Haziran 1967’den bu yana!) Golan tepelerinin artık İsrail’e verilmesini isteyen ABD Başkanı Trump’a çattı. Kuşku yok bu istem, uluslararası hukuk bakımından yok hükmündedir. Ancak Suriye’nin belinin kırılmasına yol açan 2011 baharında başlayan Emperyalist Batı girişimlerinde oynanan
öncü rol unutuldu bir anda!?

Malum Reis, Türkiye’nin etini – budunu gözetmeden ve de kendinden menkul müthiş şişkin bir egoyla İslam dünyasının tümüne kol – kanat germeye çabalayan post-modern Halife (!) modeli çizmeye adanmış görünüyor.. Ama örn. S. Arabistan’ın Yemen’deki katliamına seyirci!?

ABD / Trump ile her didişmesinde Türkiye ağır ekonomik ve politik bedeller ödüyor, saygınlık yitirerek şamar oğlanına dönüşüyor. Ancak AKP’nin Dışişleri mücahitleri (Monşerleri kovdular sözde!?) bir türlü “stratejik müttefike bu yapılır mı??” ağlamasından – aşağılık kompleksinden sıyrılamıyor.. Dış politika tam bir ikili oynama (double – track policy), maskeli! Dünden bu yana Dolar 5,40’tan 5,70’e 30 krş. yükseldi. 30 krş/5,40 TL=%5,55 oranında dış borç büyüdü. 476 milyar $ x .0555= 26,42 milyar $ dış borç artışı! Toplam dış borç 500 milyar doları aştı.. 26,4 milyar $/82 milyon; kişi başına 322 $ dış borç artışı (1835 TL; neredeyse bir asgari ücret!) oldu RTE’nin bu hesapsız çıkışıyla.

Böyle ülke yönetimi olur mu? Bir iktidar bu denli sorumsuz ve hesapsız davranabilir, aklına eseni uluslararası kamuoyu önünde gelişigüzel söyleyebilir mi? Üstelik ekonomi çöküntü içinde ve ülke yangın yerine dönmüş iken?! Eğer basiretsizlik ürünü değilse, bu söylem üstelik bilinçli – istendik ise (!?!) daha da ürkünç (vahim) bir durum ile yüz yüze değil miyiz eyyy Türk Ulusu, AKP seçmeni?!

Türkiye, 31 Mart 2019 yerel – genel seçimlerinde AKP’ye hak ettiği dersi mutlaka vermelidir.

Sevgi ve saygı ile. 24 Mart 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Trump ve küreselleşmenin üçüncü safhası

Trump ve küreselleşmenin üçüncü safhası-1

Prof. Dr. Emre Kongar

Önce Temel Tanımı Anımsayalım: Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra ortaya çıkan Küreselleşme, ya da yabancı terminoloji ile, “Globalleşme” biri siyasal, biri ekonomik, biri de kültürel olarak üç boyutlu bir kavramdır.
Küreselleşme’nin siyasal ayağı, Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasal egemenliği ve dünya üzerindeki siyasal jandarmalığıdır.
Küreselleşmenin ekonomik ayağı, uluslararası sermayenin egemenliğidir.
Küreselleşmenin kültürel ayağı, birbirinden farklı hatta, biri ötekine zıt iki ayrı oluşuma işaret eder.
Birinci oluşum, “mikromilliyetçilik” ve “mikrodincilik” biçiminde ortaya çıkmıştır.
Küreselleşmenin kültürel ayağının ikinci sonucu, özellikle tüketici davranışını etkileyerek, dünya çapında kültürel birörnekliğin önünü açmış olmasıdır.
***
Birinci Safha, Sahte Cennet:
1991’de Sovyetler Birliği resmen çöktükten sonra “Tarihin sonu geldi” , “Sınıf çatışmaları ve ulus devletler arası savaşlar bitti, sınırlar kalkacak”, “Silahlara akıtılan fonlar refahı arttıran üretime gidecek” gibi sonradan hepsinin palavra olduğu anlaşılan birçok beklenti dile getirildi.
Oysa bu Sahte Cennet söylemleriyle dolu olan safhada, Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da devlet yapıları yıkıldı ama yerlerine mikromilliyetçilik ve mikrodincilikten etkilenen, yıkılanlardan daha “ulusal devletler” kuruldu.
Üstelik de Huntington’un kuramsal olarak dile getirdiği, Batı-İslam uygarlıkları çatışması evresi, bizzat ABD’nin yarattığı Radikal Siyasal İslam Terörizmi uygulayan örgütlerle tüm dünyaya egemen oldu; böylece 10 yıl süren Birinci Safha bitti.
İkinci Safha, Küresel Terörün Yaygınlaşması ve Eşitsizliklerin Artması:
Başlangıcı 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırısı ile simgelenen İkinci Safha, Küreselleşme rüyasının hiç de pazarlandığı gibi olmadığını gösterdi.
Düşmanı Sovyetler çökünce hedefsiz kalan askeri olarak örgütlenmiş olan Radikal Siyasal İslam, tüm dünyada ABD’ye ve Batı’ya karşı saldırıya geçti.
Buna karşılık, liderliğini ve egemenliğini, değişen dünya koşullarında Avrupa ve Rusya ile paylaşmak istemeyen ve arkadan hızla gelen Çin’e karşı korumak isteyen ABD, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı “Arap Baharı” denilen bir illüzyonla kana buladı. Yüz binlerce insan hayatını kaybetti ve milyonlarca mülteci, uygar dünyanın sorunu oldu.
Bu arada gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkeler arasındaki fark da açılıyor, insanlık daha büyük sorunlarla karşı karşıya kalıyordu.
Küreselleşmenin, insan ve uyuşturucu ticaretini engelleyemediği, yoksullukla başa çıkamadığı ve uluslararası terörizme dur diyemediği anlaşılmış, yeniden ulus devlet modeline geri dönülmesi gündeme gelmişti.
Bütün bu olumsuzluklar, dünya halklarının Küreselleşmeyi savunan mevcut yönetimlere karşı, mikrodinci ve mikromilliyetçi eksenlerde tepkiler oluşturmasına yol açtı.
Böylece Küreselleşme, kendi içinde, askeri/siyasal ve ekonomik ayağıyla, kültürel/ideolojik/siyasal ayağı arasında çelişkiler yaşamaya başladı ve bu bizi üçüncü safhaya getirdi.
Üçüncü Safha, Mikromilliyetçilik ve Mikrodincilik Küreselleşmeye Karşı;
Brexit ve Trump.

Her yeni toplumsal, kültürel ve siyasal oluşumun tohumları bir önceki dönemde atılır; Üçüncü Safha için de böyle oldu…
Tohumları Soğuk Savaş döneminde atılmış olan ve Birinci ve İkinci Safhalarda güçlendirilen, ABD tarafından pompalanan mikrodinci ve mikromilliyetçi akımlar, Küreselleşmenin olumsuz sonuçlarına karşı tepki duyan halkların bu tepkilerini kanalize eden ideolojiler oldu.
Rusya’da Putin, Macaristan’da Orban, Türkiye’de Erdoğan, Avusturya’da Heider, Fransa’da Le Penn, Avrupa’da yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı süreçleri, bu mikrodinci ve mikromilliyetçi akımların sonuçları olarak dünya sahnesine çıktılar.
Birleşik Krallığın (İngiltere’nin) Avrupa Birliği’nden çıktığı ve ABD’de Trump’ın seçildiği 2016 yılı, bu Üçüncü Safhanın başlangıç tarihi olarak görülebilir.
===================================

Trump ve küreselleşmenin üçüncü safhası-2

Batı dünyası (yani ABD), Sovyetler Birliği’ne karşı olan Soğuk Savaşta, dinciliği ve milliyetçiliği etkin ideolojik ve siyasal silahlar olarak kullandı.
1991’de Sovyetler resmen dağılınca, bu birikim, “mikromilliyetçilik” ve “mikrodincilik” olarak Küreselleşme sürecine damgasını vurdu, devletleri parçaladı, sınırları değiştirdi
Ortaçağ’daki Din/Tarım toplumunun dinci/mezhepçi ve Yakınçağ’daki Endüstri Devrimi’nin Irkçı/milliyetçi kimlikleri…
“Neoliberal Neoemperyalizmin”, “Küreselleşme” adı altında dayattığı “Yeni Dünya Düzenine” ideolojik/siyasal açıdan egemen oldu…
İnsanlar ve devletler arası ayrışmanın, yabancılaşmanın, düşmanlığın temellerini oluşturdu.
***
Sovyetler’in dağılmasıyla hem zafere ulaşmış görünen hem de düşmansız kalan Radikal Siyasal İslamcı örgütler:
ABD/Suud tarafından kurulmuş olmalarına karşın…
Arap-İsrail savaşından hareketle…
Huntington’un ileri sürdüğü kültürel/ideolojik “Uygarlıklar Çatışması” çizgilerinde…
İnsanların ve devletlerin, din/ mezhep ve ırk/milliyet ayrımlarında düşmanlaştığı bu ortamda… Teröre başladılar.
***
Küreselleşme ise, insanlığa, barış, refah, adalet ve güven yerine…
Savaş, yoksulluk, sömürü ve güvensizliğin egemen olduğu…
Zenginin daha zenginle
ştiği, yoksulun daha yoksullaştığı siyasal/askeri/ekonomik bir düzen getirdi.
Bu düzen, özellikle de, ABD’nin değişen dünyada liderliğini sürdürebilmek amacıyla başlattığı Ortadoğu savaşıyla her yere yayılan terör ve mülteci sorunları, bütün dünyayı tedirgin etti.
Bu durum, dünya halklarının, gözden geçirilmiş yeni liberalizmin ürettiği, gözden geçirilmiş yeni Küresel emperyalizmin, yani “Neoliberal Neoemperyalizmin” savunucuları olan iktidarlara karşı tepkiler oluşturmasına yol açtı:
Ekonomik sorunların, terör, güvenlik, sömürü ve adalet sorunlarıyla bütünleştiği bu tepkilerin kanalize olduğu ideolojiler ise zaten sürekli pompalanmakta olan “mikromilliyetçi” ve “mikrodinci” çizgiler oldu.
***
Önce Ortadoğu’da ve Avrupa’da kendini gösteren bu Anti Küresel tepkiler, sonunda Kıta Avrupası’nı da aşarak Brexit ile Britanya’ya ve en sonunda da Atlantik ötesine, Trump ile ABD’ye ulaştı.
Böylece Küreselleşme kendi yarattığı çelişkiler içinde çırpınan bir süreç haline geldi.
Küreselleşme sürecini başlatan ve bu süreçten en büyük yararı sağlayan ülke olarak ABD’nin, Küreselleşme karşıtı tepkilere hedef olması doğal ve olağandı…
Ama aynı Amerika’nın Trump’ı seçerek, “mikrodinci” ve “mikromilliyetçi” ideolojik çizgilerde “korumacı bir ekonomiye” dönüş işaretleri vermesi…
Sonuç olarak, kendi başlattığı ve en büyük yararı sağladığı bu Küreselleşme sürecinin doğurduğu “karşı tepkilere”, kendi iç politikasında teslim olması tam bir çelişkiyi yansıtmaktadır.
Trump’ın iç ve dış politikada ne yapacağının pek kestirilememesinin önemli nedenlerinden biri, söylemlerindeki aşırılık kadar bu nesnel çelişkidir.
===========================
Dostlar,

KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm ilginç bir tarihsel aşamaya erişti.
Özellikle son çeyrek yüzyılda neredeyse tüm dünyada derin altüst oluşlara neden oldu.
Demokrasi, barış, eşitlik, gönenç vb. değil tam tersine

– savaş ve kan
– ölüm ve gözyaşı
– ülke ve halkların bölünüp parçalanması
– demokrasi değil otoriter-totaliter rejimler
– insan hakları değil eşitsizliklerin derinleşmesi
– ekonomik gönenç değil yoksulluğun küreselleşmesi………

gibi çok ağır tersinir sonuçlar doğurdu.
“Küresel akillerin” tüm bu tersine gelişmeleri öngör(e)mediği söylenebilir mi??
Çeyrek yüzyılı aşan bir “küresel fetret devri” belki de “küresel deney” insanlığa dayatılmıştır. Fatura gerçekten çok ağırdır.
Şimdilerde “Olmadı, pardon..” denebilir mi Erdoğan’ın ülkemize ödettiği bunca ağır faturadan sonra “Milletim ve Allah bizi affetsin..” dayatması kabul edilebilir mi??

Biz kendi adımıza çeyrek yüzyıldır bu sürecin adının

  • “Küreselleşme” değil ama “küçük” bir “TİR” hecesi eklemesi ile “KüreselleşTİRme” olduğunu ısrarla yazıp söyledik.

Çok sayıda makale yazdık, konferans verdik, Tıp Fakültesinde “KüreselleşTİRme ve Halk(ın) Sağlığı” dersleri koyduk ve bu konuda tıpta uzmanlık tezleri yaptırdık…

Güzelim Türkçemizin hünerinden yararlanarak o minik “TİR” hecesi ile

  • söz konusu Küreselleşme sürecinin kendiliğinden ortaya çıkan bir süreç olmadığını,
  • tersine, bu süreci dayatan küresel emperyalist odakların kendilerini saklamak için
    kurgu içinde olduklarını,
  • algı yönetimi yaparak bu kuşatma sürecine direnç örgütlenmesini engellemeye çabaladıklarını,
  • retorik tuzakla zihinleri yöneterek utanmaksızın beyin iğfaline yöneldiklerini
  • 500 yılın vahşi kapitalizmi ile biriktirilen, insanlıktan alınan KAN VE CAN VERGİSİ ile yığılan sermaye dağlarının politikleştirilerek dünya hegemonyası için kullanıldığını,
  • gerçekte “Küreselleşme” sözcüğünü yıpranmış “emperyalizmin” imaj yenilemesinin aracı olduğunu,
  • Samuel Huntigton gibi siparişle yazan sefil ajan-yazarların “The Clash of Civilisation” adlı sözde tez ve kitaplarının kınanmasını ve ciddiye alınmaması gerektiğini,
  • “Tarihin sonu geldi” diyerek kendinden geçen kimi öforiklerin (Japon Francis Fukuyama gibi) hezeyan içinde olduklarını..
  • küresel toplumun görülmemiş ölçek ve derinlikte bir küresel şizofreniye sürüklendiğini..
  • ………………..
  • Reddettik pek çok öneriyi, dayatmayı, çıkarı, fonu, bursu, projeyi…. vs.

Ve insanlık tarihinin bu en büyük kumpasının tarihe, insanlığın ve yaşamın doğasına, diyalektiğe, tarihin olağan akışına, konjonktüre ve 21. yy’dan insanlığın beklentilerine….  uymadığını, SÜR-DÜ-RÜ-LE-ME-YE-CE-Ğİ-Nİ… sabır ve ısrarla, gelişmeleri nesnel olarak gözleyip somut verilere dayalı olarak analiz ettik..

Bu “karabasan” bitmiş değil elbette.. Davul çalınacak aşamada değiliz. İnsanlık emperyalistleşen yabanıl (vahşi) kapitalizm ile savaşımını sürdürecek. Post-modern sömürü yöntemlerini tanıyıp deşifre edecek ve mahkum edecek.

Selam olsun AYDIN SORUMLULUĞUNU ateşten gömlek giyerek yerine getirenlere!

Günümüzde “Kumarhane kapitalizmi” batağına saplanan finans-kapital, artık risk alarak yatırım yapmak üretimle, istihdamla reel “kâr” lar elde etmek yerine spekülatif moneter baskıcı araçlara yönelmiş bulunuyor. Bu da sürdürülemiyor doğallıkla ve diyalektik olarak kendi sonunu hazırlıyor..

YENİ DİN – YENİ TANRI yaratma gibi en ağır silahlarını çekse de!

Post-modern sömürü yöntemleri de duvara dayandı..
Ha gayret insanoğlu, post-modern sömürünün/sömürgenlerin
post-modern proleterya ile devrilmesi pek uzak olmasa gerek..

Tarih ya da tarihsel zaman epey hızlandı; Zamanın kanatlarını rüzgarlamanın vaktidir.

İNSANLIK SÖMÜRGECİLİĞE MAHKUM DEĞİL!

“ Sömürgecilik ve yayılmacılık (emperyalizm) yeryüzünden yok olacak ve yerlerine
uluslar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrıcalığı gözetmeyen yeni bir işbirliği ve
uyum çağı
egemen olacaktır.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Sevgi ve saygı ile.
04 Şubat 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı –
AÜTF Halk Sağlığı AbD – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

AB’DE ULUSLAŞMA ve SAVAŞIN AYAK SESLERİ

AB’ DE ULUSLAŞMA VE SAVAŞIN AYAK SESLERİ

Fotoğraf: Ahmet Kılıçaslan Aytar  (3.9.2016)

(AS : Bizim irdelemememiz yazının altındadır..)

Ağustos’ta, İtalya/Ventotene adasındaki zirvede Almanya Başbakanı Angela Merkel, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ve İtalya Başbakanı Matteo Renzi bir araya geldi. Britanya’nın Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılma oyu vermesinden kısa süre sonra yapılan zirvenin ortak basın toplantısını açan M.Renzi,
“Çoğu kişi, Brexit‘in ardından Avrupa’nın bitmiş olduğunu düşündü ama bitmedi ve biz ileride yeni bir sayfa yazmak istiyoruz.” dedi.
Halbuki AB, daha Britanya’nın Birlikten çıkmasının müzakere şartlarını resmen başlatacak olan Lizbon Antlaşması‘nın 50. maddesi’ne başvurmasından önce yeni bir patlamanın eşiğindedir.
*
Ventotene zirvesi, Avrupa’nın güçlü devletleri arasında gerilimler yaratan, kapitalizmin devasa siyasi ve ekonomik krizinin bir kez daha Avrupalılar arasında askeri çatışmaları gündeme getirdiğine yönelik endişelerin alevlendiği bir sırada düzenlendi.
En büyük üç EURO bölgesi ekonomisi, bir dizi kapsamlı acil krizle yüz yüzedir.
Suriye’de tırmanan savaş: Avrupa’da göçmen krizi ve terör saldırıları: İtalya’da Avrupa bankacılık sistemi çöküşünün artan tehlikesi… Üstelik Avrupa’da daha fazla kemer sıkılması, göçmen karşıtı acımasız önlemler ve çalışanların haklarının yok edilmesini savunan sağ politikalar da giderek  yayılıyor… 
*
Ventotene zirvesinin hikayesi; Şubat’ta Münih Güvenlik Konferansı’nda Fransa Başbakanı Manuel Valls’in, Almanya Başbakanı Merkel’in sığınmacı politikasını eleştirmesiyle başladı. Almanya, 2011’de Libya’daki NATO savaşına katılmayı reddetmiş, dış ve askeri politikasında köklü değişikliklerle meşguldü. Askeri giderleri son altı yılda 10 kat artarak 1.8 milyar Euro’ya çıkmış ve 2020’ye kadar silahlanma için 7.5 milyar Euro harcamayı  öngörüyordu. 2014’ten beri Avrupalı rakiplerinin korkularını tetikleyecek şekilde büyük bir güç jeopolitiği ve yeniden silahlanma politikası yürütüyordu…
*
Oysa Almanya’nın 20 yüzyılda iki kez bir dünya gücü haline gelmek için Avrupa’yı fethetmeye çalışmasına yol açan karakterine tepkiler halâ tazeydi. Fransa ile İngiltere ekonomik olarak baskın ve askeri olarak giderek artan oranda güçlü rakipleri Almanya’ya karşı ittifak kurma eğilimine girdiler… Mart’ta Fransa/Amiens’te, Fransa Cumhurbaşkanı Hollande ile İngiltere Başbakanı David Cameron, yine Mart’ta Paris’te, Hollande ve Almanya Başbakanı A. Merkel arasında, ya da Avrupa’nın egemenleri arasında yükselen derin gerilimleri ortaya çıkaran bir dizi toplantı yapıldı. 
*
Amiens toplantısı, I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya karşı yapılan en ölümcül saldırılardan biri Somme Muharebesi’ni anma töreniyle ilgiliydi. Ortak açıklamada, savaşın Fransız-İngiliz kurbanlarına vurgu yapılması ama Fransa-İngiltere güçleriyle aynı düzeyde yarım milyonluk Alman kaybına hiçbir gönderme yapılmayışı dikkat çekiyordu. 
Nitekim toplantı, Fransa ile İngiltere’nin askeri bağlarının pekiştirilmesine odaklandı.
Yetkililer askeri işbirliği alanında bir dizi karar aldı. Ortak açıklamada “Fransa ve İngiltere, Avrupa’daki güvenliğin ana garantörleri ve ana yatırımcılarıdır. Stratejik savunma ortaklığımız, bize dünya çapındaki ortak hedeflerimize erişme imkanı vermesi için gereklidir” denildi… 
*
İki ülkenin temel rekabet varlığı ve AB dahilinde ortaklıkları sürerken, ortak bir ittifak ihtiyacı hissetmeleri garipti. Taraflar; ortak silah sistemlerinin geliştirilmesi, iki ülkenin nükleer güçlerinin bağımsız ve ortak rolünün teyidi, Askeri insansız hava aracı geliştirme programı, 7 bin kişilik ortak yurtdışı sefer gücünün oluşturulması, İngiltere’nin batı kıyısında iki nükleer reaktörün inşa edilmesi konusunda anlaştı… 
*
Ventotene Zirvesi’nde ise ziyadesiyle İtalyan ekonomisinde durgunluk ve bankalarındaki erimenin önlenmesi konu edildi. Almanya Başbakanı A. Merkel, İtalya Başbakanı Renzi’nin devlet bütçe açıkları üzerine gevşek kurallar yönündeki çağrısını ve Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın AB’nin 315 milyar Euro’luk yatırım finasmanı oluşturulması teklifini reddetti. Çünkü Almanya, son zamanda Avrupalı rakipleri için ekonomik projeleri finanse edecek bu tür politikalara muhalefet etmektedir. Mesela 2016’nın 2. çeyreğinde durgunlaşan İtalyan ekonomisi, durma noktasındadır. İtalya bankalardan mevduatların çekilmesini tetiklemekle tehdit eden yeni bir devlet bütçesi kriziyle karşı karşıyadır.
Almanya, İtalyan mali krizinin bir dereceye kadar yavaşlatılması için 300 milyar eoroyu aşkın şüpheli alacaklarının başka bir AB banka kurtarma paketi eliyle acısız bir şekilde sindirilemeyeceğini düşünüyor. Özellikle bütün bu krizlerin bir başka geniş çaplı parasal genişlemeyle, yani Avrupa Merkez Bankası‘nın Euro basması yoluyla hasır altı edilmesi girişimine karşı çıkıyor. Çünkü  yeni AB kuralları, mevduat sahiplerinin ve alacaklıların bir banka başarısızlığının masraflarını karşılamaya katkıda bulunmasını gerektiriyor…
İtalya’da yüz milyarlarca Euro yatırımı bulunan Fransa için bu sonucun ne anlama geleceği, Paris’in bu koşullar altında Euroda kalıp kalamayacağı da belirsizliğini koruyor.
*
Kriz AB’den İtalya’nın da çıkışını tetikleme potansiyeline sahiptir. Tam da Başbakan Renzi’nin kemer sıkma önlemleri yüzünden sıkıntıda olduğu bir sırada. Üzerine üstlük Kasım’da yapılacak Eurodan çıkma referandumunda Euro ve AB karşıtı sağ-muhafazakar Beş Yıldız Hareketi’nden (Movimento 5 Stelle) gelen bir siyasi meydan okumayla da karşı karşıya bulunuyor… Avrupa kapitalizminin, Avrupa’daki ulusal bölünmelerin üstesinden gelmekte son derece zayıf olduğu anlaşılıyor. Avrupa’nın 1990’larda ve yeni yüzyılın ilk on yılında bir tür dünyevi din gibi yükseltiği öğreti olarak serbest piyasanın ve küreselleşmenin; sürekli ekonomik büyüme ve dünya halkları için artan yaşam standartları getireceğini ilan etmiş olan tüm perspektifi ciddi bir kriz yaşıyor. Ekonomik değişimler, halk kitlelerinin tüm siyasi ve ekonomik düzene yönelik yabancılaşmasına yol açmıştır. AB hızla bir çöküntüye ve ayrışmaya gidiyor. 
*
Üstelik askeri durum, artık kasten ya da istemeden, bir kazanın kontrol edilemez bir zincirleme tepkimeye yol açabileceği kadar gergindir. Artık ekonomik ulusalcılığın 1930’lardaki sonucu I. Dünya Savaşı’nın 1914’te patlak vermesinden kısa süre sonra dünya tarihindeki en vahşi olayı olan II. Dünya Savaşı’nın patlaması olduğunu görmek gerekiyor. Avrupa’da bunun işaretleri her zamankinden daha belirginleşmektedir ve sonuç farklı olmayacaktır. Diğer taraftan ABD kapitalizminin egemenleri içinde Rusya ile askeri bir çatışmaya can atan hizipler güçleniyor… Mesela

Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan da,
üstüne atılı savaş suçlarından kurtulmak üzere Suriye’de
Beşar Esat’ı kahretmek için savaşı tüm gücüyle körüklüyor.
 

=====================================

Dostlar,

Değerli yazar Sayın Ahmet Kılıçaslan Aytar’ın uzun ve sistematik irdelemesi yukarıda.
Biz uzun yazmayalım elbette.. Ancak uluslararası makro konjonktürel gelişmelerin ülkemizde AKP iktidarınca ne ölçüde izlendiği, okunabildiği konusunda ciddi kuşku ve kaygı duyuyoruz.

Daha derin bir kaygıyı –ama kuşkuyu değilErdoğan’ın itildiği ve kullanıldığı uluslararası suçlar ve 17-25 Aralık 2013 yolsuzluğu, kişisel serveti, IŞİD petrolünün pazarlanması…. gibi ciddi olaylar (suçlar!)  nedeniyle kıskıvrak derdest edildiği, -deyimi yerinde ise ve salt teşbih amaçlı söylemek gerekirse ümüğüne metal halka takıldığı- bir konjonktürde, Türkiye’nin yaşamsal çıkarları tehdit ve risk altında demektir. Bu kritik saptamayı ülkemiz ve Erdoğan adına kaygı ve acıyla yapıyoruz. Dolayısıyla, Erdoğan, kendi eylemleriyle yol verdiği ancak bugün yüzyüze kaldığı uluslararası şantaj karşısında ya Türkiye’nin yaşamsal uluslararası çıkarlarını ya da kendi geleceğini bedel olarak feda edecektir.. Bedeli Türkiye’ye ödetmek için OHAL çelik yumruğu yetecek midir? Hiç ama hiç sanmıyoruz! Dahası?? Onu da sanmıyoruz..
Ernest Hemingway’in çanları Erdoğan için çalıyor..
Kuşku yok Türkiye yoluna gidecek, Erdoğan hesabını yargıda verecektir.
Herhalde son zamanlarda dünyanın en çok zorda olan adamı Erdoğan olsa gerektir. Ayrıca bunca ağır strese diyabetli, epileptik, kolon kanserinden ameliyat olmuş bir bünye ve narsisistik kişilik daha ne denli dayanabilir?? Değer miydi bunca mihnete ve ülkenin geleceğini (Suriye’yi de!) ateşe atmaya, kendini ve AKP’yi tüketmeye? Bilmiyoruz hala şansı kaldı mı AKP – RTE‘nin;
  • * Tek kurtuluş, Cumhuriyet’in temel değerlerine ve başta ilk 4 maddeye can-ı gönülden,
    sıtkı sadakatle sarılarak kendisini Türkiye Cumhuriyeti devletine ve halkına emanet etmek..
Sevgi ve saygı ile.
03 Eylül 2016, Datça
 
Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Mustafa PAMUKOĞLU : Ekonomik darbeyi önlemek!

Ekonomik darbeyi önlemek!

portresi

 

Mustafa PAMUKOĞLU
AYDINLIK, 31.07.2016

(AS : Bizim kapsamlı yorumlarımız yazının altındadır..)

Terör ve FETÖ yoluyla ülkemizin parçalanmasını deneyen ve bunu denemekte ısrar edecek küresel emperyalist güçlerin elindeki başka bir güç, ekonomik darbe yapmak. Bunu da deneyecekler. Eylül – Ekim’den başlayarak bunun belirgin adımlarını göreceğimizi kestiriyoruz.

DARBE YÖNTEMLERİ
Ekonomik darbe için hangi yöntemler uygulanabilir?
– Rusya ve İran’a uygulanan “Finansal Ambargo”yu ülkemiz için de uygulamak.
Kredi derecelendirme kuruluşlarının not değerlendirmeleri ile ülkemize gelecek portföy yatırımcıları (sıcak para) ve yabancı yatırımcıları korkutmak ve caydırmak.
– Yabancı bankaların yerli (ortağı yabancı da olsa) bankalara borç vermesini zorlaştırmak ve borçlanma maliyetini yukarı çekmek (faizleri yükseltmek).
– BIST üzerinde spekülatif hareketleri organize ederek para ve bono piyasasını istikrarsızlaştırmak ve dalgalanmalar yaratmak.
Türkiye’yi turizm destinasyonundan çıkartmak.
– Ülkemizin ihracat pazarlarını daraltmak.
İç karışıklık çıkarma ve terör olaylarını destekleyerek ekonomik çevrelere istikrarsız bir ekonomi algısı yaratmak. Yani ülke riskini hep yukarıda tutmak için devamlı mikser gibi karıştırıcı olmak.
– AB üyeliğinden çok uzaktasınız, mesajını vermek ve Türkiye gündemden düştü, algısını yaratmak.

KÜRESEL GELİŞMELER
Aşırı borçlandığı ve sıcak paraya dayandığı için çok kırılgan bir yapıya sahip ekonomimiz, ekonomik darbelere maruz kalabilecek durumda iken küresel ekonomik gelişmelerden de nasibini alıyor ve alacak.
Demokles’in kılıcı olarak üstümüzde durmaya devam eden FED faiz artırımı. Bu, Doların fiyatını artıracak ve dengelerimizi bozacak bir durum. FED’in son toplantısında faiz artırımının bu yıl içinde mutlaka olacağı mesajı verildi.
Turizm gelirleri 2016’nın ilk altı ayında eridi. Gelen turist sayısı geçen yılın aynı dönemine göre % 30’a yakın bir oranda azaldı. 14.8 milyondan 10.7 milyona düştü. Turizm gelirleri yaklaşık 9 milyar Dolar oldu. Geçen yılın aynı döneminde 12.6 milyar Dolardı. Böyle giderse 2016 yılını 20 milyar Doların altında kapatmak uzak ihtimal değil. Brexit’in bize ciddi bir etki yapacağını düşünüyoruz. AB ülkelerinde ekonomik durgunluk devam ediyor.

EVİN İÇİ
Ülkemizde reel sektör oldukça sıkıntıda.
Kredi temininde zorluklar var, Borçluluk oranı çok yükselmiş.
Firmalar alacaklarını tahsilde zorlanıyorlar ve alacak vadeleri uzamış durumda. Satışlar ve karlılık düşmüş ve dış pazarlar daralmış; yani piyasalarda durgunluk oldukça hissedilir biçimde. Kişiler borçlu ve artık borçlarını döndüremiyorlar. Konut sektöründe yaprak kıpırdamıyor. Bu birkaç örnek.

NE YAPMALI?
Piyasaların telaşlanmaması için Merkez Bankası, BIST, ekonomik çevreler sağduyu ile hareket ediyorlar. Gerekli tedbirler paketlerini Hükümet açıkladı. Varlık barışı ve vergi affı ile işletmelerin kamu borcu baskısından kurtulması sağlanıyor. Bunlar önemli ve iyi. Ancak kısa vadeli çözümler. Belli bir süre piyasaları dengede tutabilir.

Ancak yapılması gereken 5 yıllık bir “Ekonomik Yeniden Yapılanma Ve Kalkınma Planı” hazırlamak. Bunu yapıp halkın desteğini alarak dünyaya ilan etmek. Bunu yapmalıyız ki, onlar şu karara varsın: “Bu Türkleri ne zaman boğmak istesek büyük bir refleksle karşılaşıyoruz. Ekonomik olarak da bunları çökertmeye kalksak bizim karşımıza milli ekonomi refleksi ile çıkarlar. İyisi mi biz bu sevdandan vazgeçelim.”

========================================

Dostlar,

Arada kaynamasın Ekonomide zamanında atılacak adımlar..
Yetkin Ekonomi yazarı Sn. Mustafa Pamukoğlu bu uyarıcı makalesini
AYDINLIK Gazetesindeki köşesinde geçtiğimiz hafta yayımladı.

Batı emperyalizmi, 30 Ağustos 1922 Büyük Zaferimizden sonra görüşmelere razı olmuş ve Lozan barış görüşmeleri başlatılmıştı (20 Kasım 922). Ancak İngiliz Başdelegesi ve emperyalist cephenin ağababası Lord Courson, Başdelegemiz ve Dışişleri Bakanımız İsmet İNÖNÜ‘nün en temel isteklerini reddediyor ve Kapitülasyon dayatmasını sürdürüyordu. Dayanağı ise Türkiye’nin çoook yoksul, harap – bitik oluşu ve borçlanma gereksinimiydi. Bunu açık şantaj olarak kullanıyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa, Kapitülasyon vermenin yeni Türk Devletini kısa sürede bitirmek anlamına geldiğini çok iyi bildiğinden, kesin red ile Türk kurulunu (heyetini, delegasyonunu) geri çekmişti (4 Şubat 1923).

Tam da bu ara verme döneminde İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi‘ni toplayarak (17 Şubat 1923), Batı’nın utanmaz emperyalistlerine “..biz ekonomik olarak da varolacağız eyyy Batı” iletisi verilmişti. Mesajı alan Batı, görüşmeleri başlatmak zorunda kalmış ve 24 Temmuz 1923’te ülkemizin Uluslararası Tapusu ve de Tabusu Lozan Barış Antlaşması bağıtlanabilmişti.

Ardından da Mustafa Kemal Paşa’nın ekonomik tansığı (mucizesi) gerçekleştirilmiş, özellikle 1930 sonrasında Türkiye Planlı Kalkınma dönemine girmişti. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı 1934-38 dönemini kapsayarak uygulandı.

*****
Aradan neredeyse 80+ yıl geçti. Anlı şanlı KüreselleşTİRme, serbest piyasa, liberal kasırgalar estirildi Dünyada; Türkiye’yi de önüne katıp her şeyini talan edip özelleştirme ile teslim aldı..

Meğer hepsi boşuna mı idi? Yeniden 5’er yıllık planlı kalkınma dönemlerine mi geçeceğiz?
Kapattığımız DPT’yi yeniden etkinleştirecek miyiz??

Hey gidi tarih baba heeeyy! Sen nasıl da tekerrür ediyorsun senden ders çıkaramayanlara!

AKP – RTE, iktidarda kalmak istiyorsa; bir ekonomik çöküntüyü MUT – LA – KA engellemeleri gerekiyor.. Dahası; tüm yolsuzlukları, yandaş kayırmaları derhal kesip yoksulluk ve işsizliği sınırlamak, gelir dağılımını iyileştirerek alt – orta halk katmanlarının gönencini (refahını) artırmak zorundadır. İlk olarak hovarda devasa projelerden vazgeçmelidirler.

Çok kırılgan ulusal ekonominin en küçük bir irrasyonaliteye dayancı (tahammülü) yoktur.

Karma ekonomi ve Sosyal devlet politikaları gütmelidirler zorunlu olarak..
Üretim ekonomisini ve tasarrufu teşvik etmelidirler…

FETO – ABD – AB – İsrail darbesi ile gönderilemediler ama Ekonominin şakası hiç yoktur!

Erdoğan, ivedilikle Rusya ile ilişkileri rayına oturtmalıdır, sonra da Avrasya bloku ile.
Yani sil baştan, 14 yıldır yapageldiklerini yadsıyıp neredeyse tam tersini yaparak..
Bakar mısınız siz şu kaderin garip cilvesine??

CFR tezgahlarında yazılan parti programlarıyla tanımlanan misyonla iktidara getirilenler, emperyalist sunaklarda (altar) kurban edilmek üzereler..

Niye acaba??

Sevgi ve saygı ile.
09 Ağustos 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com