Etiket arşivi: AKP iktidarı

Hatay, Bu Hata’yı Bağışlar mı?


Hatay, Bu Hata’yı Bağışlar mı?

olcen
Dr. Müh. Ali Nejat ÖLÇEN
Mustafa Kemal Atatürk’ün yarattığı Türkiye Cumhuriyeti Devletibugüne kadar komşu ülkelerimizle ve içte kurum ve kuruluşlarımızla çatışmaya girişen
bir siyasal iktidar dönemi yaşamamıştır.
Kendisinden başka tüm olguları karşısına alan bugünkü AKP iktidarı, kendisinin yarattığı sorunları, kusur ve yanlışları gidermek yerine suçlayacak sanal cepheler yaratmaya girişmekte ve ülkemizde kargaşanın kaynağını oluşturmaktadır.
Örneğin, “Avrupa Birliği Bakanlığı”nı kurarak, Devletimizi küçük düşürürken,
o AB’ye “mahalle kabadayısı” söylemiyle meydan okumaktadır. Hangi ülkede
üye olmadan önce “Avrupa Birliği Bakanlığı” kuruldu ?

Cumhuriyetimizin hiçbir döneminde komşumuz Suriye ile çelişkiler içindeki ilişkileri AKP’den başka bir siyasal iktidar yaratamazdı. Devlet Başkanı Esad ile yakın dostluk kuran ve kısa süre sonra O’nu düşman ilan eden R.T. Erdoğan’dan başka
hiçbir Başbakan böylesi akıl almaz çelişkiyi sergileyemezdi.

Mustafa Kemal Atatürk’ün dış politikasındaki akılcı davranışı sayesinde, Suriye ile dostluk ilişkileri zedelenmeden Hatay’ın ülkemize bağlanması nasıl sağlanabilmişti?
Bu konuyu açıklayarak bugünkü iktidara gereken dersi vermek olası mıdır, bilemiyoruz.Ne yazık ki, Suriye’de Esad yönetimine silahlı kalkışmayı üstlenen örgüt üyelerini
Hatay gibi barışçıl bir kentimize ithal ederek o kentimizi yaşanamaz duruma getirmiştir AKP iktidarı. Bunun sorumlusu R.T. Erdoğan’dan başka biri daha varsa o da Cumhurbaşkanı seçilen Abdullah Gül’dür. Çünkü O, Anayasanın kendisine tanıdığı 104. maddenin “b” bölümündeki yetkiyi kullanarak, Bakanlar Kurulu’nu toplantıya çağırmalı ve böylesi çelişkinin gerekçesini sormalı idi.
Hiçbir siyasal iktidarın komşu ülkeleri hasım ilan etmeye ve o ülkenin iç ilişkilerine karışmaya yetkisi yoktur. Böylesi bir yetkinin görüşüleceği ve karara bağlanacağı bir yer vardır, o da yalnızca TBMM’dir.Bu kısa açıklamadan sonra 140 yıl öncesine dönelim:Amanos dağlarında Ulaşlı kavmi başkaldırmış ve Hassa’da egemenliğini uygulamaya koyulmuştu. Yıl 1864. Osmanlı Birlikleri tarafından başkaldırının bastırıldığını ve Hassa’nın Maraş Mutasarrıflığı’na bağlandığını görüyoruz. 1. Dünya Savaşı’nda Fransız Birlikleri tarafından işgale uğrar. Stratejik konumu nedeniyle önemli bir geçiş merkezi olduğu için. Mustafa Kemal‘in tutarlı dış politikasının sonucu, 20 Ekim 1921 günü Ankara‘da imzalanan Ankara Antlaşması uyarınca, 5 Ocak 1922 gününden Hatay’ın ülkemize katılımına kadar geçen süre içinde, Gaziantep’in İslahiye ilçesine bağlı “Bucak” ve 1939 yılında da ilçemiz olur Hassa..

Suriye ile ilişkilerimizi zedelenmeden Mustafa Kemal Atatürk, Hatay’ı ülkemize
nasıl kazandırdı sorusuna yanıt vermeye çalışalım:

Mademki “Yurtta Barış Evrende Barış” ilkesi Devletimizin temel yöntemidir,
o halde Hatay ‘ın ülkemize katılımını haklı gösteren nedenleri Dünya kamuoyu bilmeliydi.
Mustafa Kemal Atatürk, bu amaçla Asım Us’u görevlendirir.
Çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerinin bir tek özeti vardır:

O özet Anadolu yönetiminde “Aklın özgürleşmesi, dogmalardan arındırılması” devinimidir. O nedenle Asım Us’un soy adı “akıl” anlamındaki “us” olacaktı elbet..
Misak-ı Milli sınırlarımız içinde Hatay’ın yer alması konusunda “Kurun Gaze­tesi”nde O’nun 5 makalesi yayınlanır. Bununla yetinilmeyecekti elbet. 26 Eylül 1936 günlü
Cemi­yet-i Akvam (daha sonra Birleşmiş Milletler adını alacaktır) toplantısında konuyu gündeme getirmiştir; Türkiye’mizin Dışişleri Bakanlığı. Dünya kamuoyu, ülkemizin bu dileğini haklı görmeliydi. Aynı yöntemi Ecevit de “Kıbrıs’a Barış“ Projesi’ni uygularken kullanmış İngiltere ve ABD’ye giderek haklılığımızı kanıtlamayı başarmıştı.
Ne var ki, AKP içinde, dünya bir yana, ülkemiz kamuoyunu bilgilendirecek
“aklı özgürleşmiş” yani “biat” kültüründen arınmış bir tek kişiye (Çankaya dâhil) rastlamak acaba olası mıdır bilemiyoruz.Mustafa Kemal Atatürk, “Hatay Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti“ Başkanı Tayfur Sökmen’i Ankara’ya çağıracak; derneğin adının “Hatay Egemenlik Cemiyeti” olarak değiştirilmesini önerecektir.Bu satırları yazan kişinin (Ali Nejat Ölçen’in) İstanbul’da Kabataş Erkek Lisesi 5. sınıf öğrencisi iken Ocak 1937’nin son günlerinden birinde (anımsamıyorum), İstanbul
Büyük Postane’nin önünde Karaköy Meydanındaki öğrencilerin düzenlediği miting’ten söz etmesi gerekir. Sümerbank mağazasının tam karşısındaki işhanının cephesi ahşap onarım iskelesi ile kaplanmıştı. İzinsiz yapılan o mitingi  önlemek için atlı polisler gelmişti.
Bir anda iskele yok oldu çünkü ahşap direkler bizlerden daha büyük öğrencilerin savunma araçlarına dönüşmüştü. Zaten buna gerek de kalmamıştı. Çünkü atların nallarından kaldırımlara şerareler sıçrıyor ve kimileri yere düşüyordu, Yere düşen polisleri kurtaranlar da bizlerdik. Meydan cılgın seslerle inlemeye başlamıştı.
“Hatay Bizimdir”.

Polisler de bizlere katılmıştı.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Beyaz treni hazırlattığı ve Hatay’ı ülkemize katmak için
yola çıktığı haberi de kahramanlık ruhumuzda yeni bir sayfa açmıştı. Ne var ki,
2 Eylül 1938 günü kurulan bağımsız Hatay devleti 29 Haziran 1939 günü Hatay
Millet Meclisi’nin kararıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne katılım kararını alarak, bir askeri girişimin nedeni ortadan kalkmış oldu.

Bunları anımsatmamın bir tek amacı var:

Siyasal iktidarlar, ülkemizde millî iradeyi tek başına temsil ettiği gibi bir yanılgıya
kendisini kaptırmamalıdır.
  • AKP iktidarı şunu bilmelidir ki; Milli İrade’nin kendisi değildir!
  • Milli İrade, Türk Ulusu’dur ve Türk Ulusunun uygun görmediği kararı almak
    ve uygulamak hakkına sahip çıkılamaz.
  • Sahip çıkmayı da biber gazı ve polis vahşetiyle önlemeye hiçbir iktidarın gücü yetmeyecek ve bu gerçeğe o iktidarın kafası er geç bir gün çarpacaktır.
  • AKP iktidarı, Başbakanın Milli İrade’ bağlamında yurttaşlarına savaş açarak ve “yüreğinizdeki kin’i yitirmeyiniz” demesiyle “meşruiyetini” yitirmektedir.
    Çünkü, hiçbir ulus kin ile yönetilemez ve yönetenlerin kindar olma hakları yoktur.
Şimdi bu yazının başlığında “HATAY, HATA’YI BAĞIŞLAYACAK MI?” sorusuna
yanıt vermeye çalışalım.1. Önce, Başbakan olan R.T. Erdoğan’ın Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde 53 yurttaşımızın ölümü ve 150+ yurttaşımızın yaralanması olayındaki sorumluluğunu kabul etmesi gerekirdi. Demokratik bir ülkede böylesi bir olay nedeniyle hükümet tüm üyeleriyle birlikte istifa ederdi. Çünkü ağır patlayıcı yüklü hangi plaka numaralı araçların ülkemize gireceği AKP iktidarının yetkili kurumlarına bildirilmiş,
fakat bu iktidar önlem almaya gereksinim duymamıştı. Ve Başbakan olan R.T. Erdoğan adındaki kişi, bu umursamazlığındaki sorumluluğu da bölücülüğe yönelik çok yanlış biçmde; Reyhanlı’da yaşamını yitiren ve yaralanan yurttaşlarımızın
Sünni olduklarını” söyleyerek
yadsımaya çalışmıştır.

  • R.T. Erdoğan’ı gerçekler değil; zihnindeki zan’lar yönetiyor.
    Yalan yanlış ekseninde bunları söyleyecektir.

2. Reyhanlı’daki bombalı kalkışmanın, Suriye Devlet Başkanı Esat’a yalnızca ABD’nin değil, AKP iktidarının da güdümü ve desteğindeki bir örgütün düzenlediği ortaya çıktığı günlerde R.T. Erdoğan, böylesi bir açıklamayı yaparak gerçeği gizleyebileceği
umuduna kapılmıştı.

3. R.T. Erdoğan ve AKP içinde O’na biat eden üyelerinin yalnız Ülkemiz yasalarına değil İslam’ın kutsal kitabına da ters düştüklerini, saygı duymadıklarını dolayısıyla İslam’ın Münkirleri olduklarını kanıtlayacağım.

Bunu kanıtlamadan doğacak tepkilerin tümünün sorumluluğu bana ait olacaktır.

Çünkü bu satırları yazan kişi, Mustafa Kemal Atatürk’ün korkusuzluğu’nun
Türkiye’mizdeki temsilcilerinden biridir ve de en korkusuz olanıdır.

2 Eylül 1938 günü bağımsız Hatay devleti kurulmuş ve 29 Haziran 1939 günü de
Hatay Millet Meclisi kendisini fesederek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne katılım kararı almıştı.

AKP iktidarı R.T. Erdoğan aracılığıyla hem Cumhuriyete hem de İslamın kutsal Kitabına ters düşmektedir.
Çünkü:

1. R.T. Erdoğan Kutsal kitapta Maide Suresi’nin 42. Ayetine ters düşmeyi sürdürmektedir. O Ayet “Adaletle hüküm vermeyi” koşul görüyor ve “Tanrı’nın adalet yapanları sevdiğini” açıklıyor. O’nu halkımızın sevmediği kadar Tanrı’nın da sevmeyeceğini birilerinin söylemesi gerekir.

2. Başbakan olan R.T. Erdoğan, Lokman Suresi‘nin 18. Ayetine de ters düşmekte.
Çünkü o Ayet, böbürlenen insanları Tanrı’nın sevmediğini açıklıyor.. Hatta aynı Sure’nin bir sonraki Ayeti de yüksek sesle bağırarak konuşmamayı öneriyor.
Çünkü, seslerin en çirkinin eşek sesi olduğunu belirtiyor.

3. R.T. Erdoğan Nisa Suresi’nin 112. ayetine de ters düşmekte ve bu Ayete saygı göstermemektedir. Çünkü o güzelim Ayet, “Bir suçsuzun üzerine kim suç atarsa
bu büyük bir iftiradır ve açık bir günah yüklenmiş olur.”
koşulunu öngörmekte.
R.T. Erdoğan bu Ayeti hiçe sayarak Reyhanlı cinayetinde belli bir grubu
suçlamaya yeltenmiştir.

4. R.T. Erdoğan Hücurat Süresi’nin 12. ayetine de saygı duymamaktadır. Çünkü o Ayet müminlere “zan”dan sakınmalarını bildirmektedir:” Zan’ın bir kısmı zira günahtır.”
Oysa R.T. Erdoğan zihnin­deki zan’a dayalı kendisine karşı herkesi suçlamaktadır.

5. R.T. Erdoğan, Hucurat Suresi‘nin 11. Ayetine de ters düşmektedir. Çünkü o Ayet “Birbirinizde kötülük aramayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın” ilkesini koşul görmektedir. Oysa Gezi Parkında yanlış ve sakıncalı bir karara karşı çıkma haklarını kullanan yurttaşlarımızı “çapulcu” lakabıyla yalnız onlara değil, aynı zamanda
bu güzelim Ayet’e de saygısızlık etmiştir.

6. Saf Suresi‘nin 3. ayetine de R.T. Erdoğan ters düşmekte. Çünkü “yapamayacağınız şeyi söylememeyi” öngörmektedir. Oysa R.T. Erdoğan, söylediklerinin hemen hiçbirini
yerine getirmiş değildir.

7. Araf Suresi‘nin 43. ayeti de “Göğüslerinizde kinden ne varsa atmışızdır” koşulunu öngörürken R.T. Erdoğan bu ayete de ters düşerek “gönlünüzdeki kini koruyunuz” diyebilmiştir.

8. R.T. Erdoğan, Nahl Suresi’nin 30. Ayeti “güzel iş yapanlara güzellikler bağışladığına” göre, R.T. Erdoğan’ın güzel diyeceğiniz bir sözü ve davranışına bugüne kadar
tanık olabildiniz mi?

9. Maide Suresi’nin 8. Ayeti, “Bir kavme duyulan kinin adaletsizliğe yönelmemesini” öngörmektedir. Oysa R.T. Erdoğan Suriye Devlet Başkanı Esat’ı dost edinmişken,
O’na kin duymaya ve savaş önlemleri alarak Tanrı’nın öngördüğü adaleti yadsımaya başlamıştır.

ÖZETLE               :

R.T Erdoğan’ın davranış, karar ve uygulamaları nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti yasalarına ve polislerin yemin ettikleri hizmet anlayışına ters düştüğü için değil,
fakat aynı zamanda İs­lam’ın kutsal kitabındaki ayetlere saygısızlığı ve de tersine davranışı nedeniyle de öteki dünyada da meşruiyet’ini yitirmiş bulunmaktadır.
Yukarıda sıraladığımız nedenlerle Hatay’ın böylesi akıl dışı “Hata”yı bağışlaması
olanaklı mıdır, bilemiyoruz.. Sanmıyoruz. Bu kanımızın geçerliliğinin kabulü umuduyla.

Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen
Atatürkçü Düşünce Derneği
Bilim Danışma Kurulu Üyesi
28.6.13

Direnişin Sosyolojisi

Dostlar,

YURT Gazetesi‘nin usta yazarı, engin birikimli ve tutarlı yazarı Sn.
Merdan Yanardağ‘ın “Direnişin Sosyolojisi” başlıklı önemli yazısını 5 gün bekleterek veriyoruz. Geçen süre, 5 gün olarak kısa gözükmesin..

Söz konusu 5 gün çok yoğun yaşandı ve “hızlı” aktı!

Yanardağ’ın öngörülerini test etmiş olduk..En önemlisi AKP’nin şiddeti artırarak eylemi ezme kararı vereceği, geri çekilmeyeceği.. yönünde idi. Öyle de oldu..

Sayın Yanardağ’ı özene izlemeli..

Bu önemli makale aşağıda..

Sevgi ve saygı ile.
19.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

Direnişin Sosyolojisi

 portresi

Merdan YANARDAĞ
Yurt Gazetesi Yazarı

 

Türkiye günlerdir gerçek, kapsamlı, nitelikli, yaygın ve giderek artan ölçüde siyasallaşan bir halk hareketine sahne oluyor. AKP İktidarına ve bu iktidarın kurmaya çalıştığı
yeni dinci-faşizan dikta rejimine karşı toplumun geniş bir kesimini kapsayarak ilerleyen ve bastırılamayan bir isyanla karşı karşıyayız.

Yakın tarihimizin bu en önemli ve görkemli halk direnişi nedeniyle AKP İktidarı ağır bir yenilgiye uğradı. Böyle bir bozgunu hiç beklemiyor olmaları, yenilginin etkilerini daha da arttırıyor. Öyle ki, rejim değişikliğinin (karşı devrimin) gerekçeleri diye sundukları bütün tarih ve siyaset tezlerinin çöktüğü görülüyor.

Cumhuriyetle kavgalı olduğunu varsaydıkları “millet” ile kendilerini birden bire sokakta çatışıyor halde yakalamak, belli ki derin bir siyasal ve ideolojik bir travma yaratmış durumda. Bilindiği gibi AKP’nin Cumhuriyetin kurumlarını ve kültürel temellerini tasfiye ederken öne sürdüğü en önemli gerekçesi “devletle milleti barıştırıyoruz” tezi oluşturuyordu. Ciddi bir hesap hatası yaptıkları ortaya çıktı ve bu tez çöktü.

FARKLI İKTİDAR DEĞİL, YENİ REJİM

Taksim Gezi Parkı direnişi, bir diktatöre dönüşen Başbakan Tayyip Erdoğan‘ın fiyakasını fena halde bozdu. İktidar ne yapacağını bilmiyor. Ancak bu hükümetten
geri çekilmesini ve uzlaşmacı bir politik tavır takınmasını beklememek gerekiyor.
Çünkü böyle bir geri çekilme, siyasal İslamcı AKP Hükümeti‘nin bütün kazanımlarını yitirmesi ve tarihsel hedeflerinden vazgeçmesi anlamına gelecek.

Karşımızda sıradan bir hükümet ya da daha öncekilere benzeyen bir iktidar yok. Kurumsallaşma süreci tamamlanmasa da, Mustafa Sönmez’in de belirttiği gibi, karşımızda Cumhuriyetin büyük ölçüde tasfiyesi üzerine kurulan yeni bir rejim var. Bu nedenle AKP Hükümeti yenilgiyi kabul etmek istemeyecek ve yeniden
güç kullanarak direnişi ezme yolunu deneyecek. Bu olasılık daha güçlü görünüyor.

BÖLME ÇABASI

Erdoğan Tunus dönüşünde Yeşilköy’de yaptığı konuşmada yine kışkırtıcı ve saldırgan bir dille halkı, direnişçileri ve eylemin önündeki gençleri suçluyor. Onların “çapulcu oldukları yolundaki görüşlerini daha da ileriye taşıyor ve “teröristler” diyor.
Israrla çatışmacı bir kullanıyor.

Yine aynı nedenle hedefi daraltmayı, somut taleplerle sokağa çıkan geniş kitlelerle direnişin dinamosunu oluşturan gençleri ve sol grupları birbirinden ayırmayı deniyor.
Akıllarınca direnişe katılan sıradan yurttaşlarla bu isyanın ön saflarında yer alan,
polise direnen, gece Taksim Meydanı’nı boş bırakmayan grupları birbirinden ayırmaya çalışıyorlar. Onlara, “marjinal gruplar ve illegal örgütlerden kendinizi ayırın” diyorlar. Böylece sol grupları ve gençleri yalnızlaştırarak onları “ezmek” için psikolojik ortamı hazırlamayı planlıyorlar.

Ancak bu taktiğin tutmadığı, direnişe aktif şekilde katılan ya da destek olan halk kitlerinin kendileriyle omuz omuza olan gençlerden, sol siyasal örgütlerden, kararlı direnişçilerden her hangi bir rahatsızlık duymadığı görülüyor.

DİRENİŞ ÖĞRETİYOR VE DEĞİŞTİRİYOR

Türkiye’yi ayağa kaldıran, sıradan insanları iki günde birer direniş militanı haline getiren bu büyük isyan kendi dilini, siyasal programını ve ahlakını yaratıyor.

Gezi Parkı’nın ortasında isteyen namazını da kılıyor, birasını da içiyor.

Basit bir sürtüşme bile yaşanmıyor. Tek bir kadın tacize uğramıyor.

Güçlü bir dayanışma ruhu, birlikte hareket etmeyi başarmanın getirdiği nitelikli bir özgüven, çok belirgin bir bilinç sıçraması ve yeni bir ahlak, direniş ortamına
egemen oluyor.

Günlerdir Yurt Gazetesi‘nde ortaya koyduğumuz gibi, Başbakan bir bastırma operasyonunun gerekçesini oluşturmak için yalana ve demagojiye başvuruyor.

  • Camilere saldırıldığı ve bayrak yakıldığı gibi bin yıllık gerici yalanlara başvuruyor.
  • Biz yalana dayalı bu kışkırtmayı Maraş, Çorum, Sivas katliamlarından tanıyoruz.

Erdoğan yine pahalıya ödeyeceği bir hesap hatası yapıyor.
Bu hatanın ne olduğunu göreceğiz.

MHP VE BDP YOK!

Direnişe Türkiye genelinde yaklaşık 10 milyonu aşkın insanın katıldığı tahmin ediliyor.
Bu çok önemli bir kitlesellik. Eylem bir siyasal önderlik olmadan ve büyük ölçüde kendiliğinden gelişiyor. Bir toplumsal patlama yaşanıyor.

İktidarın toplumsal tabanı daralıyor. Muhalefetin çok geniş bir bölümü, kendi yaşam alanlarını ve tarzlarını tehdit altında gören toplum kesimleri, ulusalcı, laik, solcu, sosyalist, yurtsever, cumhuriyetçi, Kemalist kesimler sokağa çıkıyor.

Hem kendileri dönüşüyor hem toplumu dönüştürüyorlar.

Tutucu ve dinci kesimlerle milliyetçiler bu eylemlerde siyasal ve örgütsel bakımdan
yer almıyorlar. BDP başından beri temkinli davranıyor ve uzak duruyor. BDP’nin katılımı merkezi düzeyde değil, İstanbul ve Ankara gibi kentlerde yerel düzeyde gerçekleşiyor. Buna karşılık başta Diyarbakır olmak üzere Güneydoğu illerinde tek bir dayanışma eylemi yapılmaması dikkat çekiyor.

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş‘ın direniş eyleminin büyük bir yükseliş içinde olduğu günlerde “Biz ulusalcıların, faşistlerin yer aldığı eylemlerde yer almayız. Tabanımız ne yapacağını bilir.” yolundaki açıklaması da daha sonra düzeltilmeye çalışılsa bile belleklerdeki yerini koruyor.

MHP ise direniş eyleminde bulunmadığı gibi, esas olarak katılımcıları suçluyor.

Direnişin sol ve cumhuriyetçi karakterinden ürküyor. AKP Hükümeti’ni eleştirse bile temkinli bir dil kullanıyor. Eğer mahalle arkadaşlarıyla gelen bazı bireysel katılımcılar yoksa, MHP’den bu direnişte örgütlü olarak kimse bulunmuyor. Üstelik MHP Gezi Parkı direnişini tümüyle karşısına alarak eyleme katılanları ihraç edeceğini açıklıyor.

Dolayısıyla bu eyleme “faşistlerin ve darbecilerin katıldığı” yolundaki iddialar
hiçbir anlam taşımıyor. Zaten bu iddiaları tekrarlayana da son günlerde
pek rastlanmıyor.

YENİ KUŞAK

Bu direnişin kendi dili, üslubu, kültürü, mücadele anlayışı ve kültürüyle yeni bir kuşak yarattığı görülüyor. Çok büyük bir gençlik gücünün / kesiminin siyasallaşarak
tarih sahnesine sahnesine çıktığı görülüyor. Bazı istisnaları dışında tutarsak eğer, 1980’den sonra ilk kez böyle bir toplumsal ve tarihsel durum yaşanıyor.

  • Gençler geleceklerini karartan iktidara baş kaldırıyor.
Halkın çok büyük bir bölümü 11 yıldır kendilerine hakaret edilmesine, aşağılanmalarına, yaşam tarzlarına müdahale edilmesine, değerlerine saldırılmasına, görüşlerinin dikkate alınmamasına, yağma düzenine, gelir adaletsizliğinin büyümesine isyan ettiler.

Av. Şahin MENGÜ : Damat Ferit’in Heyet-i Nasihası


Av. Şahin MENGÜ

sahin mengu


Damat Ferit’in Heyet-i Nasihası

AKP iktidarı, gerek iç ve gerekse dış politika da öngörü sahibi olmamasına rağmen,
ele geçirdiği basın sayesinde muhteşem bir algılatma gücüyle

  • olayları topluma istediği şekilde benimsetmeye çalışmaktadır.

Nitekim, PKK sorununu çözmek için akil adamlardan yardım isteneceği / başvurulacağı söylenmeye başlandığı zaman, herkeste, toplumun her kesiminin saygı duyduğu, olayları objektif olarak değerlendirebilecek ve bundan sonra siyasal iktidara, nelerin yapılması gerektiği konusunda görüş sunacak bir grup insan olacağı düşüncesi yaygınlaşmıştı.

Ben, topluma karşı hiçbir sorumluluğu olmayan  kişi veya  kişilere böyle özel bir güç atfedilip, özel görev verilmesine hep karşı olmuşumdur.

AKP hükümetinin son açıklamalarına bakılınca bu “akil adam” diye nitelenen kişiler
“Kürt açılımı veya PKK sorunu” diye nitelenen bölünme projesi hakkında çalışmalar yapıp, nasıl olması, ne yapılması gerektiği konusunda görüş oluşturmayacakmış.

Peki ne yapacaklarmış?Hükümet yetkililerinin yaptıkları açıklamalara göre, 7 gruba ayrılmış bu kişiler,
7 ayrı bölgede “AKP hükümetinin sürdürdüğü açılım politikalarını”
halka anlatacaklarmış. Bu neyi göstermektedir biliyor musunuz?Yönlendirilmiş basına rağmen büyük halk kitlelerinin AKP’nin açılım politikasına destek vermediğini açıkça ortaya çıkmasından dolayı, AKP’li milletvekillerinin ve parti yöneticilerinin alanlara çıkıp, ülkeyi bölünmeye götüren bu oluşumu halka anlatacak yüzleri kalmadığından,
AKP İktidarı şimdi de “PROPAGANDİST” kullanma yoluna gitmiştir.

“Akil Adamlar” diye topluma takdim edilenler,

  • Kurtuluş Savaşı öncesinde Damat Ferid Paşa’nın oluşturduğu
    “Heyet-i Nasiha” lara tıpa tıp benzemektedirler.
Anadolu’nun paylaşılmasına, işgaline karşı Anadolu’daki direnişten halkı vazgeçirmek için heyetler gönderilmiş ama başarılı olunamamıştır.
İşgalcilere yaranmak için oluşturulan bu heyetler umduğunu bulamadığı gibi,
İzmir’in Yunanlar tarafından işgaline de engel olamamışlardır. Bugün kurulan ve
halka AKP iktidarının yanlış ve ülkeyi bölünmeye götürecek  politikalarını anlatıp
iknaya çalışacak heyetler de, aynen damat Ferit’in “Heyet-i Nasiha”ları gibi başarısız olacaktır.Birkaç kişi dışında körü körüne AKP ve bölücü PKK yandaşlarından oluşan bu heyetler, bölünme anayasası ve açılım politikasını halka anlatamazlar ve
halkın desteğini alamazlar.AKP bu yöntemlerle ABD ve AB’yi kızdırmadan,
bunların istediği Büyük Kürdistan’ı kurdurmayı, halk desteğini alarak sağlamak çabasındadır.
Damat Ferit de Mondros Mütarekesi‘nden sonra işgal kuvvetlerini kızdırmadan
bir anlaşma yapmaya çalışıyordu. Ama bu Heyet-i Nasihalar fazla etkin olamadı,
Sivas ve Erzurum Kongrelerinden bir müddet sonra da yok olup gittiler.
Akil Adamlar komisyonları da aynı sona uğrayacaklardır.
  • “Akil Adamlar” listesine baktığınız zaman büyük çoğunluğunun
    bölücü Kürtler ve yandaşları olduğunu görmekteyiz.

Damat Ferid de aynı yanlışı yapmıştı. O da heyete azınlıkları almıştı; ama bunlar azınlıkların, Osmanlı egemenliğinden ayrılma arzularına engel olamadılar.

Bölücü Kürtlerin ve bölünmeden yana olan liboş entellerin varlığı
bu ülkenin bölünmesine engel olmayacağı gibi tam aksine bölünmeyi hızlandıracaktır.

Geçmişi taklit ederek bir yere varılamaz, geçmişten sadece ders alınır.

Eğer geçmişteki bu Heyet-i Nasihalar başarılı olmuş olsaydı,
Osmanlı İmparatorluğu dağılmazdı.

Bu akil adamların yapacağı, AKP ve bölünme süreci propagandası bu ülkede tarafları daha da keskinleştirir.

Bu keskinleşme, PKK yandaşları tarafından arzu ediyor olabilir;
zira AKP’nin yanlış uygulamaları, bebek katili ve onun terör örgütü
fiilen uluslararası hukukun bir süjesi haline getirdiğinden, en ufak bir çatışmada Birleşmiş Milletlerin veya bir başka uluslararası kuruluşun müdahalesini isteyebilirler.

Bu Akil Adamlar Komisyonu’nda görev almış birkaç iyi niyetli, dürüst insana da
yol yakınken bu komisyondan çekilmelerini salık veririm.

Av. Şahin Mengü
http://sahinmengu.blogspot.com/2013/04/damat-feritin-heyet-i-nasihasi.html, 4.4.13

‘Mevcut politikalarla 21. yüzyıl hayal olur’

Dostlar,

Eski DPT müsteşarı Prof. Dr. Bilsay Kuruç hocamız ve SBF’den (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgier Fakültesi – Mülkiye) bir bölümü emekli çalışma arkadaşları, başta Sayın Prof. Dr. Korkut Boratav ve İstanbul Üniv. İktisat Fak.’den Prof. F. Esin Engin olmak üzere bu ayın  başında, 5-7 Aralık 2012 günlerinde önemli toplantılar düzenlediler. Temel amaç, 21. yy’da Türkiye’nin kalkınmasını planlı olarak nasıl sürdüreceği ya da sürdürmesi gereği idi.

5 Aralık 2012 günü SBF’de simpozyumun ilk gününde biz de çağrılı idik ve Sağlık, Eğitim, Sosyal Güvenlik ve İstihdam bağlamında yaklaşık yarım saatlik bir sunuşumuz oldu. Konuşmalar kaydedildi ve kitaplaştırılacak.

Bilsay hoca, Cumhuriyet‘e bu etkinliklerine ilşkin bir demeç verdi. Cumhuriyet’in yetiştirdiği yüzakı aydın ve parlak akademisyen, yüksek bürokratların içinde öncü bir yeri olan Kuruç hocanın demeci özenle irdelenmeli. Hele hele küresel piyasaların kamusal planlamayı iyice tu kaka ilan ettikleri ve AKP hükümetinin de 1961 Anayasası’nın ülkemize kazandırdığı en önemli kurumlardan olan DPT’yi (Devlet Planlama Teşkilatı) iyice etkisizleştirdiği talihsiz -ve de ne yazık ki uzayıp giden- bir dönemde..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 22.12.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

Eski DPT müsteşarı Prof. Dr. Bilsay Kuruç,
kalkınmada planlı ekonominin önemine dikkat çekti

‘Mevcut politikalarla 21. yüzyıl hayal olur’

5-7 Aralık’ta Ankara önemli bir kurultaya ev sahipliği yaptı:

“21. Yüzyıl İçin Planlama.”

Toplantılarda Türkiye’nin sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, istihdam, sanayi ve enerji politikaları tartışılırken planlı ekonominin bir ülkenin kalkınmasındaki rolüne dikkat çekildi. Toplantının ardından Prof. Dr. Bilsay Kuruç ile küçük bir söyleşi gerçekleştirdik.

– Geçen yıl “21. Yüzyılda Planlamayı Düşünmek” başlıklı bir kurultay düzenlemiştiniz. Bu yıl düzenlediğiniz kurultayın başlığı “21. Yüzyıl İçin Planlama” oldu. Kurultaylarla neyi amaçlıyorsunuz?

KURUÇ – Ana sorun 21. yüzyılı doğru kavrayabilmek ve oraya adım atabilmektir. 21. yüzyıla nasıl ve nereden girebileceğimizdir. Çünkü, orası ortalamaların değil, en iyilerin dünyası olacaktır. Üniversite, o dünyanın, en iyiye erişebilmenin ilk durağı. Üniversite aklın ve Aydınlanmanın gerçek vârisi olduğu için bilimin ve geleceğin beşiğidir. Böyle bakmalıyız ve bunun gereğini yapmalıyız. Onun için planlama kurultaylarının yeri, adresi üniversite oluyor.

20. yüzyılın aklı planlama aklı olmuştur. Bilimde ilerleyen toplumlar da tesadüflerle değil, planlı adımlarla yürüdüler. Daha önce hayal edilmeyen noktalara böyle erişildi. “21. Yüzyıl İçin Planlama” başlığı bir teklifi dile getiriyor: “21. yüzyıl için teklifiniz nedir?” “Teklifimiz, planlamadır” diyoruz.

‘Büyük resim hoş görünmüyor’

– Siyasi iktidarlar neden planlama sevmiyor?

KURUÇ – Türkiye 20. yüzyıla Cumhuriyet’le girdi. “Muasır (çağdaşı yani,
o yüzyılın) medeniyet seviyesinin en üstü”nün hedef olduğunu ilan etti. Kılavuzun akıl ve bilim, yöntemin plan olduğunu göstermeye çalıştı. Biliyoruz ki, iş sonra aksadı, çeşitli nedenlerle. Ancak, yine biliyoruz ki, siyasal iktidarlar da toplumun (şöyle de diyebiliriz, onun sınıflarının) hamurunda karılıyor. Bilimde ilerlemenin önemini göz ardı eden toplumlarda, siyasetçi dünyayı ve uzun vadenin önemini öğrenemiyor. Planlamaya “bir memur işi” olarak bakıyor. Buna rağmen, Türkiye özellikle 1960 – 1980 arasında ciddi sayılacak bir planlama birikimi kazanmıştır. 1980’den sonra, ülke (yeni, eski) siyasetçileriyle değişik bir rotaya girdikten sonra o birikim buharlaştı. Bilgi tazelenemedi ve genç kuşaklara aktarılamadı. Ufka bakabilme, 20. yüzyıl sonlarında neler olduğunun algılama ve 21. yüzyılı görebilme kapasitesi zayıfladı.

– Planlamanın ilk adımı öncelikle “büyük resmi görme” değil mi?
Kendisine 2023 hedefi olarak dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girme planını koyan Türkiye’nin bugünkü büyük resmi nasıl sizce?

KURUÇ – Türkiye’yi bugünkü koordinatlarına getiren ve oraya sabitleyen politikalar size gelecek için “hoş bir büyük resim” vermiyor. Çünkü, son otuz yılın rotası ve hele son on yılın çizgisi ülkeyi yarı sanayileşmişliğe ve yarı kırsallığa demir atma noktasına getirdi. Aynı politikalarla, değil 21. yüzyıla girebilmek, bunun farklılığını kavrayabilmek bir hayal olur. O 2023 yılı, bizler için dünyanın 21. yüzyılına ait bir yıl olmaz.

‘Potansiyelimiz genç kuşaklar’

AKP iktidarının bugünkü ekonomi politikalarıyla, bu hedefe varması mümkün mü? Değilse, Türkiye ekonomisinin sizce en büyük açmazları nelerdir?

KURUÇ – Bugünkü politkalar konusunda konuşmak, insanı bir şikâyetler manzumesi düzmek zorunda bırakabilir. Biliyoruz ki, bu politikalar son otuz yılda gitgide oluşmuş, pekişmiştir. Ekonomi, dünya kapitalizminin önceliklerine ve seyrine tabi olarak işleyen bir rotadadır ve o kulvara 2000’den sonra iyice sabitlenmiştir. Bu, Türkiye için, her şeyden önce büyük insan zayiatı ile işleyen bir modeldir. Bu kulvarda kaldıkça bu zayiat büyüyecektir. Oysa, bizim en değerli kaynağımız insandır. Potansiyelimiz genç kuşaklardadır. Bir yanda, takılıp kaldığı tabiyet ve bunu pekiştirdiği geri kalmışlık manzaraları ve yarattığı zayiat, bir yandan da yine toplumumuzun sahip olduğu büyük potansiyel var. Vidaları yerinden oynatabilmenin, kendimizi aşabilmenin püf noktası bunu fark edebilmekten geçiyor. Sürekli ve bütüncül bir çaba olmalı. Toplum, dünyayı doğru algılayarak ama kendi özgün çabasıyla kendine yeni ve geniş bir bilgi ve teknik taban kurabilmeli. Bu kurguyu arayan bir büyük hareket yaratılabilmeli. Bunun problemlerini ortaya koyabilmeli ve çözebilmeli. Yani iş, insan kaynağımıza büyük özen göstermeyi öğrenmekle başlayacak. Böyle bir şey olmazsa, gelecek için yazılacak ve hedef diye sunulacak sayılar, desteksiz atıştan öteye gidemez. 6-7 Aralık’taki planlama kurultayında 5 Aralık’ta Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yapılan “Toplumsal Alan ve Planma” toplantısında bu tabloyu gördük. İnsan tablomuzdaki geri kalmışlığa gözümüzü açmaksızın, bunda duyarlı olmaksızın ileri atılabilmek mümkün değildir. Bu büyük ve bütüncül bir iş. Orada mesele, toplumun temel haklarına eksiksiz erişebilme süreci diyebileceğimiz bilinçlenme davası ile iç içe.

Piyasa mı plan mı  ??

– Kalkınma doğrudan siyasal irade ile ilişkili bir kavram. Gelişmiş ülkeler düzeyine çıkan Güney Kore, Singapur, İsrail gibi ülkelere baktığımızda, Çin’in yükselişini incelediğimizde ise hep planlı bir ekonomi modelinin izlerini görüyoruz. Oysa küresel ekonominin söylemi daima liberal ekonomiyi, serbest piyasayı ön plana çıkaran bir söylem oldu. Türkiye de bu söylemin ardından yürüdü daima.

Piyasa ve planlama tartışması hakkında neler söylersiniz?

KURUÇ – 19. ve 20. yüzyıllarda olan bitenin en önemli boyutlarından birini kendi özdeyişiyle ortaya koyan ustamız (Selâhattin Şanbaşoğlu) şöyle demişti:

– “Sanayileşme, bir büyük malzeme hareketidir!”

Bunu, 21. yüzyıl için yeniden konuşmak gerekirse, herhalde “bir büyük malzeme ve bilgi hareketi” diye sunabiliriz. “Bilgi”den “malzeme”ye, “malzeme”den “bilgi”ye uzanan zincirler içinde, çok yönlülüğü gitgide artan bir hareket. Bu basite indirgenmesi kabul edilemeyecek ve mutlaka bilimsel yaklaşım isteyen bir şeydir. İşte, planlama bunu kavramanın, ifade etmenin ve geliştirmenin dilidir. Sorunuzda, Çin’den başlamak üzere öne atılmak isteyen ülkeler bunun peşindeler ve 21. yüzyıla buradan yöneliyorlar.

  • “Piyasa mı, plan mı?” ikilemi, Türkiye gibi bir toplumun geleceğini düşünmek için işe yaramaz bir ikilemdir.

Şunu unutmayalım    : 20. yüzyılda planlamayı ve onunla gelişen bilimsel temeli, esas olarak, sanayinin kazandığı “momentum” yaratmıştır. Toplumun geleceği için sağlıklı doğum budur ve belki de biz böyle bir noktaya 1960’tan daha çok yakınız. Şüphe yok ki, son otuz yılda Türkiye’de piyasaların hareketliliği içinde birçok insan yetişti. Neler yapılabildiğini öğrendiler. Yaratıcılığı, iş yönetimini, girişimciliği öğrendiler. Galiba, aralarından bazıları piyasalarla nelerin yapılamadığını, nerede gelip ciddi bir sınıra dayandıklarını da öğrendiler. İşte, aradığımız önemli bilgi önce orada. Çünkü, şimdi

planlamanın yeni ufuk açabilme niteliğine,
planlamanın yapılamayacak gibi olanı yapabilme kapasitesine,
planlamanın aklın desteğinde yeni düşünceyi ve yapıcı hayal gücünü seferber etme özelliğine..

muhtaç olduğumuz bir yere yaklaştık.

Gelir dağılımı ve Gini katsayısı..

Dostlar,

Yoğun rutinlerimiz nedeniyle son 2 gün sitemize yeterli yazı sunamadık.
Hoşgörünüzü dileriz..

Kaldığımız yerden devam edelim..

Prof. Dr. Ali Ercan hocamız, Milliyet yazarı Sn. Prof. Güngör Uras‘a yazdığı mektubu bizlerle paylaştı.

Gelir dağılımındaki adalet ülkemizde can yakmayı, kitleleri yoksul tutmayı, yoksullaştırmayı dürdürüyor..

30 yıl kadar önce Başbakan S. Demirel’den, gelir dağılımı eşitsizlğinin eleştirilmesi üzerine şu sözleri duyardık hep :

– Durun bakalım, ortada doğru dürüst pasta yok ki, paylaşımını adşlleştirelim. Hele bir pasta büyüsün bakalım..

Aradan 3-4 onyıl geçti..Ülkemizin ulusal gelir dağılımı giderek bozuluyor.
Demirel kitleleri bilerek oyaladı, sorunun çözümünü erteledi. Sermaye belli ellerde birikti. Ancak ülkemiz gene de temel kalkınma sorunlarını çözemedi. Kapitalist kalkınma modeli Türkiye’yi esenliğe ulaştırmadı.

Zaten doğası buna elvermez ki.. Dönemsel bunalımlarla hastalıklı yapı sürüyor. Kimi kez kaçınılmaz bunalımların içinden çıkılamıyor ve savaşa başvuruluyor.

AKP iktidar olduğunda Gini katsayısı 0,38 dolayında idi.. Bugün, TÜİK’in makyajlamaları ve yandaş politik düzeltmelerine karşın 0.40’aşkın.
10 yıldır iktidardaki partinin adına dikkat : Adalet ve Kalkınma Partisi.
Bu kadrolar Erbakan’ın çocukları ve kendilerince ciddi biçimde Müslümanlar.
Politik tercihlerine yol veren inanç dünyaları..
Ne var ki, AB-ABD güdümünde politikaların varacağı başkaca yer hayal edilebilir mi?

Türkiye, Büyük Atatürk döneminde olduğu gibi “TAM BAĞIMSIZ” politikalar izlemek zorunda. Günmüzde Atatürk’ün ekonomi politikasını Güney Amerika ülkeleri, Çin, Hindistan.. gibi ülkeler büyük benzerlikle izliyorlar. Başarıları da ortada.

Tam bağımsızlık, ancak mali bağımsızlık ile mümkündür. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olunca, o devletin bütün hayat ışıklarında bağımsızlık felç olur. (Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK)

TÜİK‘in en son verileriyle gelir dağılımı aşağıdaki gibi :

Biz buna “LANETLİ ÇEMBER” diyoruz.. Atılacakher adımın bu olağanüstü adaletsiz gelir paylaşımını düzeltici olması stratejik bir ön koşul saılmalı..

Sözünü ettiğim 2 yazı aşağıda..

Sevgi ve saygı ile.
14.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================================

Sayın Güngör Uras,

Bundan bir süre önce “Gini Katsayısı” üzerine Milliyet’te yayımladığınız aşağıdaki yazınızda, müsaade ederseniz, küçük bir düzeltme yapmak isterim. Yazınızda “A alanı, alanın Lorenz Çizgisi altında kalan alana (B alanına) bölünüyor. Ortaya çıkan katsayıya Gini Katsayısı deniliyor.” diyorsunuz; Oysa Gini Katsayısı A/B değil, A/(A+B) dir..

Bu vesile ile Gini katsayısının pratik hesaplanmasını bilmek isteyenlere sizin aracılığınızla çok basit bir hesaplama yöntemi önermek isterim.. “Trapez toplama” dediğimiz bu yöntem, karmaşık fit ve integral hesaplarıyla bulunan sonuçtan % 1-2 hata payıyla farklıdır. (küçüktür)

A+B=1/2 olduğundan Gini katsayısının g=1-2B olduğu kolayca görülür..
a1 a2 a3 a4 ve a5 en aşağıdan en yukarıya doğru gelir gruplarının toplam gelirdeki paylarını göstermek üzere, B yerine Lorenz eğrisi altında kalan alanın trapez toplamı yazıldığında aşağıdaki basit eşitliği elde ederiz :

g = 1 – 0,2 ( 9a1 + 7a2 +5a3 + 3a4 + a5 )

Buna göre 2009 yılı Gini Katsayısı

g = 1-0,2 (9 x 0,056 + 7 x 0,103 + 5 x 0,151 + 3 x 0,215 + 0,476) ≈ 0,380 bulunur; maksimum %2 hata payını da eklesek, en fazla 0,387 olur.. (%9’luk bir farkı kabul etmek mümkün değil) dolayısıyla 2009 yılı için Gini katsayısını 0,415 almak doğru değil ! Aynı şekilde 2010 yılı için hesapladığımızda Gini katsayısını 0,370 buluruz, (maksimum 0,377) 0,402 değil..

Başarılarınızın devamı dilerim. Saygılarımla.

Prof. Dr. rer.nat. D. Ali Ercan
10.10.12

Not : Gelir dilimlerinin ulusal gelirdeki paylarının da doğru hesaplandığından emin değilim. Ben en üst gelir diliminin ulusal gelirden %50 üzerinde pay aldığını tahmin ediyorum; Türkiye’de gelir dilimlerinin payları kabaca şöyle olsa gerek;

a1 % 3,2
a2 % 6,5
a3 %12,9
a4 %25,8
a5 %51,6 (en üst gelir grubu en alt gelir grubunun 16 katını alıyor)
%100

Buna göre g faktörü hesaplanacak olsa

g = 1 – 0,2 (9 x 0,032 + 7 x 0,065 + 5 x 0,129 + 3 x 0,258 + 0,516)
g = 0,46 bulunur ki, çok daha makul geliyor.. Gini katsayısı 0,45 olan Çin’den daha adil bir gelir dağılımımız olduğunu sanmıyorum. æ

***

Olayların içinden (Milliyet)

Güngör Uras

Türkiye’nin Gini katsayısı 2010 yılı hane halkı kullanılabilir gelir dağılımına göre 0.402 olarak açıklandı. Gini katsayısı, Lorenz eğrisine dayalı olarak hesaplanır. Ülkelerin Gini katsayısı birbirininki ile karşılaştırılarak gelir dağılımının nasıl olduğu konusunda bilgi edinilir. Sayın okuyucularıma basitleştirerek Lorenz Eğrisi ile Gini Katsayısı’nı anlatacağım.
Böylece neyin ne olduğunu daha iyi izleyebilirler.

TÜİK (Devlet) her yıl milli gelirin hane halkı arasında (en fakirinden en zenginine) nasıl dağıldığını gösteren bilgileri yayınlıyor. 2010 yılı hane halkı gelir dağılımı tablosuna göre nüfusun ilk yüzde 20’lik dilimi (14 milyon kişi) milli gelirin yüzde 5.8 ini paylaşırken, yüzde 20’lik en zengin dilim (14 milyon kişi) milli gelirin % 46.4’üne sahip oluyor.

İşte bu gelir dağılım tablosundaki oranlara dayalı olarak Lorenz Eğrisi çiziliyor. Bir kareyi çaprazlama bir köşeden öbür köşeye bağlayan çizgiye tam gelir eşitliği çizgisi deniliyor. Eğer her %20’lik nüfus dilimi milli gelirin yüzde 20’sini almış olsa gelir dağılımı çizgisi, tam eşitlik çizgisi ile birleşecek. Halbuki birikimli olarak nüfus dilimlerinin milli gelirden aldıkları pay farklı. İşte onun için tam eşitlik çizgisi altında bir çizgi oluşuyor. Buna da Lorenz Eğrisi deniliyor. Lorenz Eğrisi tam eşitlikten ne kadar uzaklaşır ise (A alanı ne kadar büyür ise) gelir dağılımı o kadar bozuk demektir.

Tam eşitlik olsa, Lorenz Eğrisi ile tam eşitlik eğrisi birbiri üzerine binecek. 1/1 Eşitlik ortaya çıkacak. Lorenz Eğrisi tam eşitlik çizgisinden uzaklaşıyor da ne kadar uzaklaşıyor? İşte bu da Gini Katsayısı ile ölçülüyor. Eşitsizlik alanı olan A alanı, alanın Lorenz Çizgisi altında kalan alana (B alanına) bölünüyor. Ortaya çıkan katsayıya Gini Katsayısı deniliyor.
Madem ki tam eşitlik 1:1=1 idi. O halde Gini Katsayısı 1’e ne kadar yakın ise gelir dağılımı o kadar iyidir, 1’den ne kadar uzak ise o kadar kötüdür.
Bizim Gini Katsayımız 2002’de 0.44 idi. 2003’te 0.42 oldu. 2004’te 0.40 oldu. 2005’te 0.38 oldu. 2007’de 0.43 oldu. 2008’de 0.405 oldu. 2009’da 0.415 idi. 2010’da 0.402’ye geriledi.

Gini Katsayısı’nın küçülmesi, gelirde eşitsizliğin düzeldiğini gösteriyor. Gini Katsayısı ne kadar küçük ise ülkede gelir dağılımı o kadar iyi demektir.

Gini Katsayısı’nda dünya ortalaması 0.399, OECD ülkeleri ortalaması 0.310, AB ülkeleri ortalaması 0.304’tür.

Gelir dağılımı en iyi olan Kuzey Avrupa ülkelerinden İsveç’te katsayı 0.25, buna karşı İsviçre’de 0.34, Fransa’da 0.33, Almanya’da 0.28, İngiltere’de 0.34, ABD’de 0.41’dir. Görülüyor ki, kişi başı gelir rakamının yüksekliği ile gelir dağılımının bozukluğu farklı konular. ABD’de kişi başı gelir yüksek ama gelir dağılımı Türkiye’dekinden daha bozuk.